Ukrayna-Türkiye-İran Jeopolitik Çizgisinde
Kırılma: ABD-İsrail Saldırısının Çok Kutuplu Dünya Üzerindeki Etkileri
Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış
Özet
22 Haziran 2025 tarihinde ABD ve
İsrail tarafından İran’a karşı gerçekleştirilen askeri saldırı, yalnızca
bölgesel bir güvenlik müdahalesi değil, aynı zamanda çok kutuplu dünya
düzeninde jeopolitik dengelerin yeniden biçimlenmesine neden olan stratejik bir
kırılma noktasıdır. Bu çalışma, saldırının başta İran olmak üzere Türkiye,
İsrail, Çin, Rusya ve ABD üzerindeki etkilerini çok boyutlu bir şekilde çözümlemektedir.
Özellikle Ukrayna-Türkiye-İran duyarlı jeopolitik çizgisinde İran ayağında
yaşanan yön değişimi sadece bölgesel değil küresel sonuçlar doğurmuştur.
İran’ın doğuya yönelerek Çin-Rusya eksenine daha sıkı biçimde bağlanması,
Batı’nın çevreleme stratejisini zayıflatmış, Doğu'nun jeopolitik gücünü artırmıştır.
ABD taktiksel düzeyde İsrail’in güvenliğini sağlamış görünse de stratejik
düzeyde İran’ı tamamen kaybetmiş ve bu durum doğu-batı çekişmesinde Doğu lehine
ciddi bir denge kayması yaratmıştır.
Anahtar
Kelimeler: ABD–İsrail Ortak Saldırısı, İran,
Türkiye, Jeopolitik Dönüşüm, Doğu–Batı Rekabeti, Çin ve Rusya, Güç Kayması, Çok
Kutupluluk
Abstract
The U.S.–Israeli military strike against Iran on June 22, 2025, marked
not merely a regional security intervention but a strategic rupture that
redefined geopolitical alignments within the emerging multipolar global order.
This study offers a multi-dimensional analysis of the strike's implications for
key actors, including Iran, Turkey, Israel, China, Russia, and the United
States. Special attention is given to the directional shift in the Iran leg of
the Ukraine–Turkey–Iran sensitive geopolitical axis, a change with far-reaching
regional and global consequences. Iran's eastward pivot and its deeper
integration into the China–Russia bloc have weakened Western containment
strategies while bolstering the geopolitical clout of the East. Although the
United States achieved a short-term tactical gain by reinforcing Israeli
security, it simultaneously suffered a long-term strategic loss by alienating
Iran—thereby contributing to a significant tilt in favor of the East in the
broader East–West power competition.
Key words: US-Israel joint attack, Iran, Turkiye, Geopolitical
Transformation, East–West Rivalry, China and Russia, Power Shift,
Multipolarity
GİRİŞ: “MIDNIGHT
HAMMER” OPERASYONU VE SONUÇLARI
2025
yılının Haziran ayında gerçekleşen İsrail-ABD-İran Savaşı, yalnızca Orta Doğu
bölgesinin değil, küresel jeopolitik dengenin de köklü biçimde sarsıldığı bir
dönüm noktasına işaret etmektedir. Savaş, esasen uzun süredir biriken
jeopolitik gerilimlerin, nükleer programlar etrafında şekillenen karşılıklı
güvensizliklerin ve bölgesel hegemonya savaşımlarının şiddetli bir çatışmaya
evrilmesiyle ortaya çıkmıştır.
ABD
ve İsrail’in İran’a karşı başlattığı saldırının temel gerekçesi İran'ın uranyum
zenginleştirme kapasitesini kritik eşiğin ötesine taşımış olması ve bu durumun
artık “geri döndürülemez” bir nükleer silahlanma sürecine işaret ettiği
yönündeki istihbarat değerlendirmeleridir. ABD istihbarat birimleri ve İsrail
Savunma Kuvvetleri (IDF), Fordo ve İsfahan’daki yeraltı nükleer tesislerin kısa
süre içerisinde nükleer silah üretim kapasitesine ulaşabileceği
değerlendirmesinde bulunmuş ve bu bağlamda İran’ın nükleer silaha sahip
olmasının sadece İsrail için değil Körfez ülkeleri ve NATO müttefikleri
açısından da “stratejik tehdit” oluşturacağı iddia edilmiştir.
Bu
gerekçeler çerçevesinde 22 Haziran 2025 gecesi başlatılan ve "Geceyarısı
Çekici Operasyonu” (Midnight Hammer Operation) adı verilen kapsamlı
saldırı İsrail'in hava kuvvetleri ve ABD’nin uzun menzilli füze sistemlerinin eş
güdümlü biçimde yürüttüğü bir hareket olarak dikkat çekmiştir. Saldırıda,
özellikle Fordo yeraltı zenginleştirme tesisleri ile İsfahan’daki nükleer
kompleks ağır bombardımana tabi tutulmuş ve İran’ın hava savunma sistemleri kesimsel
olarak etkisizleştirilmiştir. Operasyon, siber saldırılarla da desteklenmiş ve
İran’ın askeri iletişim ağı büyük ölçüde sekteye uğratılmıştır.
İran
ise bu saldırılara hızlı biçimde yanıt vermiş ve Hürmüz Boğazı çevresindeki ABD
askeri üslerine, İsrail’e yönelik balistik füze atışları ve bölgedeki vekil
milis güçler (özellikle Hizbullah ve Husiler) aracılığıyla geniş çaplı
asimetrik saldırılar düzenlemiştir. Bu karşılık, çatışmanın yalnızca devlet
aktörleriyle sınırlı kalmayarak vekalet savaşı biçimini de aldığı anlamına
gelmektedir. İran’ın misillemeleri sonucunda İsrail’in kuzey kentlerinde sivil
kayıplar yaşanmış ve ABD deniz unsurları ağır hasar almış ve enerji yolları
üzerinde ciddi bir tehdit oluşmuştur.
Uluslararası
toplum bu gelişmeler karşısında oldukça bölünmüş bir tutum sergilemiştir.
Avrupa Birliği ülkeleri genel olarak gerilimin düşürülmesi yönünde çağrılar
yaparken, Rusya ve Çin başta olmak üzere bazı aktörler saldırıyı
"egemenlik ihlali" olarak değerlendirmiştir. Körfez ülkeleri ise
tepkilerini daha ihtiyatlı biçimde dile getirmiş ve bazıları ABD-İsrail
saldırısını İran tehdidine karşı “önleyici yasal savunma” olarak
değerlendirmiştir.
Savaşın
kısa sürede tırmanmasının ardından küresel enerji piyasalarında ciddi
dalgalanmalar yaşanmış, petrol fiyatları hızla yükselmiş ve küresel ticaret
rotaları yeniden şekillenme sinyalleri vermiştir. Bu süreçte Çin, Hindistan ve
bazı Avrasya ülkeleri İran’la dayanışma mesajları verirken, NATO
müttefiklerinin önemli bir kısmı ise ABD’ye açık destek sunmuştur.
Bu
savaş yalnızca bölgesel güç dengelerini değil, aynı zamanda küresel stratejik
hesaplamaları da derinden etkilemiş ve savaşın ardından İran’ın nükleer
kapasitesinin ne ölçüde zarar gördüğü, ABD ve İsrail’in stratejik hedeflerine
ulaşıp ulaşmadığı, İran’ın bölgesel nüfuzunu ve vekil güçlerinin etkinliğini ne
ölçüde kaybettiği gibi sorular uluslararası ilişkiler yazınında yeni
tartışmalara kapı aralamıştır.
Uluslararası ilişkiler yazınında,
belirli ülkeler bulundukları coğrafi konum itibarıyla sadece kendileriyle
sınırlı olmayan, çok daha geniş jeopolitik düzlemleri etkileyen bir stratejik
ağırlık taşırlar. Bu ülkeler, çoğu zaman tarihsel, kültürel ve ekonomik
dinamiklerinin ötesinde, eşik alanlar veya jeopolitik geçiş kuşakları olarak
tanımlanır. Ukrayna, Türkiye ve İran bu bağlamda, Avrasya kıtasının doğu-batı
ve kuzey-güney ekseninde yer alan, büyük güç yarışmasının yoğunlaştığı, eşiksel
karaktere sahip ülkelerdir. Her biri, bir kutbun etki alanına girdiğinde,
yalnızca kendi yönetsel alanı üzerinde değil, aynı zamanda diğer kutba ait veya
tarafsız bölgeler üzerinde de bir tür dolaylı denetim ve baskı oluşturabilecek gizil
güce sahiptir.
Bu bağlamda, söz konusu ülkeler
üzerinde kurulan jeopolitik denetim, yalnızca bölgesel bir kazanım olarak
değerlendirilemez ve aksine olarak bu ülkeler aracılığıyla şekillenen yeni güç
dengesi, karşıt kutbun manevra alanını kısıtlayan bir stratejik üstünlük
anlamına gelir. Başka bir ifadeyle, Ukrayna’nın Batı tarafından denetim altına
alınması Rusya’yı çevrelerken, Türkiye’nin Batı’yla bütünleşmesi Ortadoğu,
Kafkasya ve Karadeniz üzerindeki Rus ve Asya merkezli etkilere karşı bir
dengeleyici işlev üstlenmektedir. Aynı şekilde İran üzerindeki etki savaşımı
yalnızca Orta Doğu’yu değil, Orta Asya’yı ve Hint Okyanusu’nu da kapsayan daha
geniş bir stratejik yarışmanın parçasıdır.
Bu çalışma, söz konusu üç ülkenin
uluslararası sistemdeki bu özgül konumlarını, klasik ve çağdaş jeopolitik
kuramlar ışığında çözümlemekte ve bu ülkeler üzerinde hakimiyet kurma
çabalarının aslında çok daha geniş bir dünya düzeni savaşımının parçası
olduğunu ileri sürmektedir.
“Geceyarısı Çekici Operasyonu” ile ABD,
büyük olasılıkla İran’ın belirli askeri altyapısını, Devrim Muhafızları
tesislerini veya füze üslerine saldırdı. Bu anlamda “başarılı bir operasyon”
görüntüsü oluştu. ABD, bölgedeki müttefiklerine (özellikle İsrail ve Körfez
ülkelerine) “İran’ı gerektiğinde cezalandırırım” mesajı verdi.
Peki Ya Derin
Etkiler? İran Gerçekten Kaybetti mi?
İran’ın stratejisi, doğrudan karşı
koymak değil asimetrik savaş ve vekalet güçleri üzerinden ABD ve İsrail'e bedel
ödetmektir. Bu saldırı, İran’ın bu doktrinini değiştirmez aksine meşrulaştırır.
İran halkı rejime karşı olsa da dış saldırılar İran devletinin ulusal birlik
söylemini güçlendirir. ABD’nin saldırısı rejimi zayıflatmak bir yana, içeride
“düşmana karşı birleşelim” duygusu yaratabilir.
ABD Ne Kadar
Kazandı?
Kısa vadede saygınlık kazandı gibi
görünse de İran’ın doğrudan ya da dolaylı yanıtları ile bölgedeki ABD
varlıkları tehlikeye girebilir. Irak, Suriye ve Lübnan’daki milis gruplar
üzerinden yeni saldırı dalgaları başlayabilir. Eğer saldırı kapsamlı ise,
İran’ın Çin ve Rusya ile olan ilişkilerini daha da yakınlaştırabilir, bu da
ABD’nin uzun vadeli çıkarlarına aykırıdır.
İsrail’in Konumu
İran’ın zayıflatılması, İsrail için
taktiksel bir zaferdir. Ancak İran’ın Hizbullah veya diğer vekil unsurları
aracılığıyla İsrail’e karşı asimetrik karşılıklar vermesi olasılığı yüksektir. Ayrıca,
İran’la savaşın sıcak bir duruma gelmesi İsrail'in güvenlik harcamalarını
artırır ve Gazze’deki operasyonları daha da karmaşık hale getirebilir.
ABD’nin İran’a
Yönelik Saldırısının Sonuçları: Görünürde Zafer, Gerçekte Belirsizlik
Amerika Birleşik Devletleri'nin İran'a
yönelik gerçekleştirdiği doğrudan askeri saldırı kısa vadeli askeri ve
stratejik hedefler açısından başarılı görünse de uzun vadeli sonuçlar
bakımından karmaşık ve çok katmanlı bir görüntü ortaya koymaktadır. ABD
yönetimi saldırıyla, İran’ın bölgesel yayılmacılığına ve nükleer programındaki
kararlılığına karşı açık bir caydırıcılık mesajı vermeyi hedeflemiştir. Bu
bağlamda, saldırı bir güç gösterisi olarak değerlendirilebilir ve İsrail'in
güvenlik çıkarlarıyla da paralellik arz etmektedir. Ancak, saldırının
"zafer" niteliği, bu tür askeri eylemlerin yol açtığı daha geniş jeopolitik
ve stratejik sonuçlar göz önüne alındığında sorgulanabilir hale gelmektedir.
İlk olarak, İran rejimi askeri ve simgesel
kayıplar vermiş olsa da saldırının ardından ulusal birlik ve rejim dayanışması
söylemlerinin yeniden canlandırıldığı, halk arasında ABD’ye yönelik tepkinin
arttığı gözlenmiştir. Bu durum, rejimin iç meşruluk krizlerini bir süreliğine
de olsa bastırmasına olanak tanımıştır. Ayrıca saldırı, İran’ın doğrudan ya da
dolaylı vekil unsurları aracılığıyla Ortadoğu’daki Amerikan çıkarlarına karşı
daha saldırgan bir strateji benimsemesine neden olabilecek bir kırılma anı yaratmıştır.
İkincisi, saldırı bölgesel güç
dengeleri üzerinde sarsıcı etkiler yaratmıştır. Körfez ülkeleri gibi ABD
müttefiki bazı aktörler, kısa vadeli güvenlik güvencelerinden memnunluk duysa
da uzun vadede Amerikan siyasalarının öngörülemezliği konusunda derin kaygılar
taşımaya başlamıştır. Bu da ABD'nin bölgede geleneksel olarak dayandığı ittifak
sistemlerinde güven aşınımına yol açabilir.
Üçüncü olarak, saldırı uluslararası
hukuk açısından da tartışmalıdır. BM Şartı'nın güç kullanma yasağını içeren
2(4) maddesi ve yasal savunmaya ilişkin 51. maddesi çerçevesinde
değerlendirildiğinde, saldırının hukuksal meşruluğu ciddi biçimde
sorgulanmaktadır. Bu durum, ABD’nin uluslararası arenadaki normatif meşruluğuna
zarar verebilir.
Son olarak, İran’ın uzun vadede izole
edilmesi ya da rejim değişikliğine zorlanması gibi stratejik hedeflere
ulaşılması, yalnızca askeri araçlarla değil, çok boyutlu bir dış siyasa
stratejisi ile olanaklıdır. Dolayısıyla saldırı, Washington için kısa vadeli
bir taktiksel kazanım üretmiş olsa da bu tür eylemlerin bölgesel kararlılık
üzerindeki olumsuz etkileri ve İran’ı daha köktenci bir çizgiye itme gizil gücü
göz ardı edilemez.
Jeopolitik düzlemde dünya siyasetini
şekillendiren en kritik fay hatlarından biri, Batı ile Doğu arasındaki
tarihsel, kültürel, askeri ve ekonomik ayrım çizgisidir. Bu çizgi üzerinde yer
alan Ukrayna, Türkiye ve İran sadece coğrafi konumları nedeniyle değil aynı zamanda
tarihsel mirasları, ulusal kimlikleri ve bölgesel rolleri itibarıyla da büyük
güçlerin yarışmasının merkezindedir.
Ukrayna:
Avrupa-Avrasya sınırının simgesi
Ukrayna, Batı ile Rusya arasında adeta
bir tampon bölge işlevi görmekte ve bu rolü nedeniyle sürekli bir çatışma
alanına dönüşmektedir. 2014’teki Kırım’ın ilhakı ve 2022’de başlayan savaş
Rusya’nın NATO’nun doğuya genişlemesine karşı verdiği jeopolitik tepkilerdir.
Ukrayna’nın kaderi, Batı'nın Rusya karşısındaki kararlılığı ve Rusya'nın yeni
bir Sovyet benzeri etki alanı yaratma iradesi açısından kilit bir gösterge
niteliğindedir.
Türkiye:
Avrasya’nın merkezindeki kararsızlık dengesi
Türkiye, hem NATO üyesi olarak Batı
bloğunun bir parçası, hem de Rusya ve Çin ile geliştirdiği ilişkiler nedeniyle
doğu dünyasına yakınlaşan bir aktör durumundadır. Ayrıca Türkiye'nin İslam
dünyasıyla olan kültürel bağları ve Orta Doğu siyasalarındaki etkisi bu ülkeyi
sadece bir köprü değil aynı zamanda bir “dengeleyici güç” durumuna
getirmektedir. Türkiye'nin dış siyasa yönelimi, bölgesel çatışmaların
gidişatını ve Batı’nın Avrasya siyasasını doğrudan etkiler.
İran: Direniş
ekseninin stratejik direği
İran, Batı karşıtı söylemi ve siyasaları
ile Doğu cephesinde konumlanmaktadır. Ancak bu konumlanma sadece ideolojik
değil aynı zamanda jeopolitik bir karşı duruşun ürünüdür. Çin ve Rusya ile
stratejik iş birliklerini derinleştiren İran Hürmüz Boğazı ve Basra Körfezi
gibi enerji geçiş yolları üzerinde kilit bir rol oynamaktadır. İran'ın bölgesel
vekil güçleri üzerinden yürüttüğü etki siyasası ABD-İsrail-Suudi ekseniyle olan
çatışmanın temel dinamiklerindendir.
Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Ukrayna,
Türkiye ve İran Batı ile Doğu arasındaki siyasal, ekonomik ve askeri yarışmanın
kavşak noktalarıdır. Bu üç ülkenin yönelimleri ve iç siyasal kararlılıkları,
yalnızca kendi bölgelerinin değil, küresel düzenin geleceğini de
belirleyecektir. Bu nedenle, ABD’nin İran’a saldırısı gibi gelişmeler yalnızca
askeri başarı veya başarısızlık bağlamında değil bu üç ülkenin içinde bulunduğu
jeopolitik denklemin nasıl şekilleneceği açısından da değerlendirilmelidir.
Jeopolitik Fay
Hatları ve Küresel Güç Dengesi: Türkiye, İran ve Ukrayna’nın Stratejik Konumu
Uluslararası ilişkiler yazınında jeopolitik,
devletlerin coğrafi konumlarıyla siyasal, ekonomik ve askeri kararları
arasındaki bağı anlamaya çalışan temel bir yaklaşımdır. Bu bağlamda, günümüz
uluslararası sisteminde yükselen belirsizlikler ve güç savaşımları dikkate
alındığında Batı ile Doğu dünyaları arasında beliren stratejik fay hatları,
sadece bölgesel değil, aynı zamanda küresel düzeyde belirleyici niteliktedir.
Bu fay hattının üzerinde yer alan üç ülke olan Ukrayna, Türkiye ve İran jeopolitik
konumları gereği hem uluslararası siyasetin gidişatını şekillendirme gizil gücüne
sahiptir hem de büyük güç yarışmasının merkezinde yer almaktadır.
Ukrayna, Rusya Federasyonu ile Batılı
müttefikler arasındaki tarihsel, siyasal ve asker çekişmenin odak noktası durumuna
gelmiştir. 2014 Kırım ilhakı ve 2022’de başlayan topyekün savaş, Ukrayna’yı
yalnızca bir cephe hattı değil aynı zamanda Batı’nın güvenlik mimarisinin
sınandığı bir sınır devleti konumuna getirmiştir. Bu yönüyle Ukrayna, Doğu
Avrupa’da Atlantikçi güvenlik sisteminin sınır taşıdır.
Türkiye ise hem tarihsel mirası hem de
Asya ile Avrupa arasındaki köprü konumuyla Batı-Doğu gerilim çizgisinin
merkezinde yer alır. NATO üyesi olmasına karşın Avrasya eksenli değişik
açılımlar geliştirmesi Türkiye'yi klasik ittifak yapılarının ötesinde bir
bölgesel güç ve arabulucu aktör olarak konumlandırmaktadır. Türkiye’nin Batı
ile Doğu arasında bir denge kurmaya çalışan dış siyasa yaklaşımı bu ülkeyi hem
bir tampon bölge hem de gizil güce sahip bir kararlılık aktörü haline
getirmektedir.
İran ise, jeopolitik olarak Basra
Körfezi’nden Hazar’a, Güney Asya’dan Levant’a kadar genişleyen bir etki alanına
sahiptir. 1979 Devrimi’nden bu yana Batı karşıtı duruşunu sürdüren İran, Şii
ideolojisi ve devrimci dış siyasasıyla hem bölgesel bir meydan okuyucu hem de
Batı’nın Orta Doğu’daki güvenlik paradigması açısından temel bir tehdit olarak
konumlanmaktadır. Çin ve Rusya ile artan yakınlaşması İran’ı giderek daha
belirgin biçimde Doğu bloğuyla bütünleştirmektedir.
Bu üç ülkenin ortak özelliği Batı ile
Doğu arasındaki stratejik ayrım çizgisinde yer almaları ve bu nedenle her
birinin hem Batı’nın hem de Doğu’nun güvenlik, enerji ve ideolojik beklentileri
açısından vazgeçilmez olmasıdır. Dolayısıyla, bu ülkelerin iç ve dış siyasalarındaki
yönelimler yalnızca bölgesel dengeleri değil aynı zamanda gelecekteki küresel
düzenin mimarisini de doğrudan etkileyecek niteliktedir. Bu çerçevede, Ukrayna,
Türkiye ve İran’ın nasıl birer jeopolitik düğüm noktası durumuna geldiklerini çözümlemek
21. yüzyıl uluslararası ilişkilerinin anlaşılması açısından kritik bir öneme
sahiptir.
Jeopolitik Açıdan
Küresel Kırılma Çizgisi: Doğu ile Batı Arasında Bir Eşik Alan Olarak Ukrayna,
Türkiye ve İran
21. yüzyılın başlarından itibaren
uluslararası siyaset sahnesinde beliren güç dengeleri Soğuk Savaş sonrasındaki
tek kutuplu düzenin kararsızlaştığını ve yerini çok kutuplu yarışmacı bir
düzene bıraktığını göstermektedir. Bu dönüşüm sürecinde küresel siyasal
sistemin temel fay hatlarından biri Doğu ve Batı arasındaki medeniyet, ideoloji
ve jeopolitik eksenli kırılma çizgisi olmuştur. Bu çizgi yalnızca bir kültürel
ayrım hattı değil aynı zamanda askeri, ekonomik ve stratejik çıkarların da
çatıştığı bir sınır bölgesidir.
Bu kırılma hattı üzerinde yer alan üç
ülke (Ukrayna, Türkiye ve İran) yalnızca coğrafi konumları nedeniyle değil aynı
zamanda sahip oldukları tarihsel miras, siyasal rejim yapıları ve bölgesel
etkileri nedeniyle de bu küresel yarışmanın düğüm noktalarını oluşturmaktadır.
Her üç ülke de hem Batı hem Doğu güçleriyle tarihsel ve güncel ilişkiler
kurmuş, zaman zaman bu iki kutup arasında denge siyasaları izlemeye çalışmış ve
dönemsel olarak birinden diğerine yönelmiştir. Bu bağlamda, bu üç ülkenin hangi
eksene yöneldiği ya da hangi eksenden koptuğu yalnızca kendi iç siyasaları
açısından değil aynı zamanda küresel sistemin geleceği bakımından da
belirleyici bir rol oynamaktadır.
Jeopolitik düzlemde, belirli coğrafi
eşik alanlar (geopolitical chokepoints, pivot regions) üzerinde denetim
sağlayan aktörler yalnızca o bölge üzerinde değil bölgenin sınır oluşturduğu
iki karşıt dünya üzerinde de stratejik üstünlük elde ederler. Bu bağlamda,
Ukrayna, Türkiye ve İran gibi eşik konumundaki ülkeler yalnızca kendi toprak
bütünlükleri ve siyasal yönelimleri açısından değil aynı zamanda içinde
bulundukları jeopolitik çatışma eksenlerinde taraf olan büyük güçlerin etki alanlarının
şekillenmesinde de büyük öneme sahiptir.
Bu ülkelerden herhangi birinin uzun
vadeli olarak bir kutbun etki alanına girmesi, diğer kutbun o bölgede stratejik
kayıp yaşaması anlamına gelir. Dahası, bu tip eşik alanları denetim altına alan
güç, sadece o ülkenin kaynaklarını ya da siyasal yönelimini değil aynı zamanda
onun üzerinden ulaşılabilecek coğrafi yayılma kapasitesini ve jeopolitik
görünürlüğünü de genişletir. Bu yönüyle, bu ülkeler yalnızca tampon değil aynı
zamanda sıçrama tahtası konumundadır.
Bu nedenle "bu çizgi üzerindeki
ülkeleri denetleyen güçler, aslında çizginin öbür yanını da denetim altına alma
kapasitesine kavuşur" savı, klasik jeopolitik düşüncenin (örneğin
Mackinder’in “Heartland” savı ya da Spykman’ın “Rimland”
yaklaşımı) çağdaş bir yorumuyla da uyumludur. Bu, söz konusu ülkeleri sadece
ulusal değil, aynı zamanda küresel stratejik yarışmanın kilit taşları durumuna
getirir.
Araştırmanın
Hedefleri ve Amaçları
Günümüz uluslararası sistemi, Soğuk
Savaş sonrası tek kutuplu düzenin çözüldüğü, çok kutuplu ve yarışmacı bir
yapıya evrilmektedir. Bu dönüşüm sürecinde, küresel aktörlerin güç savaşımı
giderek daha karmaşık biçimler almakta ve bölgesel aktörlerin stratejik önemi
artmaktadır. Bu bağlamda, ABD’nin İran’a yönelik askeri müdahalesi ve bu
müdahaleye bağlı olarak gelişen İsrail-İran yarışması yalnızca Orta Doğu
bölgesinde değil küresel güç dengelerinde de önemli sarsıntılara yol açmıştır.
Araştırmanın temel hedefi, bu askeri ve siyasal gelişmelerin küresel jeopolitik
düzlemdeki yansımalarını derinlemesine çözümleme etmektir.
Çalışma, özellikle Ukrayna, Türkiye ve
İran’ın, Batı ile Doğu blokları arasında stratejik eşik konumunda bulunmaları
nedeniyle, bu küresel güç savaşımlarında kritik rol oynadıklarını
savunmaktadır. Bu ülkelerin hem bölgesel hem de küresel güç dengeleri
üzerindeki etkileri, dış siyasa tercihleri ve uluslararası ittifak ilişkileri sistemli
biçimde incelenecektir. Araştırmanın amaçları şu şekilde özetlenebilir:
ABD’nin
İran’a yönelik askeri müdahalesinin küresel güç dengeleri ve uluslararası
siyaset üzerindeki doğrudan ve dolaylı etkilerini ortaya koymak,
İsrail-İran
yarışmasının bölgesel ittifaklar ve küresel güç stratejileri üzerindeki
sonuçlarını değerlendirmek,
Ukrayna,
Türkiye ve İran gibi stratejik eşik ülkelerin bu süreçteki rollerini, dış siyasa
yönelimlerini ve jeopolitik etkilerini çözümlemek,
Bölgesel
çatışmaların küresel düzlemdeki güç dengesini nasıl etkilediğini kavramak,
Sonuç
olarak, uluslararası ilişkiler disiplinine katkı sağlayacak çok katmanlı bir jeopolitik
çözümleme sunmaktır.
Bu hedefler hem kuramsal hem de deneysel
yaklaşımlarla desteklenecek, çalışma küresel güç yarışmasının karmaşıklığını ve
bu yarışmanın bölgesel aktörler üzerindeki yansımalarını kapsamlı biçimde ele
alacaktır.
Araştırma
Soruları
Bu çalışma kapsamında, ABD’nin İran’a
yönelik askeri müdahalesi ve İsrail-İran yarışmasının küresel jeopolitik
bağlamdaki sonuçlarını bütüncül biçimde inceleyebilmek için aşağıdaki temel
sorulara yanıt aranacaktır:
ABD’nin
İran’a yönelik askeri müdahalesi küresel güç dengelerinde nasıl bir dönüşüme
yol açmıştır?
Bu
müdahalenin uluslararası güç blokları arasındaki ilişkilere etkisi nasıl
şekillenmektedir?
İsrail-İran
yarışması bölgesel ittifaklar ve güç dengeleri bağlamında küresel stratejileri
nasıl etkilemektedir?
Bölgesel
aktörlerin ittifak siyasaları ve stratejik yönelimlerinde hangi değişiklikler
gözlemlenmektedir?
Ukrayna,
Türkiye ve İran gibi stratejik eşik ülkeler, Batı ve Doğu blokları arasındaki
güç savaşımında nasıl konumlanmaktadır?
Bu
ülkelerin dış siyasa tercihleri ve jeopolitik rollerinin küresel güç
dengelerindeki önemi nedir?
Bölgesel
çatışmalar ve ittifakların uluslararası hukuk ve küresel normlar üzerindeki
etkileri nelerdir?
Bu
çatışmalar uluslararası sistemde hangi hukuksal ve normatif sorunları gündeme
getirmiştir?
Küresel
güç yarışması bağlamında, bu çatışmaların kısa, orta ve uzun vadede bölgesel ve
küresel kararlılığa etkileri nasıl olacaktır?
Bölgesel
aktörlerin ve küresel güçlerin stratejik yaklaşımlarının gelecekteki
yansımaları nelerdir?
Araştırma Yöntemi
Bu araştırma, güncel uluslararası
gelişmeler ve klasik jeopolitik kuramların etkileşiminden hareketle ABD’nin
İran’a yönelik askeri müdahalesi ve İsrail-İran yarışmasının küresel jeopolitik
sonuçlarını niteliksel çözümleme yöntemleri kullanarak incelemektedir.
Araştırma yönteminde şu yaklaşımlar benimsenmiştir:
Yazın Taraması: Klasik jeopolitik kuramlar (Mackinder,
Spykman, Mahan), güç dengesi kuramı ve bölgesel güvenlik çalışmalarıyla ilgili
temel akademik eserler ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Ayrıca, Orta Doğu,
Avrasya ve küresel güç dinamikleri üzerine yapılmış güncel çalışmalar ve siyasa
raporları çözümlenmiştir.
Örnek Olay
Çalışması: ABD’nin İran’a yönelik askeri
müdahalesi, İsrail-İran yarışması ve bu bağlamda Ukrayna, Türkiye ve İran’ın
uluslararası sistemdeki konumları ayrıntılı şekilde değerlendirilmiştir. Bu olay
çözümlemeleri çatışmaların çok boyutlu etkilerini ortaya koymak için çok
katmanlı bir çerçeve kullanılarak ele alınmıştır.
Belge Çözümlemesi: Biçimsel açıklamalar, uluslararası
anlaşmalar, BM kararları ve güvenlik raporları gibi birincil kaynaklar
araştırmanın deneysel temelini oluşturmuştur.
Nitel İçerik Çözümlemesi: Toplanan veriler, tematik çözümleme
teknikleriyle yorumlanarak araştırma sorularına yanıt veren kavramsal
kategorilere ayrılmıştır.
Bu yöntemler aracılığıyla hem kuramsal
altyapı güçlendirilmiş hem de güncel siyasal süreçlere dair somut veriler
üzerinden kapsamlı bir jeopolitik değerlendirme yapılmıştır.
Yazın Taraması
Jeopolitik araştırmalar, devletlerin
coğrafi konumlarının uluslararası güç dengeleri üzerindeki etkisini anlamaya
yönelik önemli kuramsal çerçeveler sunar. Bu çalışmada, öncelikle Halford
Mackinder’in “Heartland Kuramı” ve Nicholas Spykman’ın “Rimland Yaklaşımı” gibi
klasik kuramlar incelenmiştir. Mackinder, Avrasya’nın merkezindeki “Heartland”
bölgesini küresel hakimiyetin anahtarı olarak görürken, Spykman bu bölgelerin
çevresindeki deniz kuşağının (“Rimland”) önemine vurgu yapar. Her iki yaklaşım da
araştırmanın odaklandığı Ukrayna, Türkiye ve İran’ın stratejik öneminin kuramsal
temelini oluşturur.
Modern jeopolitik yaklaşımlarda, John
Agnew ve Colin Gray gibi akademisyenlerin “kritik bölgeler” ve “stratejik
eşikler” kavramları bu ülkelerin günümüz uluslararası sistemindeki rollerini
açıklamada kullanılmıştır. Ayrıca, güç dengesi kuramı ve bölgesel güvenlik
kompleksi kuram (Barry Buzan ve Ole Waever) araştırmanın çözümlemelerinde
referans olarak alınmıştır.
İran-ABD-İsrail üçgenine ilişkin yazında
ise, Orta Doğu’daki güç yarışması, ideolojik çatışmalar ve bölgesel ittifaklar
üzerine çok sayıda çalışma mevcuttur. Güncel akademik makaleler, siyasa
raporları ve çözümlemeler, bu üç ülkenin (Ukrayna, Türkiye, İran) küresel güç yarışmasındaki
konumlarını anlamak için değerlendirilmiştir.
Mevcut Durumun
Betimlenmesi
21. yüzyılın ikinci çeyreğinde
uluslararası sistem, çok kutuplu ve yarışmacı bir yapı özelliği kazanmıştır.
ABD’nin İran’a yönelik askeri müdahalesi, bölgesel dinamiklerde önemli
kırılmalara yol açarken, İsrail-İran yarışması Orta Doğu’yu küresel güçlerin
stratejik çatışma alanlarından biri durumuna getirmiştir. Bu gelişmeler,
küresel güç dengeleri üzerinde doğrudan etkiler yaratmakta ve bölgesel
aktörlerin konumlarını yeniden şekillendirmektedir.
Ukrayna, Doğu Avrupa’da Rusya ile Batı
arasında stratejik bir tampon bölge olarak kritik önem taşımaktadır. Rusya’nın
Ukrayna’ya yönelik müdahaleleri, Batı’nın genişlemesi ve NATO’nun doğuya doğru
kayması arasındaki çatışmanın somut bir yansımasıdır. Bu durum, küresel güç savaşımının
Avrupa’daki yansıması olarak değerlendirilmektedir.
Türkiye, jeostratejik konumu
itibarıyla hem NATO üyesi hem de Avrasya’nın kilit aktörlerinden biri olarak,
Batı ve Doğu arasında denge siyasaları izlemekte, bölgesel kararlılığın
sağlanmasında belirleyici rol oynamaktadır. Türkiye’nin bölgesel aktörlerle
ilişkileri ve küresel güçlerle kurduğu ittifaklar, özellikle enerji koridorları
ve askeri ve stratejik alanlarda önem kazanmıştır.
İran ise, devrim sonrası dönemde
benimsediği ideolojik dış siyasa ve bölgesel etki siyasalarıyla Orta Doğu’da
önemli bir güç olarak öne çıkmaktadır. ABD’nin müdahalesi, İran’ın bölgesel siyasalarını
daha da köktencileştirmiş ve İran’ı Çin ve Rusya ile yakınlaşmaya
yönlendirmiştir. Bu ittifaklar, küresel güçler arasındaki yarışmayı
derinleştirmektedir.
Sonuç olarak, ABD-İran çatışması ve
İsrail-İran yarışması Ukrayna, Türkiye ve İran’ın stratejik konumları üzerinden
küresel güç dengelerinin yeniden tanımlanmasına yol açmakta ve uluslararası
sistemde yeni norm ve güvenlik dinamikleri ortaya çıkarmaktadır.
KURAMSAL ÇERÇEVE
Uluslararası ilişkiler disiplininde jeopolitik,
devletlerin coğrafi konumlarının uluslararası güç dengeleri üzerindeki etkisini
çözümleme eden temel bir yaklaşımdır. Bu araştırma, jeopolitik düşüncenin
klasik ve çağdaş yaklaşımlarını esas alarak, günümüz küresel güç savaşımlarını
anlamaya yönelik kapsamlı bir çerçeve sunmaktadır.
Klasik Jeopolitik
Yaklaşımlar
Halford Mackinder’in “Heartland Kuramsi”
(1904), dünya hakimiyetinin anahtarının Avrasya’nın iç kesimlerinde, yani
“Heartland” olarak adlandırdığı bölge olduğunu savunur. Mackinder, “Dünyanın
kalbi olan bu bölgeyi kim denetim ederse, dünya adasının (Avrasya-Afrika) denetimi
onda olur” şeklinde özetler. Bu yaklaşım, Ukrayna ve İran gibi Avrasya’nın iç
kuşağında bulunan ülkelerin jeopolitik önemini vurgular.
Nicholas Spykman ise Mackinder’ın
görüşünü “Rimland” kuramıyla tamamlar. Ona göre, dünya egemenliğini belirleyen
güç Avrasya’nın kıyı kuşağındaki (denizle çevrili) ülkeleri denetleyendir.
Türkiye, coğrafi konumu itibarıyla bu Rimland bölgesinde stratejik bir geçiş
noktası olarak yer alır. Spykman’ın “Dünyanın denetimi Rimland’ın denetimine
bağlıdır” savı özellikle deniz gücünün önemini ön plana çıkarır.
Alfred Mahan’ın deniz gücü kuramı ise
denizlerin stratejik üstünlük için vazgeçilmez olduğunu vurgular. Deniz egemenliği
ticaret yollarının ve askeri hareket yeteneğinin denetimini sağlar. Bu bağlamda
Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki denetimi jeopolitik önemini artırır.
Güç Dengesi Kuramı
Güç dengesi kuram devletlerin kendi
güvenliklerini sağlamak amacıyla diğer güçlerle denge kurmaya çalıştıklarını
belirtir. Hans Morgenthau’nun realizm yaklaşımı bu kuramın temelini oluşturur.
Uluslararası sistem anarşik yapıya sahip olduğundan devletler kendi ayakta
kalmalarını güvence altına almak için ittifaklar kurar veya karşıt güçleri
dengelemeye çalışır.
Bu kuram, ABD, Rusya ve Çin gibi büyük
güçlerin Ukrayna, Türkiye ve İran üzerinden güç dengesi oluşturma
stratejilerini anlamada kritik öneme sahiptir. Örneğin, ABD’nin NATO’yu doğuya
genişletmesi ve Ukrayna’ya destek vermesi Rusya’nın bölgedeki etkisini
sınırlama amaçlı bir güç dengeleme atılımıdır.
Bölgesel Güvenlik
Kompleksi Kuramı
Barry Buzan ve Ole Waever tarafından
geliştirilen Bölgesel Güvenlik Kompleksi Kuramı uluslararası güvenlik
dinamiklerinin bölgesel düzeyde şekillendiğini ileri sürer. Bu yaklaşım,
güvenlik tehditlerinin bölgesel aktörler arasında birbirine bağlı olduğunu ve
bölgesel çatışmaların ve ittifakların küresel güç yarışmasını etkilediğini
savunur.
Orta Doğu’daki İran-İsrail çatışması
ve ABD’nin bölgedeki askeri müdahaleleri, bu kuramın somut uygulamalarındandır.
Aynı zamanda, Türkiye’nin hem NATO üyesi olması hem de bölgesel İslam
dünyasında etkili bir aktör olarak rol oynaması bölgesel güvenlik kompleksinin
çok boyutlu yapısını gösterir.
Kritik Bölge ve
Stratejik Eşik Kavramları
Çağdaş jeopolitikte “kritik bölge”
veya “stratejik eşik” kavramları, belirli coğrafi alanların uluslararası güç
dengeleri açısından taşıdığı özel önemi ifade eder. Bu bölgelerin denetimi
sadece doğrudan etki alanlarını değil daha geniş stratejik alanları da
şekillendirir.
Ukrayna, Türkiye ve İran gibi ülkeler,
küresel güçlerin jeopolitik yarışmasında kritik bölgeler olarak öne çıkar.
Örneğin, Türkiye’nin Boğazlar üzerindeki egemenliği ve Orta Doğu ile Avrasya
arasında köprü konumu, İran’ın enerji kaynakları ve Orta Doğu’daki etkisi ve
Ukrayna’nın Doğu Avrupa’daki tampon bölge rolü bu ülkelerin stratejik eşik
konumlarını açıkça ortaya koyar.
ÇÖZÜMLEME: ÇATIŞMANIN
DİNAMİKLERİ
İsrail-ABD-İran savaşının temelini
uzun yıllardır süregelen bölgesel güç yarışması, nükleer silahlanma gerilimi,
ideolojik karşıtlık ve vekâlet savaşları oluşturmaktadır. Bu savaşın dinamikleri
çok katmanlıdır ve sadece askeri boyutta değil, aynı zamanda diplomatik,
ekonomik, teknolojik ve ideolojik alanlarda da kendini göstermektedir.
İlk olarak, nükleer silahlanma
meselesi, çatışmanın merkezinde yer almaktadır. İran'ın uranyum zenginleştirme çalışmaları
ve nükleer programının ilerlemesi, İsrail açısından bir varoluşsal tehdit
olarak algılanmaktadır. ABD, bu tehdidi İsrail ile paylaşmakta ve İran’ın
nükleer kapasitesine ulaşmasını engelleme yönündeki stratejik kararlılığını
sürdürmektedir. Bu çerçevede, 2025 Haziran'ında gerçekleşen Midnight Hammer
Operasyonu, ABD'nin doğrudan askeri müdahalesiyle İran’ın nükleer tesislerine
yönelik büyük ölçekli bir saldırı gerçekleştirmesiyle sonuçlanmıştır. Bu
gelişme sadece askeri değil, aynı zamanda jeopolitik ve stratejik dengeyi de
sarsıcı niteliktedir.
İkinci olarak, vekâlet savaşları
çatışma dinamiklerinin en önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır. İran,
Suriye, Irak, Lübnan ve Yemen’deki Şii milis güçleri üzerinden bölgesel
nüfuzunu artırmaya çalışırken İsrail ise bu aktörleri İran’ın ileri karakolları
olarak görmekte ve hedef almaktadır. ABD'nin bu gruplara yönelik İsrail ile eş
güdümlü saldırıları savaşı genişletici bir etki yaratmaktadır. Bu bağlamda
Hizbullah’ın İsrail’e yönelik saldırıları ve İran’ın Devrim Muhafızları
üzerinden yürüttüğü misilleme politikası, çatışmanın doğrudan devletler arası
olmaktan çıkıp hibrit savaş karakteri kazanmasına neden olmuştur.
Üçüncü olarak, ideolojik karşıtlık ve
güvenlik doktrinleri çatışmanın sürekliliğini beslemektedir. İsrail’in
“önleyici vuruş doktrini” ile İran’ın “direniş ekseni” stratejisi birbirine zıt
yönlerde işlemektedir. İsrail, İran’ı durdurmak için bölgesel destek ağlarını
harekete geçirirken İran, Şii dayanışması ve ABD-İsrail karşıtlığı üzerinden
meşruluk üretmektedir. Bu durum, çatışmayı sadece iki ülkenin ötesine taşıyarak
küresel düzlemde kutuplaşmalara yol açmaktadır.
Dördüncü olarak, bölgesel ve küresel
aktörlerin tepkileri de çatışma dinamiklerini etkilemektedir. Rusya, Çin ve
Avrupa Birliği, özellikle ABD’nin tek taraflı askeri müdahalesine karşı
çıkarken Körfez ülkeleri, İsrail-ABD bloğuna daha yakın durarak İran’a karşı
denge arayışına girmiştir. Bu durum, Ortadoğu’daki güç dengelerini yeniden
şekillendirmekte ve savaşın bölgesel yayılma gizil gücünü artırmaktadır.
Son olarak, enerji güvenliği ve
ekonomik sonuçlar, savaşın dolaylı ancak güçlü dinamiklerinden biridir. Hürmüz
Boğazı çevresindeki gerilim ve enerji altyapılarına yönelik sabotajlar küresel
enerji piyasalarında ciddi dalgalanmalara neden olmuş, savaşın etkisini
uluslararası ekonomik düzleme taşımıştır.
Bu çok katmanlı dinamikler
İsrail-ABD-İran savaşının kısa vadede sona ermeyeceğini ve uzun vadeli
stratejik dönüşümleri beraberinde getireceğini göstermektedir.
Ateşkesin İçinde
Bulunduğu Koşullar
İsrail-ABD-İran arasında yaşanan son
silahlı çatışmaların ardından ortaya çıkan ateşkes süreci yalnızca çatışan
taraflar arasında değil aynı zamanda bölgesel ve küresel aktörler arasında da
çok katmanlı bir diplomatik dengeyi yansıtmaktadır. Ateşkesin ilan edilmesine
zemin hazırlayan koşullar askeri, diplomatik ve stratejik alanlarda karşılıklı
maliyetlerin yükselmesi ve sürdürülebilir bir çatışma dinamiğinin mümkün
görünmemesiyle yakından ilişkilidir.
Birincisi, askeri açıdan, ABD ve
İsrail'in gerçekleştirdiği saldırıların İran'ın nükleer altyapısına kayda değer
zarar verdiği açık olsa da İran'ın misilleme kapasitesini tümüyle ortadan
kaldırmaya yetmemiştir. İran, bölgesel vekil aktörleri ve füze sistemleri
aracılığıyla kısıtlı fakat simgesel etkisi yüksek yanıtlar verebilmiş ve bu
durum çatışmanın genişleme riskini artırmıştır. Özellikle Körfez'deki Amerikan
üslerine ve İsrail’in kuzey cephesine yönelik saldırılar taraflar için
çatışmanın maliyetini artırmıştır.
İkincisi, diplomatik düzlemde, başta
Çin, Rusya ve Avrupa Birliği olmak üzere büyük güçlerin, çatışmanın daha geniş
bir bölgesel savaşa dönüşmemesi yönünde yaptığı yoğun diplomatik girişimler
etkili olmuştur. Çin'in Basra Körfezi'ndeki enerji güvenliğine ilişkin
endişeleri, Rusya'nın Suriye'deki stratejik çıkarları ve Avrupa’nın İran ile
ticari ve diplomatik ilişkileri koruma isteği ateşkesi zorunlu kılan dışsal
baskıların temelini oluşturmuştur.
Üçüncüsü, iç siyasa dinamikleri hem
İran’da hem de İsrail ve ABD'de ateşkesin kabulünü kolaylaştırmıştır. İran'da
rejim, savaşın uzaması halinde kamuoyundaki hoşnutsuzluğun artmasından
çekinirken İsrail hükümeti iç güvenlik riskleri ve Lübnan sınırındaki ikinci
bir cephe açılma olasılığıyla karşı karşıya kalmıştır. ABD açısından ise
başkanlık seçimleri yönetimin uzun süreli dış çatışmalara girmiş olmasını siyasal
açıdan maliyetli kılmıştır.
Sonuç olarak, 2025 yılının Haziran ayı
sonunda ilan edilen ateşkes taraflar açısından bir uzlaşma değil, stratejik bir
duraklama niteliği taşımaktadır. Bu geçici sakinlik hem bölgesel dengelerin
yeniden kurulmasına olanak sağlamakta hem de taraflara yeni siyasalar gözden
geçirme olanağı tanımaktadır. Ancak ateşkesin kırılgan niteliği göz önüne
alındığında çatışma dinamiklerinin tam anlamıyla sona erdiği söylenemez.
İRAN
İran'ın, 22 Haziran 2025
tarihli “Midnight Hammer Operation” sonrası izlemesi olası siyasahem iç
hem dış politikada çok katmanlı stratejilere dayanacaktır. Bu stratejiyi üç
temel düzlemde incelemek olanaklıdır: (1) iç siyasal kararlılığın sağlanması,
(2) bölgesel caydırıcılığın sürdürülmesi ve (3) uluslararası meşruluğun yeniden
oluşturulması.
İç Siyasal Kararlılığın Sağlanması
ABD-İsrail saldırısının
ardından İran rejimi saldırının yalnızca nükleer tesisleri değil aynı zamanda
rejimin meşruluğunu hedef aldığını savunarak milliyetçi ve İslamcı temalar
üzerinden bir iç bütünleşme stratejisi izleyecektir. Devlet söyleminde “İslam
Cumhuriyeti'nin varoluşsal savunması” öne çıkacaktır. Bu bağlamda, muhalefete
yönelik baskılar artabilir, protestoların bastırılması, internet sansürünün
yoğunlaştırılması ve Devrim Muhafızları’nın güvenlik sektöründeki rolünün
genişletilmesi beklenebilir. Ayrıca, dini liderliğin etrafında yeni bir
“direniş anlatısı” oluşturularak kitlelerin seferberliği hedeflenecektir.
Bölgesel Caydırıcılığın Sürdürülmesi
İran, askeri açıdan doğrudan
misillemede bulunmasa da bölgedeki vekil unsurlar üzerinden asimetrik yanıtlar
vermeyi sürdürecektir. Irak’taki Haşdi Şabi, Lübnan’daki Hizbullah, Yemen’deki
Husiler gibi gruplar üzerinden İsrail’e veya Körfez'deki ABD üslerine yönelik
baskı stratejileri devreye sokulabilir. Ayrıca, İran’ın Basra Körfezi’ndeki
deniz güvenliğini tehdit ederek Hürmüz Boğazı üzerindeki enerji akışına yönelik
baskı yükselmiştir. Bu ise küresel petrol fiyatlarında oynaklığa ve bölgesel
krizlerde tırmanma riskine yol açabilir.
Uluslararası Meşruluğun Yeniden Kurulması
İran’ın BM Güvenlik Konseyi,
Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) ve BRICS gibi platformlarda diplomatik
etkinliklerini artırması beklenir. Çin ve Rusya ile olan stratejik ilişkiler bu
noktada önem kazanacaktır. Tahran, ABD’nin saldırısını “uluslararası hukukun
açık ihlali” olarak tanımlayarak bir “mağduriyet diplomasisi” yürütecek,
böylece nükleer programının meşruluğunu savunmakla kalmayıp küresel kamuoyunda
saldırganlığın kaynağı olarak Washington’u işaret etmeye çalışacaktır.
İran, doğrudan sıcak çatışmayı
tırmandırmak yerine denetimli gerilim politikası izleyecek hem caydırıcılığını
korumaya çalışacak hem de diplomatik alanda nefes kazanmayı hedefleyecektir.
Aynı zamanda, İsrail’in saldırıya doğrudan katılımını öne çıkararak Filistin sorunu
üzerinden İslam dünyasında yeni bir anti-İsrail dalgası başlatmaya çalışabilir.
Bu çerçevede İran’ın izleyeceği siyasa, hem savunmacı hem de yeniden
konumlandırıcı karakter taşıyacak ve küresel düzeyde meşruiyet kazanma arayışı
ile bölgesel güç projeksiyonu arasında dikkatli bir denge gözetilecektir.
İran Dışişleri Bakanı’nın
saldırı sonrası gerçekleştirdiği diplomatik temaslar ve verdiği mesajlar,
Tahran’ın önümüzdeki dönemde izleyeceği dış politika çizgisine dair önemli
ipuçları barındırıyor. Bu çerçevede İran’ın yeni siyasetinin bazı ana hatlarını
şu şekilde özetleyebiliriz:
İran Dışişleri Bakanı’nın Saldırı Sonrası Diplomatik
Girişimleri
22 Haziran 2025’te gerçekleşen
ABD-İsrail ortak saldırısı, “Midnight Hammer Operation” adıyla kodlanan
ve İran’ın nükleer tesislerini hedef alan büyük ölçekli bir askeri hareket
olarak uluslararası gündeme damgasını vurmuştur. Bu saldırının hemen ardından
İran Dışişleri Bakanı'nın ilk dış ziyaretini Rusya’ya gerçekleştirmesi
Tahran’ın dış siyasa öncelikleri ve kriz yönetimi stratejileri açısından
dikkate değer bir ipucu sunmaktadır. Bu diplomatik tercihin altında, İran’ın
uzun vadeli stratejik ittifak arayışları ve acil güvenlik etkili olduğu
görülmektedir. Moskova ziyareti, İran’ın nükleer programına yönelik
uluslararası baskılara karşı Rusya'nın BM Güvenlik Konseyi’ndeki veto gücüne ve
bölgesel caydırıcılığına duyduğu gereksinimin bir yansıması olarak
değerlendirilebilir. Ayrıca bu ziyaret İran’ın saldırı sonrası dönemde Batı
karşıtı blokta durumunu sağlamlaştırma çabasının da bir göstergesidir.
Söz konusu ziyaret, sadece simgesel
bir jest değil aynı zamanda askeri, enerji ve güvenlik alanlarındaki iş
birliklerini pekiştirme arayışıdır. İran Dışişleri Bakanı’nın Moskova’daki
temasları sırasında, özellikle Rusya-İran askeri eş güdümün derinleştirilmesi,
İran’a yönelik yeni savunma sistemlerinin sağlanması ve Hürmüz Boğazı’ndaki
güvenlik iş birliği gibi kritik başlıklar gündeme gelmiştir. Bu bağlamda,
ziyaret İran'ın uluslararası yalnızlaşmaya karşı koyma ve caydırıcılığını
artırma stratejisinin bir parçası olarak okunmalıdır.
Sonuç olarak, saldırı sonrası
ilk dış temasın Rusya ile kurulması, İran’ın kriz anlarında klasik Doğu-Batı
denge politikasından uzaklaştığını ve daha kararlı bir şekilde Avrasya eksenine
yöneldiğini göstermektedir. Bu yönelim, önümüzdeki dönemde İran’ın dış
politikasında daha kapalı, güvenlik odaklı ve Batı karşıtı bir çizginin
derinleşeceğinin habercisi olabilir.
Moskova’nın
Tepkisi
2025 Haziran ayındaki
ABD-İsrail ortak saldırısının ardından Rusya’nın İran’a yönelik tutumu,
uluslararası ilişkiler bağlamında önemli bir dönüm noktası olarak
değerlendirilmektedir. Moskova, saldırıyı açık ve net bir şekilde uluslararası
hukuka aykırı olarak nitelendirmiş ve egemen bir devletin nükleer tesislerine
yönelik bu tür müdahalelerin bölgesel kararlılığı ciddi şekilde tehdit ettiğine
vurgu yapmıştır. Rus Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarında Birleşmiş
Milletler Şartı’nın kuvvet kullanma yasağı ilkesi öne çıkarılarak, saldırının
“hukuksuz ve kabul edilemez” olduğu ifade edilmiştir. Bu söylem, Rusya’nın Orta
Doğu’daki jeopolitik konumunu koruma ve çok taraflı uluslararası düzenin
savunucusu olarak kendisini konumlandırma çabasını yansıtmaktadır.
Diplomatik düzeyde Moskova’nın
İran’a verdiği destek sözlü ifadelerin ötesine geçerek askeri ve teknik iş
birliği alanlarında somut adımlara dönüşmüştür. Özellikle Rusya’nın İran’a hava
savunma sistemleri konusunda teknik destek sağlaması, nükleer tesislerin
korunması ve İran’ın caydırıcılık kapasitesinin güçlendirilmesi yönünde atılan
adımlar iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın derinleştiğine işaret
etmektedir. Bu kapsamda, Rusya’nın İran’a S-300 ve S-400 hava savunma
sistemlerinin çağdaşlaştırılması ve birleştirilmesi konularında yardım
sağladığı bilinmektedir. Ayrıca siber savunma alanındaki iş birliği Rusya’nın
bölgedeki etkisini artırma ve İran’ın dış tehditlere karşı dayanıklılığını
yükseltme stratejisinin bir parçası olarak görülmektedir.
Enerji iş birliği de
Moskova-Tahran ilişkilerinde önemli bir yer tutmaktadır. Rusya, İran’ın Batı
yaptırımlarına karşı direncini artırmak amacıyla doğalgaz altyapısının çağdaşlaştırılmasında
destek önermiş ve enerji projeleri için yeni yatırım modelleri
geliştirilmiştir. Bununla birlikte, finansal iş birliği alanında da ödeme
sistemleri ve ticaret araçlarının geliştirilmesi yönünde adımlar atılmıştır. Bu
gelişmeler İran’ın uluslararası yalnızlaştırılmasını kırma çabaları ile
Rusya’nın ekonomik çıkarlarının örtüştüğünü göstermektedir.
Son olarak, Rusya’nın yanıtı,
daha geniş bir Avrasya entegrasyonu stratejisinin parçası olarak
değerlendirilmelidir. İran’ın Şanghay İş Birliği Örgütü üyeliği sürecinin
hızlandırılması ve Orta Asya’daki iş birliği mekanizmalarının genişletilmesi
Moskova’nın bölgesel hegemonyasını pekiştirme çabalarının bir yansımasıdır. Bu
kapsamda Rusya, İran’ı Batı’ya karşı stratejik bir denge unsuru olarak
konumlandırmakta ve bölgesel çatışmaların çok kutuplu bir perspektifle
yönetilmesini savunmaktadır.
Tüm bu unsurlar birlikte
değerlendirildiğinde Moskova’nın saldırıya verdiği yanıtın geçici bir kriz
tepkisinden öte uzun vadeli stratejik ortaklığı pekiştirmeye yönelik kapsamlı
bir girişim olduğu görülmektedir. Bu tutum, Rusya’nın küresel güç rekabetinde
İran’ı kritik bir müttefik olarak gördüğünü ve Orta Doğu jeopolitiğinde
Batı’nın etkisini sınırlama hedefini kararlılıkla sürdürdüğünü göstermektedir.
İran ve Rusya arasındaki
ilişkiler, 2025 yılının Haziran ayında ABD ve İsrail tarafından
gerçekleştirilen ortak askeri operasyonun ardından önemli bir ivme kazanmıştır.
Ancak bu gelişmeler, iki ülke arasında resmi ve bağlayıcı bir “ittifak”
oluştuğu anlamına gelmemektedir. Akademik literatürde ittifak kavramı, taraflar
arasında karşılıklı güvene dayalı, uzun vadeli, yazılı ve özellikle askeri
destek ve kolektif savunma taahhütlerini içeren anlaşmalar olarak
tanımlanmaktadır. Bu ölçütler doğrultusunda, İran-Rusya ilişkileri halen
“stratejik ortaklık” ve pragmatik iş birliği seviyesinde değerlendirilmektedir.
İki ülke arasındaki stratejik
iş birliği, özellikle Suriye krizi, nükleer program konuları ve ABD’nin Orta
Doğu politikalarına karşı ortak çıkarlar temelinde şekillenmektedir. 2025
saldırısı sonrası dönemde Moskova ve Tahran arasında diplomatik temaslar yoğunlaşmış
ve askeri teknik iş birliği, enerji projeleri ve diplomatik eş güdüm
alanlarında iş birliği artırılmıştır. Ancak bu ilişkiler bir askeri ittifak
anlaşması şeklinde somutlaşmamış ve karşılıklı saldırıya doğrudan müdahale
yükümlülüğünü içeren bir kolektif savunma mekanizması oluşturulamamıştır.
Bunun yanı sıra, Rusya’nın
bölgesel çıkarları ve jeopolitik stratejileri, İran ile ilişkilerini bir
müttefiklikten ziyade “stratejik ortaklık” olarak şekillendirmektedir. Moskova,
İran’ın bölgedeki etki alanını artırmasına belirli ve sınırlı ölçüde
yaklaşmakta ve ilişkilerin kapsamını dengeli tutmaya özen göstermektedir. Bu
durum, iki ülke arasındaki iş birliğinin pragmatizm ekseninde sürdüğünün ve
resmi ittifak terminolojisinden temkinli bir şekilde kaçınıldığının
göstergesidir.
Sonuç olarak, İran ve Rusya
arasındaki mevcut ilişkiler güçlü bir stratejik ortaklık ve iş birliği şeklinde
tanımlanmakla birlikte, uluslararası hukukun ve diplomatik teamüllerin
tanımladığı anlamda bir “ittifak” olarak nitelendirilemez. İki taraf da karşılıklı
çıkarlar doğrultusunda ilişkilerini derinleştirmekte, ancak bu iş birliği henüz
tam anlamıyla bağlayıcı ve kolektif savunma içeren bir ittifaka dönüşmemiştir. Bu
bağlamda, İran-Rusya ilişkilerinin gelecekteki akışı hem bölgesel gelişmeler
hem de küresel güç dengeleri doğrultusunda şekillenecektir.
İran Dışişleri Bakanı Abbas
Araghchi’nin 2025 Haziran ayında İstanbul’da gerçekleştirdiği basın
toplantısında Rusya ile askeri iş birliğinin tarihsel olarak var olduğuna vurgu
yapılmış ve mevcut krizin ardından bu iş birliğinin daha da güçleneceği ifade
edilmiştir. Araghchi’nin bu söylemi, iki ülke arasındaki stratejik ortaklığın
sadece geçici bir karşılık ya da diplomatik jest olmadığın aksine bölgesel
güvenlik ve savunma alanlarında derinleşen ve kalıcı bir karaktere sahip olan
bir süreç olduğunu göstermektedir.
Bu bağlamda, Araghchi, Moskova
ile Tahran arasındaki askeri eş güdümün kapsamının genişletilmesi ve
derinleştirilmesinin İran’ın ulusal güvenliğini pekiştirme yönündeki stratejik
hedefleriyle uyumlu olduğunu belirtmiştir. Bu ifade, İran’ın Rusya’yı sadece
diplomatik bir müttefik olarak değil aynı zamanda bölgesel caydırıcılığını
artırmak için kritik bir askeri ortak olarak gördüğünü ortaya koymaktadır. Bununla
birlikte, Araghchi’nin açıklamalarında, iş birliğinin güçlendirilmesine ilişkin
yüklenimleri yanı sıra ilişkilerde karşılıklı saygı ve özerklik taleplerine de
dikkat çekilmiştir. Bu durum, İran’ın Rusya ile olan iş birliğini yararcı ve
dengeli bir ilişki modeli olarak gördüğünü ancak bu modelin güç dengesine ve
egemenlik duyarlılıklarına saygı gösterilmesini öngördüğünü göstermektedir.
Sonuç olarak, Araghchi’nin
açıklamaları, İran-Rusya arasında mevcut askeri iş birliğinin köklü ve
stratejik olduğunu ancak önümüzdeki dönemde bu iş birliğinin kapsam ve derinlik
açısından daha da gelişeceğini işaret etmektedir. Bu söylem, iki ülke arasındaki
ilişkinin, bölgesel güvenlik konjonktüründe karşılıklı bağımlılık ve stratejik
iş birliği temelinde evrildiğini ve kalıcı bir karakter kazandığını göstermesi
açısından önemlidir.
2025 Haziran ayında gerçekleşen
ABD-İsrail ortak saldırısının ardından İran Dışişleri Bakanı Abbas Araghchi’nin
Rusya ile askeri iş birliğinin derinleşeceğine yönelik açıklamalarına Rusya
Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov’dan gelen yanıt Moskova’nın stratejik duruşunu
ve bölgesel iş birliği siyasalarını netleştirmesi açısından önem taşımaktadır. Lavrov,
yaptığı açıklamada, İran ile Rusya arasındaki askeri ve güvenlik iş birliğinin
mevcut düzeyde devam edeceğini vurgulamış ve iki ülkenin ortak çıkarlar
doğrultusunda hareket ettiğini belirtmiştir. Bununla birlikte, Lavrov, iş
birliğinin bölgesel barış ve kararlılığın sağlanması temelinde şekillenmesi
gerektiğine dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, Moskova’nın saldırıya ilişkin tutumu
uluslararası hukuka bağlılık vurgusuyla birlikte bölgedeki gerilimin
tırmanmasının önlenmesi yönünde yararcı bir yaklaşımı yansıtmaktadır.
Lavrov’un açıklamaları,
Rusya’nın İran ile ilişkilerinde dengeli bir siyasa izlemeye devam ettiğini ve
askeri iş birliğini stratejik bir unsur olarak sürdürürken bölgesel kararlılık
ve uluslararası normlara uyumu da göz önünde bulundurduğunu göstermektedir.
Böylece Moskova, İran ile olan ortaklığını derinleştirirken çatışmaların daha
da genişlemesini önlemeye yönelik diplomatik bir denge tutumu sergilemektedir. Bu
yanıt, Rusya’nın hem bölgesel nüfuzunu artırma hem de küresel güç dengeleri
içinde rolünü koruma amacını yansıtan çok katmanlı bir stratejik söylemin
parçasıdır. Lavrov’un açıklamaları Moskova’nın İran’la iş birliğini sürdürürken
aynı zamanda çatışmaların denetim altında tutulmasına yönelik yararcı ve
temkinli yaklaşımını ortaya koymaktadır.
2025 Haziran ayında gerçekleşen
ABD-İsrail ortak saldırısının ardından Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in
yaklaşımı Moskova’nın bölgesel ve küresel jeopolitik çıkarlarını koruma
stratejisinin önemli bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Putin, saldırıyı
uluslararası hukukun ihlali ve egemen devletlerin toprak bütünlüğüne yönelik
ciddi bir tehdit olarak nitelendirmiştir. Bu çerçevede, Putin’in tutumu,
Rusya’nın çok taraflılık ilkesine ve Birleşmiş Milletler Şartı’na bağlılığını
vurgularken, aynı zamanda Batı’nın bölgesel dengeleri bozucu müdahalelerine
karşı sert bir duruş sergilemektedir.
Putin, diplomatik kanallar
aracılığıyla hem İran ile ilişkilerin güçlendirilmesi hem de bölgesel kararlılığın
sağlanması için çağrıda bulunmuş ve bununla birlikte Moskova’nın İran’ın
savunma kapasitesinin geliştirilmesine yönelik iş birliğini artırma niyetini
dolaylı olarak desteklemiştir. Bu yaklaşım Rusya’nın Orta Doğu’daki etkisini
pekiştirme ve ABD liderliğindeki Batı koalisyonunun etkisini sınırlama
stratejisinin bir parçasıdır.
Aynı zamanda Putin, küresel güç
dengelerinin yeniden şekillendiği bu dönemde Rusya’nın bağımsız ve çok kutuplu
bir dünya düzeninin kurulmasında etkili rol oynadığını vurgulamaktadır. Bu
doğrultuda, Putin’in söylemleri Moskova’nın İran ile olan ilişkilerini bir
ortaklık temeline oturtarak bölgesel çatışmaların derinleşmesini önleme ve aynı
zamanda kendi jeopolitik çıkarlarını en üst düzeye çıkarma çabasını
yansıtmaktadır.
Sonuç olarak, Vladimir Putin’in
yaklaşımı, Rusya’nın hem bölgesel aktörlerle ilişkilerini güçlendirme hem de
uluslararası hukuk ve çok taraflılık normlarını savunma ekseninde dengeli ve
stratejik bir politika izlediğini göstermektedir. Bu tutum, Rusya’nın hem Orta
Doğu’da hem de küresel arenada güç projeksiyonunu sürdürme hedefinin önemli bir
bileşenidir.
“Midnight Hammer” Operasyonu Sonrası
Ukrayna-Türkiye-İran Ekseni ve İran’ın Rusya’ya Yönelişi
2025 yılının
Haziran ayında ABD tarafından İran’ın nükleer altyapısına yönelik
gerçekleştirilen “Midnight Hammer” operasyonu bölgesel güç dengelerinde
önemli bir kırılma noktası olmuştur. Bu operasyon, İran’ın ulusal güvenlik
algısını derinden etkileyerek, Tahran yönetiminin dış siyasa tercihlerinde
belirgin bir eksen kaymasına yol açmıştır. Özellikle askeri ve stratejik iş
birliğini yoğunlaştırdığı Rusya ile olan bağların güçlenmesi, bu gelişmenin
somut tezahürü olarak ortaya çıkmaktadır. İran’ın “Midnight Hammer”
operasyonunun ardından Rusya ile askeri iş birliğini daha da derinleştirme
kararı Moskova’nın Batı karşısındaki durumunu güçlendirmeye yönelik jeopolitik
bir kazanım olarak değerlendirilebilir. Rusya, İran’ı yalnızca bölgesel bir
müttefik değil aynı zamanda Batı’nın Orta Doğu’daki etkisini sınırlama
stratejisinde kilit bir aktör olarak konumlandırmıştır. Bu bağlamda, operasyon
sonrası İran’ın Rusya’ya yönelimi, Batı ile Rusya arasındaki jeopolitik savaşımda
kritik bir eksen kayması olarak okunabilir.
Ancak, bu
gelişmeler Ukrayna-Türkiye-İran üçgeninde daha karmaşık ve çok katmanlı
dengelerin oluşmasına neden olmuştur. Türkiye’nin Batı ile olan stratejik
bağları ve bölgesel projeleri İran’ın Rusya eksenine kayışına karşı bir denge
unsuru olarak işlev görmeye devam etmektedir. Ayrıca, Ukrayna krizi ve
Türkiye’nin bölgesel rolü bu üçlü eksende ilişkilerin tek yönlü bir
kutuplaşmadan çok esnek ittifaklar temelinde şekillendiğini göstermektedir.
Sonuç olarak,
“Midnight Hammer” operasyonu, İran’ın Rusya ile askeri ve stratejik iş
birliğini derinleştirerek jeopolitik eksenini kaydırmasına neden olmuş ve bu
durum Rusya’nın Batı karşısında bölgesel üstünlük kazanmasına katkı
sağlamıştır. Ancak, bu kayış, bölgesel aktörlerin çok kutuplu ilişkileri ve
değişen dış politika öncelikleri nedeniyle henüz kesin bir hegemonya veya
kalıcı bir güç dengesi değişikliği olarak değerlendirilmemelidir. Süreç hem
bölgesel hem de küresel düzeyde dinamik ve gelişmekte olan bir jeopolitik
dönüşümün parçasıdır.
ABD’nin İran’a
Saldırısının İç Siyasa Boyutu
22 Haziran 2025’te gerçekleşen
ABD-İsrail ortak saldırısı yalnızca uluslararası güvenlik ve stratejik denge
açısından değil aynı zamanda Amerikan iç siyasasının yeni yönetim dönemine
ilişkin öncelikleri bağlamında da dikkatle değerlendirilmelidir. Saldırı, 2024
Kasım ayında yapılan başkanlık seçimlerinin ardından göreve başlayan yeni
yönetimin dış politika tercihlerini yansıtan ilk büyük sınamalardan biri olmuştur.
Yeni Yönetimin
Güvenlik Öncelikleri
Ocak 2025’te göreve başlayan ABD
yönetimi, göreve gelişinin üzerinden henüz altı ay geçmişken, İran’ın nükleer
programında “geri döndürülemez aşamaya” ulaşıldığı yönündeki istihbarat
raporlarıyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, yeni yönetimi hızlı ve etkili
bir dış güvenlik hamlesi yapmaya itmiştir. Saldırı hem iç hem de dış kamuoyuna
“kararlılık ve caydırıcılık” mesajı olarak okunabilecek bir güç gösterisi
niteliği taşımaktadır. Yeni yönetim açısından bu müdahale, Obama döneminde
yaşanan “kırmızı çizgi aşıldı ama müdahale edilmedi” eleştirilerine düşmemek ve
Trump döneminin "tek taraflılığı" ile Biden döneminin
"çekingenliğini" dengeleyen yeni bir güvenlik doktrini ortaya koymak
anlamına gelmiştir.
Kongre
Dinamikleri ve Partiler Üstü Duruş
2025’in ilk yarısında hem Senato hem
Temsilciler Meclisi’nde yeni dağılım oluşmuştur. Saldırı kararı Kongre’nin
onayını gerektirmeyen sınırlı bir operasyon çerçevesinde yürütülse de
müdahaleye ilişkin açıklamalar Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi ve
Senato Silahlı Hizmetler Komitesi gibi kurullarda geniş yankı bulmuştur.
Özellikle Cumhuriyetçi kanat, saldırıyı destekleyerek "İran’a karşı
yeterince sert olunmadığı" yönündeki eleştirileri bertaraf etmeye
çalışmıştır. Demokratlar ise saldırının kapsamı ve uzun vadeli hedefleri
konusunda bölünmüştür. Bazı ilerici kanatlar saldırının uluslararası hukukla
çeliştiğini savunmuştur.
Kamuoyu Tepkisi
ve Medya Kutuplaşması
ABD halkı, İran’a yönelik doğrudan
saldırıya ilk anda olumlu tepki vermiştir. Ancak son 20 yılda yaşanan dış
müdahaleler (Irak, Afganistan) nedeniyle Amerikan toplumunda “askeri yorgunluk”
derin izler bırakmaktadır. Bu nedenle medyada ve akademide “bu saldırı yalnızca
nükleer programı mı hedefliyor, yoksa yeni bir Ortadoğu savaşı mı başlıyor?”
sorusu ön plana çıkmıştır. Tutucu medya saldırıyı “gecikmiş bir caydırıcılık
örneği” olarak değerlendirirken liberal çevreler ABD’nin uluslararası normları
ihlal etme riskini gündeme taşımıştır. Kamuoyunun dikkatini çeken bir diğer
nokta ise saldırının Çin ve Rusya ile olan büyük güç yarışmasında ne anlama
geldiği ve İran’ın daha fazla Avrasya eksenine itilip itilmediği olmuştur.
Savunma Sanayi ve
Lobi Etkisi
Saldırı sonrasında savunma sanayi
şirketlerinin (Lockheed Martin, Raytheon vb.) hisselerinde artış görülmüş ve
Kongre’ye sunulan 2026 savunma bütçesinde Ortadoğu odaklı kalemler öne
çıkmıştır. İsrail yanlısı lobi grupları da bu operasyonu “bölgesel güvenliğin
korunması” çerçevesinde desteklemiş ve İran’ın bölgedeki vekil güçlerinin
zayıflatılması için yeni stratejik ortaklık önerileri geliştirilmiştir.
Değerlendirmek gerekirse, 2025 yılında
gerçekleşen saldırı, seçim öncesi bir manevradan ziyade, yeni yönetimin hem iç
siyasal meşruluğunu pekiştirme hem de dış politikada sertlik yanlısı çevrelere
bir “kararlılık mesajı” gönderme çabasıdır. Ayrıca, ABD iç siyasetinde dış
politika tercihlerini belirleyen klasik yapısal faktörlerin (güvenlik
kurumları, Kongre, medya, savunma lobisi) nasıl etkili olmaya devam ettiğini
göstermesi açısından da dikkat çekicidir.
Çin’in Tutumu ve
Stratejik Konumlanışı
2025 yılı Haziran ayında gerçekleşen
ABD-İsrail ortak saldırısı, yalnızca Orta Doğu’daki bölgesel dengeleri değil
aynı zamanda küresel güç blokları arasındaki stratejik rekabeti derinleştiren
bir gelişme olarak dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, Çin Halk Cumhuriyeti'nin
tutumu yalnızca saldırıya yönelik diplomatik tepkiden ibaret olmayıp çok
katmanlı ve uzun erimli stratejik hesaplamaların bir yansıması olarak
değerlendirilmelidir. Çin’in bu saldırıya verdiği tepki ve sonrasındaki
jeopolitik konumlanışı küresel düzeydeki güç rekabetinde ABD karşıtı bir
eksenin inşası sürecindeki rolünü daha görünür hale getirmiştir.
İlkesel Tutum:
Egemenlik, Müdahalesizlik ve BM Normlarına Bağlılık
Çin’in saldırıya yönelik ilk tepkisi
klasik dış politika ilkeleri çerçevesinde şekillenmiştir. Pekin yönetimi,
İran’ın nükleer tesislerine yönelik askeri müdahaleyi “egemen bir devletin
toprak bütünlüğüne ve iç işlerine doğrudan bir müdahale” olarak değerlendirmiş
ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2(4) maddesinde yer alan kuvvet kullanma
yasağını hatırlatarak saldırıyı uluslararası hukuka aykırı bulduğunu
açıklamıştır. Bu açıklama, Çin’in dış siyasada uzun süredir benimsediği
“müdahalesizlik” ilkesinin sürekliliğini göstermektedir. Ancak bu tutum,
yalnızca hukuksal normatiflik düzeyinde kalmamıştır. Gelişmelere Çin’in küresel
düzeyde değişik bir normatif düzen oluşturma girişimlerinin de bir parçası
olarak okunmalıdır.
Enerji Güvenliği
ve Jeoekonomik Öncelikler
İran, Çin açısından yalnızca ideolojik
yakınlık temelinde değil aynı zamanda stratejik enerji kaynağı ve Kuşak-Yol
Girişimi’nin güney koridorunda kritik bir ortak olarak da önem arz etmektedir.
Çin, petrol ve doğal gaz ithalatında İran’a duyduğu bağımlılığı çeşitlendirme
stratejisi çerçevesinde değerlendirirken, Hürmüz Boğazı çevresindeki kararsızlık Pekin için doğrudan bir ulusal güvenlik sorununa
dönüşmüştür. ABD’nin gerçekleştirdiği saldırının, Hürmüz Boğazı üzerinden geçen
enerji nakil yollarını tehdit etmesi ve İran’ın deniz yolları üzerindeki
caydırıcı kapasitesini artırma olasılığını artırması Çin’in bölgedeki ekonomik
ve lojistik çıkarlarını da tehlikeye atmıştır. Bu bağlamda Çin, saldırıyı
yalnızca bir askeri müdahale değil aynı zamanda kendi enerji güvenliğine dönük
dolaylı bir tehdit olarak değerlendirmektedir.
Kuşak-Yol
Girişimi ve Bölgesel Bütünleşme Stratejisi
Çin’in “Büyük Avrasya Ortaklığı”
vizyonu içinde İran, Kuşak-Yol Girişimi’nin kara ve deniz yollarının kesişim
noktasında stratejik bir geçiş ülkesidir. ABD-İsrail müdahalesi, bu bütünleşme
stratejisinin aksaması riskini artırmış ve Çin’i İran’la olan ekonomik ve
diplomatik ilişkilerini daha da kurumsallaştırma yönünde adımlar atmaya yöneltmiştir.
Özellikle enerji altyapısının çağdaşlaştırılması, sayısal bağlantı projeleri ve
yerel para birimleriyle ticaret gibi alanlarda Pekin-Tahran iş birliğinin ivme
kazandığı gözlemlenmektedir. Bu süreç, ABD’nin dolar merkezli küresel finans
sistemine karşı Çin’in yeni düzen arayışlarıyla da uyumludur.
Askeri ve
Diplomatik Denge Arayışı
Çin, bölgesel askeri çatışmalardan
doğrudan taraf olmamayı tercih eden bir strateji izlemekle birlikte, saldırı
sonrası dönemde İran’a yönelik diplomatik destek tonunu yükseltmiş ve BRICS+
platformu başta olmak üzere çok taraflı yapılar aracılığıyla Tahran’ın
uluslararası meşruluğunu desteklemeye çalışmıştır. Aynı zamanda, saldırı
sonrasında Çin Savunma Bakanlığı’nın Basra Körfezi’ndeki kararlılığın
sağlanması için “çok uluslu barışçıl diplomasi” çağrısında bulunması, Pekin’in
bölgede edilgen bir gözlemci değil dengeleyici bir güç olma isteğinin de
göstergesidir. Bu tutum, Çin’in hem yumuşak gücünü hem de diplomatik
kapasitesini artırma yönündeki hedefleriyle örtüşmektedir.
Jeopolitik
Kutuplaşma ve Çin’in Konumlanışı
Çin, bu süreçte yalnızca İran’a destek
vermekle kalmamış aynı zamanda ABD’nin tek taraflı müdahaleci tavrına karşı çok
kutuplu bir dünya düzeni savunusunu daha yüksek sesle dile getirmiştir. Pekin
yönetimi, ABD’nin saldırısını küresel hegemonik bir davranış biçimi olarak
nitelendirmiş ve uluslararası sistemde yeni bir normatif denge arayışına hız
vermiştir. Bu bağlamda Çin, yalnızca İran’la değil, aynı zamanda Rusya ile olan
stratejik koordinasyonunu da artırmış; BRICS, Şanghay İş Birliği Örgütü (ŞİÖ)
ve Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB) gibi kurumlar aracılığıyla ABD’nin
bölgesel etkisini dengelemeye çalışmıştır.
Değerlendirmek gerekirse, Çin’in
ABD-İsrail saldırısına yönelik tutumu, yalnızca hukuksal ilkelerle sınırlı bir
karşı çıkış değil aynı zamanda Pekin’in çok kutuplu küresel düzende normatif,
jeoekonomik ve stratejik bir aktör olma hedefiyle doğrudan ilişkilidir. İran’la
geliştirilen çok boyutlu ilişkiler enerji güvenliğinden diplomatik desteğe
kadar geniş bir çerçevede şekillenmektedir. Bu durum, Çin’in Batı merkezli
küresel düzenin karşısında alternatif bir jeopolitik vizyon geliştirme
çabasının bir parçası olarak okunmalıdır. Nitekim Çin’in İran’a verdiği destek,
bölgesel bir stratejik dayanışmanın ötesinde, küresel düzlemde normatif
hegemonya savaşımının da önemli bir bileşenidir.
İsrail’in İç
Siyaseti ve Saldırıya Yönelik Stratejik Yaklaşımı
2025 yılının Haziran ayında
gerçekleşen ABD-İsrail ortak operasyonu İsrail açısından yalnızca İran’ın
nükleer kapasitesine karşı bir caydırıcılık atılımı değil aynı zamanda iç
siyasal kararsızlığın ve güvenlik temelli toplumsal kaygıların yeniden
şekillendirilmesinde araçsallaştırılmış bir müdahale biçimi olarak
değerlendirilmektedir. Bu bağlamda İsrail’in saldırıya katılımı Tel Aviv
yönetiminin iç ve dış siyasa arasındaki geçişkenliği nasıl stratejik bir
düzlemde kullandığını ortaya koymaktadır.
Koalisyon
Dengeleri ve Siyasal Meşruluk Arayışı
İsrail’in iç siyasal yapısı uzun
süredir devam eden koalisyon krizleri ve hükümet kararsızlıkları nedeniyle
kırılgan bir karakter arz etmektedir. Başbakan Benjamin Netanyahu
liderliğindeki hükümet, hem sağ-tutucu hem de ultra-Ortodoks partilerin
desteğiyle ayakta durmakta ancak gerek ekonomik krizler gerekse yargı reformu
protestoları nedeniyle siyasal meşruluk sorunu yaşamaktadır. İran’a yönelik
askeri operasyon, bu bağlamda Netanyahu hükümetinin hem iç kamuoyundaki gücünü
pekiştirmek hem de koalisyon ortaklarını bütünleştirmek etmek amacıyla
başvurduğu yüksek profilli bir dış siyasa manevrası olarak okunabilir. Güvenlik
söyleminin merkezileştirilmesi ve iktidarın yıpranmış toplumsal desteğini
yeniden seferber etme aracı işlevi görmüştür.
Güvenlik
Toplumunun Bütünleştirilmesi ve Tehdit Algısının Oluşturulması
İsrail’de toplumsal güvenlik algısı
tarihsel olarak sürekli ve yapısal bir tehdit hissiyle şekillenmiştir. İran’ın
nükleer kapasiteye ulaşma olasılığı yalnızca devletin güvenlik doktrini
açısından değil kamuoyunun varoluşsal endişeleri bakımından da merkezi bir yer
tutmaktadır. Bu nedenle 2025 Haziranındaki saldırı İsrail kamuoyunda geniş
ölçüde bir “yasal savunma” refleksiyle karşılanmış ve İran’a yönelik askeri
angajman, iç güvenliğin sürekliliği açısından meşrulaştırılmıştır. Bu durum,
“güvenlik toplumları” kavramı çerçevesinde, ‘toplumsal rızanın militarize
edilmesi’nin bir örneğini sunmaktadır.
Gazze, Lübnan ve
Çok Cepheli Güvenlik Paradoksu
İran’a yönelik saldırı İsrail’in
yalnızca doğrudan tehdit unsurlarına değil aynı zamanda dolaylı vekil aktörlere
karşı da önleyici güvenlik doktrini uyguladığını ortaya koymuştur. Hizbullah’ın
Lübnan’daki varlığı, Gazze’deki Filistinli grupların etkinliği ve Suriye
üzerinden uzanan İran bağlantılı milis ağları, İsrail’in “çok cepheli tehdit”
doktrinini besleyen başlıca parametrelerdir. Bu çerçevede Tel Aviv yönetimi
İran’a yönelik saldırının söz konusu vekil unsurların lojistik ve stratejik
kapasitesini sınırlandıracağını düşünmektedir. Ancak bu yaklaşım, tersine bir
etki yaratarak İsrail’in kuzey sınırlarında çatışma riskini artırmış ve
Gazze’deki tansiyonu yeniden yükseltmiştir. Böylece saldırı, güvenlik
sağlamaktan çok mevcut güvenlik açıklarını genişletme riski taşıyan bir
“güvenlik paradoksu” yaratmıştır.
Uluslararası İmaj
ve Stratejik Algı Yönetimi
İsrail, İran’a yönelik saldırının
meşrulaştırılması için uluslararası düzeyde etkili bir diplomatik çaba yürütmüş
ve saldırının “önleyici savunma” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi
gerektiğini savunmuştur. Bu bağlamda İsrail’in diplomasisi, İran’ın nükleer etkinliklerinin
yalnızca İsrail’i değil, Körfez ülkelerini, Avrupa’yı ve küresel enerji
güvenliğini tehdit ettiği yönünde bir anlatı yaratmaya çalışmıştır. Ancak başta
Rusya ve Çin olmak üzere bazı küresel aktörler bu söylemi inandırıcı bulmamış
ve saldırıyı “tek taraflı bir güç kullanımı” olarak nitelendirmiştir. İsrail’in
uluslararası imajı özellikle Avrupa kamuoyunda bu müdahale sonrasında daha da
tartışmalı hale gelmiştir.
İç Muhalefet ve
Toplumsal Yansımalar
Her ne kadar saldırı kamuoyunda
güvenlik eksenli bir destek bulmuş olsa da özellikle sol ve merkez partiler ile
bazı sivil toplum kuruluşları operasyonun zamanlamasını ve hukuki meşruluğunu
sorgulamıştır. 2023-2024 yıllarında Netanyahu hükümetine karşı gerçekleştirilen
kitlesel protestoların ardından İsrail toplumu içinde güvenlik merkezli siyasa
ile demokratik denetim mekanizmaları arasındaki gerilim giderek derinleşmiştir.
Bu bağlamda saldırı, yalnızca İran’a karşı değil, aynı zamanda iç muhalefete
karşı bir birleşme aracı olarak da işlev görmüştür.
Değerlendirmek gerekirse, İsrail’in
İran’a yönelik saldırıya katılımı, yalnızca dışsal bir güvenlik tehdidine karşı
alınmış bir önlem değil aynı zamanda iç siyasal meşruluğun ve koalisyon
dayanışmasının yeniden güçlendirilmesi için başvurulan stratejik bir araçtır.
Bu yönüyle İsrail, ulusal güvenlik siyasasını hem iç hem de dış kamuoyu açısından
araçsallaştırmakta ve bu stratejiyi toplumsal destek devşirme amacıyla
kullanmaktadır. Ancak bu yaklaşım kısa vadeli siyasal kazançlar sağlasa da uzun
vadede bölgesel çatışma riskini artırmakta ve İsrail’in çok cepheli güvenlik
ortamını daha da kırılgan hale getirmektedir.
Türkiye’nin
Tutumu ve Stratejik Konumlanışı
ABD-İsrail ortak saldırısının 22
Haziran 2025 tarihinde İran’a yönelik gerçekleştirilmesi Türkiye’yi hem coğrafi
konumu hem de çok yönlü dış siyasa tercihleri nedeniyle doğrudan etkileyen bir
gelişme haline getirmiştir. Türkiye, hem Batı ittifakı içerisinde NATO üyesi
bir ülke olması hem de İran ile tarihsel, ekonomik ve mezhebsel boyutları
içeren karmaşık ilişkiler ağına sahip olması nedeniyle bu müdahale karşısında
dikkatli, dengeleyici ve ölçülü bir siyaset izlemeyi tercih etmiştir. Bu tutum,
Türkiye’nin son yıllarda dış politikasında giderek belirginleşen "denge
siyaseti" ilkesinin bir devamı niteliğindedir.
Diplomatik
Söylem: İlkesel Eleştiri ve Stratejik “Nötr”leşme
Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından
yapılan ilk açıklamada saldırı açıkça kınanmasa da “bölgesel barışı tehdit eden
tek taraflı askeri müdahalelerden kaçınılması gerektiği” vurgulanmış ve
taraflar sağduyuya ve uluslararası hukuka bağlılığa davet edilmiştir. Bu
açıklama, Türkiye’nin açıkça taraflardan birini hedef almadan, müdahaleye
ilkesel bir eleştiri getirmesi bağlamında dikkat çekicidir. Ankara’nın bu
temkinli tutumu hem ABD ve İsrail’le bozmak istemediği ekonomik ve güvenlik
ilişkilerini hem de İran’la sürdürdüğü enerji ve sınır güvenliği temelli iş
birliğini gözeten bir stratejinin ürünüdür. Böylece Türkiye, bölgedeki
kutuplaşmanın dışında, “kriz yumuşatıcı aktör” rolünü korumaya çalışmaktadır.
Enerji Güvenliği,
Sınır Güvenliği ve İran’la İlişkilerin İncelikli Dengesi
İran, Türkiye için yalnızca doğu sınır
komşusu değil aynı zamanda kritik enerji sağlayıcısı ve bölgesel kararlılık
açısından stratejik bir aktördür. Türkiye’nin İran üzerinden aldığı doğalgaz,
enerji arz güvenliğinin önemli bir parçasını oluştururken sınır güvenliği
bağlamında da İran’la istihbarat paylaşımı ve sınır hattında göçmen
hareketliliğine karşı eş güdüm önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla, ABD-İsrail
saldırısı sonrası İran rejiminin zayıflaması ya da iç kararsızlık yaşaması
Türkiye açısından sınır güvenliğinde yeni kırılganlık alanları doğurabilir. Bu
nedenle Ankara, İran rejiminin tam anlamıyla zayıflamasını istememekte ve
aksine mevcut statükonun sürdürülmesini stratejik bir denge unsuru olarak
görmektedir.
Kamuoyu,
İktidarın Dış Siyasa Söylemi ve İç Siyasal Yansımalar
Türkiye’de kamuoyu, ABD ve İsrail’in
bölgedeki askeri varlıklarına ve tek taraflı müdahalelerine karşı tarihsel
olarak eleştirel bir tutum sergilemektedir. Bu eğilim, iktidarın söylemsel
düzeyde anti-emperyalist ve İslam dünyasıyla dayanışma mesajları veren dış siyasa
çizgisiyle uyumludur. Cumhurbaşkanı Erdoğan saldırının hemen ardından yaptığı
açıklamada “bölgedeki istikrarsızlıkların dış müdahalelerle daha da
derinleştiğini” belirterek doğrudan ABD veya İsrail’i hedef almasa da
kamuoyunun beklentilerini karşılayacak bir diplomatik denge dili kurmuştur. Bu
söylem, hem İslami-tutucu tabanın bütünleşmesini sağlamak hem de Türkiye’nin
bölgesel liderlik iddiasını sürdürmek amacıyla yapılandırılmıştır.
Bölgesel Liderlik
Arayışı ve Arabuluculuk İddiası
Saldırı sonrası Türkiye, krizin
büyümemesi için hem İran’la hem de Körfez ülkeleriyle temaslar kurarak
arabuluculuk kapasitesini öne çıkarmaya çalışmıştır. Bu çaba, Türkiye’nin son
dönemde İsrail’le normalleşme sürecine girmesi ve Suudi Arabistan, Birleşik
Arap Emirlikleri gibi ülkelerle ekonomik bütünleşme süreçlerini
derinleştirmesiyle doğrudan ilişkilidir. Ankara, bu dengeli tavır sayesinde hem
Batı ile olan ilişkilerini sürdürme hem de Doğu eksenli bölgesel mimarilerde
kendine alan açma hedefindedir. Ancak bu arabuluculuk çabalarının sahici
sonuçlara dönüşebilmesi yalnızca Türkiye’nin diplomatik becerisine değil aynı
zamanda ABD ve İran gibi büyük aktörlerin niyetlerine de bağlıdır.
Jeopolitik Risk
Algısı ve Savunma Doktrini Açısından Yansımalar
Türkiye açısından İran’a yönelik
saldırı, yalnızca bölgesel istikrarsızlık tehlikesi yaratmakla kalmamış, aynı
zamanda Doğu sınırlarında yeni bir güvenlik mimarisine duyulan gereksinimi de
gündeme getirmiştir. İran içindeki Şii milis yapıların ya da PKK bağlantılı
unsurların hareketliliği, saldırı sonrası dönemde Türkiye’nin güvenlik
doktrinini yeniden şekillendirmeye zorlayabilecek gelişmelerdir. Bu bağlamda
Milli Güvenlik Kurulu’nun yaptığı değerlendirmelerde “ülke sınırlarının
doğrudan tehdit altında olmamakla birlikte gelişmelerin hassasiyetle izlendiği”
ifade edilmiştir. Bu açıklama, Türkiye’nin henüz askeri angajmana
yönelmeyeceğini, ancak gerektiğinde müdahale kapasitesine sahip olduğunu ima
etmektedir.
Değerlendirmek gerekirse, Türkiye’nin
ABD-İsrail saldırısı karşısındaki tutumu, bölgesel güç mimarisi içinde
dengeleyici bir rol üstlenme çabasının ürünüdür. Ne saldırıyı açıkça
destekleyen ne de sert bir şekilde eleştiren Ankara mevcut jeopolitik
kırılganlıkları yönetebilecek esnek ve çok yönlü bir dış siyasa uygulamaktadır.
Bu yaklaşım, Türkiye’nin giderek çok kutuplu hale gelen uluslararası düzende
"merkez dışı ama etkili" bir aktör olma stratejisinin devam ettiğini
göstermektedir.
Ukrayna–Türkiye–İran Jeopolitik
Çizgisinde İran Ayağındaki Kırılma ve Doğuya Kayış Eğilimi
Ukrayna’dan başlayarak Türkiye
üzerinden İran’a uzanan eksen 21. yüzyılın çok kutuplu jeopolitiği içinde
“duyarlı çizgi” (sensitive geopolitical line) olarak tanımlanabilecek
bir coğrafi-siyasal çizgiye karşılık gelmektedir. Bu hattın stratejik önemi,
yalnızca Doğu Avrupa, Karadeniz ve Orta Doğu’yu birbirine bağlamasından değil
aynı zamanda küresel güçlerin bu bölgeye dair izlediği etki siyasalarının
çakışma ve çatışma üretme kapasitesinden kaynaklanmaktadır. Bu çizgide her bir
ülkenin jeopolitik yönelimi, diğerini doğrudan etkileyen zincirleme bir
güvenlik ve kararlılık mekanizması doğurmaktadır. Bu çerçevede 2025 yılı
Haziran ayında İran’a yönelik gerçekleştirilen ABD-İsrail saldırısı söz konusu
çizginin İran ayağında önemli bir kırılmayı ve yön değişimini tetiklemiştir.
Saldırı Sonrası
İran’ın Batı ile Kopuş Sürecinde Derinleşme
İran, saldırı sonrasında Batı
dünyasıyla olan zaten sınırlı olan diplomatik ilişkilerini daha da dondurmuş ve
kendisini daha belirgin biçimde Batı dışı güçlerle (özellikle Çin ve Rusya ile)
tanımlamaya başlamıştır. Bu tutum, yalnızca tepkisel bir savunma refleksi değil
aynı zamanda stratejik bir eksen değişimi anlamına gelmektedir. İran Dışişleri
Bakanlığı’nın yaptığı açıklamalarda “tek kutuplu dünya düzeninin meşruluğunu
yitirdiği” ve “direniş ekseninin küresel adaletin yeni taşıyıcısı” olduğu
yönündeki söylem, bu eksen değişiminin ideolojik çerçevesini de
oluşturmaktadır. Bu süreçte İran’ın, Çin’in Kuşak-Yol Girişimi içindeki
konumunu daha da pekiştirdiği ve Rusya ile askeri, enerji ve istihbarat
alanındaki iş birliklerini derinleştirdiği gözlemlenmiştir. Nitekim saldırı
sonrası Tahran’da yapılan “Avrasya Güvenlik Forumu” toplantısında İran’ın
Şanghay İş Birliği Örgütü’ne tam üyeliği yalnızca süreçsel bir adım olarak
değil stratejik bir bağlanma biçimi olarak yeniden vurgulanmıştır.
Jeopolitik
Yalnızlıktan Avrasya İttifakına: Ters Yüz Edilen Dengeler
İran’ın doğuya kayışı sadece ABD’nin
baskısı nedeniyle yön değişikliği yapan bir devlet pozisyonunu değil aynı
zamanda kendini çok kutuplu bir düzende yeni bir güvenlik çemberinin parçası
olarak yeniden konumlandıran bir bölgesel aktörü tanımlar. Bu anlamda, saldırı
sonrası ortaya çıkan tablo İran’ı uluslararası sistemin periferisinden Avrasya
merkezli bir eksene doğru çekmektedir. Bu bağlamda İran-Rusya-Çin üçgeni daha
somut ve işlevsel bir güvenlik mimarisi oluşturmaya başlamış ve bu da İran’ın
askeri doktrini, siber güvenlik stratejisi ve enerji diplomasisini yeniden
şekillendirmiştir.
Türkiye–İran
İlişkilerinde Yeni Gerilim Dinamikleri
Bu gelişme, Türkiye açısından ikili
ilişkileri daha kırılgan hale getirme gizil gücü taşımaktadır. Türkiye, bir
yandan NATO üyesi ve Batı bloğunun parçası bir ülke olarak konumunu sürdürmekte
öte yandan İran’la güvenlik temelli sınır iş birliği ve enerji bağımlılığı gibi
nedenlerle çatışmacı bir çizgiden kaçınmaya çalışmaktadır. Ancak İran’ın
Avrasya eksenine daha sıkı bağlanması Türkiye’nin bu ülkelerle yürüttüğü çok
yönlü ve özerk dış politika manevra alanını daraltabilir. Ayrıca bu durum,
Türkiye’nin arabuluculuk kapasitesini zayıflatma, İran’a karşı
geliştirebileceği bağımsız stratejik söylemi sınırlama, PKK ve Suriye
politikalarında İran’la yaşanabilecek örtük yarışmayı tırmandırma riski
taşımaktadır.
Ukrayna Hattı ve
Güney Kafkasya’ya Sarkan Güç Rekabeti
İran’ın doğuya yönelimi, Rusya ile
olan koordinasyonunu da güçlendirdiği için, Türkiye’nin Gürcistan, Azerbaycan
ve Karadeniz güvenliğine ilişkin politikalarında doğrudan sonuçlar
doğurmaktadır. İran-Rusya yakınlaşması, Güney Kafkasya’da Türkiye’nin etkinliğini
sınırlayıcı bir faktör olarak ortaya çıkabilir. Özellikle Zengezur Koridoru,
Ermenistan-Azerbaycan barış süreci ve enerji nakil hatları konusunda
yaşanabilecek olası sürtüşmeler bu üçlü çizginin doğu ayağındaki kaymanın batı
hattına da yansıyabileceğini göstermektedir.
Değerlendirmek gerekirse, Ukrayna–Türkiye–İran
jeopolitik çizgisi 2025 sonrası dönemde önemli bir dönüşüme girmiştir. Bu çizginin
İran ayağı, ABD-İsrail saldırısının doğrudan sonucu olarak Batı merkezli
sistemden uzaklaşmış ve Avrasya merkezli bir güvenlik, diplomasi ve ekonomik
eksene yönelmiştir. İran’ın bu yönelimi, yalnızca kendi iç güvenliği ve rejim kararlılığı
açısından değil aynı zamanda Türkiye’nin stratejik özerkliği, bölgesel etki
alanları ve dış politika dengeleme kapasitesi açısından da uzun vadeli sonuçlar
doğurabilecek bir kırılmaya işaret etmektedir. Bu nedenle söz konusu jeopolitik
kayma, yalnızca bölgesel denge değişimi değil, aynı zamanda küresel güç
mimarisindeki yeniden hizalanmaların bölgesel izdüşümü olarak da okunmalıdır.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
22 Haziran 2025 tarihinde ABD ve
İsrail tarafından gerçekleştirilen “Midnight Hammer” operasyonu, sadece
İran’a yönelik sınırlı bir askeri müdahale olarak değil aynı zamanda bölgesel
dengeleri, küresel ittifakları ve uluslararası hukuk normlarını doğrudan
etkileyen çok katmanlı bir jeopolitik kırılma noktası olarak
değerlendirilmelidir. Operasyonun hem biçimi hem zamanlaması, güç dağılımındaki
asimetrileri, normatif düzenin esnekliğini ve çok kutuplu dünyanın derinleşen
stratejik ayrışmalarını gün yüzüne çıkarmıştır.
İran, saldırı sonrası yalnızca
güvenlik politikalarını yeniden yapılandırmakla kalmamış aynı zamanda Batı ile
ilişkilerinde kopuşu derinleştirmiş ve Çin-Rusya eksenine daha belirgin biçimde
yönelmiştir. Bu yönelim, Ukrayna-Türkiye-İran çizgisinin İran ayağında
belirginleşen bir eksen kaymasını ve Avrasya merkezli güvenlik yapılarına daha
fazla bağlanma sürecini hızlandırmıştır. İran’ın Batı’dan uzaklaşması, yalnızca
bu ülkenin stratejik kimliğinde bir yön değişimi değil aynı zamanda doğu-batı
kutuplaşmasında Doğu lehine bir jeopolitik kazanım anlamına gelmektedir.
Çin ve Rusya’nın İran’la ilişkilerini
derinleştirmesi Avrasya güvenlik mimarisinin kurumsallaşmasına katkı sağlamakta
ve bu durum ise Batı'nın çevreleme stratejisinin kırılganlığını ortaya
koymaktadır. İran’ın bu eksene bağlanması sadece bölgesel değil küresel ölçekli
sonuçlar doğurarak Batı’nın nüfuz alanlarında stratejik boşluklar yaratma
potansiyeli taşımaktadır. Bu nedenle saldırının beklenen sonucun aksine İran’ı
yalnızlaştırmak yerine Doğu ekseninde daha güçlü bir bloklaşmaya ittiği
söylenebilir.
ABD açısından operasyon, iç politika
dinamiklerinin, güvenlik bürokrasisinin ve savunma sanayinin etkisiyle
şekillenmiş ve dış müdahale refleksi ulusal güvenlik söylemi altında yeniden
meşrulaştırılmıştır. Ancak saldırı, ABD'nin bölgesel müttefikleri arasında
fikir birliği yaratmamış, Çin ve Rusya gibi küresel aktörler tarafından sert
biçimde eleştirilmiş ve uluslararası hukuk çerçevesinde meşruluğu tartışmalı
hale gelmiştir.
İsrail açısından operasyon, iç
siyasette meşruluk krizine çözüm üretmek, güvenlik eksenli ulusal birlik
duygusunu yeniden oluşturmak ve bölgesel tehditlere karşı önleyici caydırıcılık
kurmak amacıyla gerçekleştirilmiştir. Ancak bu hamle, çok cepheli tehdit
ortamını daraltmak yerine yeni çatışma dinamiklerini beslemiş ve İsrail’in
güvenlik paradoksunu derinleştirmiştir.
Türkiye ise saldırı karşısında
dengeli, temkinli ve çok yönlü bir diplomasi yürütmüş ve hem Batı ittifakı ile
olan yapısal ilişkilerini korumaya hem de İran’la stratejik çıkar dengesini
bozmamaya özen göstermiştir. Fakat İran’ın doğuya yönelimi Türkiye’nin dış
politika manevra alanını daraltma ve bölgesel dengeleyici rolünü zayıflatma
riski taşımaktadır.
Sonuç olarak, 2025 İran saldırısı,
bölgesel düzeyde istikrarsızlık üretme kapasitesine sahip olmakla kalmayıp aynı
zamanda küresel güç mimarisinde doğu-batı rekabetinin Doğu lehine yeniden
şekillendiği bir dönüm noktasını temsil etmektedir. Bu yönüyle kriz, yalnızca
askeri bir müdahale değil aynı zamanda jeopolitik yönelimin normatif düzenin ve
siyasal meşruiyetin yeniden biçimlendiği bir stratejik kırılma anıdır.
ABD, bu operasyonla İsrail’in güvenlik
çıkarlarını kısa vadede güvence altına almış görünse de İran’ı tümüyle
kaybetmiş ve İran’ı Çin ve Rusya’nın liderliğindeki doğu blokuyla daha sıkı
şekilde bütünleştirerek uzun vadede stratejik bir kayba uğramıştır. Böylece,
taktiksel bir kazanım stratejik bir kırılmayla gölgelenmiş ve bölgedeki
etkisini dengeleme adına giriştiği müdahale ABD’nin İran üzerindeki etki
neredeyse tümüyle ortadan kaldırmıştır.
Bu kırılmanın etkileri, yalnızca Orta
Doğu'da değil, Güney Kafkasya’dan Orta Asya’ya, Hint-Pasifik’ten Avrupa
güvenlik mimarisine kadar geniş bir coğrafyada yeni güç dizilimlerini
beraberinde getirecek niteliktedir.
KAYNAKÇA
Allison, G. (2017). Destined for War:
Can America and China Escape Thucydides’s Trap? Houghton Mifflin Harcourt.
Buzan, B., & Wæver, O. (2003).
Regions and Powers: The Structure of International Security. Cambridge
University Press.
Chomsky, N. (2022). Illegitimate
Authority: Facing the Challenges of Our Time. Haymarket Books.
Cohen, S. B. (2015). Geopolitics: The
Geography of International Relations (3rd ed.). Rowman & Littlefield.
Ehteshami, A., & Zweiri, M.
(2007). Iran and the Rise of its Neoconservatives: The Politics of Tehran's
Silent Revolution. I.B. Tauris.
Fuller, G. E. (2002). The Future of
Political Islam. Palgrave Macmillan.
Kissinger, H. (2014). World Order.
Penguin Press.
Kupchan, C. A. (2020). Isolationism: A
History of America's Efforts to Shield Itself from the World. Oxford University
Press.
Mearsheimer, J. J. (2019). The Great
Delusion: Liberal Dreams and International Realities. Yale University Press.
Nasr, V. (2006). The Shia Revival: How
Conflicts within Islam Will Shape the Future. W. W. Norton & Company.
Öniş, Z., & Kutlay, M. (2022). The
Global Political Economy of Turkey: From Crisis to the New Authoritarianism.
Cambridge University Press.
Tessler, M. (2009). A History of the
Israeli–Palestinian Conflict (2nd ed.). Indiana University Press.
Waltz, K. N. (1979). Theory of
International Politics. Addison-Wesley.
Zakaria, F. (2008). The Post-American
World. W. W. Norton & Company.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder