İRAN VE İSRAİL SAVAŞI 2025
PROF. DR. FİRUZ
DEMİR YAŞAMIŞ
GİRİŞ
Orta Doğu'nun stratejik önemi
bölgedeki enerji kaynakları ve tarihsel çatışmalar bağlamında büyüktür. İran
ile İsrail arasındaki savaş, sadece iki ülke arasında değil, bölgesel ve
küresel güç dengelerini etkileyen çok boyutlu bir kriz olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu çalışma, savaşın nedenlerini, bölgesel ve uluslararası aktörlerin rolünü,
enerji güvenliği üzerindeki etkilerini ve geleceğe yönelik olası senaryoları
kapsamlı bir biçimde çözümlemeyi amaçlamaktadır.
Kuramsal Çerçeve
Bu çalışma, uluslararası ilişkilerde
güç dengesi teorisi ve gerçekçilik yaklaşımı temelinde şekillenmiştir. Güç
dengesi teorisi, devletlerin kendi güvenliklerini sağlamak için ittifaklar
kurduğunu ve çatışmaları yönetmeye çalıştığını savunur. Gerçekçilik ise
devletlerin anarşik uluslararası sistemde kendi çıkarlarını ön planda tutan akılcı
aktörler olduğunu vurgular. İran-İsrail çatışması, bu kuramsal bakış açısıyla
çözümlenerek edilerek bölgesel güvenlik dinamikleri ve stratejik hesaplar
incelenmiştir.
Araştırma
Soruları
Çalışmanın yanıt aradığı araştırma
soruları şunlardır: İran-İsrail savaşı hangi uluslararası ve bölgesel etmenlerden
kaynaklanmaktadır? Bu çatışmada bölgesel ve uluslararası aktörlerin roller ve
etkileri nelerdir? Savaşın Orta Doğu enerji güvenliği ve küresel enerji
piyasalarına etkileri nasıl şekillenmektedir? Çatışmanın geleceği ve bölgesel
istikrar üzerindeki olası sonuçları nelerdir?
Yöntem
Bu çalışma nitel araştırma yöntemine
dayanmaktadır. Yazın taraması, raporlar, devlet açıklamaları ve güvenilir haber
kaynaklarından elde edilen veriler kullanılmıştır. Ayrıca bölgesel ve küresel
aktörlerin dış siyasa tutumları karşılaştırmalı çözümleme yöntemiyle
incelenmiştir. Çözümlemeler mevcut olgusal veriler ışığında gerçekleşen
gelişmelerin sistemli değerlendirilmesine dayanır.
ÇÖZÜMLEME
İran-İsrail
Savaşının Niteliği: Vekâlet Savaşı mı, Doğrudan Çatışma mı?
İran ile İsrail arasındaki gerilim uzun
yıllardır farklı düzeylerde seyretmiş olmakla birlikte çatışmanın niteliği
bakımından çoğunlukla “vekâlet savaşı” (proxy war) çerçevesinde
değerlendirilmiştir. Ancak son dönemdeki gelişmeler bu çatışmanın vekâlet
savaşlarının ötesine geçerek doğrudan çatışma dinamiklerini içermeye
başladığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda, savaşın niteliğini anlamak ve
tanımlamak için hem tarihsel seyir hem de güncel olgular dikkate alınmalıdır.
İran, Orta Doğu’da Şii eksenli bir
nüfuz stratejisi izlemekte, bu strateji çerçevesinde Hizbullah (Lübnan), Hamas
ve İslami Cihad (Gazze), Haşdi Şabi (Irak) ve Ensarullah/Husiler (Yemen) gibi
devlet dışı aktörlere uzun süredir sistemli bir şekilde askerî, mali ve siyasal
destek sağlamaktadır. Bu gruplar aracılığıyla yürütülen çatışmalar, İran’ın
doğrudan taraf olmadığı ancak etkisini alanda yoğun biçimde gösterdiği bir
vekâlet savaşı biçimini almıştır. İsrail ise bu örgütleri, İran’ın bölgesel
yayılmacılığının ileri karakolları olarak değerlendirmekte ve onları hedef alan
yoğun bir hava operasyonları stratejisi sürdürmektedir.
Coğrafi olarak savaş alanının İran ve
İsrail toprakları dışında, özellikle Suriye, Lübnan ve Gazze gibi üçüncü
bölgelerde yoğunlaşmış olması bu çatışmanın vekâlet savaşı doğasını
güçlendirmektedir. İran’ın Suriye’deki Devrim Muhafızları üsleri, Lübnan’daki
Hizbullah mevzileri ve Gazze’deki direniş hareketleri İsrail’in sıklıkla hedef
aldığı alanlardır. Bu durum, İran ile İsrail arasında doğrudan sıcak çatışma
yaşanmadığını ancak bölgesel vekiller aracılığıyla sürdürülen bir savaşın var
olduğunu doğrulamaktadır.
Ancak, 2024 yılı itibarıyla yaşanan
bazı gelişmeler çatışmanın niteliğinde bir dönüşüm yaşandığını göstermektedir.
Özellikle Nisan 2024'te İran’ın doğrudan İsrail topraklarını hedef alan füze ve
insansız hava aracı saldırısı vekâlet savaşı mantığının ötesine geçen ilk açık
eylem olarak kayıtlara geçmiştir. Bu saldırıya karşılık olarak İsrail’in
İsfahan’daki İran Devrim Muhafızları'na ait tesisleri hedef alması ise her iki
ülkenin kendi ulusal sınırlarını doğrudan karşılıklı saldırı alanına
dönüştürdüğünü ortaya koymuştur. Bu gelişmeler savaşın doğrudan çatışma
biçimine evrilmekte olduğunu ve vekâlet savaşının artık tek başına açıklayıcı
bir çerçeve sunmadığını göstermektedir.
Dolayısıyla, İran-İsrail savaşı
olgusal açıdan değerlendirildiğinde uzun süre vekâlet savaşı niteliği taşıdığı
ancak özellikle 2024 sonrası gelişmelerle birlikte bu niteliğin aşılmaya
başlandığı ve iki ülkenin doğrudan çatışma eşiğine geldiği sonucuna ulaşmak olanaklıdır.
Bu bağlamda, çatışmanın mevcut niteliği “vekil aktörler üzerinden yürütülen
ancak doğrudan savaş dinamiklerine açık bir hibrit savaş” olarak
tanımlanabilir.
İran-İsrail
Savaşının Bölgesel ve Küresel Aktörler Açısından Çözümlenmesi
İran ile İsrail arasında giderek
tırmanan çatışma yalnızca iki ülke arasında sınırlı kalan bir askeri gerilim
olarak değerlendirilemez. Bu savaş hem bölgesel güç dengeleri hem de küresel
jeopolitik dinamikler açısından çok katmanlı etkiler yaratmaktadır. Bu nedenle,
söz konusu çatışmanın bölgesel ve küresel aktörler açısından nasıl
anlamlandırıldığına ve tarafların tutumlarına ilişkin çözümleyici bir
değerlendirme yapmak gerekmektedir.
Bölgesel Aktörler
ve Stratejik Konumlanışlar
Hizbullah ve
Lübnan
İran’ın bölgedeki en güçlü vekil
aktörü olan Hizbullah, İsrail’in kuzey sınırında sürekli bir tehdit unsuru
oluşturmakta ve İran’ın caydırıcılık stratejisinin merkezinde yer almaktadır.
Hizbullah’ın sahip olduğu füze ve roket kapasitesi İsrail açısından stratejik
bir risk olarak değerlendirilmektedir. Ancak Lübnan devletinin zayıf yapısı ve
ekonomik kriz nedeniyle savaş istememesi Hizbullah’ın eylemlerini sınırlayıcı
bir etken yaratmaktadır. Buna karşın, İsrail’in güneyde Hamas’a karşı yürüttüğü
operasyonlarla eş zamanlı olarak kuzey cephesinden Hizbullah saldırıları
artmıştır. Bu durum savaşın iki cepheli ve bölgesel karakterini pekiştirmiştir.
Hamas ve Gazze
Hamas, İran’ın ideolojik ve stratejik
olarak desteklediği bir diğer silahlı aktördür. Gazze Şeridi üzerinden İsrail’e
yönelik roket saldırıları ve tünel operasyonları İran’ın bölgesel vekâlet mimarisinin
bir başka ayağını oluşturmaktadır. Hamas'ın 2023 ve 2024 yıllarında
gerçekleştirdiği büyük çaplı saldırılar İsrail’in iç güvenliğini doğrudan
tehdit etmiş ve geniş çaplı askeri operasyonlara zemin hazırlamıştır. Hamas’ın,
İran’ın bölgesel stratejisinde hem dikkat dağıtıcı bir unsur hem de İsrail’in
caydırıcılığını test eden bir araç olarak konumlandığı görülmektedir.
Suriye
Suriye, İran-İsrail çatışmasında eylemli
bir savaş alanına dönüşmüştür. İran, Suriye topraklarında askeri üsler kurmuş
ve Şii milis güçlerini konuşlandırmıştır. İsrail ise bu noktaları hedef alan
yoğun hava saldırılarıyla İran’ın Suriye’deki varlığını sınırlamaya
çalışmaktadır. Suriye’nin egemenlik kapasitesinin zayıflığı ve Esad rejiminin
İran’a olan bağımlılığı bu ülkeyi doğrudan bir vekâlet alanı durumuna
getirmiştir.
Suudi Arabistan
ve Körfez Ülkeleri
Suudi Arabistan başta olmak üzere
Körfez ülkeleri İran’ın yayılmacı siyasalarından doğrudan rahatsızlık duymakta
ancak İsrail ile açık bir iş birliğinden de çekinmektedir. Bu ülkeler,
İran-İsrail geriliminde İsrail’in zayıflamasını istememekte ancak çatışmanın
genişlemesinden endişe duymaktadır. Suudi Arabistan’ın 2023 ve 2024 yıllarında
İran ile başlattığı diplomatik normalleşme süreci bu ülkelerin çatışmadan
kaçınma eğilimini yansıtmaktadır.
Türkiye
Türkiye, bölgesel bir güç olarak
İran-İsrail savaşına doğrudan taraf olmamakla birlikte gelişmeleri yakından
izlemektedir. Türkiye, hem İran ile ekonomik ve jeopolitik çıkar ilişkilerine
sahiptir hem de İsrail ile diplomatik ilişkilerini yeniden kurma sürecindedir.
Bu nedenle Türkiye, tarafsız bir arabulucu profili çizmeye çalışmakta ancak
savaşın Suriye’ye yayılması durumunda güvenlik kaygıları nedeniyle daha etkili bir
konuma geçme gizil gücüne sahip bulunmaktadır.
Küresel Aktörler:
Büyük Güçlerin Tutumu
Amerika Birleşik
Devletleri
ABD, İsrail’in geleneksel müttefiki
olarak bu çatışmada net biçimde İsrail’in yanında konumlanmaktadır. ABD,
İsrail’e gelişmiş hava savunma sistemleri, mühimmat desteği ve stratejik
istihbarat sağlamaktadır. Ayrıca Doğu Akdeniz'e uçak gemileri konuşlandırarak
caydırıcılık mesajı vermektedir. Ancak ABD yönetimi, çatışmanın daha da
büyüyerek bölgesel bir savaşa dönüşmesini istememektedir. Bu nedenle İsrail’e
zaman zaman operasyonel sınırlamalar getirmeye çalışmakta ve diplomatik çözüm
çağrılarında bulunmaktadır.
Rusya Federasyonu
Rusya, Suriye’deki askeri varlığı
nedeniyle İran-İsrail çatışmasını dikkatle izlemektedir. Moskova, İran’ın
Suriye’deki artan etkisini de sınırlandırmaya çalışmaktadır. İsrail ile Rusya
arasında “çatışmasızlık mekanizmaları” çerçevesinde bir eşgüdüm sistemi vardır.
Bu nedenle Rusya, çatışmanın Suriye alansında kontrol dışına çıkmasından
rahatsızlık duymaktadır. Ancak küresel ölçekte ABD karşıtı ekseni güçlendirmek
için İran’ın yanında durmaya eğilimlidir.
Çin Halk
Cumhuriyeti
Çin, İran ile ekonomik ilişkilerini
özellikle enerji alanında yoğunlaştırmış ve 25 yıllık stratejik iş birliği
anlaşması imzalamıştır. Ancak Çin doğrudan askerî müdahaleden kaçınmakta ve
taraflar arasında arabulucu bir profil çizmeye çalışmaktadır. Pekin yönetimi, Orta
Doğu’daki kararsızlıkların “Kuşak ve Yol Girişimi” üzerindeki olası etkilerini
minimize etmeyi hedeflemektedir.
Özetlemek gerekirse, İran-İsrail
savaşı, klasik bir ikili çatışmadan ziyade çok aktörlü, çok düzlemli ve çok
merkezli bir güvenlik krizine dönüşmüştür. Bölgesel aktörlerin çoğu doğrudan
taraf olmamakla birlikte vekil güçler aracılığıyla savaşın parçası durumuna
gelmiştir. Küresel aktörler ise çatışmanın bölgesel dengeleri sarsmasını
istememekte ancak kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda taraflara örtülü ya
da açık destek sunmaktadır. Bu bağlamda, İran-İsrail savaşı yalnızca iki
ülkenin değil tüm Orta Doğu’nun ve hatta küresel düzenin yeniden
şekillenmesinde rol oynayabilecek gizil güce sahip bir çatışma dinamiğine
dönüşmüştür.
Netanyahu’nun İç
Politik Konumu ve Savaşların Araçsallaştırılması
İsrail Başbakanı Benjamin
Netanyahu’nun hem Gazze’deki savaşın hem de İran’a yönelik doğrudan ya da
dolaylı askeri angajmanların başlatılması ve sürdürülmesindeki rolü yalnızca
güvenlik stratejisiyle açıklanamayacak kadar çok boyutlu bir siyasal bağlam
içerisinde ele alınmalıdır. Özellikle İsrail kamuoyunda ve uluslararası
gözlemciler arasında giderek artan bir kanı Netanyahu’nun bu savaşları kendi siyasal
ve hukuksal geleceğini korumak amacıyla stratejik biçimde araçsallaştırdığı
yönündedir.
Netanyahu'nun
Yolsuzluk Davaları ve Yargılanma Süreci
Benjamin Netanyahu hakkında 2019’dan
bu yana kamuoyunu etkileyen ciddi yolsuzluk savları ve bunlara ilişkin açılmış
davalar bulunmaktadır. Kendisine yöneltilen suçlamalar arasında rüşvet alma,
güveni kötüye kullanma ve dolandırıcılık gibi ağır iddialar yer almaktadır. Bu
davalar, Netanyahu’nun siyasal kariyeri açısından yalnızca bir meşruluk krizi
değil aynı zamanda kişisel özgürlüğünü tehdit eden hukuksal bir süreçtir. Yargı
süreci devam ederken Netanyahu’nun yargıya yönelik sistemli müdahaleleri dikkat
çekmiştir. 2023’te başlattığı tartışmalı yargı reformu girişimi, Yüksek
Mahkeme’nin yetkilerini sınırlamayı ve yürütmenin yargı üzerindeki etkisini
artırmayı hedeflemiştir. Bu girişimler, İsrail’de ciddi toplumsal protestolara
ve siyasal kutuplaşmaya neden olmuştur.
Savaş ve İç Siyasada
“Birleşme Etkisi” (Rally ‘Round the Flag)
Netanyahu'nun karşı karşıya olduğu
yargı süreci popüler desteğinin zayıfladığı bir döneme denk gelmiştir. Bu
bağlamda, savaş siyasaları aracılığıyla toplumun dikkatini farklı yöne çekme ve
ulusal güvenlik tehdidi söylemi üzerinden bir “birleşme etkisi” yaratma
stratejisi izlediği yönünde ciddi değerlendirmeler yapılmaktadır. Siyasal
psikoloji literatüründe “bayrak çevresinde toplama etkisi” (rally 'round the
flag effect) olarak bilinen bu etki özellikle savaş gibi kriz durumlarında
liderlerin kamuoyunda destek oranlarını artırabildiğini göstermektedir.
Netanyahu da özellikle Hamas’ın Ekim 2023 saldırısının ardından başlattığı
geniş kapsamlı Gazze operasyonu ile hem eleştirileri bastırmış hem de geçici de
olsa ulusal birlik atmosferi yaratmayı başarmıştır.
İran Tehdidinin
Seçici Zamanlaması
Netanyahu'nun İran siyasasında
yıllardır süregelen bir “varoluşsal (existential) tehdit” söylemi vardır.
Ancak İran’a yönelik doğrudan saldırıların ve İran’a karşı misilleme
operasyonlarının tam da iç baskının arttığı anlara denk gelmesi dikkat
çekicidir. 2024’te Gazze savaşı uluslararası düzeyde ağır eleştiriler alırken
İran’a yönelik saldırıların gündeme gelmesi hem dikkat dağıtma hem de güvenlik söylemini
derinleştirme stratejisinin bir parçası olarak yorumlanabilir.
Koalisyon
Dengeleri ve Köktenci Unsurlar
Netanyahu, İsrail siyasetinde köktenci
sağ unsurlarla kurduğu kırılgan koalisyonu sürdürebilmek adına hem Gazze’de hem
İran karşısında sertlik siyasaları izlemektedir. Koalisyon ortaklarının birçoğu
Filistinlilere karşı sert güvenlik siyasalarının sürmesini ve İran’a karşı
saldırgan tutumun devam etmesini istemektedir. Bu durum, Netanyahu’yu iç
siyasette manevra alanını daraltan bir etmen olarak savaşın devamlılığını siyasal
bir zorunluluk durumuna getirmektedir.
Özetlemek gerekirse, Netanyahu’nun
Gazze ve İran merkezli savaşlara yönelimi yalnızca dış tehdit algısıyla ya da
güvenlik stratejileriyle açıklanamaz. Aksine, bu savaşların önemli ölçüde iç siyasal
çıkarlar, yargıdan kaçınma stratejileri ve koalisyonu ayakta tutma çabasıyla iç
içe geçtiği görülmektedir. Bu yönüyle savaş, bir ulusal savunma refleksi
olmanın ötesine geçerek siyasal iktidarın korunması adına araçsallaştırılmış
bir mekanizma durumuna gelmektedir. Dolayısıyla Netanyahu’nun güvenlik siyasaları
yalnızca bölgesel değil aynı zamanda iç hukuk ve demokrasi krizi bağlamında da
ele alınmalıdır.
Netanyahu’nun
Savaş Stratejisini Araçsallaştırması: Siyasal ve Yapısal Gerekçelendirme
İsrail Başbakanı Benjamin
Netanyahu’nun özellikle 2023 sonrasında Gazze ve İran’a karşı izlediği
saldırgan dış siyasanın, sadece güvenlik ihtiyaçlarıyla değil, aynı zamanda iç
politik çıkarlarla doğrudan ilintili olduğu yönündeki değerlendirme olgusal
verilere ve tarihsel siyasal örüntülere dayandırılarak gerekçelendirilebilir.
Aşağıda bu araçsallaştırma süreci üç ana başlık altında
gerekçelendirilmektedir: tarihsel siyasal örüntü, iç siyasal kriz bağlamı ve
yapısal koalisyon baskısı.
Tarihsel Siyasal
Örüntü: Kriz Anlarında Güç Birleştirme
Netanyahu’nun siyasal kariyeri
incelendiğinde dış siyasa krizlerini iç politik konumunu güçlendirme aracı
olarak kullandığına dair tutarlı bir örüntü gözlemlenir. 1996’daki ilk
başbakanlık döneminden itibaren her güvenlik krizinde kamuoyunu
"varoluşsal tehdit" söylemi etrafında bütünleştirme eğilimi
göstermiştir. 2009’da Gazze’de başlatılan “Dökme Kurşun Operasyonu” ile
2012’deki “Bulut Sütunu Operasyonu” gibi örnekler, kamuoyundaki güvenlik
kaygılarının Netanyahu’nun siyasal konumunu güçlendirdiğini ortaya koymuştur. Netanyahu,
dış tehdit algısına dayalı siyasal söylemi sadece güvenlik kaygılarını değil
aynı zamanda ideolojik kutuplaşmayı da derinleştirmek için
araçsallaştırmaktadır. Her kriz anında kullandığı dil İsrail toplumunu “biz ve
onlar” ikiliğine sıkıştırarak içerideki muhalefeti etkisizleştirme stratejisine
hizmet etmektedir. Bu strateji, özellikle yolsuzluk suçlamalarının ve yargı
reformlarına karşı gelişen protestoların yoğunlaştığı 2023 sonrasında daha da
görünür olmuştur.
İç Siyasal Kriz
Bağlamı: Yolsuzluk Yargılaması ve Meşruluk Sorunu
Netanyahu’nun siyasal geleceğini
doğrudan etkileyen yolsuzluk davaları liderlik meşruluğunu derin bir biçimde
sarsmıştır. Bu süreçte başlatılan tartışmalı “yargı reformu” girişimi hem hukuksal
normların aşındırılması hem de sokaklarda yüz binlerce kişinin katıldığı
protestolarla İsrail siyasetinde bir rejim krizi yaratmıştır. Netanyahu, bu
dönemde içeride bir hukuk devleti krizini tetiklerken dışarıda ise güvenlik
krizlerini tırmandırarak dikkatleri başka yöne çekme stratejisine yönelmiştir. Krizleri
yöneten bir lider görüntüsü, yargılama sürecini gölgede bırakmakta ve
kamuoyunun dikkatini yasal süreçten uzaklaştırmaktadır. Nitekim kamuoyu
araştırmaları savaş dönemlerinde Netanyahu’nun kısa vadeli oy oranlarında
yükseliş yaşandığını göstermektedir. Bu durum, liderin savaşları stratejik
biçimde zamanladığı ve içerideki krizleri bastırma aracı olarak kullandığı savını
desteklemektedir.
Yapısal Koalisyon
Baskısı ve Savaşın Devamlılığı
Netanyahu’nun kurduğu son koalisyon
hükümeti, İsrail tarihinin en sağcı ve en dindar unsurlarını içeren bir siyasal
bileşimdir. Koalisyonun ayakta kalması özellikle Batı Şeria’daki yerleşimci
grupların temsilcileri ve aşırı sağcı figürlerin taleplerinin karşılanmasına
bağlıdır. Bu aktörler, hem Filistinlilere yönelik şiddet siyasasının sürmesini
hem de İran’a karşı en yüksek sertlik siyasalarının benimsenmesini zorunlu
kılmaktadır. Bu yapısal zorunluluk, Netanyahu’nun manevra alanını daraltmakta
ve savaşın devamlılığını iç siyasa açısından bir zorunluluk hâline
getirmektedir. Başbakanın bu nedenle diplomatik yollardan çok askeri çözüm
yöntemlerine yönelmesi yalnızca kişisel çıkarlarla değil aynı zamanda siyasal
koalisyonun sürdürülebilirliğiyle de doğrudan ilişkilidir.
Uluslararası
Konjonktürden Yararlanma
Netanyahu, özellikle ABD’de seçim
sürecini ve Batı dünyasında Ukrayna savaşı nedeniyle yaşanan dikkat dağılmasını
da kendi lehine kullanmıştır. Bu sayede İsrail’in Gazze’deki yoğun
operasyonlarını ve İran’a yönelik doğrudan saldırılarını uluslararası tepki
almadan sürdürebilmiştir. Bu dış destek ya da sessizlik ortamı savaş siyasalarının
sürdürülmesini kolaylaştırmakta ve Netanyahu’ya uluslararası denetimden büyük
ölçüde kaçınma alanı yaratmaktadır. Netanyahu’nun Gazze ve İran savaşlarını
sürdürme biçimi, bir güvenlik zorunluluğunun ötesine geçerek, iç politik meşruluk
krizini yönetme ve kişisel yargılanma sürecini perdeleme stratejisine
dönüşmüştür. Tarihsel örüntüler, yargı krizinin baskısı ve koalisyon yapısının
dayattığı politik zorunluluklar bu stratejiyi beslemektedir. Bu yönüyle savaş
Netanyahu’nun iktidarda kalabilmek için devletin askeri kapasitesini seferber
ettiği ve iç krizi dış çatışmayla yönettiği klasik bir güç araçsallaştırması
örneği olarak değerlendirilebilir.
İran-İsrail
Savaşında Batılı Ülkelerin Tutumu: Çok Katmanlı Bir Değerlendirme
İran ile İsrail arasındaki çatışmanın
seyri üzerinde belirleyici etkiye sahip olan Batılı ülkeler, bu savaşta hem
tarihsel müttefiklik ilişkileri hem de stratejik çıkarlar çerçevesinde karmaşık
ve çok katmanlı bir tutum sergilemektedir. Başta Amerika Birleşik Devletleri
olmak üzere Avrupa’nın önde gelen ülkeleri bir yandan İsrail’in güvenliğini
öncelikli dış siyasa hedefi olarak görmekte öte yandan savaşın bölgesel kararsızlığı
tetikleyici etkilerinden ve uluslararası hukukun çiğnenmesi olasılığından
endişe duymaktadır. Bu çelişkili yaklaşımlar Batılı ülkelerin bu savaştaki
rollerini “stratejik ikilem” ekseninde konumlandırmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri:
Koşullu Destek ve Stratejik Sıkışma
ABD, İsrail’in en güçlü ve sürekli
müttefiki konumundadır. 1948’den bu yana diplomatik, ekonomik ve askeri destek
sürekli artarak devam etmiş ve özellikle Cumhuriyetçi yönetimler döneminde
İsrail lehine daha keskin tutumlar alınmıştır. Biden yönetimi altında ise
destek devam etmekle birlikte belirli koşullarla sınırlandırılmıştı. Gazze
savaşı sürecinde, ABD yönetimi İsrail'e gelişmiş mühimmat, hava savunma
sistemleri (özellikle “Demir Kubbe”) ve istihbarat desteği sağlamış ve buna
karşılık kamuoyundaki baskılar ve uluslararası saygınlık kaygıları nedeniyle
İsrail’e “insancıl koridorlar” açma ve “aşırı sivillere zarar verilmemesi”
çağrıları yapmıştı. İran’a karşı doğrudan müdahale konusunda ise ABD
temkinlidir. İran’la yaşanacak bir sıcak savaşın petrol fiyatları, Körfez
güvenliği, Irak ve Afganistan'daki ABD çıkarları açısından büyük risk
taşıyacağı düşünülmektedir. Bu nedenle ABD İran’a karşı doğrudan savaş yerine
İsrail’in caydırıcı kapasitesini dolaylı yollarla desteklemeyi tercih
etmektedir. İç siyasada ise savaş, Demokratlar ile Cumhuriyetçiler arasında
derin bir ayrışma yaratmıştır. Özellikle ilerici Demokrat kanat İsrail’in Gazze
siyasalarını sert biçimde eleştirirken Cumhuriyetçi çevreler daha koşulsuz bir
destek yaklaşımı benimsemektedir. Bu durum Trump yönetiminin manevra alanını
sınırlayan bir başka etmendir.
Birleşik Krallık:
Atlantikçi Sadakat ve Sınırlı Eleştiri
Birleşik Krallık, tarihsel olarak
İsrail’in güvenliğine destek vermekle birlikte Brexit sonrası dış siyasada ABD
ile stratejik uyumu daha da öncelikli duruma getirmiştir. Bu nedenle,
İran-İsrail savaşında Londra’nın tutumu büyük ölçüde Washington ile paralellik
göstermektedir. Askeri destek, daha çok deniz gücü üzerinden gerçekleşmekte ve Kraliyet
Donanması Doğu Akdeniz’deki ABD güçlerine eşlik etmektedir. Diplomatik söylemde
İngiltere hükümeti İsrail’in “meşru savunma hakkını” desteklemekte ancak insancıl
kriz bağlamında sınırlı uyarılarla denge kurmaya çalışmaktadır. İç siyasada,
özellikle İşçi Partisi içinde Gazze operasyonlarına yönelik güçlü bir eleştirel
kanat bulunmaktadır. Bu durum, ülkede dış siyasa ile iç siyasal dinamiklerin
nasıl iç içe geçtiğinin örneklerinden biridir.
Fransa: Stratejik
Otonomi Arayışı ile Etik Kaygılar Arasında
Fransa, İsrail’in güvenliğini genel
olarak desteklemekle birlikte, Orta Doğu siyasalarında ABD’ye tam bağımlı
olmayan daha otonom bir çizgi izlemektedir. Emmanuel Macron’un dış siyasasında
bu çizgi net şekilde gözlemlenmektedir. Fransa, İran’a doğrudan saldırı
konusunda temkinlidir. Diplomatik çözüm yollarını, özellikle nükleer anlaşmanın
(JCPOA) yeniden canlandırılmasını savunmaktadır. İsrail’in Gazze’deki askeri
uygulamalarına ilişkin eleştiriler özellikle sivillere yönelik saldırılar
bağlamında daha açıktan ifade edilmiştir. Fransa bu noktada İsrail’e tam destek
vermekten çok dengeleyici bir aktör olma çabasındadır. Fransa’daki Müslüman
nüfusun tepkileri iç siyasada önemli bir baskı unsurudur. Bu nedenle Macron
yönetimi İsrail yanlısı pozisyonunu kamuoyunun tepkisini gözeterek dikkatli bir
dille sunmaktadır.
Almanya: Tarihsel
Yükümlülük ile Jeopolitik Gerilim Arasında
Almanya, İsrail’e destek konusunda
tarihsel sorumluluk ve suçluluk psikolojisinin etkisiyle Avrupa’daki en güçlü
savunuculardan biri olmuştur. Ancak son yıllarda özellikle Gazze
operasyonlarının hukuksal meşruluğu tartışılır duruma geldikçe Almanya’nın tutumu
kamuoyunda sorgulanmaya başlanmıştır. Silah satışları ve finansal destek
Almanya’nın İsrail’e verdiği desteğin somut göstergeleridir. Ancak bu destek,
sivil kayıplar karşısında ahlaksal ve hukuksal eleştirilerle karşılaşmaktadır. Alman
kamuoyu, özellikle genç nesiller arasında Filistin’e yönelik daha duyarlı bir
tutum geliştirmiştir. Bu da Berlin hükümetini dış siyasada daha dikkatli
davranmaya zorlamaktadır. Yargı boyutu da dikkat çekicidir. 2024 yılında
İsrail’in Gazze’deki eylemleriyle ilgili Uluslararası Adalet Divanı’na başvuran
Güney Afrika’nın girişimi karşısında Almanya İsrail lehine müdahil olmuş ve bu
da yoğun diplomatik tartışmalara yol açmıştır.
Özetlemek gerekirse, batılı ülkelerin
İran-İsrail savaşına yaklaşımı, tarihsel yükümlülükler, jeopolitik çıkarlar ve
iç politik baskılar arasında denge kurmaya çalışan çok katmanlı bir yapıya
sahiptir. ABD en etkili aktör olarak İsrail’i askeri düzeyde desteklerken
Avrupa ülkeleri daha temkinli ve çok yönlü bir tutum sergilemektedir. Bu
aktörlerin çoğu, savaşın doğrudan İran topraklarına yayılmasını istememekte,
ancak İsrail’in güvenliğini tartışmasız bir öncelik olarak görmektedir. Bu
çelişkili yapı Batı’nın İran-İsrail savaşında etkili ama çelişkili bir aktör
olarak konumlanmasına yol açmakta ve çatışmanın çözümüne değil sürüncemede
kalmasına katkı sunmaktadır.
İran-İsrail
Savaşının Uluslararası Hukuksal Bağlamı: Meşruluğun Sınırları
İran ile İsrail arasında süregiden
silahlı çatışmalar, sadece siyasal ve stratejik düzeyde değil aynı zamanda
uluslararası hukuk çerçevesinde de çok yönlü tartışmalara konu olmaktadır. Bu
bağlamda, savaşın meşruluğu, yürütülme biçimi ve tarafların yükümlülükleri,
Birleşmiş Milletler Antlaşması, Cenevre Sözleşmeleri ve Uluslararası Ceza
Hukuku gibi temel kaynaklar dikkate alınarak değerlendirilmektedir. Özellikle
devlet dışı aktörlerin varlığı ve çatışmanın sınır aşan niteliği mevcut hukuk
düzeninin sınırlarını sınamaktadır.
Yasal (Meşru) Savunma
İlkesi (UN Charter, Madde 51)
Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 51.
maddesi, üye devletlere “silahlı saldırıya maruz kalmaları durumunda” bireysel
ya da kolektif yasal savunma hakkı tanımaktadır. Bu çerçevede, İsrail gerek
Hamas gerek Hizbullah saldırılarını İran tarafından desteklenen silahlı
saldırılar olarak tanımlamakta ve bu saldırılara karşı yürütülen askeri
operasyonları yasal savunma hakkı kapsamında savunmaktadır. Özellikle İran’ın
doğrudan füze ve İHA saldırıları (2024) bu sava zemin oluşturmaktadır. Ancak yasal
savunma hakkı, uluslararası hukukta zorunluluk ve orantılılık ilkeleriyle
sınırlandırılmıştır. Sivil alanların hedef alınması, aşırı güç kullanımı ve
sürekli bombardıman gibi uygulamalar yasal savunma sınırlarının çiğnenmesi
olarak değerlendirilmektedir. İran ise, saldırıya maruz kalan taraf olduğunu ve
İsrail’in bölgesel saldırganlığının hedefi olduğunu ileri sürmekte ve özellikle
Suriye’deki İran tesislerine yönelik saldırılarını “uluslararası hukukun çiğnenmesi”
olarak tanımlamaktadır.
Orantılılık ve
Ayrım İlkesi (Cenevre Sözleşmeleri ve Ek Protokoller)
Savaş hukukunun temel ilkeleri olan
ayrım (distinction) ve orantılılık (proportionality)
ilkeleri sivillerin korunmasını ve savaşın sadece meşru askeri hedeflerle
sınırlı kalmasını zorunlu kılar. İsrail’in Gazze’de yürüttüğü operasyonlarda,
yoğun hava bombardımanı, altyapının yok edilmesi ve yüksek sivil kayıpları, bu
ilkelere açık şekilde aykırılık kuşkusu doğurmaktadır. Sivil nüfusun yoğunlukta
olduğu alanlarda yapılan saldırılar ayrım ilkesine uymamaktadır. Aynı şekilde,
İran’ın desteklediği grupların (örneğin Hizbullah’ın) sivil yerleşimlerden füze
atması da sivilleri kalkan olarak kullanma suçuna işaret etmektedir. Bu durum,
her iki tarafın da uluslararası insancıl hukuk normlarını çiğnediği yönündeki
eleştirileri güçlendirmektedir.
Devlet Dışı
Silahlı Gruplara Karşı Güç Kullanımı
Çağdaş çatışmaların karakterini
belirleyen en önemli unsurlardan biri devlet dışı silahlı grupların çatışma
tarafı durumuna gelmesidir. Uluslararası hukuk, bu gruplara karşı devletlerin
nasıl davranması gerektiğine ilişkin net kurallar sunmakta zorlanmaktadır. İsrail,
Hamas ve Hizbullah gibi devlet dışı aktörleri “terör örgütü” olarak
tanımlamakta ve bu yapıları hedef alan saldırılarını ulusal güvenliği koruma
kapsamında meşrulaştırmaktadır. Ancak bu grupların sivil alanlarda etkinlik
göstermesi orantısız karşılık riskini artırmaktadır. Öte yandan, İran’ın bu
aktörlere sağladığı destek, uluslararası hukuk açısından dolaylı saldırı (indirect
aggression) kapsamında değerlendirilebilir. Bu durum, devlet dışı aktörler
aracılığıyla yürütülen vekâlet savaşlarının hukuksal sorumluluğunu tartışmaya
açmaktadır.
Uluslararası Ceza
Mahkemesi ve Savaş Suçları Tartışması
2023 sonrasında özellikle Gazze'de
yaşanan sivil kayıplar Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) gündemine
taşınmıştır. Güney Afrika’nın Uluslararası Adalet Divanı’nda (UAD) İsrail
aleyhine açtığı “soykırım” davası da bu sürecin bir parçasıdır. İsrail, UCM’nin
yetkisini tanımamakta ve mahkemeyi taraflı olmakla suçlamaktadır. Buna karşın
bazı Batılı ülkelerdeki sivil toplum kuruluşları ve insan hakları kuruluşları
İsrail’in eylemlerini belgeleyerek hukuksal sürecin desteklenmesini
savunmaktadır. İran ise UCM’ye taraf olmakla birlikte kendisine yönelen olası
suçlamaları “anti-emperyalist mücadelenin bastırılması” olarak nitelendirmekte
ve bu mekanizmaları Batı güdümünde araçlar olarak görmektedir.
Özetlemek gerekirse, İran-İsrail
savaşı, uluslararası hukukun klasik savaş kuramlarıyla açıklanmakta zorlandığı,
asimetrik ve hibrit çatışma karakteri taşıyan bir örnektir. Her iki taraf da
uluslararası hukuk ilkelerini kendi stratejik çıkarları doğrultusunda
yorumlamakta ve bu durum hem normların aşındırılmasına hem de uluslararası
hukuk düzeninin meşruluk krizine girmesine neden olmaktadır. Özellikle yasal savunma
hakkı, orantılılık ve sivillerin korunması ilkeleri bu savaşta hem kuramsal hem
uygulama düzeyinde ağır ihlallerle karşı karşıyadır. Bu bağlamda çatışma sadece
jeopolitik bir kriz değil aynı zamanda uluslararası hukukun sınırlarının sınandığı
bir laboratuvar niteliğindedir.
İsrail’in İran’a
Karşı Nükleer Silah Endişesi ve Yasal Savunma
Uluslararası hukukun temel
belgelerinden biri olan Birleşmiş Milletler Antlaşması’nın 51. maddesi,
devletlere “bir silahlı saldırıya uğradıklarında” yasal savunma hakkı
tanımaktadır. Burada kritik olan nokta yasal savunmanın tetiklenmesi için
“somut ve mevcut bir saldırı” ya da “yakın ve doğrudan tehdit”in varlığıdır.
Önleyici
(Preventive) ve Önleyici (Preemptive) Saldırılar Arasındaki Fark
Önleyici saldırı (preventive
attack) henüz gerçekleşmemiş ama gelecekte gerçekleşmesi olası bir tehdidi
ortadan kaldırmak amacıyla yapılan saldırıdır. Bu tür saldırılar, uluslararası
hukukta genel olarak yasaklanmıştır. Önleyici saldırı (preemptive strike)
ise anında ve kesin bir saldırı tehdidine karşı yapılan ve yasal savunma
kapsamında kabul edilen saldırıdır. İsrail’in İran’a karşı nükleer program
gerekçesiyle gerçekleştirdiği eylemler genellikle önleyici saldırı kategorisine
girmektedir. Bu da uluslararası hukukta yasal savunma kapsamı dışındadır.
Somut ve Yakın
Tehdit Ölçütü
Uluslararası hukukta yasal savunmanın
kabulü için saldırının somut, yakın ve doğrudan olması gerekmektedir. İran’ın
nükleer silah geliştirme faaliyetleri ise henüz tamamlanmamış ve dolayısıyla
doğrudan bir saldırı eylemi değildir, gelişim süreci belirsiz ve tehdidin
gerçekleşme zamanı muğlaktır. Bu koşullar altında İran’a karşı önleyici
saldırıların yasal savunma olarak kabulü zordur.
Uluslararası
Hukukta Nükleer Silah Geliştirme ve Tepkiler
Nükleer silah geliştirme uluslararası
anlaşmalarla (Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması – NPT gibi)
sınırlandırılmıştır. Ancak bu durum diğer devletlere yasal savunma hakkı
tanımaz. Devletler, ihlaller durumunda BM Güvenlik Konseyi’ne başvurma,
diplomatik yollar ve yaptırımlar gibi barışçıl yöntemlere öncelik vermek
zorundadır. Silahlı müdahale, BM Güvenlik Konseyi onayı olmadıkça, hukuksal
açıdan yasal değildir.
Somut Olay
Bağlamında İsrail-İran Çatışması
İsrail, İran’ın nükleer kapasitesini
kendi varlığına yönelik varoluşsal tehdit olarak görmekte ve buna karşı tek
taraflı askeri eylemler gerçekleştirmektedir. Bu eylemler, uluslararası hukukta
yasal savunma sınırlarını aşan önleyici saldırılar olarak kabul edilmekte ve BM
ve uluslararası toplumda geniş eleştirilere yol açmaktadır. Ancak İsrail’in bu
yaklaşımı, gerçek politik durum ve güvenlik algısı çerçevesinde anlaşılabilir
olmakla birlikte uluslararası hukuk normlarına tam olarak uymamaktadır.
Özetlemek gerekirse, İsrail’in İran’a
karşı nükleer program gerekçesiyle yürüttüğü askeri operasyonların uluslararası
hukukta “meşru savunma” olarak kabul edilmesi zordur. Uluslararası hukuk, yasal
savunma hakkını ancak “somut ve yakın saldırı tehdidi” koşulunda tanır. Henüz
gerçekleşmemiş, geleceğe yönelik tehditlere karşı yapılan önleyici saldırılar
ise genel olarak yasaklanmıştır. Bu durum, hukuk normları ile devletlerin
güvenlik siyasaları arasındaki temel gerilimi ortaya koymaktadır. Dolayısıyla,
İsrail’in iddiası meşru savunma kapsamında geniş kabul görmemekte ve bunun
yerine uluslararası hukuk ihlali tartışmalarını beraberinde getirmektedir.
İran’ın İsrail’e
Karşı Saldırıları ve Meşru Savunma Kriterleri
Uluslararası hukukta yasal savunma
hakkı bir devletin kendi topraklarına veya egemenliğine yönelik somut ve yakın
bir saldırıya karşı kendisini koruması amacıyla kullanılabilir. İran’ın
İsrail’e yönelik karşı saldırıları, bu çerçevede değerlendirildiğinde şu
hususlar öne çıkar:
Somut ve Yakın
Saldırıya Karşılık
İsrail’in İran’a yönelik hava
saldırıları sabotaj operasyonları ve diğer askeri eylemleri İran topraklarında
doğrudan zararlar ve sivil kayıplara yol açmıştır. Bu saldırılar, İran’ın
egemenliğine ve toprak bütünlüğüne yönelik açık saldırılar olarak kabul edilir.
Dolayısıyla İran, uluslararası hukukta tanımlanan “somut ve yakın saldırı”
kriterini karşılayan bir saldırıya maruz kalmıştır.
Yasal Savunma
Hakkının Kullanımı
Uluslararası hukukta yasal savunma
saldırıya uğrayan devletin orantılı güç kullanarak kendini savunmasını olanaklı
kılar. İran’ın, İsrail’in saldırılarına karşılık vermesi ve özellikle İsrail
topraklarına yönelik roket ve füze saldırıları düzenlemesi bu kapsamda
değerlendirilebilir. Ancak, karşılık verirken orantılılık ve sivil halkın
korunması ilkelerine uymak zorundadır.
Orantılılık ve
Ayrım İlkesi
İran’ın misilleme saldırılarının yasal
savunma sınırlarını aşmadığı ve sivil hedeflere yönelik olmadığı takdirde
uluslararası hukuk açısından haklı kabul edilmesi olanaklıdır. Ancak sivillere
yönelik orantısız veya ayrım gözetmeyen saldırılar, hukuksal meşruluğu zedeler.
Savaş Hukuku ve
Uluslararası Normlar Bağlamında
İran, İsrail’in saldırılarına karşılık
vermek suretiyle yasal savunma hakkını kullanmakta ve bu hakkını uluslararası
hukuk normları içinde savunmaktadır. Bu durum, klasik savaş hukuku kurallarına
uygun bir karşılık olarak kabul edilir. Ancak bu hak saldırıların durması
durumunda sona erer ve saldırganlık eylemlerinin devamı halinde uluslararası
toplumun müdahalesi gündeme gelir.
Özetlemek gerekirse, İran’ın,
İsrail’in doğrudan saldırıları karşısında yürüttüğü karşı saldırılar,
uluslararası hukuk çerçevesinde yasal savunma kapsamında değerlendirilebilir.
Bu değerlendirme, saldırının somut ve yakın olması, orantılı güç kullanımı ve
sivillerin korunması ilkelerine uygunluk koşullarına bağlıdır. Böylece İran,
uluslararası hukuk normları bağlamında kendisini savunma hakkını
kullanmaktadır. Ancak, savaşın karmaşıklığı ve asimetrik çatışma yapısı bu yasal
savunma sınırlarının kesin ve tartışmasız biçimde belirlenmesini
zorlaştırmaktadır.
İran-İsrail
Savaşı ve Enerji Güvenliği: Bölgesel ve Küresel Bakış Açısı
Orta Doğu dünya enerji arzının önemli
bir bölümünü karşılayan petrol ve doğal gaz rezervlerine ev sahipliği
yapmaktadır. İran ve İsrail arasında yaşanan çatışmalar hem bölgesel enerji
güvenliği hem de küresel enerji piyasaları açısından kritik sonuçlar
doğurmaktadır.
Bölgesel Enerji
Kaynaklarının Risk Altında Olması
İran dünyanın önde gelen petrol ve
doğal gaz üreticilerinden biridir. Savaş ortamı, özellikle İran’ın petrol
ihracat altyapısına ve güney kıyılarındaki önemli limanlara yönelik saldırı
riskini artırmaktadır. İsrail ise doğrudan enerji üreticisi olmamakla birlikte
Doğu Akdeniz’deki doğal gaz rezervleri ve enerji koridorlarında artan etkililiği
nedeniyle bölgesel enerji güvenliği açısından kilit aktör konumundadır. Çatışmalar,
enerji boru hatları ve ihracat yollarında kesintiler yaratma gizil gücüne
sahiptir. Bu da bölgedeki enerji arzının kararsızlaşmasına yol açar.
Küresel Enerji
Piyasalarına Etkileri
Orta Doğu’daki çatışmalar uluslararası
petrol fiyatlarında dalgalanmalara neden olur. Özellikle savaşın İran Körfezi
ve Hürmüz Boğazı çevresinde yoğunlaşması küresel arz endişelerini artırır. Bu
durum, enerji ithalatçısı ülkelerde ekonomik dalgalanmalara ve enerji güvenliği
stratejilerinin yeniden gözden geçirilmesine yol açar. Enerji fiyatlarındaki
artış savaşın uluslararası ekonomik etkilerinin en doğrudan göstergesidir.
Bölgesel Güç
Dengeleri ve Enerji Siyasaları
İran enerji kaynaklarını bölgesel
nüfuz alanını genişletmek ve stratejik üstünlük sağlamak için kullanmaktadır.
Bu bağlamda enerji gelirleri silahlı gruplara destek ve bölgesel askeri
kapasitenin finansmanında kritik öneme sahiptir. İsrail, enerji siyasalarını
hem ekonomik kalkınma hem de stratejik bağımsızlık ekseninde şekillendirirken
enerji güvenliği için ABD ve bölgesel müttefiklerle iş birliğini artırmaktadır.
Savaş, bölgesel ittifakları ve enerji projelerini etkileyerek Orta Doğu’da yeni
güç dinamiklerinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır.
Özetle, İran-İsrail çatışması, sadece
iki ülke arasında sınırlı bir askeri mücadele olmayıp aynı zamanda Orta Doğu ve
küresel enerji güvenliğini doğrudan etkileyen çok boyutlu bir krizdir. Bölgesel
enerji altyapısına yönelik riskler, küresel piyasalarda fiyat dalgalanmaları ve
bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillenmesi bu çatışmanın önemli sonuçları
arasında yer almaktadır. Bu bağlamda, enerji güvenliği bölgesel barış ve kararlılığın
sağlanmasında kritik bir parametre olmaya devam etmektedir.
İsrail’in İran’a
Karşı Savaş Güdülenmeleri ve Stratejik Amaçları
İsrail’in İran’a yönelik askeri
operasyonları ve savaş stratejisi bölgesel güvenlik kaygıları, varoluşsal
tehdit algısı ve jeopolitik hedefler doğrultusunda şekillenmektedir. Bu
bağlamda, İsrail’in savaşının nedenleri şu başlıklar altında incelenebilir:
İran’ın Nükleer
Silah Geliştirme Programının Engellenmesi
İsrail İran’ın nükleer silah
geliştirme çabalarını kendi varlığına yönelik en büyük tehdit olarak görmekte
ve bu programın tamamlanmasını engellemeyi temel hedef olarak belirlemiştir. Nükleer
silah kapasitesine sahip bir İran İsrail’in bölgedeki askeri ve stratejik
üstünlüğünü zedeleyebilir ve caydırıcılık dengelerini değiştirebilir. Bu
nedenle İsrail askeri operasyonlar ve sabotaj eylemleri yoluyla İran’ın nükleer
altyapısını zayıflatmaya çalışmaktadır.
Bölgesel Güç
Dengelerinin Korunması
İran Orta Doğu’da Şii eksenini
güçlendiren ve bölgesel nüfuzunu artıran bir aktör olarak görülmektedir. İsrail
bu durumu kendi güvenlik çevresinde doğrudan bir tehdit olarak algılamakta ve
İran’ın bölgesel nüfuzunu sınırlamak için askeri müdahalelerde bulunmaktadır. Böylece,
İsrail bölgedeki hegemonik konumunu koruma ve güç dengesini kendi lehine
şekillendirme amacı gütmektedir.
Terör Örgütlerine
Destek Verilmesinin Önlenmesi
İran Lübnan’daki Hizbullah ve
Gazze’deki Hamas gibi İsrail karşıtı gruplara maddi ve askeri destek
sağlamaktadır. İsrail, bu grupların güçlenmesini engellemek için İran’ın bu
destek ağını kesmeyi ve bölgedeki vekâlet savaşlarını en aza indirmeyi
hedeflemektedir.
İç Siyasada Bütünleşme
ve Liderlik
Bazı çözümlemeler İsrail liderlerinin
dış siyasa ve güvenlik sorunlarını iç siyasadaki güç ve meşruluklarını
pekiştirmek için kullandıklarını göstermektedir. Özellikle siyasal krizler veya
yargılanma süreçleri gibi iç sorunlar sırasında dış tehdit algısı yükseltilerek
halk desteği artırılmaya çalışılabilir.
Uluslararası Destek ve İttifakların
Güçlendirilmesi
İsrail savaş yoluyla ABD ve diğer batılı
müttefiklerden politik, askeri ve ekonomik destek almakta ve bölgesel iş
birliklerini derinleştirmektedir. Bu durum, İsrail’in diplomatik alandaki konumunu
güçlendirmekte ve savaşın devamı için uluslararası meşruluk sağlamaktadır.
Özetlemek gerekirse, İsrail’in İran’a
karşı savaşı, sadece askeri bir müdahale değil aynı zamanda varoluşsal tehdit
algısı, bölgesel güç dengeleri, terörle mücadele, iç siyaset dinamikleri ve
uluslararası ittifaklar gibi çok katmanlı stratejik hedeflerin sonucudur. Bu
nedenler, İsrail’in savaş siyasasını şekillendirmekte ve çatışmanın
sürdürülebilirliğini açıklamaktadır.
İsrail İçin
Varoluşsal Sorun Savı Doğru mu?
İsrail'in nükleer silahlara sahip
olduğunu tüm ilgili taraflar bilmektedir. İsrail de bu görüşleri yalanlamadı.
Hatta, Netanyahu "bir atışta İran'ı yok ederiz" diyerek nükleer silah
kullanabileceklerini ima etti. Bu durumda olan bir devlet varoluş savaşımından
söz edebilir mi? İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu resmi olarak
açıklamaması “nükleer belirsizlik siyasası” (nuclear ambiguity) olarak biliniyor.
Ancak uygulamada bu silahlara sahip olduğu yaygın kabul görüyor. Netanyahu gibi
liderlerin yaptığı sert açıklamalar da bunu ima ediyor. Peki, buna rağmen
İsrail için “varoluşsal savaş” savı geçerli midir? Varoluşsal savaş, yalnızca
askeri kapasiteyle değil, algılanan tehdit ve ulusal güvenlik algısıyla
ilgilidir. İsrail, tarihsel olarak etrafında çok sayıda düşman ve düşmanca
çevre ülkeleri gördüğü için kendisini sürekli tehdit altında hisseder. Bu,
sadece silah gücüyle değil güvenlik stratejileri, diplomasi, istihbarat,
psikolojik boyut ve bölgesel dinamiklerle şekillenir. Nükleer silah varlığı
savaşın varoluşsal boyutunu tamamen ortadan kaldırmaz. Nükleer caydırıcılık
savaş riskini azaltabilir ama özellikle İsrail’in karşı karşıya olduğu çok
boyutlu tehditler (terör, bölgesel güç dengeleri, nüfus yapısı, diplomatik
izolasyon gibi) varoluşsal algıyı canlı tutar. Netanyahu’nun “bir atışta İran’ı
yok ederiz” benzeri ifadeleri sadece gerçekçi askeri kapasiteyi değil, aynı
zamanda bir mesaj ve caydırıcılık stratejisini gösterir. Bu tür söylemler
rakiplerini korkutma, iç kamuoyunu güdülendirme ve uluslararası arenada güç
gösterme amaçlıdır. Ancak varoluşsal tehdidin tümüyle ortadan kalktığını
göstermez. İsrail’in coğrafi ve demografik kırılganlığı varoluşsal tehdit
algısını canlı tutar. Nükleer silahlar bile tüm tehditleri ortadan kaldırmaz. Örneğin
bölgesel yalnızlaşma, ekonomik yaptırımlar, diplomatik baskılar ve iç toplumsal
sorunlar da varoluşsal güvenliği etkiler.
Özetle, İsrail’in var olan nükleer
silah kapasitesi “varoluşsal savaş” kavramını tamamen geçersiz kılmaz.
Varoluşsal savaş, sadece askeri güç değil algılanan tehdit, toplumsal psikoloji
ve stratejik durumla ilgilidir. İsrail’in çevresindeki güvenlik dinamikleri onu
hala varoluşsal bir tehdit altında gösterebilir. Fakat, kanımca, nükleer silaha
sahip bir ülke nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği bir ülkeye varoluşsal
meşru savunma savı altında savaş ilan edemez. Hele bu ilke Gazze'de aynı
gerekçe ile 55.000 Filistinliği öldürmüş ve Gazze'yi haritadan silmişse! Nükleer
silaha sahip bir devletin, nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği (hatta
belki geliştirmemiş) bir ülkeye varoluşsal yasal savunma gerekçesiyle
saldırması uluslararası hukukta ve savaş hukukunda ciddi şekilde sorgulanması
gereken bir durumdur. Yasal savunma hakkı gerçek ve yakın bir saldırı tehdidine
dayanmalıdır. Tehditlerin abartılması ya da var olmayan tehditler üzerinden
“önleyici savaş” ya da “varoluşsal tehdit” iddiaları, uluslararası normlara
aykırıdır.
Gazze özelinde, 55.000 Filistinlinin
ölümü ve bölgenin neredeyse haritadan silinmesi çok ağır ve trajik bir insan
hakları ve savaş hukuku ihlali olarak görülebilir. Bu kadar yüksek oranda sivil
kayıp orantılılık ve ayrım ilkeleriyle kesin çelişir. Burada uluslararası
toplumun (BM, Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi) sorumluluğu büyüktür ve yasal savunma
iddialarının kötüye kullanılması sivillerin sistemli olarak yok edilmesiyle
sonuçlanıyorsa bu bir savaş suçu ve insanlığa karşı suç olarak
değerlendirilmelidir. Nükleer silah sahibi ülke konumunda İsrail’in “varoluşsal
tehdit” söylemiyle Gazze’ye yönelik bu aşırı askeri müdahaleleri, hukuksal ve
ahlaksal açıdan büyük sorunlar doğurmaktadır. Bu yaklaşım yasal savunma
sınırlarını aşan, cezalandırıcı ve ayrım gözetmeyen saldırılarla bağlantılıdır.
Bu bağlamda, İsrail’in güvenlik kaygıları ciddiye alınmalı ama insan hakları,
uluslararası hukuk ve savaş hukukunun temel ilkeleri kesinlikle korunmalıdır.
Savaş ve çatışmalarda sivil kayıplar asla meşrulaştırılamaz.
Nükleer silah sahibi bir devletin,
nükleer silah geliştirdiğini iddia ettiği bir ülkeye karşı “varoluşsal meşru
savunma” gerekçesiyle savaş ilan etmesi uluslararası hukuk açısından ciddi bir sorun
oluşturmaktadır. Uluslararası hukukta yasal savunma hakkı ancak gerçek, somut
ve yakın bir saldırı tehdidine dayanmalıdır. Tehdidin abartılması veya henüz
var olmayan tehditler üzerinden önleyici savaş ya da varoluşsal tehdit
iddialarının ileri sürülmesi hukuksal açıdan kabul edilemez ve bu tür
uygulamalar uluslararası normlarla çelişmektedir.
Gazze özelinde yaşananlar ise
uluslararası toplumun dikkatini çeken trajik bir insancıl kriz niteliğindedir.
Söz konusu çatışmalarda 55.000’den fazla Filistinlinin hayatını kaybetmesi ve
bölgenin büyük ölçüde tahrip edilmesi, savaş hukuku ilkeleriyle ciddi biçimde
çelişmektedir. Uluslararası insancıl hukuk özellikle orantılılık ve ayrım ilkeleri
doğrultusunda sivillerin korunmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda,
sivillere yönelik bu denli yüksek oranda kayıp ve yıkım yasal savunma
sınırlarını aşan, ayrım gözetmeyen ve cezalandırıcı askeri müdahaleler olarak
değerlendirilebilir.
Uluslararası toplumun, özellikle
Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi organların, bu tür
durumlarda daha etkili ve kararlı müdahalelerde bulunması gerekmektedir. Yasal
savunma iddialarının kötüye kullanılması ve bu kapsamda sivillerin sistemli
biçimde hedef alınması, savaş suçu ve insanlığa karşı suç kapsamında
değerlendirilmelidir. İsrail’in güvenlik kaygılarının anlaşılması önemli
olmakla birlikte, bu kaygıların insan hakları ve uluslararası hukukun temel
prensipleri doğrultusunda dengelenmesi zorunludur.
Sonuç olarak, nükleer silah sahibi
devletlerin varoluşsal tehdit söylemleriyle hareket ederken uluslararası
hukukun temel ilkelerini çiğnemesi, uluslararası barış ve güvenlik açısından
ciddi riskler barındırmaktadır. Bu nedenle, hukuksal ve etik sınırlar net bir
şekilde korunmalı ve sivillerin korunması uluslararası toplumun öncelikli
görevi olmalıdır.
İran ile İsrail arasındaki savaş
bölgesel ve uluslararası aktörlerin karmaşık etkileşimleri sonucu çok boyutlu
bir kriz haline gelmiştir. Bölgesel güçlerden Suudi Arabistan ve Körfez
ülkeleri İran’ın etkisini sınırlandırmak amacıyla İsrail’in askeri
operasyonlarına dolaylı destek verirken doğrudan çatışmaya katılmaktan
kaçınmaktadır. Türkiye ise hem İran hem de İsrail ile olan ilişkilerini dikkate
alarak bölgesel kararlılığı korumaya yönelik diplomatik adımlar atmakta ve çatışmanın
gelişimini yakından izlemektedir. Lübnan ve Filistin’deki İran destekli
gruplar, özellikle Hizbullah ve Hamas, İsrail’e karşı etkili direniş göstererek
İran’ın bölgesel stratejisine katkıda bulunmaktadır.
Uluslararası alanda ise, Amerika
Birleşik Devletleri İsrail’in en yakın müttefiki olarak önemli diplomatik,
askeri ve ekonomik destek sağlamaktadır. ABD aynı zamanda İran’a yönelik
yaptırımları artırarak bölgesel baskıyı yoğunlaştırmaktadır. Avrupa Birliği
çatışmanın tırmanmasından duyduğu endişe ile barışçıl çözüm çağrıları yaparken
üye ülkeler arasında bu konuda farklı tutumlar gözlenmektedir. Rusya ve Çin ise
jeopolitik çıkarlarını gözeterek çatışmanın seyrini kendi lehlerine çevirmeye
çalışmakta ve zaman zaman arabuluculuk rolü üstlenmektedir.
Bu savaş, Orta Doğu’daki mevcut
gerilimleri derinleştirerek bölgesel ekonomik, sosyal ve siyasal kararlılığı
tehdit etmektedir. Ayrıca insancıl krizlere ve göç dalgalarına yol açmakta ve
bölgesel iş birliği çabalarını zayıflatmaktadır. Bu nedenle, çatışmanın sona
erdirilmesi ve bölgesel kararlılığın sağlanması için kapsamlı diplomatik ve siyasal
çözümler gerekmektedir.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
İran-İsrail savaşı, bölgesel güç
dengelerini sarsan ve küresel enerji piyasalarını etkileyen karmaşık bir
çatışmadır. Savaşın temelinde İran’ın nükleer programı ve bölgesel etki
hedefleri ile İsrail’in varoluşsal güvenlik kaygıları yatmaktadır. Bölgesel
aktörlerin stratejik tutumları ve uluslararası güçlerin müdahaleleri,
çatışmanın tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Enerji güvenliği açısından
savaş, arz kesintileri ve fiyat dalgalanmaları riskini artırmakta, bölgesel kararlılığı
tehdit etmektedir. Çatışmanın sona erdirilmesi için çok taraflı diplomasi ve
kapsamlı siyasal çözümler gereklidir.
İran ile
İsrail arasındaki savaş Orta Doğu bölgesinde uzun süredir devam eden tarihsel,
siyasal ve ideolojik çatışmaların güncel bir yansımasıdır. Bu savaş, sadece iki
devlet arasındaki doğrudan bir askeri hesaplaşma olmayıp aynı zamanda bölgesel
güç dengelerini, uluslararası aktörlerin siyasalarını ve küresel enerji
güvenliğini etkileyen çok katmanlı bir kriz olarak ortaya çıkmaktadır. İran’ın
nükleer programı ve bölgesel nüfuz artırma stratejileri İsrail tarafından
varoluşsal bir tehdit olarak algılanmakta ve bu algı İsrail’in askeri
hamleleriyle karşılık bulmaktadır.
Bölgesel
aktörlerin tutumları ve uluslararası güçlerin müdahaleleri çatışmanın seyrini
belirlemede kritik rol oynamaktadır. Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri gibi
bazı bölgesel güçler, İran’ın etkisini sınırlandırmak amacıyla İsrail’i dolaylı
olarak desteklerken Türkiye gibi aktörler dengeli bir diplomasi izlemektedir.
ABD’nin İsrail’e verdiği destek ve İran’a uyguladığı yaptırımlar çatışmanın
tırmanmasına zemin hazırlamaktadır. Rusya ve Çin gibi küresel güçler ise
çatışmanın bölgesel jeopolitik hesaplarda önemli bir alan oluşturması nedeniyle
kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmektedir.
Savaşın
bölgesel kararlılık, ekonomik refah ve insancıl durum üzerindeki olumsuz
etkileri açıktır. Bölgede artan gerilimler, göç ve insani krizlerin
derinleşmesine yol açmakta ve uluslararası enerji piyasalarında belirsizlikler
yaratmaktadır. Bu nedenle, çatışmanın sona erdirilmesi ve kalıcı barışın
sağlanması için çok taraflı ve kapsamlı diplomatik girişimlere gereksinim
duyulmaktadır. Uluslararası toplumun çatışmanın temel nedenlerini ele alacak,
taraflar arasında güven inşa edecek ve bölgesel iş birliğini özendirecek bir
barış sürecini desteklemesi büyük önem taşımaktadır.
Sonuç
olarak, İran-İsrail savaşı, bölgesel ve küresel güvenlik açısından ciddi bir
sınavdır. Barış ve kararlılığın sağlanması için sadece askeri önlemler değil,
aynı zamanda siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutları kapsayan bütüncül
stratejilerin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu, bölgedeki tüm aktörlerin ortak
çıkarı olduğu kadar uluslararası barış ve güvenliğin de vazgeçilmez bir
gerekliliğidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder