TÜRKİYE’DE
YENİ
ANAYASA GEREKSİNİMİNİN
GERÇEK
VE SANAL NEDENLERİ
DOÇ.
DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ
ARALIK
1999, ANKARA
Giriş
Türkiye uzun geçmişe sahip
Anayasa deneyimleri süreci içinde 1876’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli
denemeler yaşamıştır. 1800’lerin ortalarında başlayan ve 2000’lerle başlayan
yeni bir yüzyıla kadar geçen yaklaşık 150 yıllık süre içinde yaşanan bu olaylar
aynı zamanda yakın Türk tarihinin temel aşamalarını ve dönemlerini de
belirlemektedir.
Mutlak monarşiden sınırlı
monarşiye ve oradan saltanatın kaldırılmasına; teokratik yönetimden dinsel
azınlıkların hak ve çıkarlarının güvence altına alınmasına ve hatta hilafetin
kaldırılmasına; çağı dışlayan bir devlet
yönetimi anlayışından ve sisteminden devlet yönetiminde çağdaşlığı yakalamaya
çalışan sistem arayışlarına; sınırlı monarşiden ve aristokratik yönetimden
meclis/halk yönetimine ve ulusal kurtuluş hareketinin genel devlet yapısının
oluşturulmasına; Anadolu Hareketi’nden ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasından
sonra ilk çağcıl devlet yapısının kurulmasına ve 1960’lı ve 1980’li yıllarda
silahlı kuvvetler öncülüğünde başlatılan yeniden yapılanma arayışlarına kadar
değişen bu deneyimler çizgisi günümüzde yeni
bir arayış içine girmiş görünmektedir.
Yaklaşık 150 yıllık bu hızlı
devinim özünde çeşitli temel doğruları işaret etmektedir. Gelişen ve değişen
siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullar yeni kurallar, süreçler ve düzenler istemektedir. Kurallar, süreçler ve kurulu düzenler siyasal, toplumsal ve
ekonomik ilişkileri doğru ve etkili bir şekilde yönlendirebilme potansiyelinin gerisinde kaldığında toplumlar
ilişkileri yeniden düzenleyecek yeni
sistemler, süreçler ve kurallar geliştirmek durumunda kalmaktadırlar.
2000’li yıllara girerken
Türkiye gerçekten böyle bir durumla ve gereksinimle karşı karşıya mıdır? Bu
soruya olumlu yanıt verenler çeşitli nedenler ileri sürmektedirler. Bize göre,
Türkiye’nin yeni Anayasa girişimi içinde olmasını zorunlu kılan pek çok gerçek neden mevcut bulunmaktadır;
ancak, kamuoyuna bu yolda yansıtılan nedenlerin önemli bir kesimi sanal niteliklidir.
Yeni
Anayasa Gereksinimi: Gerçek ve Sanal Nedenler
Özellikle Cumhuriyete yeni
sıra numaraları vererek ortaya çıkan bazı görüşlere bakılırsa bu yolda ciddi
gereksinmeler ortaya çıkmıştır. Bu görüş sahiplerine göre, ülke yeteri kadar demokratik değildir ve
özellikle 1982 Anayasa’sı içerdiği olumsuzluğa
dayalı özgürlük tanımları nedeniyle daha
özgür bir toplum yaratılması yolunda önemli bir engel olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu görüşlere göre, Türkiye Cumhuriyeti yeteri kadar demokratik
değildir. Bu anlamda, “cumhuriyetçilik”
demokrasiye karşıdır ve ona zarar vermektedir.
Buna karşılık, toplumun
temel bileşenlerini oluşturan unsurların kültürel
haklarının geliştirilmesi ve
dinsel grupların laiklik ilkesinin değişik ve farklı bir tanımının yapılması gerektiği yolundaki söylemleri devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmez
bütünlüğü ve laik Cumhuriyet ilkelerini herşeyin önünde ve üstünde tutan
görüş sahipleri tarafından reddedilmekte
ve asıl ve öncelikle tercih edilmesi
gerekenin cumhuriyet olması gerektiği ve cumhuriyetin geleceğinin tehlikeye
düşmesi durumunda esasen demokrasinin var olamayacağı görüşü ileri
sürülmektedir. Bu görüşe göre, demokrasi
cumhuriyeti ortadan kaldırmak pahasına geliştirilemez.
Her iki görüş de, kendi
söylemlerinin doğruluğunu göstermek ve desteklemek amacıyla İran İslam
Cumhuriyeti örneğini vermektedirler. Demokratik gelişimi ön plana çıkaranlar
İran’ın siyasal sisteminin cumhuriyet ve buna karşılık devlet rejiminin
teokratik olduğunu anımsatarak cumhuriyet rejiminin her zaman ve her durumda
mutlaka gerçek demokrasiyi içermeyebileceğini ileri sürmektedirler.
Cumhuriyetin korunmasını
demokratik değişime yeğ tutanlar da, aynı ülkeyi örnek vererek ve bu ülkedeki
yoğun teokratik siyasal iklimi tanık göstererek, laik cumhuriyetin korunmaması
ve devamının güvence altına alınmaması durumunda demokrasinin bütün unsurlarının
ve temel insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kalkabileceğini iddia
etmektedirler.
Bir simge durumuna gelen bu
tartışmalar yanıtlanması kolay olmayan bir ikilemi de beraberinde
getirmektedir: demokrasi ve cumhuriyet kavramları Türkiye özelinde birbirlerine
karşı kavramlar ve kurumlar mıdır?
2000’li yıllara girerken
Türkiye’nin yeni Anayasa arayışlarının başarısı yukarıda belirtilen ikilemin
doğru ve sağlıklı şekilde algılanmasına ve çözümlenmesine bağlı görülmektedir.
Bize göre,
“cumhuriyetçilik-demokratlık” ikilemi üzerine oturtulmuş olan yeni Anayasa
gereksinimi gerekçeleri sanaldır ve
hatta bunun da ötesinde yapaydır.
Türkiye yeni bir yüzyılın başlangıcında toplumsal, siyasal ve ekonomik bedenine
dar gelmeye başlayan Anayasa elbisesini yenilemek durumundadır. 1980
Anayasası’nın dayandığı temel varsayımlar ve kabuller aradan geçen 20 yıl
içinde geçerliliğini büyük çapta yitirmiştir. Türkiye’de Anayasa değişikliğini gerekli kılan gerçek neden budur.
Devlet
Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve Aymazlıklar: Oydaşlık
Demokratikleşme ve insan
haklarının geliştirilmesine ilişkin endişeler bir an için bir yana bırakılırsa,
Anayasa’nın yeniden ele alınması için ikinci
temel gereksinme alanını oluşturan alan olan devlet rejiminin içinde bulunduğu
koşullar konusunda ise genel bir oydaşlığın topluma egemen olduğu
görülmektedir.
Devletin işlemediği tezinden
başlayarak devletin temel felsefesinin yeniden belirlenmesi gerektiğine kadar değişebilen ve gelişebilen unsurları
içeren bu çizginin neresinde olursa alsın konuyla ilgili tüm düşünürler ve
uzmanlar yasama-yürütme-yargı üçgeninin köşelerinde yer alan organların bütünü
hakkında son derecede ciddi eleştiriler yapmakta ve gerek bu organların kendi işlevsel bütünlükleri
içinde ve gerekse organlar
arasındaki ilişkilerde büyük çaplı olumsuzlukların
oluştuğu konusunda fikirsel birliktelik ve oydaşlık ifade etmektedirler.
Türkiye’de hiç kimse
Devletin -tüm organları için geçerli olmak üzere- yeterli ve kabul edilebilir
düzeyde verimli ve etkili olduğunu
söyleyememektedir. Devletin işlemez durumda
olduğu ve tüm devlet organlarının belirgin bir yozlaşmanın ve iflasın
içinde olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmektedir.
Bu oydaşlık, bize göre, Anayasal sistemin değiştirilmesini özünde
haklı kılan temel ve gerçek nedeni oluşturmaktadır.
Buna karşılık “başkanlık” ve “yarı başkanlık” gibi gerekçeler
sanaldır, yapaydır ve gündemi oluşturma ve meşgul etme amacına yöneliktir.
Yukarıda belirtilen gerçek
nedenleri güçlendiren ve üzerinde oydaşlık
bulunan iki öteki önemli olguyu da
devletin temel rolü ve işlevlerinin tanımlanması ile kamu ekonomisinin genel ekonomi içindeki payının büyüklük düzeyinin
yeniden sorgulanması oluşturmaktadır.
Kimi zaman “Devlet küçültülmelidir!” sloganı ile
ortaya konulan ya da buna “Devlet,
küçültülmesi düşünülemeyecek kadar kutsaldır!” sloganı ile karşılık verilen bu görüşler
özünde genel ekonomik gelişme ve büyüme kalıpları içinde kamu sektörünün elinde
bulunan anamal kaynaklarının ulusal ekonomi içinde ne ölçüde kullanılması
gerektiği tartışmasıyla ilgilidir.
Kuşkusuz, bu tartışma da,
kendi içinde çeşitli yapaylıklar barındırmaktadır. 2000’li yıllara girerken
kimse devletin kasaplık yapmasını, çitçiye tarımsal girdiler
pazarlamasını, basma üretmesini ve
pazarlamasını ve hatta otomobil lastiği üretmesini istememektedir. Buna karşın,
hemen herkes, özel sektörün karlılık endişeleriyle gitmediği ancak kalkınma
gereksinimi içinde olan yörelerde devletin
kalkınma amaçlı öncü ve geliştirici roller ve sorumluluklar alması
gerekliliğini de yadsımamaktadır.
Ancak, uygulamada hala
yürürlükte bulunan çeşitli dengesizlikler ve aşırılıklar gerçek birer olgu
olarak ortada durmaktadır. Bu gibi durumlar devletin temel işlevleri ve kamu sektörünün genel ekonomi içindeki
payının büyüklüğü konusunda yeni tanımlamalar yapılmasını gerekli
kılmaktadır.
Öte yandan, özellikle
uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler bir yandan devlet tanımında yeni açılımlar getirirken bir diğer yandan da ulusal siyasal egemenlik kavramını mutlak
olmaktan çıkartarak başka uluslarla paylaşılabilir bir niteliğe
büründürmektedir.
Örneğin, “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ve “Helsinki Son Belgesi” 2000’li yılların çağdaş devleti için yeni
tanımlar, koşullar ve unsurlar getirmiştir.
Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinin belirleyicisi olan Kopenhag Ölçütleri olması gereken
devletin temel nitelik ve nicelikleri için tüm Avrupa tarafından ortaklaşa
benimsenmiş temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Avrupa Federalizmi’nin en az koşulu ise ulusal egemenliğin üstünde bir başka egemenliğin -Avrupa ortak
egemenliği- varlığını kabul etmektir.
Yukarıda genel çizgileriyle
belirtilen olgular ülkemizde yeni bir Anayasa yapılması için gerçek nedenleri oluşturmak
durumundadır.
Demokratikleşme
Gereksinimi
Türkiye’nin daha demokratik
bir yapıya kavuşması gerekmektedir. Ne var ki, çoğu kez demokratikleşme ile insan
hakları kavramları birbirlerinin yerine geçecek şekilde eşanlamlı olarak
kullanılmaktadır. Bu bağlamda, demokratikleşme kavramı bazen insan haklarının geliştirilmesi kavramının yerine
geçmek üzere kullanılmaktadır. Oysa, bu
iki kavram arasında temel farklılaşmalar vardır.
Bize göre, demokrasi siyasal iktidarın halk
tarafından, halk adına ve azınlık haklarını gözeterek kullanılması
demektir. Bu tanım en az iki unsurun
güvence altına alınmasını gerekli kılmaktadır. Bunlardan birincisi, halkın kararalma süreçlerine katılmasının
daha kesin ve gelişmiş koşullarda uygullanmasının güvence altına alınmasıdır.
İkincisi, bu bağlamda, halkın yeterli ölçüde siyasal karar verme ve siyasal tercih yapabilme yetkinliğine sahip
olduğunun bir varsayım olarak kabul edilmesi ve bu irade üzerinde bir başka patronaj/sahiplik/üstünlük olgusunun
bulunmaması gerekmektedir.
Bu iki unsurun
gerçekleştirilebilme düzeyinin yüksekliği ülkenin demokratikleşme düzeyinin de
o ölçüde gelişmesi anlamına gelecektir. 1982 Anayasası’nın, bu açıdan ele
alındığında, bazı sınırlayıcı unsurlara sahip olduğu görülmektedir. Bu
sınırlılıkların burada tek tek ele alınmasına gerek bulunmamaktadır. Ancak,
özellikle vurgulanması gereken nokta Türk halkının kararalma süreçlerine
katılması için ülkede pek çok olanakların var olmasına karşın halkın henüz
demokrasinin gereklerini tam olarak yerine getirebilecek olgunluğa sahip
olmadığı varsayımından hareket edenlerin halkın üzerinde başka bazı güçleri yolgösterici ve öğretici olarak kabul edebilmeleridir.
Bu çerçevede, Türkiye demokratik çizgisini daha yukarı düzeylere
çekmek durumundadır. Bu yolda yapılması gerekli yeni düzenlemeler siyasal
parti rejiminden seçim sistemine ve referandum türlerine kadar değişen pek çok
alanı, konuyu ve kurumu kapsamak durumunda olacaktır.
Temel
İnsan Hakları ve Özgürlükleri Alanında Gelişme Gereksinimi
Bu gereksinimi yalnızca
kültürel haklar ve din ve inanç özgürlüğü kavramının tanımında aramak ve
bunlarla sınırlamak kuşkusuz son derecede anlamsızdır. 1960 Anayasası’nda yer
alan ancak 1982 Anayasası’nda sözü edilmeyen “özgürlüklerin özü kavramı” bu alandaki eksiklikleri en iyi açıklayabilecek kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 1960
Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi verdiği bir karar ile
bu kavrama çok isabetli bir açıklama getirmiştir. 1980 Anayasası dönemine
girildikten sonra en önemli değişiklik insan hakları kavramı üzerinde olmuştur.
1960 Anayasası temel insan
haklarına olumlu bakış açısına dayalı tanımlar getirirken ve geliştirilmelerini
öngörürken 1980 Anayasası -1970 ile 1980 arasında yaşanan anarşinin fazla
özgürlükçü anayasal ortamdan kaynaklandığı gerekçesi ve öngörüsü ile- temel
insan hak ve özgürlüklerini olumsuz bakış açısına dayalı bir tanımla ele almayı
yeğlemiştir. Bu ele alış çerçevesinde temel insan hakları ve özgürlükleri
geliştirilmesi gereken kavramlar olarak değil fakat sınırlanması gereken
kavramlar olarak ele alınmıştır. “Temel hak ve özgürlüklerin özü” kavramı
özgürlükler konusunda mutlak
dokunulmazlık alanı kavramını getirirken 1980 Anayasası’nda yer alan “özgürlüklerin koşulları ve sınırları” kavramı
bunun tam tersi bir anlayışı ortaya koymuştur. Bu filozofik farkılılaşma iki
Anayasa arasındaki temel ayrım çizgisini oluşturmaktadır. Kanımızca, 2000’li
yıllara girerken Türkiye’nin insan hakları konusundaki açmazını kültürel haklar
ya da din, vicdan ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerindeki tartışmalar
değil Türk bireylerinin temel hak ve özgürlüklerinin “özü” kavramı oluşturmaktadır.
Bu nedenle, insan hak ve
özgürlükleri konusundaki temel sorun hangi hak ve özgürlüklerin ne derecede
kullanılabilir olduğu değil; fakat, hak ve özgürlüklerin dokunulmazlık alanını
ve kapsamını belirleyen “öz” kavramının
yeniden tanımlanması gerekliliğidir.
Devletin
Rolü ve İşlevleri
Türkiye’nin son 80 yılı tam
bağımsızlığa sahip ulus devletinin kurulması ve toplumsal ve ekonomik
kalkınmanın çağdaş yaşam koşullarına ulaşmayı sağlayacak şekilde
gerçekleştirilmesi uğraşları içinde geçmiştir. Kuşkusuz, kamu anamallarının
kullanılması yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan bu süreç içinde çok önemli
yollar alınmış ve başarılar elde edilmiştir. Bunun en önemli göstergesi ülkenin
AB üyeliği için adaylığının kesinleşmiş olması ve gelecek ilk on yıl içinde
elde edilebilecek üyelik nedeniyle Avrupa düzeyinde gelişmiş bir iç pazar ve
ekonomi içinde tam rekabet koşullarına sahip bir ekonomik güce ulaşılabilmiş
olmasıdır. Aynı şekilde, ihracat bileşimi içinde tarımsal ağırlığın yerini
endüstriyel ağırlığa bırakmış olması ve adı henüz duyulmaya başlayan “G-20”
ülkeleri arasına Türkiye’nin de girmiş olması da aynı gerçeği işaret
etmektedir.
Ne var ki, bu konuma gelmiş
bir siyasal, ekonomik, toplumsal ve kurumsal yapı içinde devlet aygıtının
üstlendiği ve sürdürmeye çalıştığı işlevlerin geçerlilik düzeyi kuşkuyla
karşılanmaktadır. Halen devlet eliyle yürütülmekte olan pek çok ekonomik ve toplumsal
nitelikli işlevin yeterli parasal kaynağa ve insangücü donanımına ulaşmış özel
sektör tarafından yapılabilir olması son derecede olağan bir konuma gelmiştir.
Kuşkusuz, bu yazıda bu alanların neler olabileceği tartışması içine
girilmeyecektir. Ancak, devletin temel iş ve işlevlerinin sınırlandırılması ve
Başkent’de oluşmuş olan yoğunluğun ‘merkezkaç’
ya da yerinden yönetim güçlerine aktarılması gerekliliği açıkça ortadadır.
Sözünü etmeye çalıştığımız bu ‘merkezkaç’ güçlerden birincisi özel sektördür.
Pek çok toplumsal ve ekonomik nitelikli işlev devletden alınarak özel sektöre
aktarılabilir durumdadır. Bu amaç yalnızca özelleştirme yöntemleriyle değil
fakat aynı zamanda piyasa türü yönetim araçlarının da geliştirilmesiyle elde
edilebilecek bir sonuçtur. İkinci tür merkezkaç güç ise kurumsal ve yönetsel
ağırlıklıdır. Merkezde aşırı ölçüde
yoğunlaşmış yetki, görev ve sorumluluklar bir yandan en önemli olan yersel
yerinden yönetim kurumu olan belediyelere aktarılırken öte yandan hizmet
yerinden yönetim kuruluşlarına devredilmeli ya da en azından merkezdeki
yoğunluk yetki devri yolu ile merkezin alandaki ajanlarına bırakılmalıdır.
Yukarıda genel çizgileriyle
ortaya konulan bu gereksinim devletin temel işlevlerinin gözden geçirilmesini
ve sorunun aday üyesi olduğumuz Avrupa Birliği’nin bu konudaki temel ölçütü
olan “yerel uygunluk” (subsidiarity) ilkesi çerçevesinde
çözümlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır.
Organlar
Arası İlişkiler
Yeni Anayasa gereksinimini
ortaya çıkaran gerçek nedenlerden bir başkası da yasama-yürütme-yargı
arasındaki göreli farklılaşmanın artık
ortadan kalkmış olmasıdır. Özellikle siyasi
parti disiplini ve milletvekillerinin
sisteme yabancılaşması süreci sonucunda yürütme hem yasama ve hem de yargıya egemen olmuştur.
Yasamanın yürütme üzerindeki
denetleme yetkisi tümüyle ortadan kalkmış ve göstermelik duruma gelmiştir.
Hatta, yürütme yasama organının içinde bulunduğu yetersizliğin sonucu olarak
hem hazırladığı yasa tasarılarını parti disiplini yoluyla yasama organına
benimsetmek ve hem de yetki kanunları ve kanun hükmünde kararnameler yoluyla yasama organını “by-pass” etmek konumuna
gelmiştir.
Yürütme, Yüksek Hakimler Kurulu
aracılığıyla ve yargıçların özlük hakları üzerindeki parasal gücüyle ve atama
yetkisiyle yargıyı da denetim altına
almıştır.
Bu organlar arasında
kuramsal olarak oluşturulan “fren ve
denge” sistemleri pratikte
işlememektedir. Ayrıca, bu her üç organ da, yönetsel yetkinliklerinin
yetersizliği nedeniyle kurumsal açıdan
etkisizlik ve verimsizlik sorunu içine düşmüş bulunmaktadırlar.
Bunun da ötesinde, üç organ
da, başta yolsuzluk ve rüşvet gibi etik
eksiklikler olmak üzere ciddi büropatolojler içinde bulunmaktadırlar.
Yürütme yürütmeye; yasama yasamaya ve yargı yargıya benzememektedir. Yürütme,
hukukun üstünlüğü ilkesini tam olarak yaşama geçirememiş; yasama ülkenin
sorunlarını çözebilmek yeteneğinin gerisinde kalmış ve yargı adalet dağıtamaz
olmuştur.
Bu bağlamda parlamenter
sistemin yerini almak üzere yapılan sistem önerileri sanal ve yapay olmanın
ötesine geçememektedirler. Şekilsel
değişikliklerden mucizeler beklenmektedir. Oysa, gerçek neden bu
arayışların çok dışındadır ve özünde
sistemlerin yozlaşması süreciyle ilgilidir. Anayasa bu nedenlerle yeniden
düzenlenmek durumundadır.
Kuşkusuz bu ilişkilere
eklenebilecek bir başka unsur da cumhurbaşkanının
durumudur. Gerek cumhurbaşkanının siyasal
bir simge olmaktan sorun çözücü yansız hakem
olmasına kadar değişen kimlik bunalımına
son vermek zorunluluğu ve gerekse yasama, yürütme ve yargı üzerindeki
yetkilerinin yeterlilik ve etkililik düzeyi bu makamın da yeniden
tanımlanmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Sonuç
Anayasalar toplumların
siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal çatısını
kuran temel belgelerdir. Bu nedenle de, toplumların içinde bulundukları ve
yakın gelecekte içine girecekleri dinamiklerle
uyum içinde bulunmalıdırlar.
Bu bağlamda, Türkiye’de
halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’na bakıldığında Anayasa ile temel
toplumsal-siyasal-ekonomik dinamikler arasında belirgin uyumsuzluklar görülmektedir.
Anayasa
elbisesi hem topluma dar gelmekte ve hem de toplumun eriştiği dinamikleri
yeterince yönlendirememektedir.
Ülkemizde, Anayasa
değişikliğini bir gereksinim durumuna getiren gerçek neden budur. İleri sürülmeye çalışılan sanal nedenler ise yeni bir düzenlemede daha avantajlı siyasal ve
ekonomik konum elde etmek isteyenlerin bu isteklerini gizlemek için
türettikleri yapay nitelikli ve çözüm üretebilme yetenekleri sınırlı çözüm
önerilerine dayanak yapılmak istenen fikir topluluklarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder