Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

1 Haziran 2025 Pazar

 

 

 

ÇEVRE MEVZUATINDA KİRLİLİK VAR!

Doç. Dr. Firuz D. Yaşamış

 

 

Geçtiğimiz Nisan ayı başlarında, Sabiha Gökçen Havalimanı yakınlarındaki Orhanlı Beldesi'ne bağlı Değirmentepe Mevkii’ndeki kimyasal atık havzası, 'vicdan azabına dayanamadığını' belirten bir işçinin ihbarıyla ortaya çıktı.

Normalde kanserojen madde içerdikleri için özel olarak ambalajlanarak, İZAYDAŞ’a (İzmit Atık ve Atıkları Arıtma Yakma ve Değerlendirme A.Ş.)  gönderilmesi gereken atık maddelerin, ilaç fabrikaları ve hafriyat firmaları arasındaki bir anlaşmayla Tuzla'ya gömüldüğü anlaşıldı.

Tuzla'da zehirli varillerin bulunmasının ardından Türkiye'de tehlikeli atıkların nereye gittiği sorusu gündeme geldi. Konuyla ilgili olarak basında çıkan haberlere baktığımızda, Türkiye'deki tehlikeli atıkların miktarı konusunda yetkili ağızların farklı rakamlar açıklaması dikkat çekti:

 
* Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe: "Türkiye'de 750 bin ton tehlikeli atığın sadece 30–35 bin tonu, hadi bilemediniz 50 bin tonu bertaraf edilebiliyor.

İZAYDAŞ Genel Müdürü Bilal Şengün: "Türkiye'de her yıl 1 milyon ton tehlikeli atık üretiliyor. Bu atıkların sadece 100 bin tonu bertaraf edilmek üzere bize geliyor."

Türkiye Kimya Sanayicileri Derneği (TKSD) Çevre Danışmanı ve İstanbul Sanayi Odası Çevre İhtisas Kurulu Başkanvekili Dr. Caner Zambak: "Türkiye'de yılda 2 milyon ton atık çıkıyor. Bunların büyük çoğunluğunun akıbeti bilinmiyor. İZAYDAŞ'ın kapasitesi 40-50 bin ton."

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: "İstanbul'da 700 bin ton civarında atık var. Bunların 55 bin tonu zararlı atık boyutunda." *

Çevre ve Orman Bakanı Pepe’nin açıklamasına göre, Türkiye'de 750 bin ton tehlikeli atığın sadece 30–35 bin tonu tonu bertaraf edilebiliyor. Kalan 720 bin ton ise -Tuzla olayında olduğu gibi- ya toprağa gömülüyor ya da yeraltı sularına boşaltılıyor. İşletmelerin büyük bir kısmı ise yeraltı su kaynaklarını büyük bir savurganlıkla tüketiyor. Trakya'daki organize sanayi bölgelerinde yeraltı su seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye kadar indi. Burada bir alarm var. Türkiye'nin her yerinde yeraltı sularına, jeotermal, termal kaynaklara karşı alabildiğine bilinçli bir tüketme var. Sanayileşmiş en büyük illerden birisinde de bir şirket, boşalttığı yeraltı suyunun yerine tehlikeli atık sularını basıyor.

 

Çevre Hukuku alanında Türkiye’deki mevcut yasal düzenlemeler ve bunların yaptırım gücü hakkında bilgi alabilmek amacıyla, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Çevre Hukuku dersleri veren Doç. Dr. Firuz Demir Yaşamış’la görüştük.

 

Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, Tuzla’daki çevre faciasıyla ilgili olarak Radikal gazetesinden Murat Yetkin’e, “Elimizde yaptırım gücü yok. Şu anda mevcut 2872 sayılı yasaya göre, 1000 varil atık bulsak, keseceğimiz ceza 7 bin 850 lira. Aslında cezalar daha yüksekti. Önce Danıştay beşte bire indirdi. Sonra da katsayı uygulaması nedeniyle, çevre cezaları, başlangıcındakinin 13'te birine düştü. Çevreye karşı uzun yıllar ihmalkârlık, aymazlık olmuş. Uzun yılların ihmalinin cezasını çekiyoruz…”** şeklinde bir açıklama yaptı.   

 

Bunun üzerine Sayın Yaşamış’a sorduk: Sizce, Türkiye’de Çevre Mevzuatı bu konuda yetersiz mi kalıyor? Aldığımız yanıt şöyle.

 

“Bütün dünyada çevre hukuku, özel hukukla ve kamu hukukuyla iç içe girmiştir. Ülkemizde çevre hakkı, çevre hukuku yaptırımlarının, başta ceza hukuku olmak üzere, uluslararası hukuk, idari hukuk, medeni hukuk ve borçlar hukukunun birçok maddesiyle desteklenmektedir. Bu nedenle Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, yetkimiz yok iddiası doğru değildir ve haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır. Çevre mevzuatımızda bu ve benzeri sorunlarla başa çıkabilecek şekilde düzenlenmiş pek çok madde mevcuttur. Yetki azlığından sözetmek isabetli değil. Türkiye’de eksik olan çevre mevzuatı değil mevcut mevzuatı doğru ve etkili şekilde uygulama becerisi ve yetkinliğidir. Ayrıca, çevre mevzuatımız çok karmaşık. Adeta bir mevzuat kirliliği var. Çevre mevzuatında ciddi anlamda tekrarlar ve boşluklar bulunuyor. İşyerlerini kapatma cezası bile var. Ancak, çevre kanunları yeterince uygulanmıyor. Denetim çok zayıf. Aslıfda, anlamlı ve geçerli bir denetleme süreci ve sistemi de yok. Bu yokluğun sorumlusu da Çevre ve Orman Bakanlığı’dır. Dünyanın çevre yönetimi gelişmiş tüm ülkelerinde çevre kanunlarını uygulayan, uygulatan ve denetleyen kamusal sistemler kurulmuştur. Bu çevre polisi olabilir, çevre kontrolörlüğü ya da çevre müfettişliği olabilir.  Çevre ve Orman Bakanı’nın olayın bu yönünü görmeden dikkati sadece parasal cezalara yönlendirmesi doğru değil. Para cezalarının yükseltilmesi ise suç işleme olasılığını azaltmaz, azaltamaz.”

 

 

Çevre sorunlarıyla karşı karşıya kalan vatandaşların yasal hakları nelerdir?

 

“Türkiye’de bu konuda tüm yurttaşların ciddi bir ilgisizliği, bilgisizliği ve duyarsızlığı var. Hukuki anlamda Türkiye, birçok ülkeden daha fazla hakka ve hukuksal olanağa sahiptir. Bu olanakların en başında geleni ise Çevre Kanunu’nun 30 uncu maddesinde yazılan “her hangi bir yerde çevre kirliliği olduğunu görenlerin ya da bileenlerin, ilgili kamu yönetimlerine başvurarak, kirliliğin bertarafını istemek” hakkına sahip olmalarıdır. Bu hukuksal olanak herkesi çevresel konularda harekete geçmek konusunda yetki sahibi kılmaktadır. Buna göre herkes, bir çevre sorunuyla karşılaştığında ya da bilgi sahibi olduğunda ilgili kamu kuruluşuna başvurarak, sözkonusu kirliliğin önlenmesini isteyebilir. Bu durumda kamu kurumu ya kabul ya red ya da sessiz kalma (60 günde cevap vermezse üstü kapalı red) şeklinde cevap vermek zorundadır İdari Yargılama Usulü Hakkındaki Kanuna göre idarenin istemi açık ya da kapalı şekilde geri çevirmesi durumunda kişiler idare mahkemelerine başvurabilir. Yargının vereceği karar bağlayıcıdır. Ayrıca, Yeni Türk Ceza Kanunu da ‘çevre suçu’ gibi bir kavramı gündeme getirmektedir. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 181–182 inci maddelerinde çevre suçu düzenlenmektedir. 181 inci maddeye göre, kanunlarda belirtilen teknik usullere aykırı olarak ve çevreye zarar verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya kasten veren kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Toprakta, suda veya havada kalıcı olursa ceza ikiye katlanıyor. İnsan veya hayvanlarda tedavisi zor hastalıklar ortaya çıkar, üreme yeteneği körelir, doğal özellikler değişirse hapis cezası beş yıldan az olmuyor. Yine aynı kanunun 55 inci maddesi haksız yolla elde edilmiş kazançların müsaderesine olanak veriyor. Çevresel yükümlülüklere uymayan kimseler haksız bir kazanç elde ettiklerine göre bu kazanç da müsadere edilebilir.
Ancak, ne var ki, b
u maddeler, yanlış ve yetersiz yasama tekniği nedeniyle amacına ulaşabilmekten çok uzak kalma özelliğini taşımaktadır. Bu nedenle isabetsizdirler. Ancak, biraz önce de belirttiğim gibi, Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 55 inci maddesi haksız kazançtan elde edilen kazanımlara el konulmasına olanak vermektedir. Çevreye atık bırakanların nasıl davranmaları gerektiği, Türk Ceza Mevzuatı’nda açıklanmıştır. Bu kişi ya da kurumların, kurallara uymadan çevreye gelişigüzel atık bırakmaları, yapmaları gereken harcamalardan kaçınmış olmaları nedeniyle, haksız bir kazanç sağlamış oldukları anlamına gelir. Kanunda, çevre kurallarına uymayarak haksız kazanç sağlayanların mal varlıklarına el koyma hakkı vardır. Bu koşullar altında Türkiye’deki çevre yasalarının yetersizliğinden sözedilemez. Ancak yargıç ve savcılar,  55 inci maddeyi bu bağlamda yorumlamak durumunda olamamışlardır. Yargıç, savcı ve avukatların konuyu 55 inci madde bağlamında ele almaları durumunda, çevreye zarar verenlere karşı çok ciddi bir yaptırıma sahip olduğumuzu kamuoyuna göstermiş olacaklardır. Tuzla olayında ise 55 inci maddeye dayanarak olaya yaklaşmak hukukçularımızın aklına gelmemiştir.”

 

 

Türkiye’nin bir başka çevre sorunu da, işletmelerin yeraltı su kaynaklarını büyük bir savurganlıkla tüketmesi. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın açıklamasına göre, Trakya'daki organize sanayi bölgelerindeki yeraltı su seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye kadar indi. Bu konuda hukuki açıdan ne tür yaptırımlar uygulanabilir?

 

“Bu konuda, Türkiye’de, yıllar önce bir ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) yönetmeliği çıkarıldı Çevre Kanunu’na dayanılarak. Üç kez de değiştirildi. Bu Yönetmeliğe göre, bir herhangi bir yatırım yapılmadan, yer seçimi yapılmadan, parasal yükümlülük altına girmeden ve uygulanacak teknik süreç kesinleştirilmeden önce, çevre üzerinde yaratabileceği olası olumsuz etkilerin saptanması ve giderilmesi için gerekli önlemlerin alınması, planlanması ve bu koşullar güvence altına alındığı takdirde yatırıma izin verilmesi gerekiyor. Çevre kanununa dayanarak Türkiye’de bu yönetmelik çıkarıldı. Ancak yönetmelik, kendisinden beklenen sonuçları üretememektedir. Bürokratik bir formalite olarak görülmektedir. Lafta ve rafta kalmış durumdadır. Türkiye’de etkili bir çevre planlaması yoktur. Çevre düzeni planlarının içinde bulunduğu durum tam bir karmaşadır. Çevre ve Orman Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı arasında sürtüşme vardır. Çevre kirliliğinin görüldüğü yörelerde kirliliğin nedenlerini ve kaynaklarını araştıran, giderilmeleri için çözüm alternatifleri araştıran, sorunun çözümü için tahsis edilen bütçe büyüklüğüne uygun maliyeti belirleyen bir planlama anlayışı yok. Böyle bir plan anlayışı Türkiye’de kimse tarafından bilinmemekte ve uygulanmamaktadır

Bu durumda, çevre sorunlarının ortaya çıkması kaçınılmazdır.”

 

 

Türkiye’nin bir başka sorunu da uluslararası kuruluşlar tarafından sahillerimize bırakılan atıklar. Bu konuda uluslararası çevre hukuku açısından, bu tür atıkları bırakan ülkelere ne tür yaptırımlar uygulatılması söz konusu?

 

“Çevre hukukunun en gelişmiş, en ayrıntılı düzenlemelere sahip dalı ‘Uluslararası Çevre Hukuku’dur. Biyolojik çeşitliliğin korunması, ozon tabakası, iklim değişikliği, Akdeniz’in kirliliği gibi alanları kapsayan çok uluslu 250 kadar antlaşma vardır. Tehlikeli atıklarla ilgili olarak ise İsviçre’nin Basel kentinde imzalanan Basel Konvansiyonu ile sözleşmeye taraf ülkelerin tehlikeli atıklarını sınır aşırı ülkelere göndermeleri yasaklanmıştır. 1989’da, Türkiye’ye getirilen ilk toksik katı atıklarla ilgili olayı ben ortaya çıkardım. Okul arkadaşım olan zamanın çevreden sorumlu Devler Bakanı’na durumu açıklayarak kendisini uyardım. Uluslararası Çevre Hukuku’nun bu konuyla ilgili hükümlerinin Türkiye için de uygulanmasını sağladım ve bu konuda başarılı da olduk. Basel Antlaşması’na göre, İskenderun’daki Ulla gemisinin İspanyollar tarafından çıkarılması gündeme geldi. Uluslararası Çevre Hukuku’nda en temel sorun, bunları uygulayabilecek bir uluslararası örgütün var olmamasıdır. Bu nedenle, Dünya Ticaret Örgütü’ne benzer şekilde Dünya Çevre Örgütü kurulması gerçek bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır.

 

* 13.04. 2006 tarihli Radikal Gazetesi

 

** 15.04.2006, Radikal Gazetesi

Hiç yorum yok: