Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

1 Haziran 2025 Pazar

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE’DE

 

YENİ ANAYASA GEREKSİNİMİNİN

 

GERÇEK VE SANAL NEDENLERİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOÇ. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ARALIK 1999, ANKARA

Giriş

 

Türkiye uzun geçmişe sahip Anayasa deneyimleri süreci içinde 1876’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli denemeler yaşamıştır. 1800’lerin ortalarında başlayan ve 2000’lerle başlayan yeni bir yüzyıla kadar geçen yaklaşık 150 yıllık süre içinde yaşanan bu olaylar aynı zamanda yakın Türk tarihinin temel aşamalarını ve dönemlerini de belirlemektedir.

 

Mutlak monarşiden sınırlı monarşiye ve oradan saltanatın kaldırılmasına; teokratik yönetimden dinsel azınlıkların hak ve çıkarlarının güvence altına alınmasına ve hatta hilafetin kaldırılmasına;  çağı dışlayan bir devlet yönetimi anlayışından ve sisteminden devlet yönetiminde çağdaşlığı yakalamaya çalışan sistem arayışlarına; sınırlı monarşiden ve aristokratik yönetimden meclis/halk yönetimine ve ulusal kurtuluş hareketinin genel devlet yapısının oluşturulmasına; Anadolu Hareketi’nden ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasından sonra ilk çağcıl devlet yapısının kurulmasına ve 1960’lı ve 1980’li yıllarda silahlı kuvvetler öncülüğünde başlatılan yeniden yapılanma arayışlarına kadar değişen bu deneyimler çizgisi günümüzde yeni bir arayış içine girmiş görünmektedir.

 

Yaklaşık 150 yıllık bu hızlı devinim özünde çeşitli temel doğruları işaret etmektedir. Gelişen ve değişen siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullar yeni kurallar, süreçler  ve düzenler istemektedir. Kurallar, süreçler  ve kurulu düzenler siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğru ve etkili bir şekilde yönlendirebilme potansiyelinin gerisinde kaldığında toplumlar ilişkileri yeniden düzenleyecek yeni sistemler, süreçler ve kurallar geliştirmek durumunda kalmaktadırlar.

 

2000’li yıllara girerken Türkiye gerçekten böyle bir durumla ve gereksinimle karşı karşıya mıdır? Bu soruya olumlu yanıt verenler çeşitli nedenler ileri sürmektedirler. Bize göre, Türkiye’nin yeni Anayasa girişimi içinde olmasını zorunlu kılan pek çok gerçek neden mevcut bulunmaktadır; ancak, kamuoyuna bu yolda yansıtılan nedenlerin önemli bir kesimi sanal niteliklidir.

 

 

Yeni Anayasa Gereksinimi: Gerçek ve Sanal Nedenler

 

Özellikle Cumhuriyete yeni sıra numaraları vererek ortaya çıkan bazı görüşlere bakılırsa bu yolda ciddi gereksinmeler ortaya çıkmıştır. Bu görüş sahiplerine göre, ülke yeteri kadar demokratik değildir ve özellikle 1982 Anayasa’sı içerdiği olumsuzluğa dayalı özgürlük tanımları nedeniyle daha özgür bir toplum yaratılması yolunda önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu görüşlere göre, Türkiye Cumhuriyeti yeteri kadar demokratik değildir. Bu anlamda, “cumhuriyetçilik” demokrasiye karşıdır ve ona zarar vermektedir.

 

Buna karşılık, toplumun temel bileşenlerini oluşturan unsurların kültürel haklarının geliştirilmesi ve dinsel grupların laiklik ilkesinin değişik ve farklı bir tanımının  yapılması gerektiği yolundaki söylemleri devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğü ve laik Cumhuriyet ilkelerini herşeyin önünde ve üstünde tutan görüş sahipleri tarafından reddedilmekte ve asıl ve öncelikle tercih edilmesi gerekenin cumhuriyet olması gerektiği ve cumhuriyetin geleceğinin tehlikeye düşmesi durumunda esasen demokrasinin var olamayacağı görüşü ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre, demokrasi cumhuriyeti ortadan kaldırmak pahasına geliştirilemez.

 

Her iki görüş de, kendi söylemlerinin doğruluğunu göstermek ve desteklemek amacıyla İran İslam Cumhuriyeti örneğini vermektedirler. Demokratik gelişimi ön plana çıkaranlar İran’ın siyasal sisteminin cumhuriyet ve buna karşılık devlet rejiminin teokratik olduğunu anımsatarak cumhuriyet rejiminin her zaman ve her durumda mutlaka gerçek demokrasiyi içermeyebileceğini ileri sürmektedirler.

 

Cumhuriyetin korunmasını demokratik değişime yeğ tutanlar da, aynı ülkeyi örnek vererek ve bu ülkedeki yoğun teokratik siyasal iklimi tanık göstererek, laik cumhuriyetin korunmaması ve devamının güvence altına alınmaması durumunda demokrasinin bütün unsurlarının ve temel insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kalkabileceğini iddia etmektedirler.

 

Bir simge durumuna gelen bu tartışmalar yanıtlanması kolay olmayan bir ikilemi de beraberinde getirmektedir: demokrasi ve cumhuriyet kavramları Türkiye özelinde birbirlerine karşı kavramlar ve kurumlar mıdır?

 

2000’li yıllara girerken Türkiye’nin yeni Anayasa arayışlarının başarısı yukarıda belirtilen ikilemin doğru ve sağlıklı şekilde algılanmasına ve çözümlenmesine bağlı görülmektedir.

 

Bize göre, “cumhuriyetçilik-demokratlık” ikilemi üzerine oturtulmuş olan yeni Anayasa gereksinimi gerekçeleri sanaldır ve hatta bunun da ötesinde yapaydır. Türkiye yeni bir yüzyılın başlangıcında toplumsal, siyasal ve ekonomik bedenine dar gelmeye başlayan Anayasa elbisesini yenilemek durumundadır. 1980 Anayasası’nın dayandığı temel varsayımlar ve kabuller aradan geçen 20 yıl içinde geçerliliğini büyük çapta yitirmiştir. Türkiye’de Anayasa değişikliğini gerekli kılan gerçek neden budur.

 

 

Devlet Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve Aymazlıklar: Oydaşlık

 

Demokratikleşme ve insan haklarının geliştirilmesine ilişkin endişeler bir an için bir yana bırakılırsa, Anayasa’nın yeniden ele alınması için ikinci temel gereksinme alanını oluşturan alan olan devlet rejiminin içinde bulunduğu koşullar konusunda ise genel bir oydaşlığın topluma egemen olduğu görülmektedir.

 

Devletin işlemediği tezinden başlayarak devletin temel felsefesinin yeniden belirlenmesi gerektiğine  kadar değişebilen ve gelişebilen unsurları içeren bu çizginin neresinde olursa alsın konuyla ilgili tüm düşünürler ve uzmanlar yasama-yürütme-yargı üçgeninin köşelerinde yer alan organların bütünü hakkında son derecede ciddi eleştiriler yapmakta ve gerek bu organların kendi işlevsel bütünlükleri içinde ve gerekse organlar arasındaki ilişkilerde büyük çaplı olumsuzlukların oluştuğu konusunda fikirsel birliktelik ve oydaşlık ifade etmektedirler.

 

Türkiye’de hiç kimse Devletin -tüm organları için geçerli olmak üzere- yeterli ve kabul edilebilir düzeyde  verimli ve etkili olduğunu söyleyememektedir. Devletin işlemez durumda  olduğu ve tüm devlet organlarının belirgin bir yozlaşmanın ve iflasın içinde olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmektedir.

 

Bu oydaşlık, bize göre, Anayasal sistemin değiştirilmesini özünde haklı kılan temel ve gerçek nedeni oluşturmaktadır. Buna karşılık “başkanlık” ve “yarı başkanlık” gibi gerekçeler sanaldır, yapaydır ve gündemi oluşturma ve meşgul etme amacına yöneliktir.

 

Yukarıda belirtilen gerçek nedenleri güçlendiren ve üzerinde oydaşlık bulunan iki öteki önemli olguyu da devletin temel rolü ve işlevlerinin tanımlanması ile kamu ekonomisinin genel ekonomi içindeki payının büyüklük düzeyinin yeniden sorgulanması oluşturmaktadır.

 

Kimi zaman “Devlet küçültülmelidir!” sloganı ile ortaya konulan ya da buna “Devlet, küçültülmesi düşünülemeyecek kadar kutsaldır!”  sloganı ile karşılık verilen bu görüşler özünde genel ekonomik gelişme ve büyüme kalıpları içinde kamu sektörünün elinde bulunan anamal kaynaklarının ulusal ekonomi içinde ne ölçüde kullanılması gerektiği tartışmasıyla ilgilidir.

 

Kuşkusuz, bu tartışma da, kendi içinde çeşitli yapaylıklar barındırmaktadır. 2000’li yıllara girerken kimse devletin kasaplık yapmasını, çitçiye tarımsal girdiler pazarlamasını,  basma üretmesini ve pazarlamasını ve hatta otomobil lastiği üretmesini istememektedir. Buna karşın, hemen herkes, özel sektörün karlılık endişeleriyle gitmediği ancak kalkınma gereksinimi içinde olan yörelerde devletin kalkınma amaçlı öncü ve geliştirici roller ve sorumluluklar alması gerekliliğini de yadsımamaktadır.

 

Ancak, uygulamada hala yürürlükte bulunan çeşitli dengesizlikler ve aşırılıklar gerçek birer olgu olarak ortada durmaktadır. Bu gibi durumlar devletin temel işlevleri ve kamu sektörünün genel ekonomi içindeki payının büyüklüğü konusunda yeni tanımlamalar yapılmasını gerekli kılmaktadır.

 

Öte yandan, özellikle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler bir yandan devlet tanımında yeni açılımlar getirirken bir diğer yandan da ulusal siyasal egemenlik kavramını mutlak olmaktan çıkartarak başka uluslarla paylaşılabilir bir niteliğe büründürmektedir.

 

Örneğin, “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ve “Helsinki Son Belgesi”  2000’li yılların çağdaş devleti için yeni tanımlar, koşullar ve unsurlar getirmiştir. Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinin belirleyicisi olan Kopenhag Ölçütleri olması gereken devletin temel nitelik ve nicelikleri için tüm Avrupa tarafından ortaklaşa benimsenmiş temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Avrupa Federalizmi’nin en az koşulu ise ulusal egemenliğin üstünde bir başka egemenliğin -Avrupa ortak egemenliği- varlığını kabul etmektir.

 

Yukarıda genel çizgileriyle belirtilen olgular ülkemizde yeni bir Anayasa yapılması için gerçek nedenleri oluşturmak durumundadır.

 

 

 

Demokratikleşme Gereksinimi

 

Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya kavuşması gerekmektedir. Ne var ki, çoğu kez demokratikleşme ile insan hakları kavramları birbirlerinin yerine geçecek şekilde eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda, demokratikleşme kavramı bazen insan  haklarının geliştirilmesi kavramının yerine geçmek üzere kullanılmaktadır.  Oysa, bu iki kavram arasında temel farklılaşmalar vardır.

 

Bize göre, demokrasi siyasal iktidarın halk tarafından, halk adına ve azınlık haklarını gözeterek kullanılması demektir. Bu tanım en az iki unsurun güvence altına alınmasını gerekli kılmaktadır. Bunlardan birincisi, halkın kararalma süreçlerine katılmasının daha kesin ve gelişmiş koşullarda uygullanmasının güvence altına alınmasıdır. İkincisi, bu bağlamda, halkın yeterli ölçüde siyasal karar verme ve siyasal tercih yapabilme yetkinliğine sahip olduğunun bir varsayım olarak kabul edilmesi ve bu irade üzerinde bir başka patronaj/sahiplik/üstünlük olgusunun bulunmaması gerekmektedir.

 

Bu iki unsurun gerçekleştirilebilme düzeyinin yüksekliği ülkenin demokratikleşme düzeyinin de o ölçüde gelişmesi anlamına gelecektir. 1982 Anayasası’nın, bu açıdan ele alındığında, bazı sınırlayıcı unsurlara sahip olduğu görülmektedir. Bu sınırlılıkların burada tek tek ele alınmasına gerek bulunmamaktadır. Ancak, özellikle vurgulanması gereken nokta Türk halkının kararalma süreçlerine katılması için ülkede pek çok olanakların var olmasına karşın halkın henüz demokrasinin gereklerini tam olarak yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmadığı varsayımından hareket edenlerin halkın üzerinde başka bazı güçleri yolgösterici ve öğretici olarak  kabul edebilmeleridir.

 

Bu çerçevede, Türkiye demokratik çizgisini daha yukarı düzeylere çekmek durumundadır. Bu yolda yapılması gerekli yeni düzenlemeler siyasal parti rejiminden seçim sistemine ve referandum türlerine kadar değişen pek çok alanı, konuyu ve kurumu kapsamak durumunda olacaktır.

 

 

Temel İnsan Hakları ve Özgürlükleri Alanında Gelişme Gereksinimi

 

Bu gereksinimi yalnızca kültürel haklar ve din ve inanç özgürlüğü kavramının tanımında aramak ve bunlarla sınırlamak kuşkusuz son derecede anlamsızdır. 1960 Anayasası’nda yer alan ancak 1982 Anayasası’nda sözü edilmeyen “özgürlüklerin özü kavramı” bu alandaki eksiklikleri en iyi açıklayabilecek kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 1960 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi verdiği bir karar ile bu kavrama çok isabetli bir açıklama getirmiştir. 1980 Anayasası dönemine girildikten sonra en önemli değişiklik insan hakları kavramı üzerinde olmuştur.

 

1960 Anayasası temel insan haklarına olumlu bakış açısına dayalı tanımlar getirirken ve geliştirilmelerini öngörürken 1980 Anayasası -1970 ile 1980 arasında yaşanan anarşinin fazla özgürlükçü anayasal ortamdan kaynaklandığı gerekçesi ve öngörüsü ile- temel insan hak ve özgürlüklerini olumsuz bakış açısına dayalı bir tanımla ele almayı yeğlemiştir. Bu ele alış çerçevesinde temel insan hakları ve özgürlükleri geliştirilmesi gereken kavramlar olarak değil fakat sınırlanması gereken kavramlar olarak ele alınmıştır. “Temel hak ve özgürlüklerin özü” kavramı özgürlükler konusunda mutlak dokunulmazlık alanı kavramını getirirken 1980 Anayasası’nda yer alan “özgürlüklerin koşulları ve sınırları” kavramı bunun tam tersi bir anlayışı ortaya koymuştur. Bu filozofik farkılılaşma iki Anayasa arasındaki temel ayrım çizgisini oluşturmaktadır. Kanımızca, 2000’li yıllara girerken Türkiye’nin insan hakları konusundaki açmazını kültürel haklar ya da din, vicdan ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerindeki tartışmalar değil Türk bireylerinin temel hak ve özgürlüklerinin “özü” kavramı oluşturmaktadır. 

 

Bu nedenle, insan hak ve özgürlükleri konusundaki temel sorun hangi hak ve özgürlüklerin ne derecede kullanılabilir olduğu değil; fakat, hak ve özgürlüklerin dokunulmazlık alanını ve kapsamını belirleyen “öz” kavramının yeniden tanımlanması gerekliliğidir.

 

 

Devletin Rolü ve İşlevleri

 

Türkiye’nin son 80 yılı tam bağımsızlığa sahip ulus devletinin kurulması ve toplumsal ve ekonomik kalkınmanın çağdaş yaşam koşullarına ulaşmayı sağlayacak şekilde gerçekleştirilmesi uğraşları içinde geçmiştir. Kuşkusuz, kamu anamallarının kullanılması yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan bu süreç içinde çok önemli yollar alınmış ve başarılar elde edilmiştir. Bunun en önemli göstergesi ülkenin AB üyeliği için adaylığının kesinleşmiş olması ve gelecek ilk on yıl içinde elde edilebilecek üyelik nedeniyle Avrupa düzeyinde gelişmiş bir iç pazar ve ekonomi içinde tam rekabet koşullarına sahip bir ekonomik güce ulaşılabilmiş olmasıdır. Aynı şekilde, ihracat bileşimi içinde tarımsal ağırlığın yerini endüstriyel ağırlığa bırakmış olması ve adı henüz duyulmaya başlayan “G-20” ülkeleri arasına Türkiye’nin de girmiş olması da aynı gerçeği işaret etmektedir.

 

Ne var ki, bu konuma gelmiş bir siyasal, ekonomik, toplumsal ve kurumsal yapı içinde devlet aygıtının üstlendiği ve sürdürmeye çalıştığı işlevlerin geçerlilik düzeyi kuşkuyla karşılanmaktadır. Halen devlet eliyle yürütülmekte olan pek çok ekonomik ve toplumsal nitelikli işlevin yeterli parasal kaynağa ve insangücü donanımına ulaşmış özel sektör tarafından yapılabilir olması son derecede olağan bir konuma gelmiştir. Kuşkusuz, bu yazıda bu alanların neler olabileceği tartışması içine girilmeyecektir. Ancak, devletin temel iş ve işlevlerinin sınırlandırılması ve Başkent’de oluşmuş olan yoğunluğun ‘merkezkaç’ ya da yerinden yönetim güçlerine aktarılması gerekliliği açıkça ortadadır. Sözünü etmeye çalıştığımız bu ‘merkezkaç’ güçlerden birincisi özel sektördür. Pek çok toplumsal ve ekonomik nitelikli işlev devletden alınarak özel sektöre aktarılabilir durumdadır. Bu amaç yalnızca özelleştirme yöntemleriyle değil fakat aynı zamanda piyasa türü yönetim araçlarının da geliştirilmesiyle elde edilebilecek bir sonuçtur. İkinci tür merkezkaç güç ise kurumsal ve yönetsel ağırlıklıdır. Merkezde aşırı ölçüde yoğunlaşmış yetki, görev ve sorumluluklar bir yandan en önemli olan yersel yerinden yönetim kurumu olan belediyelere aktarılırken öte yandan hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına devredilmeli ya da en azından merkezdeki yoğunluk yetki devri yolu ile merkezin alandaki ajanlarına bırakılmalıdır.

 

Yukarıda genel çizgileriyle ortaya konulan bu gereksinim devletin temel işlevlerinin gözden geçirilmesini ve sorunun aday üyesi olduğumuz Avrupa Birliği’nin bu konudaki temel ölçütü olan “yerel uygunluk” (subsidiarity) ilkesi çerçevesinde çözümlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

 

 

Organlar Arası İlişkiler

 

Yeni Anayasa gereksinimini ortaya çıkaran gerçek nedenlerden bir başkası da yasama-yürütme-yargı arasındaki göreli farklılaşmanın artık ortadan kalkmış olmasıdır. Özellikle siyasi parti disiplini ve milletvekillerinin sisteme yabancılaşması süreci sonucunda yürütme hem yasama ve hem de yargıya egemen olmuştur.

 

Yasamanın yürütme üzerindeki denetleme yetkisi tümüyle ortadan kalkmış ve göstermelik duruma gelmiştir. Hatta, yürütme yasama organının içinde bulunduğu yetersizliğin sonucu olarak hem hazırladığı yasa tasarılarını parti disiplini yoluyla yasama organına benimsetmek ve hem de yetki kanunları ve kanun hükmünde kararnameler yoluyla yasama organını “by-pass” etmek konumuna gelmiştir.

 

Yürütme, Yüksek Hakimler Kurulu aracılığıyla ve yargıçların özlük hakları üzerindeki parasal gücüyle ve atama yetkisiyle yargıyı da denetim altına almıştır.

 

Bu organlar arasında kuramsal olarak oluşturulan “fren ve denge” sistemleri pratikte işlememektedir. Ayrıca, bu her üç organ da, yönetsel yetkinliklerinin yetersizliği nedeniyle kurumsal açıdan etkisizlik ve verimsizlik sorunu içine düşmüş bulunmaktadırlar.

 

Bunun da ötesinde, üç organ da, başta yolsuzluk ve rüşvet gibi etik eksiklikler olmak üzere ciddi büropatolojler içinde bulunmaktadırlar. Yürütme yürütmeye; yasama yasamaya ve yargı yargıya benzememektedir. Yürütme, hukukun üstünlüğü ilkesini tam olarak yaşama geçirememiş; yasama ülkenin sorunlarını çözebilmek yeteneğinin gerisinde kalmış ve yargı adalet dağıtamaz olmuştur.

 

Bu bağlamda parlamenter sistemin yerini almak üzere yapılan sistem önerileri sanal ve yapay olmanın ötesine geçememektedirler. Şekilsel değişikliklerden mucizeler beklenmektedir. Oysa, gerçek neden bu arayışların çok dışındadır ve özünde sistemlerin yozlaşması süreciyle ilgilidir. Anayasa bu nedenlerle yeniden düzenlenmek durumundadır.

 

Kuşkusuz bu ilişkilere eklenebilecek bir başka unsur da cumhurbaşkanının durumudur. Gerek cumhurbaşkanının siyasal bir simge olmaktan sorun çözücü yansız hakem olmasına kadar değişen kimlik bunalımına son vermek zorunluluğu ve gerekse yasama, yürütme ve yargı üzerindeki yetkilerinin yeterlilik ve etkililik düzeyi bu makamın da yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

 

 

 

 

Sonuç

 

Anayasalar toplumların siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal çatısını kuran temel belgelerdir. Bu nedenle de, toplumların içinde bulundukları ve yakın gelecekte içine girecekleri dinamiklerle uyum içinde bulunmalıdırlar.

 

Bu bağlamda, Türkiye’de halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’na bakıldığında Anayasa ile temel toplumsal-siyasal-ekonomik dinamikler arasında belirgin uyumsuzluklar görülmektedir.

 

Anayasa elbisesi hem topluma dar gelmekte ve hem de toplumun eriştiği dinamikleri yeterince yönlendirememektedir.

 

Ülkemizde, Anayasa değişikliğini bir gereksinim durumuna getiren gerçek neden budur. İleri sürülmeye çalışılan sanal nedenler ise yeni bir düzenlemede daha avantajlı siyasal ve ekonomik konum elde etmek isteyenlerin bu isteklerini gizlemek için türettikleri yapay nitelikli ve çözüm üretebilme yetenekleri sınırlı çözüm önerilerine dayanak yapılmak istenen fikir topluluklarıdır.

Hiç yorum yok: