ÇEVRE MEVZUATINDA
KİRLİLİK VAR!
Doç. Dr. Firuz D.
Yaşamış
Geçtiğimiz
Nisan ayı başlarında, Sabiha Gökçen Havalimanı yakınlarındaki Orhanlı
Beldesi'ne bağlı Değirmentepe Mevkii’ndeki kimyasal atık havzası, 'vicdan
azabına dayanamadığını' belirten bir işçinin ihbarıyla ortaya çıktı.
Normalde
kanserojen madde içerdikleri için özel olarak ambalajlanarak, İZAYDAŞ’a (İzmit
Atık ve Atıkları Arıtma Yakma ve Değerlendirme A.Ş.) gönderilmesi gereken atık maddelerin, ilaç
fabrikaları ve hafriyat firmaları arasındaki bir anlaşmayla Tuzla'ya gömüldüğü
anlaşıldı.
Tuzla'da
zehirli varillerin bulunmasının ardından Türkiye'de tehlikeli atıkların nereye
gittiği sorusu gündeme geldi. Konuyla ilgili olarak basında çıkan haberlere
baktığımızda, Türkiye'deki tehlikeli atıkların miktarı konusunda yetkili
ağızların farklı rakamlar açıklaması dikkat çekti:
* Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe: "Türkiye'de 750 bin ton tehlikeli atığın sadece 30–35 bin
tonu, hadi bilemediniz 50 bin tonu bertaraf edilebiliyor.
İZAYDAŞ
Genel Müdürü Bilal Şengün: "Türkiye'de
her yıl 1 milyon ton tehlikeli atık üretiliyor. Bu atıkların sadece 100 bin
tonu bertaraf edilmek üzere bize geliyor."
Türkiye
Kimya Sanayicileri Derneği (TKSD) Çevre Danışmanı ve İstanbul Sanayi Odası
Çevre İhtisas Kurulu Başkanvekili Dr. Caner Zambak: "Türkiye'de yılda 2 milyon ton atık çıkıyor.
Bunların büyük çoğunluğunun akıbeti bilinmiyor. İZAYDAŞ'ın kapasitesi 40-50 bin
ton."
İstanbul
Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş: "İstanbul'da 700 bin ton civarında atık var.
Bunların 55 bin tonu zararlı atık boyutunda." *
Çevre ve Orman Bakanı Pepe’nin açıklamasına göre, Türkiye'de 750 bin ton tehlikeli
atığın sadece 30–35 bin tonu tonu bertaraf edilebiliyor. Kalan 720 bin ton ise -Tuzla
olayında olduğu gibi- ya toprağa gömülüyor ya da yeraltı sularına boşaltılıyor.
İşletmelerin büyük bir kısmı ise yeraltı su kaynaklarını büyük bir
savurganlıkla tüketiyor. Trakya'daki organize sanayi bölgelerinde yeraltı su
seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye kadar indi. Burada bir alarm var.
Türkiye'nin her yerinde yeraltı sularına, jeotermal, termal kaynaklara karşı
alabildiğine bilinçli bir tüketme var. Sanayileşmiş en büyük illerden birisinde
de bir şirket, boşalttığı yeraltı suyunun yerine tehlikeli atık sularını
basıyor.
Çevre Hukuku alanında
Türkiye’deki mevcut yasal düzenlemeler ve bunların yaptırım gücü hakkında bilgi
alabilmek amacıyla, Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde Çevre Hukuku dersleri
veren Doç. Dr. Firuz Demir Yaşamış’la görüştük.
Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, Tuzla’daki çevre
faciasıyla ilgili olarak Radikal gazetesinden Murat Yetkin’e, “Elimizde
yaptırım gücü yok. Şu anda mevcut 2872 sayılı yasaya göre, 1000 varil atık
bulsak, keseceğimiz ceza 7 bin 850 lira. Aslında cezalar daha yüksekti. Önce
Danıştay beşte bire indirdi. Sonra da katsayı uygulaması nedeniyle, çevre
cezaları, başlangıcındakinin 13'te birine düştü. Çevreye karşı uzun yıllar
ihmalkârlık, aymazlık olmuş. Uzun yılların ihmalinin cezasını çekiyoruz…”** şeklinde
bir açıklama yaptı.
Bunun üzerine Sayın
Yaşamış’a sorduk: Sizce, Türkiye’de Çevre Mevzuatı bu konuda yetersiz mi
kalıyor? Aldığımız yanıt şöyle.
“Bütün dünyada çevre hukuku, özel
hukukla ve kamu hukukuyla iç içe girmiştir. Ülkemizde çevre hakkı, çevre hukuku
yaptırımlarının, başta ceza hukuku olmak üzere, uluslararası hukuk, idari
hukuk, medeni hukuk ve borçlar hukukunun birçok maddesiyle desteklenmektedir.
Bu nedenle Çevre ve Orman Bakanlığı’nın, yetkimiz yok iddiası doğru değildir ve
haklı bir gerekçeye dayanmamaktadır. Çevre mevzuatımızda bu ve benzeri
sorunlarla başa çıkabilecek şekilde düzenlenmiş pek çok madde mevcuttur. Yetki azlığından sözetmek isabetli değil.
Türkiye’de eksik olan çevre mevzuatı değil mevcut mevzuatı doğru ve etkili
şekilde uygulama becerisi ve yetkinliğidir. Ayrıca, çevre mevzuatımız çok karmaşık.
Adeta bir mevzuat kirliliği var. Çevre mevzuatında ciddi anlamda tekrarlar ve
boşluklar bulunuyor. İşyerlerini kapatma cezası bile var. Ancak, çevre
kanunları yeterince uygulanmıyor. Denetim çok zayıf. Aslıfda, anlamlı ve
geçerli bir denetleme süreci ve sistemi de yok. Bu yokluğun sorumlusu da Çevre
ve Orman Bakanlığı’dır. Dünyanın çevre yönetimi gelişmiş tüm ülkelerinde çevre
kanunlarını uygulayan, uygulatan ve denetleyen kamusal sistemler kurulmuştur.
Bu çevre polisi olabilir, çevre kontrolörlüğü ya da çevre müfettişliği
olabilir. Çevre ve Orman Bakanı’nın
olayın bu yönünü görmeden dikkati sadece parasal cezalara yönlendirmesi doğru
değil. Para cezalarının yükseltilmesi ise suç işleme olasılığını azaltmaz,
azaltamaz.”
Çevre sorunlarıyla karşı karşıya
kalan vatandaşların yasal hakları nelerdir?
“Türkiye’de bu konuda tüm yurttaşların ciddi bir ilgisizliği, bilgisizliği
ve duyarsızlığı var. Hukuki anlamda Türkiye, birçok ülkeden daha fazla hakka ve
hukuksal olanağa sahiptir. Bu olanakların en başında geleni ise Çevre Kanunu’nun
30 uncu maddesinde yazılan “her hangi bir yerde çevre kirliliği olduğunu
görenlerin ya da bileenlerin, ilgili kamu yönetimlerine başvurarak, kirliliğin
bertarafını istemek” hakkına sahip olmalarıdır. Bu hukuksal olanak herkesi
çevresel konularda harekete geçmek konusunda yetki sahibi kılmaktadır. Buna
göre herkes, bir çevre sorunuyla karşılaştığında ya da bilgi sahibi olduğunda
ilgili kamu kuruluşuna başvurarak, sözkonusu kirliliğin önlenmesini
isteyebilir. Bu durumda kamu kurumu ya kabul ya red ya da sessiz kalma (60
günde cevap vermezse üstü kapalı red) şeklinde cevap vermek zorundadır İdari Yargılama
Usulü Hakkındaki Kanuna göre idarenin istemi açık ya da kapalı şekilde geri
çevirmesi durumunda kişiler idare mahkemelerine başvurabilir. Yargının vereceği
karar bağlayıcıdır. Ayrıca, Yeni Türk Ceza Kanunu da ‘çevre suçu’ gibi bir
kavramı gündeme getirmektedir. Yeni Türk Ceza Kanunu’nun 181–182 inci maddelerinde
çevre suçu düzenlenmektedir. 181 inci maddeye göre,
kanunlarda belirtilen teknik usullere aykırı olarak ve çevreye zarar
verecek şekilde, atık veya artıkları toprağa, suya veya havaya kasten veren
kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılıyor. Toprakta,
suda veya havada kalıcı olursa ceza ikiye katlanıyor. İnsan veya hayvanlarda
tedavisi zor hastalıklar ortaya çıkar, üreme yeteneği körelir, doğal özellikler
değişirse hapis cezası beş yıldan az olmuyor. Yine aynı kanunun 55 inci maddesi
haksız yolla elde edilmiş kazançların müsaderesine olanak veriyor. Çevresel
yükümlülüklere uymayan kimseler haksız bir kazanç elde ettiklerine göre bu
kazanç da müsadere edilebilir.
Ancak, ne var ki, bu maddeler, yanlış ve yetersiz yasama tekniği
nedeniyle amacına ulaşabilmekten çok uzak kalma özelliğini taşımaktadır. Bu
nedenle isabetsizdirler. Ancak, biraz önce de belirttiğim gibi, Yeni Türk Ceza
Kanunu’nun 55 inci maddesi haksız kazançtan elde edilen kazanımlara el
konulmasına olanak vermektedir. Çevreye atık bırakanların nasıl davranmaları
gerektiği, Türk Ceza Mevzuatı’nda açıklanmıştır. Bu kişi ya da kurumların, kurallara
uymadan çevreye gelişigüzel atık bırakmaları, yapmaları gereken harcamalardan
kaçınmış olmaları nedeniyle, haksız bir kazanç sağlamış oldukları anlamına gelir.
Kanunda, çevre kurallarına uymayarak haksız kazanç sağlayanların mal
varlıklarına el koyma hakkı vardır. Bu koşullar altında Türkiye’deki çevre
yasalarının yetersizliğinden sözedilemez. Ancak yargıç ve savcılar, 55 inci maddeyi bu bağlamda yorumlamak
durumunda olamamışlardır. Yargıç, savcı ve avukatların konuyu 55 inci madde
bağlamında ele almaları durumunda, çevreye zarar verenlere karşı çok ciddi bir
yaptırıma sahip olduğumuzu kamuoyuna göstermiş olacaklardır. Tuzla olayında ise
55 inci maddeye dayanarak olaya yaklaşmak hukukçularımızın aklına gelmemiştir.”
Türkiye’nin bir başka
çevre sorunu da, işletmelerin yeraltı su kaynaklarını büyük bir savurganlıkla
tüketmesi. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın açıklamasına göre, Trakya'daki organize
sanayi bölgelerindeki yeraltı su seviyesi 15 senede 150 metreden 450 metreye
kadar indi. Bu konuda hukuki açıdan ne tür yaptırımlar uygulanabilir?
“Bu konuda, Türkiye’de, yıllar önce bir ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi)
yönetmeliği çıkarıldı Çevre Kanunu’na dayanılarak. Üç kez de değiştirildi. Bu
Yönetmeliğe göre, bir herhangi bir yatırım yapılmadan, yer seçimi yapılmadan,
parasal yükümlülük altına girmeden ve uygulanacak teknik süreç kesinleştirilmeden
önce, çevre üzerinde yaratabileceği olası olumsuz etkilerin saptanması ve
giderilmesi için gerekli önlemlerin alınması, planlanması ve bu koşullar
güvence altına alındığı takdirde yatırıma izin verilmesi gerekiyor. Çevre
kanununa dayanarak Türkiye’de bu yönetmelik çıkarıldı. Ancak yönetmelik, kendisinden
beklenen sonuçları üretememektedir. Bürokratik bir formalite olarak görülmektedir.
Lafta ve rafta kalmış durumdadır. Türkiye’de etkili bir çevre planlaması yoktur.
Çevre düzeni planlarının içinde bulunduğu durum tam bir karmaşadır. Çevre ve
Orman Bakanlığı ile Bayındırlık ve İskân Bakanlığı arasında sürtüşme vardır.
Çevre kirliliğinin görüldüğü yörelerde kirliliğin nedenlerini ve kaynaklarını
araştıran, giderilmeleri için çözüm alternatifleri araştıran, sorunun çözümü
için tahsis edilen bütçe büyüklüğüne uygun maliyeti belirleyen bir planlama
anlayışı yok. Böyle bir plan anlayışı Türkiye’de kimse tarafından bilinmemekte
ve uygulanmamaktadır
Bu durumda, çevre sorunlarının ortaya çıkması kaçınılmazdır.”
Türkiye’nin bir başka sorunu da
uluslararası kuruluşlar tarafından sahillerimize bırakılan atıklar. Bu konuda uluslararası
çevre hukuku açısından, bu tür atıkları bırakan ülkelere ne tür yaptırımlar
uygulatılması söz konusu?
“Çevre hukukunun en gelişmiş, en ayrıntılı düzenlemelere sahip dalı ‘Uluslararası
Çevre Hukuku’dur. Biyolojik çeşitliliğin korunması, ozon tabakası, iklim
değişikliği, Akdeniz’in kirliliği gibi alanları kapsayan çok uluslu 250 kadar antlaşma
vardır. Tehlikeli atıklarla ilgili olarak ise İsviçre’nin Basel kentinde
imzalanan Basel Konvansiyonu ile sözleşmeye taraf ülkelerin tehlikeli
atıklarını sınır aşırı ülkelere göndermeleri yasaklanmıştır. 1989’da, Türkiye’ye
getirilen ilk toksik katı atıklarla ilgili olayı ben ortaya çıkardım. Okul
arkadaşım olan zamanın çevreden sorumlu Devler Bakanı’na durumu açıklayarak kendisini
uyardım. Uluslararası Çevre Hukuku’nun bu konuyla ilgili hükümlerinin Türkiye
için de uygulanmasını sağladım ve bu konuda başarılı da olduk. Basel
Antlaşması’na göre, İskenderun’daki Ulla gemisinin İspanyollar tarafından
çıkarılması gündeme geldi. Uluslararası Çevre Hukuku’nda en temel sorun, bunları
uygulayabilecek bir uluslararası örgütün var olmamasıdır. Bu nedenle, Dünya
Ticaret Örgütü’ne benzer şekilde Dünya Çevre Örgütü kurulması gerçek bir
gereksinim olarak ortaya çıkmıştır.
* 13.04. 2006 tarihli Radikal Gazetesi
** 15.04.2006, Radikal Gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder