Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

16 Haziran 2025 Pazartesi

 

İRAN VE İSRAİL SAVAŞI 2025

 

PROF. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

 

 

GİRİŞ

Orta Doğu'nun stratejik önemi bölgedeki enerji kaynakları ve tarihsel çatışmalar bağlamında büyüktür. İran ile İsrail arasındaki savaş, sadece iki ülke arasında değil, bölgesel ve küresel güç dengelerini etkileyen çok boyutlu bir kriz olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışma, savaşın nedenlerini, bölgesel ve uluslararası aktörlerin rolünü, enerji güvenliği üzerindeki etkilerini ve geleceğe yönelik olası senaryoları kapsamlı bir biçimde çözümlemeyi amaçlamaktadır.

Kuramsal Çerçeve

Bu çalışma, uluslararası ilişkilerde güç dengesi teorisi ve gerçekçilik yaklaşımı temelinde şekillenmiştir. Güç dengesi teorisi, devletlerin kendi güvenliklerini sağlamak için ittifaklar kurduğunu ve çatışmaları yönetmeye çalıştığını savunur. Gerçekçilik ise devletlerin anarşik uluslararası sistemde kendi çıkarlarını ön planda tutan akılcı aktörler olduğunu vurgular. İran-İsrail çatışması, bu kuramsal bakış açısıyla çözümlenerek edilerek bölgesel güvenlik dinamikleri ve stratejik hesaplar incelenmiştir.

Araştırma Soruları

Çalışmanın yanıt aradığı araştırma soruları şunlardır: İran-İsrail savaşı hangi uluslararası ve bölgesel etmenlerden kaynaklanmaktadır? Bu çatışmada bölgesel ve uluslararası aktörlerin roller ve etkileri nelerdir? Savaşın Orta Doğu enerji güvenliği ve küresel enerji piyasalarına etkileri nasıl şekillenmektedir? Çatışmanın geleceği ve bölgesel istikrar üzerindeki olası sonuçları nelerdir?

Yöntem

Bu çalışma nitel araştırma yöntemine dayanmaktadır. Yazın taraması, raporlar, devlet açıklamaları ve güvenilir haber kaynaklarından elde edilen veriler kullanılmıştır. Ayrıca bölgesel ve küresel aktörlerin dış siyasa tutumları karşılaştırmalı çözümleme yöntemiyle incelenmiştir. Çözümlemeler mevcut olgusal veriler ışığında gerçekleşen gelişmelerin sistemli değerlendirilmesine dayanır.

ÇÖZÜMLEME

İran-İsrail Savaşının Niteliği: Vekâlet Savaşı mı, Doğrudan Çatışma mı?

İran ile İsrail arasındaki gerilim uzun yıllardır farklı düzeylerde seyretmiş olmakla birlikte çatışmanın niteliği bakımından çoğunlukla “vekâlet savaşı” (proxy war) çerçevesinde değerlendirilmiştir. Ancak son dönemdeki gelişmeler bu çatışmanın vekâlet savaşlarının ötesine geçerek doğrudan çatışma dinamiklerini içermeye başladığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, savaşın niteliğini anlamak ve tanımlamak için hem tarihsel seyir hem de güncel olgular dikkate alınmalıdır.

İran, Orta Doğu’da Şii eksenli bir nüfuz stratejisi izlemekte, bu strateji çerçevesinde Hizbullah (Lübnan), Hamas ve İslami Cihad (Gazze), Haşdi Şabi (Irak) ve Ensarullah/Husiler (Yemen) gibi devlet dışı aktörlere uzun süredir sistemli bir şekilde askerî, mali ve siyasal destek sağlamaktadır. Bu gruplar aracılığıyla yürütülen çatışmalar, İran’ın doğrudan taraf olmadığı ancak etkisini alanda yoğun biçimde gösterdiği bir vekâlet savaşı biçimini almıştır. İsrail ise bu örgütleri, İran’ın bölgesel yayılmacılığının ileri karakolları olarak değerlendirmekte ve onları hedef alan yoğun bir hava operasyonları stratejisi sürdürmektedir.

Coğrafi olarak savaş alanının İran ve İsrail toprakları dışında, özellikle Suriye, Lübnan ve Gazze gibi üçüncü bölgelerde yoğunlaşmış olması bu çatışmanın vekâlet savaşı doğasını güçlendirmektedir. İran’ın Suriye’deki Devrim Muhafızları üsleri, Lübnan’daki Hizbullah mevzileri ve Gazze’deki direniş hareketleri İsrail’in sıklıkla hedef aldığı alanlardır. Bu durum, İran ile İsrail arasında doğrudan sıcak çatışma yaşanmadığını ancak bölgesel vekiller aracılığıyla sürdürülen bir savaşın var olduğunu doğrulamaktadır.

Ancak, 2024 yılı itibarıyla yaşanan bazı gelişmeler çatışmanın niteliğinde bir dönüşüm yaşandığını göstermektedir. Özellikle Nisan 2024'te İran’ın doğrudan İsrail topraklarını hedef alan füze ve insansız hava aracı saldırısı vekâlet savaşı mantığının ötesine geçen ilk açık eylem olarak kayıtlara geçmiştir. Bu saldırıya karşılık olarak İsrail’in İsfahan’daki İran Devrim Muhafızları'na ait tesisleri hedef alması ise her iki ülkenin kendi ulusal sınırlarını doğrudan karşılıklı saldırı alanına dönüştürdüğünü ortaya koymuştur. Bu gelişmeler savaşın doğrudan çatışma biçimine evrilmekte olduğunu ve vekâlet savaşının artık tek başına açıklayıcı bir çerçeve sunmadığını göstermektedir.

Dolayısıyla, İran-İsrail savaşı olgusal açıdan değerlendirildiğinde uzun süre vekâlet savaşı niteliği taşıdığı ancak özellikle 2024 sonrası gelişmelerle birlikte bu niteliğin aşılmaya başlandığı ve iki ülkenin doğrudan çatışma eşiğine geldiği sonucuna ulaşmak olanaklıdır. Bu bağlamda, çatışmanın mevcut niteliği “vekil aktörler üzerinden yürütülen ancak doğrudan savaş dinamiklerine açık bir hibrit savaş” olarak tanımlanabilir.

İran-İsrail Savaşının Bölgesel ve Küresel Aktörler Açısından Çözümlenmesi

İran ile İsrail arasında giderek tırmanan çatışma yalnızca iki ülke arasında sınırlı kalan bir askeri gerilim olarak değerlendirilemez. Bu savaş hem bölgesel güç dengeleri hem de küresel jeopolitik dinamikler açısından çok katmanlı etkiler yaratmaktadır. Bu nedenle, söz konusu çatışmanın bölgesel ve küresel aktörler açısından nasıl anlamlandırıldığına ve tarafların tutumlarına ilişkin çözümleyici bir değerlendirme yapmak gerekmektedir.

Bölgesel Aktörler ve Stratejik Konumlanışlar

Hizbullah ve Lübnan

İran’ın bölgedeki en güçlü vekil aktörü olan Hizbullah, İsrail’in kuzey sınırında sürekli bir tehdit unsuru oluşturmakta ve İran’ın caydırıcılık stratejisinin merkezinde yer almaktadır. Hizbullah’ın sahip olduğu füze ve roket kapasitesi İsrail açısından stratejik bir risk olarak değerlendirilmektedir. Ancak Lübnan devletinin zayıf yapısı ve ekonomik kriz nedeniyle savaş istememesi Hizbullah’ın eylemlerini sınırlayıcı bir etken yaratmaktadır. Buna karşın, İsrail’in güneyde Hamas’a karşı yürüttüğü operasyonlarla eş zamanlı olarak kuzey cephesinden Hizbullah saldırıları artmıştır. Bu durum savaşın iki cepheli ve bölgesel karakterini pekiştirmiştir.

Hamas ve Gazze

Hamas, İran’ın ideolojik ve stratejik olarak desteklediği bir diğer silahlı aktördür. Gazze Şeridi üzerinden İsrail’e yönelik roket saldırıları ve tünel operasyonları İran’ın bölgesel vekâlet mimarisinin bir başka ayağını oluşturmaktadır. Hamas'ın 2023 ve 2024 yıllarında gerçekleştirdiği büyük çaplı saldırılar İsrail’in iç güvenliğini doğrudan tehdit etmiş ve geniş çaplı askeri operasyonlara zemin hazırlamıştır. Hamas’ın, İran’ın bölgesel stratejisinde hem dikkat dağıtıcı bir unsur hem de İsrail’in caydırıcılığını test eden bir araç olarak konumlandığı görülmektedir.

Suriye

Suriye, İran-İsrail çatışmasında eylemli bir savaş alanına dönüşmüştür. İran, Suriye topraklarında askeri üsler kurmuş ve Şii milis güçlerini konuşlandırmıştır. İsrail ise bu noktaları hedef alan yoğun hava saldırılarıyla İran’ın Suriye’deki varlığını sınırlamaya çalışmaktadır. Suriye’nin egemenlik kapasitesinin zayıflığı ve Esad rejiminin İran’a olan bağımlılığı bu ülkeyi doğrudan bir vekâlet alanı durumuna getirmiştir.

Suudi Arabistan ve Körfez Ülkeleri

Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri İran’ın yayılmacı siyasalarından doğrudan rahatsızlık duymakta ancak İsrail ile açık bir iş birliğinden de çekinmektedir. Bu ülkeler, İran-İsrail geriliminde İsrail’in zayıflamasını istememekte ancak çatışmanın genişlemesinden endişe duymaktadır. Suudi Arabistan’ın 2023 ve 2024 yıllarında İran ile başlattığı diplomatik normalleşme süreci bu ülkelerin çatışmadan kaçınma eğilimini yansıtmaktadır.

Türkiye

Türkiye, bölgesel bir güç olarak İran-İsrail savaşına doğrudan taraf olmamakla birlikte gelişmeleri yakından izlemektedir. Türkiye, hem İran ile ekonomik ve jeopolitik çıkar ilişkilerine sahiptir hem de İsrail ile diplomatik ilişkilerini yeniden kurma sürecindedir. Bu nedenle Türkiye, tarafsız bir arabulucu profili çizmeye çalışmakta ancak savaşın Suriye’ye yayılması durumunda güvenlik kaygıları nedeniyle daha etkili bir konuma geçme gizil gücüne sahip bulunmaktadır.

Küresel Aktörler: Büyük Güçlerin Tutumu

Amerika Birleşik Devletleri

ABD, İsrail’in geleneksel müttefiki olarak bu çatışmada net biçimde İsrail’in yanında konumlanmaktadır. ABD, İsrail’e gelişmiş hava savunma sistemleri, mühimmat desteği ve stratejik istihbarat sağlamaktadır. Ayrıca Doğu Akdeniz'e uçak gemileri konuşlandırarak caydırıcılık mesajı vermektedir. Ancak ABD yönetimi, çatışmanın daha da büyüyerek bölgesel bir savaşa dönüşmesini istememektedir. Bu nedenle İsrail’e zaman zaman operasyonel sınırlamalar getirmeye çalışmakta ve diplomatik çözüm çağrılarında bulunmaktadır.

Rusya Federasyonu

Rusya, Suriye’deki askeri varlığı nedeniyle İran-İsrail çatışmasını dikkatle izlemektedir. Moskova, İran’ın Suriye’deki artan etkisini de sınırlandırmaya çalışmaktadır. İsrail ile Rusya arasında “çatışmasızlık mekanizmaları” çerçevesinde bir eşgüdüm sistemi vardır. Bu nedenle Rusya, çatışmanın Suriye alansında kontrol dışına çıkmasından rahatsızlık duymaktadır. Ancak küresel ölçekte ABD karşıtı ekseni güçlendirmek için İran’ın yanında durmaya eğilimlidir.

Çin Halk Cumhuriyeti

Çin, İran ile ekonomik ilişkilerini özellikle enerji alanında yoğunlaştırmış ve 25 yıllık stratejik iş birliği anlaşması imzalamıştır. Ancak Çin doğrudan askerî müdahaleden kaçınmakta ve taraflar arasında arabulucu bir profil çizmeye çalışmaktadır. Pekin yönetimi, Orta Doğu’daki kararsızlıkların “Kuşak ve Yol Girişimi” üzerindeki olası etkilerini minimize etmeyi hedeflemektedir.

Özetlemek gerekirse, İran-İsrail savaşı, klasik bir ikili çatışmadan ziyade çok aktörlü, çok düzlemli ve çok merkezli bir güvenlik krizine dönüşmüştür. Bölgesel aktörlerin çoğu doğrudan taraf olmamakla birlikte vekil güçler aracılığıyla savaşın parçası durumuna gelmiştir. Küresel aktörler ise çatışmanın bölgesel dengeleri sarsmasını istememekte ancak kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda taraflara örtülü ya da açık destek sunmaktadır. Bu bağlamda, İran-İsrail savaşı yalnızca iki ülkenin değil tüm Orta Doğu’nun ve hatta küresel düzenin yeniden şekillenmesinde rol oynayabilecek gizil güce sahip bir çatışma dinamiğine dönüşmüştür.

Netanyahu’nun İç Politik Konumu ve Savaşların Araçsallaştırılması

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun hem Gazze’deki savaşın hem de İran’a yönelik doğrudan ya da dolaylı askeri angajmanların başlatılması ve sürdürülmesindeki rolü yalnızca güvenlik stratejisiyle açıklanamayacak kadar çok boyutlu bir siyasal bağlam içerisinde ele alınmalıdır. Özellikle İsrail kamuoyunda ve uluslararası gözlemciler arasında giderek artan bir kanı Netanyahu’nun bu savaşları kendi siyasal ve hukuksal geleceğini korumak amacıyla stratejik biçimde araçsallaştırdığı yönündedir.

Netanyahu'nun Yolsuzluk Davaları ve Yargılanma Süreci

Benjamin Netanyahu hakkında 2019’dan bu yana kamuoyunu etkileyen ciddi yolsuzluk savları ve bunlara ilişkin açılmış davalar bulunmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar arasında rüşvet alma, güveni kötüye kullanma ve dolandırıcılık gibi ağır iddialar yer almaktadır. Bu davalar, Netanyahu’nun siyasal kariyeri açısından yalnızca bir meşruluk krizi değil aynı zamanda kişisel özgürlüğünü tehdit eden hukuksal bir süreçtir. Yargı süreci devam ederken Netanyahu’nun yargıya yönelik sistemli müdahaleleri dikkat çekmiştir. 2023’te başlattığı tartışmalı yargı reformu girişimi, Yüksek Mahkeme’nin yetkilerini sınırlamayı ve yürütmenin yargı üzerindeki etkisini artırmayı hedeflemiştir. Bu girişimler, İsrail’de ciddi toplumsal protestolara ve siyasal kutuplaşmaya neden olmuştur.

Savaş ve İç Siyasada “Birleşme Etkisi” (Rally ‘Round the Flag)

Netanyahu'nun karşı karşıya olduğu yargı süreci popüler desteğinin zayıfladığı bir döneme denk gelmiştir. Bu bağlamda, savaş siyasaları aracılığıyla toplumun dikkatini farklı yöne çekme ve ulusal güvenlik tehdidi söylemi üzerinden bir “birleşme etkisi” yaratma stratejisi izlediği yönünde ciddi değerlendirmeler yapılmaktadır. Siyasal psikoloji literatüründe “bayrak çevresinde toplama etkisi” (rally 'round the flag effect) olarak bilinen bu etki özellikle savaş gibi kriz durumlarında liderlerin kamuoyunda destek oranlarını artırabildiğini göstermektedir. Netanyahu da özellikle Hamas’ın Ekim 2023 saldırısının ardından başlattığı geniş kapsamlı Gazze operasyonu ile hem eleştirileri bastırmış hem de geçici de olsa ulusal birlik atmosferi yaratmayı başarmıştır.

İran Tehdidinin Seçici Zamanlaması

Netanyahu'nun İran siyasasında yıllardır süregelen bir “varoluşsal (existential) tehdit” söylemi vardır. Ancak İran’a yönelik doğrudan saldırıların ve İran’a karşı misilleme operasyonlarının tam da iç baskının arttığı anlara denk gelmesi dikkat çekicidir. 2024’te Gazze savaşı uluslararası düzeyde ağır eleştiriler alırken İran’a yönelik saldırıların gündeme gelmesi hem dikkat dağıtma hem de güvenlik söylemini derinleştirme stratejisinin bir parçası olarak yorumlanabilir.

Koalisyon Dengeleri ve Köktenci Unsurlar

Netanyahu, İsrail siyasetinde köktenci sağ unsurlarla kurduğu kırılgan koalisyonu sürdürebilmek adına hem Gazze’de hem İran karşısında sertlik siyasaları izlemektedir. Koalisyon ortaklarının birçoğu Filistinlilere karşı sert güvenlik siyasalarının sürmesini ve İran’a karşı saldırgan tutumun devam etmesini istemektedir. Bu durum, Netanyahu’yu iç siyasette manevra alanını daraltan bir etmen olarak savaşın devamlılığını siyasal bir zorunluluk durumuna getirmektedir.

Özetlemek gerekirse, Netanyahu’nun Gazze ve İran merkezli savaşlara yönelimi yalnızca dış tehdit algısıyla ya da güvenlik stratejileriyle açıklanamaz. Aksine, bu savaşların önemli ölçüde iç siyasal çıkarlar, yargıdan kaçınma stratejileri ve koalisyonu ayakta tutma çabasıyla iç içe geçtiği görülmektedir. Bu yönüyle savaş, bir ulusal savunma refleksi olmanın ötesine geçerek siyasal iktidarın korunması adına araçsallaştırılmış bir mekanizma durumuna gelmektedir. Dolayısıyla Netanyahu’nun güvenlik siyasaları yalnızca bölgesel değil aynı zamanda iç hukuk ve demokrasi krizi bağlamında da ele alınmalıdır.

Netanyahu’nun Savaş Stratejisini Araçsallaştırması: Siyasal ve Yapısal Gerekçelendirme

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun özellikle 2023 sonrasında Gazze ve İran’a karşı izlediği saldırgan dış siyasanın, sadece güvenlik ihtiyaçlarıyla değil, aynı zamanda iç politik çıkarlarla doğrudan ilintili olduğu yönündeki değerlendirme olgusal verilere ve tarihsel siyasal örüntülere dayandırılarak gerekçelendirilebilir. Aşağıda bu araçsallaştırma süreci üç ana başlık altında gerekçelendirilmektedir: tarihsel siyasal örüntü, iç siyasal kriz bağlamı ve yapısal koalisyon baskısı.

Tarihsel Siyasal Örüntü: Kriz Anlarında Güç Birleştirme

Netanyahu’nun siyasal kariyeri incelendiğinde dış siyasa krizlerini iç politik konumunu güçlendirme aracı olarak kullandığına dair tutarlı bir örüntü gözlemlenir. 1996’daki ilk başbakanlık döneminden itibaren her güvenlik krizinde kamuoyunu "varoluşsal tehdit" söylemi etrafında bütünleştirme eğilimi göstermiştir. 2009’da Gazze’de başlatılan “Dökme Kurşun Operasyonu” ile 2012’deki “Bulut Sütunu Operasyonu” gibi örnekler, kamuoyundaki güvenlik kaygılarının Netanyahu’nun siyasal konumunu güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Netanyahu, dış tehdit algısına dayalı siyasal söylemi sadece güvenlik kaygılarını değil aynı zamanda ideolojik kutuplaşmayı da derinleştirmek için araçsallaştırmaktadır. Her kriz anında kullandığı dil İsrail toplumunu “biz ve onlar” ikiliğine sıkıştırarak içerideki muhalefeti etkisizleştirme stratejisine hizmet etmektedir. Bu strateji, özellikle yolsuzluk suçlamalarının ve yargı reformlarına karşı gelişen protestoların yoğunlaştığı 2023 sonrasında daha da görünür olmuştur.

İç Siyasal Kriz Bağlamı: Yolsuzluk Yargılaması ve Meşruluk Sorunu

Netanyahu’nun siyasal geleceğini doğrudan etkileyen yolsuzluk davaları liderlik meşruluğunu derin bir biçimde sarsmıştır. Bu süreçte başlatılan tartışmalı “yargı reformu” girişimi hem hukuksal normların aşındırılması hem de sokaklarda yüz binlerce kişinin katıldığı protestolarla İsrail siyasetinde bir rejim krizi yaratmıştır. Netanyahu, bu dönemde içeride bir hukuk devleti krizini tetiklerken dışarıda ise güvenlik krizlerini tırmandırarak dikkatleri başka yöne çekme stratejisine yönelmiştir. Krizleri yöneten bir lider görüntüsü, yargılama sürecini gölgede bırakmakta ve kamuoyunun dikkatini yasal süreçten uzaklaştırmaktadır. Nitekim kamuoyu araştırmaları savaş dönemlerinde Netanyahu’nun kısa vadeli oy oranlarında yükseliş yaşandığını göstermektedir. Bu durum, liderin savaşları stratejik biçimde zamanladığı ve içerideki krizleri bastırma aracı olarak kullandığı savını desteklemektedir.

Yapısal Koalisyon Baskısı ve Savaşın Devamlılığı

Netanyahu’nun kurduğu son koalisyon hükümeti, İsrail tarihinin en sağcı ve en dindar unsurlarını içeren bir siyasal bileşimdir. Koalisyonun ayakta kalması özellikle Batı Şeria’daki yerleşimci grupların temsilcileri ve aşırı sağcı figürlerin taleplerinin karşılanmasına bağlıdır. Bu aktörler, hem Filistinlilere yönelik şiddet siyasasının sürmesini hem de İran’a karşı en yüksek sertlik siyasalarının benimsenmesini zorunlu kılmaktadır. Bu yapısal zorunluluk, Netanyahu’nun manevra alanını daraltmakta ve savaşın devamlılığını iç siyasa açısından bir zorunluluk hâline getirmektedir. Başbakanın bu nedenle diplomatik yollardan çok askeri çözüm yöntemlerine yönelmesi yalnızca kişisel çıkarlarla değil aynı zamanda siyasal koalisyonun sürdürülebilirliğiyle de doğrudan ilişkilidir.

Uluslararası Konjonktürden Yararlanma

Netanyahu, özellikle ABD’de seçim sürecini ve Batı dünyasında Ukrayna savaşı nedeniyle yaşanan dikkat dağılmasını da kendi lehine kullanmıştır. Bu sayede İsrail’in Gazze’deki yoğun operasyonlarını ve İran’a yönelik doğrudan saldırılarını uluslararası tepki almadan sürdürebilmiştir. Bu dış destek ya da sessizlik ortamı savaş siyasalarının sürdürülmesini kolaylaştırmakta ve Netanyahu’ya uluslararası denetimden büyük ölçüde kaçınma alanı yaratmaktadır. Netanyahu’nun Gazze ve İran savaşlarını sürdürme biçimi, bir güvenlik zorunluluğunun ötesine geçerek, iç politik meşruluk krizini yönetme ve kişisel yargılanma sürecini perdeleme stratejisine dönüşmüştür. Tarihsel örüntüler, yargı krizinin baskısı ve koalisyon yapısının dayattığı politik zorunluluklar bu stratejiyi beslemektedir. Bu yönüyle savaş Netanyahu’nun iktidarda kalabilmek için devletin askeri kapasitesini seferber ettiği ve iç krizi dış çatışmayla yönettiği klasik bir güç araçsallaştırması örneği olarak değerlendirilebilir.

İran-İsrail Savaşında Batılı Ülkelerin Tutumu: Çok Katmanlı Bir Değerlendirme

İran ile İsrail arasındaki çatışmanın seyri üzerinde belirleyici etkiye sahip olan Batılı ülkeler, bu savaşta hem tarihsel müttefiklik ilişkileri hem de stratejik çıkarlar çerçevesinde karmaşık ve çok katmanlı bir tutum sergilemektedir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Avrupa’nın önde gelen ülkeleri bir yandan İsrail’in güvenliğini öncelikli dış siyasa hedefi olarak görmekte öte yandan savaşın bölgesel kararsızlığı tetikleyici etkilerinden ve uluslararası hukukun çiğnenmesi olasılığından endişe duymaktadır. Bu çelişkili yaklaşımlar Batılı ülkelerin bu savaştaki rollerini “stratejik ikilem” ekseninde konumlandırmaktadır.

Amerika Birleşik Devletleri: Koşullu Destek ve Stratejik Sıkışma

ABD, İsrail’in en güçlü ve sürekli müttefiki konumundadır. 1948’den bu yana diplomatik, ekonomik ve askeri destek sürekli artarak devam etmiş ve özellikle Cumhuriyetçi yönetimler döneminde İsrail lehine daha keskin tutumlar alınmıştır. Biden yönetimi altında ise destek devam etmekle birlikte belirli koşullarla sınırlandırılmıştı. Gazze savaşı sürecinde, ABD yönetimi İsrail'e gelişmiş mühimmat, hava savunma sistemleri (özellikle “Demir Kubbe”) ve istihbarat desteği sağlamış ve buna karşılık kamuoyundaki baskılar ve uluslararası saygınlık kaygıları nedeniyle İsrail’e “insancıl koridorlar” açma ve “aşırı sivillere zarar verilmemesi” çağrıları yapmıştı. İran’a karşı doğrudan müdahale konusunda ise ABD temkinlidir. İran’la yaşanacak bir sıcak savaşın petrol fiyatları, Körfez güvenliği, Irak ve Afganistan'daki ABD çıkarları açısından büyük risk taşıyacağı düşünülmektedir. Bu nedenle ABD İran’a karşı doğrudan savaş yerine İsrail’in caydırıcı kapasitesini dolaylı yollarla desteklemeyi tercih etmektedir. İç siyasada ise savaş, Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında derin bir ayrışma yaratmıştır. Özellikle ilerici Demokrat kanat İsrail’in Gazze siyasalarını sert biçimde eleştirirken Cumhuriyetçi çevreler daha koşulsuz bir destek yaklaşımı benimsemektedir. Bu durum Trump yönetiminin manevra alanını sınırlayan bir başka etmendir.

Birleşik Krallık: Atlantikçi Sadakat ve Sınırlı Eleştiri

Birleşik Krallık, tarihsel olarak İsrail’in güvenliğine destek vermekle birlikte Brexit sonrası dış siyasada ABD ile stratejik uyumu daha da öncelikli duruma getirmiştir. Bu nedenle, İran-İsrail savaşında Londra’nın tutumu büyük ölçüde Washington ile paralellik göstermektedir. Askeri destek, daha çok deniz gücü üzerinden gerçekleşmekte ve Kraliyet Donanması Doğu Akdeniz’deki ABD güçlerine eşlik etmektedir. Diplomatik söylemde İngiltere hükümeti İsrail’in “meşru savunma hakkını” desteklemekte ancak insancıl kriz bağlamında sınırlı uyarılarla denge kurmaya çalışmaktadır. İç siyasada, özellikle İşçi Partisi içinde Gazze operasyonlarına yönelik güçlü bir eleştirel kanat bulunmaktadır. Bu durum, ülkede dış siyasa ile iç siyasal dinamiklerin nasıl iç içe geçtiğinin örneklerinden biridir.

Fransa: Stratejik Otonomi Arayışı ile Etik Kaygılar Arasında

Fransa, İsrail’in güvenliğini genel olarak desteklemekle birlikte, Orta Doğu siyasalarında ABD’ye tam bağımlı olmayan daha otonom bir çizgi izlemektedir. Emmanuel Macron’un dış siyasasında bu çizgi net şekilde gözlemlenmektedir. Fransa, İran’a doğrudan saldırı konusunda temkinlidir. Diplomatik çözüm yollarını, özellikle nükleer anlaşmanın (JCPOA) yeniden canlandırılmasını savunmaktadır. İsrail’in Gazze’deki askeri uygulamalarına ilişkin eleştiriler özellikle sivillere yönelik saldırılar bağlamında daha açıktan ifade edilmiştir. Fransa bu noktada İsrail’e tam destek vermekten çok dengeleyici bir aktör olma çabasındadır. Fransa’daki Müslüman nüfusun tepkileri iç siyasada önemli bir baskı unsurudur. Bu nedenle Macron yönetimi İsrail yanlısı pozisyonunu kamuoyunun tepkisini gözeterek dikkatli bir dille sunmaktadır.

Almanya: Tarihsel Yükümlülük ile Jeopolitik Gerilim Arasında

Almanya, İsrail’e destek konusunda tarihsel sorumluluk ve suçluluk psikolojisinin etkisiyle Avrupa’daki en güçlü savunuculardan biri olmuştur. Ancak son yıllarda özellikle Gazze operasyonlarının hukuksal meşruluğu tartışılır duruma geldikçe Almanya’nın tutumu kamuoyunda sorgulanmaya başlanmıştır. Silah satışları ve finansal destek Almanya’nın İsrail’e verdiği desteğin somut göstergeleridir. Ancak bu destek, sivil kayıplar karşısında ahlaksal ve hukuksal eleştirilerle karşılaşmaktadır. Alman kamuoyu, özellikle genç nesiller arasında Filistin’e yönelik daha duyarlı bir tutum geliştirmiştir. Bu da Berlin hükümetini dış siyasada daha dikkatli davranmaya zorlamaktadır. Yargı boyutu da dikkat çekicidir. 2024 yılında İsrail’in Gazze’deki eylemleriyle ilgili Uluslararası Adalet Divanı’na başvuran Güney Afrika’nın girişimi karşısında Almanya İsrail lehine müdahil olmuş ve bu da yoğun diplomatik tartışmalara yol açmıştır.

Özetlemek gerekirse, batılı ülkelerin İran-İsrail savaşına yaklaşımı, tarihsel yükümlülükler, jeopolitik çıkarlar ve iç politik baskılar arasında denge kurmaya çalışan çok katmanlı bir yapıya sahiptir. ABD en etkili aktör olarak İsrail’i askeri düzeyde desteklerken Avrupa ülkeleri daha temkinli ve çok yönlü bir tutum sergilemektedir. Bu aktörlerin çoğu, savaşın doğrudan İran topraklarına yayılmasını istememekte, ancak İsrail’in güvenliğini tartışmasız bir öncelik olarak görmektedir. Bu çelişkili yapı Batı’nın İran-İsrail savaşında etkili ama çelişkili bir aktör olarak konumlanmasına yol açmakta ve çatışmanın çözümüne değil sürüncemede kalmasına katkı sunmaktadır.

İran-İsrail Savaşının Uluslararası Hukuksal Bağlamı: Meşruluğun Sınırları

İran ile İsrail arasında süregiden silahlı çatışmalar, sadece siyasal ve stratejik düzeyde değil aynı zamanda uluslararası hukuk çerçevesinde de çok yönlü tartışmalara konu olmaktadır. Bu bağlamda, savaşın meşruluğu, yürütülme biçimi ve tarafların yükümlülükleri, Birleşmiş Milletler Antlaşması, Cenevre Sözleşmeleri ve Uluslararası Ceza Hukuku gibi temel kaynaklar dikkate alınarak değerlendirilmektedir. Özellikle devlet dışı aktörlerin varlığı ve çatışmanın sınır aşan niteliği mevcut hukuk düzeninin sınırlarını sınamaktadır.

Yasal (Meşru) Savunma İlkesi (UN Charter, Madde 51)

Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 51. maddesi, üye devletlere “silahlı saldırıya maruz kalmaları durumunda” bireysel ya da kolektif yasal savunma hakkı tanımaktadır. Bu çerçevede, İsrail gerek Hamas gerek Hizbullah saldırılarını İran tarafından desteklenen silahlı saldırılar olarak tanımlamakta ve bu saldırılara karşı yürütülen askeri operasyonları yasal savunma hakkı kapsamında savunmaktadır. Özellikle İran’ın doğrudan füze ve İHA saldırıları (2024) bu sava zemin oluşturmaktadır. Ancak yasal savunma hakkı, uluslararası hukukta zorunluluk ve orantılılık ilkeleriyle sınırlandırılmıştır. Sivil alanların hedef alınması, aşırı güç kullanımı ve sürekli bombardıman gibi uygulamalar yasal savunma sınırlarının çiğnenmesi olarak değerlendirilmektedir. İran ise, saldırıya maruz kalan taraf olduğunu ve İsrail’in bölgesel saldırganlığının hedefi olduğunu ileri sürmekte ve özellikle Suriye’deki İran tesislerine yönelik saldırılarını “uluslararası hukukun çiğnenmesi” olarak tanımlamaktadır.

Orantılılık ve Ayrım İlkesi (Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokoller)

Savaş hukukunun temel ilkeleri olan ayrım (distinction) ve orantılılık (proportionality) ilkeleri sivillerin korunmasını ve savaşın sadece meşru askeri hedeflerle sınırlı kalmasını zorunlu kılar. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü operasyonlarda, yoğun hava bombardımanı, altyapının yok edilmesi ve yüksek sivil kayıpları, bu ilkelere açık şekilde aykırılık kuşkusu doğurmaktadır. Sivil nüfusun yoğunlukta olduğu alanlarda yapılan saldırılar ayrım ilkesine uymamaktadır. Aynı şekilde, İran’ın desteklediği grupların (örneğin Hizbullah’ın) sivil yerleşimlerden füze atması da sivilleri kalkan olarak kullanma suçuna işaret etmektedir. Bu durum, her iki tarafın da uluslararası insancıl hukuk normlarını çiğnediği yönündeki eleştirileri güçlendirmektedir.

Devlet Dışı Silahlı Gruplara Karşı Güç Kullanımı

Çağdaş çatışmaların karakterini belirleyen en önemli unsurlardan biri devlet dışı silahlı grupların çatışma tarafı durumuna gelmesidir. Uluslararası hukuk, bu gruplara karşı devletlerin nasıl davranması gerektiğine ilişkin net kurallar sunmakta zorlanmaktadır. İsrail, Hamas ve Hizbullah gibi devlet dışı aktörleri “terör örgütü” olarak tanımlamakta ve bu yapıları hedef alan saldırılarını ulusal güvenliği koruma kapsamında meşrulaştırmaktadır. Ancak bu grupların sivil alanlarda etkinlik göstermesi orantısız karşılık riskini artırmaktadır. Öte yandan, İran’ın bu aktörlere sağladığı destek, uluslararası hukuk açısından dolaylı saldırı (indirect aggression) kapsamında değerlendirilebilir. Bu durum, devlet dışı aktörler aracılığıyla yürütülen vekâlet savaşlarının hukuksal sorumluluğunu tartışmaya açmaktadır.

Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Savaş Suçları Tartışması

2023 sonrasında özellikle Gazze'de yaşanan sivil kayıplar Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) gündemine taşınmıştır. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail aleyhine açtığı “soykırım” davası da bu sürecin bir parçasıdır. İsrail, UCM’nin yetkisini tanımamakta ve mahkemeyi taraflı olmakla suçlamaktadır. Buna karşın bazı Batılı ülkelerdeki sivil toplum kuruluşları ve insan hakları kuruluşları İsrail’in eylemlerini belgeleyerek hukuksal sürecin desteklenmesini savunmaktadır. İran ise UCM’ye taraf olmakla birlikte kendisine yönelen olası suçlamaları “anti-emperyalist mücadelenin bastırılması” olarak nitelendirmekte ve bu mekanizmaları Batı güdümünde araçlar olarak görmektedir.

Özetlemek gerekirse, İran-İsrail savaşı, uluslararası hukukun klasik savaş kuramlarıyla açıklanmakta zorlandığı, asimetrik ve hibrit çatışma karakteri taşıyan bir örnektir. Her iki taraf da uluslararası hukuk ilkelerini kendi stratejik çıkarları doğrultusunda yorumlamakta ve bu durum hem normların aşındırılmasına hem de uluslararası hukuk düzeninin meşruluk krizine girmesine neden olmaktadır. Özellikle yasal savunma hakkı, orantılılık ve sivillerin korunması ilkeleri bu savaşta hem kuramsal hem uygulama düzeyinde ağır ihlallerle karşı karşıyadır. Bu bağlamda çatışma sadece jeopolitik bir kriz değil aynı zamanda uluslararası hukukun sınırlarının sınandığı bir laboratuvar niteliğindedir.

İsrail’in İran’a Karşı Nükleer Silah Endişesi ve Yasal Savunma

Uluslararası hukukun temel belgelerinden biri olan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesi, devletlere “bir silahlı saldırıya uğradıklarında” yasal savunma hakkı tanımaktadır. Burada kritik olan nokta yasal savunmanın tetiklenmesi için “somut ve mevcut bir saldırı” ya da “yakın ve doğrudan tehdit”in varlığıdır.

Önleyici (Preventive) ve Önleyici (Preemptive) Saldırılar Arasındaki Fark

Önleyici saldırı (preventive attack) henüz gerçekleşmemiş ama gelecekte gerçekleşmesi olası bir tehdidi ortadan kaldırmak amacıyla yapılan saldırıdır. Bu tür saldırılar, uluslararası hukukta genel olarak yasaklanmıştır. Önleyici saldırı (preemptive strike) ise anında ve kesin bir saldırı tehdidine karşı yapılan ve yasal savunma kapsamında kabul edilen saldırıdır. İsrail’in İran’a karşı nükleer program gerekçesiyle gerçekleştirdiği eylemler genellikle önleyici saldırı kategorisine girmektedir. Bu da uluslararası hukukta yasal savunma kapsamı dışındadır.

Somut ve Yakın Tehdit Ölçütü

Uluslararası hukukta yasal savunmanın kabulü için saldırının somut, yakın ve doğrudan olması gerekmektedir. İran’ın nükleer silah geliştirme faaliyetleri ise henüz tamamlanmamış ve dolayısıyla doğrudan bir saldırı eylemi değildir, gelişim süreci belirsiz ve tehdidin gerçekleşme zamanı muğlaktır. Bu koşullar altında İran’a karşı önleyici saldırıların yasal savunma olarak kabulü zordur.

Uluslararası Hukukta Nükleer Silah Geliştirme ve Tepkiler

Nükleer silah geliştirme uluslararası anlaşmalarla (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması – NPT gibi) sınırlandırılmıştır. Ancak bu durum diğer devletlere yasal savunma hakkı tanımaz. Devletler, ihlaller durumunda BM Güvenlik Konseyi’ne başvurma, diplomatik yollar ve yaptırımlar gibi barışçıl yöntemlere öncelik vermek zorundadır. Silahlı müdahale, BM Güvenlik Konseyi onayı olmadıkça, hukuksal açıdan yasal değildir.

Somut Olay Bağlamında İsrail-İran Çatışması

İsrail, İran’ın nükleer kapasitesini kendi varlığına yönelik varoluşsal tehdit olarak görmekte ve buna karşı tek taraflı askeri eylemler gerçekleştirmektedir. Bu eylemler, uluslararası hukukta yasal savunma sınırlarını aşan önleyici saldırılar olarak kabul edilmekte ve BM ve uluslararası toplumda geniş eleştirilere yol açmaktadır. Ancak İsrail’in bu yaklaşımı, gerçek politik durum ve güvenlik algısı çerçevesinde anlaşılabilir olmakla birlikte uluslararası hukuk normlarına tam olarak uymamaktadır.

Özetlemek gerekirse, İsrail’in İran’a karşı nükleer program gerekçesiyle yürüttüğü askeri operasyonların uluslararası hukukta “meşru savunma” olarak kabul edilmesi zordur. Uluslararası hukuk, yasal savunma hakkını ancak “somut ve yakın saldırı tehdidi” koşulunda tanır. Henüz gerçekleşmemiş, geleceğe yönelik tehditlere karşı yapılan önleyici saldırılar ise genel olarak yasaklanmıştır. Bu durum, hukuk normları ile devletlerin güvenlik siyasaları arasındaki temel gerilimi ortaya koymaktadır. Dolayısıyla, İsrail’in iddiası meşru savunma kapsamında geniş kabul görmemekte ve bunun yerine uluslararası hukuk ihlali tartışmalarını beraberinde getirmektedir.

İran’ın İsrail’e Karşı Saldırıları ve Meşru Savunma Kriterleri

Uluslararası hukukta yasal savunma hakkı bir devletin kendi topraklarına veya egemenliğine yönelik somut ve yakın bir saldırıya karşı kendisini koruması amacıyla kullanılabilir. İran’ın İsrail’e yönelik karşı saldırıları, bu çerçevede değerlendirildiğinde şu hususlar öne çıkar:

Somut ve Yakın Saldırıya Karşılık

İsrail’in İran’a yönelik hava saldırıları sabotaj operasyonları ve diğer askeri eylemleri İran topraklarında doğrudan zararlar ve sivil kayıplara yol açmıştır. Bu saldırılar, İran’ın egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik açık saldırılar olarak kabul edilir. Dolayısıyla İran, uluslararası hukukta tanımlanan “somut ve yakın saldırı” kriterini karşılayan bir saldırıya maruz kalmıştır.

Yasal Savunma Hakkının Kullanımı

Uluslararası hukukta yasal savunma saldırıya uğrayan devletin orantılı güç kullanarak kendini savunmasını olanaklı kılar. İran’ın, İsrail’in saldırılarına karşılık vermesi ve özellikle İsrail topraklarına yönelik roket ve füze saldırıları düzenlemesi bu kapsamda değerlendirilebilir. Ancak, karşılık verirken orantılılık ve sivil halkın korunması ilkelerine uymak zorundadır.

Orantılılık ve Ayrım İlkesi

İran’ın misilleme saldırılarının yasal savunma sınırlarını aşmadığı ve sivil hedeflere yönelik olmadığı takdirde uluslararası hukuk açısından haklı kabul edilmesi olanaklıdır. Ancak sivillere yönelik orantısız veya ayrım gözetmeyen saldırılar, hukuksal meşruluğu zedeler.

Savaş Hukuku ve Uluslararası Normlar Bağlamında

İran, İsrail’in saldırılarına karşılık vermek suretiyle yasal savunma hakkını kullanmakta ve bu hakkını uluslararası hukuk normları içinde savunmaktadır. Bu durum, klasik savaş hukuku kurallarına uygun bir karşılık olarak kabul edilir. Ancak bu hak saldırıların durması durumunda sona erer ve saldırganlık eylemlerinin devamı halinde uluslararası toplumun müdahalesi gündeme gelir.

Özetlemek gerekirse, İran’ın, İsrail’in doğrudan saldırıları karşısında yürüttüğü karşı saldırılar, uluslararası hukuk çerçevesinde yasal savunma kapsamında değerlendirilebilir. Bu değerlendirme, saldırının somut ve yakın olması, orantılı güç kullanımı ve sivillerin korunması ilkelerine uygunluk koşullarına bağlıdır. Böylece İran, uluslararası hukuk normları bağlamında kendisini savunma hakkını kullanmaktadır. Ancak, savaşın karmaşıklığı ve asimetrik çatışma yapısı bu yasal savunma sınırlarının kesin ve tartışmasız biçimde belirlenmesini zorlaştırmaktadır.

İran-İsrail Savaşı ve Enerji Güvenliği: Bölgesel ve Küresel Bakış Açısı

Orta Doğu dünya enerji arzının önemli bir bölümünü karşılayan petrol ve doğal gaz rezervlerine ev sahipliği yapmaktadır. İran ve İsrail arasında yaşanan çatışmalar hem bölgesel enerji güvenliği hem de küresel enerji piyasaları açısından kritik sonuçlar doğurmaktadır.

Bölgesel Enerji Kaynaklarının Risk Altında Olması

İran dünyanın önde gelen petrol ve doğal gaz üreticilerinden biridir. Savaş ortamı, özellikle İran’ın petrol ihracat altyapısına ve güney kıyılarındaki önemli limanlara yönelik saldırı riskini artırmaktadır. İsrail ise doğrudan enerji üreticisi olmamakla birlikte Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervleri ve enerji koridorlarında artan etkililiği nedeniyle bölgesel enerji güvenliği açısından kilit aktör konumundadır. Çatışmalar, enerji boru hatları ve ihracat yollarında kesintiler yaratma gizil gücüne sahiptir. Bu da bölgedeki enerji arzının kararsızlaşmasına yol açar.

Küresel Enerji Piyasalarına Etkileri

Orta Doğu’daki çatışmalar uluslararası petrol fiyatlarında dalgalanmalara neden olur. Özellikle savaşın İran Körfezi ve Hürmüz Boğazı çevresinde yoğunlaşması küresel arz endişelerini artırır. Bu durum, enerji ithalatçısı ülkelerde ekonomik dalgalanmalara ve enerji güvenliği stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesine yol açar. Enerji fiyatlarındaki artış savaşın uluslararası ekonomik etkilerinin en doğrudan göstergesidir.

Bölgesel Güç Dengeleri ve Enerji Siyasaları

İran enerji kaynaklarını bölgesel nüfuz alanını genişletmek ve stratejik üstünlük sağlamak için kullanmaktadır. Bu bağlamda enerji gelirleri silahlı gruplara destek ve bölgesel askeri kapasitenin finansmanında kritik öneme sahiptir. İsrail, enerji siyasalarını hem ekonomik kalkınma hem de stratejik bağımsızlık ekseninde şekillendirirken enerji güvenliği için ABD ve bölgesel müttefiklerle iş birliğini artırmaktadır. Savaş, bölgesel ittifakları ve enerji projelerini etkileyerek Orta Doğu’da yeni güç dinamiklerinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.

Özetle, İran-İsrail çatışması, sadece iki ülke arasında sınırlı bir askeri mücadele olmayıp aynı zamanda Orta Doğu ve küresel enerji güvenliğini doğrudan etkileyen çok boyutlu bir krizdir. Bölgesel enerji altyapısına yönelik riskler, küresel piyasalarda fiyat dalgalanmaları ve bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillenmesi bu çatışmanın önemli sonuçları arasında yer almaktadır. Bu bağlamda, enerji güvenliği bölgesel barış ve kararlılığın sağlanmasında kritik bir parametre olmaya devam etmektedir.

İsrail’in İran’a Karşı Savaş Güdülenmeleri ve Stratejik Amaçları

İsrail’in İran’a yönelik askeri operasyonları ve savaş stratejisi bölgesel güvenlik kaygıları, varoluşsal tehdit algısı ve jeopolitik hedefler doğrultusunda şekillenmektedir. Bu bağlamda, İsrail’in savaşının nedenleri şu başlıklar altında incelenebilir:

İran’ın Nükleer Silah Geliştirme Programının Engellenmesi

İsrail İran’ın nükleer silah geliştirme çabalarını kendi varlığına yönelik en büyük tehdit olarak görmekte ve bu programın tamamlanmasını engellemeyi temel hedef olarak belirlemiştir. Nükleer silah kapasitesine sahip bir İran İsrail’in bölgedeki askeri ve stratejik üstünlüğünü zedeleyebilir ve caydırıcılık dengelerini değiştirebilir. Bu nedenle İsrail askeri operasyonlar ve sabotaj eylemleri yoluyla İran’ın nükleer altyapısını zayıflatmaya çalışmaktadır.

Bölgesel Güç Dengelerinin Korunması

İran Orta Doğu’da Şii eksenini güçlendiren ve bölgesel nüfuzunu artıran bir aktör olarak görülmektedir. İsrail bu durumu kendi güvenlik çevresinde doğrudan bir tehdit olarak algılamakta ve İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlamak için askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Böylece, İsrail bölgedeki hegemonik konumunu koruma ve güç dengesini kendi lehine şekillendirme amacı gütmektedir.

Terör Örgütlerine Destek Verilmesinin Önlenmesi

İran Lübnan’daki Hizbullah ve Gazze’deki Hamas gibi İsrail karşıtı gruplara maddi ve askeri destek sağlamaktadır. İsrail, bu grupların güçlenmesini engellemek için İran’ın bu destek ağını kesmeyi ve bölgedeki vekâlet savaşlarını en aza indirmeyi hedeflemektedir.

İç Siyasada Bütünleşme ve Liderlik

Bazı çözümlemeler İsrail liderlerinin dış siyasa ve güvenlik sorunlarını iç siyasadaki güç ve meşruluklarını pekiştirmek için kullandıklarını göstermektedir. Özellikle siyasal krizler veya yargılanma süreçleri gibi iç sorunlar sırasında dış tehdit algısı yükseltilerek halk desteği artırılmaya çalışılabilir.

Uluslararası Destek ve İttifakların Güçlendirilmesi

İsrail savaş yoluyla ABD ve diğer batılı müttefiklerden politik, askeri ve ekonomik destek almakta ve bölgesel iş birliklerini derinleştirmektedir. Bu durum, İsrail’in diplomatik alandaki konumunu güçlendirmekte ve savaşın devamı için uluslararası meşruluk sağlamaktadır.

Özetlemek gerekirse, İsrail’in İran’a karşı savaşı, sadece askeri bir müdahale değil aynı zamanda varoluşsal tehdit algısı, bölgesel güç dengeleri, terörle mücadele, iç siyaset dinamikleri ve uluslararası ittifaklar gibi çok katmanlı stratejik hedeflerin sonucudur. Bu nedenler, İsrail’in savaş siyasasını şekillendirmekte ve çatışmanın sürdürülebilirliğini açıklamaktadır.

İsrail İçin Varoluşsal Sorun Savı Doğru mu?

İsrail'in nükleer silahlara sahip olduğunu tüm ilgili taraflar bilmektedir. İsrail de bu görüşleri yalanlamadı. Hatta, Netanyahu "bir atışta İran'ı yok ederiz" diyerek nükleer silah kullanabileceklerini ima etti. Bu durumda olan bir devlet varoluş savaşımından söz edebilir mi? İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu resmi olarak açıklamaması “nükleer belirsizlik siyasası” (nuclear ambiguity) olarak biliniyor. Ancak uygulamada bu silahlara sahip olduğu yaygın kabul görüyor. Netanyahu gibi liderlerin yaptığı sert açıklamalar da bunu ima ediyor. Peki, buna rağmen İsrail için “varoluşsal savaş” savı geçerli midir? Varoluşsal savaş, yalnızca askeri kapasiteyle değil, algılanan tehdit ve ulusal güvenlik algısıyla ilgilidir. İsrail, tarihsel olarak etrafında çok sayıda düşman ve düşmanca çevre ülkeleri gördüğü için kendisini sürekli tehdit altında hisseder. Bu, sadece silah gücüyle değil güvenlik stratejileri, diplomasi, istihbarat, psikolojik boyut ve bölgesel dinamiklerle şekillenir. Nükleer silah varlığı savaşın varoluşsal boyutunu tamamen ortadan kaldırmaz. Nükleer caydırıcılık savaş riskini azaltabilir ama özellikle İsrail’in karşı karşıya olduğu çok boyutlu tehditler (terör, bölgesel güç dengeleri, nüfus yapısı, diplomatik izolasyon gibi) varoluşsal algıyı canlı tutar. Netanyahu’nun “bir atışta İran’ı yok ederiz” benzeri ifadeleri sadece gerçekçi askeri kapasiteyi değil, aynı zamanda bir mesaj ve caydırıcılık stratejisini gösterir. Bu tür söylemler rakiplerini korkutma, iç kamuoyunu güdülendirme ve uluslararası arenada güç gösterme amaçlıdır. Ancak varoluşsal tehdidin tümüyle ortadan kalktığını göstermez. İsrail’in coğrafi ve demografik kırılganlığı varoluşsal tehdit algısını canlı tutar. Nükleer silahlar bile tüm tehditleri ortadan kaldırmaz. Örneğin bölgesel yalnızlaşma, ekonomik yaptırımlar, diplomatik baskılar ve iç toplumsal sorunlar da varoluşsal güvenliği etkiler.

Özetle, İsrail’in var olan nükleer silah kapasitesi “varoluşsal savaş” kavramını tamamen geçersiz kılmaz. Varoluşsal savaş, sadece askeri güç değil algılanan tehdit, toplumsal psikoloji ve stratejik durumla ilgilidir. İsrail’in çevresindeki güvenlik dinamikleri onu hala varoluşsal bir tehdit altında gösterebilir. Fakat, kanımca, nükleer silaha sahip bir ülke nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği bir ülkeye varoluşsal meşru savunma savı altında savaş ilan edemez. Hele bu ilke Gazze'de aynı gerekçe ile 55.000 Filistinliği öldürmüş ve Gazze'yi haritadan silmişse! Nükleer silaha sahip bir devletin, nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği (hatta belki geliştirmemiş) bir ülkeye varoluşsal yasal savunma gerekçesiyle saldırması uluslararası hukukta ve savaş hukukunda ciddi şekilde sorgulanması gereken bir durumdur. Yasal savunma hakkı gerçek ve yakın bir saldırı tehdidine dayanmalıdır. Tehditlerin abartılması ya da var olmayan tehditler üzerinden “önleyici savaş” ya da “varoluşsal tehdit” iddiaları, uluslararası normlara aykırıdır.

Gazze özelinde, 55.000 Filistinlinin ölümü ve bölgenin neredeyse haritadan silinmesi çok ağır ve trajik bir insan hakları ve savaş hukuku ihlali olarak görülebilir. Bu kadar yüksek oranda sivil kayıp orantılılık ve ayrım ilkeleriyle kesin çelişir. Burada uluslararası toplumun (BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi) sorumluluğu büyüktür ve yasal savunma iddialarının kötüye kullanılması sivillerin sistemli olarak yok edilmesiyle sonuçlanıyorsa bu bir savaş suçu ve insanlığa karşı suç olarak değerlendirilmelidir. Nükleer silah sahibi ülke konumunda İsrail’in “varoluşsal tehdit” söylemiyle Gazze’ye yönelik bu aşırı askeri müdahaleleri, hukuksal ve ahlaksal açıdan büyük sorunlar doğurmaktadır. Bu yaklaşım yasal savunma sınırlarını aşan, cezalandırıcı ve ayrım gözetmeyen saldırılarla bağlantılıdır. Bu bağlamda, İsrail’in güvenlik kaygıları ciddiye alınmalı ama insan hakları, uluslararası hukuk ve savaş hukukunun temel ilkeleri kesinlikle korunmalıdır. Savaş ve çatışmalarda sivil kayıplar asla meşrulaştırılamaz.

Nükleer silah sahibi bir devletin, nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği bir ülkeye karşı “varoluşsal meşru savunma” gerekçesiyle savaş ilan etmesi uluslararası hukuk açısından ciddi bir sorun oluşturmaktadır. Uluslararası hukukta yasal savunma hakkı ancak gerçek, somut ve yakın bir saldırı tehdidine dayanmalıdır. Tehdidin abartılması veya henüz var olmayan tehditler üzerinden önleyici savaş ya da varoluşsal tehdit iddialarının ileri sürülmesi hukuksal açıdan kabul edilemez ve bu tür uygulamalar uluslararası normlarla çelişmektedir.

Gazze özelinde yaşananlar ise uluslararası toplumun dikkatini çeken trajik bir insancıl kriz niteliğindedir. Söz konusu çatışmalarda 55.000’den fazla Filistinlinin hayatını kaybetmesi ve bölgenin büyük ölçüde tahrip edilmesi, savaş hukuku ilkeleriyle ciddi biçimde çelişmektedir. Uluslararası insancıl hukuk özellikle orantılılık ve ayrım ilkeleri doğrultusunda sivillerin korunmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda, sivillere yönelik bu denli yüksek oranda kayıp ve yıkım yasal savunma sınırlarını aşan, ayrım gözetmeyen ve cezalandırıcı askeri müdahaleler olarak değerlendirilebilir.

Uluslararası toplumun, özellikle Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi organların, bu tür durumlarda daha etkili ve kararlı müdahalelerde bulunması gerekmektedir. Yasal savunma iddialarının kötüye kullanılması ve bu kapsamda sivillerin sistemli biçimde hedef alınması, savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında değerlendirilmelidir. İsrail’in güvenlik kaygılarının anlaşılması önemli olmakla birlikte, bu kaygıların insan hakları ve uluslararası hukukun temel prensipleri doğrultusunda dengelenmesi zorunludur.

Sonuç olarak, nükleer silah sahibi devletlerin varoluşsal tehdit söylemleriyle hareket ederken uluslararası hukukun temel ilkelerini çiğnemesi, uluslararası barış ve güvenlik açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Bu nedenle, hukuksal ve etik sınırlar net bir şekilde korunmalı ve sivillerin korunması uluslararası toplumun öncelikli görevi olmalıdır.

İran ile İsrail arasındaki savaş bölgesel ve uluslararası aktörlerin karmaşık etkileşimleri sonucu çok boyutlu bir kriz haline gelmiştir. Bölgesel güçlerden Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri İran’ın etkisini sınırlandırmak amacıyla İsrail’in askeri operasyonlarına dolaylı destek verirken doğrudan çatışmaya katılmaktan kaçınmaktadır. Türkiye ise hem İran hem de İsrail ile olan ilişkilerini dikkate alarak bölgesel kararlılığı korumaya yönelik diplomatik adımlar atmakta ve çatışmanın gelişimini yakından izlemektedir. Lübnan ve Filistin’deki İran destekli gruplar, özellikle Hizbullah ve Hamas, İsrail’e karşı etkili direniş göstererek İran’ın bölgesel stratejisine katkıda bulunmaktadır.

Uluslararası alanda ise, Amerika Birleşik Devletleri İsrail’in en yakın müttefiki olarak önemli diplomatik, askeri ve ekonomik destek sağlamaktadır. ABD aynı zamanda İran’a yönelik yaptırımları artırarak bölgesel baskıyı yoğunlaştırmaktadır. Avrupa Birliği çatışmanın tırmanmasından duyduğu endişe ile barışçıl çözüm çağrıları yaparken üye ülkeler arasında bu konuda farklı tutumlar gözlenmektedir. Rusya ve Çin ise jeopolitik çıkarlarını gözeterek çatışmanın seyrini kendi lehlerine çevirmeye çalışmakta ve zaman zaman arabuluculuk rolü üstlenmektedir.

Bu savaş, Orta Doğu’daki mevcut gerilimleri derinleştirerek bölgesel ekonomik, sosyal ve siyasal kararlılığı tehdit etmektedir. Ayrıca insancıl krizlere ve göç dalgalarına yol açmakta ve bölgesel iş birliği çabalarını zayıflatmaktadır. Bu nedenle, çatışmanın sona erdirilmesi ve bölgesel kararlılığın sağlanması için kapsamlı diplomatik ve siyasal çözümler gerekmektedir.

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

İran-İsrail savaşı, bölgesel güç dengelerini sarsan ve küresel enerji piyasalarını etkileyen karmaşık bir çatışmadır. Savaşın temelinde İran’ın nükleer programı ve bölgesel etki hedefleri ile İsrail’in varoluşsal güvenlik kaygıları yatmaktadır. Bölgesel aktörlerin stratejik tutumları ve uluslararası güçlerin müdahaleleri, çatışmanın tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Enerji güvenliği açısından savaş, arz kesintileri ve fiyat dalgalanmaları riskini artırmakta, bölgesel kararlılığı tehdit etmektedir. Çatışmanın sona erdirilmesi için çok taraflı diplomasi ve kapsamlı siyasal çözümler gereklidir.

İran ile İsrail arasındaki savaş Orta Doğu bölgesinde uzun süredir devam eden tarihsel, siyasal ve ideolojik çatışmaların güncel bir yansımasıdır. Bu savaş, sadece iki devlet arasındaki doğrudan bir askeri hesaplaşma olmayıp aynı zamanda bölgesel güç dengelerini, uluslararası aktörlerin siyasalarını ve küresel enerji güvenliğini etkileyen çok katmanlı bir kriz olarak ortaya çıkmaktadır. İran’ın nükleer programı ve bölgesel nüfuz artırma stratejileri İsrail tarafından varoluşsal bir tehdit olarak algılanmakta ve bu algı İsrail’in askeri hamleleriyle karşılık bulmaktadır.

 

Bölgesel aktörlerin tutumları ve uluslararası güçlerin müdahaleleri çatışmanın seyrini belirlemede kritik rol oynamaktadır. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi bazı bölgesel güçler, İran’ın etkisini sınırlandırmak amacıyla İsrail’i dolaylı olarak desteklerken Türkiye gibi aktörler dengeli bir diplomasi izlemektedir. ABD’nin İsrail’e verdiği destek ve İran’a uyguladığı yaptırımlar çatışmanın tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Rusya ve Çin gibi küresel güçler ise çatışmanın bölgesel jeopolitik hesaplarda önemli bir alan oluşturması nedeniyle kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir.

Savaşın bölgesel kararlılık, ekonomik refah ve insancıl durum üzerindeki olumsuz etkileri açıktır. Bölgede artan gerilimler, göç ve insani krizlerin derinleşmesine yol açmakta ve uluslararası enerji piyasalarında belirsizlikler yaratmaktadır. Bu nedenle, çatışmanın sona erdirilmesi ve kalıcı barışın sağlanması için çok taraflı ve kapsamlı diplomatik girişimlere gereksinim duyulmaktadır. Uluslararası toplumun çatışmanın temel nedenlerini ele alacak, taraflar arasında güven inşa edecek ve bölgesel iş birliğini özendirecek bir barış sürecini desteklemesi büyük önem taşımaktadır.

Sonuç olarak, İran-İsrail savaşı, bölgesel ve küresel güvenlik açısından ciddi bir sınavdır. Barış ve kararlılığın sağlanması için sadece askeri önlemler değil, aynı zamanda siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutları kapsayan bütüncül stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu, bölgedeki tüm aktörlerin ortak çıkarı olduğu kadar uluslararası barış ve güvenliğin de vazgeçilmez bir gerekliliğidir.

Hiç yorum yok: