Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

1 Haziran 2025 Pazar

 

 

 

 

ANAYASA HUKUKUNUN

 

TEMEL KAVRAMLARI:

 

DEVLET, ÖZGÜRLÜK

 

VE

 

İKTİDAR

 

 

 

 

 

 

Doç. Dr. Firuz Demir YAŞAMIŞ

 

SABANCI ÜNİVERSİTESİ

SANAT VE SOSYAL BİLİMLER FAKÜLTESİ

ÖĞRETİM ÜYESİ

 

 

24 Aralık 2001
GİRİŞ

 

Anayasa hukuku, kamu hukukunun önemli bir dalı olarak, üç ana konu ve kavram üzerinde yoğunlaşır: devlet örgütünün/aygıtının örgütlenme düzeni, işlevleri, yetkileri, sorumlulukları ve çalışma biçimleri, temel hak ve özgürlüklerin içerikleri, kapsamları ve koşulları ve siyasal iktidarın [1] oluşma, şekillenme ve kullanılma biçim, süreç ve koşullarının belirlenmesi.

 

Bu çalışma, yukarıda belirtilen üç temel kavramın açıklanmasını amaçlamaktadır. Araştırmanın konusu ise, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne tam aday ülke olarak kabul edildiği ve daha demokratik bir siyasal yapı oluşturulması çabalarının ağırlık ve yoğunluk kazandığı günümüzde bu çabalara katkıda bulunmak üzere, bir “anayasa hukuku” ve “anayasacılık” (constitutionalism) [2] sorunu olarak, “temel hak ve özgürlükler”, “siyasal iktidar” ve “devlet” üçlüsü arasındaki ilişkileri eleştirel bir irdelemeden geçirmektir.

 

Günümüzde en fazla değer kazanan siyasal kavramlardan biri olan özgürlük, tarihsel gelişim çizgisi üzerinde değişik özellikler içeren çeşitli anlam ve kapsamlar kazanmıştır. Bu bağlamda, bilim ve düşün adamlarının birbirlerinden çok farklı olabilen bireysel amaçlarının daha iyi ortaya konabilmesi için özgürlük kavramının değişik tanımları yapılmıştır.

 

Kanımıza göre, özgürlüklerin en iyi tanımını yapan düşün adamı bir ingiliz olan Harold Laski’dir: “Özgürlük, çağdaş uygarlıklarda, bireysel mutluluğun gerekli kıldığı güvenceleri ortaya çıkaran toplumsal koşullar üzerindeki engellemelerin yokluğudur.”  [3]

 

Bir başka araştımacı, C. W. Cassinelli de, Laski’nin bu tanımına yaklaşmakta ve özgürlükleri iki ayrı açıdan tanımlamaktadır: Bir kere, özgürlükler, anlatım ve vicdan özgürlükleri üzerinde sınırlayıcı hiç bir hukuksal ve yönetsel düzenlemenin ve sınırlamanın olmamasını gerekli kılar. İkincisi, özgürlük,  keyfiliğin ve keyfi yönetimin yokluğu demektir. [4]

 

Özgürlüklerin “ne için” ve  “neye karşı” korunması gerektiği sorusu, karşımıza “otorite” kavramını çıkarmaktadır. İster çağımızda devletin egemenlik hakkından doğan otorite olsun, ister daha önceleri ortaya çıkan toplumsal örgütlemelerde kendiliğinden oluşan “üstün güç” olarak kabul edilsin ya da isterse bireysel mülkiyetin yol açtığı otorite (“ekonomik güç ve baskı”) olsun hak ve özgürlüklerin her türlü otoriteye ve özellikle de baskıya karşı korunması gerekmektedir.

 

Devlet otoritesi kavramı ise, kaynağını “egemenlik” kavramında bulmaktadır. Egemenlik kavramı şimdiye kadar çok değişik şekillerde tanımlanmış ve farklı anlamlarda kullanılmıştır. Kendi özel bölümlerinde ele alınacağı ve açıklanmaya çalışılacağı üzere, Aristo ve Plato’dan başlayarak St. Thomas d’Aquinas, Jean Jack Rousseau, Bodin, Hobbes, Hegel ve Marax’a kadar uzanan siyasal düşünürler egemenliğin ne olduğu konusuna yanıt aramışlardır. Doğal olarak, bu arayışların her biri değişik sonuçlara ulaşmıştır.

 

Bize göre, egemenlik, toplu olarak  yaşamakta olan bireylerin ortak iradesinden doğan ve zorlama hakkına sahip hukuksal bir güçtür. Egemenlik kavramının ortaya çıkışı, ulus devletlerin doğuşu ile birlikte hız ve aynı zamanda da hukuksal içerik kazanmıştır. Ulus devletlerin ortaya çıkmasından önce görülen örgütlenme biçimleri içinde otorite “eylemsel” (“de facto”) bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.  Anayasalar, bu kavramı “hukuksal” (“de jure”) bir temele oturtmuşlardır.

 

Toplum ve siyasal yaşamda bazı birey grupları “emretme” yetkisini elinde tutarken, diğerleri ona uymakta ve “itaat” etmektedir. Niçin itaaat ettiğimiz sorusunu araştıran ünlü düşünür Ernest Barker, “Toplumsal ve Siyasal Kuramın İlkeleri” (Principles of Social and Political Theory) adlı yapıtında bu konuda üç ayrı kanıt öne sürmektedir. Barker’ın ileri sürdüğü ilk kanıt, “tanrısal haklar” kavramıdır. Doğu felsefesinin etkisiyle şekillenen bu kuram, otoriteye itaat kavramının esasını “Tanrı” olgusuna dayandırmaktadır. İnsanlar, tanrıya/tanrılarına itaatle yükümlüdür. Yeryüzü otoritesi de, tanrı otoritesinin yeryüzüne “yansımış” ya da “delege” edilmiş şeklidir. Tanrı, emretme yetkisini, yeryüzünde kendi seçtiği bir kişiye devretmiştir. Roma Hukuku’nda da yer almasına karşın, bu kavram asıl kaynağını kaynağını Orta Çağ düşünürlerinden Saint Thomas’ta bulmaktadır.

 

Barker’in ikinci kanıtı, “ilk sahiplik” kavramıdır. Bu kavram, kaynağını dinsel otoritelerden değil, yeryüzü kurumlarından almakta ve ilk adımda “mülkiyet hakkına saygı gösterilmesi” gerekliliği üzerinde önemle durmaktadır. Siyasal egemenliği elinde tutanlar (ya da yöneticiler), aynı zamanda, toprakların (bir başka anlatımla üretim araçlarının ve toplumsal zenginliğin) tamamına ya da büyük kısmına sahip olanlardır. Başka bir anlatımla, toprakların büyük bir kesimine sahip olanlar, siyasal iktidarı ve siyasal otoriteyi de ele geçirmişlerdir. Mülkiyet kavramına karşı duyulması gereken saygı, toprağın ve toplumsal servetin büyük bir kısmını elinde tutanlara saygı duyulmasını ve onlara itaat edilmesini gerektirmektedir.

 

Barker’ın üçüncü kanıtı “sözleşme” kavramıdır. [5]  Sözleşme kavramını ayrıntılı olarak inceleyen Samuel Elliot Morrison, [6] sözleşme kavramını ikiye ayırmaktadır. Birincisi, “kişiye ait sözleşme”lerdir. Bunlar, özellikle, Calvinist’lerin geliştirdikleri ve bir anlamda tanrı ile insan arasında sözleşme yapıldığını gösteren ya da bu anlama gelen sözleşmelerdir. Bu sözleşmeye göre, Tanrı, insanlardan yaşamları boyunca dinsel kurallara uymalarını istemekte ve bireyler de bunu kabul etmektedirler.

 

Morrison’un üzerinde durduğu ikinci tür sözleşmeler ise “laik sözleşmeler”dir. Bunlar, kişilerin birbirleri arasında veya kişilerle toplum arasında yapılmışlardır. Otoriteye itaatin kaynağı olarak sözleşmeler, kendilerini ortaya çıkaran amaçlardan hareket etmektedirler. Bireyler, korkudan kurtulmak için veya bireysel huzuru/mutluluğu sağlamak için toplum düzenine geçerler. Toplumsal yaşantının devamı için bireyler, yeni  toplumun oluşmasıyla ortaya çıkan “ortak ve üstün güç”e yani egemenliğe, genel iradeye ya da siyasal iktidara itaaat etmek zorundadırlar.

 

Ernest Barker’ın ileri sürdüğü bu kanıtlara, Harold Laski iki önemli katkı getirmektedir. [7] Laski’ye göre, otoriteye itaat olgusu ilk kaynağını “korku” kavramında bulmaktadır. Buna, Hobbes Okulu adı da verilebilir. Çünkü, otorite, hükümetlerin/yönetenlerin “emirleri” şeklinde somutlaşmakta ve ortaya çıkmaktadır. Emirlere itaatsizliğin  yaptırımı/cezası ağır ve şiddetlidir. Bir başka deyişle, otorite, korkutucudur.

 

“Roussseau Okulu” olarak adlandırılan ikinci yaklaşım, otoriteye itaat olgusunu “uyum” yani “anlaşma” kavramına dayandırmaktadır. Devletin amacı, toplumda gerçek özgürlükleri ve bundan daha önemli olarak eşitliği sağlamaktır. Bireyler, bu amaca ulaşabilmek için bir araya gelirler. O halde, devletin amaçlarına ulaşabilmesi için bireylerin devletin/otoritenin emirlerine itaaat etmeleri gerekmektedir.

 

Ana hatlarını açıkladığımız ve “siyasal otorite” olarak adlandıracağımız bu kavram, geçmişte ve özellikle günümüzde “temel hak ve özgürlükler” kavramına ağırlık kazandırmakta ve özgürlüklerin siyasal otoriteye karşı korunması sorununu ortaya çıkarmaktadır.

 

Günümüzde, üzerinde durulması gereken ikinci otorite kaynağı, “ekonomik güç ya da otorite” olgusudur. Her ne kadar, siyasal otorite, ekonomik güç sahiplerinin etkisi ve yönlendirmesi altında ise de, ekonomik güç kavramı ayrı bir tartışma konusu olarak ele alınmalıdır.   Laski, “siyasal otorite, ekonomik otoritenin kaynağıdır” derken bu gerçeği dile getirmeye çalışmaktadır.  [8]

 

Üretim araçlarına “sahip olanların”, “sahip olmayanlar” üzerindeki üstünlüğünün  kesin ve açık örnekleri, insanlık tarihinin tüm evrelerinde görülmektedir. Maurice Duverger’nin sıklıkla kullandığı “siyasal çatışma” deyimi de, aynı anlamı taşımaktadır. İnsanlık tarihinde “sahipler” ile “sahip olmayanlar” arasındaki çatışma, siyasal otoriteyi her zaman ele geçirilmesi ve kullanılması gereken bir araç konumuna getirmiştir. Bu aracı ele geçirenler hem daha güçlü konuma gelmişler ve hem de toplumsal ve ekonomik kaynakları kendi yararlarına kullanmaya başlamışlardır.

 

İlk Çağ’ın Yunan şehir-sitelerinde asillerin asıl uğraşı alanının felsefe olması gerektiği yolundaki yaygın kanı, aslında, belirli bir toplumsal kesimin öteki sınıflar üzerinden geçimlerini sağlamaya çalışmaları anlamına gelmektedir.

 

Orta Çağ’da, bu sav, görünmez ve karanlık olmaktan kurtulmuş ve giderek daha çok  açıklık kazanmıştır. Derebeylerin köylüler ve kralların derebeyler üzerindeki baskısı bu gerçeğe işaret etmektedir. Yeni Çağ’ın önemli imparatorluklarında ve Yakın Çağ’ın endüstri devriminde çok daha fazla önem kazanan bu sorunsal günümüzde öneminden hiçbir şey kaybetmemiş görünmektedir. Hatta, gelişmekte olan ülkelerde önemi daha da fazla artmıştır.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamaları özetlemek gerekirse, özgürlükleri sınırlayan tek ve ana olgu “otorite”dir. Ekonomik veya siyasal otorite karşısında özgürlüklerin korunması gereksinimi, günümüzde, tüm dünyada ve özellikle de gelişmekte olan ülkelerde özgürlüklerin yalnızca “korunması” değil aynı zamanda “gerçekleştirilmesi” sorununu toplumların siyasal tartışma gündemine sokmakta ve sorun tüm dünyada siyasal açıdan çözülmesi gereken sorunların en önemlisi olmak niteliğini kazanmaktadır.

 

Bertrand Russell’ın da belirttiği gibi, “asıl sorun” özgürlüklerin “platonik” bir anlam taşıması değil, “gerçek ve somut bir olgu ve nesne olarak gözle görülebilmelerindedir.”  [9]

 

Çalışmanın öngördüğü amacın elde edilebilmesi için, önce, inceleme konusu olan üç temel kavramın tarihsel gelişim çizgisi içinde geçirdiği evrim ve değişimler incelenecek, ikinci aşamada siyasal iktidarın sınırlanması ve özgürlüklerin güvence altına alınması için anayasa hukuku ve anayasacılık öğretilerinde, kuramlarında ve uygulamalarında ortaya çıkan kavram, kurum ve yöntemler saptanacak ve daha sonra da, bunların 1961 ve 1982 anayasalarının  betimlediği Türk anayasal sistemi içindeki gerçekleşme koşulları üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda, ayrıca, özgürlüklerin sınırlanması sorunu özellikle ele alınacak ve 1982 Anayasası ile ilgili olarak 2001 yılı öncesinde ve 2001 yılında yapılan anayasa değişikliklerinin taşıdığı anlam ve önem açıklanmaya çalışılacaktır.

 

 

 

 


DEVLET, ÖZGÜRLÜK VE SİYASAL İKTİDAR KURAMLARININ TARİHSEL GELİŞİM ÇİZGİSİ

 

      Antikite Dönemi

 

      Antikite eski Yunan şehir siteleri ile Roma İmparatorluğu dönemini kapsamaktadır. “Devlet”, “özgürlük” ve “otorite” kavramları arasındaki ilişkilerin tarihçesinin ele alınacağı bu bölümde önce konuyla ilgili kuramsal gelişmeler üzerinde durulacak ve daha sonra da üç kavram arasındaki ilişkilerin uygulamada aldığı biçim tartışma konusu yapılacaktır.

 

Eski Yunan Sitelerinde Özgürlük Anlayışı

 

Eski Yunan’da, devlet, özgürlük ve otorite kavramlarıyle ilgili kuramsal gelişmelerin bilinebilmesi için Plato, Aristo ve “stoisyen”ler üzerinde durmak gerekmektedir.

 

Plato’nun Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramı

 

“Devlet” kavramı üzerinde duran ilk filozof olarak kabul edilen Plato, devleti yaratan ana olgu olarak toplum içindeki sınıflaşma gerçeğine işaret etmiştir. Plato’ya göre, toplum bireyler, askerler ve yöneticilerden (guardians) oluşur. Plato’ya göre, toplumsal otoriteyi elinde tutan devletin ana amacı toplumda (sitede) adaleti sağlamaktır. Bu amacı sağlayabilmek için, Devlet, toplumsal yaşamın bütün kesimlerine karışabilir. Devlet, böylelikle, toplumsal düzenin kurucusu ve koruyucusu olacaktır.

 

Plato, özellikle, sitedeki bireylerin eğitilmesi gereksinimi üzerinde durmuş ve bireylerin  eğitilmesi görevinin devlete ait olduğunu belirtmiştir. [10]  Plato, kişinin, eşini seçmesini ve  anne, baba ve çocuklardan meydana gelecek aile yaşamının toplumsal düzende önemli rol oynaması gerektiği yolundaki düşünceleri reddetmiştir. Bu yaklaşım, Plato’nun mülkiyet konusundaki düşünceleriyle de örtüşmektedir. Plato, toplumda bütün kadınların ve çocukların ortak ve topluma ait olmalarını istemiştir. [11]  Ord. Prof. Okandan’a göre, Plato’nun bu tercihinin ana nedeni site yararını/çıkarını güvence altına almaktır. “Aile” olgusu, devlete karşı ilgisizliğin artmasını, topluma karşı duyulması gereken sevgi ve ilginin dağılmasını, aile içi sevginin başat konuma gelmesini ve aile çıkarlarının site çıkarlarına tercih edilmesini gerekli kılar ve bireyler arasında uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların doğmasına ve bu yolla da  Site’de barış ve huzurun bozulmasına neden olur.  [12]  İnsanlar arasında toplumsal farklılaşmalar olduğunu belirten Plato, özel mülkiyet ve aile oluşturma haklarının yalnızca site yöneticilerine tanınmasını istemiştir.  [13]  Ekonomik düzen konusundaki düşüncelerini “ilkel komünizm” olarak adlandırabileceğimiz Plato, altın ve gümüşün kullanılmasını yasaklamakta, servetin ve üretim araçlarının mülkiyetinin topluma ait olmasını istemekte ve böylelikle de bireylerin toplumsal yaşama tam olarak katılmalarını sağlamayı öngörmektedir. [14]

 

Yukarıdaki düşünceleri gözönüne alındığında, Plato’nun aşırı devletçi ve totaliter nitelik taşıdığı görülür. [15]  Bu genel çizgi içinde Plato, bireyin özgürlüğü kavramını reddetmiş ve toplumsal ve bireysel gereksinim duygusundan yola çıkarak, bireyin topluma/siteye/devlete karşı sahip olduğu tek hakkın bireysel ve toplumsal gereksinimlerinin giderilmesini istemek olduğunu söylemiştir. Bireysel ve toplumsal gereksinimleri karşılıyacak kurum ise devlettir. Devleti yaratan bireyler arasında eşitsizlik ve adaletsizlik görülmesinin olağan ve doğal olduğunu belirten Plato, devlet otoritesinin güçlülüğünü, bireysel hak ve özgürlüklerin varlığına yeğ tutmaktadır.

 

Sonuç olarak, Plato -kendi düşünce sistemi içinde- birey haklarının korunması gibi bir sorunun olmadığına inanmaktadır.

 

Aristo’nun Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramı

 

Devlete verdiği üstün önemle Plato’ya yaklaşan Aristo, bu devletin önemini başlıca iki nedene dayandırmaktadır. Bir kere, Aristo’ya  göre, devlet en üstün toplumsal örgütlenme şeklidir. İkincisi, devletin amacı “en iyi” olmaktır. [16] Aristo’ya göre, en iyi olmak ise kamunun gönenç ve mutluluğunu gerçekleştirmektir. [17]  Bu tür devlet anlayışı, kaynağını aile kavramından almaktadır. [18] Ünlü düşünür Bertrand Russel, Aristo’nun bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir: “devlet, kusursuz ve kendi kendine yeterli aile ve bireylerin toplamıdır.”

 

Aristo, bu bağlamda, Plato’nun aile kurumu ile ilgili görüşlerine karşı çıkmıştır. Aile kavramında olduğu üzere, Aristo, Plato’nun mülkiyet hakkındaki görüşlerini de eleştirmiştir. Aristo, bireylerin özel mülkiyete sahip olma haklarını savunurken, Plato’nun savunduğu ortak mülkiyet kavramının toplumda tembelliği ve çalışmamayı özendireceğini ileri sürmüştür. Bireylerin ticaret yapmak hakkına da sahip olduğunu belirten Aristo, ticaretin serveti doğurduğunu kabul etmekte ve ticareti ikiye ayırmaktadır. Birincisi, “eşit ticaret-eşit tüketim” esasına dayanır. Bu yerinde ve gelir getiren ticarettir. İkincisi, “değişim”e dayanan ticarettir. Aristo, bu tür ticareti uygun bulmamakta ve reddetmektedir.  [19]

 

Mülkiyet konusundaki görüşleriyle Plato’dan ayrılan Aristo, eşitsizlik konusundaki düşünceleriyle Plato’ya yaklaşmıştır. Aristo, esirliğin ve eşitsizliğin doğal olgular olduğu konusunda ısrarlı olmuş ve “doğumdan itibaren bazıları yönetilmek ve bazıları da yönetmek üzere işaretlenmişlerdir” demiştir.

 

Aristo, “Politika” isimli eserinde, devletin kaynağını ailede bulduktan sonra, devletin temel unsurlarını da belirlemektedir. Aristo’ya göre, devletin ilk unsuru “halk”tır. Çeşitli yurttaşlıklardan fakat genellikle orta sınıf bireylerden meydana gelen “halk”tan, “köle”ler çıkarılırsa geriye “yurttaşlar” kalmaktadır. Yurttaşlar, yasa yapma, yasaları uygulama, kamu işlerini yürütme ve yargı yetkisini kullanma haklarına sahiptirler. Aristo’ya göre, devletin ikinci temel unsuru  “toprak”tır. Üçüncü temel unsur ise “bireysel mülkiyet”tir.  [20]

 

Aristo, devletin, toplumsal istekleri akla uygun duruma getirme aracının Anayasa olduğuna inanmaktadır. Anayasa, siyasal topluluğun amaçlarını saptar ve topluma duyurur. [21] “Yasalar anayasa çerçevesi içinde olmalıdır” diyen Aristo, yasası olmayan insanları “hayvanların en değersizi” olarak nitelendirmektedir. Aristo, “devletin varlığı yasaların varlığına bağlıdır” [22] diyerek yasaları toplumsal yaşamın temel direkleri saydığını açıklıkla ortaya koymuştur. Aristo’ya göre, devlet işleri yasalara dayanarak yönetilir ve yürütülür.

 

Yukarıda belirtilen kısa çizgilerden bazı genellemelere ulaşmak gerekirse, Aristo’nun özgürlüklerin korunması ve gerçekleştirilmesi konusunda Plato’dan çok daha önemli görüşler ürettiği anlaşılmaktadır. Aristo’nun devlet kavramı ve anlayışı, Plato’ya göre çağımızın devlet kavramına ve anlayışına daha yakındır.

 

Plato’nun aksine olarak, Aristo özgürlüklerin varlığını tanımıştır. Devleti, bir anlamda, toplumsal ve bireysel gereksinimleri yerine getirmekle ödevli saymış ve böylelikle de bireysel özgürlüklerin gerçekleşmesini sağlamak istemiştir. Aristo, devletin bu görevini yerine getirmesi sırasında yasalara uygun davranmasını isterken günümüzün en geçerli devlet niteliklerinden biri olan “hukukun üstünlüğü” ilkesinin önemine de başarılı bir şekilde işaret etmektedir.

 

Kısacası, Aristo, eşitsizliği doğal bulmakla birlikte, devletin bireysel özgürlüklerin devamını sağlaması durumunda “adalet”e ulaşılacağını belirterek, özgürlüklerin korunmasının siyasal otoritenin sınırlanmasına bağlı olduğunu söylemek istemektedir.

 

Stoisyenler’de Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramı

 

Antikite döneminde özgürlüklerle ilgili en gelişmiş düşünce akımının “stoicism” olduğu görülmektedir. Aristo ve Plato’dan çok ileri olan bu akım iki temel kavrama dayanmaktadır: insanların özgürlüğü ve doğa. Eski Yunan’da, Zeno, Chrysippus ve Posidonius tarafından geliştirilen bu düşünce biçimi, “özgürlük” ve “doğa” kavramlarını açıklayabilmek için öncelikle “erdemlilik” kavramı üzerinde durmaktadır. Stoikler’e göre, erdemlilik, iyi veya kötü tüm baskılara dayanabilme gücüdür. Stoisyenler’e göre, ancak baskılara katlanabilen insan “doğal”dır ve ancak doğal insan “mutlu”dur. Stoiler’e göre, bir hapishanede çevresiyle tüm ilişkileri kesilmiş olsa dahi, “mutlu insan” ya da  “kendini mutlu sayabilen insan”, “özgür”dür.  [23]

 

Stoisyenler bu görüşleriyle, doğal hukuk kavramının ilk tohumlarını serpmişlerdir. Stoisyenler, doğanın -bir bütün olarak- değişmez doğa yasalarıyla yönetildiğine inanıyorlardı. [24]

 

Okandan, bu konuda, şunları söylemektedir: “Stoisyenler’e göre, insan ancak, kendi tabiatı hakikisini takip eylediği takdirde hür olabilir ve bu vaziyet hür insanlarla hür olmayanlar arasında o zamana kadar mevcut bu türlü farkların ortadan kalkmalarını mümkün kılar. Rasyonel bir varlık olan ve tamamen birbirlerine benzeyen insanlar için mevcut siyasi teşekküllerin üstünde insan tabiatının ve ona tekabül eyleyen rasyonellik yasasının ayniyeti üzerine mücesses, umumi bir cemiyetin mevcudiyeti bahis mevzuu olmaktadır. Fertlerin hepsi, aralarında hiçbir fark olmaksızın, aynı siyasi teşekkülün yurttaşı sıfatını iktisap etmekte ve fertlerin hür olmalarını kabul eylemeyen tabiat kanunu, insanların cümlesi için adaletin tahakkukunu istemektedir.” [25]

Özgürlükler konusunda son derecede ileri görüşler getiren stoisyenler, buna karşın, özgürlüklerin güvencesi sorunu üzerinde durmamışlar ve özgürlükleri baskı altına alacak unsurları sınırlama konusunda yeterli çabayı göstermemişlerdir. Hatta,  özgürlüklerin sınırlanabileceğini dahi kabul etmişlerdir. Stoisyenler, “baskıya boyun eğmek” gerektiğini düşünmektedirler. “Baskıya boyun eğme” kavramı ise özgürlüklerin yokluğunu kabul etmekle eş anlamlıdır.

 

Çağımızın özgürlük anlayışına aykırı olan bu düşünme biçimi Stoisyenler tarafından “akla uygun” bulunmaktadır. Zira, onlara göre, ancak, baskılara dayanabilen insan erdemlidir, erdemli insan mutludur ve  mutlu insan özgürdür.

 

Uygulama: Atina’da Devlet, Özgürlük ve Otorite

 

Eski Yunan sitelerinden günümüzde en fazla üzerinde durulanı Atina olmuştur. Atina’nın önemi, 18 inci ve 19 uncu yüzyıllarda Avrupa’da başlayan doğrudan demokrasiyi arama ve gerçekleştirme eylemleriyle daha da artmıştır. Bu bağlamda, Atina’daki siyasal yapılanma ilkeleri, siyasal kurumlar ve süreçler incelenmiş ve Atina sitesi bir gerçek demokrasi örneği olarak kabul edilmiştir.

 

Mayo, “Demokratik Teoriye Giriş” adlı yapıtında, bu bağlamda üç neden ileri sürmektedir. Bir kere, Atina’da karar alma yetkisi yurttaşların tümüne aittir. İkincisi, yurttaşlar eşit siyasal ve hukuksal haklara sahiptirler. Örneğin, tüm yurttaşlar memur olabilme ya da kamuda çalışabilme hakkına sahiptirler. Nitekim, yargı görevini yerine getiren “jüri”ler yurttaşlardan oluşur. Üçüncüsü, Atina’da siyasal ve toplumsal özgürlükler de gerçekleşmiştir. Özellikle, anlatım özgürlüğü anlamına da gelen, “tartışma özgürlüğü” sistemin temel taşı olarak kabul edilmiştir.  [26]  Mayo, bunları belirttikten sonra, Atina uygulamasının altında yatan varsayımları araştırmaktadır. Mayo’nun ileri sürdüğü ilk varsayım, yurttaşların Site’ye, Polis’e yani, devlete olan bağlılıklarıdır. Bir başka varsayım, devlet görevlerinin herkes tarafından yerine getirebileceği kavramıdır. Yurttaşlar, Site’ye ilişkin sorunlara ve Site’nin yönetilme koşullarına ve biçimine ilgi duymak zorundadır. Mayo’ya göre, özgürlüklerin ve  özellikle “site” yönetimine katılma özgürlüğünün varlığı, bu varsayımların haklılığının temel dayanak noktalarıdır. [27] Mayo’ya göre, bu koşullar altında Atina demokrasisi, bir “doğrudan demokrasi sistemi” idi ve sistemin temel özelliği de yurttaşların yasaya karşı duydukları saygı olmuştu.

 

Atina’da, kişisel çıkarlar, kamu çıkarından sonra gelirdi. Yurttaşların yaşamı, ancak Site’ye hizmet etmekle ve Site’nin  yönetimine katılmakla değer kazanırdı.  [28]

 

Laski ve Russell ise bu görüşe karşı çıkmaktadırlar: Atina’da işleyen ve başarılı olan sadece yurttaşların yönetime katılma ilkesidir. Onlara göre, “yurttaş” kavramı Atina’da oldukça dar sınırlar içinde tutulmuştur. “Yurttaşlık” bir doğum işidir. Yabancılar ve köleler, Atina’da doğmuş olsalar dahi, yurttaş olarak kabul edilmezler. Bu nedenle, onlar kamusal işlerle uğraşmak hakkına da sahip değildirler. Yabancıların ve kölelerin tek görevi tarımla uğraşmaktır. Oysa, Atina’da yurttaşların sayısı yurttaş olmayanlardan daha azdır. O halde, Laski ve Russell’e göre, Atina’da “aristokratik bir despotizm” siyasal sisteme egemen olmuştur. [29]

 

Ernest Barker’a göre ise, “Atina demokrasisi” ve “site”si, site olabilmenin ötesinde bir kavramdır. Atina Sitesi, “bir ahlak ve din birliği”dir. Atina Sitesi, aynı zamanda, bireylerin ekonomik gereksinmelerin karşılandığı bir toplumdur. Kısacası, Barker’a göre, şehir-siteleri aslında birer “topluluk-devlet”dir. [30]

 

R. G. Okandan da, Atina’da tam bir demokratik sistemin var olmadığını kabule yanaşmakta ve şunları söylemektedir: “Atina Sitesi’nde iktidarın belirli bir zümre tarafından kullanıldığını, hakiki sistemin demokratik değil, aristokratik olduğunu görmekteyiz… Nitekim, Perikles’in ölümünden sonra, demokrasi diye tavsif edilen sistemden eser bile kalmamış, memlekete demagoji ve demagoglardan mürekkep oligarşi tam manasiyle hakim olmuştur.”

 

Açıklıkla görülmektedir ki, Atina’da özgürlükler sadece yurttaşlara aittir. Yurttaşlar açışından tam bir özgürlük ortamının olduğu kabul edilmelidir. Yurttaşlar, gerek karar alma erkine ve gerekse yürütme erkine katılabilmektedir. Bu sistemde, özgürlüklerin güvenceye bağlanması söz konusu olmamaktadır: yurttaş kimliğine sahip olmak ve yurttaş olduğunu ispatlayabilmek bütün özgürlüklerin güvencesi olmak anlamını taşımaktadır.

 

Bir yurttaşı siyasal haklarından yoksun bırakmak ancak çoğunluğun alacağı bir kararla olabilir. Bir yurttaş istenmeyen bir eylemde bulunmuşsa ya da suç işlemişse cezalandırılmalıdır. Böyle bir anlayış ve uygulama biçimi ise, o zamanın koşullarına olduğu kadar günümüzün anlayışına da uygun düşmektedir.

 

Sparta’da Devlet, Özgürlük ve Otorite

 

Atina Sitesi büyük çapta Aristo’nun öngördüğü siyasal sistemi andırmaktadır. Buna karşılık, Sparta’daki siyasal rejim ve  uygulamalar geniş ölçüde Plato’nun görüşlerini yansıtmaktadır. Sparta’da üç temel sınıf vardır: yabancılar, köleler ve yurttaşlar. Yabancılar, siyasal otoriteye katılma hakkına sahip değildi. “Helot” olarak adlandırılan köleler, toprağın doğal bir parçası olarak kabul edilmekte ve üçüncü sınıf insan olarak kabul edilmekteydi.

 

En üstün sınıf ise, “yurttaşlar” sınıfıydı. Bu sınıf da kendi içinde ikili bir ayrım taşımıştır: yöneticiler ve askerler. Askerlik, bütün Sparta yurttaşlarının taşıması gereken en üstün nitelikti. Çocukların doğdukları andan itibaren ailelerin elinden alınması ve “kamp”larda yetiştirilmesi; son derece disiplinli bir eğitimden geçirilmesi ve hatta 20 ile 30 yaşları arasında evlenme yasağına konu olmaları Sparta siyasal rejiminin dikkat çeken yanlarıdır. [31]

 

Sparta’da, toprağın büyük kısmı ailelere ve az bir kesimi devlete aitti. Aile topraklarının beşte ikisi, kadınların elindeydi.

 

Sparta’da, Devlet, toplumsal yaşamın ana düzenleyicisidir. Ancak, bu olgu Atina uygulamasının daha ötesine gitmekte ve devlet varlığını duyurabilen tek siyasal kurum konumuna gelmektedir. Sparta’da, esas olan, devlettir. Yönetime ve yöneticilere saygı gösterilmesi toplumun temel niteliklerinden olan “disiplin” sistemiyle güvence altına alınmaktaydı. Böylelikle, Spartalı’lar mutlak, despotik bir yönetimin baskısı altında yaşamaktaydı.

 

Yurttaşların diğer bölümünü yöneticiler oluşturmaktadır. Bunlar arasında en önde gelenler savaş ve barış zamanında göreve getirilen iki ayrı kral, yaşlılar meclisi üyeleri, Genel Meclis üyeleri ve “ephor” olarak adlandırılan beş büyük yargıçdır.

 

Atina’nın aksine, Sparta’da özgürlük kavramına rastlanmamaktadır. Onun yerini, “ödev” kavramı almıştır. Özellikle, “askerlik ödevi” özgürlüğün yerine “disiplin”i getirmiştir. Sparta’da “verilen emirlere uyma” ve “vatan için özveride bulunma” özgür yaşamakla eş anlamlıdır.

 

Bu tür bir anlayış ve siyasal rejim çerçevesinde, bireysel hak ve özgürlüklerin  korunması ve bir güvenceye bağlanması sorununun ortaya çıkamayacağı açık bir gerçektir.

 

Eski Roma’da Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları

 

Eski Yunan’da olduğu gibi, Roma İmparatorluğu döneminde devlet, özgürlük ve otorite kavramlarının kuramsal içeriklerinin incelenmesi gerekmektedir. Bu bölümde, her üç kavramın kuramsal özellikleri ele alınacaktır. Bu bağlamda, Polybius, Cicero ve Romalı Stoisyenler (Posidonius, Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius) inceleme konusu yapılacaktır.

 

Polybius

 

Polybius’un devlet kuramı, daha önceki düşünürlerin ortaya koyduğu görüş ve verilere dayanmaktadır. Polybius’un ilginç olan yanı, “iktidarların dolaşımı” kuramını geliştirmiş olmasıdır. Okandan, Polybius’un bu konudaki görüşlerini şöyle özetlemektedir: [32] Polybius’a göre, devlet doğal bir olaydır, çünkü, devlet kendiliğinden doğar, oluşur ve gelişir. İlk bakışta, devlet, bir siyasal gücün ortaya çıkışı şeklinde kendi göstermektedir. Başlangıçta, siyasal gücün sahipleri tarafından oldukça serbest bir şekilde kullanılmasına karşın, zamanla insanlar arasında “iyilik”, “yasa” ve “dostluk” gibi kavramlar türemiştir. İktidarı ellerinde tutanlar, siyasal güçlerini kötüye kullanınca, halklar ayaklanmış ve kralları/yöneticileri/iktidar sahiplerini devirmişlerdir. İktidarların dolaşımı kuramına göre, devrilen monarşik rejimlerin yerini aristokratik rejimler alır. “Aristokrasi” olarak adlandırılan sistemlerde, siyasal gücü elinde tutan azınlık grup, iktidarlarının başlangıç döneminde, toplum çıkarını gözeten kamuya yararlı çalışmalar yaparlar. Aristokratlar, daha sonraki aşamalarda, sadece kendi çıkarlarını düşünürler ve amaçlarını baskı, şiddet ve zor yoluyla elde etmeye başlarlar. Bu tür siyasal rejime, “oligarşi” denir. Bu olumsuz değişim sürecinin doğal sonucu, Polyubius’a göre, yeni bir ayaklanma/ihilal/devrimdir. Devrimle, “oligarşi” yıkılır, yerine “demokrasi” getirilir. Demokrasi, özgürlük ve eşitlik kavramlarını içinde taşır. Ancak, zamanla bazı toplumsal sınıfların diğer toplumsal sınıfları baskı altına alma çabaları demokrasiyi karmaşaya sürükler. Karmaşa ortamının sonucunda, halk eylemi yoluyla demokrasi yıkılır ve yerine yeniden “monarşi” gelir.

 

ANACYCLOSIS”: SİYASAL ÇEVRİM

 

 

            “İLKEL TOPLUM”

 


(MONARKIN GÜCÜNÜ AHLAKİ DEĞERLERİN

VE ADALETİN ÜZERİNE YANSITMASI)

 

 

 


            KRALLIK                 (bozulma)                  Tiranlık                                                                                                                               (halkın tiranı devirmesi)

 

           

Aristokrasi                (yozlaşma)                 Oligarşi                                                        

                                                                 (halkın oligarşiyi devirmesi)

 

 

 


            Demokrasi                 (yozlaşma)                 Ochlocracy (çete yönetimi)

                                                          

 


                                              

 

 

Bu açıklamalardan çıkan sonuç, Polybius’un özgürlükler ve özgürlüklerin güvencesi üzerinde duran ilk düşünür olduğudur. Polybius, yönetimleri iyi ve kötü olarak ikiye ayırırken onlar arasında bir seçim yapmanın olanaksızlığını belirtmiş ve çözüm yolu olarak “karma yönetim” tipini önermiştir. Bu yönetimin amacı, “kamu yararına” çalışmaktır. Yalnızca kamu yararına çalışan yönetimler iyidir. Yönetimin kamu yararına çalışması durumunda, toplumsal çarpıklıklar ortadan kalkar ve toplumsal ve bireysel tatminsizlik duygusu yok olur. Bu tür yönetimlerde, toplum içinde barış ve huzur ortamı oluşur.

 

Polybius’un diğer önemli bir özelliği de, bireylerin zalim iktidarlara karşı “direnme hakkı”na sahip olduklarını belirtmiş olmasıdır. Polybius’un bu yaklaşımıyla, bireysel özgürlükler, ilk kez, somut ve maddesel bir güvenceye bağlanmış olmaktadır: yönetimler baskıya, şiddete, kaba güce ve zor kullanmaya kaydıkça ve kamu yararını değil, yalnızca kendi çıkarlarını düşündükçe halkların yönetimi ve yöneticileri değiştirme hakları vardır.

 

Marcus Tullius Cicero

 

“Devlet Hakkında”, “Ödevler Hakkında” ve “Yasalar Hakkında” adlı eserleriyle siyasal bilimler alanında önemli bir yeri olan Cicero [33], “doğal hukuk” kavramının önemli öncülerindendir. 

 

Cicero’ya göre, insan hakkının üstünde, evrensel bir akıl vardır. Yazılı yasalar, bu doğal yasalara uygun olmalıdır. Cicero’ya göre, bir kuralın “yasa” olabilmesi için kamu yararı gütmesi gerekir. Cicero, esasen, devletlerin amacının kamu iyiliğini gerçekleştirmek olduğuna inanmaktadır. Cicero’ya göre, devlet, herşeyden önce, toplumun iyilik ve çıkarlarını güvence altına almalıdır.

 

Roma Stoicismi

 

Roma’lı “stoisyen”ler, geniş ölçüde, Yunan “stoisyen”lerine benzerlikler göstermektedir. [34] Posidonius, Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius “stoicism”in “özgürlük” ve “akıl”la ilgili görüşlerini yaşadıkları dönemin koşullarına uyarlamaya çalışmışlardır.

 

Seneca, Roma stoisyenleri arasında en fazla dikkate çarpan düşünürdür. Seneca’ya göre, mutlak özgürlük en seçkin olanların ve  en iyi olanların yönetimi altında yaşamaktır. Kötü insanların yönetiminde, özgürlüklerin varlığı söz konusu olamaz. Seneca’ya göre, özgürlüklerin güvencesi iyi yönetimlerin seçimi ve iş başına getirilmesindedir.

 

Seneca’dan daha dikkate değer görüşler ileri süren Epictetos, özgürlüklerin ilk kez tanımlayan düşünürdür. Epictetos ile özgürlük kavramı yeniden doğmuş ve tanımlanmıştır. Siyasal alanda oldukça ileri olma niteliğini taşıyan bu tanım eksiksiz ve akla uygun olması özellikleri ile daha da fazla değer kazanmaktadır: özgürlük, insan iradesinin oluştuğu yönde hareket edebilmek gücünden ibarettir. [35]

 

R. G. Okandan Stoisizm’i şu şekilde tanımlamaktadır: Stoisyenlere göre, doğa gibi ortak bir kaynağa sahip olan insanların hepsi akıl sahibi varlıktırlar, aralarında hiçbir toplumsal fark yoktur ve aralarında tam bir eşitlik egemen bulunmaktadır.

 

Orta Çağ

 

Marc Bloch, Feudal Society adlı iki ciltlik eserinde Orta Çağ feodalitesini birbirlerinden çok farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal özelliklere sahip birinci ve ikinci feodalite dönemi olarak ikiye ayırarak incelemektedir.

 

Birinci Feodalite Dönemi

 

Feodalitenin birinci dönemi Hristiyanlığın doğumundan 12 nci yüzyıla (reformasyon ve rönesans hareketlerinin ortaya çıkmasına) kadar olan dönemi kapsamaktadır. Bu döneme damgasını vuran iki önemli olgu hristiyanlık ve müslümanlık gibi iki önemli dinin ortaya çıkmış olmasıdır. Aşağıda, her iki dinin, devlet, özgürlük ve siyasal otoriteyle ilgili görüşleri özetlenmiştir.

 

Hristiyanlığın Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları


Genel bir düşünce olarak, “hristiyanlık”ın kaynağını “yahudilik”ten aldığı, ancak, bu dinin öğretilerini eski Yunan düşünürlerinin öngörülerinden süzerek olgunlaştırdığı kabul edilir. [36] Bu görüş, ilk kez, MS 185-254 tarihleri arasında yaşayan Origen’in “Contra Celsus” adlı yapıtıyla ortaya konmuştur. Origen, yapıtında, yukarıdaki görüşü benimseyen Celsus’u eleştirmekte ve onun düşüncelerinin yanlışlığını göstermeye çalışmaktadır. Origen, yapıtında, aynı zamanda, hristiyanlığın tarihsel ve politik bir olay olarak taşıdığı önemi de ortaya koymaktadır.

 

Origen’e göre, “Tanrı”, “saf akıl”, “özgür vicdan” ve “ölümsüzlük” gibi görüşleriyle hristiyanlık, bir anlamda, insan düşüncesinin, o güne kadar bilinenlerden daha farklı konular ve kavramlar üzerinde yoğunlaşmasında önemli rol oynamıştır. Özellikle, eski Atina uygarlığının sona ermesiyle başlayan şiddete ve baskıya dayalı yönetimlere karşı yeni bir kurtuluş yolu öneren bu yeni din, aynı zamanda, kişilerin doğal olarak ve doğumla kazanılan özgürlükleri  kavramını da gündeme getirmekle siyasal açıdan bir başka önem daha kazanmıştır.

 

Hristiyanlığın özgürlük kavramı üzerine etkilerinden söz ederken hristiyanlığın gelişiminde rol oynayan ve “Kilise Doktorları” olarak tanınan St. Ambrose, St. Jerome ve St. Augustinus’i incelemek gerekmektedir.

 

St. Ambrose, bir tartışma ile tanınmış ve ünlenmiştir. Konumuz bakımından önem taşıyan bu tartışmada, St. Ambrose, hristiyanların mensubu bulundukları dini ispatlayabilmek için açıklamaya zorlanmalarını “zalimlik” olarak nitelendirmiştir. [37] St. Ambrose, insanlara dinleri konusunda baskı yapılmasını önlemek istemiş ve böylelikle de bir anlamda vicdan özgürlüğünün öncülüğünü ve savunuculuğunu yapmıştır.

 

Ancak, St. Ambrose’un bu özelliğini abartmamak gerekir. St. Ambrose, vicdan özgürlüğünü, yalnızca hristiyan olanlara tanımak istemiş ve hristiyanlığı kabul etmeyenlerin bu dine girmeye zorlanmalarında bir sakınca görmemiştir.

 

St. Jerome ise, savaşlara karşı olan tutumuyla tanınır. St. Jerome, savaşların insanlar üzerinde yaptığı yıkımı gözönüne alarak, savaşların önüne geçilmesini istemiş ve böylelikle de “kişi güvenliği” kavramının ilk habercisi olmuştur. [38]

 

İlk iki doktordan daha dikkate değer olanı Papa Birinci Gregory’dir. “Ulusların kralları ile cumhuriyetlerin imparatorları arasında şu fark vardır: ulusların kralları esir insanların efendisi olduğu halde, cumhuriyetlerin imparatorları özgür insanların efendisidir” [39] derken, Büyük Gregory, bir yandan, cumhuriyet yönetiminin despotik nitelikli yönetimlere karşı üstünlüğünü göstermek istemiş ve diğer yandan da, esirlik ve özgürlük kavramları arasında belirgin bir ayırım yaparak, özgürlük kavramının önemini ve değerini belirtmeye çalışmıştır.

 

Klise doktorları arasında en fazla değer kazanan ise St. Agustinus olmuştur. St. Agustinus’un, “Tanrı Şehri” adlı yapıtı çağının birçok engelini aşarak döneminde dikkate değer bir önem kazanmıştır. [40] St. Augustinus, bu çalışmasıyla, baskı altında tutulan talihsiz insanların eline güçlü bir savunma aracı vermiştir. Bu araç, “Tanrı Şehri” - “Dünya Şehri” ayrımıdır. Bu ayırım, klise ile devlet kavramlarının ayrılması ve “laiklik” kavramının güç kazanması anlamına gelmektedir.

 

Hristiyanlığın özgürlükler konusuna katkısı, kanımızca, oldukça önemli olmuştur. “Özgür irade” ve “saf akıl” gibi kavramlar, özgürlüklerin gelişiminde önemli dönemeç taşları olmuştur. Ancak, hristiyanlıkta özgürlük sadece dindaşlara tanınmış ve  özgürlük, yalnızca dindaşlar adına savunulmuştur. Nitekim, hristiyanlık, özgürlüklerin güvencesi olabilmeleri bakımından sadece “ahlak” ve “din” ölçütlerini getirebilmiştir. Otoriteyi elinde tutanları sınırlayan tek unsur din ve tanrı korkusudur.

 

Bu ana sınırlayıcı ilkeler, önceleri, imparatorlara ve krallara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Daha sonraki dönemlerde, siyasal iktidarı monarklardan devralan papalar, sahip oldukları dinsel üstünlüğün yanına siyasal egemenliği yani siyasal üstünlüğü de koymuşlar ve iktidarlarını güçlendirmişlerdir. Siyasal egemenliği elinde tutan papanın ana sınırlayıcıları tanrı, İsa  ve onların sözlerinin yazılı biçimi olan İncil’dir. Papa, günlük uygulamalarına İncil’de dayanak buldukça meşru sayılmaktadır.

 

Ancak, özgürlüklerin güvencesinin, papa dolayısiyle İncil’de aranması inandırıcı ve güvenilir değildir. Zira, İncil’i uygulamak durumunda olan Papa, aynı zamanda, İncil’i yorumlamak hakkına da sahiptir. Bu durum, papaların siyasal otoritelerinin sınırlanmasını olanaksız kılmaktadır.

 

Özetlemek gerekirse, hristiyanlık, bir din olarak, özgürlük kavramı konusunda yeni açılımlar getirmiş ancak özgürlüklerin korunması konusunda sağlam araçlar geliştirememiştir.

 

Müslümanlığın Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları

 

İslâm Dini’nin özgürlükler konusundaki görüşlerini açıklayabilmek her şeyden önce bu dinin doğduğu ve geliştiği ortamın toplumsal ve ekonomik koşullarını bilmeyi gerektirmektedir. Arabistan, bu çağlarda, insan davranışlarına vahşiliğin, hoşgörüsüzlüğün ve adaletsizliğin egemen olduğu bir toplumdur. Hak, sadece güçlü olanındır. Güçlüler, bu amaçla, sürekli olarak başkalarına saldırmakta ve savaşmaktadırlar.

 

Kısacası, anarşi ortamı tüm yarımadayı kaplamış ve kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi kavramlar ortaya çıkmak olanağını bulamamışlardır. Böyle bir ortam içinde doğan yeni din kısa zamanda gelişme ve genişleme olanağı bulmuştur. İslam düşünürleri Suriye’nin ele geçirilmesiyle burada yaşayan müslüman olmayan araplardan, Aristo’nun ve Plato’nun siyasal görüşlerini öğrenmişlerdir. [41] İslam düşünürleri, daha sonraki yıllarda Bizans’la ilişki kurmuşlar, İran’ı elegeçirerek Hindistan’a ulaşmışlar ve böylelikle de Bizans, İran ve Hint devlet sistemlerinin etkisi altında kalmışlardır.

 

Kuran’ın öngördüğü temel devlet ilkeleri şunlardır: siyasal iktidarın sınırlanması ile ilgili olarak “itaat kavramı”, “düzen ilkesi”, “otorite ilkesi”, “adalet ilkesi”, “şura ilkesi” ve “huruç kuralı” ve özgürlüklerle ilgili  olarak “hoşgörü” ilkesi”. [42]

 

İslam’ın içinde doğduğu anarşi ortamına karşı getirilen “düzen ilkesi”, toplum içinde düzenli yaşamın ve uyumun yaratılmasını amaçlamakta ve bunu zorlaştıran ya da olanaksız kılan kılacak eylemleri yasaklamak yoluna gitmektedir.

 

Keza, aynı zamanda, “itaat kavramı” da kişinin emir verme konumunda olanlara başeğmesini öngörmesi nedeniyle “düzen ilkesi”ni güçlendirici bir nitelik taşımaktadır.

 

“Adalet kavramı”, müslümanlıkta, özgürlükten daha fazla önem ve anlam kazanmıştır. [43]

 

İslam, adil olmayan halifenin öldürülmesine de (huruç kuralı) -belirli bir süre için- uygun gözle bakmıştır.

 

Halifenin adaletsizliğe kaymasının önlenmesi için “şura” (meşveret) ilkesi geliştirilmiştir. Bu ilkeye göre, halife ancak bilge kişilere (alimler-ulema) danışarak dinsel, siyasal ve toplumsal kararlar alabilecektir.

 

Özgürlükler açısından en fazla önem taşıyan kavram ise hoşgörüdür (tolerans, müsamaha). “Dinde zorlama yoktur” şeklinde anlatılan bu ilke -bir anlamda- günümüzün kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği ilkelerini yansıtmaktadır. Ancak, hoşgörü ilkesini abartarak değerlendirmemek gerekir. Gerçekten, islâmda, özgürlük kavramı siyasal alana kayamamış ve yalnızca kölelikten kurtulma ve bir insan olarak irade serbestliğine sahip olma anlamına gelmiştir. [44]

 

Bu bağlamda, “mutlak monarşi” kavramının da ele alınması gerekmektedir. Tartışılabilir bir konu olmasına karşın, Bertrand Russell islam devletinin mutlak monarşi olduğunda israr etmektedir. [45]

 

İslâmda özgürlük kavramının öncüsü İbni Eb-i’r-Rebi olmasına karşın, islam ve özgürlükler konusunda en fazla tanınan düşün adamı Farabi olmuştur. Farabi’nin özelliği, “sözleşme” kavramını ortaya atmış olmasıdır. Prof. Dr. Harun H. Şirvani bu konuda şunları yazmaktadır: “... insanlar durumlarındaki bu başkalıklarla cemiyeti devam ettirmek imkanına sahip olmadıklarını ilk defa anladıkları zaman bir araya toplanırlar, işlerin durumunu gözönüne alırlar, birbirleriyle barış içinde yaşamaları ve diğerlerinden birşey almayacaklarını koşul koşarak herbiri kendisine üstünlük sağlayan şeyin bir kısmını diğeri lehine terkeder!.. Eğer bu zımni sözleşmeye rağmen bir yurttaş, bir kısım halk üzerine baskı yapmaya kalkışırsa elele vererek birbirlerine yardım ederek özgürlüklerini muhafaza ederler.” [46]

 

İslam dünyasında özgürlük kavramı ilk kez Farabi ile siyasal renk kazanmıştır. Ancak, bu başlangıç sonraları devam edememiş ve geliştirilememiştir. Farabi’den sonra gelen islam düşünürleri olan Maverdi, Keykavus, Nizam-ül Mülk Tusi, Gazali, İbn-i Teymiye, İbn-i Haldun ve Mahmud Gavan islâm devlet kuramının gelişmesinde birer dönüm taşları olmalarına karşın özgürlükler konusunda Farabi’yi aşamamışlardır.

 

Kısacası, İslam’da özgürlük kavramı içinde bulunduğu elverişli ortama karşın gelişme olanağı bulamamıştır. Hatta, halifenin öldürülmesine olanak veren huruç kuralının daha ileriki dönemlerde reddedilmesiyle halifenin otoritesi daha da artmıştır.

 

Halifenin artan otoritesine karşılık, birey özgürlüklerini koruyacak ve siyasal gücü sınırlayacak bir sistem geliştirilememiştir. Özgürlüklerin güvencesi, maddesel unsurlardan çok tinsel unsurlara dayandırılmış ve halifenin Allah’a ve Kuran’a karşı gelemiyeceği, bunun da bireysel özgürlüklerin korunması için yeterli olabileceği düşünülmüştür. Bize göre, bu anlayış biçimi bireysel özgürlükleri güvence altına almaktan çok uzaktır. Bu nedenle, İslam, özgürlüklerin korunması kavramına önemli bir katkı getirememiştir.

 

Avrupa Feodalizminin Birinci Döneminde Birey ve Otorite İlişkilerinin Özgürlükler Açısından Taşıdığı Önem

 

Marc Bloch, “Feudal Society” adlı kitabında Avrupa feodalizmini iki döneme ayırırken her iki dönemin ekonomik ve toplumsal yapılarının farklılığından hareket etmektedir. Şimdi açıklamaya çalışacağımız birinci dönemin ekonomik ve toplumsal yapısı, ileride açıklanacak olan ikinci feodal dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına göre oldukça önemli farklılık göstermektedir.

 

Orta Çağ ekonomisinin genellikle “kapalı ekonomi” niteliğinde olduğu söylenir. Genelde doğru olmakla birlikte, feodalitenin bu döneminde de belirli bir para akımının ve para değişiminin varlığı göze çarpmaktadır. Ancak, devletin para basma tekniğindeki anarşi, siyasal otoritenin parçalanmış olması ve ulaşım güçlüklerinden doğan nedenlerle bir çeşit para dolaşımı “kıtlığı” ortaya çıkmaktadır. [47] Buna karşılık, asiller ve krallar, altın ve gümüş stoklarını ellerinde tutmuşlardır.

 

Kısacası, Marc Bloch’a göre, feodalitenin birinci döneminde “servet ve iyi yaşantı otoriteden ayrılamaz gözükmüştür”.[48] Üretim tarıma dayanmaktadır ancak üretim teknikleri yeterince geliştirilememiştir. Üretimin tam anlamıyla hava koşullarına bağlı bulunması, kötü hava ve üretim koşullarında genişi çaplı insan kitlelerinin açlıktan ölümüne neden olmaktadır. [49]

 

Yukarıda belirtilen önermenin taşıdığı anlam konumuz açısından ilginç özellikler taşımaktadır. Özgürlük kavramının daha önce yapılan tanımlamalarında ana unsur olarak görülen siyasal baskı kavramının yanına bu kez ekonomik baskı kavramı da eklenmektedir. Bireyler, siyasal alanda henüz özgürlük kavramıyla tanışmazken ekonomik alanda ortaya çıkan engellerle karşılaşmış ve “derebeyi-serf”, “zengin-fakir” ve “kentli-köylü” ilişkileri siyasal baskı olgusunun çok ötesine geçmiş ve ekonomik sömürü niteliği kazanmıştır. Gerçekten, ticaretin sınırlılığı ve para dolaşımının azlığı ücretler üzerine olumsuz etkide bulunmuş ve artan trampa ekonomisi nedeniyle ücretin toplumsal önemini azaltmıştır. [50]

 

Ekonomik yapının bozukluğu kendisini toplumsal yapıya da yansıtmıştır. Kötü çevre ve çevre sağlığı koşulları ve salgın hastalıklar -bir anlamda- kişi güvenliğinin yokluğu anlamına gelmiştir.

 

Bu dönemde, kültür alanında da önemli yetersizlikler vardır. Okuma yazma oranının sınırlılığı, bilgi üretiminin yetersizliği kitlelerin toplumsal ve siyasal açılardan bilinçlenmesini engellemiştir.

 

Feodalitenin birinci döneminde görülen köylü ayaklanmaları maddesel zorlukların ve toplumsal ve ekonomik gereksinmelerin giderilememesinin yol açtığı önemi toplumsal ve siyasal olaylardır.

 

Çizmeye çalıştığımız toplumsal ve okonomik ortam birey özgürlüklerinin, feodalitenin birinci döneminde oldukça olumsuz koşullar altında olduğunu göstermektedir. Bu dönemde, sınıflar arasındaki farklılaşmaların şiddeti artmıştır. “Asiller”, “derebeyler” ve “krallar” ile, “serf”ler arasındaki toplumsal ve ekonomik uçurum insan haklarının reddedilmesi anlamına gelmiştir. Böyle bir ortamda özgürlüklerin gerçekleştirilmesi ve korunması sorununun ortaya çıkması olanaksızdır. Feodalitenin birinci döneminde ne serfin, derebeyine; ne derebeyin, lordlarına ve ne de lordların krallarına karşı sahip olduğu bir güvence yoktur. Bu dönemde toplumsal anarşi ve başıboşluk Hobbes’un daha sonraki yıllarda tanımladığı “doğa durumu” koşullarının en güzel örnekleri vermektedir.

 

İkinci Feodalite Dönemi 

 

 Bu dönem 11 inci ve 13 üncü  yüzyılları kapsamaktadır. Daha önce de belirtildiği üzere, ikinci dönem, birinci dönemde daha farklı ekonomik ve toplumsal özelliklere sahiptir. Bu farklılık kendisini düşün alanında da göstermektedir. Bu döneme egemen olan siyasal düşün adamları arasında özellikle St. Thomas d’Aquinas ve  Marcillius Patavinus dikkat çekmektedir.

 

Saint Thomas d’Aquinas

 

Rousseau, toplumsal ve siyasal alanda değişik ve şaşırtıcı yaklaşımı, kimliği ve yorumlarıyla nasıl çok önemli bir dönemeç taşı ise, 13 üncü yüzyılın Aquina’lı Thomas’ı da görüşleriyle politika ve özgürlükler alanında önemli bir dönemeç taşı olmuştur. İncelemekte olduğumuz konu açısından bakıldığında, St. Thomas’ın taşıdığı önem daha da artmaktadır. Zira, M. Kapani’nin de belirttiği gibi, St. Thomas’ın temel amacı “zalim ve keyfi iktidarı önlemektir”. Thomas d’Aquinas’nın egemenlik kavramı, siyasal otoriteyi sınırlayıcı görüşlerin temel kaynaklarından birisidir. St. Thomas’a  göre, otoritenin asıl sahibi Tanrı’dır. Ancak, Tanrı bunu halka devretmiştir. Halkın temsilcileri de kendilerine Tanrı tarafından devredilen bu yetkiyi yasama etkinlikleri -yasa koyma- yoluyla kullanırlar.

 

St. Thomas, yöneticileri ve yasa koyucuları sınırlayan belli başlı dört yasanın olduğunu söylemektedir: tanrısal yasalar, insanlara ilişkin yasalar, doğal yasalar ve olumlu yasalar. Bunlar arasında esas olan yasa, tanrısal olanıdır. Tanrısal yasa, adaleti emreder. Adalet ise, iktidarın yasal yollardan ele geçirilmesini ve iktidarı ele geçirenlerin iktidarı kötüye kullanmamalarını gerekli kılar.

 

Saint Thomas, bu yaklaşım tarzıyla iktidarlara iki ayrı sınırlama aracı daha getirmektedir: Birincisi, tanrısal yasalar kavramıdır. Ancak, bu araç uygulamada fazla  bir değer taşımayan sınırlama aracıdır. Daha önemli olanı ikinci sınırlayıcı araçtır. Söz konusu ikincisi araç, toplumalara ayaklanma (devrim, ihtilal) hakkının tanınmış olmasıdır. Şayet, iktidarlar adalete aykırı uygulamalar içine girmişlerse, halklar siyasal iktidarları devirme hakkına sahiptirler.

 

Bu olumlu görüşlerine karşın, Saint Thomas özgürlük kavramına içeriksel açıdan önemli bir katkı getirememiştir. Bir kere, R.G. Okandan’ın aksi yöndeki görüşüne karşın, Kapani, Thomas d’Aquinas’ın köleliği kabul ettiğini ve köleliği doğal bir kurum olarak nitelendirdiği söylemektedir. İkincisi, vicdan özgürlüğü ile ilgilidir. Gerek Kapani ve gerekse Okandan, Saint Thomas’ın vicdan özgürlüğü kavramını tanımadığında birleşmektedirler. Zira, St. Thomas’a göre, “… delalete düşenlerin, dine fesat katanların sadece aforoz edilmeleri kâfi değildir. Bu gibiler, kilise tarafından afaroz edildikten sonra, dünyevi iktidar tarafından ölüm cezasına çaptırılmalıdır…”

 

Marcillius Patavinus

 

Orta Çağ’ın bu ünlü düşünürü getirdiği kuramlarla Saint Thomas’ın ötesine geçmiştir. Patavinus, herşeyden önce vicdan özgürlüğü kavramını geliştirmiştir. Konumuz açısından önemli olan nokta, devletin görevleri konusunda açıklık kazanmaktadır. Marcillius Patavinus, belki de, fren ve denge sisteminin ayrıntıları üzerinde çalışan ilk düşünürdür. Patavinus’a göre, devletin iki türlü görevi vardır: yasama ve yürütme. Bunlardan üstün olan güç birinci güç, yani yasamadır. Yasalar, bir başka anlatımla, meşru ve uygulanma sahip kararlar halkın rızasına dayanmalıdır. Halkın rızasına dayanmayan yasalar, yasa olabilme yeteneğinden yoksundur.

 

Yasama erki, yürütme erkini denetleyebilmeli ve gerektiği koşulların oluşması durumunda yasama erki, yürütme erkini görevden uzaklaştırabilmelidir.

 

Bu görüşleri ile Marcillius Patavinus, önce, özgürlükleri gerçekleştirmeye çalışmış ve sonra da onları korumanın yolunu araştırmıştır. Gerçekçi bir açıdan hareket eden Marcillius, özgürlüklerin güvencesi olarak kimi somut ve maddesel araçlar da geliştirmiştir. Oldukça doğru ve isabetli olan bu araçlar doğrudan doğruya otoriteyi kullanan organları sınırlamayı amaçlamaktadır. Patavinus, yasama ve yürütmeden oluşan bu organları bir diğerine bağlı kılmakla ve organlar arasında en üstün olanını da doğrudan “halk” olarak kabul etmekle son derece ileri ve önemli sayılması gereken bir sonuca ulaşmıştır.  Varılan bu sonuç gerçek anlamda özgürlüklerin koruyucusu ve güvencesi olabilme olanağına sahiptir.

 

Feodal Dönemlerde Uygulama: Ekonomik ve Toplumsal Yapı

 

Avrupa feodalizminin ikinci döneminin ekonomik yapısı, birinci dönemden büyük ölçüde farklılıklar göstermektedir. Bu bağlamda, ortaya çıkan iki önemli gelişmeden birincisi tarımla ilgilidir. Bu dönemde, tarımsal toprakların genişlemesi ve tarımsal üretimin artması toplumsal servetin artmasına yol açmıştır. Artan toplumsal servet, göreli olarak, alt sınıfların toplumsal durumlarında iyileşmeler yaratmıştır.

 

İkinci önemli gelişme ise, ulaşım koşullarının iyileşmesidir. Ulaşımın iyileşmesiyle birlikte yol güvenliğinde artış sağlanmış ve böylece para dolaşımı hızlanmıştır. [51]

 

Ekonomideki bu değişimler kendini insan ve sınıf ilişkilerine de yansıtmıştır. Ücretle çalışanlara emeklerinin gerçek karşılığını verme akımı güçlenmiştir. Serfler, kölelikten, toprak işçisi durumuna geçmiştir. Diğer yandan, ekonomik değişimler iki yeni sınıf daha ortaya çıkarmıştır. Bunlardan birincisi, “esnaf” sınıfıdır. İkincisi ise, ulaşımın gelişmesiyle ortaya çıkan “tacir” sınıfıdır.  [52]

 

Bu iki sınıfın ortaya çıkışı, bir anlamda, “merkantilist devlet”in ileriki yıllarda egemen olacağını gösteren ilk belirtidir. Zira, bu sınıflar ekonomik otoriteyi ellerine geçirince doğal olarak siyasal otoriteyi kendi arzularına göre şekillendireceklerdir.

 

Ekonomik yapıdaki bu değişimler, doğal olarak, kendilerini toplumsal yaşam üzerinde de göstermiştir. Özellikle, ilk şiir ve roman denemeleri kültürel yaşamda gerçekleşmekte olan değişimi işaret eden ilk belirtiler olmuştur. Kültürel değişme kaynağını eski Yunan ve Arap eserlerinden almıştır.

 

Gotik ve Romanesque sanatlarda görülen  gelişmeler topluma yeni bir anlayış getirdi. Bu yeni anlayış “hümanizm” idi. [53] Hümanizm, zaman içinde gelişerek, bireyciliğe dönüştü ve bireylerde düşünme alışkanlığını geliştirdi. Bu değişim ve gelişmelerin doğal sonucu olarak, bireylerin kendi toplumsal sınıflarının içinde bulundukları koşulların bilinçlerine varma hareketi hız kazandı. Özellikle, Gregorian Reformu bu konuda atılmış adımlardan önemli biri idi. [54]

 

Ancak, konumuz bakımından önemli olan gelişme kendisini hukuk alanında gösterdi. Hukuk kavramının gelişmesi ve kendilerine “hukukçu” denilen sınıfın doğması ve dava hakkının gelişmesiyle bilimsel tartışma ortamının yeni bir içerik kazanması yazılı hukukun güçlenmesine yol açtı. Böylelikle, “hak” ve “hukuk” kavramları içeriksel açıdan zenginleşmiş ve bireyler arasındaki uyuşmazlıklar çözümlenmek üzere yargıç önüne getirilme olanağı bulabilmiştir. Bu durum, toplumsal ilişkiler açısından önemli bir değişimin elde edilmesi anlamına gelmektedir.

 

10 uncu yüzyıla kadar Avrupa toplumlarına egemen olan Roma Hukuku derlemeleri ile Germen gelenekleri, yeni dönemin imparatorlarının yayınlayacakları emirler için de başvurulan temel hukuk kaynakları olmuştur. Bu gelişmenin ortaya çıkmasından önce, hukukun tek kaynağı geleneklerdi. Anlaşmazlıklar geleneklere göre çözümleniyordu. Geleneklerin genişlik kazanması, onların yazılı hale gelmesi gereksinmesini doğurdu. Böylelikle, “geleneksel yazılı hukuk” ortaya çıkmış oldu. [55]  Yazılı hukuk alanındaki gelişmelerin kişi haklarının korunması yönünden önemi oldukça fazla olmuştur. Zira, böylelikle, kişi güvenliği ve özgürlükleri belirgin güvencelere sahip olabilmişlerdir.

 

Hukuk kurumunun kazandığı yeni içeriği ve önemi daha iyi anlayabilmek için dönemin yargı organlarının da incelenmesi gerekmektedir. Böylelikle, açıkça görülecektir ki, yukarıda kuramsal açıdan belirtilen olumlu gelişmeler gerçek yaşam açısından fazla bir anlam taşımamaktadır. Orta Çağ’da, “özgür insanlar” için üç ayrı yargı yeri vardır: Jüri usulü ile yargılanma birinci yargı yeridir. İkinci yargı yeri, klisedir. Yargı erkinin etkisizliği nedeniyle bireylerin anlaşma yoluyla seçtikleri hakemler ise, üçüncü yargı yeridir. Bu gibi yargı yerlerinin varlığına karşın, yargı insan haklarının korunması açısından önemli bir rol oynayamamıştır. Zira, bu dönemde, bireylerin dava açma ve yargılanma hakları konusunda ikili bir ayrım yapılmıştır. Dava açma ve yargılanma hakkı özgür sayılan bireylere ait bir haktır. Kölelerin yargılanma hakkı ise yalnızca sahiplerine aittir ve kölelerin mahkeme ve jüri önüne çıkarak kendilerini savunma hakları yoktur. Özgür sayılan insanların yargılanma hakkı da belirgin güvencelere bağlı olmak olanağından uzaktır. Marc Bloch, bu dönemde, yargı organlarının içinde bulundukları yetersizliği vurgulayan üç önemli özelliğinden söz etmektedir: “yargı erkinin çok küçük parçalara ayrılmış olması”, “yargı organları arasındaki karmaşık ilişkiler” ve “yargılamanın tarafları bağlayan etkili sonuçlar üretememesi”.

 

Feodalite’de Bireylerin Hukuksal Konumları ve Özgürlük Kavramı

 

Ernest Barker, “Principles of Social and Political Theory” adlı eserinde, Orta Çağ devletlerini “baron”lardan, “rahip”lerden” ve “halk”tan ibaret “sınıf devleti” olarak tanımlamaktadır. [56] March Bloch ise “halk” (common) kavramını önce ikiye sonra da alt gruplara ayırmaktadır. “Köleler” ve “özgür kişiler” bu ayırımın ana dallarıdır. Köleler de kendi aralarında çeşitli gruplara ayrılmaktadır: kamusal işlerde çalışanlar, tarım işçileri, kiracılar, toprağa bağlı köleler (colonus) ve “cum obsequio” olarak adlandırılan diğer birey statüleri “serf” kavramı içine girmektedir. [57] “Serf” sınıfı için özgürlükten çok, özgür olmamaktan ve esirlikten söz etmek gerekir. Zira, serflerin kendi iradelerini gerçekleştirme hakları yoktur. Bazı durumlarda, azad edilmiş olsalar dahi, köleler çeşitli yükümlülüklere sahiptirler. Halk sınıfının diğer kolu olan özgür insanlar da gerçekte özgür değildirler. Onların toprağa bağlı olmaktan başka özelliklere sahip olması özgür insan olarak adlandırılmalarına neden olmaktadır. Fakat onlar da belirgin bir otoritenin baskısı altındadır ve “baş vergisi”, “miras vergisi” ve başka bir sınıftan kadınla evlendikleri takdirde “evlilik vergisi” vermek zorundadır. Bu kişileri otoriteye karşı koruyacak güvence sistemleri geliştirilememiştir.

 

Bu sınıfın aksine, “asil”ler ve “ruhban” sınıfı öteki toplumsal sınıflara karşı baskıcı, otoriteci ve sömürücü niteliktedir. Asillerin ve ruhbanların iradelerini gerçekleştirebilmek bakımından özgür oldukları söylenebilir. Ancak, bu özgürlük başkalarının zararına işleyen bir özgürlüktür.

 

Feodal düzende, toplumun büyük kesimini oluşturan köylüler ve serfler için özgürlük kavramı henüz doğmamış bir güneştir. Derebeyinin, baronun veya kralın mutlak baskısı altında yaşayan bu sınıfın özgürlüklerinin korunmasını amaçlayan bir güvence sisteminin olmaması doğal karşılanmalıdır.

 

Özgür olarak nitelendirilen sınıfla birlikte asiller de yargılanma hakkına sahiptirler. Yargılanma hakkı, özellikle yazılı hukukun gelişmesiyle ümit verici renkler kazanmış ancak uygulamada ortaya  çıkan durum yargılanma hakkının aslında hiç bir sınıf için tam olarak gerçekleşemeyeceğini göstermiştir.

 

O halde, Feodalite’de siyasal otoriteyi sınırlayan etmen ne olacaktır? Münci Kapani, bu soruya “din ve ahlak” yanıtını vermiştir. Özellikle, dinin egemen olduğu feodal toplumlarda din kurumu, yönetenleri ve siyasal otorite sahiplerini sınırlayan ana etmen olmuştur. Buna karşın, din ve ahlak ölçütleri özgürlüklerin güvence altına alınması açısından fazlaca güvenilebilecek unsurlar olmak yeteneğinden yoksun görünmektedir.

 

Kısaca söylemek gerekirse, Orta Çağ’da, köylülerin ve serflerin özgürlüğünden söz etmek olanağı yoktur. Özgürlük ve özellikle mutlak anlamıyla özgürlük ve siyasal otorite yönetici sınıflara yani asillere, derebeylerine ve krallara aittir. Feodalite döneminde siyasal otoriteyi sınırlayacak kavramlar, kurallar, kurumlar ve süreçler geliştirilemiştir.

 

Batıda Görülen Siyasal ve Ekonomik Gelişmeler: Merkantilist Devlet Anlayışının Ortaya Çıkmasını Gerekli Kılan Nedenler

 

Ulaşım araçlarının gelişmesi ve ana yolların belirgin  bir güvenliğe kavuşturulmasıyla Avrupa’da geniş çaplı bir toplumsal, ticari ve ekonomik hareketlilik başgösterdi. Artan üretimin toplumda yarattığı göreli iyi ekonomik durum, talebin artması sonucunu doğurmuştur. Ekonomik yapıdaki değişmelerle birlikte toplumsal alışkanlıklarda ve değer yargılarında da değişmeler görülmeye başlanmıştır. Laski’nin belirttiği gibi, sefaletin ya da mülkiyet sahiplerinin tembelliğinin yerini çalışma ve refah almıştır. [58] 

 

Toplumsal yaşamdaki bu gelişmelerin bir diğer sonucu ise klisenin toplumsal öneminin azalması olmuştur. Böylelikle, laik düşünme biçimi ve laik kurumların gelişim süreci hız kazanmıştır.

 

Bu gelişmelere koşut olarak ekonomi bilimi doğmaya başlamış ve ilkel sayılabilecek fakat oldukça önem taşıyan bir ekonomi politikası geliştirilmiştir. Yeni gelişmeye başlayan bu ekonomik kurama göre, toplumların refahı ve gücü, sahip oldukları kıymetli madenlerin miktarıyla ölçülür. Bu ekonomi anlayışına göre, bir ülke diğerinden ne kadar çok kıymetli madene sahipse, o oranda daha güçlü demektir. Ekonomik açıdan izlenmesi gereken politika da ülkedeki altın ve gümüş miktarının azaltılmaması ve olabildiğince artırılmasıdır. Bu bağlamda, dış ticaret açık vermemeli ve sürekli olarak artı denge vermelidir. Böylece, ülkede toplanacak altın ve  gümüş miktarı artacaktır. Diğer yandan, ülke dışına altın çıkarmak yasaklanmalıdır. Dış satım olanaklarının artması için üretim artırılmalı, devlet çiftçiye sübvansiyonlar vererek tarımsal ürünü ucuza mal etmeli; ve bu yolla ucuz mal/ürün satarak dış ticarette üstün bir durum sağlamalıdır. Altın ve gümüş miktarının arttırılması için geliştirilmiş bazı başka yollar da vardır. Örneğin, endüstrileşmeye önem vererek endüstri ürünlerinin üretiminde üstünlük kazanmak bunlardan biridir. Ülkelerarası deniz ticaretinin ele geçirilerek ulaşımdan elde edilecek kazancın ülkeye aktarılması da bir başka yoldur.

 

Bu ve buna benzer önlemlerle dış satım olanağı arttırılırken, öte yandan dış alımın sınırlanması gerekmektedir. Gümrük vergilerinin arttırılması, gümrük anlaşması olmayan ülkelerden mal satın alınmaması dış alımı sınırlayan araçlardır. Ancak, dış alımın sınırlanması mutlak değildir. Ülkenin üretim gücünü arttıracak hammaddelerin ucuz dış alım olanakları da araştırılmalıdır.

 

Merkantilist ekonomi politikasının ana özelliklerini tek bir kelime içinde toplamak olanaklıdır: devletçilik. Böylelikle, devlet, bir anlamda, ekonomik ve toplumsal yaşamın düzenleyicisi olmakta ve devletçilik aynı zamanda “müdahalecilik” anlamını taşımaktadır.

 

Harold Laski, “The Rise of European Liberalism” adlı eserinde bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Merkantilizm, toplumsal denetim düşüncesini kliseden, devlete aktarmıştır”.  [59] Bu önermenin bir başka anlamı da, devletin siyasal egemenlik alanını ekonominin bütün kesimini içine alacak şekilde genişletmiş olmasıdır.

 

Ekonomik Nedenlerin Etkisiyle Ortaya Çıkan Yeni Devlet Kuramı ve Özgürlüklerle İlişkisi

 

Ekonominin korunması ve geliştirilmesi ile ilgili amaç ve hedeflerin gerçekleştirilmesi görevi doğrudan devlete attir. Devlet, toplumun çıkarlarını gerçekleştirmek için çeşitli alanlara girmeli ve bu alanlarda alacağı önlemlerle ülkedeki kıymetli madenlerin artışını sağlamalıdır. Merkantilist devletin amacı öncelikle ülke ekonomisini güçlendirmektir. Bu yaklaşımlarıyla merkantilistler devlet ile ekonomik yaşamın gerçekleri arasında ilişki kuran ilk ekonomi okulu olmuşlardır.

 

Ekonomik Özgürlükler

 

Merkantilist uygulama, üstü kapalı dahi olsa, özgürlüklerin gelişmesi üzerine önemli etkilerde bulunmuştur. Bu etki, yeni bir düşünceyi, daha doğrusu, yeni bir gereksinmeyi ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan yeni gereksinme ise ekonomik özgürlüktür. Daha sonraki yüzyıllara geniş ölçüde etki yapan bu kavram, bireylerin serbestçe ticaret yapabilmesi olanağını getirmektedir. Bu düşünce, klasik liberalizmin köklerinden biri olmuştur. “Ekonomik özgürlüğün anlamı devletçiliğe ve sosyalizme karşı özel girişim ve serbest pazardır” [60]  diyen Morrison’un görüşü bir an için kabul edilirse, ekonomik özgürlük kavramının merkantilist devletle doğduğunu kabul etmek gerekecektir. Oysa, bu görüşü doğru kabul etmek hatalıdır. Zira, ekonomik özgürlük kavramını ortaya çıkaran bu olgu, bilinçli bir olgu değildir. Ekonomik özgürlük sadece ülkeyi zenginleştirmenin yollarından birisi olarak önemlidir. Bir başka deyişle, tacirler, ülkeyi zenginleştirme açısından bazı hak ve çıkarlara sahip olmak durumundadır. Bu göreli üstünlüğü, ekonomik özgürlüklerin kazanımı olarak nitelendirmek yanlıştır.

 

Aynı yargıyı devlet tarafından yürütülen ekonomik sübvansiyon uygulamaları için de ortaya koymak olanaklıdır. Gerek çiftçilere ve gerekse endüstri mallarını üretenlere yapılan ekonomik ve akçal yardımlar, onların ekonomik özgürlüklerini arttırmak amacını değil, fakat, ekonomik güçlerini artırarak gerçekleşecek fazla dış satımla altın ve gümüş stokunu arttırma amacını gütmüştür.

 

Birey Özgürlükleri ve Hakları

 

Merkantilist dönemde bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmiş olduğunu söylemek olanaklı değildir. Esasında, merkantilist doktrinde özgürlükler konusunda geliştirilmiş bir kavrama da rastlanamamaktadır. Düşünce, söz, yazı ve vicdan özgürlüğü gibi bireysel hak ve özgürlüklerin merkantilist dönemle birlikte başladığını ileri sürmek acelecilik olacaktır. Merkantilizmde birey hak ve özgürlüklerin önemi sadece liberal düşüncenin gelişmesine kaynaklık etmiş olmasında aranmalıdır.

 

Ekonomik özgürlükler konusunda başlayan gelişmeler, Feodalite’den kapitalizme geçerken merkantilizm köprüsünü kullanmıştır. Merkantilizmin önemi sadece buradadır.

 

Kısa bir değerlendirme yapmak gerekirse, merkantilist öğretide özgürlüklerin korunması sorunu ortaya çıkmamıştır. Biraz önce merkantilizmin bir köprü rolünü oynadığını belirtmiştik. Gerçekten merkantilist anlayış, devlet otoritesine tanıdığı sınırsız yetkilerle bir taraftan feodal devleti andırmış ve öte yandan daha sonra ortaya çıkacak olan serbest yarışma (rekabet) ve serbest ticaret fikrini geliştirerek kapitalizmin doğmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur. Bu nedenlerle, merkantilist devlette otoritenin sınırlanması kavramına rastlanamaz. Aksine, prensin/kralın siyasal otoritesi ekonomik alanda da genişleme eğilimindedir. Prens/kral, toplumsal yaşamın tüm kesimlerinde önlem almada ve müdahalede bulunmakta serbesttir. Bu serbestlik, meşruluk kaynağını toplumsal yararın gerçekleştirilmesi endişesinden almaktadır. Toplumsal yarar ise, kıymetli madenlerin ülkeye aktarılmasındadır. O halde, prens/kral kıymetli madenlerin aktarılması için alacağı bütün kararlarda ve önlemlerde herhangi bir sınırlama ile karşılaşmayacaktır.

 

Liberalizm: Devlet ve Birey İlişkileri

 

Bu dönem 16 ncı, 17 nci ve 18 inci yüzyılları kapsamaktadır. ‘Bireyi mutlak özgürlüklerine kavuşturmak için irade serbestisini egemen kılmak gerekir’ tezinden hareket ederek, bireyi toplumsal ve siyasal otoriteden uzaklaştırmak isteyen liberal düşünce, gerçek kaynaklarını daha önceki düşüncelerden ve eylemlerden almaktadır.

 

Liberalizmin temel kaynaklarından biri “reformasyon” hareketidir. Dinci bir girişim olmasına karşın, yeni bir dinsel  anlayış getirerek vicdan özgürlüğü ve hoşgörü kavramlarını ortaya koyan reformasyon bu özelliğiyle liberal öğretinin temel direği olan irade özgürlüğü/serbestliği fikrinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.

 

Liberalizmin gelişmesine etki yapan bir diğer kaynak da “olumlu” (müspet) bilimlerde görülen gelişmeler olmuştur. Büyük kıtaların keşfi, tıpta görülen ilerlemeler, astronominin büyük adımları, simyanın kimya bilimine dönüşümü, ve fizikde görülen yenilikler Yakın Çağ’a egemen olacak önemli bir düşünme ilkesini de birlikte geliştirmiştir. Bu ilke, “akılcı düşünme” ilkesidir.  “Je Pense, Je Suis” diyen Descartes akılcı düşünme yaklaşımını en iyi anlatan düşünce adamı olmuştur.

 

Liberalizmin fazla derinliklerine inmeden devlet kuramı ve bunun özgürlüklerle olan ilişkisini açıklamak gerekmektedir. “Liberal devlet”, ekonomik ve toplumsal yaşama en az karışan devlettir. Çok sık tekrarlanan bu ilke kendi içinde bir tepki eylemi olmanın özelliklerini taşımaktadır. Krallara (monark) yöneltilen bu tepki, toplumsal ilişkilerde düzenleyici rol oynayanların bu rollerinden çekilmesini istemektedir. Liberal öğretide, devletin görev alanı en aza indirilerek, toplumda devletin, yani otoritenin olmadığı geniş alanlar kazanılmak istenmektedir.

 

Ancak, böylesine bir negatif (devlet otoritesinin en az olduğu) ortamda özgürlükler gerçekleştirilebilmiş olacaktır. Liberalist anlayış, özgürlüğü, irade serbestisi olarak kabul etmektedir. Liberal öğretiye göre, insan doğuştan iyidir ve sürekli olarak kendi iyiliğini arar; iyiye ve mutluluğa yönelen insanları kendi aralarında yarışmaya bırakmak gerekir. Bu yarış sonucunda yaşamaya gücü olanlar ayakta kalacaktır. Zayıflar ve güçsüzler elenmelidir. Güçlüler ve güçlülerden ortaya çıkacak “doğal toplum” özgürlükleri kendiliğinden gerçekleştirecektir. 

 

Bu bağlamda, özellikle üç önemli siyasal düşünürün görüşledrinin kısaca incelenmesi yararlı olacaktır: Machiavelli, Hobbes ve Locke.

 

Machiavelli

 

Machiavelli, devlet kavramının günümüzde kazandığı içerik ve anlamı en iyi şekilde ortaya koyan ilk düşünürlerden biridir. Machiavelli, kendi dönemine kadar egemen olan “moral” değerlerin yerine bazı “moral dışı” değerleri de getirmiş olmakla birlikte, laik devlet kavramının gelişmesine en fazla katkı sağlayan politik düşünürlerden biri olmuştur.

 

Machiavelli, devleti “belirli bir ülke üzerinde iç yönetimi temin ve diğer devletlerle olan münasebetlerinde bütünlüğünü muhafaza ve idame ile mükellef mutlakiyetle yönetilen bir siyasi teşekkül” olarak kabul etmiştir. [61]  Devleti böylece en üst düzeyde yer alan bir toplumsal kurum olarak nitelendiren Machiavelli, halk eğemenliğine dayanan yönetimlerin daha başarılı olacağını söylemiştir. Ancak, Machiavelli bunu yaparken haklar kuramından hareket etmemiş, sadece, kişisel gözlemlerinden yararlanmıştır.

 

Nicola Machiavelli’nin özellik taşıyan yönlerinden biri de fren ve denge kavramının geliştirilmesine katkıda bulunmuş olmasıdır. [62] Prenslerden, asillerden ve halktan meydana gelen üçlü en iyi devlet örneğidir; zira, birbirlerini denetlemek durumundadırlar. Ancak, Machiavelli’nin fren ve denge sisteminin özgürlüklerin geliştirilmesiyle ilişkili olduğunu kabul etmemek gerekir. Çünkü, onda esas olan yalnızca devletin başarılı bir şekilde yönetilmesidir.

 

Thomas Hobbes

 

Hobbes’a göre, “insan, insanın felaketini hazırlar”. “İnsanlar sürekli olarak bir mücadele içindedir”, “herhangi bir yaşama hakkına ve kendi varlıklarından emin olma hakkına sahip değildir” ve “insanlar bu anarşi halinden kurtulmak için toplum haline gelirler” görüşünü benimseyen Hobbes, bu görüşlerinin sonucu olarak mutlak bir yönetimin insan iradesine egemen olmasını görüşünü savunacaktır. Hobbes’un siyasal düşünce sistemi içinde devlet mutlak emretme yetkisine sahip ve kişilerin hepsinin üstünde yer alan temel ve üstün güçtür. Üstün ve herşeye egemen olması gereken bu gücün herhangi bir düşünceyle ve herhangi bir yöntemle sınırlanması söz konusu olamaz. Çünkü egemenliğin sınırlanması, Hobbes’un “doğal durum” olarak isimlendirdiği ve nitelendirdiği anarşi halinin yeniden baş göstermesi demektir. Böyle bir ortam içinde kişilerin özgürlükleri ve hakları gibi kavramların yeri olamaz. Bireylerin, devlete karşı ileri sürecekleri hiç bir hakları yoktur. Yani, bireyler devlet karşısında hiç bir özgürlük ve hak iddiasına sahip değildirler.

 

Hobbes’un özgürlük anlayışı yalnızca gereksinimlerin giderilmesini isteme hakkından ibarettir. Bu görüş, Hobbes’un temel felsefesine bir ayrıcalık oluşturmaktadır. [63] İkinci ayrıcalık ise, her insanın kendisini koruma hakkı ile ilgilidir. Hobbes’a göre, her birey devlete karşı kendini korumak hakkına sahiptir.

 

Kısaca özetlemek gerekirse, ne Hobbes ve ne de Machiavelli bireysel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi bağlamında yeni ve önemli katkılar getirememiştir. Aksine, otoriteye sınırsız bir olanak tanımakla, bireysel hak ve özgürlükleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmışlardır.

 

John Locke

 

Özgürlükleri korumak ve gerçekleştirmek yolunda öncü olmak niteliğini kazanan Locke, incelemeye çalıştığımız sorunsal açısından üzerinde özellikle durulması gereken düşün adamıdır. John Locke, herşeyden önce, özgürlüklerin gerçekleştirilmesi konusu üzerinde durmuştur. J. W. Gough, “Locke’s Political Philosophy” [64] adlı eserinde, Locke’un özgürlük anlayışını üç temel noktaya dayandırmaktadır: insanlığı korumak, toplum içinde insana yer ve değer vermek ve özel mülkiyet. Gough’un, Locke ile ilgili olarak geliştirdiği bu sınıflandırmaya, Locke’un hoşgörü kavramı konusundaki görüşlerini de eklemek gerekmektedir. Locke, eserlerinde laisizmin temel taşı olan hoşgörü kavramı üzerinde özellikle durmuştur. Bu özellikleriyle Locke, “insan hakları” sorununu siyasal tartışma ortamına getiren ilk düşünür olmaktadır. [65]  Locke’un, bu olumlu yanına karşın, insan haklarının tam ve mükemmel bir savunucusu olduğunu söylemek olanağı yoktur. Örneğin, Locke, esirliği, doğal yasalara uygun bulmaktadır.  [66]

 

Buna karşılık, özgürlüklerin korunması ve devlet iktidarının sınırlanması konuları Locke’un siyasal çözümlemeleri arasında önemli yer tutmaktadır. Locke, yukarıda belirtilen unsurların gerçekleştirebilmesi bağlamında, “devletin amacı”, “doğal haklar” ve “fren ve denge sistemi” üzerinde özellikle durmuştur.

 

Locke, öncelikle, devletin amacı kavramına açıklık kazandırmaktadır: devletin amacı kamu iyiliğini (yararını) sağlamaktır. Locke’a göre, kamu iyiliği sınırlarını aşan devlet meşruluğunu yitirmiş ve sözleşmenin sınırları dışına düşmüş demektir. Locke, böylelikle, devletin mutlak gücünü sınırlandırmak istemiştir.

 

Locke’un üzerinde özenle durduğu ikinci kavram, doğal haklar kavramıdır. Locke, doğal haklar kavramı üzerinde ısrarla dururken, yönetici konumun da olan hükümdar, kral ya da monarkların içine giremeyecekleri, müdahalede bulunamayacakları ve düzenleyemeyecekleri bir alanın var olduğunu göstermek istemiştir. Locke’a göre, bu alan içinde birey, serbest ve özgürdür.

 

Locke’un üzerinde durduğu üçüncü önemli kavram, fren ve denge sistemidir. Fren ve denge kavramını geliştirmek ve siyasal yaşamda işlevsel kılmak isteyen ilk düşünür J. Locke olmuştur. Locke bu yaklaşımıyla, “yürütme”, “yasama” ve “federatif güç”ten ibaret olan devlet sistemi içinde, her bir gücü diğerlerinden bağımsız kılmak istemektedir. Locke’a göre, güçlerin bir elde toplanması despotizmi ve tiranlığı doğurmaktadır. [67] 

 

Locke’un yukarıdaki görüşlerine eklenmesi gereken dördüncü kavram ise, “sözleşme” kavramıdır. [68]  Locke’a göre, insanlar, “doğa durumu”nda sahip oldukları özgürlükleri, mutluluğu ve erdemliliği daha iyi korumak için toplum düzenine geçerler ve örgütlenirler. Locke’a göre, “sözleşme”nin amacı, özgürlükleri, mutluluğu ve erdemliliği korumaktır ve bunun aksine hareket eden siyasal otoriteler sözleşmeye aykırı davranmış demektir. Locke, bu durumda bireylerin siyasal iktidarı değiştirmek hakkına sahip olduklarını söylemektedir. Bu yargı, son çözümlemede, Locke’un “direnme hakkı”nı benimsediğini göstermektedir.

 

Bu görüşleriyle Locke, esas olarak, devletin mutlak olduğu kabul edilen gücünü sınırlamak istemiştir. Ancak, Locke’un amacı hiç bir zaman devleti zayıflatmak da olmamıştır.  [69]Jean-Jack Rousseau: Toplumsal Sözleşme ve EmilleSiyasal düşünce tarihinin önemli kişilerinden olan Rousseau, toplumsal sözleşme, egemenlik, genel irade ve eşitlik kavramlarına ciddi katkılar getirmiştir. Rousseau’ya göre, insan, doğal olarak iyidir. Ancak, insanların geliştirdiği kurumlar aynı şekilde iyi ve başarılı olamamıştır.

 

Rousseau da, Hobbes ve Locke gibi, siyasal çözümlemelerinin esasını doğa durumu kavramına dayandırmaktadır. Rousseau, bu bağlamda, doğa durumunun incelenmesi ve doğaya egemen olan doğal yasaların saptanması gerektiğini düşünmektedir. Bu bağlamda, Rousseau’nun vardığı ilk sonuç çarpıcıdır: doğada, eşitsizlik olanaklıdır. Aynı şekilde, insan topluluklarında da eşitsizlik vardır ve hatta yaygındır. İnsan topluluğundaki eşitsizliklerin kaynağı ve nedeni ise özel mülkiyet kurumunun varlığıdır.

 

Rousseau, bir siyasal düşünür olarak, demokrasiden yanadır. Ancak, bazı görüşleriyle, totaliter devletleri haklı gördüğünü belirten savlara da destek vermektedir. Rousseau’ya göre, demokrasi, yurttaşların doğrudan katılımı anlamına gelir. Bu nedenle de, demokrasi küçük devletlerde iyi sonuç verir. Ona göre, temsile dayanan demokrasi, seçilmiş aristokrasiden başka bir şey değildir.

 

Rousseau’nun önemli bir başka yanı da tanrısal haklar kavramını reddetmiş olmasıdır. Bu yanıyla, laikliğin gelişmesine önemli katkı sağlamıştır.

 

Rousseau, insanların özgür doğduklarını, ancak her yerde zincirlerle bağlanmış bir tutsaklık içinde olduklarını söylemektedir. Rousseau, bu söylemini özellikle monarşiler için geliştirmiştir. Monarşi’yi bir kişinin, kendisini, diğerlerinin efendisi gibi gördüğü rejim olduğunu söyleyen Rousseau, toplumsal sözleşmenin nominal hedefinin insanları tutsaklıktan kurtarmak ve özgürlüklerine kavuşturmak olduğunu belirtmektedir. Ancak, O’na göre, eşitlik, özgürlükten de önemlidir. Rousseau, bu söylemiyle ve toplumsal sözleşme kavramını öne sürmesiyle John Locke’un görüşlerine oldukça yaklaşmaktadır. Bu yoldaki görüşlerine açıklık getirmek isteyen Rousseau, bireyin toplumsal sözleşme nedeniyle tüm haklarıyla birlikte topluma karşı bir yabancılaşma ya da bütünleşme içine girdiğini, ancak herkesin aynı şeyi yapması nedeniyle bireyler arasında tam bir eşitliğin sağlandığını ileri sürmektedir. Bu nedenle, bireyler, içinde bulundukları durumu başkalarının zararına kullanmak isteği ve gereksinimi içinde olmayacaklardır.   

 

Rousseau’nun egemenlik konusundaki görüşleri oldukça önemlidir. O’na göre, egemenlik toplum için nelerin yararlı ve nelerin yararsız olduğuna karar veren tek kurumdur. Bu kararı vermek yetkisinin, yani egemenliğin sahibi ise monark değil, fakat tüm kurumlarıyla ve yasama yetkinliği ile toplumdur. Egemenlik, toplumun genel iradesidir. Bireylerin, toplumsal sözleşmeyle bir araya gelmesi sonucunda oluşan genel iradenin üstün yönlendirici gücüne insanlar tüm varlıklarını teslim etmelidir. Rousseau’ya göre, genel irade ile çoğunluğun ya da toplumun ya da yurttaşların tümünün iradesi aynı şey değildir. Genel irade, sürekli olarak haklıdır de toplumun çıkarlarını sağlamaya yöneliktir. Genel irade saftır, değişmez  ve değiştirilemez  niteliktedir.  

 

 

Rousseau, biraz önce belirtildiği üzere, özel mülkiyete karşı özel bir sempati beslememektedir. Aynı şekilde ve Montesquieu ve Hobbes’un aksine, erkler arasında görev ayrımı yapılması gerektiğine de inanmamaktadır. Rousseau, sadece, genel iradenin şekillendirdiği egemenliğin bir bölümünün yasa yapmakla yetkili kılınması gerektiğini söylemekte ve yürütmeyi/hükümeti yurttaşlarla egemenliği kullananlar arasındaki iletişimi sağlayan bir aracı kurum olarak görmektedir. 

 

 

 

Rousseau’nun ilginç bir sınıflandırması da siyasal rejimlerle ilgilidir. Rousseau, üç tür siyasal rejim olduğunu ancak bunların bir iyi ve bir de kötü türlerinin bulunduğunu söylemektedir. “Monarşi, aristokrasi ve demokrasi” olarak ortaya çıkan siyasal rejimler olumlu prototiplerdir. Monarşi, bir kişinin toplumu, toplum çıkarı gözeterek ve şiddet ve zora başvurmaksızın yönetimidir. Aristokrasi de, bir azınlık grubunun, aynı şekilde, toplumu, toplum çıkarını gözterek ve şiddete ve zora başvurmaksızın yönetimidir. Halkın, halk tarafından yönetilmesi anlamına gelen demokrasi de olumludur. Demokrasilerde toplum çıkarının ön planda tutulması ve şiddet ve zor kullanma yoluna gidilmemesi esastır.    

 

Rousseau, monarşinin olumsuz prototipinin “tiranlık” olduğunu ve tiranın kendi amaçları doğrultusunda şiddet ve zor kullanmaktan çekinmeyen bir yönetici olduğunu söylemektedir. Benzer şekilde, aristokrasinin olumsuz türü de “oligarşi”dir. Demokrasinin olumsuz türüne ise Rousseau, “oklokrasi” (ochlocracy) adını vermektedir. Oklokrasi, demokrasilerde, siyasal iktidarın, şiddet ve zor kullanmaktan çekinmeyen ve kendi çıkarları peşinde koşan ayak takımının eline geçmesidir.     Bu görüşleriyle Rousseau, gerek genel siyasal düşünce sisteminin ve gerekse liberal düşünce tarzının gelişmesine önemli ve kalıcı katkılar getirmiştir. Bu katkılar önemlerini bugün de sürdürmektedir.

 

 

 

 

Ekonomik Liberalizm

 

Feodal toplum düzeninden, merkantilist toplum yoluyla liberalist ekonomik topluma geçişi belirleyen unsurların başında toplumsal yaşamda gerçekleşen önemli değişimler gelmektedir.  Bu bağlamda, herşeyden önce, sınıf kavramında ve yapısında değişiklikler olmuştur. Ticaret ve endüstri ile uğraşarak gelişen burjuva sınıfı yeni bir kültürün ilk izlerini getirmiştir. Burjuvazinin ortaya çıkışıyla, sınıf düzeninde değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır. “Asil”ler, “ruhban sınıfı” ve “krallık ailesi” toplum içindeki üstün konumlarını devam ettirmekle birlikte, ekonomik ve siyasal açıdan artık eskisi kadar güçlü değildir. Bu sınıfların ekonomik güçleri yeni ortaya çıkan sınıf karşısında göreli olarak daha zayıf kalmıştır.

 

Öte yandan, kültür yaşamında da değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır. Basımevlerinin kurulması, gazete, dergi ve kitap gibi basılı belgelerin sayısının artması sonucunu doğurmuş ve bu olgu burjuva kültürünün gelişmesini sağlamıştır. Aynı şekilde, buharla çalışan  ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte toplumsal hareketlilik artmış ve kitlelerin ulaşım olanakları gelişmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak toplum içinde ve toplumlar arasında kültür ilişkilerinde köktenci nitelikli değişimler ortaya çıkmıştır.

 

Toplumsal yaşamdaki büyük değişiklikler, gerçekte, ekonomik yapıda ve yaşamda ortaya çıkan değişiminin sonuçlarıydır. 15 inci yüzyılda, denizciliğin gelişmesiyle birlikte başlayan keşifler birçok el değmemiş toprağı ve bu arada bu topraklardaki servet kaynaklarını ortaya çıkarmıştır. Bu kaynakların Avrupa’ya aktarılması ile kapitalizm gelişme olanağını yakalamıştır. Keşiflerin bir diğer sonucu emperyalist sömürgecilik olgusunun ortaya çıkması olmuştur. Sömürgeci yaklaşım, kapitalizmin daha da gelişmesini güvence altına almıştır. Sömürgelerde ise, endüstriyel ürünlere karşı ortaya çıkan  gereksinim, endüstrileşmiş ülkelerin mallarına karşı olan talebi çok daha yüksek düzeylere çekmiştir. Avrupa’da üretilen bir çok mal sömürgelerde pazarlanma olanağı bulmuş ve böylelikle batılı ülkeler mallarını daha kolay satabilmek yeteneğine kavuşmuştur. İkincisi, sömürgeler sağladıkları ucuz ve bol hammaddelerle batılı endüstriyel toplumların üretim kapasitelerinin ve arz güçlerinin artmasını sağlamıştır.

 

Bu gelişmeler sonucunda, Avrupa’da endüstriyel üretim artmış ve giderek daha büyük boyutlara ulaşan sermaye birikimi yeni teknolojik buluşların ortaya konulmasını kolaylaştırmıştır.

 

Ekonomik ve toplumsal yaşamda görülen değişme ve ilerlemeler, bu değişme ve ilerlemeyi açıklayan yeni bir kuramın, yani, ekonomik liberalizm yaklaşımının ve düşünce biçiminin geliştirilmesini gerekli kılmıştır.

 

“Ulusların Serveti” kısa başlıklı eser, yukarıda belirtilen gereksinimi gidermiş ve Avrupa’ya çok uzun bir süre egemen olacak olan yeni bir düşünce sistemi geliştirmiştir.

 

Kitabın yazarı olan Adam Smith’in görüşleri şu temel ilkelere dayanmaktadır: insanlar arasında doğal ayıklanma süreci egemendir; bu süreçte güçlüler üstün çıkacaktır; insanlar, sürekli olarak kendi iyiliklerini (çıkarlarını) sağlamayı amaçlar ve güçlü olanların kendi çıkarlarını (iyiliklerini) gerçekleştirmeleri için serbest bir ortam içinde yarışmaları güvence altına alınmalıdır. Güçlülerin çoğalması toplumun yararınadır. Devlet otoritesi, ekonomik yaşama karışmamalıdır. Ekonomik yaşama egemen olan doğal yasalar (arz ve talep) müdahaleye karşıdır. Devletin müdahalesi, ekonomik yaşamdaki doğal düzeni bozacaktır.

 

Yukarıda ana çizgilerini özetlediğimiz liberal düşünce biçimi çerçevesinde ve sermaye hareketlerine daha serbest bir ortam sağlayabilmek bakımından, devletin karışabileceği alanlar belirlenmiş ve bunun dışında kalan alanlarda birey diğer bireylerle başbaşa kalmıştır.

 

Bir anlamda, “anarşik” olarak adlandırılabilecek bu ortam, bir başka anlamda, kuramsal olarak, bireysel özgürlükleri ve özellikle girişim serbestliği gibi ekonomik hak ve özgürlükleri koruyacak ve geliştirecek bir ortam yaratmıştır. Böyle bir ortamda birey iradesini, istediği gibi geliştirebilecek ve kendisini tümüyle özgür sayacaktır.

 

Kısacası, liberalizm, kuramsal olarak, devlet iktidarını sınırlamayı biraz da abartılı bir çizgiye taşıyan bir siyasal, toplumsal ve ekonomik düşünce akımı olmuştur.

 

Endüstri Devrimi ve Özgürlükler

 

Sorulması gereken soru şu olmalıdır: Küresel açıdan bakıldığında, ekonomik liberalizm kuramı uygulamada ne ölçüde gerçekletirilebilmiştir? Yanıtlanması oldukça zor olan bu soru, özellikle, endüstri devrimi açısından özel bir önem kazanmaktadır.

 

Endüstri devrimi sonucunda ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik yaşamın gerçekleri temel hak ve özgürlüklerin korunması, gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesi açılarından beklenenin  ve ideal olarak kabul edilenlerin uzağına düşmüştür. Sermaye birikiminin hızlanması, serbest rekabetin doğal bir sonucudur. Ancak, endüstri devrimi nedeniyle, serbest rekabetin dcoğal sonucu küçük sermaye sahiplerinin büyük sermaye karşısında gerilemesi ve  hatta ezilmesi olmuştur. Kentlere akan işsizler, zaman içinde bir “protelarya ordusu” oluşturmuştur. Toplumsal zıtlaşma ve kutuplaşma hız kazanmıştır. Liberalizmin “bağıt serbestisi” ile “arz ve talep” ilkeleri toplumda açlık, fakirlik ve sefalet düzeyini artırmıştır. İşçiler ve işsizler toplumsal koruma ve güvenceden yoksun kılınmışlardır. Toplumsal güvencelerin yokluğu, yaşam güvenliği kavramını anlamsız bir konuma getirmiştir. Bireyleri serbest yarışmanın olumsuz sonuçlarına karşı koruyucu hiç bir önlem bu aşamada alınmamıştır. Kadın ve çocukların çalışma yaşamı içine girmeleri aile yaşamını ve kurumunu yozlaştırmıştır. Salgın hastalıklar artmıştır. Eğitim hakkı ve olanağı, ancak güçlü sınıflara tanınan bir ayrıcalık olarak kabul edilmiştir.

 

Ekonomik özgürlükler kavramının ortaya çıkışı ve güç kazanması, toplumsal yaşamda ortaya çıkan ve yukarıda özetlenen gelişmeler üzerine olmuştur. Hak ve özgürlüklerin ister siyasal alanda ister ekonomik alanda tanınmış olması aslında bir anlam taşımamaktadır. Önemli olan, özgürlüklerin tüm toplumsal sınıfları kapsayacak ve içine alacak şekilde gerçekleştirilmesi sorunudur. Bu ödev, en güçlü siyasal örgüt olan devlete verilmiştir.

 

Böylelikle, devlet, pozitif bir niteleme ile siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın içine alınmıştır. Bu yaklaşım, “sosyal devlet” kavramının ortaya çıkması anlamına gelmektedir.

 

Doğal Haklar Kavramı

 

Doğal haklar kavramı özellikle 16 ncı ve 17 nci yüzyıllarda ağırlık kazanmış olmasına karşın, düşünsel kaynaklarını çok eski tarihlerden ve özellikle Plato’dan almıştır.

 

Doğal haklar kuramına göre, pozitif hukukun üstünde ve pozitif hukuka egemen olması gelen hukuk vardır. Doğal haklar olarak nitelenen bu hak ve hukuk kuralları araştırılmalı,  bulunmalı ve pozitif, yani yasalarla uygulama alanına konulmuş hukuk konumuna getirilmelidir. Böylelikle, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar topluluğu elde edilecek ve toplumda anarşinin yerini kalıcı bir düzen alacaktır. Aynı zamanda, siyasal otorite de bu doğal yasalara uygun davranmak zorunluluğunu duyacaktır. Sonuç olarak da, devlet ya da siyasal otorite hukukla sınırlanmış olacaktır.

 

Ne varki, doğal haklar kavramı 20 nci yüzyıla kadar bu anlamda ele alınmamıştır. Bu  yüzyılda ise, yaşanan toplumsal, siyasal ve ekonomik gelişmeler nedeniyle, devletin/siyasal otoritenin, kendi gücünün üzerinde yer alan bir başka hukuksal güçle sınırlanması zorunluğu ortaya çıkmıştır.

 

Doğal haklar kavramı belli başlı üç sonuç doğurmuştur: sözleşme kuramının gelişmesi, temel hak ve özgürlükler kavramının ortaya çıkması ve devlet anlayışının değişmesi.

 

Sözleşme kuramları, doğal yasaların nasıl pozitif konuma getirilelebileceği ya da bir başka anlatımla nasıl bir düzen içinde yasallaştırılabileceği sorusuna yanıt aramaktadırlar.  Sözleşme kavramları, genellikle, iki açıdan incelenmektedir: Hobbes Okulu ve Locke Okulu. Hobbes Okulu’nun savunduğu anlayış içinde, sözleşme esas olarak “korku” temeline dayanmaktadır. Bireyler, bir anarşi durumu olan doğa durumundan  kaçmak ve özgürlüklerine kavuşmak için sözleşme yaparlar.

 

Locke Okulu’na göre, doğa durumu bir anarşi durumu değildir. Bireyler özgürlüklerini gerçekleştirmek için bir araya gelmek zorunluğunu duyarlar ve böylelikle bireyler arasında bir sözleşme ortaya çıkmış olur.  [70]

 

Her iki okul da, sözleşmenin hangi unsurları içerdiği ve kapsadığı sorusuna yanıt getirmemiştir. Ancak, sözleşme kavramından, bu yaklaşımın siyasal iktidarı sınırlayıcı bir araç olduğu anlamını çıkarmak yanlış olmayacaktır. Ancak, her iki Okul da, sözleşmenin amacı konusunda birleşmektedir: yönetenlerin sözleşmeye uygun eylemlerde bulunmalarını güvence altına almak ve  bu yolla bireysel hak ve özgürlüklerin korunmasını, gerçekleştirilmesini ve geliştirilmesini sağlamak.

 

Doğal haklar kavramının 16 ncı ve 17 nci yüzyıllarda aldığı görünüm, temel hak ve özgürlükler kavramının ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Bireyler, gerek sözleşme öncesinde ve gerekse sözleşme sonrasında bazı temel hak ve özgürlüklere sahiptirler. Bu haklar, insanların kişiliğine bağlıdır ve sınırlanamaz niteliktedir. Siyasal otorite bu hak ve özgürlüklere saygı duymalı ve bu temel hak ve özgürlükleri sınırlamaya kalkışmamalıdır.

 

Gerek sözleşme kavramı ve gerekse temel hak ve özgürlükler kavramındaki değişiklikler doğal olarak devlet kavramının da değişmesi ve gelişmesi sonucunu yaratmıştır. Devlet, sözleşmenin amacı dışına çıkmamalıdır. Devletin tüm eylemleri sözleşmenin gerçekleştirilmesi amacına yönelik olmalıdır. Devlet, bireylerin doğal olarak sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri tanımalı, korumalı ve geliştirmelidir.

 

Toplumsal ve Ekonomik Hak ve Özgürlükler Kavramının Genişlik ve İçerik Kazanması

 

Bu bağlamda incelenmesi gereken düşünce akımlarını “utopiacı”lar ve devletin toplumsal ve ekonomik yaşamı düzenlemesini esas alan “müdahaleci”ler olarak ikiye ayırmak yararlı olacaktır. Bu çerçevede incelenmesi gereken siyasal düşünürler ise, More, Sismondi ve Marx’tır.

 

Utopiacılar

 

“New Atlantis” isimli eserin yazarı Bacon, Adam Smith tarafından geliştirilen kuramın uygulama alanındaki başarısızlıklarının ilk eleştiricisi olmuştur. Kapitalizmin yol açtığı toplumszal adaletsizlik, eşitsizlik ve sömürme olguları olaylara kapitalizmden başka görüşle bakan düşünme biçimlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Zira, liberal kuramın gerçek yaşamda öğretide öngörüldüğü gibi işlemediği görülmüştür. Bu bağlamda anlaşılmıştır ki, liberal sistemlerde, temel hak ve özgürlükler belli bir sınıf için geçerli ve anlamlıdır.

 

Bu gerçeğin saptanması, liberal toplumlarda asıl yapılması gereken çalışmanın toplumun tüm kesimlerinde hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeye çalışılmak olması gerçeğinin toplumsal sınıflar açısından giderek daha fazla benimsenmesine yol açmıştır.

 

Bu amacı gerçekleştirebilecek tek toplumsal ve siyasal örgüt ise, devlettir. Devlet, bu bakış açısına göre, devletin hiç bir zaman yapmaması gereken şeyler bulunduğunu anlatan “negatif” bir nitelik değil, fakat, toplumsal açıdan dezavantajlı grupların/sınıfların korunması ve geliştirilmesi bağlamında kimi etkinliklerde bulunmasını öngören “pozitif” bir nitelik taşımalıdır. Bir başka anlatımla, bireyler devletten ekonomik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi, toplumsal ve  ekonomik bozuklukların  giderilmesi ve toplumsal güvence sistemlerinin gelişitirilmesi yolunda önlemler almasını istemek hakkına sahip olmalıdır. Bu yaklaşım, siyasal otoritenin sınırlarını genişletmekte ve devletin müdahale edebileceği alanı genişletmektedir.

 

Utopiacı’ların en fazla bilineni Thomas More’dur. More, Utopia adlı yapıtında kendi düşsel siyasal rejimini kurmaktadır. More’un bu yapıtında öne sürdüğü ve incelemekte olduğumuz konu açısından önem taşıyan görüşlerinin bazıları şunlardır: mülkiyet topluma ait olmalıdır, özel mülkiyetin bulunduğu toplumlarda kamu çıkarının sağlanması olanağı yoktur, ancak komünist düzende gerçek eşitlik sağlanabilir, komünizmin insanları tembelliğe iteceği savı doğru değildir, bir ülkede 54 kent olmalıdır, kentler aynı kent planına göre kurulmalıdır, Başkent’in kent planı farklı olmalıdır, kent içindeki yolların genişliği 20 ayak olmalıdır, özel konutlar benzer olmalıdır, evlerin kapılarında kilit olmamalıdır, evlere herkes girebilmelidir, konutların çatıları düz olmalıdır, konutlar her 10 yılda bir değiştirilmelidir, içinde 2 yöneticiye bağlı çalışan 40 kişi bulunan çiftlikler kurulmalıdır, herkes aynı giysiyi giymelidir, evlilerin giysisi bekarlardan, kadınların giysisi erkeklerden farklı olabilir, elbiselerin tasarımı hiç bir zaman değiştirilmemelidir, yazlık ve kışlık giysiler aynı olmalıdır, bir elbise 7 yıl dayanmalıdır, her aile kendi elbisesini kendi dikmelidir, erkek ve kadınlar akşam yemeğinden önce 3 saat ve sonra 3 saat olmak üzere günde 6 saat çalışmalıdır, sabahın erken saatleri eğitime ayrılmalıdır, eğlence için zaman ayrılmalıdır, eğitilmiş bazı kişiler yönetimde görev almalıdır, hükümet temsili demokrasi ilkesine göre oluşturulmalıdır, seçimler doğrudan değil dolaylı olmalıdır, toplumun başı seçimle gelmeli, ömür boyu görevde kalmalı ve ancak şiddete başvurması durumunda görevinden alınabilmelidir, evli çocuklar babalarıyla oturmalıdır, nüfusu arftan ailelerin konutları büyütülebilir, kent büyürse bazı aileler öteki kentlere gönderilmelidir, yeni kentler verimsiz alanlar üzerinde kurulmalıdır, hastaların tedavisi için hastaneler kurulmalıdır, evde yemek yenilmesine izin verilebilir ancak toplumun çoğunluğu toplumsal alanlarda yemeklerini yemelidir, erkek ve kadının evlenme sırasında bakire olmaları zorunludur, savaşmak iyi bir uğraş değildir ancak erkek ve kadınlar ülkeleri saldırıya uğradığında kendilerini savunabilecek düzeyde savaşmayı bilmelidir, yabancı tacirlerin alacaklarının ödenmesi bakımından altın ve gümüş biriktirmek yararlıdır, toplum çok dinli ve dinsel konularda hoşgörülü olmalıdır ve kadınlar da dinsel alanda görev üstlenebilir.

 

Kısacası, “utopiacı”lar için esas sorun, özgürlüklerin her alanda gerçekleştirilmesi olmuştur. Özgürlükleri gerçekleştirmeye çalışan bir devletin özgürlüklere karşı olumsuz bir tutum alamıyacağını varsayan Utopiacı’lar devlet iktidarının sınırlanması kavramı üzerinde fazlaca durmamışlardır.

 

Müdahaleciler

 

Daha önce de belirtildiği üzere, bazı düşünürler, liberal ekonomilerin temel dayanağı olan serbest piyasa ekonomilerinde ortaya çıkan kimi pazar aksaklıklarının yol açtığı sakıncalar üzerinde kapsamlı araştırmalar yapmışlar ve oldukça önemli öneriler geliştirmişlerdir. Bu düşünürlerin bir kesimi liberal ekonomik düzene parçacıl önlemler getirerek sistemin daha adil ve verimli çalışmasını önerirken, diğer bir grup kapitalist sistemin kökten değiştirilmesini ve yepyeni bir ekonomik ve siyasal yapı kurulmasını önermektedirler.

 

Üçüncü bir grup ise, devlet kavramına günümüzün koşularına uygun yeni açıklamalar getirmektedir. Sismondi birinci grubun ve Karl Marx ise ikinci grubun ideal örneğidir. Hegel ise, üçüncü grubun en çok bilinen ve kabul edilen düşünürüdür.

 

Sismondi

 

Utopiacı’ların, klasik liberalizmi eleştirmesi, ileriki dönemlerde daha da gelişerek devletin ekonomik ve toplumsal hayata karışması ile sonuçlanmıştır. Sismondi ile birlikte gelişen bir düşünce akımı, devletin kötülükler karşısında tarafsız kalamıyacağı görüşünden hareket etmektedir.

 

Bu görüş sahipleri, devletin ekonomik yaşamda düzenleyicilik rolünü benimsemekte ve devletin çeşitli konularda alacağı önlemlerle insanların ekonomik açıdan sömürülmesini ve kötüye kullanılmasını önlemek zorunda olduğuna inanmaktadırlar.

 

Sismondi de, çalışmalarında, Utopiacı’lar gibi, esas ağırlık noktasını özgürlüklerin gerçekleştirmesi sorunu üzerinde yoğunlaştırmıştır. Sismondi’nin görüşleri içinde devlet otoritesinin sınırlanması kavramına rastlamak oldukça zordur.

 

Hegel

 

Günümüzün siyasal bilimler kuramına en fazla katkıda bulunan düşünürlerin önde gelenlerinden biri olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel, görüşlerini “Tarih Felsefesi” ve “Hukuk Felsefesi” adlı temel yapıtlarında ortaya koymuştur. Hegel’in görüşlerinin tümünü burada özetleyebilmek olanağı yoktur. Bu nedenle, burada Hegel’in konumuzla ilgili görüşleri üzerinde durulacaktır. [71]

 

Kuşkusuz, Hegel’in bilimsel düşünceye en büyük katkısı “diyalektik yöntemi” geliştirmesidir. Diyalektik yöntem, sentezin, yani sonucun, sav ve karşısavın, yani birbirleriyle çatışan ya da çelişen görüşlerin bir sonucu, bir bileşkesi ya da ortak ürünü olması anlamına gelmektedir.

 

Konumuz açısından bakıldığında, Hegel’in, Avrupa’da Reformasyon girişimi ile başlayan devletin öneminin en üst düzeye çıkarılmasını öngören düşünce akımının son yüzyıldaki önemli bir temsilcisi olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, devlet, klise ile bağlarını koparmış ve tüm benzeşen niteliklerini değiştirmiştir. Luther ile başlayan ve Hobbes, Spinoza’dan Rousseau’ya kadar ulaşan yeryüzü devleti kavramı en güzel tanımlamalarını ve açıklamalarını Hegel ile yakalamıştır. Hegel’in bürokrasiyle ilgili düşünceleri, günümüz bürokratik koşulları açısından geçerliliğini tümüyle sürdürmektedir.

 

Hegel’in devlet kavramıyla ilgili yaklaşımı, bir anlama, o güne kadar kabul gören devlet felsefesinin değişmesi anlamına gelmektedir: devlet yurttaşlar için vardır, yurttaşlar devlet için değil. Hegel’in anlayış biçimine göre, devlet nesnel bir olgudur ve ussal özgürlüğü tanıyan ve ussal özgürlüğü toplumsal yaşam içinde somut ve gerçek kılmak isteyen bir kurumsal yapıdır. Hegel’e göre devlet, insan iradesinin ve özgürlüğünün dış dünyaya yansıması sırasında ortaya çıkan ruhun simgeleştirdiği bir düşündür. Hegel’e göre devlet, moral düşün ve moral ruhun gerçekleşmiş ve somutlaşmış biçimidir.

 

Bu çerçevede, devletin varlık amacı, yalnızca, bireylerin çıkarlarını sağlamaktır. Hegel’e göre, devlet, diğer devletler karşısında bağımsızlık içeren bir kimliğin anlatımıdır. Yine, Hegel’e göre, devlet olabildiğince organik olmalı, yani, devlet, çoğulculuk anlamında, bir çok kurumun bir araya gelmesinden oluşmalıdır. Hegel’e göre, devlet ile birey arasındaki ilişki, insan vücudu ile göz arasındaki ilişkinin aynısıdır.

 

 

 

 

Marx’çı Ekonomi, Devlet ve Özgürlük Kavramı

 

Kapitalizme yönelik eleştiriler Karl Marx’la en üst düzeye erişmiştir. Marx ve Engels’e göre, devlet tarafsız bir organ değildir. [72]  Devleti ve özgürlükleri koşullandıran ana etmen, üretim araçları sahipliği olgusunun biçimlendirdiği ekonomik alt yapıdır. Ekonomik güce sahip olanlar, devlet otoritesini de ele geçirirler. Özgürlüklerin, sadece, ekonomik açıdan güçlü olanlar için anlamı vardır. Kapitalist bir sistemde, özgürlüklerin gerçekleştirilmesinden ve devlet otoritesinin sınırlanmasından söz etmek anlamsızdır. Ekonomik özgürlüklerin gerçekleştirilmesi, ancak, bireyler arasında serbest ekonomik yarışma ortamının sağlanmasıyla elde edilebilecek bir olgudur. Oysa, serbest ekonomik yarışmanın doğal sonucu sermayenin belirli ellerde birikimidir. Sermaye sahipleri kendi ekonomik otoritelerinin sürekliliğini sağlamak için siyasal otoriteyi de ellerinde tutmak isteyeceklerdir.

 

Toplum ve bireyler ancak komünist bir düzende tam olarak özgür olacaklardır. Komünist toplum yapısına geçerken kullanılacak olan işçi ve köylü ayaklanması (ihtilal, devrim), kapitalist devletin sınırlanmasında ilk ve son sınırlama aracı olacaktır. Komünist düzene, “sosyalist” nitelikli bir ara aşamadan geçilerek ulaşılacaktır. “Protelerya diktatörlüğü” adı verilen sosyalist aşamada, devlet, işçi ve köylü sıfınının çıkarlarının korunması için kurumsal varlığını devam ettirecektir. Bu aşamada, siyasal otoritenin sınırlanmasından ve klasik anlamda temel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesinden söz edilemez. Bu aşama, gerçek özgürlükler için bir hazırlık aşamasıdır.

 

Özgürlüklerin gerçek anlamda sağlanması ancak üretim araçlarının kamulaştırılması/devletleştirilmesiyle olacaktır. Geçiş aşamasında, özgürlükler tam anlamıyla gerçekleşmiş olmadığından ve siyasal otoritenin işçi ve köylü sınıfı çıkarlarının korunması açaısından kullanılması zorunlu olduğundan devlet iktidarının sınırlanması da söz konusu olmayacaktır. Aslında, sosyalist toplumda, bireylerin devlet iktidarını sınırlanması yolunda  bir gereksinimleri de olmayacaktır. Zira, devlet kendi sınıflarının devletidir. Bolluk toplumu olarak kabul edilen komünist düzende ise devlet tümüyle kaldırılmış olacaktır.

 

“Ombudsman” kurumuna benzer bir kurum olan “prokuratura”, Sovyetler Birliği döneminde, yürütme organını sınırlayıcı bir etmen olarak göze çarpmaktadır. Ancak, kuramsal açıdan ele alındığında, bu kurumun konumuz açısından öneminin abartılmaması gerekmektedir. Zira, Marxist öğretiye göre, bu kurum da, öteki üstyapı kurumları gibi,  komünist düzene geçişten sonra ortadan kaldırılmış olacaktır.

 

ÖZET VE DEĞERLENDİRME

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla, devlet, özgürlük ve siyasal iktidar kavramlarının, bir anlamda, tanımları yapılmış ve kavramların zaman içinde geçirdiği içeriksel evrim incelenmiş ve irdelenmiştir. Açıklıkla görülmektedir ki, anayasa hukukunun temel çalışma konularını oluşturan bu kavramlar, içinde bulunulan koşulların genel niteliklerine uygun olarak zaman içinde önemli bir evrim geçirmişlerdir. Evrim, hem değişme ve hem de gelişme bağlamında sonuçlar üretmiştir. 21 inci yüzyıl siyasal düşüncesi bu evrimin doğal sonucu olarak gelişmiş ve şekillenmiştir. Günümüzün ve yüzyılımızın siyasal ve anayasal düşünce sistemini anlamak, algılamak, kavramlaştırmak ve sistemleştirmek öncelikle bu evrimin doğru ve iyi öğrenilmesine bağlıdır.

 

 

 

 


TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN KORUNMASINI VE SİYASAL OTORİTENİN SINIRLANMASINI AMAÇLAYAN ÇAĞDAŞ TOPLUMSAL, SİYASAL VE HUKUKSAL KURUMLAR

 

Demokratik toplumlarda, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi açısından yararlı ve etkili çalışmalarda bulunabilecek pek çok siyasal ve toplumsal kurum ve olgu vardır. Bu kurum ve olgular gerek siyasal iktidarların sınırlanması ve gerekse hak ve özgürlüklerin korunması açısından önemli işlevleri yerine getirebilecek gizil güçleri içinde barındırmaktadırlar. Bunlar arasında, moral ya da etik (ahlak) değerler, kamuoyu, çoğulcu demokratik kurumlar ve siyasal partiler yer almaktadır.

 

Bu bölümde, temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önemli işlev görecek siyasal ve toplumsal kurumlar üzerinde durulacaktır.

 

Siyasal Otoritenin Sınırlanmasında Moral Etmeni

 

Devlet otoritesini sınırlayan araçlardan biri, moral etmendir. Moral, genelde, iki değişik anlamda ele alınmaktadır. Birinci anlamda, moral, bireyin iç benliğini anlatmak için kullanılmaktadır. Bu açıdan, moral etmen, devlete, kişinin moral varlığını yani iç benliğini geliştirmek ödevini yüklemektedir. Harold Laski, “Authority in The Modern State” adlı yapıtında, moral etmen için şunları söylemektedir: “…birey, bütün moral varlıkların üstündedir ve devletin bireye yapabileceği en büyük yardım bireyin moral yeteneklerini geliştirmektir. Bu yardım, gerçekte, topluma yapılan bir yardım olacaktır.” [73]

 

Moral etmen, ikinci anlamda, kişilerin/yöneticilerin kişisel karakter düzeyleri olarak kabul edilmektedir. Münci Kapani, “Kamu Özgürlükleri” adlı yapıtında, moral etmenle  ilgili olarak, “… idare edenlerin sahip olabilecekleri bir takım moral vasıflar ve bu vasıfların sağladığı subjektif mahiyetteki teminat anlaşılmak gerekir” [74] demektedir. Kapani açısından moral etmende esas ağırlık noktası kişinin değer yargıları olmaktadır. Zira, devlet örgütü içinde yönetici olarak görev alacak kimselerin sahip olacağı etik yeterlilik, toplumsal değerler ve özgürlük anlayışları doğrudan yansımasını yönetim sorumluluklarını taşıdıkları toplumsal, bürokratik ve siyasal ortamlarda gösterecektir.

 

Ancak, kabul etmek gerekirki, M. Kapani’nin de üzerinde durduğu moral etmen kavramı özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi sorunu için etkili bir çözüm olmaktan uzaktır. Zira, yine Kapani’ye göre, “Bir politikacının, bahis konusu vasıflara sahip olup olmadığı ancak onun politika arenasına çıkışından sonra belli olur. Hatta, çok defa … ancak iktidara gelişinden sonra ortaya çıkar..”  [75] 

 

Otoritenin Sınırlanmasında Kamuoyu Etmeni

 

Siyasal ve toplumsal olgu ve oluşumlara karşı beliren öznel tavır almalar ve bunların genişlik kazanması karşımıza kamuoyu kavramını çıkarmaktadır. Kamuoyu olgusu, özellikle demokratik toplumlarda, gizil bir siyasal güç olarak kabul edilmiş ve siyasal ve toplumsal güç kaynaklarının sahip oldukları iktidarın/gücün sınırlanması için bir silah/araç/yöntem olarak kullanılmıştır.

 

Barker’ın da belirttiği gibi, günümüzde, kamuoyu olgusunun siyasal otoritenin önde gelen somutlaşma odakları olan yasama ve yürütme organlarını denetleyici nitelikte işlevler yerine getirebildiğini gösteren çok sayıda örnek olay vardır.  [76]  Barker, hukuksal (de jure) bir kavram olan egemenlik kavramının, eylemsel (de facto) bir güç olan kamuoyu tarafından sınırlanabildiğini söylemektedir. Bir kere, herşeyden önce, yasama organı, yasa yapma çalışmaları sırasında toplumun desteğini kazanabilmek ve güvence altına alabilmek için yasanın toplum tarafından benimsenebilme yeteneğine sahip olup olmadığını araştırmak durumundadır. Bu amaç, ancak, kamuoyunun eğilimini saptamakla sağlanabilir. İkincisi, yürütme organı da, uygulamalarında halkın desteğini sağlamak ve güvence altına için halkın isteklerinin ve eğilimlerinin genel yönünü bilmek isteyecektir. Zira, aksi yöndeki bir yaklaşım, yani toplum görüşünün, beklentilerinin ve gereksinmelerinin yeterince dikkate alınmaması, iktidarı ellerinde tutan yöneticilerin halkın/toplumun desteğini yitirmeleri anlamını taşıyacaktır.

 

Kamuoyu etmeni, bir başka alanda, seçimler alanında da, oldukça önemli işlevlere ve rollere sahiptir. Yarışan siyasal partiler tarafından yürütülen propoganda çalışmaları ve seçim tartışmaları esas olarak kamuoyunu istenilen yönde etkileme ve şekillendirme amacını taşır. Siyasal partiler, ancak, kamuoyunu inandırabildikleri ölçüde iktidara gelmek şansını artırabilirler.

 

Kanımıza göre, adına kamuoyu denilen gizil gücün yukarıda betimlenen nitelikteki işlevlerini yerine getirebilmesi iki koşulun varlığına bağlıdır. Birinci koşul, bazı temel hak ve özgürlüklerin toplumda var olması koşuludur. Bu koşul, kamuoyunun şekillenmesi için öncelikle haberleşme özgürlüğünün varlığını gerektirir. Zira, kamuoyunu besleyen en önemli etmen iletişimdir. Ancak, iletişimin özgür ve sansürsüz olmasıyla kamuoyu yukarıda belirtilen toplumu bilgilendirme işlevini yerine getirebilir.

 

H. Laski,  “Liberty in the Modern State” adlı yapıtında, ikinci koşul olarak, “doğma”ların eğitim süreci üzerindeki olumsuz etkileri üzerinde durmaktadır. [77] Zira, eğitim, bireylerin ve toplumun doğma gibi önyargılı düşüncelerle doldurulması ve yönlendirilmesi için elverişli bir araçtır. Doğma şeklinde bireylerin uslarını işgal eden dayanaksız ve yanlış önyargılar ve değişmez nitelikli demirleme noktaları, kamuoyunun gerçek olandan farklı biçimlerde şekillenmesine yol açan ana etmenlerdir. Laski, bu etmenler nedeniyle, kamuoyu kendisinden beklenen aydınlatma ve bilgilendirme işlevlerini yerine getirme olanağını yitirebileceğini söylemektedir. Doğmalar, demirleme noktaları ve önyargılar, çeşitli propaganda yöntemleriyle bireylere ve toplumlara benimsettirilebilir. Bu bağlamda, eğitimin kişilerin düşünme biçimlerini düzenleyen ve şekillendiren bir propaganda amacı olmaktan uzak kılınması gerekmektedir. Kısacası, ikinci koşul, eğitim ve haberleşme özgürlükleri başta olmak üzere tüm özgürlüklerin kötüye kullanılmasının devlet ve toplum tarafından alınacak önlemlerle önüne geçilmesi anlamına gelmektedir.

 

Kamuoyunun, özellikle demokratik toplumlarda, beklenen bilgilendirme ve aydınlatma işlevlerini yerine getirebilmesi yukarıda belirtilen iki koşulun birlikte gerçekleşmiş olmasını zorunlu kılar. Ancak, her iki koşulun, hemen her demokratik ülkede tam ve mükemmel olarak gerçekleşmiş olmasını beklemek olanağı yoktur.

 

Yapılan açıklamalardan çıkarılması gereken sonuç şudur: kamuoyu olgusunun/etmeninin özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi açısından yerine getirebileceği önemli işlevler ve roller vardır. Ancak, hemen belritmek gerekirki, özgürlüklerin korunması ve gerçekleştirilmesi konusunda kamuoyu olgusundan çok fazla katkı beklememek gerekir. Zira, Harold Laski’nin de belirttiği gibi, özgürlüklerin  korunması ve gerçekleştirilmesi bağlamında “kamuoyu, ancak, son bir denetim aracı olabilir.”  [78]

 

Siyasal Otoritenin Çoğulcu Demokratik Yapı Kurumları Aracılığıyla Sınırlanması

 

“Çoğulcu demokratik kurumlar” kavramı veya öteki deyimiyle “pluralizm” özellikle batı demokrasileri içinde ortaya çıkan bir kavramdır. Devlet ve toplum yapısının yalnızca işçi sınıfıyla özdeşleşmiş olması nedeniyle Marxist sistemlerde/demokrasilerde pluralizm kavramından söz edilemez.

 

Demokrasinin yaygınlaşması ve kökleşmesinin gerçekleştirildiği dönemin öncesinde, devletin siyasal ve toplumsal otoriteyi tekeline alması -bir bakıma- ülke içindeki siyasal çatışmaların durması anlamına gelmiştir. Oysa, demokrasi, yapısı gereği, düşünsel çatışma ortamının varlığını ve siyasal geleceğin belirsiz olmasını gerekli kılar. Demokrasilerde, çeşitli görüşler/çıkarlar birbiriyle çarpışır, çoğunluğun desteğini sağlayan, üstün olan ve kabul edilen görüş uygulanma olanağına kavuşur.

 

Ancak, çağdaş devletlerde, bireylerin siyasal ve toplumsal otorite karşısındaki göreli zayıf konumu, yukarıda betimlenen ideal durumun gerçekleşmesi olasılığını önemli ölçüde azaltmaktadır. Ortaya çıkan bu sakıncalı ortam, bireylerin bir araya gelmesiyle ve toplumsal tüzel kişiliğe sahip kurumlar kurması yoluyla önemli ölçüde azaltılabilir. Demokratik toplumların çoğulcu (pluralist) yapısı içinde siyasal partiler, işçi ve işveren sendikaları, kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleri, vakıflar ve dernekler yer almaktadır.

 

“Sivil toplum kuruluşları”, “üçüncü sektör” ya da “hükümet dışı örgütler” (NGO) gibi isimler de alabilen çoğulcu siyasal yapı kurumları, kuşkusuz, her toplumsal, ekonomik ve siyasal sorun konusunda olduğu üzere, temel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi konusunda da etkili işlevler yerine getirebilme olanağına sahiptir. Demokrasiler, sivil toplum kuruluşlarının bu işlevlerini başarıyla yerine getirilmesi ölçüsünde içerik, zenginlik ve geçerlik kazanacaktır. Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın da belirttiği gibi, demokrasilerde oybirliği yoktur, ancak oyların (görüşlerin) çatışması çözüm yolları getirir.  [79]

 

Siyasal Otoritenin Baskı ve Çıkar Grupları Aracılığıyla Sınırlanması

 

Tunaya, baskı grupları deyiminin 1925’lerde kullanılmaya ve genişlik kazanmaya başladığını söylemektedir. Oysa, ABD’li siyasal bilimci Seymour Martin Lipset’in de belirttiği gibi, bu kavram Alexis de Tocqueville tarafından da ayrıntılı olarak incelenmiş ve bu çerçevede çeşitli düşünürlerce yapılan çalışmalar sonucunda siyasal bilimler içinde olması gereken yerine oturtulmuştur.  [80]

 

Alexis de Tocqueville, “Amerika’da Demokrasi” adlı yapıtında, dernekler gibi toplumsal kuruluşların siyasal otorite üzerindeki etkilerine işaret etmekte ve şunları söylemektedir: “Ferden daha zayıf, ve özgürlüklerini koruma da daha yetersiz olan her yurttaş, hemcinsleriyle birleşme sanatına vakıf olmasaydı, istibdat zaruri olarak eşitlikle birlikte artacaktı.”  [81] Tocqueville’in bu sözleri, baskı gruplarının, özgürlükleri ne ölçüde koruyabilecekleri konusunda güçlü bir anlam içermektedir. Tocqueville’in belirttiği gibi, baskı grupları, çeşitli yollardan iktidara gelerek veya siyasal iktidarları etkileyerek siyasal iktidarların dikta ve zorbalık rejimlerine kaymalarını ve özgürlüklere zarara vermelerini önleyebilirler.

 

Baskı grupları kavramı, Tunaya’nın yaptığı gibi, bilinçli ve örgütlü çıkar grupları şeklinde de tanımlanabilmektedir. [82] Baskı grupları ile çıkar grupları arasındaki temel fark örgütlenme biçimlerinin değişik olmasından doğmaktadır.  [83] Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan baskı grupları, değişik alanlarda çalışma olanağı bulmakta ve bu alanlardaki çalışmalarıyla ya özgürlüklerin korunması yolunda hizmet vermekte ya da bunun tam tersine olarak yalnızca kendi çıkarlarını gerçekleştirmek uğrunda temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı nitelikte çalışmalarda bulunabilmektedirler. Prof. Tunaya’nın görüşüne göre, baskı grupları seçimler konusunda, yasama etkinlikleri alanında, kamu yönetimini ilgilendiren konularda etkinliklerde bulunabilmekte ve “yöneten” durumunda olanları etkileyerek kendi amaç ve çıkarlarını elde etmeye çalışmaktadırlar.

 

Baskı ve çıkar grupları, aynı zamanda, kamuoyunu bilgilendirme, koşullandırma ya da şekillendirme yolunda etkinliklerde bulunarak siyasal iktidarların karşısına çıkmakta ve onların çalışma biçim ve koşullarını etkileyebilmekte ve yönlendirebilmektedirler. [84]

 

Baskı gruplarının yukarıda sayılan özelliklerine karşılık, özellikle ABD’de yaygınlık kazanan ve “lobbyizm” olarak bilinen şekli yalnızca özel bazı amaç ve çıkarların korunmasına çalışarak genel ve kamusal çıkarların zarar görmesine neden olabilmektedir.

 

Walter Gelhorn’un özel hükümet olarak adlandırdığı çıkar gruplarının özgürlüklerle olan ilişkisi bu bağlamda önemli özellikler taşımaktadır. [85] Sermaye sahiplerinin kendi çıkarlarını toplum çıkarlarına üstün tutmaları ve çıkarlarını sağlayabilmek için özgürlükleri sınırlama yollarına başvurmaktan kaçınmamaları gerçeği bu sorunun ne denli önemli olduğunu göstermektedir.

 

Siyasal Otoritenin Devletin Amaçlarının Belirlenmesi Yoluyla Sınırlanması

 

Devleti ya da siyasal otoriteyi sınırlayan ve bu yolla da temel hak ve özgürlükleri koruma altına almaya çalışan kurumlardan biri de kişi haklarıdır. Kişi hakları kavramı, devletin amacı sorusuna yanıt verilmesi gerekliliğini öncelikli bir konu olarak gündeme getirmektedir. Siyasal otoriteyi kullanan devletin amaçlarının belirlenmesi aynı zamanda devletin yasallık ve meşruluk sınırlarını da belirleyici olacaktır. Bu bağlamda, devlet amacının dışına çıktığı ya da amaçlarını gerçekleştiremeyecek duruma geldiğinde, yurttaşlar belirli eylemlerde bulunmak hakkına sahip olarak kabul edileceklerdir. Bu hak, tarih boyunca, değişik siyasal düşünürlere göre, ayaklanma ve şiddet kullanma yoluyla iktidardakileri değiştirmekten, barışçı ve demokratik yollardan aynı sonucu elde etmeye kadar değişebilen görünümler ve içerikler kazanmıştır. Marcilius Patavinus’a kadar geçen dönem içinde yer alan siyasal düşünürlerin önemli bir çoğunluğu bütün yurttaşların sözleşmeye aykırı düşen ve zor, şiddet ve baskı yoluna sapan siyasal iktidarlara karşı direnme hakkına sahip olduğunu kabul etmişlerdir. Sadece Marcilius Patavinus, direnme hakkının sorunun çözümü için elverişli bir yöntem olmadığını ve toplumsal kurumlarda yapılacak yeni düzenleme ve ayarlamarla kurulu siyasal düzenin korunabileceğini ve sürdürülebilir kılınabileceğini söylemiştir. [86]

 

Kuramsal açıdan varılan bu sonuç, doğal olarak, devletlerin amacının ne olabileceği sorusunu tartışma gündemine getirmektedir. Bu konuda zaman içinde geliştirilen ölçütler çok çeşitli olmuş ve sorun farklı yorumlara konu olmuştur.

 

Biraz önce sözü edilen “adalet” kavramı bu konudaki örneklerden yalnızca biridir. Devletin amacı adaleti  sağlamaktır. Plato, adalet kavramını, “herkesin kendine düşen görevi yerine getirmesi” olarak tanımlamaktadır.  [87]

 

Aynı şekilde, pek çok siyasal düşünür devletin amacının bireylerin/yurttaşların mutluluğunu sağlamak olduğunu söylemiştir. Bu düşünürlere göre, devlet, amacını gerçekleştirebilmek için kişilerin mutluluğunu sağlayacak önlemleri almalıdır. Bu önlemleri almayan yöneticiler, bu düşünürler tarafından, devletin kuruluş ve varoluş amacına aykırı davranmış olarak kabul edilmişlerdir.

 

Marc Bloch, Orta Çağ devletinin amaçları konusunda şunları söylemektedir: “O, (Kral veya Prens) yurttaşlarının ruhsal temizliğini, din kurumlarını ve gerçek dinsel inançları korumak, yabancı saldırılara karşı ülkeyi savunmak ve son olarak da ülkede adaleti ve iç barışı gerçekleştirmek zorundadır.” [88]

 

Günümüzde, devletin amaçları konusundaki en önemli gelişmenin hukuk devleti kavramının ortaya çıkışı ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. [89] Günümüzde, devletin amacı hukuk devleti ilkesini yaşama geçirmektir. Adalet kavramı ile yakından ilgili olan hatta adalet kavramının değişik bir anlatımı olarak kabul edebileceğimiz bu görüş kaynağını esas olarak meşruluk kavramından almaktadır. “Devlet, hangi koşullar altında meşru sayılacaktır?” sorusu karşımıza “yasa, hukuk ve hukuk devleti” kavramlarını çıkarmaktadır. Devlet, yürürlükteki yasal hükümlere uygun davrandığı, yani bir hukuk devleti olduğu sürece yasaldır, meşrudur ve amacını gerçekleştirmiş sayılır.

 

Devletin amacı konusunda en fazla ilgi çeken kuramlardan birisi Harold Laski tarafından geliştirilmiştir:  [90]

 

Laski’ye göre, genelde üretim ve tüketim süreçlerinden oluşan ekonomi, toplumların en önemli uğraşı alanıdır. Üretim, kapitalist bir toplumda, sermayenin ve sermaye sahiplerinin işidir. Üretim süreci içinde bu sınıfın kendi çıkarlarını gözetmesi doğaldır. Tüketim, ise çalışan sınıfı ilgilendirir. Oysa, tüketim süreci, seçim olgusu nedeniyle, devlet ve siyasal otoriteyi de ilgilendirmektedir. Zira, sermaye sahiplerine oranla, sayıları daha fazla olan işçi sınıfı yapılacak herhangi bir seçimde siyasal iktidarı değiştirebilme gücüne sahip olan taraf olacaktır. Üretim süreci de, devlet ve siyasal otoriteyle sıkı ilişki içindedir. Çünkü, ekonomik güce sahip olanlar çeşitli yollardan siyasal iktidarı ele geçirmeye ve etkilemeye çalışacaktır. Sermaye sahibi olan sınıf ile çalışan sınıf arasında da sıkı ilişki vardır ve bu iki sınıfın çıkarları doğal olarak ters yönlüdür. Laski, bu açıklamaları çerçevesinde, toplumu siyasal ve ekonomik çatışmaların sürekli olarak içinde oluştuğu ortam olarak anlamaktadır. Laski’ye göre, devletin amacı da burada kendisini göstermektedir: devlet, sermaye sahiblerinin çıkarları ile çalışanların çıkarlarını bağdaştırmak ve toplumsal barışı ve huzuru sağlamak zorundadır.

 

Özetlemek gerekirse, toplumların yönetilmesinden sorumlu olan örgütlü siyasal otoritelerin, bir başka anlatımla devletlerin, kurulmalarını sağlayan ve varlıklarının sürdürülmesine olanak veren bir amacı ya da amaçları vardır. Bu amaç ya da amaçların elde edilmesi/gerçekleştirilmesi  zorunluluğu, bir yandan siyasal otoriteyi sınırlandırıcı sonuçlar yaratırken, öte yandan özgürlüklerin gerçekleştirilmesini,  korunmasını ve geliştirilmesini zorlayan güçlü bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Devletin Hukuk Yoluyla Sınırlanması

 

Devletin önde gelen amaçlarından biri olarak kabul edilen kişi haklarının gerçekleştirilmesi sorununun, temel hak ve özgürlüklerin korunması üzerindeki rolü yukarıda açıklanmıştır. Devletin, hukukla sınırlanması konusu ise, bu kavramdan daha farklı içerikler taşımaktadır. Zira, bu bağlamda, siyasal otoritenin ya da devletin dolaylı yollardan değil, fakat, doğrudan ve yasayla sınırlanması öngörülmektedir.

 

Gerçekte, bu konu, doğal yasalar konusu ile yakından ilgilidir. Zira, doğal hukuk kuramına göre, doğada, pozitif hukukun dışında ve ondan üstün olan bir hukuk vardır. Bu hukuk öğrenilmeli ve pozitif hukuk durumuna getirilmelidir. Ortaya çıkacak yeni kurallar devleti sınırlayacak ve özgürlüklerin korunması bu yolla gerçekleştirilecektir.

 

Ünlü hukuk bilimcisi Leon Duguit’nin bu bağlamda devlet iktidarının sınırlanabilmesi için geliştirdiği hukuk sistemi önemli özellikler içermektedir. Asıl kaynağını Durkheim’den alan Duguit’nin geliştirdiği hukuk kuramını [91] şu şekilde özetlemek olanaklıdır. Toplumların en önde gelen ilkesi toplumsal ve siyasal birliği sağlamaktır. Toplumsal ve siyasal birlik iki yoldan gerçekleştirilebilir: benzeşme yoluyla mekanik olarak veya iş ayırımı ve iş bölümü yoluyla organik olarak.

 

Bir grup içindeki bireylerin aynı işi yapmalarından doğan birlik birinci yolu oluşturmaktadır. İkinci yol ise, çalışmanın farklı birey ve gruplara ve yapılacak işin alt bölümlerine ayrılması ilkesine dayalıdır. Burada, bireyler/gruplar farklı şeyler üretmekte ve bu nedenle ürünlerini birlikte değerlendirmeye gereksinim duymaktadırlar. Grupların birbirlerine olan gereksinimi, sonuçta, toplumsal birliği yaratmaktadır. Duguit’ye göre, toplumsal birliği sağlayan tek etmen ekonomidir. Duguit, işbirliğine dayalı üretim ilişkilerini “ekonomik” olarak nitelendirmektedir. Duguit’e göre, böyle bir işbirliği için başat endişe “adalet”tir. Böylelikle, toplumsal birlik kavramı, toplum içinde adaletin sağlanması biçimine dönüşmektedir. Adalet ise, yasaların ana kaynağıdır. Duguit, böylece, “yasa” kavramını ortaya atmaktadır. Duguit, yasayı, devleti ve aynı zamanda da bireyleri bağlayan kurallar topluluğu olarak tanımlamaktadır.

 

Duguit, geliştirdiği kuram çerçevesinde, hukuku, devletten ayırmıştır. Duguit’ye göre, hukuku hukuk yapan ve hukuka kaynaklık eden devlet değildir. Duguit’ye göre, nesnel hukuk kuralları, tümüyle devletin iradesinin dışında ve bireysel sınırlar kütlesinde kendiliğinden oluşur. [92]

 

Bu itibarla, Duguit, otorite kavramını reddetmektedir. “Gerçekten, yönetici olarak adlandırılanlar vardır; fakat onlar yalnızca bir olgu olarak varlıklarını sürdürmektedirler ve hukuksal açıdan bağlayıcı hukuk kuralları yapmak yeteneğine sahip değildirler” [93] derken Duguit, aynı zamanda, otorite konusunda otoritenin yokluğuna işaret eden bir zorlayıcı neden (force majeur) yaratmak istemektedir. Duguit’de esas olan, sınırları ve koşulları belli siyasal ödevler yaratmaktır. [94]

 

Kısacası, Duguit, hukukun devlet tarafından yaratılmadığını, hukukun devlete göre daha üstün olduğunu ve devletin hukuka uygun hareket etme zorunluğunda bulunduğunu söylemektedir. Bu ilkenin kabul edilmesi devletin hukukla sınırlanması demektir.

 

Otoritenin Kendi İradesiyle Kendini Sınırlaması

 

Siyasal otoritenin kendi kendisini sınırlaması (auto-limitation) biraz önce belirtilen kurama karşı sürülen bir başka kuramın temel öngörüsü olarak gündeme getirilmiştir. Bu kuramın sahipleri olan, Jhering ve Jellinek, kişisel gözlemlerini, egemenlik anlayışlarıyla birleştirerek gerçekçiliği bulunan bir siyasal bir kuram geliştirmek istemişlerdir. Bu iki hukukçu ve bilimadamına göre, egemenlik devlet tarafından kullanılıyorsa, egemenliğin uygulanması için gerekli yasalar da devlet tarafından yapılır. Demokratik toplumlarda, yasama organı istediği yasayı yapmak olanağını hukuksal veya fiziksel olarak sürekli bir şekilde elinde tutmaktadır. O halde, hukukun kaynağı devlettir.

 

Jellinek ve Jhering’e göre, bir şeyi yaratan gücün ona bağlı olmasını beklemek anlamsız bir davranıştır. Bir şeye sahip olan, onu istediği gibi kullanabilir. Bu bağlamda, devlet otoritesi hukukla sınırlanamaz. Devlet, kendi siyasal iktidarını ancak kendisi sınırlayabilir. Devletin bu şekilde hareket etmesi kendi çıkarlarının bir sonucudur. [95]

 

Şayet, devlet, kendi koyduğu kurallara uymazsa, bireyler de devletin koyduğu yasalara uymazlar. Oysa, bu durum devletlerin hiç bir zaman hoş göremeyeceği bir ortamdır. Keza, devlet hukuk sistemini istediği gibi değiştirebilir, ama, hukuksuz bir toplum yoluna gidemez. Her getirilen hukuk düzeni, kendi içinde bazı özel sınırlamalara sahiptir.

 

Siyasal otoritenin kendi kendini sınırlaması kuramı, özgürlüklerin korunması için belirli araçlar da getirmektedir. Bu araçları, Jhering’in ve Jellinek’in geliştirdiği tartışmalarda aramak gerekir. Aslında, birbiriyle çelişkili gibi görünmesine karşın, yukarıda belirtilen bu iki kuram, gerçekte, birbirlerinin tamamlayıcısı olmuşlardır. Bir kere, devletin kendini sınırlaması gereksinimi yöneticiler tarafından da kabul edilmiştir. Zira, görülmüştür ki, sınırsız otorite, özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.

 

Devletin nasıl sınırlanacağı konusunda ise iki ayrı görüş ortaya atılmıştır: Birinci görüş, gerçek yaşamdaki olaylardan yararlanmakta ve devletin ancak kendisi tarafından sınırlanabileceğini belirtmektedir.

 

İkinci görüş ise, yukarıdaki görüşü eksik bulmuş ve devleti, devlet dışında kalan güçlerle sınırlamak istemiştir. Prof. Sıddık Sami Onar, bu görüşü şu şekilde anlatmaktadır: “Fransa’da ihtilâlle gerçekleşen hukuk devleti, Almanya’da Fransız etkisiyle gelişmiştir. Yani, Almanya’da, hukuk devleti, kendi kendini tahdit şeklinde tecelli etmiştir.”  [96]

 

Seçim Kurumu/Yöntemi: Hukuksal Sınırlama Aracı Olarak

 

Demokrasilerde dönemsel aralıklarla yapılan seçimlerin siyasal iktidarları sınırlayarak temel hak ve özgürlüklerin korunmasına katkıda bulunabilmesi olanaklıdır. “Halkın, halk tarafından seçilmiş çoğunluk temsilcileri tarafından yönetilmesi” anlamına gelen genel ve evrensel demokrasi kuramı seçimlerin doğal ve zorunlu kılan ana meşruluk unsurudur. Demokrasinin temel prensibi olarak kabul edilen bu ilke, siyasal iktidarların hiç bir siyasal grubun elinde sürekli olarak kalamayacağını ve seçimler yoluyla iktidarların el değiştirmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Demokrasilerin başlangıç aşamalarında hükümdarlara karşı ileri sürülen bu siyasal ve hukuksal silah, krallıkların zaman içinde ortadan kalkması ya da demokratik nitelik kazanmaları nedeniyle demokratik yapı içinde kendine öz bir anlam kazanmıştır.

 

İleriki aşamada ele alınacak olan siyasal partiler unsuru seçim unsurunu tamamlayıcı nitelikte bir başka demokratik sunsur olmak durumundadır. Ana amaçları siyasal iktidarı elde edip, devlet otoritesini kullanma şansını yakalamak olan siyasal gruplar, daha uğraşlarının ilk aşamalarında seçim ve siyasal partiler gibi ilkelerle karşılaşmak durumundadırlar. Demokrasilerin ana unsuru olarak kabul edilen siyasal partiler, ancak, seçimlerde oyların çoğunluğunu alabildikleri takdirde iktidara gelmek hakkına kavuşmaktadırlar.

 

Bu nedenle, demokrasilerde, seçim etmeni, yarışan siyasal partiler arasında iktidarı kimin elde edeceğini belirleyen tek unsur olmaktadır. Seçimlerin yapılış ve yönetiliş şekli, oyların hesaplanma yöntemi ve elde edilen sonuçların yasama organına yansıması olgusu yasalarla belirlenmekte tayin ve böylelikle de ortaya seçim hukuku ya da hukuk aracılığıyla temel ilke, süreç ve kuralları belirlenmiş bir seçim sistemi çıkmaktadır. Demokrasilerde, siyasal iktidarların kimler tarafından nasıl, hangi oranda ve ne şekilde elde edileceğini belirleyen tek unsur olan seçim sistemi böylelikle iktidarı sınırlayan ana unsurlardan biri olmak özelliğini taşımaktadır. Seçim, demokrasilerde, öncelikle, iktidarları sınırlayan hukuksal bir araçtır. İktidarlar, belirli aralıklarla, seçime gitmek, halkın kararını almak ve iktidarı halkın sandıkta beliren iradesine göre yeniden şekillendirmek, özelliklendirmek ve koşullandırmak zorundadırlar. Bu zorunluluk, iktidarların sınırlanması demektir.

 

Seçim Kurumu/Yöntemi: Siyasal Sınırlama Aracı Olarak

 

Seçim etmeninin yukarıda belirtilen hukuksal bir iktidar sınırlama aracı olma özelliğine karşın, asıl ağırlık ve önem taşıyan yönü siyaset sosyolojisi bağlamında yerine getirmekte olduğu işlevlerdir. Demokrasilerde, siyasal partiler, ancak, halkoyunu tatmin edebildikleri ölçüde başarı sağlarlar. Partilerin iktidarda iken yaptığı uygulamalar ve seçim programlarında/platformlarında ileri sürdüğü görüşler, seçmenlerin siyasal değer yargıları içinde irdelemeye konu olacak ve oluşacak kanıya göre siyasal partilere oy verilecektir. Bu basit gerçek karşısında, siyasal partiler, halk desteğini kazanmak ve artırmak için toplumu mutlu kılacak iş, işlem ve hizmetler gerçekleştirmeye çalışacaktır. Örneğin, özgürlükler konusunda toplumu ve bireyleri sıkıntı içine düşürecek davranışlardan çekinecek ve toplumsal barışı, huzuru ve mutluluğu sağlayıcı uygulamalar yapacaktır.

 

Genel olarak kabul edildiği üzere, seçimler, demokrasinin ve demokratik olabilmenin en önde gelen siyasal kurumudur. Bu bağlamda, iktidarları sınırlayan önemli siyasal araçlardan biri seçim kurumudur.

 

M. Kapani’nin de belirttiği gibi, seçim siyasal bir sınırlama aracı olarak, siyasal iktidarların dönemsel aralıklarla halk tarafından “denetlenmesi” ve yönetenlerin halka “hesap vermesi” sürecidir.

 

Etkinlik ve başarım düzeyleriyle, denetim ve hesap verme sürecinde kamuoyunu tatmin edemeyen siyasal partiler için seçimlerin “keskin bir müeyyidesi vardır: İktidardan uzaklaştırma.”  [97]

 

Siyasal Partiler Kurumu

 

Harold Laski’nin siyasal partiler hakkında söylediği ve bir çok anayasaya ve özellikle Türk anayasalarında kendine yer bulmuş temel bir ilke vardır: “Siyasal partiler, ister iktidarda, ister muhalefette olsunlar demokratik hayatın ana unsurlarıdır.”  [98]

 

Aynı şekilde, Cassinelli de,  siyasal partiler konusunda şunları söylemektedir: “… demokratik seçim sisteminin dinamiği, yasal özgürlüklerin, demokrasi dışındaki grupların eline geçmesini önlemekte ve siyasal partiler … bu özgürlüklerin en güçlü savunucusu olmaktadırlar.” [99]

 

O halde, siyasal partiler bu önemlerini nereden almaktadırlar? Barker’ın belirttiği gibi, siyasal partiler toplumsal şekillenmeler olup, amaçları toplum tartışmasının devamını sağlamaktır. [100] Demokrasinin geleceği, bu tartışmalara bağlıdır. Tartışmayı yürütecek örgütler ise, siyasal partilerdir. Zira, siyasal partilerin ilk ödevi, kamuoyunu bilgilendirmek, aydınlatmak ve şekillendirmektir. Bu süreç içinde, siyasal partiler, topluma ilişkin çeşitli sorunlar/konular üzerinde görüşlerini belirlemekte, kamuoyuna sunmakta ve kamuoyunun şekillenmesine katkıda bulunmaktadırlar.

 

Partilerin insan haklarının gelişmesi bağlamında sahip oldukları olumlu yönler özellikle partiler muhalefette iken belirmektedir. Muhalefetteki partiler, iktidar partisinin/partilerinin politika, eylem ve davranışlarını değerlendirerek, eleştirerek ve yol göstererek siyasal iktidarı sınırlayan bir araç olurlar. Bu sınırlayıcı işlevi yerine getirebilmek için muhalefet partilerinin çeşitli olanakları vardır. Bu olanakların başında, yukarıda açıklanan  kamuoyunu yönlendirme işlevi gelir.

 

İkinci olanak ise, meclis soruşturma ve araştırması olanağıdır. Bu yolla, muhalefet partileri çeşitli sorunların/konuların açıklık kazanmasını isterler.

 

Üçüncü olanak, yasama organında iktidara sorulacak sözlü ve yazılı sorulardır. Herhangi bir siyasal yaptırıma sahip olmamakla birlikte, bu yolla iktidarın kamuoyundaki görünümünü etkilemek olanaklıdır.

 

Dördüncü olanak, siyasal sorumluluğu da gerektiren, gensoru kurumudur. Hakkında gensoru açılan iktidar büyük bir sorunla karşılaşmış demektir.

 

Özellikle, ABD’de “impeachment” olarak da adlandırılan kurum ise, siyasal partilerin sahip oldukları beşinci olanaktır: ABD’deki uygulama içinde, iki meclisten biri yürütmeyi suçlamakta ve diğeri de suçlama konusunda karar vermektedir. Bir çeşit gensoru sayılabilecek olan “impeachment” yöntemi, iktidarların sınırlanmasında kullanılabilecek en güçlü araçlardan biri olmak özelliğine sahiptir.

 

Sonuncu ve en etkili olanak ise, güven oyu kurumudur. Olumlu veya olumsuz olması iktidar üzerinde doğrudan sonuç yaratan ve etki oluşturan getiren bu kurum, siyasal iktidarların en fazla çekindikleri siyasal kurumdur. Muhalefet partileri, bu yolu kullanmak yoluyla iktidar partisini/partilerini iktidardan ayrılamaya zorlayabilirler. Bu sonuç ise, iktidarların tam anlamıyla sınırlanması ve hatta bir siyasal iktidarın sona erdirilmesi demektir.

 

Partilerin bu olumlu yönlerine karşın, olumsuz yönlerinin de olabileceğini unutmamak gerekir. Zira, siyasal partiler herşeyden önce birer çıkar gruplardır. Bu nedenle, siyasal partiler yalnızca kendi çıkarlarını elde etmek kaygısı içine düşebilirler. Machiavelist yaklaşımı ve felsefeyi politik ortama aktaran siyasal partiler, toplumda demagojinin genişlik kazanmasına ve demokratik rejimin tersine işleyen bir konuma sürüklenmesine neden olabilirler.

 

George Vedel’in, Kapani tarafından aktarılan, şu sözünü sürekli olarak anımsamak gerekir: “Demokrasiler, gerçi, siyasal partiler olmaksızın yaşayamaz, fakat siyasal partiler yüzünden ölebilir de.”  [101]

 

Sert (Katı) Anayasa Yöntemi

 

İster yazılı, ister sözlü olsun anayasalar devlet aygıtının temel örgütlenme biçimini, çalışma süreçlerini ve doğal olarak kamusal özgürlükleri düzenlerler. Özgürlüklerin nitelikleri, kullanılabilme koşulları, sınırları, sınırlanabilme olanakları anayasada yer alan temel düzenlemeler arasındadır. Bu bağlamda, özgürlüklere yapılacak ilk ve öncelikli müdahale anayasa üzerinde yapılacak değişiklikler yoluyla olacaktır. Anayasa değiştirilerek özgürlükler yeni düzenlenmelere konu olacaktır.

 

İşte, anayasaların değiştirilebilmeleri olanağı karşımıza iki tür anayasa çıkarmaktadır: bükülgen (yumuşak) ve sert (katı) anayasa. Değiştirilmesi oldukça zor ve güç olan anayasalar “sert anayasa” olarak adlandırılır.

 

İkinci tür anayasalar, yani bükülgen anayasalar ise, kolaylıkla değiştirilebilen anayasalardır. Amerikan ve Türk anayasaları birinci türe ve İngiliz Anayasası ise ikinci türe örnek olarak gösterilebilir.

 

Şekilsel açıdan ortaya çıkan bu özelliğine karşın, sert (katı) anayasa kavramıyla, gerçekleştirilmek istenen ana ilke, aslında, “anayasanın üstünlüğü” ilkesidir. “Anayasanın üstünlüğü ilkesi”, tüm hukuk kurallarının anayasaya uygun olmasını gerektirir. Sık sık değiştirilen anayasalar, böylesine bir amacın gerçekleşmesini olanaksız  kılar. [102]

 

Kısacası, sert (katı) anayasalar, anayasal düzenlemeye konu olan kamu özgürlüklerinin değiştirilmesine ve yeniden düzenlenmesine kolaylıkla olanak vermeyen anayasalardır. Sert (katı) anayasaların amacı, anayasa değişikliklerini zorlaştırma yoluyla kamu özgürlüklerini korumaya çalışmaktır.

 

Ancak, sert anayasa ilkesinin özgürlükleri korumak çerçevesinde oynadığı rolün önemi tartışmalıdır. M. Kapani’nin şu sözleri bu konuda yapılmakta olan değerlendirmelerin en tutarlısı  olarak kabul edilmelidir: “Eğer anayasa toplumun siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarına ve bunların gelişme yönlerine az çok uyuyor veya hiç değilse ilerisi için oldukça gerçekçi bir çerçeve niteliğini taşıyor ise, o zaman onun sahip olacağı ölçülü bir katılık rejimin istikrarı ve demokratik hürriyetlerin korunması bakımından olumlu ve faydalı bir rol oynayabilir. Fakat, anayasa, toplum gerçeklerine tamamen yabancı ve aykırı ise … onun katılık ve bükülmezlik niteliği, günün birinde kırılmasına yok açmaktan başka bir sonuç sağlayamaz.” [103]

 

Güçlerin Ayrılması Yöntemi: Fren ve Denge Sistemi

 

Aristo’dan, Locke’a, Bodin’e ve Montesqieu’ye gelinceye kadar bir çok düşünür, devlet aygıtının ve otoritesinin çeşitli bölümlerinin bir tek kişinin elinde toplanmasını kaygıyla karşılamışlardır. Zira, böyle bir ortam, bütün dizginleri elinde tutan kişinin mutlak despotik yönetimi altında, kitlelerin özgürlükten uzak olarak yaşamaya zorlanması anlamına gelecektir.

 

Konuyu zamanımıza uygun düşen bir çerçevede ele alan ilk düşünür John Locke olmuştur. “Yasama, yürütme ve federe güçten meydana gelen devlet otoritesinin bölümleri ayrı ayrı ellere verilmelidir” derken Locke, aslında, bu güçlerin bir elde toplanmasının yönetimde keyfiliğe yol açmasının önüne geçmek istemektedir. [104]

 

Gough’a göre, siyasal güçlerin birbirlerinden ayrılması gerektiği konusunu günümüzün koşullarına uygun olarak inceleyen düşünür Montesquieu olmuştur. “Özgürlüklerin mutlak hükümdar ve otorite tarafından çiğnenmemesi için otoritenin parçalara ayrılması gerekir” diyen fransız düşünürü Montesquieu,  Locke’dan farklı olarak, “federe güç”ün yerine “yargı erki”ni getirmiştir. Montesquieu bu görüşüyle, güçlerin birbirlerinden ayrı çalışması modelini getirmiştir. [105] 

 

Bu güçlerden birincisi yasamadır. Yasamanın çalışma alanıysa yalnızca yasa yapmadır. İkinci güç, yargıdır. Yargının görevi yasaları, önüne gelen olaylara uygulayarak hakkın gerçekleşmesine olanak sağlamaktır. Üçüncü güç, yürütmedir. Yürütme, yasama ve yargı erklerinin dışında kalan alanda kendi kararlarını almak ve bu kararları yürütmekle görevlidir. Montesquieu’ye göre, bu erklerin her biri kendi özel yetki alanında çalışmalı ve diğer güçlerle olan ilgi ve ilişkisini en aza indirmelidir. Her erkin sahip olacağı otonomi, diğer erklere karşı o erkin güç kaynağı olacaktır. Böylelikle, otorite bölünecek, her otorite farklı ellerde toplanacak ve böylelikle de özgürlüklerin çiğnenmesi ve siyasal iktidarlar tarafından kötüye kullanılması olasılığı önlenmiş olacaktır.

 

Güçlerin ayrılması ilkesinin daha fazla geliştirilmiş biçimi “fren ve denge sistemi”dir. Bu ilkeye göre, her gücün sahip olduğu farklı yetkiler arasında kurulacak ilişkiler, bir yandan devlet güçlerinin uyum içinde çalışmasını sağlayacak ve diğer yandan, güçlerin birbirini sınırlamasına olanak verecektir.

 

Esas olarak, ABD’de geliştirilen bu ilkeyi, Madison’un şu sözleri en iyi şekilde açıklamaktadır: “… devletin iç yapısını öyle düzenlemeli ki, bu yapıyı meydana getiren çeşitli bölümler, karşılıklı ilişkileri sayesinde, birbirlerini frenlemek olanağı bulabilsinler… Devletin çeşitli yetkilerinin böyle ayrı ve belirli bir şekilde uygulanabilmesi için gerekli temeli hazırlamak ve böylece özgürlükleri korumak bakımından gerekli olduğuna bir dereceye kadar herkesin inandığı bir şeyi gerçekleştirmek için, şunların koşul olduğu muhakkak: Her erkin, ötkei erkelerden ayrı bir iradesi olmalı; bunun için de, bu güçler o şekilde kurulmalı ki, her birinin üyeleri öbürünün üyelerinin atanmasına/seçilmesine olabildiğince az karışsınlar... Bu ilkeye sıkı sıkıya bağlı kalınacak olursa, en yüksek yürütme, yasama ve yargılama yerlerine yapılacak bütün seçimlerin/atamaların aynı otorite kaynağından, yani, halktan ve birbiriyle hiç bağlantısı olmayan yollar aracılığıyla gelmesi gerekir.”  [106]

 

Yaşadığımız siyasal ortamda güçler ayrımı ilkesi değerinden çok şey kaybetmiştir. Demokratik gelişimin günümüzde kazandığı içerik, anlam ve kapsam 18 inci ve 19 uncu yüzyıldan çok farklıdır. Her şeyden önce, günümüzde yasama ve yürütme erkleri arasında bir “aynılaşma” olgusu ortya çıkmıştır. Seçimi kazanan siyasal parti, bir yandan, hükümeti oluşturma hakkını kazanırken, öte yandan parlamentoda sandalyelerin çoğunluğunu ele geçirmektedir. Parti disiplini yoluyla, parlamento ve hükümet kolaylıkla tek bir merkezden denetlenebilmektedir.

 

Güçler ayrımı ilkesinin değerinden hiç bir şey kaybetmeyen bir yönü vardır: yargı erkinin bağımsızlığı. Gerçekten bu güçler ayrımı ilkesinin bu yönü, günümüzde de, özgürlüklerin korunması açısından önem taşıdığı kadar, siyasal otorite karşısında kişilere güvenli bir yaşam alanı sağlanması bakımından da önem taşımaktadır.

 

Yasama Erkinin Yürütme Erkini Sınırlanması Yöntemi

 

Yasama erkinin, yürütme erkini sınırlamak bakımından sahip olduğu ilk olanak, yasamanın, yürütme üzerindeki denetim olanaklarının etkili ve verimli şekilde kullanılmasıdır. Yasama, yürütme erkini denetlemekle görevlidir. Yukarıda, siyasal partilerle ilgili bölümde açıkladığımız üzere, soru, gensoru, meclis araştırması ve soruşturması ve son olarak güvenoyu şeklinde ortaya çıkan yasama süreçleri, yasama erkinin, yürütme erkine karşı sahip olduğu önemli silahlardır. Yasa koyucu, bu olanaklarla, iktidarları durdurmak ve sınırlamak olanağına kavuşturulmuştur. Ancak, parti disipli ilkesinin sıkı bir şekilde uygulandığı siyasal rejimlerde, hem parlamentoyu ve hem de yürütmeyi denetleme olanağına sahip olan iktidar partilerinin bu araç ve süreçlerle sınırlanmasını beklemek olanaksızdır.

 

Kuramsal olarak ileri sürülen bir başka sınırlama aracı ise bütçe kavramıdır. Devletin harcama ve gelir/vergi toplama işlevlerini düzenleyen bir yasa olan bütçe, ancak meclis tarafından onaylandığı takdirde yürürlüğe girebilir. Yasama, hükümet tarafından hazırlanan ve yıllık harcamaların yapılmasına olanak veren bütçeyi onaylamayarak hükümetin çalışmalarını tümüyle durdurabilir.

 

Nitekim, bu olanak, ABD’de 90’lı yılların sonunda Kongre tarafından kullanılmış ve hükümet bütçesiz bırakılmıştır. Ancak, bir öncekinde olduğu üzere, bu silah da gerçek işlevinden çok şey kaybetmiştir. Bir kere, bütçeyi hazırlayan yürütme erkinin kendisidir. İkincisi, günümüzde yürürlükte olan bir çok ülkenin anayasalarında, bütçe, parlamento tarafından onaylanmasa dahi, “geçici bütçe” ya da “geçen dönemin bütçesini uygulamak” gibi kısa süreli de olsa hükümetlerin harcama yapmasına olanak veren çeşitli anayasal yetkiler düzenlenmiş bulunmaktadır.

 

Yasama Erkinin Sınırlanması Yöntemi

 

Demokratik siyasal sistemlerin temel özelliklerinden biri çoğunluğun yönetimi ilkesidir. Demokrasilerde çoğunluk kavramı vardır ve  demokratik toplumu çoğunluk yönetir. Kararlar, çoğunluk tarafından alınır ve çoğunluk tarafından değiştirilir. Bu, bir anlamda, siyasal tartışmaların sonucudur. Çarpışan savlar ve farklı görüşler arasından uygulanacak olan çoğunluğun kararıyla belirlenir. Ancak, acaba, demokrasilerde çoğunluğun gücü sınırsız mıdır? Demokraside, azınlığın özgürlükleri, çoğunluğa feda mı edilmelidir? Demokrasi, azınlıkların ezilmesi anlamını taşır mı?

 

Bu soruyu ilk ortaya atan düşünür olan Alexis de Tocqueville, demokrasilerde siyasal çoğunluğun mutlak baskısını gösteren güzel örnekler geliştirmiştir. Demokrasilerin, hükümdarların kişisel otoritesinden kaçmanın sonucu olarak ortaya çıktığını belirten Tocqueville, demokratik çoğunluğun baskıcı ve ezici eylemleri hakkında şunları söylemektedir. “Ben … hemcislerimden bir tanesine verilmesini reddettiğim sınırsız iktidarın, onların bir çoğuna birden verilmesine de yandaş değilim.” [107] Çağımızda, çoğunluğun azınlığı ezmesi olgusu, genellikle, yasama erki içinde görülmektedir. Seçimi kazanan siyasal partilerin önemli bir kesimi, artık ülkede her istediğini yapabilmek olanağına kavuştuğunu düşünmektedir. Ancak, her ne kadar siyasal partiler kendi görüşlerini uygulama alanına koymak için iktidara gelirlerse de, demokrasi hiç bir zaman azınlığın ezilmesinin yasallık ve meşruluk kazandığı bir siyasal sistem olmamıştır.

 

Demokrasiye inanmış toplumlarda azınlıkta veya çoğunlukta olsun bütün bireyler aynı haklara ve özgürlüklere sahiptirler. Özgürlüklerin, azınlıkların zararına kullanıldığı sistemler, birer demokrasi olarak adlandırılamazlar. Alexis de Tocqueville’in şu sözleri çoğunluk baskısının sakıncalarını ortaya koyan ilgi çekici değerlendirmelerinden biridir: “Adına ister halk denilsin, ister kral denilsin veya aristokrasi ya da demokrasi denilsin, her hangi bir güce sınırsız bir iktidar verildiğini görünce veya bu iktidarın bir monarşide veya bir cumhuriyette kullanıldığına tanık olunca: İşte, baskının tohumları oradadır, diyorum ve başka yasalar yönetiminde yaşamanın yollarını arıyorum.” [108]

 

Yasamanın Kendi İçinde Sınırlanması Yöntemi: İki Meclis Sistemi

 

Yasama erki içinde çoğunluk baskısı olasılığının önlenmesi amacıyla çeşitli düzenlemeler geliştirilmiştir. Barker, bu yolda geliştirilen bir sınırlama aracı olarak “amaç” ve “eylem” kavramlarından söz etmektedir. Barker’a göre, “yasama erki, yürütme erkinde olduğu üzere, yerine getirmesi gereken amaçlar ve bu bağlamda gerçekleştirilebilecek eylem türleri bakımından sınırlanmıştır: adaleti ve adaletten doğan hakları gerçekleştirmek amacı ve iç ilişkileri destekleyecek olan genel hukukun üstünlüğü ilkesini geliştirmeye yönelik eylem modeli.” [109]

 

Barker’in sözünü ettiği bir diğer sınırlama aracı ise, siyasal partilerdir. Parlamentolar tek bir partinin elinde oldukları takdirde, çoğunluk baskısı kendisini daha açık bir şekilde gösterecektir. Farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal çıkarların doğurduğu siyasal güçler olan partiler, doğal olarak parlamentoda farklı görüşleri savunacaklardır. Barker’a göre, gerçek demokrasiler için oldukça doğal olan ve siyasal partiler aracılığıyla gerçekleştirilecek olan bu siyasal tartışma ortamı ise, yasama organında çoğunluk grubunun yalnızca kendi istediği yönde karar alma olanaklarını daraltacak, farklı siyasal gruplar arasından uzlaşma ortamının gelişmesini destekleyecek ve alınan kararların ılımlı olması güvence altına alınacaktır. Böylelikle, siyasal partiler, siyasal iktidarın baskıcı bir şekilde kullanılmasını önleyen temel kurumlar olacaklardır.

 

Yasama erkinin, siyasal çoğunluğun baskıcı yönetimi  altına girmesini önleyen bir bakşa önlem de parlamentonun kendi içinde iki ayrı parçaya ayrılmasıdır. Böylelikle, yasama erki iki ayrı bölüm tarafından kullanılmış olacaktır. Bu yöntemle, yasama erkinde alınacak kararlara aklın ve sağlıklı düşüncenin egemen olması istenmektedir.

 

Bu bağlamda, genellikle, ikinci meclislerin yapısının, birinci meclislerin yapısından daha farklı olması gereği üzerinde durulur. Bu farklılık, ikinci meclisin seçim koşullarında, seçim sistemlerinde, görev sürelerinde ve görevin sona ermesinde yapılacak farklılaştırmalarla elde edilmek istenir. Böylelikle, ikinci meclis, birinci meclisin kararlarını denetleyen bir organ/erk şeklini almaktadır. Bu denetimin amacı, hem çoğunluk baskısının ve hem de özgürlüklerin çiğnenmesi olasılığının önlenmesidir.

 

Ancak, bu sınırlama yönteminin yeterli olmadığını ve bu konuda Münci Kapani’den farklı düşündüğümüzü söylemek zorundayız. Zira, her iki meclise gelecek üyeleri seçenler, aynı seçmenlerdir. Seçmen tercihlerinde, kısa aralıklarda büyük değişiklikler görülmemektedir. Bu gerçek, seçmenlerin siyasal tercihlerinin ve kararlarının da kısa süreler içinde değişmeyeceği anlamına gelmektedir. Bu durumda, her iki meclise de aynı siyasal gruplar egemen olacaktır. Bu bakımdan, ikinci meclisin taşıdığı özellikler ve sahip olduğu davranış kalıpları birinci meclisten pek farklı olmayacak ve ikinci meclisin birinci meclisi sınırlama olanağı kuramsal düzeyde kalacaktır.

 

Yasama Çalışmaları Konusunda Halkın Sahip Olduğu Doğrudan Yetkilerin Artırılması Yöntemi: Veto, Halkoylaması (Referandum), Halk Girişimi ve Geri Çağırma

 

Maurice Duverger, “Siyasi Rejimler” adlı yapıtında, siyasal iktidarın sınırlandırılması açısından, yurttaşların ellerindeki siyasal olanak ve güçlerin artırılmasından söz etmektedir.  [110]  Duverger, yasama erki karşısında, yurttaşların yetkilerinin artılması bağlamında, veto, referandum ve halk girişimi sistemlerinin geliştirilmesini istemektedir.

 

Bu çerçevede akla gelen ilk kurum olan “veto” olanağı iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamında veto, cumhurbaşkanlarının, yasaların yeniden görüşülmesi isteğidir. İkinci anlamda veto, halkın bir yasanın halkoyuna yani referanduma sunulması ve halkın bu isteme karşı çıkarak yasayı veto etmesi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, yasama erkinin kabul ettiği bir yasanın kesinlik ve geçerlik kazanması için halkoyunun desteği gerekmektedir. Halk bu desteği vermeyerek yasama erkinin gücünü sınırlandırabilir.

 

Halkoylaması olarak da isimlendirilen referandum kurumu, uygulamada, cumhurbaşkanlarının vetosunun bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanının öngörmesi durumunda, yasama erkinde kabul edilen yasa, halkoyuna sunulmakta, yapılan halkoylamasında halk yasayı benimserse yasa kesinleşmekte ve yürürlüğe girmekte ve benimsemezse yasa hiç yapılmamış sayılmaktadır. 1961 Anayasası’nda tüm yasalar için bu yol açık tutulurken, 1982 Anayasası bu yöntemi yalnızca TBMM’de yapılan oylamada belirli bir oy oranını bulamayan Anayasa değişiklikleri için uygun görmüştür.

 

Halk girişimi, halkın yukarıda belirtilen bu yetkisinin daha genişletilmiş şeklidir. Halk girişimi, belirli bir sayıda yandaş toplayan yurttaşların, yasama erkine, yasa önerme yetkisi anlamına gelmektedir. Böylelikle, yurttaşlar, yasalaşmasını istedikleri bir konuyu yasama erkinin önüne getirmek olanağını bulurlar.

 

“Geriçağırma” ise, seçimler sonucunda, belirli bir süre için işbaşına getirilen seçilmişlerin görev süreleri henüz dolmadan bazı koşulların gerçekleşmesi durumunda yine seçmenlerin oylarıyla görevlerinden uzaklaştırılabilmelerine verilen addır. Böylelikle, görev başında geçirdiği süre içinde kendisinden beklenilenleri veremeyeceği anlaşılan seçilmişlerin görevden uzaklaştırılabilmeleri olanağı halka verilmiş olmaktadır. Bu yöntemle, hem toplum açısından çok önemli olan bir zaman diliminin israf edilmesi önlenmekte ve hem de seçimler yoluyla şekillenen siyasal iktidar sınırlanmış olmaktadır.

 

Yürütme Erkinin Yasamayı Sınırlaması Yöntemi

 

Devleti oluşturan ve siyasal otoriteyi kullanma araçları erklerin birbirlerini denetlemeleri ilkesi çerçevesinde yürütmenin de yasama erki üzerinde kimi sınırlayıcı yetkileri vardır. Yürütmenin, yasama karşısında sahip olduğu sınırlandırıcı yetkilerin en bilineni ve en önemli olanı veto yetkisidir.

 

Yürütmenin başı olarak devlet başkanı uygun görmediği yasaları, yasama erkine geri göndererek bir kez daha görüşülmesini istemek yetkisine sahiptir. Bu yetkiye, veto yetkisi denilmektedir. Anayasalar, veto edilen ve yeniden görüşülmesi istenen yasanın kesinleşebilmesi ve vetonun aşılabilmesi için yasanın ilk şekliyle ya da nitelikli oy çoğunluğuyla kabul edilmesini öngörebilir.

 

Yürütmenin, yasama karşısında sahip olduğu ikinci yetki “güven oyu” istemidir. Özellikle, ulusal ve uluslararası politik bunalım dönemlerinde, hükümetlerin değişmesi istenmeyen olaylardır. Bu gibi durumlarda, yürütme erki yasama erkinin güveninin  sürüp sürmediğini anlamak üzere yasama erkinden güven oyu isteminde bulunabilir. Güven oylamasının doğal olarak iki sonucu olacaktır: ya güven oyu verilmediği takdirde hükümet istifa edecek ya da güven oyu verilirse, bu durum, yürütmenin isteklerinin yasama tarafından beninsenmesi anlamına gelecektir.

 

Yürütme erkinin, yasama erki karşısında sahip olduğu son ve en etkili yetki yasama erkini feshetme ve seçimlerin yenilenmesini isteme yetkisidir. Yürütme erkini başı olarak devlet başkanı ya da bazı ülkelerde olduğu üzere hükümet başkanı yasama çalışmalarının çıkmaza girmesi, siyasal çözüm üretememesi ya da  yasama etkinliklerinin toplumsal çıkarların aleyhine gelişmeler göstermesi gibi durumlarda yasama erkini feshedebilir ve seçimlerin yenilenmesini isteyebilir.

 

Bu yetki, yürütme erkinin, yasama erkini sınırlamak amacıyla kullanabileceği en etkili yetkidir.

 

Hak ve Özgürlüklerin Yargı Erki Aracılığıyla Korunması Yöntemi

 

Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesinin temel sonucu gerek yasama ve gerekse yürütme erkinin etkinliklerinin yargı erkinin denetimi altında olması zorunluluğudur. Yargı, aynı zamanda, bireyler arasındaki uyuşmazlıkların çözümü ve hakkın ve haklının ortaya çıkarılması bakımından da önem taşımaktadır. Yargı erkinin varlık nedeni anayasa üstünlüğü ilkesidir. Demokratik toplumlarda yürürlükte olan hukuksal düzenlemelerin en üstünü olan anayasa tüm öteki düzenleyici hukuksal metinlerin kendisine uygun kurallar içermesini öngörür. Bu ilkeye, anayasanın üstünlüğü ilkesi denilmektedir.

 

Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ve anayasanın üstünlüğü ilkeleri, gerek yasama erki tarafından kabul edilen yasaların ve yasa hükmündeki kararnamelerin ve gerekse yürütme erki tarafından uygulama alanına konulan tüzük ve yönetmelik gibi düzenleyici metinlerin yargı denetimine tabi olmasını zorunlu kılar.

 

Yargı erki, bu bağlamda, yasaların Anayasa’ya ve öteki düzenleyici metinlerin hem Anayasa’ya ve hem de yasalara uygunluğunu denetlemek ve uygun olmayanları geçersiz kılmak yetkisine sahiptir. Bu yetki, öncelikle, anayasaların temel düzenleme alanı olan hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla kullanılması gereken bir yetkidir.

 

Yargı, bu yetkiyi kullanarak her iki erkin sahip olduğu siyasal otoriteyi sınırlandırabilir ve bu yolla da temel hak ve özgürlükleri koruyabilir. Bu siyasal otoritenin tam ve mutlak olarak sınırlanması demektir.

 

Yargı yetkisini güçlendiren bir başka olgu da, hak ve özgürlüklere kusurlu ya da kusursuz davranışlarıyla zarar verenlerin bu zararlarını giderme yükümlülüğünü sorumlulara yükleyebilme yetkisine sahip olmasıdır. Bu davranış, hukukun genel ilkelerine ve Anayasa’ya aykırılık unsuru taşıyabileceği gibi, bunlara uygun olmakla birlikte kişilerin hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı ve zarar verici nitelikte de olabilir. Ortaya çıkan zarar maddi olabileceği gibi manevi de olabilir. Bu gibi durumlarda, yargı erki ortaya çıkan zararın giderimine karar verebilir.

 

 

Yasaların Anayasa’ya Uygunluğunun Denetlenmesi Yöntemi

 

Çeşitli ülkelerin anayasaları incelendiğinde, yasaların, Anayasa’ya uygunluğunun iki ayrı yöntemle yapıldığı görülmektedir: yasaların Anayasa’ya uygunluklarının denetimi için özel bir yargı yeri kurmak ve tüm mahkemelere yasaların Anayasa’ya uygunluğunu saptama yetkisi vermek.

 

Bu yöntemlerden ikincisinin dünya ülkelerinde daha geniş bir uygulama alanı bulduğu bilinmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, adına Anayasa Mahkemesi ya da Yüksek Mahkeme denilen özel bir yargı yeri kurulmakta ve yasaların Anayasa’ya uygunluğu bu mahkeme tarafından denetlenmektedir.

 

1961 ve 1982 anayasalarında da öngörüldüğü üzere, yasaların, denetlenmek üzere, Anayasa Mahkemesi’nin önüne getirilmesinde genel olarak iki yol kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi, dava yoludur. Bu bağlamda, yasa ile kendilerine Anayasa Mahkemesi’nde dava açma yetkisi verilmiş olan kişi ve kurumlar Anayasa’ya aykırı gördükleri yasaların Anayasa’ya uygunluklarının denetimi için dava açmaktadırlar.

 

İkinci yol, itiraz (def’i) yoludur. Bu bağlamda, yargıç, bakmakta olduğu davayla ilgili bir yasa hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğu görmesi ya da davada yer alan taraflardan birinin bu yoldaki savını ciddi bulması durumlarında konuyu Anayasa Mahkemesi’ne götürmek hakkına sahip bulunmaktadır. Şayet, yargıç, karar vermek üzere önüne getirilen uyuşmazlıkta tarafların uygulanmak istenen yasanın ya da bir yasa hükmünün Anayasa’ya aykırılığı savıyla karşılaşır ve kendisi de bu konuda duraksama içine girerse, durumun aydınlatılması için yasayı uygunluk denetimin yapılması amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne götürebilir. Böylelikle, Anayasa’ya aykırılığı konusunda duraksamalar bulunan yasa hükümleri Anayasa Mahkemesi’nin denetimine ve kararına bırakılır.

 

Anayasa Mahkemesi’nin bu yolda yapacağı inceleme sonucunda ortaya çıkan hukuksal yaptırımlar iki türlüdür. Bunlardan birincisi, “erga omnes” kuralıdır. Bu kurala göre, Anayasa Mahkemesi’nin kararı herkesi bağlar. İkinci ilke, “inter pares” ilkesidir.  Bu ilke, Anayasa Mahkemesi kararının yalnızca dava ile ilgili kişi ve yanları bağlayacağı anlamına gelmektedir. [111]

 

Anayasa mahkemelerinin lehinde veya aleyhinde bir çok görüş ileri sürülmüştür. İleri sürülen eleştirilerin bir kesimi gerçek bir aksamaya işaret etmektedir. Bu eleştirilerin en önemlisi anayasa mahkemelerinin siyasal bir güç konumuna gelmiş olmalarıdır. Kuşkusuz, bu durum, anayasa mahkemelerinin anayasaları yorumlama hakkına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu mahkemeler, yasanın, Anayasa’ya uygunluğunu denetleyebilmek için herşeyden önce anayasayı yorumlamak durumundadırlar. Yorumlama sonucunda ortaya çıkan karar tüm yanları bağladığından alınan karar aynı zamanda siyasal içerikler de taşıyabilmektedir. Böylelikle, bir yargı yeri olması gereken anayasa mahkemeleri toplumsal yaşamı biçimlendirici ve şekil verici bir nitelik kazanabilmektedir.

 

Anayasa mahkemelerine yöneltilen bir başka eleştiri de, yasama erkini sınırlamak yetkisine sahip olan bu tür yargı yerlerinin kendilerini sınırlayacak bir üst kurumun olmaması nedeniyle sahip oldukları yetkilerin aşırılaşması sonucunun ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Bu görüşe yakın olanlar, anayasa mahkemelerinin en üst yargı yeri olmalarının bu mahkemeye verilen yetkileri sınırsız kıldığına inanmaktadırlar.

 

Bu eleştirilere karşın, anayasa mahkemelerinin uygulamalarından ortaya çıkan sonuçlar göstermiştir ki, anayasa mahkemelerinin varlığı anayasalara uygunluğun sağlanması açısından gerçek bir güvence unsurudur. Bu tür mahkemelerin varlığı, yasama erkinin yetkilerini kötüye kullanmasını etkili bir şekilde önleyebilmektedir. Bu nedenle, anayasa mahkemeleri, temel hak özgürlüklerin korunması ve siyasal iktidarların sınırlanması açılarından siyasal yaşamda oldukça önemli bir yer sahibidir.

 

Yasaların, Anayasa’ya uyguluğunun denetlenmesinde başvurulan ikinci yöntem ise, genel mahkemelere bu yetkinin verilmesidir. Bu sistem içinde, her mahkeme önüne gelen yasanın, Anayasa’ya uygun olup olmadığına kendisi karar verebilmektedir. Uygulama açısından kolaylık sağlamasına karşın, bu yöntem karmaşaya ve karışıklıklara yol açabilecek özellikler taşımaktadır. Yargıçlar, aynı konuda farklı düşünceler içinde bulunabilir ve bu durumda hüküm ve karar birliğinin sağlanması olanaksızlaşabilir. Bu, haksızlığın bizzat yargı aracılığıyla yapılması anlamına gelir. Zira, her yargıç, aynı yasayı farklı şekillerde yorumlamak hakkına sahiptir. Aynı yasanın farklı şekillerde yorumlanması ise tarafların hak ve özgürlüklerine doğrudan etkide bulunabilecektir.

 

Tüzük ve Yönetmeliklerin Yasaya ve Anayasa’ya Uygunluğunun Denetlenmesi Yöntemi

 

Dünya ülkelerinde, düzenleyici hukuk metni niteliğinde olmaları nedeniyle bireylerin hak ve özgürlüklerini sınırlama özelliğine sahip olan tüzük ve yönetmeliklerin hukuka, yasalara ve doğal olarak Anayasa’ya uygunluklarının denetlenmesi konusunda iki ana sistem uygulanmaktadır.

 

Bunlardan birincisi, Anglo-Saxon ülkelerinde olduğu üzere, yönetsel yargının olmadığı ülklerde uygulanan sistemdir. Bu sistemde, yönetsel düzenlemelerin hukuka uygunluğunun denetlenmesinin yanında, kamu yönetimlerinin eylem ve işlemleriyle ilgili uyuşmazlıklar da genel mahkemelerin önüne getirilmekte ve burada karara bağlanmaktadır. Bu sistemde, hukuka ve yasaya aykırı olduğu düşünülen düzenleyici yönetsel metinlerin denetlenme yeri genel mahkemelerdir. Genel mahkemeler düzenleyici yönetsel metinleri iptal etmek yetkisine sahiptirler. Bu sistemin savunucuları, bu uygulama biçiminin devlet ve birey arasında tam bir eşitlik sağladığını ileri sürmektedirler.

 

İkinci sistemin, yani yönetsel yargının kurulmuş olduğu ülkelerde ise söz konusu denetim yönetsel yargı konusunda uzmanlaşmış yargı yerlerinde yapılmaktadır. İkinci sistemde ise, genel mahkemeler denetleme yetkisine sahip değildir. Şayet, böyle bir konu önlerine gelirse, bu durumu “geciktirici ön sorun” olarak kabul etmekte ve yönetsel yargı yerlerinden sorun üzerinde karar vermelerini beklemektedirler. Fransa ve Türkiye’de uygulanmakta olan ikinci sistemin savunucuları da, kamu yönetiminin özel bir konu olduğunu ve uzmanlığa gereksinim gösterdiğini belirterek yönetsel yargı sistemlerinin bulunduğu ülkelerde yönetim üzerindeki hukuksal denetimin daha etkili bir şekilde yapılabildiğini ve böylelikle de hak ve özgürlüklerin daha etkili olarak korunabildiğini belirtmektedirler.

 

Giderim (Tazminat) Ödeme Yoluyla Otoritenin Sınırlanması ve Hak ve Özgürlüklerin Korunması Yöntemi

 

Kişi haklarının korunmasının bir yöntemi de, her nasılsa ortaya çıkmış olan kişi zararının sorumlusu tarafından giderilmesidir. Bu sorumluluk özel kişilere ait olabileceği gibi kamu tüzel kişilerine de ait olabilir. Kamu görevlisi tarafından bir zarar meydana getirilmişse, zararın önce kamu tarafından giderilmesi ve daha sonra kusurlu davranışıyla zarara yol açan kişiye ödettirilmesi de söz konusu olabilir.

 

Hak ve özgürlüklerin giderim yoluyla korunması konusunu inceleyebilmek için S. S. Onar’ın üçlü devlet tipolojisini esas almak gerekmektedir. Onar’ın geliştirdiği tipolojinin ilk basamağı “mülk-devlet” kuramıdır. Bu kurama göre, devlet sistemi içinde mülkiyet hükümdarın ya da günümüz koşullarında devletindir. Bir başka deyişle, eşyanın çıplak mülkiyeti devlete aittir. Hatta, bireyler bile gerçekte hükümdarın malıdır. Bu itibarla hükümdarın kendi malı üzerinde eylemde bulunması onun en doğal hakkıdır. Hükümdarın eylemlerinden haksızlık doğmaz.

 

İkinci kuram “hazine-devlet” kuramıdır. Bu kuram içinde bireylerin haklarının devlet tarafından giderimi ilke olarak kabul edilmiştir. Haksızlığa uğrayan bireyler, yetkili mahkemeler önünde savlarını saptayabildiği takdirde kaybettikleri maddi ya da manevi değerleri devlete ödettirilebilmektedir. Bu yaklaşım, hazinenin özel hukuk alanına girdiği varsayımına dayanmaktadır.

 

Üçüncü ve son kuram ise “hukuk devleti” kuramıdır. Bu anlayış çerçevesinde, devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuka dayanması ve devletin eylemlerinden kaynaklanan bütün zararları karşılamakla yükümlü olması kesin bir anayasal zorunluluktur. Bu zararlar, devletin eylemlerinden doğabileceği gibi bireylerle devlet arasında yapılan bağıtların uygulanmasından da doğabilir. [112]

 

Anayasa hukukçusu Bahri Savcı da, giderim yoluyla özgürlüklerin korunmasının önemini şöyle açıklamaktadır: “Zarara uğrayan bir kimsenin zararlarının ödenmesini sağlayan bir devletin malî sorumluluğu keyfiyeti aynı zamanda toplumsal düzenin sulh içinde bulunması vakıası ile ilgilidir… bu zararların tazmini ret edilirse, bunlara uğrayanların memnuniyetsizlikleri, toplumsal düzende bir rahatsızlığa yol açar. Halbuki toplumsal düzen, bir çok fedakarlıklar bahasına da olsa, muhakkak korunmalıdır.” [113]

 

Sorunun Özelleşmesi: Direnme Hakkı Kavramı ve Kurumu

 

Harold J. Laski’nin “Reformların reddedilmesi devrimleri doğurur” şeklinde ortaya koyduğu düşünce, ayaklanmalarfın ve devrimlerin ana nedenini oldukça başarılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna karşın, tarihin eski dönemlerinden bu yana konu üzerinde çalışan düşün adamları, özgürlüklerin korunmasının temel yolunu kişi hak ve özgürlüklerinin bizzat sahipleri tarafından ve güç kullanarak korunmasında buldukları görülmektedir. 17 nci 18 inci  yüzyıllarda toplumsal sözleşme kavramı ve bireysel haklar kuramı ile geliştirilen direnme hakkı kavramı kişilere sözleşme dışına çıkarak zor ve baskı yoluna başvuran iktidarlara karşı çıkılması ve gerekirse zor kullanarak görevden uzaklaştırılmaları anlamına gelmektedir.

 

Direnme hakkı sorunsalı daha önceki bölümlerde ele alınmış bulunmaktadır. Bu bölümde, direnme hakkının demokratik düzen içinde taşıdığı önem üzerinde durulacaktır.

 

Direnme hakkı, esas olarak, siyasal iktidar sahiplerine karşı itaat etmeme hakkının eyleme sokulması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, direnme hakkı, yasallığını ve meşruluğunu yitirmiş iktidara karşı, bireylerin/yurttaşların sahip oldukları itaat etmeme ve zor kullanarak iktidarı değiştirme hakkı olarak tanımlanabilir.

 

Seymour Martin Lipset, “meşruluk” kavramını “sistemin ve mevcut siyasal kurumların topluma en uygun kurumlar oldukları inancını yaratmak ve yaşatmak kabiliyeti” olarak tanımlamaktadır. Bu tanımın benimsenmesi durumunda, direnme hakkının ortaya çıkabilmesi için siyasal kurumların görevlerini yerine getirmediklerini ya da toplum için en önemli kurumlar olmadıklarına toplum tarafından karar verilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, siyasal kurumların yasallığı kavramının yanına ekonomik kurumların yasallığı  kavramının eklenmesi gerekmektedir.

.

Ancak,  demokratik sistemlerde, siyasal kurumların yasallıklarını kaybetmiş olmaları dahi direnme hakkının ortaya çıkması açısından yeterli olamamaktadır. Zira, demokratik toplumların temel unsuru olan seçim sistemlerinin varlığı geniş halk kitlelerinin direnme hakkının kullanmalarını engellemektir. Siyasal iktidar kurumları kendi yetki sınırlarını aşarak, bireyler üzerinde mutlak bir baskı sistemi kurmuşlar ve böylece demokratik rejimi bir oligarşi ya da Rousseau’nun deyimiyle “oklokrasi” durumuna dönüştürmüşlerse yurttaşların/bireylerin bu iktidar sahiplerine direnme hakkı doğacaktır.

 

Ancak, bu hakkın kullanılması oldukça zor ve hatta olanaksızdır. Zira, direnme hakkı kavramının bizzat kendisi, özgürlüklere saygı duyulmayan bir anarşi ve kaos döneminin yaşanmasını içermektedir. Toplumsal düzeni kötüleştiren bir siyasal iktidarın seçim yoluyla iktidardan uzaklaştırma olanağının varlığı, demokratik toplumlarda direnme hakkının kullanılmasından önce bu yola başvurulmasını gerekli kılmaktadır.

 

Ancak, demokrasiyle yönetilen toplumlarda dahi seçim yoluyla siyasal iktidarların değiştirilmesi olanağı yine siyasal iktidarlar tarafından çeşitli engellerle ortadan kaldırılmışsa bu takdirde direnme hakkının ortaya  çıktığı kabul edilmelidir. Örneğin, siyasal iktidar sahipleri bir şekilde yurttaşların seçme ve seçilme hakkını kısıtlamışsa ya da seçimlerde hile yaparak sonuçları etkilemişse -yargı yollarının tüketilmesinden sonra- yurttaşların direnme hakkının doğacağı kabul edilmelidir.

 

Şayet, yasama erki kendi yetki sınırlarını aşmışsa, bu durumda yasama erkini sınırlayan anayasal güçlerin işlevlerini yerine getirmeleri beklenmelidir. Sözü edilen anayasal güçler işlevlerini yerine getirmezse ya da istemesine karşın getiremezse yurttaşların “örgütlenmemiş yaptırım”ı işlemeye başlayacaktır.

 

Ekonomik iktidarın meşruluğunu yitirmesi olgusu, siyasal iktidarın meşruluğunu yitirmesine göre, daha kapalı bir anlam taşımaktadır. Şayet, toplumda ekonomik güç sahibi olanlar, ekonomik olanaklarını siyasal baskı aracı şekline dönüştürmüşse, bu takdirde ekonomik iktidarın meşruluğunu yitirdiği düşünülebilecektir. Bu durum, mülkiyet sahiplerinin, mülkiyet hakkını kötüye kullanmaları anlamına gelmektedir.

 

Bireylerin yalnızca kendi iradeleriyle toplumsal düzeni değiştirmek hakları var mıdır? Kabul edilmelidir ki, bireylerin siyasal düzeni değiştirmek haklarının varlığını kabul etmek oldukça sakıncalıdır. Zira, insanlar, toplumsal ve siyasal sorunlarını çözmek için devlet şeklinde örgütlenmişlerdir. Bu nedenle, toplumsal ve siyasal düzende adaletin gerçekleştirilmesini ilk önce devletten beklemek gerekmektedir. Bu konuda Laski’nin yukarıda da belirtilen sözü unutulmamalıdır: “reformların reddedilmesi devrimleri doğurur.”

 

Siyasal iktidar sahipleri, reform istemlerine karşı duyarsız kalır ve kitleler üzerindeki siyasal ve ekonomik baskının devamını sağlayan işlevselliğe dönüşürse, bireylerin hem siyasal ve hem de ekonomik düzeni değiştirme haklarının varlığı kabul edilmelidir.

 

Duguit, direnme hakkını üçlü bir sınıflamaya konu etmektedir: “koruyucu”, “edilgen” ve “saldırgan”. [114] Günümüzde ise, direnme hakkı ikili bir ayrıma konu olmaktadır: “etkin direnme hakkı” ve “edilgen direnme hakkı”. Etkin direnme hakkı, zor ve güç kulanma yoluyla iktidarı değiştirmek anlamına gelirken, edilgen direnme hakkı zor ve güç kullanmanın dışında kalan yollarla iktidarla mücadele olanağını aramak anlamına gelmektedir. [115]

 

Demokratik pluralist sistemlerde edilgen direnme hakkının yurttaşlarca daha kolay kullanılabileceği kabul edilmelidir. Zira, çok karışık ve farklı çıkarları içinde toplayan demokratik yapılarda, bireylerin farklı görüşlere sahip olma hakkı vardır. Bu hak, düşünme özgürlüğünün en doğal sonucudur. Oysa, farklı görüşlere sahip olan her grup karşı görüşlerin değil kendi görüşünün kabul edilmesini ister. Bu istek, karşılıklı güç kullanma olasılığını içinde taşımaktadır.

 

Etkin direnme hakkının kullanılması, edilgin direnme hakkının kullanılmasından daha farklı sonuçlar üretmek durumundadır. Zira, etkin direnme hakkının kullanılması içinde taşıdığı zor ve şiddet ögeleri nedeniyle temel hak ve özgürlüklerin varlıklarını tehdit etme gizil gücüne sahiptir. Zor ve şiddetin kullanıldığı ortamlarda  temel hak ve özgürlükler en fazla zarar gören unsurlar olacaktır.

 

Direnme hakkının içinde barındırdığı çelişkiler, ulusal hukuk açısından da çelişkiler yaratmaktadır. Anayasaların çoğu direnme hakkını tanımakta ve kabul etmektedir. Buna karşılık, ceza yasaları mevcut siyasal yapının, “status quo”nun, korunması için yaptırımlar taşımaktadır. Siyasal rejimlere karşı zor ve güç kullanılması ceza yasalarında ağır cezalarla cezalandırılmaktadır. Bu çelişki o kadar ileri gitmektedir ki, rejime karşı başkaldırı eylemi başarılı olduğu takdirde “ulusal kahramanlar” ortaya çıkarırken, başarısız denemelerden “vatan düşmanları” ortaya çıkmaktadır.

 

Özetlemek gerekirse,  insanların düşüncelerini çok eski tarihlerden beri meşgul eden direnme hakkı sorunu günümüzde dahi herkes tarafından ortaklaşa benimsenebilen bir hukuksal düzenlemeye ve çözüme kavuşamamıştır. Bu konudaki temel sorun kabagücün, zorun ve şiddetin hukuksal düzenlemeye konu edilememesinden kaynaklanmaktadır. Bu amacı sağlamak oldukça zordur. Günümüzün, küreselleşmiş ve gelişmiş siyasal rejimleri içinde böyle bir yola başvurmak hemen hemen olanaksız bir konuma gelmiştir. Aslında, yeni bin yılın başında dünya artık eski dünya değildir ve özgürlükler eskisinden çok daha farklı güvencelere kavuşmuştur. Siyasal otorite artık özgürlükleri kolaylıkla kayıtlayamamaktadır. Demokrasinin kazandığı yeni ve güçlü içerik, kapsam ve genişlik direnme hakkının kullanılmasını oldukça hem gereksiz kılmakta ve hem de oldukça zorlaştırmaktadır.

 

DEĞERLENDİRME VE ÖZET

 

Bu bölümde, siyasal iktidarın sınırlandırılması bağlamında, çağdaş anayasalarda yer verilen kavram, kurum ve yöntemler ele alınmıştır. Bu yöntemler aşağıda sıralanmıştır:

 

-        Moral etmeni

-        Kamuoyu etmeni

-        Çoğulcu demokratik yapı kurumları

-        Baskı ve çıkar grupları

-        Kişi kakları

-        Hukuk

-        Otoritenin kendi iradesiyle kendini sınırlaması

-        Seçim kurumu/yöntemi: hukuksal sınırlama aracı olarak

-        Seçim kurumu/yöntemi: siyasal sınırlama aracı olarak

-        Siyasal partiler kurumu

-        Sert (katı) anayasa yöntemi

-        Güçlerin ayrılması yöntemi: fren ve denge sistemi

-        Yasama erkinin yürütme erkini sınırlanması yöntemi

-        Yasama erkinin sınırlanması yöntemi

-        Yasamanın kendi içinde sınırlanması yöntemi: iki meclis sistemi

-        Yasama çalışmaları konusunda halkın sahip olduğu doğrudan yetkilerin artırılması yöntemi: veto, halkoylaması (referandum), halk girişimi ve geri çağırma

-        Yürütme erkinin yasamayı sınırlaması yöntemi

-        Hak ve özgürlüklerin yargı erki aracılığıyla korunması yöntemi

-        Yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi yöntemiTüzük ve yönetmeliklerin yasaya ve anayasaya uygunluğunun denetlenmesi yöntemi

-        Giderim (tazminat ödeme) yoluyla otoritenin sınırlanması ve hak ve özgürlüklerin korunması yöntemi

-        Sorunun özelleşmesi: direnme hakkı yöntemi

 

Bundan sonraki bölümde, bu kurum ve yöntemlerin 1961 ve 1982 anayasalarıyla belirlenen Türkiye’nin anayasal rejimi ve Türk anayasa hukuku sistemi içindeki gerçekleşme biçimi ve düzeyi üzerinde durulacaktır.

 

 

 

 

TÜRK ANAYASA SİSTEMİ İÇİNDE DEVLETİN YAPILANMASI, ÖZGÜRLÜKLERİN KORUNMASI VE SİYASAL İKTİDARIN SINIRLANMASI SORUNU

 

Bu bölümde, 1961 ve 1982 anayasaları birlikte ve karşılaştırmalı olarak ele alınarak ülkemizde 60’lı yıllardan bu yana uygulanmakta olan anayasal düzen içinde temel hak ve özgürlüklerin tanınması, gerçekleştirilmesi, korunması ve geliştirilmesi sorunuyla birlikte siyasal iktidarların sınırlanması sorununun nasıl düzenlenmiş olduğu inceleme konusu yapılacaktır. Hemen belirtilmelidir ki, 1961 Anayasası 1971’de ve 1982 Anayasası da 1982 sonrasında çeşitli kez ve özellikle Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları çerçevesinde 2001 yılında önemli değişikliklere uğramışlardır. Aşağıda yapılacak çözümlemede, bu gelişmelerin zaman içindeki evrimi ve içeriksel değişimi üzerinde durulacaktır.

 

Dayanak ve Güvence

 

1961 Anayasası’nın giriş (dibaçe) bölümüne ait geniş bir alıntı aşağıda yer almaktadır: “Tarihi boyunca bağımsız yaşamış, hak ve özgürlükleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk Milleti … insan hak ve özgürlüklerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve toplumsal temelleriyle kurmak için, Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu, asıl teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile, özgürlüğe, adalete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder…”

 

Bu anlatım biçimi içinde, konumuz açısından dikkat çeken ana unsur,  27 Mayıs 1960 Devrimi’nin ulusun direnme hakkını kullanmasının bir sonucu olarak kabul edilmesi ve yine bunun kadar önemli olan bir başkası da aynı düşünce biçimini sürdürerek Anayasa’yı, “evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet etmiş olmasıdır.

 

Bu yaklaşım, kuşkusuz, 1961 Anayasası’nın, halkın etkin direnme hakkını Anayasa’nın ve dolayısıyla da temel hak ve özgürlüklerin korunmasında temel bir yöntem olarak kabul ettiği anlamına gelmektedir.

 

1982 Anayasası’nın giriş bölümünde ise, yalnızca direnme hakkı değil, direnme hakkını çağrıştırabilecek sözcüklerden dahi özenle kaçınıldığı görülmektedir. 1982 Anayasası’nın giriş bölümü şu sözlerle sona ermektedir: “… bu Anayasa … demokrasiye aşık Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” Bu anlatımda, yalnızca, Anayasa’nın “sevgi” gibi simgesel ve maddi olmayan bir kavramın bekçiliğine bırakıldığı görülmektedir.

 

1982 Anayasası’nın daha başlangıç bölümünde görülen bu değişiklik, aslında, iki anayasa metninin dayandığı temel düşünce, kabullenme ve varsayımlar arasındaki büyük ve önemli farklılaşmayı işaret etmektedir.

 

Hukuk Devleti: Anayasanın Üstünlüğü ve Bağlayıcılığı

 

1961 Anayasası, özgürlüklerin korunması açısından ilk temel hükmünü, anayasanın üstünlüğü ilkesiyle getirmektedir. Kuşkusuz, 1982 Anayasası’da, “anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkesine dayalıdır. Bu ilkeye göre, yasama, yargı, yürütme erklerini ve yurttaşları bağlayan anayasa hükümleri her türlü iktidarın kaynağını alması gerekli olan temel hukuk belgesidir. Özgürlüklerin korunabilmesi için öncelikle anayasal düzenin korunması gerekmektedir. Bunu sağlayabilmek için de, yürürlükteki Anayasa’ya aykırı düşen yasal kuralların ayıklanması ve yeni yasaların da Anayasa’ya uygun olarak yasalaşması gerekir. Bu amaçla, Anayasa’ya aykırı düşen yasa hükümleri iptal edilmelidir. Bu zorunluluk, siyasal otoritenin hukuka uygun işlemesini güvence altına almak endişesinden kaynaklanmaktadır. Bir başka anlatımla, hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesi için öncelikle anayasanın üstünlüğü ve anayasanın bağlayıcılığı ilkesi kabul edilmelidir. 1961 ve 1982 anayasaları bu ilkeye dayalıdır.

 

Anayasa Mahkemesi, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin temel ürünü olan hukuk devleti ilkesini şu şekilde şekilde yorumlamaktadır: Hukuk devleti “İnsan haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kurmaya ve bunu devam ettirmeğe kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uygun davranan bir devlettir”. [116] Hukuk devleti düzeni ise, bu amaçların gerçekleştirilmesi için gerekli çalışmaların içinde yer aldığı siyasal ve toplumsal ortamdır.

 

Yukarıdaki tanımda yer alan bazı kavramların daha fazla açıklanmasında yarar vardır.  Bu bağlamda sorulması gereken ilk soru “Adil hukuk düzeni nedir?” sorusu olmalıdır. Bizce, adalet kavramını belirleyen en doğru ölçüt bireyler arasında yasal, toplumsal ve ekonomik eşitliğin sağlanmış olması durumudur. 1961 Anayasası, eşitlik kavramını bu şekilde ele almakta  ve bir yandan “yasa önünde eşitliğingerçekleştirilmesini bir koşul olarak görürken, Anayasa’nın toplumsal adalet kavramından da kişilerin toplumsal ve ekonomik açıdan eşit haklara sahip olmasının anlaşılması gerektiğini  belirtmektedir. Bu iki durumun gerçekleşmesi ise, herkes için insanlık onuruna yaraşır bir yaşam düzeyini sağlanmasına bağlıdır. Ancak, adil bir hukuk düzeni içinde, yani yasal, toplumsal ve  ekonomik eşitliği güvence altına alan sistem içinde insan haklarına saygı duyulabilecektir. İnsan haklarına saygı ise, hem temel hak ve özgürlüklerin tanınmasını ve gerçekleştirilmesini ve hem de  esirgenmesini ve korunmasını zorunlu kılar. 1982 Anayasası da, bu bağlamda, 1961 Anayasası’na koşut ilkeler içermektedir.

 

Özgürlüklerin Özü ve Sınırları

 

İnsan hak ve özgürlüklerini geniş bir kapsam içinde ele alan ve düzenleyen 1961 Anayasası, ideal özgürlük düzeninin temel ölçütlerini de geliştirmiştir: “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahiptir”.

 

1961 Anayasası’nın bu hükmü, özgürlüklerin en temel özelliklerini ortaya koymaktadır. Bunlardan birincisi, özgürlüklerin kişiyle birlikte anlam taşıyacağıdır. İkinci özellik, siyasal otoriteyi kullanan anayasal kurumların bu temel hak ve özgürlüklere karışamayacağı ve kullanımlarını engelleyemeyeceğidir. Bir başka deyişle, “otorite-özgürlük” ilişkilerinin temel koşulu, 1961 Anayasası’nın bu hükmüyle ortaya konmuş olmaktadır: hak ve özgürlüklere dokunulamaz. Üçüncü özellik ise, hak ve özgürlüklerin “kişilik” kavramının da ötesinde olduğu ve özgürlüklerin kişinin kendi iradesiyle dahi bir başka kuruma ve kişiye devredilemeyeceği ilkelerinin kabul edilmiş olmasıdır. 1982 Anayasası, hak ve özgürlüklerin tanınmasında 1961 Anayasası’ndan geri kalmamıştır. Jellinek’in tanımıyla “olumsuz statü hakları” ya da daha sonra geliştirilen sınıflandırmayla “birinci kuşak haklar” olarak kabul edilen temel hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti’nin son iki anayasasında da eksiksiz olarak yer almaktadır.

 

1982 Anayasası’nın bu çerçevede 1961 Anayasası’na karşı önemli farklılığı, bu hakların sınırlandırılması konusunda daha cömert davranmış olmasıdır. 1961 Anayasası, birinci kuşak hakların çağdaş anlam ve içeriğiyle gerçekleştirilmesine ağırlık verirken, 1982 Anayasası varlığını ve geçerliliğini kabul ettiği bu hakların kötüye kullanılmaları olasılığını önlemeye ağırlık vermektedir.

 

1961 ve 1982 anayasaları, devleti, bu özgürlükleri gerçekleştirmekle sorumlu kılmaktadır. Devlet, bir yandan özgürlükleri engelleyen nedenleri ortadan kaldırmakla yükümlü tutulurken, buna koşut olarak, devlete kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirecek önlemleri alması görevini de verilmektedir. Devlet, bir yandan, kişilerin daha özgür yaşamaları için toplumsal, siyasi ve ekonomik engelleri kaldırırken, öte yandan, bireyler arasında siyasal ve ekonomik fırsat eşitliğini sağlamakla yükümlü sayılmaktadır.

 

Zira, bu bağlamda ortaya çıkabilecek engeller ve eksiklikler, her iki anayasanın da temel ilkeleriyle çelişki yaratacaktır. 1961 ve 1982 anayasalarının dayandığı temel ilkeler, toplumsal adalet, hukuk devleti ve bireyin huzurudur. Bu üç temel ilke, ancak özgürlüklerin tam ve eksiksiz olarak gerçekleştiği anayasal ortamlarda güvence altına alınmış sayılabilir.

 

Ancak, anayasalarda düzenlenmesi gereken ve Anayasa Hukuku’nun temel uğraş alanlarından olan bir başka önemli konu daha vardır: özgürlüklerin sınırlanması sorunu. Bir başka anlatımla, bireylerin özgürlükler ortamı içinde boğulmamasını sağlamak ve özgürlüklerin kullanılmaları sırasında öteki kişilerin özgürlüklerinin çiğnenmesine olanak vermemek gerekir. Bu temel endişe, demokratik ülkelerde dahi, temel hak ve özgürlüklerin kullanılma koşullarının belirlenmesini ve bazı durumlarda sınırlandırılmalarını zorunlu kılmaktadır.

 

1961 Anayasası, özgürlüklerin sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak kabul etmektedir. Ancak, özgürlüklerin sınırlanması, özgürlüklerin özüne dokunmamalıdır. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden sonra aldığı bir kararla hangi koşullarda özgürlüklerin “özüne dokunulmuş sayılacağı sorusuna açıklık getirmiştir.

 

Anayasa Mahkemesi tarafından bu bağlamda geliştirilen ölçütlerin birincisi, yasanın, özgürlüğün kullanılmasından doğacak etkileri kaldırmamış olmasıdır. İkinci ölçüt, yasa, özgürlüklerin kullanılmasını açıkça yasaklamamış olmalıdır. Üçüncü ölçüt, yasa, özgürlüklerin uygulanmasını zorlaştırıcı/güçleştirici nitelikte olmamalıdır. Dördüncü ölçüt, yasa, örtülü şekilde de olsa, hak ve özgürlükleri kullanılamaz bir duruma getirici nitelikte olmamalıdır.  Beşinci ölçüt, yasa, özgürlüklerin amacına ulaşmasını engelleyici nitelikte olmamalıdır. [117] Bu ölçütlere, kanımıza göre, altıncı bir ölçüt daha eklenmelidir: yasa, bazı bürokratik işlemler dışında, özgürlüklerin kullanılmasını izne bağlanmış olmamalıdır. [118]

 

Anayasa Mahkemesi’ne göre, yukarıda sayılan niteliklere sahip olmayan yasaların özgürlüklerin özüne dokunduğu kabul edilmelidir. 1961 Anayasası’nın “özgürlüklerin özüne dokunulamaz” hükmü karşısında, yukarıdaki ölçütlerin ortaya çıkmayacağı güvence altına alınırsa, özgürlükler, yine koşulları yasayla belli edilmek koşuluyla, sınırlanabilecektir.

 

Ancak, Esen’in de dediği gibi, “Özgürlüklerin hangi halde kayıtlanacağını anayasa gösterir. Özgürlük, ancak,  demokratik ve sosyal hukuk devletini gerçekleştirme amacının zaruri gördüğü nedenlerle kayıtlanabilir”.   [119]

 

Esen’in sözünü ettiği “zorunlu nedenler”in neler olduğunu sorusuna şu yanıt verilmelidir: yasa iyiliği/yararı, genel ahlak, yasa düzeni, toplumsal adalet, ulusal güvenlik ve genel sağlık.  Bu kavramlar aşağıda açıklanmıştır.

 

Yasa iyiliği: “Yasa yararı” olarak da bilinen ve anayasa hukuku kuramı içinde önemli bir yer tutan bu kavram bugüne değin çeşitli şekillerde ele alınmış ve açıklanmaya çalışılmıştır. Esen tarafından yapılan “Ferdin dünya saadetine erişmesine imkan veren maddi ve manevi koşullarının heyeti umumiyeti” gibi bir tanımlama bunlardan biridir. [120] B. N. Esen, “Anayasa Hukuku – Genel Esaslar” adlı yapıtında, yasa iyiliği kavramını şu şekilde anlatmaktadır: “Yasa iyiliği tabirindeki iyilik hem maddi, hemde ahlaki iyiliktir. İyilik doğal bir eğilimin tatminidir.” [121]

 

Anayasa Mahkemesi, aldığı çeşitli kararlarla, yasa iyiliği (yasa yararı) kavramının açıklık kazanmasına yardımcı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’ne göre, bir kez, özgürlüğü sınırlayan yasa, “adil ve eşitçi olmalıdır”. Şayet, “yasa adalete ve eşitliğe aykırı durum doğurmakta ise, o sınırlamada yasa yararı mevcut değildir”. İkincisi, yasa yararının var olabilmesi için yasanın bireysel haklarla, toplum yararı arasındaki dengeyi bozacak eylemlerin sınırlanması için getirilmiş olması gereklidir. [122] Esen’e göre, Anayasa Mahkemesi, “… böylece, kişi hak ve özgürlüklerinin mutlak bir telakkiyle düşünülemeyeceğini söylemiş oluyor. Hatta, genel olarak toplum yararına aykırı sonuç doğurabilecek hallerde, özgürlüklerin yasa yararına sınırlanabileceğini kabul ediyor”. [123]

 

Prof. Dr. Bülent Nuri Esen, yasa yararı kavramını bu şekilde açıkladıktan sonra, Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili bir yaklaşımını eleştirmektedir. Esen’e göre, toplum yararına olan durumlarda, kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlanabileceği ilkesini benimsemek, anayasanın ruhuna aykırıdır. Bu itibarla, Esen, “Yasa yararı mefhumu ve Anayasa Mahkemesi’nin bu mefhum içinde mütalaa ettiği toplum yararı kavramı açık ve iyice belirli olarak çizilmek icap eder” demektedir. [124]

 

Yasa düzeni: Yasa düzeni kavramı, yasa yararı kavramının içinde gerçekleşeceği siyasal ortam/düzen olarak tanımlanmaktadır. Prof. Esen, düzen kavramının ikili anlamına işaret etmekte ve şunları söylemektedir; “Statik telakkiye göre düzen, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Dinamik telakkide ise, düzen, vasıtaların ve çarelerin gayeye uydurulmasıdır”. [125] Yine, Esen, bir başka yapıtında, yasa düzeni için şunları söylemektedir: “Yasa düzeni, kurallardır, bu kurallar hukukidir. Gayeye göre nitelendirilir. Tekmil toplumu ilgilendirir.” [126]

 

Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararda yasa düzenini, “toplumun huzur ve sükununun sağlanmasını, devletin ve devlet teşkilatının muhafazasını hedef tutan herşeyi, cemiyetin her sahasındaki düzeninin temelini teşkil eden bütün kurallar” olarak tanımlamaktadır.

 

Genel Ahlak: Bu kavram da, Anayasa Mahkemesi’nin aynı kararında belirtilmiş ve kavramla ilgili olarak şu açıklama getirilmiştir: “Genel ahlak deyimi, belli bir zamanda bir toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş bulunan ahlak kuralları ile ilgili hareketleri ifade eder”.

 

B. N. Esen, Anayasa Mahkemesi kararında geçen genel ahlak kavramını şu şekilde açıklamaktadır: “Genel ahlak, hareketlerdir. Bu hareketler, ahlakidir, zaman unsuruna göre belirir. Nicel bir unsura tabidir. Subjektif bir unsurun varlığını gerektirir”. [127]

 

Toplumsal Adalet: Toplumsal adalet kavramı, esas olarak, toplumda bireylere insanlık onuruna yakışır bir yaşam düzeyinin sağlanması olarak tanımlanmaktadır. Devlet, bireyler arasında toplumsal adaleti gerçekleştirebilmek için yurttaşlara/bireylere insanlık onuruyla orantılı bir yaşam düzeni sağlamayı amaçlamalıdır.

 

Türk Anayasa Hukuku öğretisinde ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında beliren bu kavramlar çerçevesinde, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabilmesi olanaklıdır. Ancak, yukarıda açıklanan kavramların öngördüğü koşulların gerçekleşmesi durumunda kimi temel hak ve özgürlükler sınırlandırılabilecektir.

 

Gelinen bu aşamada, bir başka önemli sorunun sorulması gerekmektedir: Özgürlükler neyle, nasıl ve kim tarafından sınırlandırılacaktır? 1961 ve 1982 anayasalarının bu soruya verdiği yanıt açıktır: özgürlükler ancak Anayasa’ya uygun olarak yasayla  ya da yasalara uygun olarak verilmiş yargıç kararıyla sınırlanabilir.

 

1982 Anayasası da 1961 Anayasası’nın yukarıda sayılan ilke ve koşullarını hemen aynısıyla benimsemiştir. Özgürlüklerin sınırlandırılması açısından iki metinde yer alan hükümler arasında önemli bir fark yoktur. 1982 Anayasası ile iki yeni kavram listeye eklenmiştir: milli egemenlik ve genel asayiş. Bu kavramların ayrıca açıklanmasına gerek bulunmamaktadır. Zira, genel asayiş kavramı aslında, kamu düzeni kavramıyla eş anlamlıdır. Milli egemenlik kavramının neden bir sınırlandırma nedeni olarak 1982 Anayasası’na konulduğu ise açıklık taşımamaktadır.

 

Anayasa Mahkemesi, bir yasanın taşıması gereken nitelikleri şu şekilde belirtmektedir: “Yasa, yasa yararına genel bir hukuk kuralı koymak için konmalı, müktesep haklara dokunmamalıdır. Aksi halde, yasa adı altında konulmuş bulunan kural, yasa değil, keyfi tasarruftur”.  [128] Bu hüküm, kazanılmış haklar kavramına ve kazanılmış hakların hukuk devleti kavramı ile ilgisine açıklık getirmektedir. Yasa, yasa iyiliği/yararı kavramının bir gereği olarak, kazanılmış haklara karşı saygılı olmalı, onları korumalıdır. Kazanılmış yasal haklara saygı göstermeyen yasalar toplumda keyfilik ve keyfi yönetim tehlikesini ortaya çıkarır. Bu gibi tehdit ve tehlikelerin ortaya çıkması ise, hukuk devleti kavramıyla ters düşer.

 

Düzenleyici metinler, genelde, yasama erkinin ürünüdür. Ancak, Anayasa Mahkemesi öteki bazı yöentsel düzenleyici metinleri de, bir anlamda, yasalar gibi içermesi gereken özellikler açısından irdeleme konusu yapmıştır. Yönetsel nitelikli düzenleyici metinler, yasaya ya da en azından hukukun temel ilkelerine uygun olmalıdır. Yasalarla düzenlenmesi gereken bir konu tüzük ve yönetmelik gibi düzenlemelere konu olamazlar. Bu, yasama yetkisinin devri anlamına gelir. Oysa, anayasaya göre, yasama yetkisi devredilemez. Anayasa Mahkemesi, verdiği bir kararda, yasama yetkisinin devrinin bizzat yasanın, yasama erkini görevli kıldığı alanlarda yapılamayacağını belirtmiştir. Yürütmenin düzenleyici metinlerinin yasallık/meşruluk kazanabilmesi için, konu ile ilgili genel hükümlerin yasada belirtilmiş olaması gerekir.

 

“Kanun Hükmünde Kararname” kurumu ise, yürütme tarafından hazırlanması gerçeğine karşın, yasama erkinin verdiği bir yetkiyle yapılmış olması ve genel çerçevesinin yetki kanununda çizilmiş olması nedeniyle bir yönetsel işlem olarak değil, bir yasama işlemi olarak yani bir yasa olarak kabul edilmelidir. 1961 Anayasa’nın, kabul edilen ilk metninde, kanun hükmünde kararname kurumu düzenlenmemiştir. Bu kurumla ilgili anayasal düzenleme, 1971 Anayasa değişikliğiyle yapılmıştır. 1961 Anayasası’na değişiklikle giren ve 1982 Anayasası’nda da korunan yetki kanunu ve yetki kanuna dayanarak yürütme tarafından yürürülüğe konulan kanun hükmünde kararname kurumu ile yasama erki tarafından yürülüğe konulan yasalar arasında  bir fark yoktur.

 

1982 Anayasası ise, 1961 Anayasası’na göre, özgürlüklerin sınırlanması konusunda daha olumsuz bir bakış açısına sahiptir. 1982 Anayasası’nın bu bağlamda getirdiği en önemli değişiklik, 1961 Anayasası’nda yer alan özgürlüklerin özü kavramına yer vermemiş olmasıdır. 1982 Anayasası, bu kavram yerine, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” gibi genel nitelikli normlardan söz etmektedir. İkincisi, 1982 Anayasası, hem özgürlüklerin sınırlanması konusunda özgürlüklerin sınırlanmasını gerektiren genel nedenleri/gerekçeleri  belirleyen özel bir madde (md 13 ve hatta 14) düzenlemiş ve hem de özgürlüklerin düzenlendiği maddelerde özel sınırlama ölçütleri getirmiştir.

 

1982 Anayasası’nın 13 üncü maddesinde yer alan genel sınırlama nedenleri şunlardır:

-        devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü

-        milli egemenlik

-        kamu düzeni

-        genel asayiş

-        kamu yararı

-        genel ahlak

-        genel sağlık

 

Ancak, ne var ki, ileride yeniden ele alınacağı üzere, 2001 yılında yapılan anayasa değişiklikleriyle, 13 üncü madde tümüyle değiştirilmiş, genel nedenlerin sıralanmasından vaz geçilmiş ve 1961 Anayasası’nın geliştirdiği özgürlüklerin özü kavramına geri dönülmüştür. 14 üncü maddede yapılan değişiklikle, özgürlüklerin sınırlanması için genel bir neden oluşturulmayacağı ilkesi getirilmiştir.

 

Bu durum, içinde özel bir sınırlama gerekçesi taşımayan maddelerde yer alan özgürlükler için mutlak bir kullanılma olanağı yaratmaktadır. Olumlu gibi görünmesine karşın, işçi ve işveren ilişkileri gibi toplumsal ilişkileri içeren alanlarda sınırsız ve mutlak özgürlük istenmeyen sonuçlar da verebilecektir

 

Kısacası, 1982 Anayasası, özgürlüklerin sınırlanması bağlamında, önemli bir evrim ve değişim geçirmiştir. Genelde çok olumlu olmakla birlikte, Anayasa’nın bütüncül değil, kesimsel değişikliğe uğratılması nedeniyle, maddeler ve bölümler arasındaki mantıksal bağ zaman zaman istenmeyen ve öngörülmeyen sonuçlara da yol açabilecek nitelikte gözükmektedir.

 

Anayasal Haklar ve Hak Kavramının Gelişmesi

 

Özgürlüklerden ayrı olarak, hakların tanınması ve korunması ile ilgili düzenlemeler de her iki anayasada yer almaktadır. Bu “haklar” arasında, kişi güvenliği, hak arama hakkı, doğal yargı yolu, cezaların yasallığı ilkesi, ispat hakkı ve dilekçe hakkı gibi haklar yer almaktadır. Bu haklar aşağıda açıklanmıştır.

 

“Habeas Corpus” olarak adlandırılan kişi güvenliği kavramı, kişinin özgürlüğünden yoksun bırakılmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, 1961 Anayasası, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nın öngörülerini daraltarak, hangi durumlarda kişinin tutuklanabileceğini, tutuklulara yapılması gereken işlemleri açıklıkla belirtilmiş ve haksız tutuklanmaya karşı giderim kurumunu getirmiştir. 1982 Anayasası da, aynı ilkeleri benimsemiştir.

 

Hak arama hakkı, sav ve savunma hakkını içine almaktadır. 1961 Anayasası’na göre, bütün yurttaşlar her türlü yasa araçlardan yararlanarak, savlarını ispatlayabilirler ya da kendilerini savunabilirler. Anayasa Mahkemesine göre, “buradaki meşru kelimesi yasada gösterilen usuller deyiminden daha geniş anlamı ifade etmek için metne konmuştur.”  [129]  Hak arama özgürlüğüne en küçük ölçüde dahi olsa bir sınırlama getirilmemelidir. Bir davanın taraflarının, sav ve savunmalarını yargıç önünde hiç bir kaygıya kapılmadan serbestçe yapmaları zorunludur. 1982 Anayasası da, 1961 Anayasası’na koşut hükümler içermektedir.

 

Doğal yargıç (tabii hakim) ilkesi, 1961 Anayasası’nın gerekçesinde “yasanın genel olarak koyduğu görev ve yetki esaslarıyla belli olan hakim tarafından muhakeme edilmesi” olarak tanımlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi ise, bu konu ile ilgili incelemelerinde iki unsur üzerinde durmaktadır: [130] mahkemenin kuruluş biçimi ve mahkemede görev alan görevlilerin nitelikleri. Mahkemenin kuruluşuyla ilgili endişeler, yargı yerlerinin kanuna uygun olarak kurulmasını gerekli kılmaktadır. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminde, yönetsel yargı yerlerini ve il ve ilçe idare kurullarıyla vergi itiraz komisyonları gibi yarı-yargısal yerlerin de doğal yargı kavramı içine girdiğini kabul etmiştir. [131] Anayasa Mahkemesi, hakimlik niteliğini ise, “yargı yetkisini kullanmanın bir sonucu” olarak kabul etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin görüşleri zaman içinde önemli değişimlere uğramış ve değişen anlayış çerçevesinde yönetim yerlerine yargısal nitelikli görev ve yetki veren yasalar iptal edilmiştir.

 

1982 Anayasası ise, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, doğal yargıç ilkesi yerine yasal yargıç (kanuni hakim) ilkesini getirmiştir. Hemen belirtilmelidir ki, iki kavram arasında önemli içerik farklılıkları vardır ve bu farklılık değişik anayasal ve hukuksal sonuçların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 1982 Anayasası’nın, kanuni hakim ilkesini benimsemek durumunda kalmasının nedeni, bir anayasal kurum olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargıç sınıfından olmayan asker kökenli kişilere de yargılama hakkı vermek istemesinden kaynaklanmaktadır. 1961 Anayasası’nın doğal yargıç ilkesi, yalnızca yargıç sınıfı içinde yer alanların yargı yetkisini kullanmalarına olanak vermektedir. 1982 Anayasası’nın yasal yargıç (kanuni hakim) kavramı ise, mahkemelerde görev alacak yargıçların, yasama erki tarafından kabul edilmiş bir yasayla belirlenmiş olması durumunu -yani, yasal yargıç kavramını- hukuk devleti ilkesine uygun bulmaktadır. Bu kabullenmenin sonucu olarak, 1982 Anayasası, DGM’lerde asker kökenli yargıçların görev yapmasını anayasal bulmaktadır.  İki kavram arasında ortaya çıkan bu farklılık, 1982 Anayasası’nda daha sonra yapılan değişiklikle giderilmiş ve asker kökenli kişilerin DGM’de yargıç olarak çalışmaları önlenmiştir. Bu şekilde de, 1982 Anayasası bir anlamda, yasal yargıç yerine doğal yargıç kavramına dönmüştür.

 

1961 Anayasası, suç ve cezaların yasallığı konusunda getirilen hükümlerin önemini şu şekilde açıklamaktadır: “cezaların yasallığı, herşeyden evvel bir özgürlük teminatıdır, hukuk devletinin vazgeçilmez ilkelerindendir.”

 

1961 Anayasası, kişilerin suç işledikleri anda ceza yasalarınca suç sayılmayan eylem ve davranışlarından ötürü cezalandırılamayacağını, suçlulara suçun işlendiği anda yasada belirtilen cezadan daha ağır ceza verilemeyeceğini, tutuklu ve sanıklara maddi ve manevi işkence yapılamayacağını ve ceza sorumluluğunun kişisel olduğunu bildirmektedir.

 

Bu bağlamda önem taşıyan konu, yönetim birimlerinin kararlarıyla kişi hak ve özgürlüklerinin sınırlanıp, sınırlandırılamayacağı sorunudur. Esen’e göre, Anayasa Mahkemesi bu konuda şu temel ilkeyi getirmektedir: yasanın tanıdığı yetkiye dayanarak hükümetçe alınacak karara aykırı hareket edecek olanlar için yetki yasası ceza tayin etmiş ise suçun ne olduğu da yasada belirtilmiş demektir. Bu takdirde, “suç”, hükümetçe, bir yasaya dayanarak alınmış olup, hangi eylemlerin yasaklandığını ilan eden karara aykırı harekette bulunmuş olmaktır. Ceza Yasası’nın bu eylemi ayrıca suç olarak düzenlemiş olmasına gerek yoktur. [132]

 

“Birinci kuşak haklarını” (olumsuz statü hakları) izleyen haklara, “ikinci kuşak” ya da “olumlu statü hakları” denilmektedir. Olumsuz statü haklarında, devletin karışamayacağı ve içine giremeyeceği bir hak ve özgürlükler ortamı ortaya çıkarken, olumlu statü hakları, çoğu toplumsal ve ekonomik yaşam düzeyinin artırılması genel hedefine yönelik olarak, bu tür hakların devlet eliyle ve devlet tarafından gerçekleştirilmelerini ve geliştirilmelerini öngörmektedir. “Kalkınma hakkı”, “çalışma hakkı”, “eğitim” ve “sağlık hakkı”, “sendika kurma” ve “örgütlenme hakkı”, “toplu sözleşme” ve “grev hakkı”, “konut hakkı” gibi haklar bunlar arasındadır.

 

Ancak,  burada ortaya çıkan sorun, bu hakların yerine getirilebilme düzeyi ya da ölçüsüyle ilgilidir. Bilinmektedir ki, devletlerin hemen hepsinin akçal olanakları sınırlıdır. O halde sorulması gereken soru şudur: Devletin, olumlu statü haklarını gerçekleştirebilme yükümlülüğünün sınırları nelerdir?

 

1961 Anayasası’nın “iktisadi ve toplumsal ödevlerin yerine getirilmesi”yle ilgili 53 üncü maddesinde, bu hakların gerçekleştirilebilme sınırıyla ilgili olarak “iktisadi gelişme ile mali kaynakların yeterliliği” ölçütü getirilmiştir. Bu ölçüt, iki ayrı açıdan ele alınabilir. Birincisi, her iki anayasanın gerekçesinde belirtildiği ve Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarıyla benimsediği gibi, devletin bu ödevleri yerine getirmesinin sınırı “iktisadi gelişme” ve “mali kaynakların yeterliliği”dir.

 

1982 Anayasası da, 65 inci maddesinde, ekonomik toplumsal hakların devlet tarafından, ancak, “ülkedeki ekonomik kararlılık”ın ve “devletin akçal olanaklarının elverdiği ölçü”de gerçekleştirilebileceğini söylemektedir.

 

Ancak, bu görüşe eklenmesi gereken ikinci bir görüş daha vardır: devlet toplumsal ve ekonomik haklar bölümünde gösterilen hakları sağlamaya ve kendisine düşen ödevleri gerçekleştirmeye çalışmak durumunda olmalıdır. Anayasalarda, belirli bir sınırın belirtilmiş olması bu hakların sağlanmaması için devlet yöneticilerince başvurulacak bir özür nedeni olmamalıdır. Önemli olan, devletin, toplumsal sınıfların göreli farklılaşmasını gözönünde tutarak ve toplumsal eşitlik ve dengeleri sağlamaya  çalışarak ikinci kuşak hakları geliştirme yolunda çaba göstermesidir.

 

Birinci ve ikinci kuşak haklar çerçevesinde incelenecek son hak olan dilekçe hakkını, özgürlüklerin korunmasının bir aracı olarak kabul etmek olanaklıdır. Ancak, dilekçe yöntemi bu bağlamda sınırlı bir yarar sağlayacaktır. Şayet, devletin tüm organları hukuka aykırı uygulamalar içine girmişse, bu yöntem olumlu bir sonuç üretemeyecektir. Bu nedenle, dilekçe hakkı, ancak, diğer hakları tamamlayıcı bir hak olarak kabul edilmelidir.

 

Birinci ve ikinci kuşak hakları, daha sonra “üçüncü” ve daha sonra da “dördüncü kuşak” haklar izlemiştir. [133] Üçüncü kuşak haklar, “dayanışma hakları” olarak da isimlendirilmektedir. Bunlar arasında, “çevre hakkı”, “barış hakkı”, “bilgiye ulaşma hakkı” ve “siyasal ve yönetsel kararlara katılma hakkı” yer almaktadır. 1961 Anayasası’nda bu haklara rastlanılamamaktadır. 1982 Anayasası ise bunlardan yalnızca “çevre hakkı”na (md. 56) yer vermiştir.

 

“Dördüncü kuşak” haklar ise, henüz ülkelerin büyük bir kesiminde anayasal düzenlemeye konu olmamışlardır. Bu haklar, küreselleşmenin ve küresel teknolojik gelişmenin sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Gen mühendisliğinin gelişmesinin doğal sonucu olarak ortaya çıkan canlı varlıkların kopyalanması (cloning)  ve kök hücre (root cell) sorunları, “internet” üzerinden yapılan iletişimin haberleşme özgürlüğü ile bağlarının kurulması zorunluluğu dördüncü kuşak haklar bağlamında düzenlenmesi gereksinimi ortaya çıkan yeni alanlardır.

 

Doğal olarak, her iki anayasa da bu konularda herhangi bir düzenlemeye sahip bulunmamaktadır.

 

 

 

 

Yasama Erkinin Sınırlanması

 

Anayasa Mahkemesi içtihatlarında beliren iki kavram, özgürlüklerin korunması bağlamında yasama erkine getirilmiş anayasal sınırlayıcı temel etmenleri/kavramları açıklıkla ortaya koymaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, iktidarı sınırlayabileceğini öngördüğü birinci temel kavram, “hukuk genel ilkeleri” kavramıdır. Anayasa Mahkemesi, verdiği çeşitli kararlarda, yasama yetkisinin, hukuk genel ilkeleriyle sınırlanabileceğini belirtmektedir.

 

Anayasa Mahkemesi’ne göre, “hukukun genel ilkeleri, hukukun bilinen ve bütün uygar memleketlerce kabul edilen ilkeleridir”. Anayasa Mahkemesi, bu tanımıyla, hukukun genel ilkeleri kavramını açıklayan olarak iki ana ölçüt getirmiş bulunmaktadır. Bunlardan biri, “uygar ülkelerce kabul edilmiş olmak” ve diğeri ise “bilinen hukuk kuralı olmak”tır. Ancak, her iki ölçüt de muğlak ve karmaşık niteliktedir. Söz konusu muğlaklığı ve karmaşayı ortadan kaldırmak için, Anayasa Mahkemesi bir başka ölçüt daha geliştirmiştir: “Genel hukuk esası, yasanın, ancak, yasa yararına olarak, geleceği düzenleyici, mücerret, şahsi olmayan ve yayınlanmasından önce kazanılmış hakları ortadan kaldırmayan hukuk kuralları koymasını gerektirir.” [134] Bu üçüncü ölçüt, hukukun temel ilkesi deyimini daha açık bir şekilde anlatmaktadır. Buna göre, temel hukuk ilkeleri, toplumsal ve bireysel ilişkileri düzenleyen, kişisel olmayan ve soyut hukuk ilkeleridir. Yasa ise, hukukun temel ilkelerini içinde barındıran, geleceği düzenleyen ve kazanılmış hakları ortadan kaldırmayan bir hukuk metnidir.

 

Anayasa Mahkemesi’ne göre, yasama erkini sınırlayan ikinci ana etmen/kavram, “Anayasa’nın temel ilkeleri” kavramıdır. Bu ikinci etmen/kavram, Anayasa’nın üstünlüğü ilkesinin doğal bir sonucudur. Anayasanın üstünlüğü ilkesi, devlet aygıtının tüm birimlerini ve siyasal otoriteyi kullanan tüm kurumları ve doğal olarak bu çerçevede yasama erkini de sınırlayan ana ilkedir. Bu nedenle, yasama erki, Anayasa’nın kendisine verdiği yasama yetkisiyle bağlı kalacaktır. Yasama erkinin Anayasa ile bağlı olması, bir yandan Anayasa’nın öngördüğü amaçların gerçekleştirilmesini ve öte yandan Anayasa’nın temel ilkelerine saygı duyulmasını güvence altına alacaktır.

 

Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa’nın temel amacı, “ülkede demokratik hukuk devletinin kurulmasıdır”. 1961 Anayasası’na göre, hukuk devletinin dayanacağı temel ilkeler olarak da şunlar belirtilmiştir: insan hak ve özgürlükleri, milli dayanışma, sosyal adalet,  bireylerin huzur ve refahı, toplum huzur ve refahı, laiklik.

 

1982 Anayasası’nın temel ilkeleri [135] ise aşağıda sıralanmıştır:

 

-        Cumhuriyetçilik

-        üniter devlet

-        insan haklarına saygılılık

-        Atatürk milliyetçiliği

-        Atatürk ilkeleri

-        Atatürk devrimleri

-        demokrasi (demokratik devlet)

-        laiklik

-        sosyal devlet

-        hukuk devleti

-        eşitlik

 

Bu ilkeler, yasama erkini, yasama yetkisini kullanırken sınırlayan temel etmen, ölçüt ve kavramlardır.

 

Siyasal otorite sahipleri, demokratik yollardan parlamentoda çoğunluğu sağlayarak iktidara geldikten sonra da, çalışmalarında bu etmen, kavram ve ölçütleri gözönünde bulundurmak zorundadır. Bu zorunluluk, her iki anayasada da bir başka anayasal kurumla güvence altına alınmıştır: Anayasa Mahkemesi.

 

Anayasa Mahkemesi’nin görevleri, gerek Anayasa’da ve gerekse Anayasa Mahkemesi’nin Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Yasa’da belirtilmiştir. Bunlara göre, Anayasa Mahkemesi’nin temel görevi, yasaların ve TBMM İçtüzüğü’nün Anayasa’ya uygunluğunu denetlemektir. Yasaların ve TBMM İçtüzüğü’nün Anayasa’ya uygunluğunun denetimi yanında, Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan olarak göreceği işlevler, siyasal partilerin kapatılması, yasama dokunulmazlığının kaldırılmasıyla ilgili TBMM kararlarını denetlemek ve TBMM üyeliği niteliğinin düşmesi ile ilgili TBMM kararlarını denetlemek bu arada belirtilmesi gereken temel görevler arasındadır.

 

Anayasa Mahkemesi verdiği birçok kararda, kendi görevleri konusu üzerinde durmuş ve görevleri içinde görmediği başvuruları reddetmiştir.

 

Alınan bu önlemler ve oluşturulan kurumlar aracılığıyla bireysel hak ve özgürlüklerinin yasama erki yoluyla çiğnenmesinin ve kaldırılmasının önüne geçilmek istenmiştir. Siyasal iktidarlar, anayasa ilkelerine saygılı olduğu ve Anayasa Mahkemesi de bağımsızlığını koruyup görevini Anayasa’da öngörüldüğü şekilde yerine getirebildiği (bir başka anlatımla, siyasallaşmadığı) sürece özgürlüklerin yasama erki ve yasama etkinlikleri yoluyla çiğnenmesi kolay olmayacaktır.

 

Yürütme Erkinin Sınırlaması

 

Gerek 1961 Anayasası ve gerekse 1982 Anayasası birer “tepki” anayasasıdır. Bu özellik, her iki anayasada da olanca açıklığıyla göze çarpar. Birincisinde, pek parlak olmayan bir siyasal iktidar döneminin yarattığı olumsuz sosyo-ekonomik ve siyasal sonuçların ülke sorunları ve ülkenin geleceği üzerindeki etkilerinin giderilmesi isteği ve ikincisinde de uzun süren bir siyasal etkisizlik, verimsizlik, anarşi, şiddet ve terör döneminin yarattığı tolumsal ve ekonomik sıkıntıların ortadan kaldırılması hedefi her iki anayasaya da tepki anayasası olmak özelliğini kazandırmıştır. Bu özellik, her iki anayasanın taslak metinlerinde de açıklıkla görülmektedir.

 

1961 Anayasası, 1924 Anayasası’na oranla yürütme erkini önemli ölçüde sınırlamıştır. Bu sınırlılık, 1971 anayasa değişikliğiyle bir ölçüde yürütme lehine azaltılmıştır. 1982 Anayasası da, bir hukuk devleti yaratmak bağlamında, bir yandan yönetimi tam bir hukuksal denetim altına almak isterken, öte yandan kendisinin ortaya çıkış nedenlerini gözönünde bulundurarak, yürütmenin daha etkili çalışmasına olanak verecek sistemik unsurları yürütmenin emrine vermek istemiştir.

 

1961 Anayasası, yürütme erkini zayıflatmadan sınırlandırmak yolunu seçmiştir. Yönetimin sınırlandırılmasını gerçekleştirmenin yolunu da, yönetimin yansızlığını güvence altına almada görmüştür. Bu bağlamda atılan ilk adım, Cumhurbaşkanı’nın yansızlığının sağlanmasıdır. 1961 Anayasası’nda Cumhurbaşkanı, 1924 Anayasası’ndaki konumunu değiştirerek partiler üstü ve hatta devletin varlığını ve bütünlüğünü temsil eden simgesel bir nitelik kazanmıştır.

 

Bu bağlamda, her iki Anayasa da, yürütme erkini çeşitli ayarlamalara ve dengelemelere tabi tutmuştur. Bu dengeleme çabalarının birincisi, Cumhurbaşkanı’nın yansızlığını sağlamak ve bu yansızlık içinde, hükümetin aracılığı olmaksızın kullanabileceği yetkileri genişletmektir.

 

İkinci dengeleme çabasıysa, yürütme erki içinde özellik taşıyan bazı konularda, Cumhurbaşkanı’na bağlı bazı “yardımcı devlet kurumları”nın kurulmasıdır. Her  iki anayasada da,  bu türde yeni kurumlar oluşturulmuştur. Devlet Denetleme Kurulu bunlardan biridir. Bunun yanında, 1982 Anayasası, Cumhurbaşkanı’na pek çok önemli kamu kuruluşuna görevli seçmek/atamak olanağı vermektedir.

 

Üçüncü dengeleme çabası, özerk kurumların sayısının artırılmasıdır. Bu özerk kuruluşların bazıları şunlardır: üniversiteler, TRT, haber ajansları, RTÜK ve bazı iktisadi devlet kuruluşları. Özellikle, 1961 Anayasası’nın gerekçesi bu düzenlemeden beklenen yararları açıklıkla ortaya koymaktadır: “Bir başka açıdan bakıldığı zaman, özgürlüklerin ve demokrasi düzeninin teminatı üniversite, radyo-televizyon, ajans gibi muhtar müesseselerin toplumsal yapı içinde yer almasında görülmüştür.”

 

Dördüncü dengeleme çabası da, yürütmenin, yargının denetimine konu olan alanının genişleştilmesi ve yargı denetimi dışında kalan yürütme etkinliklerinin olabilecek en az düzeye indirilmesidir.  [136]

 

Bu özellik, 1982 Anayasası’nda da sürmüştür. Ancak, 1961 Anayasası’nın öngördüğü siyasal ağırlığı olmayan simgesel cumhurbaşkanı anlayışı yerini, 1982 Anayasası’nda  siyasal rolü güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanı anlayışına bırakmıştır.


1982  Anayasası, 1961 Anayasası’na oranla, yürütme erkini daha çok kollayan bir anayasadır. 1982 Anayasası,  bu kollamayı, 1961 Anayasası’nın hukuk devleti ve yönetimin yargısal denetimi konularında herhangi bir değişiklik yaparak değil, fakat Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünü 1961 Anayasası’na göre daha güçlendirerek gerçekleştirmek yöntemini tercih etmiştir. 1982 Anayasası’nın bu girişiminin dahi istenilen sonucu  verip vermediği konusu tartışmalıdır.

 

“Yardımcı devlet kurumları”, 1961 Anayası’na oranla, 1982 Anayasası’nda daha geniş tutulmuştur. Bunu sağlayan unsurlardan biri olan ve Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak Cumhurbaşkanı adına soruşturma ve inceleme yapmak yetkisine sahip Devlet Denetleme Kurulu’nun kurulmuş olmasıdır.

 

Yürütmeyi sınırlandıran bir başka anayasal ilke de, “memur güvencesi” (1961 Anayasası md. 118 ve 1982 Anayasası md. 128 ve 129) ilkesidir. Bu ilke, memurlar hakkındaki disiplin işlemlerinin ilgilinin savunmasının alınmasına bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bu kavram, 1982 Anayasası’nda uyarma ve kınama cezalarının kapsam dışı bırakılmasıyla daraltılmıştır.

 

Yürütmeyi sınıırlandıran bir başka anayasal ilke, “kanunsuz emir” ilkesidir. Bu ilkeye göre, memurlara yasa dışı emir/buyruk verilemez, memur emrin yasaya aykırı olduğunu düşünürse, emri verenden yazılı emir isteyebilir ancak yerine getirildiği takdirde suç olacak bir emir hiçbir şekilde yerine getirilemez ve getiren memur sorumluluktan kurtulamaz. Her iki anayasada da yer alan bu ilkelerle, memur güvencesi kurumu tamamlamış ve yönetimin kamu görevlileri aracılığıyla keyfi eylem ve işlemlerinin önlenmesi güvence altına alınmış ve temel hak ve özgürlüklerin korunması yolunda önemli bir adım atılmıştır.

 

Merkezi yönetimin ağırlığını azaltan bir başka düzenlemede her iki anayasanın da öngördüğü “yerel yönetim” kavramıdır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yerel halkın kendilerini ilgilendiren konularda daha fazla yönetime katılmaları anlamına gelen yerel yönetim hakkı -uygulamada gerçekleşmemiş olsa bile- merkez yönetimini sınırlandıran ve yerel yönetim anlayışını güçlendiren özellikler taşımaktadır.

 

Yerel yönetimlerin iş yapma beceri ve yetkinliklerinin  güçlendirilmesi anlamına gelen yerel yönetim hakkının (“local self governance” ya da daha doğru olarak “local self discretion”) tanınmasıyla demokratik yönetim düzeni güçlendirilmektedir. Demokratik yönetim kavramının güçlenmesi ise öncelikle siyasal otoritenin sınırlanması ve böylelikle de hak ve özgürlüklerin zarar görmesinin önüne geçilmesi demektir.

 

Her iki anayasanın da yönetimin sınırlanması konusunda getirdiği en önemli ilke, kuşkusuz, yönetimin yargısal denetimiyle ilgili olanıdır. “İdarenin hiçbir eylem veya işlemi hiçbir halde yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamaz” şeklinde ifade edilen bu hükümle hem keyfi yönetimin önüne geçilmiş ve hem de bir yandan yönetimin yasaya ve Anayasa’ya aykırı işlemleri önlenirken, öte yandan yönetsel eylem, karar ve işlemlerden doğacak maddi ve manvei zararın akçal giderimine olanak sağlanmıştır.

 

Anayasa Mahkemesi, yönetimin varlık nedenini, yasaların uygulanmasında ve yasaların yürürlüğe konulma amaçlarının gerçekleştirilmesinde bulmaktadır. Anayasa Mahkemesine göre, yönetim/yürütme “... yasa hakimiyeti rejimini, bu rejime karşı girişilecek hareketleri önlemek yoluyla koruyabilir”. Bu tür bir hukuk rejiminde yönetim, yasaların amacına göre, yasaları uygulamaktan sorumludur ve hiçbir şekilde bu amacın dışına çıkamaz. Yürütmenin, “yürütme/yönetim yetkisi”, yasaların amaçları ile sınırlıdır. [137]

 

Yargı Erkinin Güçlendirilmesi

 

Prof. Arsel’in de belirttiği gibi, anayasa sistemimiz içinde, yargı erki, diğer iki erkten daha üstün tutulmuştur. Bir anlamda, her iki anayasa da, diğer erkleri zayıf tutarken, yargı erkini güçlendirmek istemiştir.

 

Arsel, yargı erkinin güçlendirilmesinin, yargıyı siyasallaştırmaya yöneltebileceği tehlikesine dikkat çekmekte, fakat yargı erkinin, kişi hak ve özgürlüklerine karşı bir tehdit ve tehlike unsuru oluşturmadığını belirterek şunları söylemektedir “Şunu da unutmamak gerekir ki, yargının diğer iki güce, yani yasama ve yürütmeye nisbetle daha öne alınmasının tevlit edebileceği mahzur, böyle bir sistemin getirebileceği faydalar yanında hiç kalır.”  [138]

 

Arsel, yargı erkine üstünlük sağlayan ilkeleri iki grupta toplamaktadır. Bunlardan birincisi, “yargıçların ve mahkemelerin bağımsızlığı ilkesidir. Gerçekten, her iki anayasa da, “hakimler görevlerinde bağımsızdırlar; vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler, hiçbir organ yargı yetkisinin kullanılmasında emir veremez” diyerek yargıçların tam bağımsızlık içinde çalışmalarına olanak sağlamıştır.

 

İkinci ilke, “yasamanın ve yürütmenin yargı denetimine tabi olması” ilkesidir. Başka bir deyişle, yargı erki, yasama ve yürütme erklerinin kararlarını irdelemek ve hukuka ve yasaya aykırı olmaları durumunda bu kararları ortadan kaldırmak yetkisine sahiptir.

 

1961 Anayasası’nın gerekçesinde, bu yaklaşım ve tercih “özgürlüklerin teminatı” olarak adlandırılmaktadır. Özellikle 1961 Anayasası, temel hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmsi konusunda 1982 Anayasası’na oranla daha duyarlıdır.

 

Her iki anayasa da, bu bağlamda, bir yandan devletin her türlü yönetsel eylem, işlem ve kararını yargı denetimine konu ederken, öte yandan, daha önce açıklandığı üzere, yasama erkinin anayasal sınırların dışına çıkmamasını Anayasa Mahkemesi yoluyla güvence altına almak istemiştir.

 

Yargının üstünlüğü konusunda belirtilmesi gereken bir başka ilke ise, “yargıç güvencesi” ilkesidir. Bu ilkeyle, yargıçların görevlerinden uzaklaştırılamamaları, koşulları gerçekleşmeden ve zorla emekli edilmeleri ve aylıklarından yoksun bırakılmaları önlenmiştir.

 

Yargıç güvencesi ilkesinin yalnızca bir ilke olmaktan çıkartılıp gerçek amacına ulaşması için de “Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu” getirilmiştir. Bu kurul, yargıç ve savcıların özlük işlerini yürütmekle görevli ve yetkilidir. Bu çerçevede, siyasal iktidarların yargıç ve savcıları siyasal açıdan baskı altına alması önlenmiş ve hak ve özgürlüklerin korunması bağlamında önemli bir güvence elde edilmiştir.

 

Anayasa Mahkemesi verdiği kararlarda, yargıçların ve mahkemelerin görev ve işleyişlerini ön planda tutmaktadır. Mahkeme, iptali istenen bir yasa hükmünün, mahkemelerin görev ve işleyişine olumsuz etki ettiğini kabul ederse yasayı iptal etmektedir.

 

Anayasa Mahkemesi’nin konumuz açısından önemli bir başka kararında ise, savcıların, yargıçların sahip olduğu yargıç güvencesi ve bağımsızlığına sahip olmadığı kabul edilmiş ve Anayasa’da yer alan güvence unsurunun yalnızca özlük haklarını kapsadığına karar verilmiştir. [139]

 

Her iki anayasa da, bu ve benzer hükümleriyle, yargıçların ve mahkemelerin bağımsızlığını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Anayasaların yargı erkini güçlendirme çabaları yalnızca kağıt üzerinde yazılı sözler olarak kalmamış ve Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu yoluyla uygulama alanında da gerçekleştirilmiştir.

 

Siyasal iktidarların sınırlarını aşmamasını kendilerinden beklemek ve kendi kendilerini sınırlamalarını istemek iyimserlik olacaktır. Özgürlüklerin güvencesi, ancak, yargı erki yoluyla diğer erklerin denetlenmesinde ve sınırlanmasında aranmalıdır.

 

Direnme Hakkı

 

1961 Anayasası’nın giriş bölümünde, “Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk milleti, bu anayasayı, özgürlüğe, adalete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine emanet eder” denilmektedir. Bu sözlerle, 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde, bireylerin baskı ve şiddete karşı direnme hakkına sahip olduğu ilkesi kabul edilmiş ve bir başka açıdan da 1960 devrimine meşruluk kazandırılmak istenmiştir.

 

Direnme hakkkını tanıyan 1961 Anayasası, metinde yer alan başlıkları, kenar başlıklarını ve başlangıç bölümünü anayasa metninin içinde kabul etmektedir. 1961 Anayasası, böylelikle, direnme hakkını tanımakta ve temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olarak görmektedir.

 

Direnme hakkı kavramı 1961 Anayasası’nın gerekçesinde daha fazla anlam, içerik ve kapsam kazanmaktadır. 1961 Anayasası’nı hazırlayan etmenleri gözönüne alan anayasa gerekçesi, 1960 devrimini yaratan temel neden olarak 1950-60 iktidarının zulme kayarak meşruluğunu kaybettiği konusu üzerinde durmaktadır. Ancak, bu yaklaşım bazı anayasa hukukçuları tarafından eleştirilmektedir. İlhan Arsel, direnme hakkı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Ancak şunu derhal belirtmek lazımdır ki, Anayasa’nın böyle bir isyan hakkını öngörmesi pek anlaşılır görünmemektedir. Yalnız görünlmemekle değil, aynı zamanda, toplumun daimi şekilde huzursuzluk içerisinde tutacak bir mahiyet arzetmektedir”.

 

DEĞERLENDİRME

 

1961 ve 1982 anayasaları, siyasal iktidarların sınırlanması konusunda getirdiği hükümlerle temel hak ve özgürlüklerin tanınması, gerçekleştirilmesi ve korunması bağlamında başarılı düzenlemeler gerçekleştirmişlerdir. Bu özellikleri açısından, Türkiye Cumhuriyeti’nde, temel hak ve özgürlüklerin gerçekleştiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin liberal ve demokratik bir ülke olduğu kabul edilmelidir.

 

Bu durumun sürdürülebilirliğini sağlamanın iki temel koşulu olduğu unutulmamak gerekir: siyasal iktidarların temel hak ve özgürlükleri konusunda iyiniyetli olmaları ve “anayasanın üstünlüğü” ilkesine saygı göstermeleri.

 

Ancak, temel hak ve özgürlüklerin korunması yönündeki “asıl teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı” gerçeği de hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

 

 


KAYNAKÇA

 

Abraham, W.E.,  The Mind of Africa, s. 206 , 1967, London.

Akın, İ.F., Temel Hak ve Özgürlükler, s. 149 s., 1964, İstanbul.

Arsel, İ., Türk Anayasa Hukukunun Umumî Esasları: Cumhuriyet’in Temel Kuruluşu, s. xv+471 , 1965, Ankara.

Barker, E., Principles of Social and Political Theory, s. x+284, 1953, Oxford.

Batum, Süheyl Prof. Dr. ve Prof. Dr. Necmi Yüzbaşıoğlu, Anayasa Hukukunun Temel Metinleri, Beta, 4. Baskı, s. 683, 2000, İstanbul.

M. Bloch, M., Feudal Society,  (iki cilt), s. xxi+490,  1967, London.

Bryce, J., Amerikan Siyasi Rejimi, s. xviii+203, 1962, İstanbul.

Cassinelli, W., The Politics of Freedom, s. 214,  1961, Washington.

Duverger, M., Politikaya Giriş, s. 228, 1964, İstanbul.

Duverger, M., Siyasi Rejimler, s. 146, 1963, İstanbul.

Duverger, M., Azgelişmiş Ülkelerin Siyasi Rejimleri, ODTÜ,  “İktisadî Kalkınma”, s.1-15, 1966,  Ankara.

Elster, Jon ve Rune Slagstad, Constitutionalism and Democracy, Cambridge University Press, s. 359, 1997.

Eroğul, Cem, Prof. Dr., Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), İmaj Yayıncılık, Altıncı bası, s. 377, Mart 2000, Ankara.

Eroğul, Cem, Devlet Nedir?, İmge Yayınevi, s. 198, Ankara, Mart 1999.

Esen, B. N., Anayasa Hukuku: Genel Esaslar, s. 302, 1963, Ankara.

Esen, B.N., Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 102, 1966, Ankara.

Gelhorn, W., Amerikan Hakları, s. viii+219, 1965, Ankara.

Gough, J.W., John Locke’s Political Philosophy, s. viii+204, 1950, Oxford.

Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku, s. xxv + 1071, Bursa, 2000.

Hayek, Friedrich A., Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Atilla Yayla, s. 278, Ekim 1996.

Hayek, Friedrich A., Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun Siyasal Düzeni, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Doç. Dr. Mehmet Öz, s. 313, Şubat 1997.

Kapani, M., Kamu Özgürlükleri, Yedinci Bası, Yetkin Yayınları, s. xvi+336, 1993, Ankara.

Kili, Suna ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş Bankası Yayınları, İstanbul, s. 334, Mayıs 2000.

Lacoste, Y., Sınıf Açısından Azgelişmişlik, s. 88, 1964, İstanbul.

Lacoste, Y., Azgelişmiş Ülkeler, s. 151, 1965, İstanbul.

Laski, H.J., Authority In The Modern State, s. x+398, 1919, London.

Laski, H.J., Liberty In The Modern State, s. 215, 1948, London.

Laski, H.J., The State In Theory And Practice, s. 336, 1941, London.

Laski, H.J., The Rise Of European Liberalism, s. 192, 1962, London.

Laski, H.J., Politikaya Giriş, s. 108, 1966, İstanbul.

Lipset, S.M.,  Siyasi İnsan, s. xviii+422, 1964, Ankara.

Madison, J., Anayasa Üzerine Düşünceler, s. xii+95, 1962, (Federalistler).

Morrison, S.E., Freedom In Contemporary Society, s. 156, 1956, Boston.

Mayo, H.B., Demokratik Teoriye Giriş, s. vii+268, 1964, Ankara.

Okandan, R.G., Umumi Amme Hukuku Dersleri, s. 1024, 1952, İstanbul.

Onar, S.S., İdare Hukukun Umumi Esasları, Birinci  Cilt.

Özbudun, Ergun, Prof. Dr., Türk Anayasa Hukuku, 6. Baskı, s. 436, Yetkin Yayınları, Ankara, 2000.

Platon, Devlet, Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 284, Ekim 2000, İstanbul.

Rousseau, J. J., Toplum Sözleşmesi, Öteki Yayınevi, Ankara, Kasım 1999, pp. 208.

Russell, B., History Of Western Philosophy, s. 842, 1965, London.

Savcı, B., İnsan Haklarının Kanunilik Yolu İle Korunması, s. xxxi+328, 1953, Ankara.

Steinberg, Sheldon S. ve David T. Austern, Hükümet, Ahlak ve Yöneticiler, Çev. Turgay Ergun, TODAİE, s. 191, Aralık 1995, Ankara.

Şaylan, Gencay, Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi, TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Derleme Merkezi, s. 102, 1998, Ankara.

Şirvani, H.H., İslam’da Siyasi Düşünce Ve İdare, s. 183, 1965, İstanbul.

Tanilli, Server, Devlet ve Demokrasi, Adam Yayınları, s. 653, Ekim 2000, İstanbul.

Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, s. 457, Aralık 1999, İstanbul.

Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beşinci Bası, Beta, s. 452, 1998, İstanbul.

Teziç, Erdoğan, Sorun Siyasi Rejim Yapılanması mı?, Yeni Türkiye Dergisi, no. 4, Mayıs-Haziran 1995, pp. 7-12.

Tocqueville, A., Amerika’da Demokrasi, s. viii+109, 1962, İstanbul.

Tunaya, T.Z., Siyasi Müesseseler Ve Anayasa Hukuku, s.iv+423, 1966, İstanbul.

Türkiye Barolar Birliği, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, (Bildiriler, Tartışmalar ve Panel), s. 1199, 2001, Ankara. 

Yaşamış, Firuz D. Doç. Dr., Türkiye’de Devletin ve Demokrasinin Yeniden Yapılanması, s. 416, İstanbul, 2001.

Yaşamış, Firuz Demir, “Oklokrasi” Ya Da Demokrasinin ve Devletin Yozlaşması, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 3, No. 13, Ocak-Şubat 1997,  123-131.

 

 



[1] Bu kavram yerine, “otorite”, “egemenlik” ya da “genel irade” kavramları da kullanılabilmektedir.

[2] Bu kavrama, yanlış bir şekilde “anayasa mühendisliği” adı da verilmektedir.

[3] H. Laski,  Liberty in the Modern State,  s. 48.

[4] C. W. Cassinelli, The Politics of Freedom,  s. 52.

 

[5] S. E. Morrison, Freedom in Contemporary Society,               s. 8.

[6] E. Barker, Principles of Social and Political Theory, s.148.

[7] H. Laski, Authority in the Modern State, s. 33.

[8] M. Kapani,  Kamu Özgürlükleri,  s. 163.

[9] Ibid.,  s. 38.

 

[10] B. Russell, History of Western Philosophy, s. 124.

[11] Ibid., s. 128.

[12] R. G. Okandan,  Umumî Amme Hukuku Dersleri, s. 202.

[13] B. Russell,  op. cit.,   s. 127.

[14] Ibid., s. 127.

[15] R. G. Okandan op. cit., p.202

[16] B. Russell, op. cit., s. 197.

[17] R. G. Okandan op. cit., s.  206.

[18] Ibid., s. 205.

[19] Ibid., s. 205.

[20] R. G. Okandan, Ibid., s. 208 ve B. Russell, op. cit., s. 200.

[21] R. G. Okandan, Ibid., s. 205.

[22] B. Russell op. cit., s. 197.

[23] Ibid.,  s. 260.

[24] Ibid., s. 261.

[25] R. G. Okandan op. cit.,  s. 217.

 

[26] H. B. Mayo, Demokratik Teoriye Giriş, s. 34 ve devamı.

[27] Ibid., s. .39

 

[28] Ibid., s. 37.

[29] H. Laski, The State in Theory and Practice, s. 104.

[30] R. G. Okandan, Ibid., s. 170.

 

[31] B. Russell, Ibid., s.115.

[32] R. G. Okandan, op. cit., s. 223 ve devamı.

[33] Ibid., s. 226 ve devamı.

[34] Supra, s. 9.

[35] R. G. Okandan op. cit., s. 223 ve devamı.

[36] B. Russell, op. cit., s. 325.

 

[37] Ibid., s. 327.

[38] Ibid., s. 343.

[39] Ibid., s. 381.

[40] Ibid., s. 226 ve devamı.

[41] Ibid, s. 417 ve R. G. Okandan op. cit., s. 322.

[42] H. H. Şirvanî, İslâmda Siyasî Düşünce ve Yönetim, s. 20.

[43] M. Kapani, op. cit., s.66

[44] Ibid., s. 64.

[45] B. Russell op. cit.,  s. 414.

[46] H. H. Şirvani, op. cit., s. 55.

[47] Marc Bloch, Feudal Society, cilt 1, s. 66.

[48] Ibid., s. 67.

[49] Ibid., s. 67

[50] Ibid., s. 68

 

[51] Ibid., s. 69.

[52] Ibid., s. 71.

[53] Ibid., s. 104.

[54] Ibid., s. 107.

[55] Ibid., s. 109.

[56] E. Barker, op. cit., s. 13.

[57] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 42.

 

[58] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 42.

 

[59] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 42.

[60] S. E. Morrison, Op. Cit., s. 56.

[61] R. G. Okandan op. cit., s. 545.

[62] B. Russell, op. cit., s. 494.

[63] Ibid., s.437 ve R. G. Okandan op. cit., s. 583.

[64] J. W. Gough, John Locke’s Political Philosophy,  s. 27.

[65] R. G. Okandan, op. cit., s. 603.

[66] B. Russell, op. cit., s. 603.

 

[67] B. Russell, op. cit., s. 613, Gough, op. cit., s. 93 ve Okandan, op. cit., s. 605.

[68] B. Russell, op. cit., s. 606, Gough, op. cit., s. 36 ve Okandan, s. 602.

[69] J. W. Gough, op. cit., s. 117.

[70] Ibid., s. 48 ve Barker, op. cit., s. 188.

[71] B. Russell, op. cit., s. 701-715.

[72] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 153.

[73] H. Laski, Authority in the Modern State, s. 59.

[74] M. Kapani, op. cit., s. 178.

[75] Ibid., s.179.

[76] E. Barker , op. cit., s. 64-66.

 

[77] H. Laski, Liberty in the Modern State, s. 162.

 

[78] H. Laski, Authority in the Modern State, s. 29.

[79] T. Z. Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 298.

[80] S. M. Lipset, Siyasi İnsan, s. 7.

[81] A. de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, s. 82.

[82] T. Z. Tunaya, op. cit., s. 264.

[83] Ibid., s. 265.

 

[84] Ibid., s. 267 ve Kapani, op. cit., s. 191.

[85] W. Gelhorn, Amerikan Hakları, s. 150-186.

 

[86] .M. Kapani, op. cit.,  s.192  ve S.  M. Lipset, op. cit., s. 381.

[87] B. Russell, op. cit., s. 313.

[88] M. Bloch, op. cit., cilt 2, s. 408-409.

[89] E. Barker, op. cit., s. 44.

[90] H. Laski,  Authority in the Modern State, s.81 ve H. Laski, The State in Theory  and Practice s. 114.

 

[91] E. Barker, op. cit., s. 112.

[92] M. Kapani, op. cit., s. 170.

[93] E. Barker, op. cit.,  s. 113.

[94] Ibid., s. 221.

[95] M. Kapani, op. cit., s. 167.

 

[96] S.S. Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları, Cilt 1, s. 143.

 

[97] M. Kapani, op. cit., s. 194-195

[98] H. Laski, The State in Theory and Practice, s. 277.

[99] C. W. Cassinelli, op. cit., s. 61.

[100] E. Barker, op. cit., s. 210.

 

[101] Kapani, op. cit., s. 189.

 

[102] Ibid., s. 284.

[103] Ibid., s. 284.

[104] Gough, op. cit., s. 93-119.

[105] E. Barker, op. cit., s. 258.

 

[106] Madison, Anayasa Üzerine Düşünceler, s. 27.

[107] A. Tocqueville, op. cit., s. 64.

[108] Ibid., s.  65.

[109] Ibid., s. 65. Burada söz konusu edilen eylem türleri anayasalarda yer alan amaçların gerçekleştirilmesi için yapılacak eylemler anlamındadır.

[110] M. Duverger, op. cit., s. 207.

[111] Kapani, op. cit., s. 207.

 

[112] S. S. Onar, op. cit., s.126 ve devamı.

[113] B. Savcı, İnsan Hakları, s. 210.

 

[114] E. Barker, op. cit., s. 221.

[115] M. Kapani, op. cit., s. 225.

 

[116] B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 40.

[117] Anayasa Mahkemesi kararı, E: 1962/208 ve K: 1963/1.

[118] B. N. Esen, op. cit., s. 57.

[119] Ibid., s. 50-51.

[120] B. N. Esen, Anayasa Hukuku - Genel Esaslar, s. 120.

[121] Ibid., s. 121.

[122] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 26.3.1963, E: 63/3 ve K: 63/67.

[123] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih:  7.3.1963, E: 62/286 ve K: 63/53.

[124] B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 61.

[125] B. N. Esen, Anayasa Hukuku - Genel Esaslar, s. 121.

[126] B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 55.

[127] Ibid., s. 55.

 

[128] B. N. Esen, op. cit., s. 90.

 

[129] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 8. 6.1965, E: 1963/163 ve K: 1965/36.

[130] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 13.5.1964, E: 63/99 ve K: 64/38.

 

[131] S. S. Onar, op. cit., s. 492 ve devamı.

[132] B. N. Esen, op. cit., s. 88.

 

[133] Haklara bu şekilde sıra numarası verilmesi bazı anayasa hukukçuları tarafından eleştirilmekte ve bu yaklaşımın yapay olduğu belirtilmektedir. Ben de, kişisel olarak aynı kanıdayım. Ancak, konunun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabileceği görüşünden yola çıkarak konuyu bu şekilde ele almakta sakınca görmedim.

[134] B. N. Esen, op. cit., s. 90.

 

[135] Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku, s. xxv + 1071, Bursa, 2000, s. 105-202.

[136] İ. Arsel, Türk Anayasa Hukukun Umumi Esasları s. 442.

[137] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 22. 9.1964, E: 63/140 ve K: 64/62

[138] İ. Arsel, op. cit., s. 175.

 

[139] Ibid.

Hiç yorum yok: