ANAYASA HUKUKUNUN
TEMEL KAVRAMLARI:
DEVLET, ÖZGÜRLÜK
VE
İKTİDAR
Doç. Dr. Firuz
Demir YAŞAMIŞ
SABANCI ÜNİVERSİTESİ
SANAT VE SOSYAL BİLİMLER FAKÜLTESİ
ÖĞRETİM ÜYESİ
Anayasa hukuku, kamu hukukunun önemli bir dalı olarak, üç
ana konu ve kavram üzerinde yoğunlaşır: devlet
örgütünün/aygıtının örgütlenme düzeni, işlevleri, yetkileri, sorumlulukları
ve çalışma biçimleri, temel hak ve
özgürlüklerin içerikleri, kapsamları ve koşulları ve siyasal iktidarın [1]
oluşma, şekillenme ve kullanılma biçim, süreç ve koşullarının belirlenmesi.
Bu çalışma, yukarıda belirtilen üç temel kavramın
açıklanmasını amaçlamaktadır. Araştırmanın konusu ise, Türkiye’nin, Avrupa
Birliği’ne tam aday ülke olarak kabul edildiği ve daha demokratik bir siyasal
yapı oluşturulması çabalarının ağırlık ve yoğunluk kazandığı günümüzde bu
çabalara katkıda bulunmak üzere, bir “anayasa
hukuku” ve “anayasacılık” (constitutionalism) [2]
sorunu olarak, “temel hak ve
özgürlükler”, “siyasal iktidar”
ve “devlet” üçlüsü arasındaki
ilişkileri eleştirel bir irdelemeden geçirmektir.
Günümüzde en fazla değer kazanan siyasal kavramlardan biri
olan özgürlük, tarihsel gelişim çizgisi üzerinde değişik özellikler içeren
çeşitli anlam ve kapsamlar kazanmıştır. Bu bağlamda, bilim ve düşün adamlarının
birbirlerinden çok farklı olabilen bireysel amaçlarının daha iyi ortaya
konabilmesi için özgürlük kavramının değişik tanımları yapılmıştır.
Kanımıza göre, özgürlüklerin en iyi tanımını yapan düşün
adamı bir ingiliz olan Harold Laski’dir: “Özgürlük,
çağdaş uygarlıklarda, bireysel mutluluğun gerekli kıldığı güvenceleri ortaya
çıkaran toplumsal koşullar üzerindeki engellemelerin yokluğudur.” [3]
Bir başka araştımacı, C. W. Cassinelli de, Laski’nin bu
tanımına yaklaşmakta ve özgürlükleri iki ayrı açıdan tanımlamaktadır: Bir kere,
özgürlükler, anlatım ve vicdan özgürlükleri üzerinde sınırlayıcı hiç bir
hukuksal ve yönetsel düzenlemenin ve sınırlamanın olmamasını gerekli kılar.
İkincisi, özgürlük, keyfiliğin ve keyfi
yönetimin yokluğu demektir. [4]
Özgürlüklerin “ne
için” ve “neye karşı” korunması gerektiği sorusu, karşımıza “otorite” kavramını çıkarmaktadır. İster
çağımızda devletin egemenlik hakkından doğan otorite olsun, ister daha önceleri
ortaya çıkan toplumsal örgütlemelerde kendiliğinden oluşan “üstün güç” olarak kabul edilsin ya da isterse bireysel mülkiyetin
yol açtığı otorite (“ekonomik güç ve baskı”) olsun hak ve özgürlüklerin her türlü
otoriteye ve özellikle de baskıya karşı korunması gerekmektedir.
Devlet otoritesi kavramı ise, kaynağını “egemenlik” kavramında bulmaktadır.
Egemenlik kavramı şimdiye kadar çok değişik şekillerde tanımlanmış ve farklı
anlamlarda kullanılmıştır. Kendi özel bölümlerinde ele alınacağı ve açıklanmaya
çalışılacağı üzere, Aristo ve Plato’dan başlayarak St. Thomas d’Aquinas, Jean
Jack Rousseau, Bodin, Hobbes, Hegel ve Marax’a kadar uzanan siyasal düşünürler
egemenliğin ne olduğu konusuna yanıt aramışlardır. Doğal olarak, bu arayışların
her biri değişik sonuçlara ulaşmıştır.
Bize göre, egemenlik, toplu olarak yaşamakta olan bireylerin ortak iradesinden
doğan ve zorlama hakkına sahip hukuksal bir güçtür. Egemenlik kavramının ortaya
çıkışı, ulus devletlerin doğuşu ile birlikte hız ve aynı zamanda da hukuksal
içerik kazanmıştır. Ulus devletlerin ortaya çıkmasından önce görülen örgütlenme
biçimleri içinde otorite “eylemsel” (“de
facto”) bir kavram olarak ortaya çıkmıştır.
Anayasalar, bu kavramı “hukuksal”
(“de jure”) bir temele oturtmuşlardır.
Toplum ve siyasal yaşamda bazı birey grupları “emretme” yetkisini elinde tutarken,
diğerleri ona uymakta ve “itaat”
etmektedir. Niçin itaaat ettiğimiz sorusunu araştıran ünlü düşünür Ernest
Barker, “Toplumsal ve Siyasal Kuramın
İlkeleri” (Principles of Social and Political Theory) adlı yapıtında bu
konuda üç ayrı kanıt öne sürmektedir. Barker’ın ileri sürdüğü ilk kanıt, “tanrısal haklar” kavramıdır. Doğu
felsefesinin etkisiyle şekillenen bu kuram, otoriteye itaat kavramının esasını “Tanrı” olgusuna dayandırmaktadır.
İnsanlar, tanrıya/tanrılarına itaatle yükümlüdür. Yeryüzü otoritesi de, tanrı
otoritesinin yeryüzüne “yansımış” ya
da “delege” edilmiş şeklidir. Tanrı,
emretme yetkisini, yeryüzünde kendi seçtiği bir kişiye devretmiştir. Roma
Hukuku’nda da yer almasına karşın, bu kavram asıl kaynağını kaynağını Orta Çağ
düşünürlerinden Saint Thomas’ta bulmaktadır.
Barker’in ikinci kanıtı, “ilk sahiplik” kavramıdır. Bu kavram, kaynağını dinsel
otoritelerden değil, yeryüzü kurumlarından almakta ve ilk adımda “mülkiyet hakkına saygı gösterilmesi” gerekliliği
üzerinde önemle durmaktadır. Siyasal egemenliği elinde tutanlar (ya da
yöneticiler), aynı zamanda, toprakların (bir başka anlatımla üretim araçlarının
ve toplumsal zenginliğin) tamamına ya da büyük kısmına sahip olanlardır. Başka
bir anlatımla, toprakların büyük bir kesimine sahip olanlar, siyasal iktidarı
ve siyasal otoriteyi de ele geçirmişlerdir. Mülkiyet kavramına karşı duyulması
gereken saygı, toprağın ve toplumsal servetin büyük bir kısmını elinde
tutanlara saygı duyulmasını ve onlara itaat edilmesini gerektirmektedir.
Barker’ın üçüncü kanıtı “sözleşme” kavramıdır. [5] Sözleşme kavramını ayrıntılı olarak inceleyen
Samuel Elliot Morrison, [6]
sözleşme kavramını ikiye ayırmaktadır. Birincisi, “kişiye ait sözleşme”lerdir. Bunlar, özellikle, Calvinist’lerin
geliştirdikleri ve bir anlamda tanrı ile insan arasında sözleşme yapıldığını
gösteren ya da bu anlama gelen sözleşmelerdir. Bu sözleşmeye göre, Tanrı,
insanlardan yaşamları boyunca dinsel kurallara uymalarını istemekte ve bireyler
de bunu kabul etmektedirler.
Morrison’un üzerinde durduğu ikinci tür
sözleşmeler ise “laik sözleşmeler”dir.
Bunlar, kişilerin birbirleri arasında veya kişilerle toplum arasında
yapılmışlardır. Otoriteye itaatin kaynağı olarak sözleşmeler, kendilerini
ortaya çıkaran amaçlardan hareket etmektedirler. Bireyler, korkudan kurtulmak
için veya bireysel huzuru/mutluluğu sağlamak için toplum düzenine geçerler.
Toplumsal yaşantının devamı için bireyler, yeni
toplumun oluşmasıyla ortaya çıkan “ortak
ve üstün güç”e yani egemenliğe, genel iradeye ya da siyasal iktidara itaaat
etmek zorundadırlar.
Ernest Barker’ın ileri sürdüğü bu kanıtlara,
Harold Laski iki önemli katkı getirmektedir. [7]
Laski’ye göre, otoriteye itaat olgusu ilk kaynağını “korku” kavramında bulmaktadır. Buna, Hobbes Okulu adı da
verilebilir. Çünkü, otorite, hükümetlerin/yönetenlerin “emirleri” şeklinde somutlaşmakta ve ortaya çıkmaktadır. Emirlere
itaatsizliğin yaptırımı/cezası ağır ve
şiddetlidir. Bir başka deyişle, otorite, korkutucudur.
“Roussseau
Okulu” olarak adlandırılan ikinci
yaklaşım, otoriteye itaat olgusunu “uyum”
yani “anlaşma” kavramına
dayandırmaktadır. Devletin amacı, toplumda gerçek özgürlükleri ve bundan daha
önemli olarak eşitliği sağlamaktır. Bireyler, bu amaca ulaşabilmek için bir
araya gelirler. O halde, devletin amaçlarına ulaşabilmesi için bireylerin
devletin/otoritenin emirlerine itaaat etmeleri gerekmektedir.
Ana hatlarını açıkladığımız ve “siyasal otorite” olarak
adlandıracağımız bu kavram, geçmişte ve özellikle günümüzde “temel hak ve özgürlükler” kavramına
ağırlık kazandırmakta ve özgürlüklerin siyasal otoriteye karşı korunması
sorununu ortaya çıkarmaktadır.
Günümüzde, üzerinde durulması gereken ikinci
otorite kaynağı, “ekonomik güç ya da
otorite” olgusudur. Her ne kadar, siyasal otorite, ekonomik güç
sahiplerinin etkisi ve yönlendirmesi altında ise de, ekonomik güç kavramı ayrı
bir tartışma konusu olarak ele alınmalıdır.
Laski, “siyasal otorite, ekonomik
otoritenin kaynağıdır” derken bu gerçeği dile getirmeye çalışmaktadır. [8]
Üretim araçlarına “sahip
olanların”, “sahip olmayanlar” üzerindeki üstünlüğünün kesin ve açık örnekleri, insanlık tarihinin
tüm evrelerinde görülmektedir. Maurice Duverger’nin sıklıkla kullandığı “siyasal çatışma” deyimi de, aynı anlamı
taşımaktadır. İnsanlık tarihinde “sahipler”
ile “sahip olmayanlar” arasındaki
çatışma, siyasal otoriteyi her zaman ele geçirilmesi ve kullanılması gereken
bir araç konumuna getirmiştir. Bu aracı ele geçirenler hem daha güçlü konuma
gelmişler ve hem de toplumsal ve ekonomik kaynakları kendi yararlarına
kullanmaya başlamışlardır.
İlk Çağ’ın Yunan şehir-sitelerinde asillerin asıl
uğraşı alanının felsefe olması gerektiği yolundaki yaygın kanı, aslında,
belirli bir toplumsal kesimin öteki sınıflar üzerinden geçimlerini sağlamaya
çalışmaları anlamına gelmektedir.
Orta Çağ’da, bu sav, görünmez ve karanlık olmaktan
kurtulmuş ve giderek daha çok açıklık
kazanmıştır. Derebeylerin köylüler ve kralların derebeyler üzerindeki baskısı
bu gerçeğe işaret etmektedir. Yeni Çağ’ın önemli imparatorluklarında ve Yakın
Çağ’ın endüstri devriminde çok daha fazla önem kazanan bu sorunsal günümüzde
öneminden hiçbir şey kaybetmemiş görünmektedir. Hatta, gelişmekte olan
ülkelerde önemi daha da fazla artmıştır.
Buraya kadar yaptığımız açıklamaları özetlemek
gerekirse, özgürlükleri sınırlayan tek ve ana olgu “otorite”dir. Ekonomik veya siyasal otorite karşısında
özgürlüklerin korunması gereksinimi, günümüzde, tüm dünyada ve özellikle de
gelişmekte olan ülkelerde özgürlüklerin yalnızca “korunması” değil aynı zamanda “gerçekleştirilmesi”
sorununu toplumların siyasal tartışma gündemine sokmakta ve sorun tüm dünyada
siyasal açıdan çözülmesi gereken sorunların en önemlisi olmak niteliğini
kazanmaktadır.
Bertrand Russell’ın da belirttiği gibi, “asıl sorun” özgürlüklerin “platonik” bir anlam taşıması değil, “gerçek ve somut bir olgu ve nesne olarak
gözle görülebilmelerindedir.” [9]
Çalışmanın öngördüğü amacın elde edilebilmesi
için, önce, inceleme konusu olan üç temel kavramın tarihsel gelişim çizgisi
içinde geçirdiği evrim ve değişimler incelenecek, ikinci aşamada siyasal
iktidarın sınırlanması ve özgürlüklerin güvence altına alınması için anayasa
hukuku ve anayasacılık öğretilerinde, kuramlarında ve uygulamalarında ortaya
çıkan kavram, kurum ve yöntemler saptanacak ve daha sonra da, bunların 1961 ve
1982 anayasalarının betimlediği Türk
anayasal sistemi içindeki gerçekleşme koşulları üzerinde durulacaktır. Bu
bağlamda, ayrıca, özgürlüklerin sınırlanması sorunu özellikle ele alınacak ve
1982 Anayasası ile ilgili olarak 2001 yılı öncesinde ve 2001 yılında yapılan
anayasa değişikliklerinin taşıdığı anlam ve önem açıklanmaya çalışılacaktır.
DEVLET, ÖZGÜRLÜK VE SİYASAL İKTİDAR KURAMLARININ TARİHSEL
GELİŞİM ÇİZGİSİ
Antikite Dönemi
Antikite eski Yunan şehir siteleri ile
Roma İmparatorluğu dönemini kapsamaktadır. “Devlet”,
“özgürlük” ve “otorite” kavramları arasındaki ilişkilerin tarihçesinin ele
alınacağı bu bölümde önce konuyla ilgili kuramsal gelişmeler üzerinde durulacak
ve daha sonra da üç kavram arasındaki ilişkilerin uygulamada aldığı biçim
tartışma konusu yapılacaktır.
Eski Yunan Sitelerinde
Özgürlük Anlayışı
Eski Yunan’da, devlet, özgürlük ve otorite kavramlarıyle ilgili
kuramsal gelişmelerin bilinebilmesi için Plato, Aristo ve “stoisyen”ler üzerinde durmak gerekmektedir.
Plato’nun Devlet, Özgürlük
ve Otorite Kuramı
“Devlet” kavramı üzerinde duran ilk filozof olarak kabul
edilen Plato, devleti yaratan ana olgu olarak toplum içindeki sınıflaşma
gerçeğine işaret etmiştir. Plato’ya göre, toplum bireyler, askerler ve
yöneticilerden (guardians) oluşur.
Plato’ya göre, toplumsal otoriteyi elinde tutan devletin ana amacı toplumda
(sitede) adaleti sağlamaktır. Bu amacı sağlayabilmek için, Devlet, toplumsal
yaşamın bütün kesimlerine karışabilir. Devlet, böylelikle, toplumsal düzenin
kurucusu ve koruyucusu olacaktır.
Plato, özellikle, sitedeki bireylerin eğitilmesi
gereksinimi üzerinde durmuş ve bireylerin
eğitilmesi görevinin devlete ait olduğunu belirtmiştir. [10] Plato, kişinin, eşini seçmesini ve anne, baba ve çocuklardan meydana gelecek
aile yaşamının toplumsal düzende önemli rol oynaması gerektiği yolundaki
düşünceleri reddetmiştir. Bu yaklaşım, Plato’nun mülkiyet konusundaki
düşünceleriyle de örtüşmektedir. Plato, toplumda bütün kadınların ve çocukların
ortak ve topluma ait olmalarını istemiştir. [11] Ord. Prof. Okandan’a göre, Plato’nun bu
tercihinin ana nedeni site yararını/çıkarını güvence altına almaktır. “Aile” olgusu, devlete karşı
ilgisizliğin artmasını, topluma karşı duyulması gereken sevgi ve ilginin
dağılmasını, aile içi sevginin başat konuma gelmesini ve aile çıkarlarının site
çıkarlarına tercih edilmesini gerekli kılar ve bireyler arasında uyuşmazlık ve
anlaşmazlıkların doğmasına ve bu yolla da
Site’de barış ve huzurun bozulmasına neden olur. [12] İnsanlar arasında toplumsal farklılaşmalar
olduğunu belirten Plato, özel mülkiyet ve aile oluşturma haklarının yalnızca
site yöneticilerine tanınmasını istemiştir.
[13] Ekonomik düzen konusundaki düşüncelerini “ilkel komünizm” olarak
adlandırabileceğimiz Plato, altın ve gümüşün kullanılmasını yasaklamakta,
servetin ve üretim araçlarının mülkiyetinin topluma ait olmasını istemekte ve
böylelikle de bireylerin toplumsal yaşama tam olarak katılmalarını sağlamayı
öngörmektedir. [14]
Yukarıdaki düşünceleri gözönüne alındığında,
Plato’nun aşırı devletçi ve totaliter nitelik taşıdığı görülür. [15] Bu genel çizgi içinde Plato, bireyin
özgürlüğü kavramını reddetmiş ve toplumsal ve bireysel gereksinim duygusundan
yola çıkarak, bireyin topluma/siteye/devlete karşı sahip olduğu tek hakkın
bireysel ve toplumsal gereksinimlerinin giderilmesini istemek olduğunu
söylemiştir. Bireysel ve toplumsal gereksinimleri karşılıyacak kurum ise
devlettir. Devleti yaratan bireyler arasında eşitsizlik ve adaletsizlik
görülmesinin olağan ve doğal olduğunu belirten Plato, devlet otoritesinin
güçlülüğünü, bireysel hak ve özgürlüklerin varlığına yeğ tutmaktadır.
Sonuç olarak, Plato -kendi düşünce sistemi içinde-
birey haklarının korunması gibi bir sorunun olmadığına inanmaktadır.
Aristo’nun
Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramı
Devlete verdiği üstün önemle
Plato’ya yaklaşan Aristo, bu devletin önemini başlıca iki nedene
dayandırmaktadır. Bir kere, Aristo’ya
göre, devlet en üstün toplumsal örgütlenme şeklidir. İkincisi, devletin
amacı “en iyi” olmaktır. [16]
Aristo’ya göre, en iyi olmak ise kamunun gönenç ve mutluluğunu
gerçekleştirmektir. [17] Bu tür devlet anlayışı, kaynağını aile
kavramından almaktadır. [18]
Ünlü düşünür Bertrand Russel, Aristo’nun bu konudaki görüşlerini şöyle
özetlemektedir: “devlet, kusursuz ve
kendi kendine yeterli aile ve bireylerin toplamıdır.”
Aristo, bu bağlamda,
Plato’nun aile kurumu ile ilgili görüşlerine karşı çıkmıştır. Aile kavramında
olduğu üzere, Aristo, Plato’nun mülkiyet hakkındaki görüşlerini de
eleştirmiştir. Aristo, bireylerin özel mülkiyete sahip olma haklarını
savunurken, Plato’nun savunduğu ortak mülkiyet kavramının toplumda tembelliği
ve çalışmamayı özendireceğini ileri sürmüştür. Bireylerin ticaret yapmak
hakkına da sahip olduğunu belirten Aristo, ticaretin serveti doğurduğunu kabul
etmekte ve ticareti ikiye ayırmaktadır. Birincisi, “eşit ticaret-eşit tüketim” esasına dayanır. Bu yerinde ve gelir
getiren ticarettir. İkincisi, “değişim”e
dayanan ticarettir. Aristo, bu tür ticareti uygun bulmamakta ve
reddetmektedir. [19]
Mülkiyet konusundaki görüşleriyle Plato’dan
ayrılan Aristo, eşitsizlik konusundaki düşünceleriyle Plato’ya yaklaşmıştır.
Aristo, esirliğin ve eşitsizliğin doğal olgular olduğu konusunda ısrarlı olmuş
ve “doğumdan itibaren bazıları yönetilmek
ve bazıları da yönetmek üzere işaretlenmişlerdir” demiştir.
Aristo,
“Politika” isimli eserinde, devletin kaynağını ailede bulduktan sonra,
devletin temel unsurlarını da belirlemektedir. Aristo’ya göre, devletin ilk
unsuru “halk”tır. Çeşitli
yurttaşlıklardan fakat genellikle orta sınıf bireylerden meydana gelen “halk”tan, “köle”ler çıkarılırsa geriye
“yurttaşlar” kalmaktadır. Yurttaşlar, yasa yapma, yasaları uygulama, kamu
işlerini yürütme ve yargı yetkisini kullanma haklarına sahiptirler. Aristo’ya
göre, devletin ikinci temel unsuru “toprak”tır. Üçüncü temel unsur ise “bireysel mülkiyet”tir. [20]
Aristo, devletin, toplumsal istekleri akla uygun
duruma getirme aracının Anayasa olduğuna inanmaktadır. Anayasa, siyasal
topluluğun amaçlarını saptar ve topluma duyurur. [21]
“Yasalar anayasa çerçevesi içinde
olmalıdır” diyen Aristo, yasası olmayan insanları “hayvanların en değersizi” olarak nitelendirmektedir. Aristo, “devletin varlığı yasaların varlığına
bağlıdır” [22]
diyerek yasaları toplumsal yaşamın temel direkleri saydığını açıklıkla ortaya
koymuştur. Aristo’ya göre, devlet işleri yasalara dayanarak yönetilir ve
yürütülür.
Yukarıda belirtilen kısa çizgilerden bazı genellemelere
ulaşmak gerekirse, Aristo’nun özgürlüklerin korunması ve gerçekleştirilmesi
konusunda Plato’dan çok daha önemli görüşler ürettiği anlaşılmaktadır.
Aristo’nun devlet kavramı ve anlayışı, Plato’ya göre çağımızın devlet kavramına
ve anlayışına daha yakındır.
Plato’nun aksine olarak, Aristo özgürlüklerin
varlığını tanımıştır. Devleti, bir anlamda, toplumsal ve bireysel
gereksinimleri yerine getirmekle ödevli saymış ve böylelikle de bireysel
özgürlüklerin gerçekleşmesini sağlamak istemiştir. Aristo, devletin bu görevini
yerine getirmesi sırasında yasalara uygun davranmasını isterken günümüzün en
geçerli devlet niteliklerinden biri olan “hukukun
üstünlüğü” ilkesinin önemine de başarılı bir şekilde işaret etmektedir.
Kısacası, Aristo, eşitsizliği doğal bulmakla
birlikte, devletin bireysel özgürlüklerin devamını sağlaması durumunda “adalet”e ulaşılacağını belirterek,
özgürlüklerin korunmasının siyasal otoritenin sınırlanmasına bağlı olduğunu
söylemek istemektedir.
Stoisyenler’de
Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramı
Antikite döneminde
özgürlüklerle ilgili en gelişmiş düşünce akımının “stoicism” olduğu görülmektedir. Aristo ve Plato’dan çok ileri olan
bu akım iki temel kavrama dayanmaktadır: insanların özgürlüğü ve doğa. Eski
Yunan’da, Zeno, Chrysippus ve Posidonius tarafından geliştirilen bu düşünce
biçimi, “özgürlük” ve “doğa” kavramlarını açıklayabilmek için
öncelikle “erdemlilik” kavramı
üzerinde durmaktadır. Stoikler’e göre, erdemlilik, iyi veya kötü tüm baskılara
dayanabilme gücüdür. Stoisyenler’e göre, ancak baskılara katlanabilen insan “doğal”dır ve ancak doğal insan “mutlu”dur. Stoiler’e göre, bir
hapishanede çevresiyle tüm ilişkileri kesilmiş olsa dahi, “mutlu insan” ya da “kendini mutlu sayabilen insan”, “özgür”dür. [23]
Stoisyenler bu görüşleriyle, doğal hukuk
kavramının ilk tohumlarını serpmişlerdir. Stoisyenler, doğanın -bir bütün
olarak- değişmez doğa yasalarıyla yönetildiğine inanıyorlardı. [24]
Okandan, bu konuda, şunları söylemektedir: “Stoisyenler’e göre, insan ancak, kendi
tabiatı hakikisini takip eylediği takdirde hür olabilir ve bu vaziyet hür
insanlarla hür olmayanlar arasında o zamana kadar mevcut bu türlü farkların
ortadan kalkmalarını mümkün kılar. Rasyonel bir varlık olan ve tamamen
birbirlerine benzeyen insanlar için mevcut siyasi teşekküllerin üstünde insan
tabiatının ve ona tekabül eyleyen rasyonellik yasasının ayniyeti üzerine
mücesses, umumi bir cemiyetin mevcudiyeti bahis mevzuu olmaktadır. Fertlerin
hepsi, aralarında hiçbir fark olmaksızın, aynı siyasi teşekkülün yurttaşı
sıfatını iktisap etmekte ve fertlerin hür olmalarını kabul eylemeyen tabiat
kanunu, insanların cümlesi için adaletin tahakkukunu istemektedir.” [25]
Özgürlükler konusunda son derecede ileri görüşler getiren
stoisyenler, buna karşın, özgürlüklerin güvencesi sorunu üzerinde durmamışlar
ve özgürlükleri baskı altına alacak unsurları sınırlama konusunda yeterli
çabayı göstermemişlerdir. Hatta,
özgürlüklerin sınırlanabileceğini dahi kabul etmişlerdir. Stoisyenler, “baskıya boyun eğmek” gerektiğini
düşünmektedirler. “Baskıya boyun eğme”
kavramı ise özgürlüklerin yokluğunu kabul etmekle eş anlamlıdır.
Çağımızın özgürlük anlayışına aykırı olan bu düşünme
biçimi Stoisyenler tarafından “akla
uygun” bulunmaktadır. Zira, onlara göre, ancak, baskılara dayanabilen insan
erdemlidir, erdemli insan mutludur ve
mutlu insan özgürdür.
Uygulama:
Atina’da Devlet, Özgürlük ve Otorite
Eski Yunan sitelerinden
günümüzde en fazla üzerinde durulanı Atina olmuştur. Atina’nın önemi, 18 inci
ve 19 uncu yüzyıllarda Avrupa’da başlayan doğrudan demokrasiyi arama ve
gerçekleştirme eylemleriyle daha da artmıştır. Bu bağlamda, Atina’daki siyasal
yapılanma ilkeleri, siyasal kurumlar ve süreçler incelenmiş ve Atina sitesi bir
gerçek demokrasi örneği olarak kabul edilmiştir.
Mayo, “Demokratik Teoriye Giriş” adlı yapıtında, bu bağlamda üç neden
ileri sürmektedir. Bir kere, Atina’da karar alma yetkisi yurttaşların tümüne
aittir. İkincisi, yurttaşlar eşit siyasal ve hukuksal haklara sahiptirler.
Örneğin, tüm yurttaşlar memur olabilme ya da kamuda çalışabilme hakkına
sahiptirler. Nitekim, yargı görevini yerine getiren “jüri”ler yurttaşlardan oluşur. Üçüncüsü, Atina’da siyasal ve
toplumsal özgürlükler de gerçekleşmiştir. Özellikle, anlatım özgürlüğü anlamına
da gelen, “tartışma özgürlüğü”
sistemin temel taşı olarak kabul edilmiştir.
[26] Mayo, bunları belirttikten sonra, Atina
uygulamasının altında yatan varsayımları araştırmaktadır. Mayo’nun ileri
sürdüğü ilk varsayım, yurttaşların Site’ye, Polis’e yani, devlete olan
bağlılıklarıdır. Bir başka varsayım, devlet görevlerinin herkes tarafından
yerine getirebileceği kavramıdır. Yurttaşlar, Site’ye ilişkin sorunlara ve
Site’nin yönetilme koşullarına ve biçimine ilgi duymak zorundadır. Mayo’ya
göre, özgürlüklerin ve özellikle “site” yönetimine katılma özgürlüğünün
varlığı, bu varsayımların haklılığının temel dayanak noktalarıdır. [27]
Mayo’ya göre, bu koşullar altında Atina demokrasisi, bir “doğrudan demokrasi sistemi” idi ve sistemin temel özelliği de
yurttaşların yasaya karşı duydukları saygı olmuştu.
Atina’da, kişisel çıkarlar, kamu çıkarından sonra
gelirdi. Yurttaşların yaşamı, ancak Site’ye hizmet etmekle ve Site’nin yönetimine katılmakla değer kazanırdı. [28]
Laski ve Russell ise bu görüşe karşı
çıkmaktadırlar: Atina’da işleyen ve başarılı olan sadece yurttaşların yönetime
katılma ilkesidir. Onlara göre, “yurttaş”
kavramı Atina’da oldukça dar sınırlar içinde tutulmuştur. “Yurttaşlık” bir doğum işidir.
Yabancılar ve köleler, Atina’da doğmuş olsalar dahi, yurttaş olarak kabul
edilmezler. Bu nedenle, onlar kamusal işlerle uğraşmak hakkına da sahip
değildirler. Yabancıların ve kölelerin tek görevi tarımla uğraşmaktır. Oysa,
Atina’da yurttaşların sayısı yurttaş olmayanlardan daha azdır. O halde, Laski
ve Russell’e göre, Atina’da “aristokratik bir despotizm” siyasal sisteme egemen
olmuştur. [29]
Ernest Barker’a göre ise, “Atina demokrasisi” ve “site”si,
site olabilmenin ötesinde bir kavramdır. Atina Sitesi, “bir ahlak ve din birliği”dir. Atina Sitesi, aynı zamanda,
bireylerin ekonomik gereksinmelerin karşılandığı bir toplumdur. Kısacası,
Barker’a göre, şehir-siteleri aslında birer “topluluk-devlet”dir.
[30]
R. G. Okandan da, Atina’da tam bir demokratik
sistemin var olmadığını kabule yanaşmakta ve şunları söylemektedir: “Atina Sitesi’nde iktidarın belirli bir
zümre tarafından kullanıldığını, hakiki sistemin demokratik değil, aristokratik
olduğunu görmekteyiz… Nitekim, Perikles’in ölümünden sonra, demokrasi diye
tavsif edilen sistemden eser bile kalmamış, memlekete demagoji ve demagoglardan
mürekkep oligarşi tam manasiyle hakim olmuştur.”
Açıklıkla görülmektedir ki, Atina’da özgürlükler
sadece yurttaşlara aittir. Yurttaşlar açışından tam bir özgürlük ortamının
olduğu kabul edilmelidir. Yurttaşlar, gerek karar alma erkine ve gerekse
yürütme erkine katılabilmektedir. Bu sistemde, özgürlüklerin güvenceye
bağlanması söz konusu olmamaktadır: yurttaş kimliğine sahip olmak ve yurttaş
olduğunu ispatlayabilmek bütün özgürlüklerin güvencesi olmak anlamını
taşımaktadır.
Bir yurttaşı siyasal haklarından yoksun bırakmak
ancak çoğunluğun alacağı bir kararla olabilir. Bir yurttaş istenmeyen bir
eylemde bulunmuşsa ya da suç işlemişse cezalandırılmalıdır. Böyle bir anlayış
ve uygulama biçimi ise, o zamanın koşullarına olduğu kadar günümüzün anlayışına
da uygun düşmektedir.
Sparta’da Devlet, Özgürlük ve Otorite
Atina Sitesi büyük çapta Aristo’nun öngördüğü
siyasal sistemi andırmaktadır. Buna karşılık, Sparta’daki siyasal rejim ve uygulamalar geniş ölçüde Plato’nun
görüşlerini yansıtmaktadır. Sparta’da üç temel sınıf vardır: yabancılar,
köleler ve yurttaşlar. Yabancılar, siyasal otoriteye katılma hakkına sahip
değildi. “Helot” olarak adlandırılan
köleler, toprağın doğal bir parçası olarak kabul edilmekte ve üçüncü sınıf
insan olarak kabul edilmekteydi.
En üstün sınıf ise, “yurttaşlar” sınıfıydı. Bu sınıf da kendi içinde ikili bir ayrım
taşımıştır: yöneticiler ve askerler. Askerlik, bütün Sparta yurttaşlarının
taşıması gereken en üstün nitelikti. Çocukların doğdukları andan itibaren
ailelerin elinden alınması ve “kamp”larda
yetiştirilmesi; son derece disiplinli bir eğitimden geçirilmesi ve hatta 20 ile
30 yaşları arasında evlenme yasağına konu olmaları Sparta siyasal rejiminin
dikkat çeken yanlarıdır. [31]
Sparta’da, toprağın büyük kısmı ailelere ve az bir
kesimi devlete aitti. Aile topraklarının beşte ikisi, kadınların elindeydi.
Sparta’da, Devlet, toplumsal yaşamın ana
düzenleyicisidir. Ancak, bu olgu Atina uygulamasının daha ötesine gitmekte ve
devlet varlığını duyurabilen tek siyasal kurum konumuna gelmektedir. Sparta’da,
esas olan, devlettir. Yönetime ve yöneticilere saygı gösterilmesi toplumun
temel niteliklerinden olan “disiplin”
sistemiyle güvence altına alınmaktaydı. Böylelikle, Spartalı’lar mutlak,
despotik bir yönetimin baskısı altında yaşamaktaydı.
Yurttaşların diğer bölümünü yöneticiler
oluşturmaktadır. Bunlar arasında en önde gelenler savaş ve barış zamanında
göreve getirilen iki ayrı kral, yaşlılar meclisi üyeleri, Genel Meclis üyeleri
ve “ephor” olarak adlandırılan beş
büyük yargıçdır.
Atina’nın aksine, Sparta’da özgürlük kavramına
rastlanmamaktadır. Onun yerini, “ödev”
kavramı almıştır. Özellikle, “askerlik
ödevi” özgürlüğün yerine “disiplin”i
getirmiştir. Sparta’da “verilen emirlere
uyma” ve “vatan için özveride
bulunma” özgür yaşamakla eş anlamlıdır.
Bu tür bir anlayış ve siyasal rejim çerçevesinde,
bireysel hak ve özgürlüklerin korunması
ve bir güvenceye bağlanması sorununun ortaya çıkamayacağı açık bir gerçektir.
Eski Roma’da Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları
Eski Yunan’da olduğu gibi, Roma İmparatorluğu
döneminde devlet, özgürlük ve otorite kavramlarının kuramsal içeriklerinin
incelenmesi gerekmektedir. Bu bölümde, her üç kavramın kuramsal özellikleri ele
alınacaktır. Bu bağlamda, Polybius, Cicero ve Romalı Stoisyenler (Posidonius,
Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius) inceleme konusu yapılacaktır.
Polybius
Polybius’un devlet kuramı,
daha önceki düşünürlerin ortaya koyduğu görüş ve verilere dayanmaktadır.
Polybius’un ilginç olan yanı, “iktidarların
dolaşımı” kuramını geliştirmiş olmasıdır. Okandan, Polybius’un bu konudaki
görüşlerini şöyle özetlemektedir: [32]
Polybius’a göre, devlet doğal bir olaydır, çünkü, devlet kendiliğinden doğar,
oluşur ve gelişir. İlk bakışta, devlet, bir siyasal gücün ortaya çıkışı
şeklinde kendi göstermektedir. Başlangıçta, siyasal gücün sahipleri tarafından
oldukça serbest bir şekilde kullanılmasına karşın, zamanla insanlar arasında “iyilik”, “yasa” ve “dostluk” gibi kavramlar türemiştir.
İktidarı ellerinde tutanlar, siyasal güçlerini kötüye kullanınca, halklar
ayaklanmış ve kralları/yöneticileri/iktidar sahiplerini devirmişlerdir. İktidarların
dolaşımı kuramına göre, devrilen monarşik rejimlerin yerini aristokratik
rejimler alır. “Aristokrasi” olarak
adlandırılan sistemlerde, siyasal gücü elinde tutan azınlık grup,
iktidarlarının başlangıç döneminde, toplum çıkarını gözeten kamuya yararlı
çalışmalar yaparlar. Aristokratlar, daha sonraki aşamalarda, sadece kendi
çıkarlarını düşünürler ve amaçlarını baskı, şiddet ve zor yoluyla elde etmeye
başlarlar. Bu tür siyasal rejime, “oligarşi”
denir. Bu olumsuz değişim sürecinin doğal sonucu, Polyubius’a göre, yeni bir
ayaklanma/ihilal/devrimdir. Devrimle, “oligarşi”
yıkılır, yerine “demokrasi”
getirilir. Demokrasi, özgürlük ve eşitlik kavramlarını içinde taşır. Ancak,
zamanla bazı toplumsal sınıfların diğer toplumsal sınıfları baskı altına alma
çabaları demokrasiyi karmaşaya sürükler. Karmaşa ortamının sonucunda, halk
eylemi yoluyla demokrasi yıkılır ve yerine yeniden “monarşi” gelir.
“ANACYCLOSIS”:
SİYASAL ÇEVRİM
“İLKEL TOPLUM”
(MONARKIN GÜCÜNÜ AHLAKİ
DEĞERLERİN
VE ADALETİN ÜZERİNE YANSITMASI)
KRALLIK (bozulma) Tiranlık (halkın
tiranı devirmesi)
Aristokrasi (yozlaşma) Oligarşi
(halkın oligarşiyi devirmesi)
Demokrasi (yozlaşma) “Ochlocracy” (çete yönetimi)
Bu açıklamalardan çıkan sonuç, Polybius’un özgürlükler ve
özgürlüklerin güvencesi üzerinde duran ilk düşünür olduğudur. Polybius,
yönetimleri iyi ve kötü olarak ikiye ayırırken onlar arasında bir seçim
yapmanın olanaksızlığını belirtmiş ve çözüm yolu olarak “karma yönetim” tipini önermiştir. Bu yönetimin amacı, “kamu yararına” çalışmaktır. Yalnızca
kamu yararına çalışan yönetimler iyidir. Yönetimin kamu yararına çalışması
durumunda, toplumsal çarpıklıklar ortadan kalkar ve toplumsal ve bireysel
tatminsizlik duygusu yok olur. Bu tür yönetimlerde, toplum içinde barış ve
huzur ortamı oluşur.
Polybius’un diğer önemli bir özelliği de,
bireylerin zalim iktidarlara karşı “direnme
hakkı”na sahip olduklarını belirtmiş olmasıdır. Polybius’un bu
yaklaşımıyla, bireysel özgürlükler, ilk kez, somut ve maddesel bir güvenceye
bağlanmış olmaktadır: yönetimler baskıya, şiddete, kaba güce ve zor kullanmaya
kaydıkça ve kamu yararını değil, yalnızca kendi çıkarlarını düşündükçe
halkların yönetimi ve yöneticileri değiştirme hakları vardır.
Marcus
Tullius Cicero
“Devlet Hakkında”, “Ödevler
Hakkında” ve “Yasalar Hakkında”
adlı eserleriyle siyasal bilimler alanında önemli bir yeri olan Cicero [33],
“doğal hukuk” kavramının önemli
öncülerindendir.
Cicero’ya göre, insan
hakkının üstünde, evrensel bir akıl vardır. Yazılı yasalar, bu doğal yasalara
uygun olmalıdır. Cicero’ya göre, bir kuralın “yasa” olabilmesi için kamu yararı gütmesi gerekir. Cicero, esasen,
devletlerin amacının kamu iyiliğini gerçekleştirmek olduğuna inanmaktadır.
Cicero’ya göre, devlet, herşeyden önce, toplumun iyilik ve çıkarlarını güvence
altına almalıdır.
Roma Stoicismi
Roma’lı “stoisyen”ler,
geniş ölçüde, Yunan “stoisyen”lerine
benzerlikler göstermektedir. [34]
Posidonius, Seneca, Epictetus ve Marcus Aurelius “stoicism”in “özgürlük” ve
“akıl”la ilgili görüşlerini
yaşadıkları dönemin koşullarına uyarlamaya çalışmışlardır.
Seneca, Roma stoisyenleri
arasında en fazla dikkate çarpan düşünürdür. Seneca’ya göre, mutlak özgürlük en
seçkin olanların ve en iyi olanların
yönetimi altında yaşamaktır. Kötü insanların yönetiminde, özgürlüklerin varlığı
söz konusu olamaz. Seneca’ya göre, özgürlüklerin güvencesi iyi yönetimlerin
seçimi ve iş başına getirilmesindedir.
Seneca’dan daha dikkate
değer görüşler ileri süren Epictetos, özgürlüklerin ilk kez tanımlayan
düşünürdür. Epictetos ile özgürlük kavramı yeniden doğmuş ve tanımlanmıştır.
Siyasal alanda oldukça ileri olma niteliğini taşıyan bu tanım eksiksiz ve akla
uygun olması özellikleri ile daha da fazla değer kazanmaktadır: özgürlük, insan
iradesinin oluştuğu yönde hareket edebilmek gücünden ibarettir. [35]
R. G. Okandan Stoisizm’i şu
şekilde tanımlamaktadır: Stoisyenlere göre, doğa gibi ortak bir kaynağa sahip
olan insanların hepsi akıl sahibi varlıktırlar, aralarında hiçbir toplumsal
fark yoktur ve aralarında tam bir eşitlik egemen bulunmaktadır.
Orta Çağ
Marc Bloch, Feudal Society adlı iki ciltlik
eserinde Orta Çağ feodalitesini birbirlerinden çok farklı ekonomik, toplumsal
ve siyasal özelliklere sahip birinci ve ikinci feodalite dönemi olarak ikiye
ayırarak incelemektedir.
Birinci
Feodalite Dönemi
Feodalitenin birinci dönemi Hristiyanlığın
doğumundan 12 nci yüzyıla (reformasyon ve rönesans hareketlerinin ortaya
çıkmasına) kadar olan dönemi kapsamaktadır. Bu döneme damgasını vuran iki
önemli olgu hristiyanlık ve müslümanlık gibi iki önemli dinin ortaya çıkmış
olmasıdır. Aşağıda, her iki dinin, devlet, özgürlük ve siyasal otoriteyle
ilgili görüşleri özetlenmiştir.
Hristiyanlığın
Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları
Genel bir düşünce olarak, “hristiyanlık”ın
kaynağını “yahudilik”ten aldığı,
ancak, bu dinin öğretilerini eski Yunan düşünürlerinin öngörülerinden süzerek
olgunlaştırdığı kabul edilir. [36]
Bu görüş, ilk kez, MS 185-254 tarihleri arasında yaşayan Origen’in “Contra Celsus” adlı yapıtıyla ortaya
konmuştur. Origen, yapıtında, yukarıdaki görüşü benimseyen Celsus’u
eleştirmekte ve onun düşüncelerinin yanlışlığını göstermeye çalışmaktadır.
Origen, yapıtında, aynı zamanda, hristiyanlığın tarihsel ve politik bir olay
olarak taşıdığı önemi de ortaya koymaktadır.
Origen’e göre, “Tanrı”, “saf akıl”, “özgür vicdan”
ve “ölümsüzlük” gibi görüşleriyle
hristiyanlık, bir anlamda, insan düşüncesinin, o güne kadar bilinenlerden daha
farklı konular ve kavramlar üzerinde yoğunlaşmasında önemli rol oynamıştır.
Özellikle, eski Atina uygarlığının sona ermesiyle başlayan şiddete ve baskıya
dayalı yönetimlere karşı yeni bir kurtuluş yolu öneren bu yeni din, aynı
zamanda, kişilerin doğal olarak ve doğumla kazanılan özgürlükleri kavramını da gündeme getirmekle siyasal
açıdan bir başka önem daha kazanmıştır.
Hristiyanlığın özgürlük
kavramı üzerine etkilerinden söz ederken hristiyanlığın gelişiminde rol oynayan
ve “Kilise Doktorları” olarak tanınan
St. Ambrose, St. Jerome ve St. Augustinus’i incelemek gerekmektedir.
St. Ambrose, bir tartışma
ile tanınmış ve ünlenmiştir. Konumuz bakımından önem taşıyan bu tartışmada, St.
Ambrose, hristiyanların mensubu bulundukları dini ispatlayabilmek için
açıklamaya zorlanmalarını “zalimlik”
olarak nitelendirmiştir. [37]
St. Ambrose, insanlara dinleri konusunda baskı yapılmasını önlemek istemiş ve
böylelikle de bir anlamda vicdan özgürlüğünün öncülüğünü ve savunuculuğunu
yapmıştır.
Ancak, St. Ambrose’un bu
özelliğini abartmamak gerekir. St. Ambrose, vicdan özgürlüğünü, yalnızca
hristiyan olanlara tanımak istemiş ve hristiyanlığı kabul etmeyenlerin bu dine
girmeye zorlanmalarında bir sakınca görmemiştir.
St. Jerome ise, savaşlara
karşı olan tutumuyla tanınır. St. Jerome, savaşların insanlar üzerinde yaptığı
yıkımı gözönüne alarak, savaşların önüne geçilmesini istemiş ve böylelikle de “kişi güvenliği” kavramının ilk
habercisi olmuştur. [38]
İlk iki doktordan daha
dikkate değer olanı Papa Birinci Gregory’dir. “Ulusların kralları ile cumhuriyetlerin imparatorları arasında şu fark
vardır: ulusların kralları esir insanların efendisi olduğu halde,
cumhuriyetlerin imparatorları özgür insanların efendisidir” [39]
derken, Büyük Gregory, bir yandan, cumhuriyet yönetiminin despotik nitelikli
yönetimlere karşı üstünlüğünü göstermek istemiş ve diğer yandan da, esirlik ve
özgürlük kavramları arasında belirgin bir ayırım yaparak, özgürlük kavramının
önemini ve değerini belirtmeye çalışmıştır.
Klise doktorları arasında en
fazla değer kazanan ise St. Agustinus olmuştur. St. Agustinus’un, “Tanrı Şehri” adlı yapıtı çağının birçok
engelini aşarak döneminde dikkate değer bir önem kazanmıştır. [40]
St. Augustinus, bu çalışmasıyla, baskı altında tutulan talihsiz insanların
eline güçlü bir savunma aracı vermiştir. Bu araç, “Tanrı Şehri” - “Dünya Şehri” ayrımıdır. Bu ayırım, klise ile
devlet kavramlarının ayrılması ve “laiklik”
kavramının güç kazanması anlamına gelmektedir.
Hristiyanlığın özgürlükler
konusuna katkısı, kanımızca, oldukça önemli olmuştur. “Özgür irade” ve “saf akıl”
gibi kavramlar, özgürlüklerin gelişiminde önemli dönemeç taşları olmuştur.
Ancak, hristiyanlıkta özgürlük sadece dindaşlara tanınmış ve özgürlük, yalnızca dindaşlar adına
savunulmuştur. Nitekim, hristiyanlık, özgürlüklerin güvencesi olabilmeleri
bakımından sadece “ahlak” ve “din” ölçütlerini getirebilmiştir.
Otoriteyi elinde tutanları sınırlayan tek unsur din ve tanrı korkusudur.
Bu ana sınırlayıcı ilkeler,
önceleri, imparatorlara ve krallara kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Daha
sonraki dönemlerde, siyasal iktidarı monarklardan devralan papalar, sahip
oldukları dinsel üstünlüğün yanına siyasal egemenliği yani siyasal üstünlüğü de
koymuşlar ve iktidarlarını güçlendirmişlerdir. Siyasal egemenliği elinde tutan
papanın ana sınırlayıcıları tanrı, İsa
ve onların sözlerinin yazılı biçimi olan İncil’dir. Papa, günlük
uygulamalarına İncil’de dayanak buldukça meşru sayılmaktadır.
Ancak, özgürlüklerin
güvencesinin, papa dolayısiyle İncil’de aranması inandırıcı ve güvenilir
değildir. Zira, İncil’i uygulamak durumunda olan Papa, aynı zamanda, İncil’i
yorumlamak hakkına da sahiptir. Bu durum, papaların siyasal otoritelerinin
sınırlanmasını olanaksız kılmaktadır.
Özetlemek gerekirse,
hristiyanlık, bir din olarak, özgürlük kavramı konusunda yeni açılımlar
getirmiş ancak özgürlüklerin korunması konusunda sağlam araçlar
geliştirememiştir.
Müslümanlığın
Devlet, Özgürlük ve Otorite Kuramları
İslâm Dini’nin özgürlükler
konusundaki görüşlerini açıklayabilmek her şeyden önce bu dinin doğduğu ve
geliştiği ortamın toplumsal ve ekonomik koşullarını bilmeyi gerektirmektedir.
Arabistan, bu çağlarda, insan davranışlarına vahşiliğin, hoşgörüsüzlüğün ve
adaletsizliğin egemen olduğu bir toplumdur. Hak, sadece güçlü olanındır.
Güçlüler, bu amaçla, sürekli olarak başkalarına saldırmakta ve
savaşmaktadırlar.
Kısacası, anarşi ortamı tüm
yarımadayı kaplamış ve kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği gibi kavramlar ortaya
çıkmak olanağını bulamamışlardır. Böyle bir ortam içinde doğan yeni din kısa
zamanda gelişme ve genişleme olanağı bulmuştur. İslam düşünürleri Suriye’nin
ele geçirilmesiyle burada yaşayan müslüman olmayan araplardan, Aristo’nun ve
Plato’nun siyasal görüşlerini öğrenmişlerdir. [41]
İslam düşünürleri, daha sonraki yıllarda Bizans’la ilişki kurmuşlar, İran’ı
elegeçirerek Hindistan’a ulaşmışlar ve böylelikle de Bizans, İran ve Hint
devlet sistemlerinin etkisi altında kalmışlardır.
Kuran’ın öngördüğü temel
devlet ilkeleri şunlardır: siyasal iktidarın sınırlanması ile ilgili olarak “itaat kavramı”, “düzen ilkesi”, “otorite ilkesi”, “adalet ilkesi”, “şura ilkesi” ve “huruç kuralı” ve özgürlüklerle ilgili olarak “hoşgörü”
ilkesi”. [42]
İslam’ın içinde doğduğu anarşi ortamına karşı
getirilen “düzen ilkesi”, toplum
içinde düzenli yaşamın ve uyumun yaratılmasını amaçlamakta ve bunu zorlaştıran
ya da olanaksız kılan kılacak eylemleri yasaklamak yoluna gitmektedir.
Keza, aynı zamanda, “itaat kavramı” da kişinin emir verme konumunda olanlara
başeğmesini öngörmesi nedeniyle “düzen
ilkesi”ni güçlendirici bir nitelik taşımaktadır.
“Adalet
kavramı”, müslümanlıkta,
özgürlükten daha fazla önem ve anlam kazanmıştır. [43]
İslam, adil olmayan halifenin öldürülmesine de
(huruç kuralı) -belirli bir süre için- uygun gözle bakmıştır.
Halifenin adaletsizliğe kaymasının önlenmesi için “şura” (meşveret) ilkesi
geliştirilmiştir. Bu ilkeye göre, halife ancak bilge kişilere (alimler-ulema)
danışarak dinsel, siyasal ve toplumsal kararlar alabilecektir.
Özgürlükler açısından en fazla önem taşıyan kavram
ise hoşgörüdür (tolerans, müsamaha). “Dinde
zorlama yoktur” şeklinde anlatılan bu ilke -bir anlamda- günümüzün kişi
özgürlüğü ve kişi güvenliği ilkelerini yansıtmaktadır. Ancak, hoşgörü ilkesini
abartarak değerlendirmemek gerekir. Gerçekten, islâmda, özgürlük kavramı
siyasal alana kayamamış ve yalnızca kölelikten kurtulma ve bir insan olarak
irade serbestliğine sahip olma anlamına gelmiştir. [44]
Bu bağlamda, “mutlak
monarşi” kavramının da ele alınması gerekmektedir. Tartışılabilir bir konu
olmasına karşın, Bertrand Russell islam devletinin mutlak monarşi olduğunda
israr etmektedir. [45]
İslâmda özgürlük kavramının öncüsü İbni Eb-i’r-Rebi
olmasına karşın, islam ve özgürlükler konusunda en fazla tanınan düşün adamı
Farabi olmuştur. Farabi’nin özelliği, “sözleşme”
kavramını ortaya atmış olmasıdır. Prof. Dr. Harun H. Şirvani bu konuda şunları
yazmaktadır: “... insanlar durumlarındaki
bu başkalıklarla cemiyeti devam ettirmek imkanına sahip olmadıklarını ilk defa
anladıkları zaman bir araya toplanırlar, işlerin durumunu gözönüne alırlar,
birbirleriyle barış içinde yaşamaları ve diğerlerinden birşey almayacaklarını
koşul koşarak herbiri kendisine üstünlük sağlayan şeyin bir kısmını diğeri
lehine terkeder!.. Eğer bu zımni sözleşmeye rağmen bir yurttaş, bir kısım halk
üzerine baskı yapmaya kalkışırsa elele vererek birbirlerine yardım ederek
özgürlüklerini muhafaza ederler.” [46]
İslam dünyasında özgürlük kavramı ilk kez Farabi
ile siyasal renk kazanmıştır. Ancak, bu başlangıç sonraları devam edememiş ve
geliştirilememiştir. Farabi’den sonra gelen islam düşünürleri olan Maverdi,
Keykavus, Nizam-ül Mülk Tusi, Gazali, İbn-i Teymiye, İbn-i Haldun ve Mahmud
Gavan islâm devlet kuramının gelişmesinde birer dönüm taşları olmalarına karşın
özgürlükler konusunda Farabi’yi aşamamışlardır.
Kısacası, İslam’da özgürlük kavramı içinde
bulunduğu elverişli ortama karşın gelişme olanağı bulamamıştır. Hatta,
halifenin öldürülmesine olanak veren huruç kuralının daha ileriki dönemlerde
reddedilmesiyle halifenin otoritesi daha da artmıştır.
Halifenin artan otoritesine karşılık, birey
özgürlüklerini koruyacak ve siyasal gücü sınırlayacak bir sistem
geliştirilememiştir. Özgürlüklerin güvencesi, maddesel unsurlardan çok tinsel
unsurlara dayandırılmış ve halifenin Allah’a ve Kuran’a karşı gelemiyeceği,
bunun da bireysel özgürlüklerin korunması için yeterli olabileceği
düşünülmüştür. Bize göre, bu anlayış biçimi bireysel özgürlükleri güvence
altına almaktan çok uzaktır. Bu nedenle, İslam, özgürlüklerin korunması
kavramına önemli bir katkı getirememiştir.
Avrupa
Feodalizminin Birinci Döneminde Birey ve Otorite İlişkilerinin Özgürlükler
Açısından Taşıdığı Önem
Marc Bloch, “Feudal
Society” adlı kitabında Avrupa feodalizmini iki döneme ayırırken her iki
dönemin ekonomik ve toplumsal yapılarının farklılığından hareket etmektedir.
Şimdi açıklamaya çalışacağımız birinci dönemin ekonomik ve toplumsal yapısı,
ileride açıklanacak olan ikinci feodal dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına
göre oldukça önemli farklılık göstermektedir.
Orta
Çağ ekonomisinin genellikle “kapalı
ekonomi” niteliğinde olduğu söylenir. Genelde doğru olmakla birlikte,
feodalitenin bu döneminde de belirli bir para akımının ve para değişiminin
varlığı göze çarpmaktadır. Ancak, devletin para basma tekniğindeki anarşi,
siyasal otoritenin parçalanmış olması ve ulaşım güçlüklerinden doğan nedenlerle
bir çeşit para dolaşımı “kıtlığı”
ortaya çıkmaktadır. [47]
Buna karşılık, asiller ve krallar, altın ve gümüş stoklarını ellerinde
tutmuşlardır.
Kısacası,
Marc Bloch’a göre, feodalitenin birinci döneminde “servet ve iyi yaşantı otoriteden ayrılamaz gözükmüştür”.[48]
Üretim tarıma dayanmaktadır ancak üretim teknikleri yeterince
geliştirilememiştir. Üretimin tam anlamıyla hava koşullarına bağlı bulunması,
kötü hava ve üretim koşullarında genişi çaplı insan kitlelerinin açlıktan
ölümüne neden olmaktadır. [49]
Yukarıda belirtilen
önermenin taşıdığı anlam konumuz açısından ilginç özellikler taşımaktadır.
Özgürlük kavramının daha önce yapılan tanımlamalarında ana unsur olarak görülen
siyasal baskı kavramının yanına bu kez ekonomik baskı kavramı da eklenmektedir.
Bireyler, siyasal alanda henüz özgürlük kavramıyla tanışmazken ekonomik alanda
ortaya çıkan engellerle karşılaşmış ve “derebeyi-serf”,
“zengin-fakir” ve “kentli-köylü” ilişkileri siyasal baskı
olgusunun çok ötesine geçmiş ve ekonomik sömürü niteliği kazanmıştır.
Gerçekten, ticaretin sınırlılığı ve para dolaşımının azlığı ücretler üzerine
olumsuz etkide bulunmuş ve artan trampa ekonomisi nedeniyle ücretin toplumsal
önemini azaltmıştır. [50]
Ekonomik yapının bozukluğu kendisini toplumsal
yapıya da yansıtmıştır. Kötü çevre ve çevre sağlığı koşulları ve salgın
hastalıklar -bir anlamda- kişi güvenliğinin yokluğu anlamına gelmiştir.
Bu dönemde, kültür alanında da önemli
yetersizlikler vardır. Okuma yazma oranının sınırlılığı, bilgi üretiminin
yetersizliği kitlelerin toplumsal ve siyasal açılardan bilinçlenmesini
engellemiştir.
Feodalitenin birinci döneminde görülen köylü
ayaklanmaları maddesel zorlukların ve toplumsal ve ekonomik gereksinmelerin
giderilememesinin yol açtığı önemi toplumsal ve siyasal olaylardır.
Çizmeye çalıştığımız toplumsal ve okonomik ortam
birey özgürlüklerinin, feodalitenin birinci döneminde oldukça olumsuz koşullar
altında olduğunu göstermektedir. Bu dönemde, sınıflar arasındaki
farklılaşmaların şiddeti artmıştır. “Asiller”,
“derebeyler” ve “krallar” ile, “serf”ler arasındaki toplumsal ve
ekonomik uçurum insan haklarının reddedilmesi anlamına gelmiştir. Böyle bir
ortamda özgürlüklerin gerçekleştirilmesi ve korunması sorununun ortaya çıkması
olanaksızdır. Feodalitenin birinci döneminde ne serfin, derebeyine; ne
derebeyin, lordlarına ve ne de lordların krallarına karşı sahip olduğu bir
güvence yoktur. Bu dönemde toplumsal anarşi ve başıboşluk Hobbes’un daha
sonraki yıllarda tanımladığı “doğa
durumu” koşullarının en güzel örnekleri vermektedir.
İkinci
Feodalite Dönemi
Bu dönem 11 inci ve
13 üncü yüzyılları kapsamaktadır. Daha
önce de belirtildiği üzere, ikinci dönem, birinci dönemde daha farklı ekonomik
ve toplumsal özelliklere sahiptir. Bu farklılık kendisini düşün alanında da
göstermektedir. Bu döneme egemen olan siyasal düşün adamları arasında özellikle
St. Thomas d’Aquinas ve Marcillius
Patavinus dikkat çekmektedir.
Saint
Thomas d’Aquinas
Rousseau, toplumsal ve
siyasal alanda değişik ve şaşırtıcı yaklaşımı, kimliği ve yorumlarıyla nasıl
çok önemli bir dönemeç taşı ise, 13 üncü yüzyılın Aquina’lı Thomas’ı da
görüşleriyle politika ve özgürlükler alanında önemli bir dönemeç taşı olmuştur.
İncelemekte olduğumuz konu açısından bakıldığında, St. Thomas’ın taşıdığı önem
daha da artmaktadır. Zira, M. Kapani’nin de belirttiği gibi, St. Thomas’ın
temel amacı “zalim ve keyfi iktidarı
önlemektir”. Thomas d’Aquinas’nın egemenlik kavramı, siyasal otoriteyi
sınırlayıcı görüşlerin temel kaynaklarından birisidir. St. Thomas’a göre, otoritenin asıl sahibi Tanrı’dır.
Ancak, Tanrı bunu halka devretmiştir. Halkın temsilcileri de kendilerine Tanrı
tarafından devredilen bu yetkiyi yasama etkinlikleri -yasa koyma- yoluyla
kullanırlar.
St. Thomas, yöneticileri ve
yasa koyucuları sınırlayan belli başlı dört yasanın olduğunu söylemektedir:
tanrısal yasalar, insanlara ilişkin yasalar, doğal yasalar ve olumlu yasalar.
Bunlar arasında esas olan yasa, tanrısal olanıdır. Tanrısal yasa, adaleti
emreder. Adalet ise, iktidarın yasal yollardan ele geçirilmesini ve iktidarı
ele geçirenlerin iktidarı kötüye kullanmamalarını gerekli kılar.
Saint Thomas, bu yaklaşım
tarzıyla iktidarlara iki ayrı sınırlama aracı daha getirmektedir: Birincisi,
tanrısal yasalar kavramıdır. Ancak, bu araç uygulamada fazla bir değer taşımayan sınırlama aracıdır. Daha
önemli olanı ikinci sınırlayıcı araçtır. Söz konusu ikincisi araç, toplumalara
ayaklanma (devrim, ihtilal) hakkının tanınmış olmasıdır. Şayet, iktidarlar
adalete aykırı uygulamalar içine girmişlerse, halklar siyasal iktidarları
devirme hakkına sahiptirler.
Bu olumlu görüşlerine
karşın, Saint Thomas özgürlük kavramına içeriksel açıdan önemli bir katkı
getirememiştir. Bir kere, R.G. Okandan’ın aksi yöndeki görüşüne karşın, Kapani,
Thomas d’Aquinas’ın köleliği kabul ettiğini ve köleliği doğal bir kurum olarak
nitelendirdiği söylemektedir. İkincisi, vicdan özgürlüğü ile ilgilidir. Gerek
Kapani ve gerekse Okandan, Saint Thomas’ın vicdan özgürlüğü kavramını
tanımadığında birleşmektedirler. Zira, St. Thomas’a göre, “… delalete düşenlerin, dine fesat katanların sadece aforoz edilmeleri
kâfi değildir. Bu gibiler, kilise tarafından afaroz edildikten sonra, dünyevi
iktidar tarafından ölüm cezasına çaptırılmalıdır…”
Marcillius Patavinus
Orta Çağ’ın bu ünlü
düşünürü getirdiği kuramlarla Saint Thomas’ın ötesine geçmiştir. Patavinus,
herşeyden önce vicdan özgürlüğü kavramını geliştirmiştir. Konumuz açısından
önemli olan nokta, devletin görevleri konusunda açıklık kazanmaktadır.
Marcillius Patavinus, belki de, fren ve denge sisteminin ayrıntıları üzerinde
çalışan ilk düşünürdür. Patavinus’a göre, devletin iki türlü görevi vardır:
yasama ve yürütme. Bunlardan üstün olan güç birinci güç, yani yasamadır.
Yasalar, bir başka anlatımla, meşru ve uygulanma sahip kararlar halkın rızasına
dayanmalıdır. Halkın rızasına dayanmayan yasalar, yasa olabilme yeteneğinden
yoksundur.
Yasama erki, yürütme erkini
denetleyebilmeli ve gerektiği koşulların oluşması durumunda yasama erki,
yürütme erkini görevden uzaklaştırabilmelidir.
Bu görüşleri ile Marcillius
Patavinus, önce, özgürlükleri gerçekleştirmeye çalışmış ve sonra da onları
korumanın yolunu araştırmıştır. Gerçekçi bir açıdan hareket eden Marcillius,
özgürlüklerin güvencesi olarak kimi somut ve maddesel araçlar da geliştirmiştir.
Oldukça doğru ve isabetli olan bu araçlar doğrudan doğruya otoriteyi kullanan
organları sınırlamayı amaçlamaktadır. Patavinus, yasama ve yürütmeden oluşan bu
organları bir diğerine bağlı kılmakla ve organlar arasında en üstün olanını da
doğrudan “halk” olarak kabul etmekle
son derece ileri ve önemli sayılması gereken bir sonuca ulaşmıştır. Varılan bu sonuç gerçek anlamda özgürlüklerin
koruyucusu ve güvencesi olabilme olanağına sahiptir.
Feodal Dönemlerde Uygulama: Ekonomik ve Toplumsal Yapı
Avrupa feodalizminin ikinci
döneminin ekonomik yapısı, birinci dönemden büyük ölçüde farklılıklar
göstermektedir. Bu bağlamda, ortaya çıkan iki önemli gelişmeden birincisi
tarımla ilgilidir. Bu dönemde, tarımsal toprakların genişlemesi ve tarımsal
üretimin artması toplumsal servetin artmasına yol açmıştır. Artan toplumsal
servet, göreli olarak, alt sınıfların toplumsal durumlarında iyileşmeler
yaratmıştır.
İkinci önemli gelişme ise,
ulaşım koşullarının iyileşmesidir. Ulaşımın iyileşmesiyle birlikte yol
güvenliğinde artış sağlanmış ve böylece para dolaşımı hızlanmıştır. [51]
Ekonomideki bu değişimler
kendini insan ve sınıf ilişkilerine de yansıtmıştır. Ücretle çalışanlara
emeklerinin gerçek karşılığını verme akımı güçlenmiştir. Serfler, kölelikten,
toprak işçisi durumuna geçmiştir. Diğer yandan, ekonomik değişimler iki yeni sınıf
daha ortaya çıkarmıştır. Bunlardan birincisi, “esnaf” sınıfıdır. İkincisi ise, ulaşımın gelişmesiyle ortaya çıkan
“tacir” sınıfıdır. [52]
Bu iki sınıfın ortaya
çıkışı, bir anlamda, “merkantilist
devlet”in ileriki yıllarda egemen olacağını gösteren ilk belirtidir. Zira,
bu sınıflar ekonomik otoriteyi ellerine geçirince doğal olarak siyasal
otoriteyi kendi arzularına göre şekillendireceklerdir.
Ekonomik
yapıdaki bu değişimler, doğal olarak, kendilerini toplumsal yaşam üzerinde de
göstermiştir. Özellikle, ilk şiir ve roman denemeleri kültürel yaşamda
gerçekleşmekte olan değişimi işaret eden ilk belirtiler olmuştur. Kültürel
değişme kaynağını eski Yunan ve Arap eserlerinden almıştır.
Gotik ve
Romanesque sanatlarda görülen gelişmeler
topluma yeni bir anlayış getirdi. Bu yeni anlayış “hümanizm” idi. [53]
Hümanizm, zaman içinde gelişerek, bireyciliğe dönüştü ve bireylerde düşünme
alışkanlığını geliştirdi. Bu değişim ve gelişmelerin doğal sonucu olarak,
bireylerin kendi toplumsal sınıflarının içinde bulundukları koşulların
bilinçlerine varma hareketi hız kazandı. Özellikle, Gregorian Reformu bu konuda
atılmış adımlardan önemli biri idi. [54]
Ancak,
konumuz bakımından önemli olan gelişme kendisini hukuk alanında gösterdi. Hukuk
kavramının gelişmesi ve kendilerine “hukukçu”
denilen sınıfın doğması ve dava hakkının gelişmesiyle bilimsel tartışma
ortamının yeni bir içerik kazanması yazılı hukukun güçlenmesine yol açtı.
Böylelikle, “hak” ve “hukuk” kavramları içeriksel açıdan
zenginleşmiş ve bireyler arasındaki uyuşmazlıklar çözümlenmek üzere yargıç
önüne getirilme olanağı bulabilmiştir. Bu durum, toplumsal ilişkiler açısından
önemli bir değişimin elde edilmesi anlamına gelmektedir.
10 uncu
yüzyıla kadar Avrupa toplumlarına egemen olan Roma Hukuku derlemeleri ile
Germen gelenekleri, yeni dönemin imparatorlarının yayınlayacakları emirler için
de başvurulan temel hukuk kaynakları olmuştur. Bu gelişmenin ortaya çıkmasından
önce, hukukun tek kaynağı geleneklerdi. Anlaşmazlıklar geleneklere göre
çözümleniyordu. Geleneklerin genişlik kazanması, onların yazılı hale gelmesi
gereksinmesini doğurdu. Böylelikle, “geleneksel
yazılı hukuk” ortaya çıkmış oldu. [55] Yazılı hukuk alanındaki gelişmelerin kişi
haklarının korunması yönünden önemi oldukça fazla olmuştur. Zira, böylelikle,
kişi güvenliği ve özgürlükleri belirgin güvencelere sahip olabilmişlerdir.
Hukuk
kurumunun kazandığı yeni içeriği ve önemi daha iyi anlayabilmek için dönemin
yargı organlarının da incelenmesi gerekmektedir. Böylelikle, açıkça
görülecektir ki, yukarıda kuramsal açıdan belirtilen olumlu gelişmeler gerçek
yaşam açısından fazla bir anlam taşımamaktadır. Orta Çağ’da, “özgür insanlar” için üç ayrı yargı yeri
vardır: Jüri usulü ile yargılanma birinci yargı yeridir. İkinci yargı yeri,
klisedir. Yargı erkinin etkisizliği nedeniyle bireylerin anlaşma yoluyla
seçtikleri hakemler ise, üçüncü yargı yeridir. Bu gibi yargı yerlerinin
varlığına karşın, yargı insan haklarının korunması açısından önemli bir rol
oynayamamıştır. Zira, bu dönemde, bireylerin dava açma ve yargılanma hakları
konusunda ikili bir ayrım yapılmıştır. Dava açma ve yargılanma hakkı özgür
sayılan bireylere ait bir haktır. Kölelerin yargılanma hakkı ise yalnızca
sahiplerine aittir ve kölelerin mahkeme ve jüri önüne çıkarak kendilerini
savunma hakları yoktur. Özgür sayılan insanların yargılanma hakkı da belirgin
güvencelere bağlı olmak olanağından uzaktır. Marc Bloch, bu dönemde, yargı
organlarının içinde bulundukları yetersizliği vurgulayan üç önemli özelliğinden
söz etmektedir: “yargı erkinin çok küçük
parçalara ayrılmış olması”, “yargı organları arasındaki karmaşık ilişkiler”
ve “yargılamanın tarafları bağlayan
etkili sonuçlar üretememesi”.
Feodalite’de Bireylerin Hukuksal Konumları
ve Özgürlük Kavramı
Ernest
Barker, “Principles of Social and Political
Theory” adlı eserinde, Orta Çağ devletlerini “baron”lardan, “rahip”lerden” ve
“halk”tan ibaret “sınıf devleti”
olarak tanımlamaktadır. [56]
March Bloch ise “halk” (common)
kavramını önce ikiye sonra da alt gruplara ayırmaktadır. “Köleler” ve “özgür kişiler”
bu ayırımın ana dallarıdır. Köleler de kendi aralarında çeşitli gruplara
ayrılmaktadır: kamusal işlerde çalışanlar, tarım işçileri, kiracılar, toprağa
bağlı köleler (colonus) ve “cum obsequio” olarak adlandırılan diğer
birey statüleri “serf” kavramı içine
girmektedir. [57] “Serf” sınıfı için özgürlükten çok,
özgür olmamaktan ve esirlikten söz etmek gerekir. Zira, serflerin kendi
iradelerini gerçekleştirme hakları yoktur. Bazı durumlarda, azad edilmiş
olsalar dahi, köleler çeşitli yükümlülüklere sahiptirler. Halk sınıfının diğer kolu
olan özgür insanlar da gerçekte özgür değildirler. Onların toprağa bağlı
olmaktan başka özelliklere sahip olması özgür insan olarak adlandırılmalarına
neden olmaktadır. Fakat onlar da belirgin bir otoritenin baskısı altındadır ve “baş vergisi”, “miras vergisi” ve
başka bir sınıftan kadınla evlendikleri takdirde “evlilik vergisi” vermek zorundadır. Bu kişileri otoriteye karşı
koruyacak güvence sistemleri geliştirilememiştir.
Bu sınıfın
aksine, “asil”ler ve “ruhban” sınıfı öteki toplumsal
sınıflara karşı baskıcı, otoriteci ve sömürücü niteliktedir. Asillerin ve
ruhbanların iradelerini gerçekleştirebilmek bakımından özgür oldukları
söylenebilir. Ancak, bu özgürlük başkalarının zararına işleyen bir özgürlüktür.
Feodal
düzende, toplumun büyük kesimini oluşturan köylüler ve serfler için özgürlük
kavramı henüz doğmamış bir güneştir. Derebeyinin, baronun veya kralın mutlak
baskısı altında yaşayan bu sınıfın özgürlüklerinin korunmasını amaçlayan bir
güvence sisteminin olmaması doğal karşılanmalıdır.
Özgür
olarak nitelendirilen sınıfla birlikte asiller de yargılanma hakkına
sahiptirler. Yargılanma hakkı, özellikle yazılı hukukun gelişmesiyle ümit
verici renkler kazanmış ancak uygulamada ortaya
çıkan durum yargılanma hakkının aslında hiç bir sınıf için tam olarak
gerçekleşemeyeceğini göstermiştir.
O halde,
Feodalite’de siyasal otoriteyi sınırlayan etmen ne olacaktır? Münci Kapani, bu
soruya “din ve ahlak” yanıtını
vermiştir. Özellikle, dinin egemen olduğu feodal toplumlarda din kurumu,
yönetenleri ve siyasal otorite sahiplerini sınırlayan ana etmen olmuştur. Buna
karşın, din ve ahlak ölçütleri özgürlüklerin güvence altına alınması açısından
fazlaca güvenilebilecek unsurlar olmak yeteneğinden yoksun görünmektedir.
Kısaca
söylemek gerekirse, Orta Çağ’da, köylülerin ve serflerin özgürlüğünden söz
etmek olanağı yoktur. Özgürlük ve özellikle mutlak anlamıyla özgürlük ve
siyasal otorite yönetici sınıflara yani asillere, derebeylerine ve krallara
aittir. Feodalite döneminde siyasal otoriteyi sınırlayacak kavramlar, kurallar,
kurumlar ve süreçler geliştirilemiştir.
Batıda Görülen Siyasal ve Ekonomik Gelişmeler: Merkantilist Devlet
Anlayışının Ortaya Çıkmasını Gerekli Kılan Nedenler
Ulaşım
araçlarının gelişmesi ve ana yolların belirgin
bir güvenliğe kavuşturulmasıyla Avrupa’da geniş çaplı bir toplumsal,
ticari ve ekonomik hareketlilik başgösterdi. Artan üretimin toplumda yarattığı
göreli iyi ekonomik durum, talebin artması sonucunu doğurmuştur. Ekonomik
yapıdaki değişmelerle birlikte toplumsal alışkanlıklarda ve değer yargılarında
da değişmeler görülmeye başlanmıştır. Laski’nin belirttiği gibi, sefaletin ya
da mülkiyet sahiplerinin tembelliğinin yerini çalışma ve refah almıştır. [58]
Toplumsal
yaşamdaki bu gelişmelerin bir diğer sonucu ise klisenin toplumsal öneminin
azalması olmuştur. Böylelikle, laik düşünme biçimi ve laik kurumların gelişim
süreci hız kazanmıştır.
Bu
gelişmelere koşut olarak ekonomi bilimi doğmaya başlamış ve ilkel sayılabilecek
fakat oldukça önem taşıyan bir ekonomi politikası geliştirilmiştir. Yeni
gelişmeye başlayan bu ekonomik kurama göre, toplumların refahı ve gücü, sahip
oldukları kıymetli madenlerin miktarıyla ölçülür. Bu ekonomi anlayışına göre,
bir ülke diğerinden ne kadar çok kıymetli madene sahipse, o oranda daha güçlü
demektir. Ekonomik açıdan izlenmesi gereken politika da ülkedeki altın ve gümüş
miktarının azaltılmaması ve olabildiğince artırılmasıdır. Bu bağlamda, dış
ticaret açık vermemeli ve sürekli olarak artı denge vermelidir. Böylece, ülkede
toplanacak altın ve gümüş miktarı
artacaktır. Diğer yandan, ülke dışına altın çıkarmak yasaklanmalıdır. Dış satım
olanaklarının artması için üretim artırılmalı, devlet çiftçiye sübvansiyonlar
vererek tarımsal ürünü ucuza mal etmeli; ve bu yolla ucuz mal/ürün satarak dış
ticarette üstün bir durum sağlamalıdır. Altın ve gümüş miktarının arttırılması
için geliştirilmiş bazı başka yollar da vardır. Örneğin, endüstrileşmeye önem
vererek endüstri ürünlerinin üretiminde üstünlük kazanmak bunlardan biridir.
Ülkelerarası deniz ticaretinin ele geçirilerek ulaşımdan elde edilecek kazancın
ülkeye aktarılması da bir başka yoldur.
Bu ve buna
benzer önlemlerle dış satım olanağı arttırılırken, öte yandan dış alımın
sınırlanması gerekmektedir. Gümrük vergilerinin arttırılması, gümrük anlaşması
olmayan ülkelerden mal satın alınmaması dış alımı sınırlayan araçlardır. Ancak,
dış alımın sınırlanması mutlak değildir. Ülkenin üretim gücünü arttıracak
hammaddelerin ucuz dış alım olanakları da araştırılmalıdır.
Merkantilist
ekonomi politikasının ana özelliklerini tek bir kelime içinde toplamak
olanaklıdır: devletçilik. Böylelikle, devlet, bir anlamda, ekonomik ve
toplumsal yaşamın düzenleyicisi olmakta ve devletçilik aynı zamanda “müdahalecilik” anlamını taşımaktadır.
Harold
Laski, “The Rise of European Liberalism”
adlı eserinde bu durumu şöyle açıklamaktadır: “Merkantilizm, toplumsal denetim düşüncesini kliseden, devlete
aktarmıştır”. [59]
Bu önermenin bir başka anlamı da, devletin siyasal egemenlik alanını ekonominin
bütün kesimini içine alacak şekilde genişletmiş olmasıdır.
Ekonomik Nedenlerin Etkisiyle Ortaya Çıkan
Yeni Devlet Kuramı ve Özgürlüklerle İlişkisi
Ekonominin
korunması ve geliştirilmesi ile ilgili amaç ve hedeflerin gerçekleştirilmesi
görevi doğrudan devlete attir. Devlet, toplumun çıkarlarını gerçekleştirmek
için çeşitli alanlara girmeli ve bu alanlarda alacağı önlemlerle ülkedeki
kıymetli madenlerin artışını sağlamalıdır. Merkantilist devletin amacı
öncelikle ülke ekonomisini güçlendirmektir. Bu yaklaşımlarıyla merkantilistler
devlet ile ekonomik yaşamın gerçekleri arasında ilişki kuran ilk ekonomi okulu
olmuşlardır.
Ekonomik Özgürlükler
Merkantilist
uygulama, üstü kapalı dahi olsa, özgürlüklerin gelişmesi üzerine önemli
etkilerde bulunmuştur. Bu etki, yeni bir düşünceyi, daha doğrusu, yeni bir
gereksinmeyi ortaya çıkarmıştır. Ortaya çıkan yeni gereksinme ise ekonomik
özgürlüktür. Daha sonraki yüzyıllara geniş ölçüde etki yapan bu kavram,
bireylerin serbestçe ticaret yapabilmesi olanağını getirmektedir. Bu düşünce,
klasik liberalizmin köklerinden biri olmuştur. “Ekonomik özgürlüğün anlamı devletçiliğe ve sosyalizme karşı özel
girişim ve serbest pazardır” [60] diyen Morrison’un görüşü bir an için kabul
edilirse, ekonomik özgürlük kavramının merkantilist devletle doğduğunu kabul
etmek gerekecektir. Oysa, bu görüşü doğru kabul etmek hatalıdır. Zira, ekonomik
özgürlük kavramını ortaya çıkaran bu olgu, bilinçli bir olgu değildir. Ekonomik
özgürlük sadece ülkeyi zenginleştirmenin yollarından birisi olarak önemlidir.
Bir başka deyişle, tacirler, ülkeyi zenginleştirme açısından bazı hak ve
çıkarlara sahip olmak durumundadır. Bu göreli üstünlüğü, ekonomik özgürlüklerin
kazanımı olarak nitelendirmek yanlıştır.
Aynı
yargıyı devlet tarafından yürütülen ekonomik sübvansiyon uygulamaları için de
ortaya koymak olanaklıdır. Gerek çiftçilere ve gerekse endüstri mallarını
üretenlere yapılan ekonomik ve akçal yardımlar, onların ekonomik özgürlüklerini
arttırmak amacını değil, fakat, ekonomik güçlerini artırarak gerçekleşecek
fazla dış satımla altın ve gümüş stokunu arttırma amacını gütmüştür.
Birey Özgürlükleri ve Hakları
Merkantilist
dönemde bireysel hak ve özgürlüklerin gelişmiş olduğunu söylemek olanaklı
değildir. Esasında, merkantilist doktrinde özgürlükler konusunda geliştirilmiş
bir kavrama da rastlanamamaktadır. Düşünce, söz, yazı ve vicdan özgürlüğü gibi
bireysel hak ve özgürlüklerin merkantilist dönemle birlikte başladığını ileri
sürmek acelecilik olacaktır. Merkantilizmde birey hak ve özgürlüklerin önemi
sadece liberal düşüncenin gelişmesine kaynaklık etmiş olmasında aranmalıdır.
Ekonomik
özgürlükler konusunda başlayan gelişmeler, Feodalite’den kapitalizme geçerken
merkantilizm köprüsünü kullanmıştır. Merkantilizmin önemi sadece buradadır.
Kısa bir
değerlendirme yapmak gerekirse, merkantilist öğretide özgürlüklerin korunması
sorunu ortaya çıkmamıştır. Biraz önce merkantilizmin bir köprü rolünü
oynadığını belirtmiştik. Gerçekten merkantilist anlayış, devlet otoritesine
tanıdığı sınırsız yetkilerle bir taraftan feodal devleti andırmış ve öte yandan
daha sonra ortaya çıkacak olan serbest yarışma (rekabet) ve serbest ticaret
fikrini geliştirerek kapitalizmin doğmasına önemli ölçüde katkıda bulunmuştur.
Bu nedenlerle, merkantilist devlette otoritenin sınırlanması kavramına
rastlanamaz. Aksine, prensin/kralın siyasal otoritesi ekonomik alanda da
genişleme eğilimindedir. Prens/kral, toplumsal yaşamın tüm kesimlerinde önlem
almada ve müdahalede bulunmakta serbesttir. Bu serbestlik, meşruluk kaynağını
toplumsal yararın gerçekleştirilmesi endişesinden almaktadır. Toplumsal yarar
ise, kıymetli madenlerin ülkeye aktarılmasındadır. O halde, prens/kral kıymetli
madenlerin aktarılması için alacağı bütün kararlarda ve önlemlerde herhangi bir
sınırlama ile karşılaşmayacaktır.
Liberalizm: Devlet ve Birey İlişkileri
Bu dönem
16 ncı, 17 nci ve 18 inci yüzyılları kapsamaktadır. ‘Bireyi mutlak
özgürlüklerine kavuşturmak için irade serbestisini egemen kılmak gerekir’
tezinden hareket ederek, bireyi toplumsal ve siyasal otoriteden uzaklaştırmak
isteyen liberal düşünce, gerçek kaynaklarını daha önceki düşüncelerden ve
eylemlerden almaktadır.
Liberalizmin
temel kaynaklarından biri “reformasyon”
hareketidir. Dinci bir girişim olmasına karşın, yeni bir dinsel anlayış getirerek vicdan özgürlüğü ve hoşgörü
kavramlarını ortaya koyan reformasyon bu özelliğiyle liberal öğretinin temel
direği olan irade özgürlüğü/serbestliği fikrinin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Liberalizmin
gelişmesine etki yapan bir diğer kaynak da “olumlu”
(müspet) bilimlerde görülen gelişmeler olmuştur. Büyük kıtaların keşfi, tıpta
görülen ilerlemeler, astronominin büyük adımları, simyanın kimya bilimine
dönüşümü, ve fizikde görülen yenilikler Yakın Çağ’a egemen olacak önemli bir
düşünme ilkesini de birlikte geliştirmiştir. Bu ilke, “akılcı düşünme” ilkesidir. “Je Pense, Je Suis” diyen Descartes
akılcı düşünme yaklaşımını en iyi anlatan düşünce adamı olmuştur.
Liberalizmin
fazla derinliklerine inmeden devlet kuramı ve bunun özgürlüklerle olan
ilişkisini açıklamak gerekmektedir. “Liberal
devlet”, ekonomik ve toplumsal yaşama en az karışan devlettir. Çok sık
tekrarlanan bu ilke kendi içinde bir tepki eylemi olmanın özelliklerini
taşımaktadır. Krallara (monark) yöneltilen bu tepki, toplumsal ilişkilerde
düzenleyici rol oynayanların bu rollerinden çekilmesini istemektedir. Liberal
öğretide, devletin görev alanı en aza indirilerek, toplumda devletin, yani
otoritenin olmadığı geniş alanlar kazanılmak istenmektedir.
Ancak,
böylesine bir negatif (devlet otoritesinin en az olduğu) ortamda özgürlükler
gerçekleştirilebilmiş olacaktır. Liberalist anlayış, özgürlüğü, irade
serbestisi olarak kabul etmektedir. Liberal öğretiye göre, insan doğuştan
iyidir ve sürekli olarak kendi iyiliğini arar; iyiye ve mutluluğa yönelen
insanları kendi aralarında yarışmaya bırakmak gerekir. Bu yarış sonucunda
yaşamaya gücü olanlar ayakta kalacaktır. Zayıflar ve güçsüzler elenmelidir.
Güçlüler ve güçlülerden ortaya çıkacak “doğal
toplum” özgürlükleri kendiliğinden gerçekleştirecektir.
Bu
bağlamda, özellikle üç önemli siyasal düşünürün görüşledrinin kısaca
incelenmesi yararlı olacaktır: Machiavelli, Hobbes ve Locke.
Machiavelli
Machiavelli,
devlet kavramının günümüzde kazandığı içerik ve anlamı en iyi şekilde ortaya
koyan ilk düşünürlerden biridir. Machiavelli, kendi dönemine kadar egemen olan “moral” değerlerin yerine bazı “moral dışı” değerleri de getirmiş
olmakla birlikte, laik devlet kavramının gelişmesine en fazla katkı sağlayan
politik düşünürlerden biri olmuştur.
Machiavelli,
devleti “belirli bir ülke üzerinde iç
yönetimi temin ve diğer devletlerle olan münasebetlerinde bütünlüğünü muhafaza
ve idame ile mükellef mutlakiyetle yönetilen bir siyasi teşekkül” olarak
kabul etmiştir. [61] Devleti böylece en üst düzeyde yer alan bir
toplumsal kurum olarak nitelendiren Machiavelli, halk eğemenliğine dayanan
yönetimlerin daha başarılı olacağını söylemiştir. Ancak, Machiavelli bunu
yaparken haklar kuramından hareket etmemiş, sadece, kişisel gözlemlerinden
yararlanmıştır.
Nicola
Machiavelli’nin özellik taşıyan yönlerinden biri de fren ve denge kavramının
geliştirilmesine katkıda bulunmuş olmasıdır. [62]
Prenslerden, asillerden ve halktan meydana gelen üçlü en iyi devlet örneğidir;
zira, birbirlerini denetlemek durumundadırlar. Ancak, Machiavelli’nin fren ve
denge sisteminin özgürlüklerin geliştirilmesiyle ilişkili olduğunu kabul
etmemek gerekir. Çünkü, onda esas olan yalnızca devletin başarılı bir şekilde
yönetilmesidir.
Thomas Hobbes
Hobbes’a
göre, “insan, insanın felaketini
hazırlar”. “İnsanlar sürekli olarak
bir mücadele içindedir”, “herhangi bir yaşama hakkına ve kendi varlıklarından
emin olma hakkına sahip değildir” ve “insanlar
bu anarşi halinden kurtulmak için toplum haline gelirler” görüşünü
benimseyen Hobbes, bu görüşlerinin sonucu olarak mutlak bir yönetimin insan
iradesine egemen olmasını görüşünü savunacaktır. Hobbes’un siyasal düşünce
sistemi içinde devlet mutlak emretme yetkisine sahip ve kişilerin hepsinin
üstünde yer alan temel ve üstün güçtür. Üstün ve herşeye egemen olması gereken
bu gücün herhangi bir düşünceyle ve herhangi bir yöntemle sınırlanması söz
konusu olamaz. Çünkü egemenliğin sınırlanması, Hobbes’un “doğal durum” olarak isimlendirdiği ve nitelendirdiği anarşi
halinin yeniden baş göstermesi demektir. Böyle bir ortam içinde kişilerin
özgürlükleri ve hakları gibi kavramların yeri olamaz. Bireylerin, devlete karşı
ileri sürecekleri hiç bir hakları yoktur. Yani, bireyler devlet karşısında hiç
bir özgürlük ve hak iddiasına sahip değildirler.
Hobbes’un
özgürlük anlayışı yalnızca gereksinimlerin giderilmesini isteme hakkından
ibarettir. Bu görüş, Hobbes’un temel felsefesine bir ayrıcalık oluşturmaktadır.
[63]
İkinci ayrıcalık ise, her insanın kendisini koruma hakkı ile ilgilidir.
Hobbes’a göre, her birey devlete karşı kendini korumak hakkına sahiptir.
Kısaca
özetlemek gerekirse, ne Hobbes ve ne de Machiavelli bireysel hak ve
özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi bağlamında yeni ve önemli katkılar
getirememiştir. Aksine, otoriteye sınırsız bir olanak tanımakla, bireysel hak
ve özgürlükleri yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bırakmışlardır.
John Locke
Özgürlükleri
korumak ve gerçekleştirmek yolunda öncü olmak niteliğini kazanan Locke,
incelemeye çalıştığımız sorunsal açısından üzerinde özellikle durulması gereken
düşün adamıdır. John Locke, herşeyden önce, özgürlüklerin gerçekleştirilmesi
konusu üzerinde durmuştur. J. W. Gough, “Locke’s
Political Philosophy” [64]
adlı eserinde, Locke’un özgürlük anlayışını üç temel noktaya dayandırmaktadır:
insanlığı korumak, toplum içinde insana yer ve değer vermek ve özel mülkiyet.
Gough’un, Locke ile ilgili olarak geliştirdiği bu sınıflandırmaya, Locke’un
hoşgörü kavramı konusundaki görüşlerini de eklemek gerekmektedir. Locke,
eserlerinde laisizmin temel taşı olan hoşgörü kavramı üzerinde özellikle
durmuştur. Bu özellikleriyle Locke, “insan
hakları” sorununu siyasal tartışma ortamına getiren ilk düşünür olmaktadır.
[65] Locke’un, bu olumlu yanına karşın, insan
haklarının tam ve mükemmel bir savunucusu olduğunu söylemek olanağı yoktur.
Örneğin, Locke, esirliği, doğal yasalara uygun bulmaktadır. [66]
Buna
karşılık, özgürlüklerin korunması ve devlet iktidarının sınırlanması konuları
Locke’un siyasal çözümlemeleri arasında önemli yer tutmaktadır. Locke, yukarıda
belirtilen unsurların gerçekleştirebilmesi bağlamında, “devletin amacı”, “doğal
haklar” ve “fren ve denge sistemi”
üzerinde özellikle durmuştur.
Locke,
öncelikle, devletin amacı kavramına açıklık kazandırmaktadır: devletin amacı
kamu iyiliğini (yararını) sağlamaktır. Locke’a göre, kamu iyiliği sınırlarını
aşan devlet meşruluğunu yitirmiş ve sözleşmenin sınırları dışına düşmüş
demektir. Locke, böylelikle, devletin mutlak gücünü sınırlandırmak istemiştir.
Locke’un
üzerinde özenle durduğu ikinci kavram, doğal haklar kavramıdır. Locke, doğal
haklar kavramı üzerinde ısrarla dururken, yönetici konumun da olan hükümdar,
kral ya da monarkların içine giremeyecekleri, müdahalede bulunamayacakları ve
düzenleyemeyecekleri bir alanın var olduğunu göstermek istemiştir. Locke’a
göre, bu alan içinde birey, serbest ve özgürdür.
Locke’un
üzerinde durduğu üçüncü önemli kavram, fren ve denge sistemidir. Fren ve denge
kavramını geliştirmek ve siyasal yaşamda işlevsel kılmak isteyen ilk düşünür J.
Locke olmuştur. Locke bu yaklaşımıyla, “yürütme”,
“yasama” ve “federatif güç”ten
ibaret olan devlet sistemi içinde, her bir gücü diğerlerinden bağımsız kılmak
istemektedir. Locke’a göre, güçlerin bir elde toplanması despotizmi ve
tiranlığı doğurmaktadır. [67]
Locke’un
yukarıdaki görüşlerine eklenmesi gereken dördüncü kavram ise, “sözleşme” kavramıdır. [68] Locke’a göre, insanlar, “doğa durumu”nda sahip oldukları özgürlükleri, mutluluğu ve
erdemliliği daha iyi korumak için toplum düzenine geçerler ve örgütlenirler.
Locke’a göre, “sözleşme”nin amacı,
özgürlükleri, mutluluğu ve erdemliliği korumaktır ve bunun aksine hareket eden
siyasal otoriteler sözleşmeye aykırı davranmış demektir. Locke, bu durumda
bireylerin siyasal iktidarı değiştirmek hakkına sahip olduklarını
söylemektedir. Bu yargı, son çözümlemede, Locke’un “direnme hakkı”nı benimsediğini göstermektedir.
Bu
görüşleriyle Locke, esas olarak, devletin mutlak olduğu kabul edilen gücünü
sınırlamak istemiştir. Ancak, Locke’un amacı hiç bir zaman devleti zayıflatmak
da olmamıştır. [69]Jean-Jack Rousseau: Toplumsal Sözleşme ve
EmilleSiyasal düşünce tarihinin önemli kişilerinden olan Rousseau,
toplumsal sözleşme, egemenlik, genel irade ve eşitlik kavramlarına ciddi
katkılar getirmiştir. Rousseau’ya göre, insan, doğal olarak iyidir. Ancak,
insanların geliştirdiği kurumlar aynı şekilde iyi ve başarılı olamamıştır.
Rousseau
da, Hobbes ve Locke gibi, siyasal çözümlemelerinin esasını doğa durumu
kavramına dayandırmaktadır. Rousseau, bu bağlamda, doğa durumunun incelenmesi
ve doğaya egemen olan doğal yasaların saptanması gerektiğini düşünmektedir. Bu
bağlamda, Rousseau’nun vardığı ilk sonuç çarpıcıdır: doğada, eşitsizlik
olanaklıdır. Aynı şekilde, insan topluluklarında da eşitsizlik vardır ve hatta
yaygındır. İnsan topluluğundaki eşitsizliklerin kaynağı ve nedeni ise özel
mülkiyet kurumunun varlığıdır.
Rousseau,
bir siyasal düşünür olarak, demokrasiden yanadır. Ancak, bazı görüşleriyle,
totaliter devletleri haklı gördüğünü belirten savlara da destek vermektedir.
Rousseau’ya göre, demokrasi, yurttaşların doğrudan katılımı anlamına gelir. Bu
nedenle de, demokrasi küçük devletlerde iyi sonuç verir. Ona göre, temsile
dayanan demokrasi, seçilmiş aristokrasiden başka bir şey değildir.
Rousseau’nun
önemli bir başka yanı da tanrısal haklar kavramını reddetmiş olmasıdır. Bu
yanıyla, laikliğin gelişmesine önemli katkı sağlamıştır.
Rousseau,
insanların özgür doğduklarını, ancak her yerde zincirlerle bağlanmış bir
tutsaklık içinde olduklarını söylemektedir. Rousseau, bu söylemini özellikle
monarşiler için geliştirmiştir. Monarşi’yi bir kişinin, kendisini, diğerlerinin
efendisi gibi gördüğü rejim olduğunu söyleyen Rousseau, toplumsal sözleşmenin
nominal hedefinin insanları tutsaklıktan kurtarmak ve özgürlüklerine
kavuşturmak olduğunu belirtmektedir. Ancak, O’na göre, eşitlik, özgürlükten de
önemlidir. Rousseau, bu söylemiyle ve toplumsal sözleşme kavramını öne
sürmesiyle John Locke’un görüşlerine oldukça yaklaşmaktadır. Bu yoldaki
görüşlerine açıklık getirmek isteyen Rousseau, bireyin toplumsal sözleşme
nedeniyle tüm haklarıyla birlikte topluma karşı bir yabancılaşma ya da
bütünleşme içine girdiğini, ancak herkesin aynı şeyi yapması nedeniyle bireyler
arasında tam bir eşitliğin sağlandığını ileri sürmektedir. Bu nedenle,
bireyler, içinde bulundukları durumu başkalarının zararına kullanmak isteği ve
gereksinimi içinde olmayacaklardır.
Rousseau’nun
egemenlik konusundaki görüşleri oldukça önemlidir. O’na göre, egemenlik toplum
için nelerin yararlı ve nelerin yararsız olduğuna karar veren tek kurumdur. Bu
kararı vermek yetkisinin, yani egemenliğin sahibi ise monark değil, fakat tüm
kurumlarıyla ve yasama yetkinliği ile toplumdur. Egemenlik, toplumun genel
iradesidir. Bireylerin, toplumsal sözleşmeyle bir araya gelmesi sonucunda
oluşan genel iradenin üstün yönlendirici gücüne insanlar tüm varlıklarını
teslim etmelidir. Rousseau’ya göre, genel irade ile
çoğunluğun ya da toplumun ya da yurttaşların tümünün iradesi aynı şey değildir.
Genel irade, sürekli olarak haklıdır de toplumun çıkarlarını sağlamaya
yöneliktir. Genel irade saftır, değişmez
ve değiştirilemez
niteliktedir.
Rousseau, biraz önce belirtildiği
üzere, özel mülkiyete karşı özel bir sempati beslememektedir. Aynı şekilde ve
Montesquieu ve Hobbes’un aksine, erkler arasında görev ayrımı yapılması
gerektiğine de inanmamaktadır. Rousseau, sadece, genel iradenin şekillendirdiği
egemenliğin bir bölümünün yasa yapmakla yetkili kılınması gerektiğini
söylemekte ve yürütmeyi/hükümeti yurttaşlarla egemenliği kullananlar arasındaki
iletişimi sağlayan bir aracı kurum olarak görmektedir.
Rousseau’nun ilginç bir
sınıflandırması da siyasal rejimlerle ilgilidir. Rousseau, üç tür siyasal rejim
olduğunu ancak bunların bir iyi ve bir de kötü türlerinin bulunduğunu
söylemektedir. “Monarşi, aristokrasi ve
demokrasi” olarak ortaya çıkan siyasal rejimler olumlu prototiplerdir.
Monarşi, bir kişinin toplumu, toplum çıkarı gözeterek ve şiddet ve zora
başvurmaksızın yönetimidir. Aristokrasi de, bir azınlık grubunun, aynı şekilde,
toplumu, toplum çıkarını gözterek ve şiddete ve zora başvurmaksızın yönetimidir.
Halkın, halk tarafından yönetilmesi anlamına gelen demokrasi de olumludur.
Demokrasilerde toplum çıkarının ön planda tutulması ve şiddet ve zor kullanma
yoluna gidilmemesi esastır.
Rousseau, monarşinin olumsuz
prototipinin “tiranlık” olduğunu ve
tiranın kendi amaçları doğrultusunda şiddet ve zor kullanmaktan çekinmeyen bir
yönetici olduğunu söylemektedir. Benzer şekilde, aristokrasinin olumsuz türü de
“oligarşi”dir. Demokrasinin olumsuz
türüne ise Rousseau, “oklokrasi”
(ochlocracy) adını vermektedir. Oklokrasi, demokrasilerde, siyasal
iktidarın, şiddet ve zor kullanmaktan çekinmeyen ve kendi çıkarları peşinde
koşan ayak takımının eline geçmesidir.
Bu görüşleriyle Rousseau, gerek genel siyasal düşünce sisteminin ve
gerekse liberal düşünce tarzının gelişmesine önemli ve kalıcı katkılar
getirmiştir. Bu katkılar önemlerini bugün de sürdürmektedir.
Ekonomik Liberalizm
Feodal
toplum düzeninden, merkantilist toplum yoluyla liberalist ekonomik topluma
geçişi belirleyen unsurların başında toplumsal yaşamda gerçekleşen önemli
değişimler gelmektedir. Bu bağlamda,
herşeyden önce, sınıf kavramında ve yapısında değişiklikler olmuştur. Ticaret
ve endüstri ile uğraşarak gelişen burjuva sınıfı yeni bir kültürün ilk izlerini
getirmiştir. Burjuvazinin ortaya çıkışıyla, sınıf düzeninde değişiklikler
ortaya çıkmaya başlamıştır. “Asil”ler,
“ruhban sınıfı” ve “krallık ailesi” toplum içindeki üstün
konumlarını devam ettirmekle birlikte, ekonomik ve siyasal açıdan artık eskisi
kadar güçlü değildir. Bu sınıfların ekonomik güçleri yeni ortaya çıkan sınıf
karşısında göreli olarak daha zayıf kalmıştır.
Öte
yandan, kültür yaşamında da değişiklikler ortaya çıkmaya başlamıştır.
Basımevlerinin kurulması, gazete, dergi ve kitap gibi basılı belgelerin
sayısının artması sonucunu doğurmuş ve bu olgu burjuva kültürünün gelişmesini
sağlamıştır. Aynı şekilde, buharla çalışan
ulaşım araçlarının gelişmesiyle birlikte toplumsal hareketlilik artmış
ve kitlelerin ulaşım olanakları gelişmiştir. Tüm bu gelişmelerin sonucu olarak
toplum içinde ve toplumlar arasında kültür ilişkilerinde köktenci nitelikli
değişimler ortaya çıkmıştır.
Toplumsal
yaşamdaki büyük değişiklikler, gerçekte, ekonomik yapıda ve yaşamda ortaya
çıkan değişiminin sonuçlarıydır. 15 inci yüzyılda, denizciliğin gelişmesiyle
birlikte başlayan keşifler birçok el değmemiş toprağı ve bu arada bu
topraklardaki servet kaynaklarını ortaya çıkarmıştır. Bu kaynakların Avrupa’ya
aktarılması ile kapitalizm gelişme olanağını yakalamıştır. Keşiflerin bir diğer
sonucu emperyalist sömürgecilik olgusunun ortaya çıkması olmuştur. Sömürgeci
yaklaşım, kapitalizmin daha da gelişmesini güvence altına almıştır.
Sömürgelerde ise, endüstriyel ürünlere karşı ortaya çıkan gereksinim, endüstrileşmiş ülkelerin
mallarına karşı olan talebi çok daha yüksek düzeylere çekmiştir. Avrupa’da
üretilen bir çok mal sömürgelerde pazarlanma olanağı bulmuş ve böylelikle
batılı ülkeler mallarını daha kolay satabilmek yeteneğine kavuşmuştur.
İkincisi, sömürgeler sağladıkları ucuz ve bol hammaddelerle batılı endüstriyel
toplumların üretim kapasitelerinin ve arz güçlerinin artmasını sağlamıştır.
Bu
gelişmeler sonucunda, Avrupa’da endüstriyel üretim artmış ve giderek daha büyük
boyutlara ulaşan sermaye birikimi yeni teknolojik buluşların ortaya konulmasını
kolaylaştırmıştır.
Ekonomik
ve toplumsal yaşamda görülen değişme ve ilerlemeler, bu değişme ve ilerlemeyi
açıklayan yeni bir kuramın, yani, ekonomik liberalizm yaklaşımının ve düşünce
biçiminin geliştirilmesini gerekli kılmıştır.
“Ulusların Serveti” kısa başlıklı eser,
yukarıda belirtilen gereksinimi gidermiş ve Avrupa’ya çok uzun bir süre egemen
olacak olan yeni bir düşünce sistemi geliştirmiştir.
Kitabın
yazarı olan Adam Smith’in görüşleri şu temel ilkelere dayanmaktadır: insanlar
arasında doğal ayıklanma süreci egemendir; bu süreçte güçlüler üstün
çıkacaktır; insanlar, sürekli olarak kendi iyiliklerini (çıkarlarını) sağlamayı
amaçlar ve güçlü olanların kendi çıkarlarını (iyiliklerini) gerçekleştirmeleri
için serbest bir ortam içinde yarışmaları güvence altına alınmalıdır.
Güçlülerin çoğalması toplumun yararınadır. Devlet otoritesi, ekonomik yaşama
karışmamalıdır. Ekonomik yaşama egemen olan doğal yasalar (arz ve talep)
müdahaleye karşıdır. Devletin müdahalesi, ekonomik yaşamdaki doğal düzeni
bozacaktır.
Yukarıda
ana çizgilerini özetlediğimiz liberal düşünce biçimi çerçevesinde ve sermaye
hareketlerine daha serbest bir ortam sağlayabilmek bakımından, devletin
karışabileceği alanlar belirlenmiş ve bunun dışında kalan alanlarda birey diğer
bireylerle başbaşa kalmıştır.
Bir
anlamda, “anarşik” olarak
adlandırılabilecek bu ortam, bir başka anlamda, kuramsal olarak, bireysel
özgürlükleri ve özellikle girişim serbestliği gibi ekonomik hak ve özgürlükleri
koruyacak ve geliştirecek bir ortam yaratmıştır. Böyle bir ortamda birey
iradesini, istediği gibi geliştirebilecek ve kendisini tümüyle özgür
sayacaktır.
Kısacası,
liberalizm, kuramsal olarak, devlet iktidarını sınırlamayı biraz da abartılı
bir çizgiye taşıyan bir siyasal, toplumsal ve ekonomik düşünce akımı olmuştur.
Endüstri Devrimi ve Özgürlükler
Sorulması
gereken soru şu olmalıdır: Küresel açıdan bakıldığında, ekonomik liberalizm
kuramı uygulamada ne ölçüde gerçekletirilebilmiştir? Yanıtlanması oldukça zor
olan bu soru, özellikle, endüstri devrimi açısından özel bir önem
kazanmaktadır.
Endüstri
devrimi sonucunda ortaya çıkan toplumsal ve ekonomik yaşamın gerçekleri temel
hak ve özgürlüklerin korunması, gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesi
açılarından beklenenin ve ideal olarak
kabul edilenlerin uzağına düşmüştür. Sermaye birikiminin hızlanması, serbest
rekabetin doğal bir sonucudur. Ancak, endüstri devrimi nedeniyle, serbest
rekabetin dcoğal sonucu küçük sermaye sahiplerinin büyük sermaye karşısında
gerilemesi ve hatta ezilmesi olmuştur.
Kentlere akan işsizler, zaman içinde bir “protelarya
ordusu” oluşturmuştur. Toplumsal zıtlaşma ve kutuplaşma hız kazanmıştır.
Liberalizmin “bağıt serbestisi” ile “arz ve talep” ilkeleri toplumda açlık,
fakirlik ve sefalet düzeyini artırmıştır. İşçiler ve işsizler toplumsal koruma
ve güvenceden yoksun kılınmışlardır. Toplumsal güvencelerin yokluğu, yaşam
güvenliği kavramını anlamsız bir konuma getirmiştir. Bireyleri serbest yarışmanın
olumsuz sonuçlarına karşı koruyucu hiç bir önlem bu aşamada alınmamıştır. Kadın
ve çocukların çalışma yaşamı içine girmeleri aile yaşamını ve kurumunu
yozlaştırmıştır. Salgın hastalıklar artmıştır. Eğitim hakkı ve olanağı, ancak
güçlü sınıflara tanınan bir ayrıcalık olarak kabul edilmiştir.
Ekonomik
özgürlükler kavramının ortaya çıkışı ve güç kazanması, toplumsal yaşamda ortaya
çıkan ve yukarıda özetlenen gelişmeler üzerine olmuştur. Hak ve özgürlüklerin
ister siyasal alanda ister ekonomik alanda tanınmış olması aslında bir anlam
taşımamaktadır. Önemli olan, özgürlüklerin tüm toplumsal sınıfları kapsayacak
ve içine alacak şekilde gerçekleştirilmesi sorunudur. Bu ödev, en güçlü siyasal
örgüt olan devlete verilmiştir.
Böylelikle,
devlet, pozitif bir niteleme ile siyasal, ekonomik ve toplumsal yaşamın içine
alınmıştır. Bu yaklaşım, “sosyal devlet”
kavramının ortaya çıkması anlamına gelmektedir.
Doğal Haklar Kavramı
Doğal
haklar kavramı özellikle 16 ncı ve 17 nci yüzyıllarda ağırlık kazanmış olmasına
karşın, düşünsel kaynaklarını çok eski tarihlerden ve özellikle Plato’dan
almıştır.
Doğal
haklar kuramına göre, pozitif hukukun üstünde ve pozitif hukuka egemen olması
gelen hukuk vardır. Doğal haklar olarak nitelenen bu hak ve hukuk kuralları
araştırılmalı, bulunmalı ve pozitif,
yani yasalarla uygulama alanına konulmuş hukuk konumuna getirilmelidir.
Böylelikle, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar topluluğu elde
edilecek ve toplumda anarşinin yerini kalıcı bir düzen alacaktır. Aynı zamanda,
siyasal otorite de bu doğal yasalara uygun davranmak zorunluluğunu duyacaktır.
Sonuç olarak da, devlet ya da siyasal otorite hukukla sınırlanmış olacaktır.
Ne varki,
doğal haklar kavramı 20 nci yüzyıla kadar bu anlamda ele alınmamıştır. Bu yüzyılda ise, yaşanan toplumsal, siyasal ve
ekonomik gelişmeler nedeniyle, devletin/siyasal otoritenin, kendi gücünün
üzerinde yer alan bir başka hukuksal güçle sınırlanması zorunluğu ortaya
çıkmıştır.
Doğal
haklar kavramı belli başlı üç sonuç doğurmuştur: sözleşme kuramının gelişmesi,
temel hak ve özgürlükler kavramının ortaya çıkması ve devlet anlayışının
değişmesi.
Sözleşme
kuramları, doğal yasaların nasıl pozitif konuma getirilelebileceği ya da bir
başka anlatımla nasıl bir düzen içinde yasallaştırılabileceği sorusuna yanıt
aramaktadırlar. Sözleşme kavramları,
genellikle, iki açıdan incelenmektedir: Hobbes Okulu ve Locke Okulu. Hobbes
Okulu’nun savunduğu anlayış içinde, sözleşme esas olarak “korku” temeline dayanmaktadır. Bireyler, bir anarşi durumu olan
doğa durumundan kaçmak ve özgürlüklerine
kavuşmak için sözleşme yaparlar.
Locke
Okulu’na göre, doğa durumu bir anarşi durumu değildir. Bireyler özgürlüklerini
gerçekleştirmek için bir araya gelmek zorunluğunu duyarlar ve böylelikle
bireyler arasında bir sözleşme ortaya çıkmış olur. [70]
Her iki
okul da, sözleşmenin hangi unsurları içerdiği ve kapsadığı sorusuna yanıt
getirmemiştir. Ancak, sözleşme kavramından, bu yaklaşımın siyasal iktidarı
sınırlayıcı bir araç olduğu anlamını çıkarmak yanlış olmayacaktır. Ancak, her
iki Okul da, sözleşmenin amacı konusunda birleşmektedir: yönetenlerin
sözleşmeye uygun eylemlerde bulunmalarını güvence altına almak ve bu yolla bireysel hak ve özgürlüklerin
korunmasını, gerçekleştirilmesini ve geliştirilmesini sağlamak.
Doğal
haklar kavramının 16 ncı ve 17 nci yüzyıllarda aldığı görünüm, temel hak ve
özgürlükler kavramının ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Bireyler, gerek
sözleşme öncesinde ve gerekse sözleşme sonrasında bazı temel hak ve
özgürlüklere sahiptirler. Bu haklar, insanların kişiliğine bağlıdır ve
sınırlanamaz niteliktedir. Siyasal otorite bu hak ve özgürlüklere saygı duymalı
ve bu temel hak ve özgürlükleri sınırlamaya kalkışmamalıdır.
Gerek
sözleşme kavramı ve gerekse temel hak ve özgürlükler kavramındaki değişiklikler
doğal olarak devlet kavramının da değişmesi ve gelişmesi sonucunu yaratmıştır.
Devlet, sözleşmenin amacı dışına çıkmamalıdır. Devletin tüm eylemleri
sözleşmenin gerçekleştirilmesi amacına yönelik olmalıdır. Devlet, bireylerin
doğal olarak sahip oldukları temel hak ve özgürlükleri tanımalı, korumalı ve
geliştirmelidir.
Toplumsal ve Ekonomik Hak ve Özgürlükler
Kavramının Genişlik ve İçerik Kazanması
Bu
bağlamda incelenmesi gereken düşünce akımlarını “utopiacı”lar ve devletin toplumsal ve ekonomik yaşamı
düzenlemesini esas alan “müdahaleci”ler
olarak ikiye ayırmak yararlı olacaktır. Bu çerçevede incelenmesi gereken
siyasal düşünürler ise, More, Sismondi ve Marx’tır.
Utopiacılar
“New Atlantis” isimli eserin yazarı
Bacon, Adam Smith tarafından geliştirilen kuramın uygulama alanındaki
başarısızlıklarının ilk eleştiricisi olmuştur. Kapitalizmin yol açtığı
toplumszal adaletsizlik, eşitsizlik ve sömürme olguları olaylara kapitalizmden
başka görüşle bakan düşünme biçimlerinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Zira,
liberal kuramın gerçek yaşamda öğretide öngörüldüğü gibi işlemediği
görülmüştür. Bu bağlamda anlaşılmıştır ki, liberal sistemlerde, temel hak ve
özgürlükler belli bir sınıf için geçerli ve anlamlıdır.
Bu
gerçeğin saptanması, liberal toplumlarda asıl yapılması gereken çalışmanın
toplumun tüm kesimlerinde hak ve özgürlükleri gerçekleştirmeye çalışılmak
olması gerçeğinin toplumsal sınıflar açısından giderek daha fazla
benimsenmesine yol açmıştır.
Bu amacı
gerçekleştirebilecek tek toplumsal ve siyasal örgüt ise, devlettir. Devlet, bu
bakış açısına göre, devletin hiç bir zaman yapmaması gereken şeyler bulunduğunu
anlatan “negatif” bir nitelik değil,
fakat, toplumsal açıdan dezavantajlı grupların/sınıfların korunması ve
geliştirilmesi bağlamında kimi etkinliklerde bulunmasını öngören “pozitif” bir nitelik taşımalıdır. Bir
başka anlatımla, bireyler devletten ekonomik hak ve özgürlüklerin
geliştirilmesi, toplumsal ve ekonomik
bozuklukların giderilmesi ve toplumsal
güvence sistemlerinin gelişitirilmesi yolunda önlemler almasını istemek hakkına
sahip olmalıdır. Bu yaklaşım, siyasal otoritenin sınırlarını genişletmekte ve
devletin müdahale edebileceği alanı genişletmektedir.
Utopiacı’ların
en fazla bilineni Thomas More’dur. More, Utopia adlı yapıtında kendi düşsel
siyasal rejimini kurmaktadır. More’un bu yapıtında öne sürdüğü ve incelemekte
olduğumuz konu açısından önem taşıyan görüşlerinin bazıları şunlardır: mülkiyet
topluma ait olmalıdır, özel mülkiyetin bulunduğu toplumlarda kamu çıkarının
sağlanması olanağı yoktur, ancak komünist düzende gerçek eşitlik sağlanabilir,
komünizmin insanları tembelliğe iteceği savı doğru değildir, bir ülkede 54 kent
olmalıdır, kentler aynı kent planına göre kurulmalıdır, Başkent’in kent planı
farklı olmalıdır, kent içindeki yolların genişliği 20 ayak olmalıdır, özel
konutlar benzer olmalıdır, evlerin kapılarında kilit olmamalıdır, evlere herkes
girebilmelidir, konutların çatıları düz olmalıdır, konutlar her 10 yılda bir
değiştirilmelidir, içinde 2 yöneticiye bağlı çalışan 40 kişi bulunan çiftlikler
kurulmalıdır, herkes aynı giysiyi giymelidir, evlilerin giysisi bekarlardan,
kadınların giysisi erkeklerden farklı olabilir, elbiselerin tasarımı hiç bir
zaman değiştirilmemelidir, yazlık ve kışlık giysiler aynı olmalıdır, bir elbise
7 yıl dayanmalıdır, her aile kendi elbisesini kendi dikmelidir, erkek ve
kadınlar akşam yemeğinden önce 3 saat ve sonra 3 saat olmak üzere günde 6 saat
çalışmalıdır, sabahın erken saatleri eğitime ayrılmalıdır, eğlence için zaman
ayrılmalıdır, eğitilmiş bazı kişiler yönetimde görev almalıdır, hükümet temsili
demokrasi ilkesine göre oluşturulmalıdır, seçimler doğrudan değil dolaylı
olmalıdır, toplumun başı seçimle gelmeli, ömür boyu görevde kalmalı ve ancak
şiddete başvurması durumunda görevinden alınabilmelidir, evli çocuklar
babalarıyla oturmalıdır, nüfusu arftan ailelerin konutları büyütülebilir, kent
büyürse bazı aileler öteki kentlere gönderilmelidir, yeni kentler verimsiz
alanlar üzerinde kurulmalıdır, hastaların tedavisi için hastaneler
kurulmalıdır, evde yemek yenilmesine izin verilebilir ancak toplumun çoğunluğu
toplumsal alanlarda yemeklerini yemelidir, erkek ve kadının evlenme sırasında
bakire olmaları zorunludur, savaşmak iyi bir uğraş değildir ancak erkek ve
kadınlar ülkeleri saldırıya uğradığında kendilerini savunabilecek düzeyde
savaşmayı bilmelidir, yabancı tacirlerin alacaklarının ödenmesi bakımından
altın ve gümüş biriktirmek yararlıdır, toplum çok dinli ve dinsel konularda
hoşgörülü olmalıdır ve kadınlar da dinsel alanda görev üstlenebilir.
Kısacası, “utopiacı”lar için esas sorun,
özgürlüklerin her alanda gerçekleştirilmesi olmuştur. Özgürlükleri
gerçekleştirmeye çalışan bir devletin özgürlüklere karşı olumsuz bir tutum
alamıyacağını varsayan Utopiacı’lar devlet iktidarının sınırlanması kavramı
üzerinde fazlaca durmamışlardır.
Müdahaleciler
Daha önce
de belirtildiği üzere, bazı düşünürler, liberal ekonomilerin temel dayanağı
olan serbest piyasa ekonomilerinde ortaya çıkan kimi pazar aksaklıklarının yol
açtığı sakıncalar üzerinde kapsamlı araştırmalar yapmışlar ve oldukça önemli
öneriler geliştirmişlerdir. Bu düşünürlerin bir kesimi liberal ekonomik düzene
parçacıl önlemler getirerek sistemin daha adil ve verimli çalışmasını
önerirken, diğer bir grup kapitalist sistemin kökten değiştirilmesini ve
yepyeni bir ekonomik ve siyasal yapı kurulmasını önermektedirler.
Üçüncü bir
grup ise, devlet kavramına günümüzün koşularına uygun yeni açıklamalar
getirmektedir. Sismondi birinci grubun ve Karl Marx ise ikinci grubun ideal
örneğidir. Hegel ise, üçüncü grubun en çok bilinen ve kabul edilen düşünürüdür.
Sismondi
Utopiacı’ların,
klasik liberalizmi eleştirmesi, ileriki dönemlerde daha da gelişerek devletin
ekonomik ve toplumsal hayata karışması ile sonuçlanmıştır. Sismondi ile
birlikte gelişen bir düşünce akımı, devletin kötülükler karşısında tarafsız
kalamıyacağı görüşünden hareket etmektedir.
Bu görüş
sahipleri, devletin ekonomik yaşamda düzenleyicilik rolünü benimsemekte ve
devletin çeşitli konularda alacağı önlemlerle insanların ekonomik açıdan
sömürülmesini ve kötüye kullanılmasını önlemek zorunda olduğuna
inanmaktadırlar.
Sismondi
de, çalışmalarında, Utopiacı’lar gibi, esas ağırlık noktasını özgürlüklerin
gerçekleştirmesi sorunu üzerinde yoğunlaştırmıştır. Sismondi’nin görüşleri
içinde devlet otoritesinin sınırlanması kavramına rastlamak oldukça zordur.
Hegel
Günümüzün
siyasal bilimler kuramına en fazla katkıda bulunan düşünürlerin önde
gelenlerinden biri olan Georg Wilhelm Friedrich Hegel, görüşlerini “Tarih Felsefesi” ve “Hukuk Felsefesi” adlı temel
yapıtlarında ortaya koymuştur. Hegel’in görüşlerinin tümünü burada
özetleyebilmek olanağı yoktur. Bu nedenle, burada Hegel’in konumuzla ilgili
görüşleri üzerinde durulacaktır. [71]
Kuşkusuz,
Hegel’in bilimsel düşünceye en büyük katkısı “diyalektik yöntemi” geliştirmesidir. Diyalektik yöntem, sentezin,
yani sonucun, sav ve karşısavın, yani birbirleriyle çatışan ya da çelişen
görüşlerin bir sonucu, bir bileşkesi ya da ortak ürünü olması anlamına
gelmektedir.
Konumuz
açısından bakıldığında, Hegel’in, Avrupa’da Reformasyon girişimi ile başlayan
devletin öneminin en üst düzeye çıkarılmasını öngören düşünce akımının son
yüzyıldaki önemli bir temsilcisi olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, devlet,
klise ile bağlarını koparmış ve tüm benzeşen niteliklerini değiştirmiştir.
Luther ile başlayan ve Hobbes, Spinoza’dan Rousseau’ya kadar ulaşan yeryüzü
devleti kavramı en güzel tanımlamalarını ve açıklamalarını Hegel ile
yakalamıştır. Hegel’in bürokrasiyle ilgili düşünceleri, günümüz bürokratik
koşulları açısından geçerliliğini tümüyle sürdürmektedir.
Hegel’in
devlet kavramıyla ilgili yaklaşımı, bir anlama, o güne kadar kabul gören devlet
felsefesinin değişmesi anlamına gelmektedir: devlet yurttaşlar için vardır,
yurttaşlar devlet için değil. Hegel’in anlayış biçimine göre, devlet nesnel bir
olgudur ve ussal özgürlüğü tanıyan ve ussal özgürlüğü toplumsal yaşam içinde
somut ve gerçek kılmak isteyen bir kurumsal yapıdır. Hegel’e göre devlet, insan
iradesinin ve özgürlüğünün dış dünyaya yansıması sırasında ortaya çıkan ruhun
simgeleştirdiği bir düşündür. Hegel’e göre devlet, moral düşün ve moral ruhun
gerçekleşmiş ve somutlaşmış biçimidir.
Bu çerçevede, devletin varlık amacı, yalnızca, bireylerin çıkarlarını sağlamaktır. Hegel’e göre, devlet, diğer devletler karşısında bağımsızlık içeren bir kimliğin anlatımıdır. Yine, Hegel’e göre, devlet olabildiğince organik olmalı, yani, devlet, çoğulculuk anlamında, bir çok kurumun bir araya gelmesinden oluşmalıdır. Hegel’e göre, devlet ile birey arasındaki ilişki, insan vücudu ile göz arasındaki ilişkinin aynısıdır.
Marx’çı Ekonomi, Devlet ve Özgürlük Kavramı
Kapitalizme
yönelik eleştiriler Karl Marx’la en üst düzeye erişmiştir. Marx ve Engels’e
göre, devlet tarafsız bir organ değildir. [72] Devleti ve özgürlükleri koşullandıran ana
etmen, üretim araçları sahipliği olgusunun biçimlendirdiği ekonomik alt
yapıdır. Ekonomik güce sahip olanlar, devlet otoritesini de ele geçirirler.
Özgürlüklerin, sadece, ekonomik açıdan güçlü olanlar için anlamı vardır.
Kapitalist bir sistemde, özgürlüklerin gerçekleştirilmesinden ve devlet
otoritesinin sınırlanmasından söz etmek anlamsızdır. Ekonomik özgürlüklerin
gerçekleştirilmesi, ancak, bireyler arasında serbest ekonomik yarışma ortamının
sağlanmasıyla elde edilebilecek bir olgudur. Oysa, serbest ekonomik yarışmanın
doğal sonucu sermayenin belirli ellerde birikimidir. Sermaye sahipleri kendi
ekonomik otoritelerinin sürekliliğini sağlamak için siyasal otoriteyi de
ellerinde tutmak isteyeceklerdir.
Toplum ve
bireyler ancak komünist bir düzende tam olarak özgür olacaklardır. Komünist
toplum yapısına geçerken kullanılacak olan işçi ve köylü ayaklanması (ihtilal,
devrim), kapitalist devletin sınırlanmasında ilk ve son sınırlama aracı
olacaktır. Komünist düzene, “sosyalist”
nitelikli bir ara aşamadan geçilerek ulaşılacaktır. “Protelerya diktatörlüğü” adı verilen sosyalist aşamada, devlet,
işçi ve köylü sıfınının çıkarlarının korunması için kurumsal varlığını devam
ettirecektir. Bu aşamada, siyasal otoritenin sınırlanmasından ve klasik anlamda
temel hak ve özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesinden söz edilemez. Bu
aşama, gerçek özgürlükler için bir hazırlık aşamasıdır.
Özgürlüklerin
gerçek anlamda sağlanması ancak üretim araçlarının
kamulaştırılması/devletleştirilmesiyle olacaktır. Geçiş aşamasında, özgürlükler
tam anlamıyla gerçekleşmiş olmadığından ve siyasal otoritenin işçi ve köylü
sınıfı çıkarlarının korunması açaısından kullanılması zorunlu olduğundan devlet
iktidarının sınırlanması da söz konusu olmayacaktır. Aslında, sosyalist
toplumda, bireylerin devlet iktidarını sınırlanması yolunda bir gereksinimleri de olmayacaktır. Zira,
devlet kendi sınıflarının devletidir. Bolluk toplumu olarak kabul edilen
komünist düzende ise devlet tümüyle kaldırılmış olacaktır.
“Ombudsman” kurumuna benzer bir kurum
olan “prokuratura”, Sovyetler Birliği
döneminde, yürütme organını sınırlayıcı bir etmen olarak göze çarpmaktadır.
Ancak, kuramsal açıdan ele alındığında, bu kurumun konumuz açısından öneminin
abartılmaması gerekmektedir. Zira, Marxist öğretiye göre, bu kurum da, öteki
üstyapı kurumları gibi, komünist düzene
geçişten sonra ortadan kaldırılmış olacaktır.
ÖZET VE DEĞERLENDİRME
Buraya
kadar yapılan açıklamalarla, devlet, özgürlük ve siyasal iktidar kavramlarının,
bir anlamda, tanımları yapılmış ve kavramların zaman içinde geçirdiği içeriksel
evrim incelenmiş ve irdelenmiştir. Açıklıkla görülmektedir ki, anayasa
hukukunun temel çalışma konularını oluşturan bu kavramlar, içinde bulunulan
koşulların genel niteliklerine uygun olarak zaman içinde önemli bir evrim
geçirmişlerdir. Evrim, hem değişme ve hem de gelişme bağlamında sonuçlar
üretmiştir. 21 inci yüzyıl siyasal düşüncesi bu evrimin doğal sonucu olarak
gelişmiş ve şekillenmiştir. Günümüzün ve yüzyılımızın siyasal ve anayasal
düşünce sistemini anlamak, algılamak, kavramlaştırmak ve sistemleştirmek
öncelikle bu evrimin doğru ve iyi öğrenilmesine bağlıdır.
TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN KORUNMASINI VE
SİYASAL OTORİTENİN SINIRLANMASINI AMAÇLAYAN ÇAĞDAŞ TOPLUMSAL, SİYASAL VE
HUKUKSAL KURUMLAR
Demokratik
toplumlarda, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin gerçekleştirilmesi,
korunması ve geliştirilmesi açısından yararlı ve etkili çalışmalarda
bulunabilecek pek çok siyasal ve toplumsal kurum ve olgu vardır. Bu kurum ve
olgular gerek siyasal iktidarların sınırlanması ve gerekse hak ve özgürlüklerin
korunması açısından önemli işlevleri yerine getirebilecek gizil güçleri içinde
barındırmaktadırlar. Bunlar arasında, moral ya da etik (ahlak) değerler,
kamuoyu, çoğulcu demokratik kurumlar ve siyasal partiler yer almaktadır.
Bu
bölümde, temel hak ve özgürlüklerin korunması açısından önemli işlev görecek
siyasal ve toplumsal kurumlar üzerinde durulacaktır.
Siyasal Otoritenin Sınırlanmasında Moral
Etmeni
Devlet
otoritesini sınırlayan araçlardan biri, moral etmendir. Moral, genelde, iki
değişik anlamda ele alınmaktadır. Birinci anlamda, moral, bireyin iç benliğini
anlatmak için kullanılmaktadır. Bu açıdan, moral etmen, devlete, kişinin moral
varlığını yani iç benliğini geliştirmek ödevini yüklemektedir. Harold Laski, “Authority in The Modern State” adlı
yapıtında, moral etmen için şunları söylemektedir: “…birey, bütün moral varlıkların üstündedir ve devletin bireye
yapabileceği en büyük yardım bireyin moral yeteneklerini geliştirmektir. Bu
yardım, gerçekte, topluma yapılan bir yardım olacaktır.” [73]
Moral
etmen, ikinci anlamda, kişilerin/yöneticilerin
kişisel karakter düzeyleri olarak kabul edilmektedir. Münci Kapani, “Kamu Özgürlükleri” adlı yapıtında,
moral etmenle ilgili olarak, “… idare edenlerin sahip olabilecekleri bir
takım moral vasıflar ve bu vasıfların sağladığı subjektif mahiyetteki teminat
anlaşılmak gerekir” [74]
demektedir. Kapani açısından moral etmende esas ağırlık noktası kişinin değer
yargıları olmaktadır. Zira, devlet örgütü içinde yönetici olarak görev alacak
kimselerin sahip olacağı etik yeterlilik, toplumsal değerler ve özgürlük
anlayışları doğrudan yansımasını yönetim sorumluluklarını taşıdıkları
toplumsal, bürokratik ve siyasal ortamlarda gösterecektir.
Ancak,
kabul etmek gerekirki, M. Kapani’nin de üzerinde durduğu moral etmen kavramı
özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi sorunu için etkili bir çözüm olmaktan
uzaktır. Zira, yine Kapani’ye göre, “Bir
politikacının, bahis konusu vasıflara sahip olup olmadığı ancak onun politika
arenasına çıkışından sonra belli olur. Hatta, çok defa … ancak iktidara
gelişinden sonra ortaya çıkar..” [75]
Otoritenin Sınırlanmasında Kamuoyu Etmeni
Siyasal ve
toplumsal olgu ve oluşumlara karşı beliren öznel tavır almalar ve bunların
genişlik kazanması karşımıza kamuoyu kavramını çıkarmaktadır. Kamuoyu olgusu,
özellikle demokratik toplumlarda, gizil bir siyasal güç olarak kabul edilmiş ve
siyasal ve toplumsal güç kaynaklarının sahip oldukları iktidarın/gücün
sınırlanması için bir silah/araç/yöntem olarak kullanılmıştır.
Barker’ın
da belirttiği gibi, günümüzde, kamuoyu olgusunun siyasal otoritenin önde gelen
somutlaşma odakları olan yasama ve yürütme organlarını denetleyici nitelikte
işlevler yerine getirebildiğini gösteren çok sayıda örnek olay vardır. [76] Barker, hukuksal (de jure) bir kavram olan egemenlik kavramının, eylemsel (de facto) bir güç olan kamuoyu
tarafından sınırlanabildiğini söylemektedir. Bir kere, herşeyden önce, yasama
organı, yasa yapma çalışmaları sırasında toplumun desteğini kazanabilmek ve
güvence altına alabilmek için yasanın toplum tarafından benimsenebilme yeteneğine
sahip olup olmadığını araştırmak durumundadır. Bu amaç, ancak, kamuoyunun
eğilimini saptamakla sağlanabilir. İkincisi, yürütme organı da, uygulamalarında
halkın desteğini sağlamak ve güvence altına için halkın isteklerinin ve
eğilimlerinin genel yönünü bilmek isteyecektir. Zira, aksi yöndeki bir
yaklaşım, yani toplum görüşünün, beklentilerinin ve gereksinmelerinin yeterince
dikkate alınmaması, iktidarı ellerinde tutan yöneticilerin halkın/toplumun
desteğini yitirmeleri anlamını taşıyacaktır.
Kamuoyu
etmeni, bir başka alanda, seçimler alanında da, oldukça önemli işlevlere ve
rollere sahiptir. Yarışan siyasal partiler tarafından yürütülen propoganda
çalışmaları ve seçim tartışmaları esas olarak kamuoyunu istenilen yönde
etkileme ve şekillendirme amacını taşır. Siyasal partiler, ancak, kamuoyunu
inandırabildikleri ölçüde iktidara gelmek şansını artırabilirler.
Kanımıza
göre, adına kamuoyu denilen gizil gücün yukarıda betimlenen nitelikteki
işlevlerini yerine getirebilmesi iki koşulun varlığına bağlıdır. Birinci koşul,
bazı temel hak ve özgürlüklerin toplumda var olması koşuludur. Bu koşul,
kamuoyunun şekillenmesi için öncelikle haberleşme özgürlüğünün varlığını
gerektirir. Zira, kamuoyunu besleyen en önemli etmen iletişimdir. Ancak,
iletişimin özgür ve sansürsüz olmasıyla kamuoyu yukarıda belirtilen toplumu
bilgilendirme işlevini yerine getirebilir.
H.
Laski, “Liberty in the Modern State” adlı yapıtında, ikinci koşul olarak, “doğma”ların eğitim süreci üzerindeki
olumsuz etkileri üzerinde durmaktadır. [77]
Zira, eğitim, bireylerin ve toplumun doğma gibi önyargılı düşüncelerle
doldurulması ve yönlendirilmesi için elverişli bir araçtır. Doğma şeklinde
bireylerin uslarını işgal eden dayanaksız ve yanlış önyargılar ve değişmez
nitelikli demirleme noktaları, kamuoyunun gerçek olandan farklı biçimlerde
şekillenmesine yol açan ana etmenlerdir. Laski, bu etmenler nedeniyle, kamuoyu
kendisinden beklenen aydınlatma ve bilgilendirme işlevlerini yerine getirme
olanağını yitirebileceğini söylemektedir. Doğmalar, demirleme noktaları ve
önyargılar, çeşitli propaganda yöntemleriyle bireylere ve toplumlara
benimsettirilebilir. Bu bağlamda, eğitimin kişilerin düşünme biçimlerini
düzenleyen ve şekillendiren bir propaganda amacı olmaktan uzak kılınması
gerekmektedir. Kısacası, ikinci koşul, eğitim ve haberleşme özgürlükleri başta
olmak üzere tüm özgürlüklerin kötüye kullanılmasının devlet ve toplum
tarafından alınacak önlemlerle önüne geçilmesi anlamına gelmektedir.
Kamuoyunun,
özellikle demokratik toplumlarda, beklenen bilgilendirme ve aydınlatma
işlevlerini yerine getirebilmesi yukarıda belirtilen iki koşulun birlikte
gerçekleşmiş olmasını zorunlu kılar. Ancak, her iki koşulun, hemen her
demokratik ülkede tam ve mükemmel olarak gerçekleşmiş olmasını beklemek olanağı
yoktur.
Yapılan
açıklamalardan çıkarılması gereken sonuç şudur: kamuoyu olgusunun/etmeninin
özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi açısından yerine getirebileceği
önemli işlevler ve roller vardır. Ancak, hemen belritmek gerekirki,
özgürlüklerin korunması ve gerçekleştirilmesi konusunda kamuoyu olgusundan çok
fazla katkı beklememek gerekir. Zira, Harold Laski’nin de belirttiği gibi,
özgürlüklerin korunması ve
gerçekleştirilmesi bağlamında “kamuoyu,
ancak, son bir denetim aracı olabilir.”
[78]
Siyasal Otoritenin Çoğulcu Demokratik Yapı
Kurumları Aracılığıyla Sınırlanması
“Çoğulcu demokratik kurumlar” kavramı
veya öteki deyimiyle “pluralizm”
özellikle batı demokrasileri içinde ortaya çıkan bir kavramdır. Devlet ve
toplum yapısının yalnızca işçi sınıfıyla özdeşleşmiş olması nedeniyle Marxist
sistemlerde/demokrasilerde pluralizm kavramından söz edilemez.
Demokrasinin
yaygınlaşması ve kökleşmesinin gerçekleştirildiği dönemin öncesinde, devletin
siyasal ve toplumsal otoriteyi tekeline alması -bir bakıma- ülke içindeki
siyasal çatışmaların durması anlamına gelmiştir. Oysa, demokrasi, yapısı
gereği, düşünsel çatışma ortamının varlığını ve siyasal geleceğin belirsiz
olmasını gerekli kılar. Demokrasilerde, çeşitli görüşler/çıkarlar birbiriyle
çarpışır, çoğunluğun desteğini sağlayan, üstün olan ve kabul edilen görüş
uygulanma olanağına kavuşur.
Ancak,
çağdaş devletlerde, bireylerin siyasal ve toplumsal otorite karşısındaki göreli
zayıf konumu, yukarıda betimlenen ideal durumun gerçekleşmesi olasılığını
önemli ölçüde azaltmaktadır. Ortaya çıkan bu sakıncalı ortam, bireylerin bir
araya gelmesiyle ve toplumsal tüzel kişiliğe sahip kurumlar kurması yoluyla
önemli ölçüde azaltılabilir. Demokratik toplumların çoğulcu (pluralist) yapısı
içinde siyasal partiler, işçi ve işveren sendikaları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek örgütleri, vakıflar ve dernekler yer almaktadır.
“Sivil toplum kuruluşları”, “üçüncü sektör”
ya da “hükümet dışı örgütler” (NGO)
gibi isimler de alabilen çoğulcu siyasal yapı kurumları, kuşkusuz, her
toplumsal, ekonomik ve siyasal sorun konusunda olduğu üzere, temel hak ve
özgürlüklerin korunması ve geliştirilmesi konusunda da etkili işlevler yerine
getirebilme olanağına sahiptir. Demokrasiler, sivil toplum kuruluşlarının bu
işlevlerini başarıyla yerine getirilmesi ölçüsünde içerik, zenginlik ve
geçerlik kazanacaktır. Prof. Tarık Zafer Tunaya’nın da belirttiği gibi,
demokrasilerde oybirliği yoktur, ancak oyların (görüşlerin) çatışması çözüm
yolları getirir. [79]
Siyasal Otoritenin Baskı ve Çıkar Grupları
Aracılığıyla Sınırlanması
Tunaya,
baskı grupları deyiminin 1925’lerde kullanılmaya ve genişlik kazanmaya
başladığını söylemektedir. Oysa, ABD’li siyasal bilimci Seymour Martin
Lipset’in de belirttiği gibi, bu kavram Alexis de Tocqueville tarafından da
ayrıntılı olarak incelenmiş ve bu çerçevede çeşitli düşünürlerce yapılan
çalışmalar sonucunda siyasal bilimler içinde olması gereken yerine
oturtulmuştur. [80]
Alexis de
Tocqueville, “Amerika’da Demokrasi”
adlı yapıtında, dernekler gibi toplumsal kuruluşların siyasal otorite
üzerindeki etkilerine işaret etmekte ve şunları söylemektedir: “Ferden daha zayıf, ve özgürlüklerini koruma
da daha yetersiz olan her yurttaş, hemcinsleriyle birleşme sanatına vakıf
olmasaydı, istibdat zaruri olarak eşitlikle birlikte artacaktı.” [81]
Tocqueville’in bu sözleri, baskı gruplarının, özgürlükleri ne ölçüde
koruyabilecekleri konusunda güçlü bir anlam içermektedir. Tocqueville’in
belirttiği gibi, baskı grupları, çeşitli yollardan iktidara gelerek veya
siyasal iktidarları etkileyerek siyasal iktidarların dikta ve zorbalık
rejimlerine kaymalarını ve özgürlüklere zarara vermelerini önleyebilirler.
Baskı
grupları kavramı, Tunaya’nın yaptığı gibi, bilinçli ve örgütlü çıkar grupları
şeklinde de tanımlanabilmektedir. [82]
Baskı grupları ile çıkar grupları arasındaki temel fark örgütlenme biçimlerinin
değişik olmasından doğmaktadır. [83]
Çeşitli nedenlerle ortaya çıkan baskı grupları, değişik alanlarda çalışma
olanağı bulmakta ve bu alanlardaki çalışmalarıyla ya özgürlüklerin korunması
yolunda hizmet vermekte ya da bunun tam tersine olarak yalnızca kendi
çıkarlarını gerçekleştirmek uğrunda temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı
nitelikte çalışmalarda bulunabilmektedirler. Prof. Tunaya’nın görüşüne göre,
baskı grupları seçimler konusunda, yasama etkinlikleri alanında, kamu
yönetimini ilgilendiren konularda etkinliklerde bulunabilmekte ve “yöneten” durumunda olanları etkileyerek
kendi amaç ve çıkarlarını elde etmeye çalışmaktadırlar.
Baskı ve
çıkar grupları, aynı zamanda, kamuoyunu bilgilendirme, koşullandırma ya da
şekillendirme yolunda etkinliklerde bulunarak siyasal iktidarların karşısına
çıkmakta ve onların çalışma biçim ve koşullarını etkileyebilmekte ve
yönlendirebilmektedirler. [84]
Baskı
gruplarının yukarıda sayılan özelliklerine karşılık, özellikle ABD’de yaygınlık
kazanan ve “lobbyizm” olarak bilinen
şekli yalnızca özel bazı amaç ve çıkarların korunmasına çalışarak genel ve
kamusal çıkarların zarar görmesine neden olabilmektedir.
Walter
Gelhorn’un özel hükümet olarak adlandırdığı çıkar gruplarının özgürlüklerle
olan ilişkisi bu bağlamda önemli özellikler taşımaktadır. [85]
Sermaye sahiplerinin kendi çıkarlarını toplum çıkarlarına üstün tutmaları ve
çıkarlarını sağlayabilmek için özgürlükleri sınırlama yollarına başvurmaktan
kaçınmamaları gerçeği bu sorunun ne denli önemli olduğunu göstermektedir.
Siyasal Otoritenin Devletin Amaçlarının
Belirlenmesi Yoluyla Sınırlanması
Devleti ya
da siyasal otoriteyi sınırlayan ve bu yolla da temel hak ve özgürlükleri koruma
altına almaya çalışan kurumlardan biri de kişi haklarıdır. Kişi hakları
kavramı, devletin amacı sorusuna yanıt verilmesi gerekliliğini öncelikli bir
konu olarak gündeme getirmektedir. Siyasal otoriteyi kullanan devletin
amaçlarının belirlenmesi aynı zamanda devletin yasallık ve meşruluk sınırlarını
da belirleyici olacaktır. Bu bağlamda, devlet amacının dışına çıktığı ya da
amaçlarını gerçekleştiremeyecek duruma geldiğinde, yurttaşlar belirli
eylemlerde bulunmak hakkına sahip olarak kabul edileceklerdir. Bu hak, tarih
boyunca, değişik siyasal düşünürlere göre, ayaklanma ve şiddet kullanma yoluyla
iktidardakileri değiştirmekten, barışçı ve demokratik yollardan aynı sonucu
elde etmeye kadar değişebilen görünümler ve içerikler kazanmıştır. Marcilius
Patavinus’a kadar geçen dönem içinde yer alan siyasal düşünürlerin önemli bir
çoğunluğu bütün yurttaşların sözleşmeye aykırı düşen ve zor, şiddet ve baskı
yoluna sapan siyasal iktidarlara karşı direnme hakkına sahip olduğunu kabul
etmişlerdir. Sadece Marcilius Patavinus, direnme hakkının sorunun çözümü için
elverişli bir yöntem olmadığını ve toplumsal kurumlarda yapılacak yeni
düzenleme ve ayarlamarla kurulu siyasal düzenin korunabileceğini ve
sürdürülebilir kılınabileceğini söylemiştir. [86]
Kuramsal
açıdan varılan bu sonuç, doğal olarak, devletlerin amacının ne olabileceği
sorusunu tartışma gündemine getirmektedir. Bu konuda zaman içinde geliştirilen
ölçütler çok çeşitli olmuş ve sorun farklı yorumlara konu olmuştur.
Biraz önce
sözü edilen “adalet” kavramı bu
konudaki örneklerden yalnızca biridir. Devletin amacı adaleti sağlamaktır. Plato, adalet kavramını, “herkesin kendine düşen görevi yerine
getirmesi” olarak tanımlamaktadır. [87]
Aynı
şekilde, pek çok siyasal düşünür devletin amacının bireylerin/yurttaşların
mutluluğunu sağlamak olduğunu söylemiştir. Bu düşünürlere göre, devlet, amacını
gerçekleştirebilmek için kişilerin mutluluğunu sağlayacak önlemleri almalıdır.
Bu önlemleri almayan yöneticiler, bu düşünürler tarafından, devletin kuruluş ve
varoluş amacına aykırı davranmış olarak kabul edilmişlerdir.
Marc
Bloch, Orta Çağ devletinin amaçları konusunda şunları söylemektedir: “O, (Kral veya Prens) yurttaşlarının ruhsal
temizliğini, din kurumlarını ve gerçek dinsel inançları korumak, yabancı
saldırılara karşı ülkeyi savunmak ve son olarak da ülkede adaleti ve iç barışı
gerçekleştirmek zorundadır.” [88]
Günümüzde,
devletin amaçları konusundaki en önemli gelişmenin hukuk devleti kavramının
ortaya çıkışı ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır. [89]
Günümüzde, devletin amacı hukuk devleti ilkesini yaşama geçirmektir. Adalet
kavramı ile yakından ilgili olan hatta adalet kavramının değişik bir anlatımı
olarak kabul edebileceğimiz bu görüş kaynağını esas olarak meşruluk kavramından
almaktadır. “Devlet, hangi koşullar
altında meşru sayılacaktır?” sorusu karşımıza “yasa, hukuk ve hukuk devleti” kavramlarını çıkarmaktadır. Devlet,
yürürlükteki yasal hükümlere uygun davrandığı, yani bir hukuk devleti olduğu
sürece yasaldır, meşrudur ve amacını gerçekleştirmiş sayılır.
Devletin
amacı konusunda en fazla ilgi çeken kuramlardan birisi Harold Laski tarafından
geliştirilmiştir: [90]
Laski’ye
göre, genelde üretim ve tüketim süreçlerinden oluşan ekonomi, toplumların en
önemli uğraşı alanıdır. Üretim, kapitalist bir toplumda, sermayenin ve sermaye
sahiplerinin işidir. Üretim süreci içinde bu sınıfın kendi çıkarlarını
gözetmesi doğaldır. Tüketim, ise çalışan sınıfı ilgilendirir. Oysa, tüketim
süreci, seçim olgusu nedeniyle, devlet ve siyasal otoriteyi de
ilgilendirmektedir. Zira, sermaye sahiplerine oranla, sayıları daha fazla olan
işçi sınıfı yapılacak herhangi bir seçimde siyasal iktidarı değiştirebilme
gücüne sahip olan taraf olacaktır. Üretim süreci de, devlet ve siyasal
otoriteyle sıkı ilişki içindedir. Çünkü, ekonomik güce sahip olanlar çeşitli
yollardan siyasal iktidarı ele geçirmeye ve etkilemeye çalışacaktır. Sermaye
sahibi olan sınıf ile çalışan sınıf arasında da sıkı ilişki vardır ve bu iki
sınıfın çıkarları doğal olarak ters yönlüdür. Laski, bu açıklamaları
çerçevesinde, toplumu siyasal ve ekonomik çatışmaların sürekli olarak içinde
oluştuğu ortam olarak anlamaktadır. Laski’ye göre, devletin amacı da burada
kendisini göstermektedir: devlet, sermaye sahiblerinin çıkarları ile
çalışanların çıkarlarını bağdaştırmak ve toplumsal barışı ve huzuru sağlamak
zorundadır.
Özetlemek
gerekirse, toplumların yönetilmesinden sorumlu olan örgütlü siyasal
otoritelerin, bir başka anlatımla devletlerin, kurulmalarını sağlayan ve
varlıklarının sürdürülmesine olanak veren bir amacı ya da amaçları vardır. Bu
amaç ya da amaçların elde edilmesi/gerçekleştirilmesi zorunluluğu, bir yandan siyasal otoriteyi
sınırlandırıcı sonuçlar yaratırken, öte yandan özgürlüklerin
gerçekleştirilmesini, korunmasını ve
geliştirilmesini zorlayan güçlü bir etmen olarak ortaya çıkmaktadır.
Devletin Hukuk Yoluyla Sınırlanması
Devletin
önde gelen amaçlarından biri olarak kabul edilen kişi haklarının
gerçekleştirilmesi sorununun, temel hak ve özgürlüklerin korunması üzerindeki
rolü yukarıda açıklanmıştır. Devletin, hukukla sınırlanması konusu ise, bu
kavramdan daha farklı içerikler taşımaktadır. Zira, bu bağlamda, siyasal
otoritenin ya da devletin dolaylı yollardan değil, fakat, doğrudan ve yasayla
sınırlanması öngörülmektedir.
Gerçekte,
bu konu, doğal yasalar konusu ile yakından ilgilidir. Zira, doğal hukuk
kuramına göre, doğada, pozitif hukukun dışında ve ondan üstün olan bir hukuk
vardır. Bu hukuk öğrenilmeli ve pozitif hukuk durumuna getirilmelidir. Ortaya
çıkacak yeni kurallar devleti sınırlayacak ve özgürlüklerin korunması bu yolla
gerçekleştirilecektir.
Ünlü hukuk
bilimcisi Leon Duguit’nin bu bağlamda devlet iktidarının sınırlanabilmesi için
geliştirdiği hukuk sistemi önemli özellikler içermektedir. Asıl kaynağını
Durkheim’den alan Duguit’nin geliştirdiği hukuk kuramını [91]
şu şekilde özetlemek olanaklıdır. Toplumların en önde gelen ilkesi toplumsal ve
siyasal birliği sağlamaktır. Toplumsal ve siyasal birlik iki yoldan
gerçekleştirilebilir: benzeşme yoluyla mekanik olarak veya iş ayırımı ve iş
bölümü yoluyla organik olarak.
Bir grup
içindeki bireylerin aynı işi yapmalarından doğan birlik birinci yolu
oluşturmaktadır. İkinci yol ise, çalışmanın farklı birey ve gruplara ve
yapılacak işin alt bölümlerine ayrılması ilkesine dayalıdır. Burada,
bireyler/gruplar farklı şeyler üretmekte ve bu nedenle ürünlerini birlikte
değerlendirmeye gereksinim duymaktadırlar. Grupların birbirlerine olan
gereksinimi, sonuçta, toplumsal birliği yaratmaktadır. Duguit’ye göre,
toplumsal birliği sağlayan tek etmen ekonomidir. Duguit, işbirliğine dayalı üretim
ilişkilerini “ekonomik” olarak
nitelendirmektedir. Duguit’e göre, böyle bir işbirliği için başat endişe “adalet”tir. Böylelikle, toplumsal
birlik kavramı, toplum içinde adaletin sağlanması biçimine dönüşmektedir.
Adalet ise, yasaların ana kaynağıdır. Duguit, böylece, “yasa” kavramını ortaya atmaktadır. Duguit, yasayı, devleti ve aynı
zamanda da bireyleri bağlayan kurallar topluluğu olarak tanımlamaktadır.
Duguit,
geliştirdiği kuram çerçevesinde, hukuku, devletten ayırmıştır. Duguit’ye göre,
hukuku hukuk yapan ve hukuka kaynaklık eden devlet değildir. Duguit’ye göre,
nesnel hukuk kuralları, tümüyle devletin iradesinin dışında ve bireysel
sınırlar kütlesinde kendiliğinden oluşur. [92]
Bu
itibarla, Duguit, otorite kavramını reddetmektedir. “Gerçekten, yönetici olarak adlandırılanlar vardır; fakat onlar
yalnızca bir olgu olarak varlıklarını sürdürmektedirler ve hukuksal açıdan
bağlayıcı hukuk kuralları yapmak yeteneğine sahip değildirler” [93]
derken Duguit, aynı zamanda, otorite konusunda otoritenin yokluğuna işaret eden
bir zorlayıcı neden (force majeur)
yaratmak istemektedir. Duguit’de esas olan, sınırları ve koşulları belli
siyasal ödevler yaratmaktır. [94]
Kısacası,
Duguit, hukukun devlet tarafından yaratılmadığını, hukukun devlete göre daha
üstün olduğunu ve devletin hukuka uygun hareket etme zorunluğunda bulunduğunu
söylemektedir. Bu ilkenin kabul edilmesi devletin hukukla sınırlanması
demektir.
Otoritenin Kendi İradesiyle Kendini
Sınırlaması
Siyasal
otoritenin kendi kendisini sınırlaması (auto-limitation)
biraz önce belirtilen kurama karşı sürülen bir başka kuramın temel öngörüsü
olarak gündeme getirilmiştir. Bu kuramın sahipleri olan, Jhering ve Jellinek,
kişisel gözlemlerini, egemenlik anlayışlarıyla birleştirerek gerçekçiliği
bulunan bir siyasal bir kuram geliştirmek istemişlerdir. Bu iki hukukçu ve
bilimadamına göre, egemenlik devlet tarafından kullanılıyorsa, egemenliğin
uygulanması için gerekli yasalar da devlet tarafından yapılır. Demokratik
toplumlarda, yasama organı istediği yasayı yapmak olanağını hukuksal veya
fiziksel olarak sürekli bir şekilde elinde tutmaktadır. O halde, hukukun
kaynağı devlettir.
Jellinek
ve Jhering’e göre, bir şeyi yaratan gücün ona bağlı olmasını beklemek anlamsız
bir davranıştır. Bir şeye sahip olan, onu istediği gibi kullanabilir. Bu
bağlamda, devlet otoritesi hukukla sınırlanamaz. Devlet, kendi siyasal
iktidarını ancak kendisi sınırlayabilir. Devletin bu şekilde hareket etmesi
kendi çıkarlarının bir sonucudur. [95]
Şayet,
devlet, kendi koyduğu kurallara uymazsa, bireyler de devletin koyduğu yasalara
uymazlar. Oysa, bu durum devletlerin hiç bir zaman hoş göremeyeceği bir
ortamdır. Keza, devlet hukuk sistemini istediği gibi değiştirebilir, ama,
hukuksuz bir toplum yoluna gidemez. Her getirilen hukuk düzeni, kendi içinde
bazı özel sınırlamalara sahiptir.
Siyasal
otoritenin kendi kendini sınırlaması kuramı, özgürlüklerin korunması için
belirli araçlar da getirmektedir. Bu araçları, Jhering’in ve Jellinek’in
geliştirdiği tartışmalarda aramak gerekir. Aslında, birbiriyle çelişkili gibi
görünmesine karşın, yukarıda belirtilen bu iki kuram, gerçekte, birbirlerinin
tamamlayıcısı olmuşlardır. Bir kere, devletin kendini sınırlaması gereksinimi
yöneticiler tarafından da kabul edilmiştir. Zira, görülmüştür ki, sınırsız
otorite, özgürlükler için gerçek bir tehlike oluşturmaktadır.
Devletin
nasıl sınırlanacağı konusunda ise iki ayrı görüş ortaya atılmıştır: Birinci
görüş, gerçek yaşamdaki olaylardan yararlanmakta ve devletin ancak kendisi
tarafından sınırlanabileceğini belirtmektedir.
İkinci
görüş ise, yukarıdaki görüşü eksik bulmuş ve devleti, devlet dışında kalan
güçlerle sınırlamak istemiştir. Prof. Sıddık Sami Onar, bu görüşü şu şekilde
anlatmaktadır: “Fransa’da ihtilâlle
gerçekleşen hukuk devleti, Almanya’da Fransız etkisiyle gelişmiştir. Yani,
Almanya’da, hukuk devleti, kendi kendini tahdit şeklinde tecelli
etmiştir.” [96]
Seçim Kurumu/Yöntemi: Hukuksal Sınırlama
Aracı Olarak
Demokrasilerde
dönemsel aralıklarla yapılan seçimlerin siyasal iktidarları sınırlayarak temel
hak ve özgürlüklerin korunmasına katkıda bulunabilmesi olanaklıdır. “Halkın, halk tarafından seçilmiş çoğunluk
temsilcileri tarafından yönetilmesi” anlamına gelen genel ve evrensel
demokrasi kuramı seçimlerin doğal ve zorunlu kılan ana meşruluk unsurudur.
Demokrasinin temel prensibi olarak kabul edilen bu ilke, siyasal iktidarların
hiç bir siyasal grubun elinde sürekli olarak kalamayacağını ve seçimler yoluyla
iktidarların el değiştirmesi gerektiği anlamına gelmektedir. Demokrasilerin
başlangıç aşamalarında hükümdarlara karşı ileri sürülen bu siyasal ve hukuksal
silah, krallıkların zaman içinde ortadan kalkması ya da demokratik nitelik
kazanmaları nedeniyle demokratik yapı içinde kendine öz bir anlam kazanmıştır.
İleriki
aşamada ele alınacak olan siyasal partiler unsuru seçim unsurunu tamamlayıcı
nitelikte bir başka demokratik sunsur olmak durumundadır. Ana amaçları siyasal
iktidarı elde edip, devlet otoritesini kullanma şansını yakalamak olan siyasal
gruplar, daha uğraşlarının ilk aşamalarında seçim ve siyasal partiler gibi
ilkelerle karşılaşmak durumundadırlar. Demokrasilerin ana unsuru olarak kabul
edilen siyasal partiler, ancak, seçimlerde oyların çoğunluğunu alabildikleri
takdirde iktidara gelmek hakkına kavuşmaktadırlar.
Bu
nedenle, demokrasilerde, seçim etmeni, yarışan siyasal partiler arasında
iktidarı kimin elde edeceğini belirleyen tek unsur olmaktadır. Seçimlerin
yapılış ve yönetiliş şekli, oyların hesaplanma yöntemi ve elde edilen
sonuçların yasama organına yansıması olgusu yasalarla belirlenmekte tayin ve
böylelikle de ortaya seçim hukuku ya da hukuk aracılığıyla temel ilke, süreç ve
kuralları belirlenmiş bir seçim sistemi çıkmaktadır. Demokrasilerde, siyasal
iktidarların kimler tarafından nasıl, hangi oranda ve ne şekilde elde
edileceğini belirleyen tek unsur olan seçim sistemi böylelikle iktidarı
sınırlayan ana unsurlardan biri olmak özelliğini taşımaktadır. Seçim,
demokrasilerde, öncelikle, iktidarları sınırlayan hukuksal bir araçtır.
İktidarlar, belirli aralıklarla, seçime gitmek, halkın kararını almak ve
iktidarı halkın sandıkta beliren iradesine göre yeniden şekillendirmek,
özelliklendirmek ve koşullandırmak zorundadırlar. Bu zorunluluk, iktidarların
sınırlanması demektir.
Seçim Kurumu/Yöntemi: Siyasal Sınırlama
Aracı Olarak
Seçim
etmeninin yukarıda belirtilen hukuksal bir iktidar sınırlama aracı olma
özelliğine karşın, asıl ağırlık ve önem taşıyan yönü siyaset sosyolojisi
bağlamında yerine getirmekte olduğu işlevlerdir. Demokrasilerde, siyasal
partiler, ancak, halkoyunu tatmin edebildikleri ölçüde başarı sağlarlar.
Partilerin iktidarda iken yaptığı uygulamalar ve seçim
programlarında/platformlarında ileri sürdüğü görüşler, seçmenlerin siyasal
değer yargıları içinde irdelemeye konu olacak ve oluşacak kanıya göre siyasal
partilere oy verilecektir. Bu basit gerçek karşısında, siyasal partiler, halk
desteğini kazanmak ve artırmak için toplumu mutlu kılacak iş, işlem ve
hizmetler gerçekleştirmeye çalışacaktır. Örneğin, özgürlükler konusunda toplumu
ve bireyleri sıkıntı içine düşürecek davranışlardan çekinecek ve toplumsal
barışı, huzuru ve mutluluğu sağlayıcı uygulamalar yapacaktır.
Genel
olarak kabul edildiği üzere, seçimler, demokrasinin ve demokratik olabilmenin
en önde gelen siyasal kurumudur. Bu bağlamda, iktidarları sınırlayan önemli
siyasal araçlardan biri seçim kurumudur.
M.
Kapani’nin de belirttiği gibi, seçim siyasal bir sınırlama aracı olarak,
siyasal iktidarların dönemsel aralıklarla halk tarafından “denetlenmesi” ve yönetenlerin halka “hesap vermesi” sürecidir.
Etkinlik
ve başarım düzeyleriyle, denetim ve hesap verme sürecinde kamuoyunu tatmin
edemeyen siyasal partiler için seçimlerin “keskin
bir müeyyidesi vardır: İktidardan uzaklaştırma.” [97]
Siyasal Partiler Kurumu
Harold
Laski’nin siyasal partiler hakkında söylediği ve bir çok anayasaya ve özellikle
Türk anayasalarında kendine yer bulmuş temel bir ilke vardır: “Siyasal partiler, ister iktidarda, ister
muhalefette olsunlar demokratik hayatın ana unsurlarıdır.” [98]
Aynı
şekilde, Cassinelli de, siyasal partiler
konusunda şunları söylemektedir: “…
demokratik seçim sisteminin dinamiği, yasal özgürlüklerin, demokrasi dışındaki
grupların eline geçmesini önlemekte ve siyasal partiler … bu özgürlüklerin en
güçlü savunucusu olmaktadırlar.” [99]
O halde,
siyasal partiler bu önemlerini nereden almaktadırlar? Barker’ın belirttiği
gibi, siyasal partiler toplumsal şekillenmeler olup, amaçları toplum
tartışmasının devamını sağlamaktır. [100]
Demokrasinin geleceği, bu tartışmalara bağlıdır. Tartışmayı yürütecek örgütler
ise, siyasal partilerdir. Zira, siyasal partilerin ilk ödevi, kamuoyunu
bilgilendirmek, aydınlatmak ve şekillendirmektir. Bu süreç içinde, siyasal
partiler, topluma ilişkin çeşitli sorunlar/konular üzerinde görüşlerini
belirlemekte, kamuoyuna sunmakta ve kamuoyunun şekillenmesine katkıda
bulunmaktadırlar.
Partilerin
insan haklarının gelişmesi bağlamında sahip oldukları olumlu yönler özellikle
partiler muhalefette iken belirmektedir. Muhalefetteki partiler, iktidar
partisinin/partilerinin politika, eylem ve davranışlarını değerlendirerek,
eleştirerek ve yol göstererek siyasal iktidarı sınırlayan bir araç olurlar. Bu
sınırlayıcı işlevi yerine getirebilmek için muhalefet partilerinin çeşitli
olanakları vardır. Bu olanakların başında, yukarıda açıklanan kamuoyunu yönlendirme işlevi gelir.
İkinci
olanak ise, meclis soruşturma ve araştırması olanağıdır. Bu yolla, muhalefet
partileri çeşitli sorunların/konuların açıklık kazanmasını isterler.
Üçüncü
olanak, yasama organında iktidara sorulacak sözlü ve yazılı sorulardır.
Herhangi bir siyasal yaptırıma sahip olmamakla birlikte, bu yolla iktidarın
kamuoyundaki görünümünü etkilemek olanaklıdır.
Dördüncü
olanak, siyasal sorumluluğu da gerektiren, gensoru kurumudur. Hakkında gensoru
açılan iktidar büyük bir sorunla karşılaşmış demektir.
Özellikle,
ABD’de “impeachment” olarak da
adlandırılan kurum ise, siyasal partilerin sahip oldukları beşinci olanaktır:
ABD’deki uygulama içinde, iki meclisten biri yürütmeyi suçlamakta ve diğeri de
suçlama konusunda karar vermektedir. Bir çeşit gensoru sayılabilecek olan “impeachment” yöntemi, iktidarların
sınırlanmasında kullanılabilecek en güçlü araçlardan biri olmak özelliğine
sahiptir.
Sonuncu ve
en etkili olanak ise, güven oyu kurumudur. Olumlu veya olumsuz olması iktidar
üzerinde doğrudan sonuç yaratan ve etki oluşturan getiren bu kurum, siyasal
iktidarların en fazla çekindikleri siyasal kurumdur. Muhalefet partileri, bu
yolu kullanmak yoluyla iktidar partisini/partilerini iktidardan ayrılamaya
zorlayabilirler. Bu sonuç ise, iktidarların tam anlamıyla sınırlanması ve hatta
bir siyasal iktidarın sona erdirilmesi demektir.
Partilerin
bu olumlu yönlerine karşın, olumsuz yönlerinin de olabileceğini unutmamak
gerekir. Zira, siyasal partiler herşeyden önce birer çıkar gruplardır. Bu
nedenle, siyasal partiler yalnızca kendi çıkarlarını elde etmek kaygısı içine
düşebilirler. Machiavelist yaklaşımı ve felsefeyi politik ortama aktaran
siyasal partiler, toplumda demagojinin genişlik kazanmasına ve demokratik
rejimin tersine işleyen bir konuma sürüklenmesine neden olabilirler.
George
Vedel’in, Kapani tarafından aktarılan, şu sözünü sürekli olarak anımsamak
gerekir: “Demokrasiler, gerçi, siyasal
partiler olmaksızın yaşayamaz, fakat siyasal partiler yüzünden ölebilir de.” [101]
Sert (Katı) Anayasa Yöntemi
İster
yazılı, ister sözlü olsun anayasalar devlet aygıtının temel örgütlenme
biçimini, çalışma süreçlerini ve doğal olarak kamusal özgürlükleri düzenlerler.
Özgürlüklerin nitelikleri, kullanılabilme koşulları, sınırları, sınırlanabilme
olanakları anayasada yer alan temel düzenlemeler arasındadır. Bu bağlamda,
özgürlüklere yapılacak ilk ve öncelikli müdahale anayasa üzerinde yapılacak
değişiklikler yoluyla olacaktır. Anayasa değiştirilerek özgürlükler yeni
düzenlenmelere konu olacaktır.
İşte,
anayasaların değiştirilebilmeleri olanağı karşımıza iki tür anayasa
çıkarmaktadır: bükülgen (yumuşak) ve sert (katı) anayasa. Değiştirilmesi
oldukça zor ve güç olan anayasalar “sert
anayasa” olarak adlandırılır.
İkinci tür
anayasalar, yani bükülgen anayasalar ise, kolaylıkla değiştirilebilen
anayasalardır. Amerikan ve Türk anayasaları birinci türe ve İngiliz Anayasası
ise ikinci türe örnek olarak gösterilebilir.
Şekilsel
açıdan ortaya çıkan bu özelliğine karşın, sert (katı) anayasa kavramıyla,
gerçekleştirilmek istenen ana ilke, aslında, “anayasanın üstünlüğü” ilkesidir. “Anayasanın üstünlüğü ilkesi”, tüm hukuk kurallarının anayasaya
uygun olmasını gerektirir. Sık sık değiştirilen anayasalar, böylesine bir
amacın gerçekleşmesini olanaksız kılar. [102]
Kısacası,
sert (katı) anayasalar, anayasal düzenlemeye konu olan kamu özgürlüklerinin
değiştirilmesine ve yeniden düzenlenmesine kolaylıkla olanak vermeyen
anayasalardır. Sert (katı) anayasaların amacı, anayasa değişikliklerini
zorlaştırma yoluyla kamu özgürlüklerini korumaya çalışmaktır.
Ancak,
sert anayasa ilkesinin özgürlükleri korumak çerçevesinde oynadığı rolün önemi
tartışmalıdır. M. Kapani’nin şu sözleri bu konuda yapılmakta olan
değerlendirmelerin en tutarlısı olarak
kabul edilmelidir: “Eğer anayasa toplumun
siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel koşullarına ve bunların gelişme yönlerine
az çok uyuyor veya hiç değilse ilerisi için oldukça gerçekçi bir çerçeve
niteliğini taşıyor ise, o zaman onun sahip olacağı ölçülü bir katılık rejimin istikrarı
ve demokratik hürriyetlerin korunması bakımından olumlu ve faydalı bir rol
oynayabilir. Fakat, anayasa, toplum gerçeklerine tamamen yabancı ve aykırı ise
… onun katılık ve bükülmezlik niteliği, günün birinde kırılmasına yok açmaktan
başka bir sonuç sağlayamaz.” [103]
Güçlerin Ayrılması Yöntemi: Fren ve Denge
Sistemi
Aristo’dan,
Locke’a, Bodin’e ve Montesqieu’ye gelinceye kadar bir çok düşünür, devlet
aygıtının ve otoritesinin çeşitli bölümlerinin bir tek kişinin elinde
toplanmasını kaygıyla karşılamışlardır. Zira, böyle bir ortam, bütün dizginleri
elinde tutan kişinin mutlak despotik yönetimi altında, kitlelerin özgürlükten
uzak olarak yaşamaya zorlanması anlamına gelecektir.
Konuyu
zamanımıza uygun düşen bir çerçevede ele alan ilk düşünür John Locke olmuştur. “Yasama, yürütme ve federe güçten meydana
gelen devlet otoritesinin bölümleri ayrı ayrı ellere verilmelidir” derken
Locke, aslında, bu güçlerin bir elde toplanmasının yönetimde keyfiliğe yol
açmasının önüne geçmek istemektedir. [104]
Gough’a
göre, siyasal güçlerin birbirlerinden ayrılması gerektiği konusunu günümüzün
koşullarına uygun olarak inceleyen düşünür Montesquieu olmuştur. “Özgürlüklerin mutlak hükümdar ve otorite
tarafından çiğnenmemesi için otoritenin parçalara ayrılması gerekir” diyen
fransız düşünürü Montesquieu, Locke’dan
farklı olarak, “federe güç”ün yerine “yargı erki”ni getirmiştir. Montesquieu
bu görüşüyle, güçlerin birbirlerinden ayrı çalışması modelini getirmiştir. [105]
Bu
güçlerden birincisi yasamadır. Yasamanın çalışma alanıysa yalnızca yasa
yapmadır. İkinci güç, yargıdır. Yargının görevi yasaları, önüne gelen olaylara
uygulayarak hakkın gerçekleşmesine olanak sağlamaktır. Üçüncü güç, yürütmedir.
Yürütme, yasama ve yargı erklerinin dışında kalan alanda kendi kararlarını
almak ve bu kararları yürütmekle görevlidir. Montesquieu’ye göre, bu erklerin
her biri kendi özel yetki alanında çalışmalı ve diğer güçlerle olan ilgi ve
ilişkisini en aza indirmelidir. Her erkin sahip olacağı otonomi, diğer erklere
karşı o erkin güç kaynağı olacaktır. Böylelikle, otorite bölünecek, her otorite
farklı ellerde toplanacak ve böylelikle de özgürlüklerin çiğnenmesi ve siyasal
iktidarlar tarafından kötüye kullanılması olasılığı önlenmiş olacaktır.
Güçlerin
ayrılması ilkesinin daha fazla geliştirilmiş biçimi “fren ve denge sistemi”dir. Bu ilkeye göre, her gücün sahip olduğu
farklı yetkiler arasında kurulacak ilişkiler, bir yandan devlet güçlerinin uyum
içinde çalışmasını sağlayacak ve diğer yandan, güçlerin birbirini sınırlamasına
olanak verecektir.
Esas
olarak, ABD’de geliştirilen bu ilkeyi, Madison’un şu sözleri en iyi şekilde
açıklamaktadır: “… devletin iç yapısını
öyle düzenlemeli ki, bu yapıyı meydana getiren çeşitli bölümler, karşılıklı
ilişkileri sayesinde, birbirlerini frenlemek olanağı bulabilsinler… Devletin
çeşitli yetkilerinin böyle ayrı ve belirli bir şekilde uygulanabilmesi için gerekli
temeli hazırlamak ve böylece özgürlükleri korumak bakımından gerekli olduğuna
bir dereceye kadar herkesin inandığı bir şeyi gerçekleştirmek için, şunların
koşul olduğu muhakkak: Her erkin, ötkei erkelerden ayrı bir iradesi olmalı;
bunun için de, bu güçler o şekilde kurulmalı ki, her birinin üyeleri öbürünün
üyelerinin atanmasına/seçilmesine olabildiğince az karışsınlar... Bu ilkeye
sıkı sıkıya bağlı kalınacak olursa, en yüksek yürütme, yasama ve yargılama
yerlerine yapılacak bütün seçimlerin/atamaların aynı otorite kaynağından, yani,
halktan ve birbiriyle hiç bağlantısı olmayan yollar aracılığıyla gelmesi
gerekir.” [106]
Yaşadığımız
siyasal ortamda güçler ayrımı ilkesi değerinden çok şey kaybetmiştir.
Demokratik gelişimin günümüzde kazandığı içerik, anlam ve kapsam 18 inci ve 19
uncu yüzyıldan çok farklıdır. Her şeyden önce, günümüzde yasama ve yürütme
erkleri arasında bir “aynılaşma”
olgusu ortya çıkmıştır. Seçimi kazanan siyasal parti, bir yandan, hükümeti
oluşturma hakkını kazanırken, öte yandan parlamentoda sandalyelerin çoğunluğunu
ele geçirmektedir. Parti disiplini yoluyla, parlamento ve hükümet kolaylıkla
tek bir merkezden denetlenebilmektedir.
Güçler
ayrımı ilkesinin değerinden hiç bir şey kaybetmeyen bir yönü vardır: yargı
erkinin bağımsızlığı. Gerçekten bu güçler ayrımı ilkesinin bu yönü, günümüzde
de, özgürlüklerin korunması açısından önem taşıdığı kadar, siyasal otorite
karşısında kişilere güvenli bir yaşam alanı sağlanması bakımından da önem
taşımaktadır.
Yasama Erkinin Yürütme Erkini Sınırlanması
Yöntemi
Yasama
erkinin, yürütme erkini sınırlamak bakımından sahip olduğu ilk olanak,
yasamanın, yürütme üzerindeki denetim olanaklarının etkili ve verimli şekilde
kullanılmasıdır. Yasama, yürütme erkini denetlemekle görevlidir. Yukarıda,
siyasal partilerle ilgili bölümde açıkladığımız üzere, soru, gensoru, meclis
araştırması ve soruşturması ve son olarak güvenoyu şeklinde ortaya çıkan yasama
süreçleri, yasama erkinin, yürütme erkine karşı sahip olduğu önemli
silahlardır. Yasa koyucu, bu olanaklarla, iktidarları durdurmak ve sınırlamak
olanağına kavuşturulmuştur. Ancak, parti disipli ilkesinin sıkı bir şekilde
uygulandığı siyasal rejimlerde, hem parlamentoyu ve hem de yürütmeyi denetleme
olanağına sahip olan iktidar partilerinin bu araç ve süreçlerle sınırlanmasını
beklemek olanaksızdır.
Kuramsal
olarak ileri sürülen bir başka sınırlama aracı ise bütçe kavramıdır. Devletin
harcama ve gelir/vergi toplama işlevlerini düzenleyen bir yasa olan bütçe,
ancak meclis tarafından onaylandığı takdirde yürürlüğe girebilir. Yasama,
hükümet tarafından hazırlanan ve yıllık harcamaların yapılmasına olanak veren
bütçeyi onaylamayarak hükümetin çalışmalarını tümüyle durdurabilir.
Nitekim,
bu olanak, ABD’de 90’lı yılların sonunda Kongre tarafından kullanılmış ve
hükümet bütçesiz bırakılmıştır. Ancak, bir öncekinde olduğu üzere, bu silah da
gerçek işlevinden çok şey kaybetmiştir. Bir kere, bütçeyi hazırlayan yürütme
erkinin kendisidir. İkincisi, günümüzde yürürlükte olan bir çok ülkenin
anayasalarında, bütçe, parlamento tarafından onaylanmasa dahi, “geçici bütçe” ya da “geçen dönemin bütçesini uygulamak” gibi kısa süreli de olsa
hükümetlerin harcama yapmasına olanak veren çeşitli anayasal yetkiler
düzenlenmiş bulunmaktadır.
Yasama Erkinin Sınırlanması Yöntemi
Demokratik
siyasal sistemlerin temel özelliklerinden biri çoğunluğun yönetimi ilkesidir.
Demokrasilerde çoğunluk kavramı vardır ve
demokratik toplumu çoğunluk yönetir. Kararlar, çoğunluk tarafından
alınır ve çoğunluk tarafından değiştirilir. Bu, bir anlamda, siyasal
tartışmaların sonucudur. Çarpışan savlar ve farklı görüşler arasından
uygulanacak olan çoğunluğun kararıyla belirlenir. Ancak, acaba, demokrasilerde
çoğunluğun gücü sınırsız mıdır? Demokraside, azınlığın özgürlükleri, çoğunluğa
feda mı edilmelidir? Demokrasi, azınlıkların ezilmesi anlamını taşır mı?
Bu
soruyu ilk ortaya atan düşünür olan Alexis de Tocqueville, demokrasilerde
siyasal çoğunluğun mutlak baskısını gösteren güzel örnekler geliştirmiştir.
Demokrasilerin, hükümdarların kişisel otoritesinden kaçmanın sonucu olarak
ortaya çıktığını belirten Tocqueville, demokratik çoğunluğun baskıcı ve ezici
eylemleri hakkında şunları söylemektedir. “Ben
… hemcislerimden bir tanesine verilmesini reddettiğim sınırsız iktidarın,
onların bir çoğuna birden verilmesine de yandaş değilim.” [107]
Çağımızda, çoğunluğun azınlığı ezmesi olgusu, genellikle, yasama erki içinde
görülmektedir. Seçimi kazanan siyasal partilerin önemli bir kesimi, artık
ülkede her istediğini yapabilmek olanağına kavuştuğunu düşünmektedir. Ancak,
her ne kadar siyasal partiler kendi görüşlerini uygulama alanına koymak için
iktidara gelirlerse de, demokrasi hiç bir zaman azınlığın ezilmesinin yasallık
ve meşruluk kazandığı bir siyasal sistem olmamıştır.
Demokrasiye
inanmış toplumlarda azınlıkta veya çoğunlukta olsun bütün bireyler aynı haklara
ve özgürlüklere sahiptirler. Özgürlüklerin, azınlıkların zararına kullanıldığı
sistemler, birer demokrasi olarak adlandırılamazlar. Alexis de Tocqueville’in
şu sözleri çoğunluk baskısının sakıncalarını ortaya koyan ilgi çekici
değerlendirmelerinden biridir: “Adına
ister halk denilsin, ister kral denilsin veya aristokrasi ya da demokrasi
denilsin, her hangi bir güce sınırsız bir iktidar verildiğini görünce veya bu
iktidarın bir monarşide veya bir cumhuriyette kullanıldığına tanık olunca:
İşte, baskının tohumları oradadır, diyorum ve başka yasalar yönetiminde
yaşamanın yollarını arıyorum.” [108]
Yasamanın Kendi İçinde Sınırlanması
Yöntemi: İki Meclis Sistemi
Yasama
erki içinde çoğunluk baskısı olasılığının önlenmesi amacıyla çeşitli
düzenlemeler geliştirilmiştir. Barker, bu yolda geliştirilen bir sınırlama
aracı olarak “amaç” ve “eylem” kavramlarından söz etmektedir.
Barker’a göre, “yasama erki, yürütme
erkinde olduğu üzere, yerine getirmesi gereken amaçlar ve bu bağlamda
gerçekleştirilebilecek eylem türleri bakımından sınırlanmıştır: adaleti ve
adaletten doğan hakları gerçekleştirmek amacı ve iç ilişkileri destekleyecek
olan genel hukukun üstünlüğü ilkesini geliştirmeye yönelik eylem modeli.” [109]
Barker’in
sözünü ettiği bir diğer sınırlama aracı ise, siyasal partilerdir. Parlamentolar
tek bir partinin elinde oldukları takdirde, çoğunluk baskısı kendisini daha
açık bir şekilde gösterecektir. Farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal
çıkarların doğurduğu siyasal güçler olan partiler, doğal olarak parlamentoda
farklı görüşleri savunacaklardır. Barker’a göre, gerçek demokrasiler için
oldukça doğal olan ve siyasal partiler aracılığıyla gerçekleştirilecek olan bu
siyasal tartışma ortamı ise, yasama organında çoğunluk grubunun yalnızca kendi
istediği yönde karar alma olanaklarını daraltacak, farklı siyasal gruplar
arasından uzlaşma ortamının gelişmesini destekleyecek ve alınan kararların
ılımlı olması güvence altına alınacaktır. Böylelikle, siyasal partiler, siyasal
iktidarın baskıcı bir şekilde kullanılmasını önleyen temel kurumlar
olacaklardır.
Yasama
erkinin, siyasal çoğunluğun baskıcı yönetimi
altına girmesini önleyen bir bakşa önlem de parlamentonun kendi içinde
iki ayrı parçaya ayrılmasıdır. Böylelikle, yasama erki iki ayrı bölüm
tarafından kullanılmış olacaktır. Bu yöntemle, yasama erkinde alınacak
kararlara aklın ve sağlıklı düşüncenin egemen olması istenmektedir.
Bu
bağlamda, genellikle, ikinci meclislerin yapısının, birinci meclislerin
yapısından daha farklı olması gereği üzerinde durulur. Bu farklılık, ikinci
meclisin seçim koşullarında, seçim sistemlerinde, görev sürelerinde ve görevin
sona ermesinde yapılacak farklılaştırmalarla elde edilmek istenir. Böylelikle,
ikinci meclis, birinci meclisin kararlarını denetleyen bir organ/erk şeklini
almaktadır. Bu denetimin amacı, hem çoğunluk baskısının ve hem de özgürlüklerin
çiğnenmesi olasılığının önlenmesidir.
Ancak,
bu sınırlama yönteminin yeterli olmadığını ve bu konuda Münci Kapani’den farklı
düşündüğümüzü söylemek zorundayız. Zira, her iki meclise gelecek üyeleri
seçenler, aynı seçmenlerdir. Seçmen tercihlerinde, kısa aralıklarda büyük
değişiklikler görülmemektedir. Bu gerçek, seçmenlerin siyasal tercihlerinin ve
kararlarının da kısa süreler içinde değişmeyeceği anlamına gelmektedir. Bu
durumda, her iki meclise de aynı siyasal gruplar egemen olacaktır. Bu bakımdan,
ikinci meclisin taşıdığı özellikler ve sahip olduğu davranış kalıpları birinci
meclisten pek farklı olmayacak ve ikinci meclisin birinci meclisi sınırlama
olanağı kuramsal düzeyde kalacaktır.
Yasama Çalışmaları Konusunda Halkın Sahip
Olduğu Doğrudan Yetkilerin Artırılması Yöntemi: Veto, Halkoylaması
(Referandum), Halk Girişimi ve Geri Çağırma
Maurice
Duverger, “Siyasi Rejimler” adlı
yapıtında, siyasal iktidarın sınırlandırılması açısından, yurttaşların
ellerindeki siyasal olanak ve güçlerin artırılmasından söz etmektedir. [110] Duverger, yasama erki karşısında,
yurttaşların yetkilerinin artılması bağlamında, veto, referandum ve halk
girişimi sistemlerinin geliştirilmesini istemektedir.
Bu
çerçevede akla gelen ilk kurum olan “veto”
olanağı iki ayrı anlamda kullanılmaktadır. Birinci anlamında veto,
cumhurbaşkanlarının, yasaların yeniden görüşülmesi isteğidir. İkinci anlamda
veto, halkın bir yasanın halkoyuna yani referanduma sunulması ve halkın bu
isteme karşı çıkarak yasayı veto etmesi anlamına gelmektedir. Bu bağlamda,
yasama erkinin kabul ettiği bir yasanın kesinlik ve geçerlik kazanması için
halkoyunun desteği gerekmektedir. Halk bu desteği vermeyerek yasama erkinin
gücünü sınırlandırabilir.
Halkoylaması
olarak da isimlendirilen referandum kurumu, uygulamada, cumhurbaşkanlarının
vetosunun bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanının öngörmesi
durumunda, yasama erkinde kabul edilen yasa, halkoyuna sunulmakta, yapılan
halkoylamasında halk yasayı benimserse yasa kesinleşmekte ve yürürlüğe girmekte
ve benimsemezse yasa hiç yapılmamış sayılmaktadır. 1961 Anayasası’nda tüm
yasalar için bu yol açık tutulurken, 1982 Anayasası bu yöntemi yalnızca TBMM’de
yapılan oylamada belirli bir oy oranını bulamayan Anayasa değişiklikleri için
uygun görmüştür.
Halk
girişimi, halkın yukarıda belirtilen bu yetkisinin daha genişletilmiş şeklidir.
Halk girişimi, belirli bir sayıda yandaş toplayan yurttaşların, yasama erkine,
yasa önerme yetkisi anlamına gelmektedir. Böylelikle, yurttaşlar, yasalaşmasını
istedikleri bir konuyu yasama erkinin önüne getirmek olanağını bulurlar.
“Geriçağırma” ise, seçimler sonucunda,
belirli bir süre için işbaşına getirilen seçilmişlerin görev süreleri henüz
dolmadan bazı koşulların gerçekleşmesi durumunda yine seçmenlerin oylarıyla
görevlerinden uzaklaştırılabilmelerine verilen addır. Böylelikle, görev başında
geçirdiği süre içinde kendisinden beklenilenleri veremeyeceği anlaşılan
seçilmişlerin görevden uzaklaştırılabilmeleri olanağı halka verilmiş
olmaktadır. Bu yöntemle, hem toplum açısından çok önemli olan bir zaman
diliminin israf edilmesi önlenmekte ve hem de seçimler yoluyla şekillenen
siyasal iktidar sınırlanmış olmaktadır.
Yürütme Erkinin Yasamayı Sınırlaması
Yöntemi
Devleti
oluşturan ve siyasal otoriteyi kullanma araçları erklerin birbirlerini
denetlemeleri ilkesi çerçevesinde yürütmenin de yasama erki üzerinde kimi
sınırlayıcı yetkileri vardır. Yürütmenin, yasama karşısında sahip olduğu
sınırlandırıcı yetkilerin en bilineni ve en önemli olanı veto yetkisidir.
Yürütmenin
başı olarak devlet başkanı uygun görmediği yasaları, yasama erkine geri
göndererek bir kez daha görüşülmesini istemek yetkisine sahiptir. Bu yetkiye,
veto yetkisi denilmektedir. Anayasalar, veto edilen ve yeniden görüşülmesi
istenen yasanın kesinleşebilmesi ve vetonun aşılabilmesi için yasanın ilk
şekliyle ya da nitelikli oy çoğunluğuyla kabul edilmesini öngörebilir.
Yürütmenin,
yasama karşısında sahip olduğu ikinci yetki “güven
oyu” istemidir. Özellikle, ulusal ve uluslararası politik bunalım
dönemlerinde, hükümetlerin değişmesi istenmeyen olaylardır. Bu gibi durumlarda,
yürütme erki yasama erkinin güveninin
sürüp sürmediğini anlamak üzere yasama erkinden güven oyu isteminde
bulunabilir. Güven oylamasının doğal olarak iki sonucu olacaktır: ya güven oyu
verilmediği takdirde hükümet istifa edecek ya da güven oyu verilirse, bu durum,
yürütmenin isteklerinin yasama tarafından beninsenmesi anlamına gelecektir.
Yürütme
erkinin, yasama erki karşısında sahip olduğu son ve en etkili yetki yasama
erkini feshetme ve seçimlerin yenilenmesini isteme yetkisidir. Yürütme erkini
başı olarak devlet başkanı ya da bazı ülkelerde olduğu üzere hükümet başkanı
yasama çalışmalarının çıkmaza girmesi, siyasal çözüm üretememesi ya da yasama etkinliklerinin toplumsal çıkarların
aleyhine gelişmeler göstermesi gibi durumlarda yasama erkini feshedebilir ve
seçimlerin yenilenmesini isteyebilir.
Bu
yetki, yürütme erkinin, yasama erkini sınırlamak amacıyla kullanabileceği en
etkili yetkidir.
Hak ve Özgürlüklerin Yargı Erki
Aracılığıyla Korunması Yöntemi
Hukuk
devleti ve hukukun üstünlüğü ilkesinin temel sonucu gerek yasama ve gerekse
yürütme erkinin etkinliklerinin yargı erkinin denetimi altında olması
zorunluluğudur. Yargı, aynı zamanda, bireyler arasındaki uyuşmazlıkların çözümü
ve hakkın ve haklının ortaya çıkarılması bakımından da önem taşımaktadır. Yargı
erkinin varlık nedeni anayasa üstünlüğü ilkesidir. Demokratik toplumlarda
yürürlükte olan hukuksal düzenlemelerin en üstünü olan anayasa tüm öteki
düzenleyici hukuksal metinlerin kendisine uygun kurallar içermesini öngörür. Bu
ilkeye, anayasanın üstünlüğü ilkesi denilmektedir.
Hukuk
devleti, hukukun üstünlüğü ve anayasanın üstünlüğü ilkeleri, gerek yasama erki
tarafından kabul edilen yasaların ve yasa hükmündeki kararnamelerin ve gerekse
yürütme erki tarafından uygulama alanına konulan tüzük ve yönetmelik gibi
düzenleyici metinlerin yargı denetimine tabi olmasını zorunlu kılar.
Yargı
erki, bu bağlamda, yasaların Anayasa’ya ve öteki düzenleyici metinlerin hem
Anayasa’ya ve hem de yasalara uygunluğunu denetlemek ve uygun olmayanları
geçersiz kılmak yetkisine sahiptir. Bu yetki, öncelikle, anayasaların temel
düzenleme alanı olan hak ve özgürlüklerin korunması amacıyla kullanılması
gereken bir yetkidir.
Yargı,
bu yetkiyi kullanarak her iki erkin sahip olduğu siyasal otoriteyi
sınırlandırabilir ve bu yolla da temel hak ve özgürlükleri koruyabilir. Bu
siyasal otoritenin tam ve mutlak olarak sınırlanması demektir.
Yargı
yetkisini güçlendiren bir başka olgu da, hak ve özgürlüklere kusurlu ya da
kusursuz davranışlarıyla zarar verenlerin bu zararlarını giderme yükümlülüğünü
sorumlulara yükleyebilme yetkisine sahip olmasıdır. Bu davranış, hukukun genel
ilkelerine ve Anayasa’ya aykırılık unsuru taşıyabileceği gibi, bunlara uygun
olmakla birlikte kişilerin hak ve özgürlüklerini kısıtlayıcı ve zarar verici
nitelikte de olabilir. Ortaya çıkan zarar maddi olabileceği gibi manevi de
olabilir. Bu gibi durumlarda, yargı erki ortaya çıkan zararın giderimine karar
verebilir.
Yasaların Anayasa’ya Uygunluğunun
Denetlenmesi Yöntemi
Çeşitli
ülkelerin anayasaları incelendiğinde, yasaların, Anayasa’ya uygunluğunun iki
ayrı yöntemle yapıldığı görülmektedir: yasaların Anayasa’ya uygunluklarının
denetimi için özel bir yargı yeri kurmak ve tüm mahkemelere yasaların
Anayasa’ya uygunluğunu saptama yetkisi vermek.
Bu
yöntemlerden ikincisinin dünya ülkelerinde daha geniş bir uygulama alanı
bulduğu bilinmektedir. Bu yaklaşım çerçevesinde, adına Anayasa Mahkemesi ya da
Yüksek Mahkeme denilen özel bir yargı yeri kurulmakta ve yasaların Anayasa’ya
uygunluğu bu mahkeme tarafından denetlenmektedir.
1961
ve 1982 anayasalarında da öngörüldüğü üzere, yasaların, denetlenmek üzere,
Anayasa Mahkemesi’nin önüne getirilmesinde genel olarak iki yol
kullanılmaktadır. Bunlardan birincisi, dava yoludur. Bu bağlamda, yasa ile
kendilerine Anayasa Mahkemesi’nde dava açma yetkisi verilmiş olan kişi ve
kurumlar Anayasa’ya aykırı gördükleri yasaların Anayasa’ya uygunluklarının
denetimi için dava açmaktadırlar.
İkinci
yol, itiraz (def’i) yoludur. Bu bağlamda, yargıç, bakmakta olduğu davayla
ilgili bir yasa hükmünün Anayasa’ya aykırı olduğu görmesi ya da davada yer alan
taraflardan birinin bu yoldaki savını ciddi bulması durumlarında konuyu Anayasa
Mahkemesi’ne götürmek hakkına sahip bulunmaktadır. Şayet, yargıç, karar vermek
üzere önüne getirilen uyuşmazlıkta tarafların uygulanmak istenen yasanın ya da
bir yasa hükmünün Anayasa’ya aykırılığı savıyla karşılaşır ve kendisi de bu
konuda duraksama içine girerse, durumun aydınlatılması için yasayı uygunluk
denetimin yapılması amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne götürebilir. Böylelikle,
Anayasa’ya aykırılığı konusunda duraksamalar bulunan yasa hükümleri Anayasa
Mahkemesi’nin denetimine ve kararına bırakılır.
Anayasa
Mahkemesi’nin bu yolda yapacağı inceleme sonucunda ortaya çıkan hukuksal
yaptırımlar iki türlüdür. Bunlardan birincisi, “erga omnes” kuralıdır. Bu kurala göre, Anayasa Mahkemesi’nin
kararı herkesi bağlar. İkinci ilke, “inter
pares” ilkesidir. Bu ilke, Anayasa
Mahkemesi kararının yalnızca dava ile ilgili kişi ve yanları bağlayacağı
anlamına gelmektedir. [111]
Anayasa
mahkemelerinin lehinde veya aleyhinde bir çok görüş ileri sürülmüştür. İleri
sürülen eleştirilerin bir kesimi gerçek bir aksamaya işaret etmektedir. Bu
eleştirilerin en önemlisi anayasa mahkemelerinin siyasal bir güç konumuna
gelmiş olmalarıdır. Kuşkusuz, bu durum, anayasa mahkemelerinin anayasaları
yorumlama hakkına sahip olmalarından kaynaklanmaktadır. Bu mahkemeler, yasanın,
Anayasa’ya uygunluğunu denetleyebilmek için herşeyden önce anayasayı yorumlamak
durumundadırlar. Yorumlama sonucunda ortaya çıkan karar tüm yanları
bağladığından alınan karar aynı zamanda siyasal içerikler de taşıyabilmektedir.
Böylelikle, bir yargı yeri olması gereken anayasa mahkemeleri toplumsal yaşamı
biçimlendirici ve şekil verici bir nitelik kazanabilmektedir.
Anayasa
mahkemelerine yöneltilen bir başka eleştiri de, yasama erkini sınırlamak
yetkisine sahip olan bu tür yargı yerlerinin kendilerini sınırlayacak bir üst
kurumun olmaması nedeniyle sahip oldukları yetkilerin aşırılaşması sonucunun
ortaya çıkmasıyla ilgilidir. Bu görüşe yakın olanlar, anayasa mahkemelerinin en
üst yargı yeri olmalarının bu mahkemeye verilen yetkileri sınırsız kıldığına
inanmaktadırlar.
Bu
eleştirilere karşın, anayasa mahkemelerinin uygulamalarından ortaya çıkan
sonuçlar göstermiştir ki, anayasa mahkemelerinin varlığı anayasalara uygunluğun
sağlanması açısından gerçek bir güvence unsurudur. Bu tür mahkemelerin varlığı,
yasama erkinin yetkilerini kötüye kullanmasını etkili bir şekilde
önleyebilmektedir. Bu nedenle, anayasa mahkemeleri, temel hak özgürlüklerin
korunması ve siyasal iktidarların sınırlanması açılarından siyasal yaşamda
oldukça önemli bir yer sahibidir.
Yasaların,
Anayasa’ya uyguluğunun denetlenmesinde başvurulan ikinci yöntem ise, genel
mahkemelere bu yetkinin verilmesidir. Bu sistem içinde, her mahkeme önüne gelen
yasanın, Anayasa’ya uygun olup olmadığına kendisi karar verebilmektedir.
Uygulama açısından kolaylık sağlamasına karşın, bu yöntem karmaşaya ve
karışıklıklara yol açabilecek özellikler taşımaktadır. Yargıçlar, aynı konuda
farklı düşünceler içinde bulunabilir ve bu durumda hüküm ve karar birliğinin
sağlanması olanaksızlaşabilir. Bu, haksızlığın bizzat yargı aracılığıyla
yapılması anlamına gelir. Zira, her yargıç, aynı yasayı farklı şekillerde
yorumlamak hakkına sahiptir. Aynı yasanın farklı şekillerde yorumlanması ise
tarafların hak ve özgürlüklerine doğrudan etkide bulunabilecektir.
Tüzük ve Yönetmeliklerin Yasaya ve
Anayasa’ya Uygunluğunun Denetlenmesi Yöntemi
Dünya
ülkelerinde, düzenleyici hukuk metni niteliğinde olmaları nedeniyle bireylerin
hak ve özgürlüklerini sınırlama özelliğine sahip olan tüzük ve yönetmeliklerin
hukuka, yasalara ve doğal olarak Anayasa’ya uygunluklarının denetlenmesi
konusunda iki ana sistem uygulanmaktadır.
Bunlardan
birincisi, Anglo-Saxon ülkelerinde olduğu üzere, yönetsel yargının olmadığı
ülklerde uygulanan sistemdir. Bu sistemde, yönetsel düzenlemelerin hukuka
uygunluğunun denetlenmesinin yanında, kamu yönetimlerinin eylem ve işlemleriyle
ilgili uyuşmazlıklar da genel mahkemelerin önüne getirilmekte ve burada karara
bağlanmaktadır. Bu sistemde, hukuka ve yasaya aykırı olduğu düşünülen
düzenleyici yönetsel metinlerin denetlenme yeri genel mahkemelerdir. Genel
mahkemeler düzenleyici yönetsel metinleri iptal etmek yetkisine sahiptirler. Bu
sistemin savunucuları, bu uygulama biçiminin devlet ve birey arasında tam bir
eşitlik sağladığını ileri sürmektedirler.
İkinci
sistemin, yani yönetsel yargının kurulmuş olduğu ülkelerde ise söz konusu
denetim yönetsel yargı konusunda uzmanlaşmış yargı yerlerinde yapılmaktadır.
İkinci sistemde ise, genel mahkemeler denetleme yetkisine sahip değildir.
Şayet, böyle bir konu önlerine gelirse, bu durumu “geciktirici ön sorun” olarak
kabul etmekte ve yönetsel yargı yerlerinden sorun üzerinde karar vermelerini
beklemektedirler. Fransa ve Türkiye’de uygulanmakta olan ikinci sistemin
savunucuları da, kamu yönetiminin özel bir konu olduğunu ve uzmanlığa
gereksinim gösterdiğini belirterek yönetsel yargı sistemlerinin bulunduğu
ülkelerde yönetim üzerindeki hukuksal denetimin daha etkili bir şekilde
yapılabildiğini ve böylelikle de hak ve özgürlüklerin daha etkili olarak
korunabildiğini belirtmektedirler.
Giderim (Tazminat) Ödeme Yoluyla Otoritenin
Sınırlanması ve Hak ve Özgürlüklerin Korunması Yöntemi
Kişi
haklarının korunmasının bir yöntemi de, her nasılsa ortaya çıkmış olan kişi
zararının sorumlusu tarafından giderilmesidir. Bu sorumluluk özel kişilere ait
olabileceği gibi kamu tüzel kişilerine de ait olabilir. Kamu görevlisi
tarafından bir zarar meydana getirilmişse, zararın önce kamu tarafından
giderilmesi ve daha sonra kusurlu davranışıyla zarara yol açan kişiye
ödettirilmesi de söz konusu olabilir.
Hak
ve özgürlüklerin giderim yoluyla korunması konusunu inceleyebilmek için S. S.
Onar’ın üçlü devlet tipolojisini esas almak gerekmektedir. Onar’ın geliştirdiği
tipolojinin ilk basamağı “mülk-devlet” kuramıdır. Bu kurama göre, devlet
sistemi içinde mülkiyet hükümdarın ya da günümüz koşullarında devletindir. Bir
başka deyişle, eşyanın çıplak mülkiyeti devlete aittir. Hatta, bireyler bile
gerçekte hükümdarın malıdır. Bu itibarla hükümdarın kendi malı üzerinde eylemde
bulunması onun en doğal hakkıdır. Hükümdarın eylemlerinden haksızlık doğmaz.
İkinci
kuram “hazine-devlet” kuramıdır. Bu kuram içinde bireylerin haklarının devlet
tarafından giderimi ilke olarak kabul edilmiştir. Haksızlığa uğrayan bireyler,
yetkili mahkemeler önünde savlarını saptayabildiği takdirde kaybettikleri maddi
ya da manevi değerleri devlete ödettirilebilmektedir. Bu yaklaşım, hazinenin
özel hukuk alanına girdiği varsayımına dayanmaktadır.
Üçüncü
ve son kuram ise “hukuk devleti” kuramıdır. Bu anlayış çerçevesinde, devletin
tüm eylem ve işlemlerinin hukuka dayanması ve devletin eylemlerinden
kaynaklanan bütün zararları karşılamakla yükümlü olması kesin bir anayasal
zorunluluktur. Bu zararlar, devletin eylemlerinden doğabileceği gibi bireylerle
devlet arasında yapılan bağıtların uygulanmasından da doğabilir. [112]
Anayasa
hukukçusu Bahri Savcı da, giderim yoluyla özgürlüklerin korunmasının önemini
şöyle açıklamaktadır: “Zarara uğrayan bir
kimsenin zararlarının ödenmesini sağlayan bir devletin malî sorumluluğu
keyfiyeti aynı zamanda toplumsal düzenin sulh içinde bulunması vakıası ile
ilgilidir… bu zararların tazmini ret edilirse, bunlara uğrayanların
memnuniyetsizlikleri, toplumsal düzende bir rahatsızlığa yol açar. Halbuki
toplumsal düzen, bir çok fedakarlıklar bahasına da olsa, muhakkak
korunmalıdır.” [113]
Sorunun Özelleşmesi: Direnme Hakkı Kavramı
ve Kurumu
Harold
J. Laski’nin “Reformların reddedilmesi
devrimleri doğurur” şeklinde ortaya koyduğu düşünce, ayaklanmalarfın ve
devrimlerin ana nedenini oldukça başarılı bir şekilde ortaya koymaktadır. Buna
karşın, tarihin eski dönemlerinden bu yana konu üzerinde çalışan düşün
adamları, özgürlüklerin korunmasının temel yolunu kişi hak ve özgürlüklerinin
bizzat sahipleri tarafından ve güç kullanarak korunmasında buldukları
görülmektedir. 17 nci 18 inci
yüzyıllarda toplumsal sözleşme kavramı ve bireysel haklar kuramı ile
geliştirilen direnme hakkı kavramı kişilere sözleşme dışına çıkarak zor ve
baskı yoluna başvuran iktidarlara karşı çıkılması ve gerekirse zor kullanarak
görevden uzaklaştırılmaları anlamına gelmektedir.
Direnme
hakkı sorunsalı daha önceki bölümlerde ele alınmış bulunmaktadır. Bu bölümde,
direnme hakkının demokratik düzen içinde taşıdığı önem üzerinde durulacaktır.
Direnme
hakkı, esas olarak, siyasal iktidar sahiplerine karşı itaat etmeme hakkının
eyleme sokulması anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, direnme hakkı, yasallığını
ve meşruluğunu yitirmiş iktidara karşı, bireylerin/yurttaşların sahip oldukları
itaat etmeme ve zor kullanarak iktidarı değiştirme hakkı olarak tanımlanabilir.
Seymour
Martin Lipset, “meşruluk” kavramını “sistemin ve mevcut siyasal kurumların
topluma en uygun kurumlar oldukları inancını yaratmak ve yaşatmak kabiliyeti” olarak
tanımlamaktadır. Bu tanımın benimsenmesi durumunda, direnme hakkının ortaya
çıkabilmesi için siyasal kurumların görevlerini yerine getirmediklerini ya da
toplum için en önemli kurumlar olmadıklarına toplum tarafından karar verilmesi
gerekmektedir. Bu bağlamda, siyasal kurumların yasallığı kavramının yanına
ekonomik kurumların yasallığı kavramının
eklenmesi gerekmektedir.
.
Ancak, demokratik sistemlerde, siyasal kurumların
yasallıklarını kaybetmiş olmaları dahi direnme hakkının ortaya çıkması
açısından yeterli olamamaktadır. Zira, demokratik toplumların temel unsuru olan
seçim sistemlerinin varlığı geniş halk kitlelerinin direnme hakkının
kullanmalarını engellemektir. Siyasal iktidar kurumları kendi yetki sınırlarını
aşarak, bireyler üzerinde mutlak bir baskı sistemi kurmuşlar ve böylece
demokratik rejimi bir oligarşi ya da Rousseau’nun deyimiyle “oklokrasi” durumuna dönüştürmüşlerse
yurttaşların/bireylerin bu iktidar sahiplerine direnme hakkı doğacaktır.
Ancak,
bu hakkın kullanılması oldukça zor ve hatta olanaksızdır. Zira, direnme hakkı
kavramının bizzat kendisi, özgürlüklere saygı duyulmayan bir anarşi ve kaos
döneminin yaşanmasını içermektedir. Toplumsal düzeni kötüleştiren bir siyasal
iktidarın seçim yoluyla iktidardan uzaklaştırma olanağının varlığı, demokratik
toplumlarda direnme hakkının kullanılmasından önce bu yola başvurulmasını
gerekli kılmaktadır.
Ancak,
demokrasiyle yönetilen toplumlarda dahi seçim yoluyla siyasal iktidarların
değiştirilmesi olanağı yine siyasal iktidarlar tarafından çeşitli engellerle
ortadan kaldırılmışsa bu takdirde direnme hakkının ortaya çıktığı kabul edilmelidir. Örneğin, siyasal
iktidar sahipleri bir şekilde yurttaşların seçme ve seçilme hakkını
kısıtlamışsa ya da seçimlerde hile yaparak sonuçları etkilemişse -yargı
yollarının tüketilmesinden sonra- yurttaşların direnme hakkının doğacağı kabul
edilmelidir.
Şayet,
yasama erki kendi yetki sınırlarını aşmışsa, bu durumda yasama erkini
sınırlayan anayasal güçlerin işlevlerini yerine getirmeleri beklenmelidir. Sözü
edilen anayasal güçler işlevlerini yerine getirmezse ya da istemesine karşın
getiremezse yurttaşların “örgütlenmemiş
yaptırım”ı işlemeye başlayacaktır.
Ekonomik
iktidarın meşruluğunu yitirmesi olgusu, siyasal iktidarın meşruluğunu
yitirmesine göre, daha kapalı bir anlam taşımaktadır. Şayet, toplumda ekonomik
güç sahibi olanlar, ekonomik olanaklarını siyasal baskı aracı şekline
dönüştürmüşse, bu takdirde ekonomik iktidarın meşruluğunu yitirdiği
düşünülebilecektir. Bu durum, mülkiyet sahiplerinin, mülkiyet hakkını kötüye
kullanmaları anlamına gelmektedir.
Bireylerin
yalnızca kendi iradeleriyle toplumsal düzeni değiştirmek hakları var mıdır?
Kabul edilmelidir ki, bireylerin siyasal düzeni değiştirmek haklarının
varlığını kabul etmek oldukça sakıncalıdır. Zira, insanlar, toplumsal ve
siyasal sorunlarını çözmek için devlet şeklinde örgütlenmişlerdir. Bu nedenle,
toplumsal ve siyasal düzende adaletin gerçekleştirilmesini ilk önce devletten
beklemek gerekmektedir. Bu konuda Laski’nin yukarıda da belirtilen sözü
unutulmamalıdır: “reformların
reddedilmesi devrimleri doğurur.”
Siyasal
iktidar sahipleri, reform istemlerine karşı duyarsız kalır ve kitleler
üzerindeki siyasal ve ekonomik baskının devamını sağlayan işlevselliğe
dönüşürse, bireylerin hem siyasal ve hem de ekonomik düzeni değiştirme
haklarının varlığı kabul edilmelidir.
Duguit,
direnme hakkını üçlü bir sınıflamaya konu etmektedir: “koruyucu”, “edilgen” ve “saldırgan”.
[114]
Günümüzde ise, direnme hakkı ikili bir ayrıma konu olmaktadır: “etkin direnme hakkı” ve “edilgen direnme hakkı”. Etkin direnme
hakkı, zor ve güç kulanma yoluyla iktidarı değiştirmek anlamına gelirken,
edilgen direnme hakkı zor ve güç kullanmanın dışında kalan yollarla iktidarla
mücadele olanağını aramak anlamına gelmektedir. [115]
Demokratik
pluralist sistemlerde edilgen direnme hakkının yurttaşlarca daha kolay
kullanılabileceği kabul edilmelidir. Zira, çok karışık ve farklı çıkarları
içinde toplayan demokratik yapılarda, bireylerin farklı görüşlere sahip olma
hakkı vardır. Bu hak, düşünme özgürlüğünün en doğal sonucudur. Oysa, farklı
görüşlere sahip olan her grup karşı görüşlerin değil kendi görüşünün kabul
edilmesini ister. Bu istek, karşılıklı güç kullanma olasılığını içinde
taşımaktadır.
Etkin
direnme hakkının kullanılması, edilgin direnme hakkının kullanılmasından daha
farklı sonuçlar üretmek durumundadır. Zira, etkin direnme hakkının kullanılması
içinde taşıdığı zor ve şiddet ögeleri nedeniyle temel hak ve özgürlüklerin
varlıklarını tehdit etme gizil gücüne sahiptir. Zor ve şiddetin kullanıldığı
ortamlarda temel hak ve özgürlükler en
fazla zarar gören unsurlar olacaktır.
Direnme
hakkının içinde barındırdığı çelişkiler, ulusal hukuk açısından da çelişkiler
yaratmaktadır. Anayasaların çoğu direnme hakkını tanımakta ve kabul etmektedir.
Buna karşılık, ceza yasaları mevcut siyasal yapının, “status quo”nun, korunması için yaptırımlar taşımaktadır. Siyasal
rejimlere karşı zor ve güç kullanılması ceza yasalarında ağır cezalarla
cezalandırılmaktadır. Bu çelişki o kadar ileri gitmektedir ki, rejime karşı
başkaldırı eylemi başarılı olduğu takdirde “ulusal
kahramanlar” ortaya çıkarırken, başarısız denemelerden “vatan düşmanları” ortaya çıkmaktadır.
Özetlemek
gerekirse, insanların düşüncelerini çok
eski tarihlerden beri meşgul eden direnme hakkı sorunu günümüzde dahi herkes
tarafından ortaklaşa benimsenebilen bir hukuksal düzenlemeye ve çözüme
kavuşamamıştır. Bu konudaki temel sorun kabagücün, zorun ve şiddetin hukuksal
düzenlemeye konu edilememesinden kaynaklanmaktadır. Bu amacı sağlamak oldukça
zordur. Günümüzün, küreselleşmiş ve gelişmiş siyasal rejimleri içinde böyle bir
yola başvurmak hemen hemen olanaksız bir konuma gelmiştir. Aslında, yeni bin yılın
başında dünya artık eski dünya değildir ve özgürlükler eskisinden çok daha
farklı güvencelere kavuşmuştur. Siyasal otorite artık özgürlükleri kolaylıkla
kayıtlayamamaktadır. Demokrasinin kazandığı yeni ve güçlü içerik, kapsam ve
genişlik direnme hakkının kullanılmasını oldukça hem gereksiz kılmakta ve hem
de oldukça zorlaştırmaktadır.
DEĞERLENDİRME VE ÖZET
Bu
bölümde, siyasal iktidarın sınırlandırılması bağlamında, çağdaş anayasalarda
yer verilen kavram, kurum ve yöntemler ele alınmıştır. Bu yöntemler aşağıda
sıralanmıştır:
-
Moral etmeni
-
Kamuoyu etmeni
-
Çoğulcu demokratik yapı kurumları
-
Baskı ve çıkar grupları
-
Kişi kakları
-
Hukuk
-
Otoritenin kendi iradesiyle kendini sınırlaması
-
Seçim kurumu/yöntemi: hukuksal sınırlama aracı olarak
-
Seçim kurumu/yöntemi: siyasal sınırlama aracı olarak
-
Siyasal partiler kurumu
-
Sert (katı) anayasa yöntemi
-
Güçlerin ayrılması yöntemi: fren ve denge sistemi
-
Yasama erkinin yürütme erkini sınırlanması yöntemi
-
Yasama erkinin sınırlanması yöntemi
-
Yasamanın kendi içinde sınırlanması yöntemi: iki meclis
sistemi
-
Yasama çalışmaları konusunda halkın sahip olduğu
doğrudan yetkilerin artırılması yöntemi: veto, halkoylaması (referandum), halk
girişimi ve geri çağırma
-
Yürütme erkinin yasamayı sınırlaması yöntemi
-
Hak ve özgürlüklerin yargı erki aracılığıyla korunması
yöntemi
-
Yasaların anayasaya uygunluğunun denetlenmesi
yöntemiTüzük ve yönetmeliklerin yasaya ve anayasaya uygunluğunun denetlenmesi
yöntemi
-
Giderim (tazminat ödeme) yoluyla otoritenin
sınırlanması ve hak ve özgürlüklerin korunması yöntemi
-
Sorunun özelleşmesi: direnme hakkı yöntemi
Bundan
sonraki bölümde, bu kurum ve yöntemlerin 1961 ve 1982 anayasalarıyla belirlenen
Türkiye’nin anayasal rejimi ve Türk anayasa hukuku sistemi içindeki gerçekleşme
biçimi ve düzeyi üzerinde durulacaktır.
TÜRK ANAYASA SİSTEMİ İÇİNDE DEVLETİN
YAPILANMASI, ÖZGÜRLÜKLERİN KORUNMASI VE SİYASAL İKTİDARIN SINIRLANMASI SORUNU
Bu
bölümde, 1961 ve 1982 anayasaları birlikte ve karşılaştırmalı olarak ele
alınarak ülkemizde 60’lı yıllardan bu yana uygulanmakta olan anayasal düzen
içinde temel hak ve özgürlüklerin tanınması, gerçekleştirilmesi, korunması ve
geliştirilmesi sorunuyla birlikte siyasal iktidarların sınırlanması sorununun
nasıl düzenlenmiş olduğu inceleme konusu yapılacaktır. Hemen belirtilmelidir
ki, 1961 Anayasası 1971’de ve 1982 Anayasası da 1982 sonrasında çeşitli kez ve
özellikle Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları çerçevesinde 2001 yılında önemli
değişikliklere uğramışlardır. Aşağıda yapılacak çözümlemede, bu gelişmelerin
zaman içindeki evrimi ve içeriksel değişimi üzerinde durulacaktır.
Dayanak ve Güvence
1961
Anayasası’nın giriş (dibaçe) bölümüne ait geniş bir alıntı aşağıda yer
almaktadır: “Tarihi boyunca bağımsız
yaşamış, hak ve özgürlükleri için savaşmış olan, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve
davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk
Milleti … insan hak ve özgürlüklerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti,
ferdin ve toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı
mümkün kılacak demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve toplumsal
temelleriyle kurmak için, Türkiye Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından
hazırlanan bu Anayasayı kabul ve ilan ve onu,
asıl teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı inancı ile,
özgürlüğe, adalete ve fazilete aşık evlatlarının
uyanık bekçiliğine emanet eder…”
Bu
anlatım biçimi içinde, konumuz açısından dikkat çeken ana unsur, 27 Mayıs 1960 Devrimi’nin ulusun direnme hakkını kullanmasının bir
sonucu olarak kabul edilmesi ve yine bunun kadar önemli olan bir başkası da
aynı düşünce biçimini sürdürerek Anayasa’yı, “evlatlarının uyanık bekçiliğine
emanet etmiş” olmasıdır.
Bu
yaklaşım, kuşkusuz, 1961 Anayasası’nın, halkın
etkin direnme hakkını Anayasa’nın ve dolayısıyla da temel hak ve özgürlüklerin korunmasında temel bir yöntem olarak
kabul ettiği anlamına gelmektedir.
1982 Anayasası’nın giriş bölümünde ise,
yalnızca direnme hakkı değil, direnme hakkını çağrıştırabilecek sözcüklerden
dahi özenle kaçınıldığı
görülmektedir. 1982 Anayasası’nın giriş bölümü şu sözlerle sona ermektedir: “… bu Anayasa … demokrasiye aşık Türk
evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi olunur.” Bu
anlatımda, yalnızca, Anayasa’nın “sevgi” gibi simgesel ve maddi
olmayan bir kavramın bekçiliğine bırakıldığı görülmektedir.
1982
Anayasası’nın daha başlangıç bölümünde görülen bu değişiklik, aslında, iki
anayasa metninin dayandığı temel düşünce, kabullenme ve varsayımlar arasındaki
büyük ve önemli farklılaşmayı işaret etmektedir.
Hukuk Devleti: Anayasanın Üstünlüğü ve
Bağlayıcılığı
1961
Anayasası, özgürlüklerin korunması açısından ilk temel hükmünü, anayasanın üstünlüğü ilkesiyle
getirmektedir. Kuşkusuz, 1982 Anayasası’da, “anayasanın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı” ilkesine
dayalıdır. Bu ilkeye göre, yasama, yargı, yürütme erklerini ve yurttaşları
bağlayan anayasa hükümleri her türlü iktidarın kaynağını alması gerekli olan
temel hukuk belgesidir. Özgürlüklerin korunabilmesi için öncelikle anayasal
düzenin korunması gerekmektedir. Bunu sağlayabilmek için de, yürürlükteki
Anayasa’ya aykırı düşen yasal kuralların ayıklanması ve yeni yasaların da
Anayasa’ya uygun olarak yasalaşması gerekir. Bu amaçla, Anayasa’ya aykırı düşen
yasa hükümleri iptal edilmelidir. Bu zorunluluk, siyasal otoritenin hukuka
uygun işlemesini güvence altına almak endişesinden kaynaklanmaktadır. Bir başka
anlatımla, hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilmesi için öncelikle anayasanın
üstünlüğü ve anayasanın bağlayıcılığı ilkesi kabul edilmelidir. 1961 ve 1982
anayasaları bu ilkeye dayalıdır.
Anayasa
Mahkemesi, anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin temel ürünü olan hukuk devleti ilkesini şu şekilde
şekilde yorumlamaktadır: Hukuk devleti “İnsan
haklarına saygı gösteren ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kurmaya
ve bunu devam ettirmeğe kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka
ve Anayasaya uygun davranan bir devlettir”. [116]
Hukuk devleti düzeni ise, bu amaçların gerçekleştirilmesi için gerekli
çalışmaların içinde yer aldığı siyasal ve toplumsal ortamdır.
Yukarıdaki
tanımda yer alan bazı kavramların daha fazla açıklanmasında yarar vardır. Bu bağlamda sorulması gereken ilk soru “Adil
hukuk düzeni nedir?” sorusu olmalıdır. Bizce, adalet kavramını
belirleyen en doğru ölçüt bireyler arasında yasal, toplumsal ve ekonomik
eşitliğin sağlanmış olması durumudur. 1961 Anayasası, eşitlik kavramını bu
şekilde ele almakta ve bir yandan “yasa
önünde eşitliğin” gerçekleştirilmesini
bir koşul olarak görürken, Anayasa’nın toplumsal
adalet kavramından da kişilerin toplumsal ve ekonomik açıdan eşit haklara
sahip olmasının anlaşılması gerektiğini
belirtmektedir. Bu iki durumun gerçekleşmesi ise, herkes için insanlık
onuruna yaraşır bir yaşam düzeyini sağlanmasına bağlıdır. Ancak, adil bir hukuk
düzeni içinde, yani yasal, toplumsal ve
ekonomik eşitliği güvence altına alan sistem içinde insan haklarına
saygı duyulabilecektir. İnsan haklarına saygı ise, hem temel hak ve
özgürlüklerin tanınmasını ve gerçekleştirilmesini ve hem de esirgenmesini ve korunmasını zorunlu kılar.
1982 Anayasası da, bu bağlamda, 1961 Anayasası’na koşut ilkeler içermektedir.
Özgürlüklerin Özü ve Sınırları
İnsan
hak ve özgürlüklerini geniş bir kapsam içinde ele alan ve düzenleyen 1961
Anayasası, ideal özgürlük düzeninin
temel ölçütlerini de geliştirmiştir: “Herkes,
kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve
özgürlüklere sahiptir”.
1961
Anayasası’nın bu hükmü, özgürlüklerin en temel özelliklerini ortaya
koymaktadır. Bunlardan birincisi, özgürlüklerin
kişiyle birlikte anlam taşıyacağıdır. İkinci özellik, siyasal otoriteyi kullanan anayasal kurumların bu temel hak ve
özgürlüklere karışamayacağı ve kullanımlarını engelleyemeyeceğidir. Bir
başka deyişle, “otorite-özgürlük”
ilişkilerinin temel koşulu, 1961 Anayasası’nın bu hükmüyle ortaya konmuş
olmaktadır: hak ve özgürlüklere dokunulamaz. Üçüncü özellik ise, hak ve
özgürlüklerin “kişilik” kavramının da
ötesinde olduğu ve özgürlüklerin kişinin kendi iradesiyle dahi bir başka kuruma
ve kişiye devredilemeyeceği ilkelerinin
kabul edilmiş olmasıdır. 1982 Anayasası, hak ve özgürlüklerin tanınmasında 1961
Anayasası’ndan geri kalmamıştır. Jellinek’in tanımıyla “olumsuz statü hakları” ya da daha sonra geliştirilen
sınıflandırmayla “birinci kuşak haklar” olarak
kabul edilen temel hak ve özgürlükler Türkiye Cumhuriyeti’nin son iki
anayasasında da eksiksiz olarak yer almaktadır.
1982
Anayasası’nın bu çerçevede 1961 Anayasası’na karşı önemli farklılığı, bu
hakların sınırlandırılması konusunda daha cömert davranmış olmasıdır. 1961
Anayasası, birinci kuşak hakların çağdaş anlam ve içeriğiyle
gerçekleştirilmesine ağırlık verirken, 1982 Anayasası varlığını ve
geçerliliğini kabul ettiği bu hakların kötüye kullanılmaları olasılığını
önlemeye ağırlık vermektedir.
1961
ve 1982 anayasaları, devleti, bu özgürlükleri
gerçekleştirmekle sorumlu kılmaktadır. Devlet, bir yandan özgürlükleri
engelleyen nedenleri ortadan kaldırmakla yükümlü tutulurken, buna koşut olarak,
devlete kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirecek önlemleri alması
görevini de verilmektedir. Devlet, bir yandan, kişilerin daha özgür yaşamaları
için toplumsal, siyasi ve ekonomik engelleri kaldırırken, öte yandan, bireyler
arasında siyasal ve ekonomik fırsat eşitliğini sağlamakla yükümlü
sayılmaktadır.
Zira,
bu bağlamda ortaya çıkabilecek engeller ve eksiklikler, her iki anayasanın da
temel ilkeleriyle çelişki yaratacaktır.
1961 ve 1982 anayasalarının dayandığı temel ilkeler, toplumsal adalet, hukuk
devleti ve bireyin huzurudur. Bu üç temel ilke, ancak özgürlüklerin tam ve
eksiksiz olarak gerçekleştiği anayasal ortamlarda güvence altına alınmış
sayılabilir.
Ancak,
anayasalarda düzenlenmesi gereken ve Anayasa Hukuku’nun temel uğraş
alanlarından olan bir başka önemli konu daha vardır: özgürlüklerin sınırlanması sorunu. Bir başka anlatımla, bireylerin
özgürlükler ortamı içinde boğulmamasını sağlamak ve özgürlüklerin
kullanılmaları sırasında öteki kişilerin özgürlüklerinin çiğnenmesine olanak
vermemek gerekir. Bu temel endişe, demokratik ülkelerde dahi, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılma koşullarının belirlenmesini
ve bazı durumlarda sınırlandırılmalarını
zorunlu kılmaktadır.
1961
Anayasası, özgürlüklerin sınırlanabileceğini temel bir ilke olarak kabul
etmektedir. Ancak, özgürlüklerin sınırlanması, özgürlüklerin özüne
dokunmamalıdır. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinden
sonra aldığı bir kararla hangi koşullarda özgürlüklerin “özü”ne dokunulmuş sayılacağı sorusuna açıklık getirmiştir.
Anayasa
Mahkemesi tarafından bu bağlamda geliştirilen ölçütlerin birincisi, yasanın,
özgürlüğün kullanılmasından doğacak
etkileri kaldırmamış olmasıdır. İkinci ölçüt, yasa, özgürlüklerin kullanılmasını açıkça yasaklamamış olmalıdır. Üçüncü
ölçüt, yasa, özgürlüklerin uygulanmasını
zorlaştırıcı/güçleştirici nitelikte olmamalıdır. Dördüncü ölçüt, yasa,
örtülü şekilde de olsa, hak ve özgürlükleri kullanılamaz bir duruma
getirici nitelikte olmamalıdır. Beşinci
ölçüt, yasa, özgürlüklerin amacına
ulaşmasını engelleyici nitelikte olmamalıdır. [117]
Bu ölçütlere, kanımıza göre, altıncı bir ölçüt daha eklenmelidir: yasa, bazı
bürokratik işlemler dışında, özgürlüklerin kullanılmasını izne bağlanmış olmamalıdır. [118]
Anayasa
Mahkemesi’ne göre, yukarıda sayılan niteliklere sahip olmayan yasaların
özgürlüklerin özüne dokunduğu kabul edilmelidir. 1961 Anayasası’nın “özgürlüklerin özüne dokunulamaz” hükmü
karşısında, yukarıdaki ölçütlerin ortaya çıkmayacağı güvence altına alınırsa,
özgürlükler, yine koşulları yasayla belli edilmek koşuluyla,
sınırlanabilecektir.
Ancak,
Esen’in de dediği gibi, “Özgürlüklerin
hangi halde kayıtlanacağını anayasa gösterir. Özgürlük, ancak, demokratik ve sosyal hukuk devletini
gerçekleştirme amacının zaruri gördüğü nedenlerle kayıtlanabilir”. [119]
Esen’in
sözünü ettiği “zorunlu nedenler”in
neler olduğunu sorusuna şu yanıt verilmelidir: yasa iyiliği/yararı, genel ahlak, yasa düzeni, toplumsal adalet, ulusal
güvenlik ve genel sağlık. Bu kavramlar aşağıda açıklanmıştır.
Yasa iyiliği: “Yasa yararı” olarak da bilinen ve
anayasa hukuku kuramı içinde önemli bir yer tutan bu kavram bugüne değin
çeşitli şekillerde ele alınmış ve açıklanmaya çalışılmıştır. Esen tarafından yapılan “Ferdin dünya saadetine erişmesine
imkan veren maddi ve manevi koşullarının heyeti umumiyeti” gibi bir
tanımlama bunlardan biridir. [120]
B. N. Esen, “Anayasa Hukuku – Genel
Esaslar” adlı yapıtında, yasa iyiliği kavramını şu şekilde anlatmaktadır: “Yasa iyiliği tabirindeki iyilik hem
maddi, hemde ahlaki iyiliktir. İyilik doğal bir eğilimin tatminidir.” [121]
Anayasa
Mahkemesi, aldığı çeşitli kararlarla, yasa iyiliği (yasa yararı) kavramının
açıklık kazanmasına yardımcı olmuştur. Anayasa Mahkemesi’ne göre, bir kez,
özgürlüğü sınırlayan yasa, “adil ve
eşitçi olmalıdır”. Şayet, “yasa
adalete ve eşitliğe aykırı durum doğurmakta ise, o sınırlamada yasa yararı
mevcut değildir”. İkincisi, yasa yararının var olabilmesi için yasanın
bireysel haklarla, toplum yararı arasındaki dengeyi bozacak eylemlerin
sınırlanması için getirilmiş olması gereklidir. [122]
Esen’e göre, Anayasa Mahkemesi, “…
böylece, kişi hak ve özgürlüklerinin mutlak bir telakkiyle düşünülemeyeceğini
söylemiş oluyor. Hatta, genel olarak toplum yararına aykırı sonuç doğurabilecek
hallerde, özgürlüklerin yasa yararına sınırlanabileceğini kabul ediyor”. [123]
Prof.
Dr. Bülent Nuri Esen, yasa yararı kavramını bu şekilde açıkladıktan sonra,
Anayasa Mahkemesi’nin konuyla ilgili bir yaklaşımını eleştirmektedir. Esen’e
göre, toplum yararına olan durumlarda, kişi hak ve özgürlüklerinin
sınırlanabileceği ilkesini benimsemek, anayasanın ruhuna aykırıdır. Bu
itibarla, Esen, “Yasa yararı mefhumu ve
Anayasa Mahkemesi’nin bu mefhum içinde mütalaa ettiği toplum yararı kavramı
açık ve iyice belirli olarak çizilmek icap eder” demektedir. [124]
Yasa düzeni: Yasa düzeni
kavramı, yasa yararı kavramının içinde gerçekleşeceği siyasal ortam/düzen
olarak tanımlanmaktadır. Prof. Esen, düzen kavramının ikili anlamına işaret
etmekte ve şunları söylemektedir; “Statik
telakkiye göre düzen, her şeyi yerli yerine koymak demektir. Dinamik telakkide
ise, düzen, vasıtaların ve çarelerin gayeye uydurulmasıdır”. [125]
Yine, Esen, bir başka yapıtında, yasa düzeni için şunları söylemektedir: “Yasa düzeni, kurallardır, bu kurallar
hukukidir. Gayeye göre nitelendirilir. Tekmil toplumu ilgilendirir.” [126]
Anayasa
Mahkemesi verdiği bir kararda yasa düzenini, “toplumun huzur ve sükununun sağlanmasını, devletin ve devlet
teşkilatının muhafazasını hedef tutan herşeyi, cemiyetin her sahasındaki
düzeninin temelini teşkil eden bütün kurallar” olarak tanımlamaktadır.
Genel Ahlak: Bu kavram
da, Anayasa Mahkemesi’nin aynı kararında belirtilmiş ve kavramla ilgili olarak
şu açıklama getirilmiştir: “Genel ahlak
deyimi, belli bir zamanda bir toplumun büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş
bulunan ahlak kuralları ile ilgili hareketleri ifade eder”.
B.
N. Esen, Anayasa Mahkemesi kararında geçen genel ahlak kavramını şu şekilde
açıklamaktadır: “Genel ahlak,
hareketlerdir. Bu hareketler, ahlakidir, zaman unsuruna göre belirir. Nicel bir
unsura tabidir. Subjektif bir unsurun varlığını gerektirir”. [127]
Toplumsal Adalet:
Toplumsal adalet kavramı, esas olarak, toplumda bireylere insanlık onuruna
yakışır bir yaşam düzeyinin sağlanması olarak tanımlanmaktadır. Devlet,
bireyler arasında toplumsal adaleti gerçekleştirebilmek için
yurttaşlara/bireylere insanlık onuruyla orantılı bir yaşam düzeni sağlamayı
amaçlamalıdır.
Türk
Anayasa Hukuku öğretisinde ve Anayasa Mahkemesi içtihatlarında beliren bu
kavramlar çerçevesinde, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılabilmesi
olanaklıdır. Ancak, yukarıda açıklanan kavramların öngördüğü koşulların
gerçekleşmesi durumunda kimi temel hak ve özgürlükler sınırlandırılabilecektir.
Gelinen
bu aşamada, bir başka önemli sorunun sorulması gerekmektedir: Özgürlükler
neyle, nasıl ve kim tarafından sınırlandırılacaktır? 1961 ve 1982
anayasalarının bu soruya verdiği yanıt açıktır: özgürlükler ancak Anayasa’ya
uygun olarak yasayla ya da yasalara
uygun olarak verilmiş yargıç kararıyla sınırlanabilir.
1982
Anayasası da 1961 Anayasası’nın yukarıda sayılan ilke ve koşullarını hemen
aynısıyla benimsemiştir. Özgürlüklerin sınırlandırılması açısından iki metinde
yer alan hükümler arasında önemli bir fark yoktur. 1982 Anayasası ile iki yeni
kavram listeye eklenmiştir: milli egemenlik ve genel asayiş. Bu kavramların
ayrıca açıklanmasına gerek bulunmamaktadır. Zira, genel asayiş kavramı aslında,
kamu düzeni kavramıyla eş anlamlıdır. Milli egemenlik kavramının neden bir
sınırlandırma nedeni olarak 1982 Anayasası’na konulduğu ise açıklık
taşımamaktadır.
Anayasa
Mahkemesi, bir yasanın taşıması gereken nitelikleri şu şekilde belirtmektedir: “Yasa, yasa yararına genel bir hukuk kuralı
koymak için konmalı, müktesep haklara dokunmamalıdır. Aksi halde, yasa adı
altında konulmuş bulunan kural, yasa değil, keyfi tasarruftur”. [128]
Bu hüküm, kazanılmış haklar kavramına ve kazanılmış hakların hukuk devleti
kavramı ile ilgisine açıklık getirmektedir. Yasa, yasa iyiliği/yararı
kavramının bir gereği olarak, kazanılmış haklara karşı saygılı olmalı, onları
korumalıdır. Kazanılmış yasal haklara saygı göstermeyen yasalar toplumda
keyfilik ve keyfi yönetim tehlikesini ortaya çıkarır. Bu gibi tehdit ve
tehlikelerin ortaya çıkması ise, hukuk devleti kavramıyla ters düşer.
Düzenleyici
metinler, genelde, yasama erkinin ürünüdür. Ancak, Anayasa Mahkemesi öteki bazı
yöentsel düzenleyici metinleri de, bir anlamda, yasalar gibi içermesi gereken
özellikler açısından irdeleme konusu yapmıştır. Yönetsel nitelikli düzenleyici
metinler, yasaya ya da en azından hukukun temel ilkelerine uygun olmalıdır.
Yasalarla düzenlenmesi gereken bir konu tüzük ve yönetmelik gibi düzenlemelere
konu olamazlar. Bu, yasama yetkisinin devri anlamına gelir. Oysa, anayasaya
göre, yasama yetkisi devredilemez. Anayasa Mahkemesi, verdiği bir kararda,
yasama yetkisinin devrinin bizzat yasanın, yasama erkini görevli kıldığı
alanlarda yapılamayacağını belirtmiştir. Yürütmenin düzenleyici metinlerinin
yasallık/meşruluk kazanabilmesi için, konu ile ilgili genel hükümlerin yasada
belirtilmiş olaması gerekir.
“Kanun Hükmünde Kararname” kurumu ise,
yürütme tarafından hazırlanması gerçeğine karşın, yasama erkinin verdiği bir
yetkiyle yapılmış olması ve genel çerçevesinin yetki kanununda çizilmiş olması
nedeniyle bir yönetsel işlem olarak değil, bir yasama işlemi olarak yani bir
yasa olarak kabul edilmelidir. 1961 Anayasa’nın, kabul edilen ilk metninde,
kanun hükmünde kararname kurumu düzenlenmemiştir. Bu kurumla ilgili anayasal
düzenleme, 1971 Anayasa değişikliğiyle yapılmıştır. 1961 Anayasası’na
değişiklikle giren ve 1982 Anayasası’nda da korunan yetki kanunu ve yetki
kanuna dayanarak yürütme tarafından yürürülüğe konulan kanun hükmünde kararname
kurumu ile yasama erki tarafından yürülüğe konulan yasalar arasında bir fark yoktur.
1982
Anayasası ise, 1961 Anayasası’na göre, özgürlüklerin sınırlanması konusunda
daha olumsuz bir bakış açısına sahiptir. 1982 Anayasası’nın bu bağlamda
getirdiği en önemli değişiklik, 1961 Anayasası’nda yer alan özgürlüklerin özü
kavramına yer vermemiş olmasıdır. 1982 Anayasası, bu kavram yerine, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” gibi
genel nitelikli normlardan söz etmektedir. İkincisi, 1982 Anayasası, hem
özgürlüklerin sınırlanması konusunda özgürlüklerin sınırlanmasını gerektiren
genel nedenleri/gerekçeleri belirleyen
özel bir madde (md 13 ve hatta 14) düzenlemiş ve hem de özgürlüklerin
düzenlendiği maddelerde özel sınırlama ölçütleri getirmiştir.
1982
Anayasası’nın 13 üncü maddesinde yer alan genel sınırlama nedenleri şunlardır:
-
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü
-
milli egemenlik
-
kamu düzeni
-
genel asayiş
-
kamu yararı
-
genel ahlak
-
genel sağlık
Ancak,
ne var ki, ileride yeniden ele alınacağı üzere, 2001 yılında yapılan anayasa
değişiklikleriyle, 13 üncü madde tümüyle değiştirilmiş, genel nedenlerin
sıralanmasından vaz geçilmiş ve 1961 Anayasası’nın geliştirdiği özgürlüklerin
özü kavramına geri dönülmüştür. 14 üncü maddede yapılan değişiklikle,
özgürlüklerin sınırlanması için genel bir neden oluşturulmayacağı ilkesi
getirilmiştir.
Bu
durum, içinde özel bir sınırlama gerekçesi taşımayan maddelerde yer alan
özgürlükler için mutlak bir kullanılma olanağı yaratmaktadır. Olumlu gibi
görünmesine karşın, işçi ve işveren ilişkileri gibi toplumsal ilişkileri içeren
alanlarda sınırsız ve mutlak özgürlük istenmeyen sonuçlar da verebilecektir
Kısacası,
1982 Anayasası, özgürlüklerin sınırlanması bağlamında, önemli bir evrim ve
değişim geçirmiştir. Genelde çok olumlu olmakla birlikte, Anayasa’nın bütüncül
değil, kesimsel değişikliğe uğratılması nedeniyle, maddeler ve bölümler
arasındaki mantıksal bağ zaman zaman istenmeyen ve öngörülmeyen sonuçlara da
yol açabilecek nitelikte gözükmektedir.
Anayasal Haklar ve Hak Kavramının Gelişmesi
Özgürlüklerden
ayrı olarak, hakların tanınması ve
korunması ile ilgili düzenlemeler de her iki anayasada yer almaktadır. Bu “haklar” arasında, kişi güvenliği, hak arama hakkı, doğal yargı yolu, cezaların yasallığı
ilkesi, ispat hakkı ve dilekçe hakkı gibi haklar yer almaktadır. Bu haklar
aşağıda açıklanmıştır.
“Habeas Corpus” olarak adlandırılan kişi güvenliği kavramı, kişinin
özgürlüğünden yoksun bırakılmaması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, 1961
Anayasası, Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’nın öngörülerini daraltarak, hangi
durumlarda kişinin tutuklanabileceğini, tutuklulara yapılması gereken işlemleri
açıklıkla belirtilmiş ve haksız tutuklanmaya karşı giderim kurumunu
getirmiştir. 1982 Anayasası da, aynı ilkeleri benimsemiştir.
Hak arama hakkı, sav ve savunma hakkını
içine almaktadır. 1961 Anayasası’na göre, bütün yurttaşlar her türlü yasa
araçlardan yararlanarak, savlarını ispatlayabilirler ya da kendilerini
savunabilirler. Anayasa Mahkemesine göre, “buradaki
meşru kelimesi yasada gösterilen usuller deyiminden daha geniş anlamı ifade
etmek için metne konmuştur.” [129] Hak arama özgürlüğüne en küçük ölçüde dahi
olsa bir sınırlama getirilmemelidir. Bir davanın taraflarının, sav ve
savunmalarını yargıç önünde hiç bir kaygıya kapılmadan serbestçe yapmaları
zorunludur. 1982 Anayasası da, 1961 Anayasası’na koşut hükümler içermektedir.
Doğal yargıç (tabii hakim) ilkesi, 1961
Anayasası’nın gerekçesinde “yasanın genel
olarak koyduğu görev ve yetki esaslarıyla belli olan hakim tarafından muhakeme
edilmesi” olarak tanımlanmaktadır. Anayasa Mahkemesi ise, bu konu ile
ilgili incelemelerinde iki unsur üzerinde durmaktadır: [130]
mahkemenin kuruluş biçimi ve mahkemede görev alan görevlilerin nitelikleri.
Mahkemenin kuruluşuyla ilgili endişeler, yargı yerlerinin kanuna uygun olarak
kurulmasını gerekli kılmaktadır. Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminde,
yönetsel yargı yerlerini ve il ve ilçe idare kurullarıyla vergi itiraz
komisyonları gibi yarı-yargısal yerlerin de doğal yargı kavramı içine girdiğini
kabul etmiştir. [131]
Anayasa Mahkemesi, hakimlik niteliğini ise, “yargı
yetkisini kullanmanın bir sonucu” olarak kabul etmektedir. Anayasa
Mahkemesi’nin görüşleri zaman içinde önemli değişimlere uğramış ve değişen
anlayış çerçevesinde yönetim yerlerine yargısal nitelikli görev ve yetki veren
yasalar iptal edilmiştir.
1982
Anayasası ise, 1961 Anayasası’ndan farklı olarak, doğal yargıç ilkesi yerine yasal yargıç (kanuni hakim) ilkesini
getirmiştir. Hemen belirtilmelidir ki, iki kavram arasında önemli içerik
farklılıkları vardır ve bu farklılık değişik anayasal ve hukuksal sonuçların
ortaya çıkmasına neden olmaktadır. 1982 Anayasası’nın, kanuni hakim ilkesini
benimsemek durumunda kalmasının nedeni, bir anayasal kurum olan Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nde yargıç sınıfından olmayan asker kökenli kişilere de yargılama
hakkı vermek istemesinden kaynaklanmaktadır. 1961 Anayasası’nın doğal yargıç
ilkesi, yalnızca yargıç sınıfı içinde yer alanların yargı yetkisini
kullanmalarına olanak vermektedir. 1982 Anayasası’nın yasal yargıç (kanuni
hakim) kavramı ise, mahkemelerde görev alacak yargıçların, yasama erki
tarafından kabul edilmiş bir yasayla belirlenmiş olması durumunu -yani, yasal
yargıç kavramını- hukuk devleti ilkesine uygun bulmaktadır. Bu kabullenmenin
sonucu olarak, 1982 Anayasası, DGM’lerde asker kökenli yargıçların görev yapmasını
anayasal bulmaktadır. İki kavram
arasında ortaya çıkan bu farklılık, 1982 Anayasası’nda daha sonra yapılan
değişiklikle giderilmiş ve asker kökenli kişilerin DGM’de yargıç olarak
çalışmaları önlenmiştir. Bu şekilde de, 1982 Anayasası bir anlamda, yasal
yargıç yerine doğal yargıç kavramına dönmüştür.
1961
Anayasası, suç ve cezaların yasallığı
konusunda getirilen hükümlerin önemini şu şekilde açıklamaktadır: “cezaların yasallığı, herşeyden evvel bir
özgürlük teminatıdır, hukuk devletinin vazgeçilmez ilkelerindendir.”
1961
Anayasası, kişilerin suç işledikleri anda ceza yasalarınca suç sayılmayan eylem
ve davranışlarından ötürü cezalandırılamayacağını, suçlulara suçun işlendiği
anda yasada belirtilen cezadan daha ağır ceza verilemeyeceğini, tutuklu ve
sanıklara maddi ve manevi işkence yapılamayacağını ve ceza sorumluluğunun
kişisel olduğunu bildirmektedir.
Bu
bağlamda önem taşıyan konu, yönetim birimlerinin kararlarıyla kişi hak ve
özgürlüklerinin sınırlanıp, sınırlandırılamayacağı sorunudur. Esen’e göre,
Anayasa Mahkemesi bu konuda şu temel ilkeyi getirmektedir: yasanın tanıdığı
yetkiye dayanarak hükümetçe alınacak karara aykırı hareket edecek olanlar için
yetki yasası ceza tayin etmiş ise suçun ne olduğu da yasada belirtilmiş
demektir. Bu takdirde, “suç”,
hükümetçe, bir yasaya dayanarak alınmış olup, hangi eylemlerin yasaklandığını
ilan eden karara aykırı harekette bulunmuş olmaktır. Ceza Yasası’nın bu eylemi
ayrıca suç olarak düzenlemiş olmasına gerek yoktur. [132]
“Birinci kuşak haklarını” (olumsuz statü
hakları) izleyen haklara, “ikinci
kuşak” ya da “olumlu statü hakları”
denilmektedir. Olumsuz statü haklarında, devletin karışamayacağı ve içine
giremeyeceği bir hak ve özgürlükler ortamı ortaya çıkarken, olumlu statü
hakları, çoğu toplumsal ve ekonomik yaşam düzeyinin artırılması genel hedefine
yönelik olarak, bu tür hakların devlet eliyle ve devlet tarafından
gerçekleştirilmelerini ve geliştirilmelerini öngörmektedir. “Kalkınma hakkı”,
“çalışma hakkı”, “eğitim” ve “sağlık hakkı”, “sendika kurma” ve “örgütlenme
hakkı”, “toplu sözleşme” ve “grev hakkı”, “konut hakkı” gibi haklar bunlar
arasındadır.
Ancak, burada ortaya çıkan sorun, bu hakların yerine
getirilebilme düzeyi ya da ölçüsüyle ilgilidir. Bilinmektedir ki, devletlerin
hemen hepsinin akçal olanakları sınırlıdır. O halde sorulması gereken soru
şudur: Devletin, olumlu statü haklarını gerçekleştirebilme yükümlülüğünün sınırları nelerdir?
1961
Anayasası’nın “iktisadi ve toplumsal
ödevlerin yerine getirilmesi”yle ilgili 53 üncü maddesinde, bu hakların
gerçekleştirilebilme sınırıyla ilgili olarak “iktisadi gelişme ile mali kaynakların yeterliliği” ölçütü
getirilmiştir. Bu ölçüt, iki ayrı açıdan ele alınabilir. Birincisi, her iki
anayasanın gerekçesinde belirtildiği ve Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli
kararlarıyla benimsediği gibi, devletin bu ödevleri yerine getirmesinin sınırı “iktisadi gelişme” ve “mali kaynakların yeterliliği”dir.
1982
Anayasası da, 65 inci maddesinde, ekonomik toplumsal hakların devlet
tarafından, ancak, “ülkedeki ekonomik
kararlılık”ın ve “devletin akçal
olanaklarının elverdiği ölçü”de gerçekleştirilebileceğini söylemektedir.
Ancak,
bu görüşe eklenmesi gereken ikinci bir görüş daha vardır: devlet toplumsal ve
ekonomik haklar bölümünde gösterilen hakları sağlamaya ve kendisine düşen
ödevleri gerçekleştirmeye çalışmak durumunda olmalıdır. Anayasalarda, belirli
bir sınırın belirtilmiş olması bu hakların sağlanmaması için devlet
yöneticilerince başvurulacak bir özür nedeni olmamalıdır. Önemli olan,
devletin, toplumsal sınıfların göreli farklılaşmasını gözönünde tutarak ve
toplumsal eşitlik ve dengeleri sağlamaya
çalışarak ikinci kuşak hakları geliştirme yolunda çaba göstermesidir.
Birinci
ve ikinci kuşak haklar çerçevesinde incelenecek son hak olan dilekçe hakkını, özgürlüklerin
korunmasının bir aracı olarak kabul etmek olanaklıdır. Ancak, dilekçe yöntemi
bu bağlamda sınırlı bir yarar sağlayacaktır. Şayet, devletin tüm organları
hukuka aykırı uygulamalar içine girmişse, bu yöntem olumlu bir sonuç
üretemeyecektir. Bu nedenle, dilekçe hakkı, ancak, diğer hakları tamamlayıcı
bir hak olarak kabul edilmelidir.
Birinci
ve ikinci kuşak hakları, daha sonra “üçüncü”
ve daha sonra da “dördüncü kuşak”
haklar izlemiştir. [133]
Üçüncü kuşak haklar, “dayanışma hakları”
olarak da isimlendirilmektedir. Bunlar arasında, “çevre hakkı”, “barış hakkı”,
“bilgiye ulaşma hakkı” ve “siyasal ve yönetsel kararlara katılma hakkı” yer
almaktadır. 1961 Anayasası’nda bu haklara rastlanılamamaktadır. 1982 Anayasası
ise bunlardan yalnızca “çevre hakkı”na (md. 56) yer vermiştir.
“Dördüncü kuşak” haklar ise, henüz
ülkelerin büyük bir kesiminde anayasal düzenlemeye konu olmamışlardır. Bu
haklar, küreselleşmenin ve küresel teknolojik gelişmenin sonuçları olarak
ortaya çıkmaktadır. Gen mühendisliğinin gelişmesinin doğal sonucu olarak ortaya
çıkan canlı varlıkların kopyalanması (cloning) ve kök hücre (root cell) sorunları, “internet”
üzerinden yapılan iletişimin haberleşme özgürlüğü ile bağlarının kurulması
zorunluluğu dördüncü kuşak haklar bağlamında düzenlenmesi gereksinimi ortaya çıkan
yeni alanlardır.
Doğal
olarak, her iki anayasa da bu konularda herhangi bir düzenlemeye sahip
bulunmamaktadır.
Yasama Erkinin Sınırlanması
Anayasa
Mahkemesi içtihatlarında beliren iki kavram, özgürlüklerin korunması bağlamında
yasama erkine getirilmiş anayasal sınırlayıcı temel etmenleri/kavramları
açıklıkla ortaya koymaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin, iktidarı
sınırlayabileceğini öngördüğü birinci temel kavram, “hukuk genel ilkeleri” kavramıdır.
Anayasa Mahkemesi, verdiği çeşitli kararlarda, yasama yetkisinin, hukuk genel
ilkeleriyle sınırlanabileceğini belirtmektedir.
Anayasa
Mahkemesi’ne göre, “hukukun genel
ilkeleri, hukukun bilinen ve bütün uygar memleketlerce kabul edilen
ilkeleridir”. Anayasa Mahkemesi, bu tanımıyla, hukukun genel ilkeleri
kavramını açıklayan olarak iki ana ölçüt getirmiş bulunmaktadır. Bunlardan
biri, “uygar ülkelerce kabul edilmiş
olmak” ve diğeri ise “bilinen hukuk
kuralı olmak”tır. Ancak, her iki ölçüt de muğlak ve karmaşık niteliktedir.
Söz konusu muğlaklığı ve karmaşayı ortadan kaldırmak için, Anayasa Mahkemesi
bir başka ölçüt daha geliştirmiştir: “Genel
hukuk esası, yasanın, ancak, yasa yararına olarak, geleceği düzenleyici,
mücerret, şahsi olmayan ve yayınlanmasından önce kazanılmış hakları ortadan
kaldırmayan hukuk kuralları koymasını gerektirir.” [134]
Bu üçüncü ölçüt, hukukun temel ilkesi deyimini daha açık bir şekilde
anlatmaktadır. Buna göre, temel hukuk ilkeleri, toplumsal ve bireysel
ilişkileri düzenleyen, kişisel olmayan ve soyut hukuk ilkeleridir. Yasa ise,
hukukun temel ilkelerini içinde barındıran, geleceği düzenleyen ve kazanılmış
hakları ortadan kaldırmayan bir hukuk metnidir.
Anayasa
Mahkemesi’ne göre, yasama erkini sınırlayan ikinci ana etmen/kavram, “Anayasa’nın
temel ilkeleri” kavramıdır. Bu ikinci etmen/kavram, Anayasa’nın
üstünlüğü ilkesinin doğal bir sonucudur. Anayasanın üstünlüğü ilkesi, devlet
aygıtının tüm birimlerini ve siyasal otoriteyi kullanan tüm kurumları ve doğal
olarak bu çerçevede yasama erkini de sınırlayan ana ilkedir. Bu nedenle, yasama
erki, Anayasa’nın kendisine verdiği yasama yetkisiyle bağlı kalacaktır. Yasama
erkinin Anayasa ile bağlı olması, bir yandan Anayasa’nın öngördüğü amaçların
gerçekleştirilmesini ve öte yandan Anayasa’nın temel ilkelerine saygı
duyulmasını güvence altına alacaktır.
Anayasa
Mahkemesi’ne göre, Anayasa’nın temel amacı, “ülkede
demokratik hukuk devletinin kurulmasıdır”. 1961 Anayasası’na göre, hukuk
devletinin dayanacağı temel ilkeler olarak da şunlar belirtilmiştir: insan hak
ve özgürlükleri, milli dayanışma, sosyal adalet, bireylerin huzur ve refahı, toplum huzur ve
refahı, laiklik.
1982
Anayasası’nın temel ilkeleri [135]
ise aşağıda sıralanmıştır:
-
Cumhuriyetçilik
-
üniter devlet
-
insan haklarına saygılılık
-
Atatürk milliyetçiliği
-
Atatürk ilkeleri
-
Atatürk devrimleri
-
demokrasi (demokratik devlet)
-
laiklik
-
sosyal devlet
-
hukuk devleti
-
eşitlik
Bu
ilkeler, yasama erkini, yasama yetkisini kullanırken sınırlayan temel etmen,
ölçüt ve kavramlardır.
Siyasal
otorite sahipleri, demokratik yollardan parlamentoda çoğunluğu sağlayarak
iktidara geldikten sonra da, çalışmalarında bu etmen, kavram ve ölçütleri
gözönünde bulundurmak zorundadır. Bu zorunluluk, her iki anayasada da bir başka
anayasal kurumla güvence altına alınmıştır: Anayasa Mahkemesi.
Anayasa
Mahkemesi’nin görevleri, gerek Anayasa’da ve gerekse Anayasa Mahkemesi’nin
Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Yasa’da belirtilmiştir. Bunlara göre, Anayasa
Mahkemesi’nin temel görevi, yasaların ve TBMM İçtüzüğü’nün Anayasa’ya
uygunluğunu denetlemektir. Yasaların ve TBMM İçtüzüğü’nün Anayasa’ya
uygunluğunun denetimi yanında, Anayasa Mahkemesi’nin Yüce Divan olarak göreceği
işlevler, siyasal partilerin kapatılması, yasama dokunulmazlığının
kaldırılmasıyla ilgili TBMM kararlarını denetlemek ve TBMM üyeliği niteliğinin
düşmesi ile ilgili TBMM kararlarını denetlemek bu arada belirtilmesi gereken
temel görevler arasındadır.
Anayasa
Mahkemesi verdiği birçok kararda, kendi görevleri konusu üzerinde durmuş ve
görevleri içinde görmediği başvuruları reddetmiştir.
Alınan
bu önlemler ve oluşturulan kurumlar aracılığıyla bireysel hak ve
özgürlüklerinin yasama erki yoluyla çiğnenmesinin ve kaldırılmasının önüne
geçilmek istenmiştir. Siyasal iktidarlar, anayasa ilkelerine saygılı olduğu ve
Anayasa Mahkemesi de bağımsızlığını koruyup görevini Anayasa’da öngörüldüğü
şekilde yerine getirebildiği (bir başka anlatımla, siyasallaşmadığı) sürece
özgürlüklerin yasama erki ve yasama etkinlikleri yoluyla çiğnenmesi kolay
olmayacaktır.
Yürütme Erkinin Sınırlaması
Gerek
1961 Anayasası ve gerekse 1982 Anayasası birer “tepki” anayasasıdır. Bu özellik, her iki anayasada da olanca
açıklığıyla göze çarpar. Birincisinde, pek parlak olmayan bir siyasal iktidar
döneminin yarattığı olumsuz sosyo-ekonomik ve siyasal sonuçların ülke sorunları
ve ülkenin geleceği üzerindeki etkilerinin giderilmesi isteği ve ikincisinde de
uzun süren bir siyasal etkisizlik, verimsizlik, anarşi, şiddet ve terör
döneminin yarattığı tolumsal ve ekonomik sıkıntıların ortadan kaldırılması
hedefi her iki anayasaya da tepki anayasası olmak özelliğini kazandırmıştır. Bu
özellik, her iki anayasanın taslak metinlerinde de açıklıkla görülmektedir.
1961
Anayasası, 1924 Anayasası’na oranla yürütme erkini önemli ölçüde sınırlamıştır.
Bu sınırlılık, 1971 anayasa değişikliğiyle bir ölçüde yürütme lehine
azaltılmıştır. 1982 Anayasası da, bir hukuk devleti yaratmak bağlamında, bir
yandan yönetimi tam bir hukuksal denetim
altına almak isterken, öte yandan kendisinin ortaya çıkış nedenlerini
gözönünde bulundurarak, yürütmenin daha
etkili çalışmasına olanak verecek sistemik unsurları yürütmenin emrine
vermek istemiştir.
1961
Anayasası, yürütme erkini zayıflatmadan sınırlandırmak yolunu seçmiştir.
Yönetimin sınırlandırılmasını gerçekleştirmenin yolunu da, yönetimin
yansızlığını güvence altına almada görmüştür. Bu bağlamda atılan ilk adım,
Cumhurbaşkanı’nın yansızlığının sağlanmasıdır. 1961 Anayasası’nda
Cumhurbaşkanı, 1924 Anayasası’ndaki konumunu değiştirerek partiler üstü ve
hatta devletin varlığını ve bütünlüğünü temsil eden simgesel bir nitelik
kazanmıştır.
Bu
bağlamda, her iki Anayasa da, yürütme erkini çeşitli ayarlamalara ve
dengelemelere tabi tutmuştur. Bu dengeleme çabalarının birincisi, Cumhurbaşkanı’nın yansızlığını sağlamak
ve bu yansızlık içinde, hükümetin aracılığı olmaksızın kullanabileceği
yetkileri genişletmektir.
İkinci
dengeleme çabasıysa, yürütme erki içinde özellik taşıyan bazı konularda, Cumhurbaşkanı’na bağlı bazı “yardımcı devlet kurumları”nın
kurulmasıdır. Her iki anayasada
da, bu türde yeni kurumlar
oluşturulmuştur. Devlet Denetleme Kurulu bunlardan biridir. Bunun yanında, 1982
Anayasası, Cumhurbaşkanı’na pek çok önemli kamu kuruluşuna görevli
seçmek/atamak olanağı vermektedir.
Üçüncü dengeleme çabası, özerk kurumların
sayısının artırılmasıdır. Bu özerk kuruluşların bazıları şunlardır:
üniversiteler, TRT, haber ajansları, RTÜK ve bazı iktisadi devlet kuruluşları.
Özellikle, 1961 Anayasası’nın gerekçesi bu düzenlemeden beklenen yararları
açıklıkla ortaya koymaktadır: “Bir başka
açıdan bakıldığı zaman, özgürlüklerin ve demokrasi düzeninin teminatı
üniversite, radyo-televizyon, ajans gibi muhtar müesseselerin toplumsal yapı
içinde yer almasında görülmüştür.”
Dördüncü
dengeleme çabası da, yürütmenin,
yargının denetimine konu olan alanının genişleştilmesi ve yargı denetimi
dışında kalan yürütme etkinliklerinin olabilecek en az düzeye
indirilmesidir. [136]
Bu
özellik, 1982 Anayasası’nda da sürmüştür. Ancak, 1961 Anayasası’nın öngördüğü
siyasal ağırlığı olmayan simgesel cumhurbaşkanı anlayışı yerini, 1982
Anayasası’nda siyasal rolü
güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanı anlayışına bırakmıştır.
1982 Anayasası, 1961 Anayasası’na
oranla, yürütme erkini daha çok kollayan bir anayasadır. 1982 Anayasası, bu kollamayı, 1961 Anayasası’nın hukuk
devleti ve yönetimin yargısal denetimi konularında herhangi bir değişiklik
yaparak değil, fakat Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünü 1961 Anayasası’na
göre daha güçlendirerek gerçekleştirmek yöntemini tercih etmiştir. 1982
Anayasası’nın bu girişiminin dahi istenilen sonucu verip vermediği konusu tartışmalıdır.
“Yardımcı devlet kurumları”, 1961
Anayası’na oranla, 1982 Anayasası’nda daha geniş tutulmuştur. Bunu sağlayan
unsurlardan biri olan ve Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak Cumhurbaşkanı adına
soruşturma ve inceleme yapmak yetkisine sahip Devlet Denetleme Kurulu’nun
kurulmuş olmasıdır.
Yürütmeyi
sınırlandıran bir başka anayasal ilke de, “memur güvencesi” (1961 Anayasası
md. 118 ve 1982 Anayasası md. 128 ve 129) ilkesidir. Bu ilke, memurlar
hakkındaki disiplin işlemlerinin ilgilinin savunmasının alınmasına bağlı
olduğunu ifade etmektedir. Bu kavram, 1982 Anayasası’nda uyarma ve kınama
cezalarının kapsam dışı bırakılmasıyla daraltılmıştır.
Yürütmeyi
sınıırlandıran bir başka anayasal ilke, “kanunsuz emir” ilkesidir. Bu
ilkeye göre, memurlara yasa dışı emir/buyruk verilemez, memur emrin yasaya
aykırı olduğunu düşünürse, emri verenden yazılı emir isteyebilir ancak yerine
getirildiği takdirde suç olacak bir emir hiçbir şekilde yerine getirilemez ve
getiren memur sorumluluktan kurtulamaz. Her iki anayasada da yer alan bu
ilkelerle, memur güvencesi kurumu tamamlamış ve yönetimin kamu görevlileri
aracılığıyla keyfi eylem ve işlemlerinin önlenmesi güvence altına alınmış ve
temel hak ve özgürlüklerin korunması yolunda önemli bir adım atılmıştır.
Merkezi
yönetimin ağırlığını azaltan bir başka düzenlemede her iki anayasanın da
öngördüğü “yerel yönetim” kavramıdır. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi
ve yerel halkın kendilerini ilgilendiren konularda daha fazla yönetime
katılmaları anlamına gelen yerel yönetim hakkı -uygulamada gerçekleşmemiş olsa
bile- merkez yönetimini sınırlandıran ve yerel yönetim anlayışını güçlendiren
özellikler taşımaktadır.
Yerel
yönetimlerin iş yapma beceri ve yetkinliklerinin güçlendirilmesi anlamına gelen yerel yönetim
hakkının (“local self governance” ya da
daha doğru olarak “local self discretion”) tanınmasıyla demokratik yönetim
düzeni güçlendirilmektedir. Demokratik yönetim kavramının güçlenmesi ise
öncelikle siyasal otoritenin sınırlanması ve böylelikle de hak ve özgürlüklerin
zarar görmesinin önüne geçilmesi demektir.
Her
iki anayasanın da yönetimin sınırlanması konusunda getirdiği en önemli ilke,
kuşkusuz, yönetimin yargısal denetimiyle
ilgili olanıdır. “İdarenin hiçbir eylem
veya işlemi hiçbir halde yargı mercilerinin denetimi dışında bırakılamaz”
şeklinde ifade edilen bu hükümle hem keyfi yönetimin önüne geçilmiş ve hem de
bir yandan yönetimin yasaya ve Anayasa’ya aykırı işlemleri önlenirken, öte
yandan yönetsel eylem, karar ve işlemlerden doğacak maddi ve manvei zararın
akçal giderimine olanak sağlanmıştır.
Anayasa
Mahkemesi, yönetimin varlık nedenini, yasaların uygulanmasında ve yasaların
yürürlüğe konulma amaçlarının gerçekleştirilmesinde bulmaktadır. Anayasa
Mahkemesine göre, yönetim/yürütme “... yasa hakimiyeti rejimini, bu rejime
karşı girişilecek hareketleri önlemek yoluyla koruyabilir”. Bu tür bir hukuk rejiminde yönetim,
yasaların amacına göre, yasaları uygulamaktan sorumludur ve hiçbir şekilde bu
amacın dışına çıkamaz. Yürütmenin, “yürütme/yönetim yetkisi”, yasaların
amaçları ile sınırlıdır. [137]
Yargı Erkinin Güçlendirilmesi
Prof.
Arsel’in de belirttiği gibi, anayasa sistemimiz içinde, yargı erki, diğer iki
erkten daha üstün tutulmuştur. Bir anlamda, her iki anayasa da, diğer erkleri
zayıf tutarken, yargı erkini güçlendirmek istemiştir.
Arsel,
yargı erkinin güçlendirilmesinin, yargıyı siyasallaştırmaya yöneltebileceği
tehlikesine dikkat çekmekte, fakat yargı erkinin, kişi hak ve özgürlüklerine
karşı bir tehdit ve tehlike unsuru oluşturmadığını belirterek şunları
söylemektedir “Şunu da unutmamak gerekir
ki, yargının diğer iki güce, yani yasama ve yürütmeye nisbetle daha öne
alınmasının tevlit edebileceği mahzur, böyle bir sistemin getirebileceği
faydalar yanında hiç kalır.” [138]
Arsel,
yargı erkine üstünlük sağlayan ilkeleri iki grupta toplamaktadır. Bunlardan
birincisi, “yargıçların ve mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi”dir. Gerçekten, her iki anayasa da, “hakimler görevlerinde bağımsızdırlar;
vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler, hiçbir organ yargı yetkisinin
kullanılmasında emir veremez” diyerek yargıçların tam bağımsızlık içinde
çalışmalarına olanak sağlamıştır.
İkinci
ilke, “yasamanın ve yürütmenin yargı denetimine tabi olması”
ilkesidir. Başka bir deyişle, yargı erki, yasama ve yürütme erklerinin
kararlarını irdelemek ve hukuka ve yasaya aykırı olmaları durumunda bu
kararları ortadan kaldırmak yetkisine sahiptir.
1961
Anayasası’nın gerekçesinde, bu yaklaşım ve tercih “özgürlüklerin teminatı” olarak adlandırılmaktadır. Özellikle 1961
Anayasası, temel hak ve özgürlüklerin gerçekleştirilmsi konusunda 1982
Anayasası’na oranla daha duyarlıdır.
Her
iki anayasa da, bu bağlamda, bir yandan devletin her türlü yönetsel eylem,
işlem ve kararını yargı denetimine konu ederken, öte yandan, daha önce
açıklandığı üzere, yasama erkinin anayasal sınırların dışına çıkmamasını
Anayasa Mahkemesi yoluyla güvence altına almak istemiştir.
Yargının
üstünlüğü konusunda belirtilmesi gereken bir başka ilke ise, “yargıç
güvencesi” ilkesidir. Bu ilkeyle, yargıçların görevlerinden
uzaklaştırılamamaları, koşulları gerçekleşmeden ve zorla emekli edilmeleri ve
aylıklarından yoksun bırakılmaları önlenmiştir.
Yargıç
güvencesi ilkesinin yalnızca bir ilke olmaktan çıkartılıp gerçek amacına
ulaşması için de “Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu” getirilmiştir. Bu kurul, yargıç ve savcıların özlük işlerini
yürütmekle görevli ve yetkilidir. Bu çerçevede, siyasal iktidarların yargıç ve
savcıları siyasal açıdan baskı altına alması önlenmiş ve hak ve özgürlüklerin
korunması bağlamında önemli bir güvence elde edilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi verdiği kararlarda, yargıçların ve mahkemelerin görev ve
işleyişlerini ön planda tutmaktadır. Mahkeme, iptali istenen bir yasa hükmünün,
mahkemelerin görev ve işleyişine olumsuz etki ettiğini kabul ederse yasayı
iptal etmektedir.
Anayasa
Mahkemesi’nin konumuz açısından önemli bir başka kararında ise, savcıların,
yargıçların sahip olduğu yargıç güvencesi ve bağımsızlığına sahip olmadığı
kabul edilmiş ve Anayasa’da yer alan güvence unsurunun yalnızca özlük haklarını
kapsadığına karar verilmiştir. [139]
Her
iki anayasa da, bu ve benzer hükümleriyle, yargıçların ve mahkemelerin
bağımsızlığını gerçekleştirmeye çalışmıştır. Anayasaların yargı erkini
güçlendirme çabaları yalnızca kağıt üzerinde yazılı sözler olarak kalmamış ve
Yüksek Hakimler ve Savcılar Kurulu yoluyla uygulama alanında da
gerçekleştirilmiştir.
Siyasal
iktidarların sınırlarını aşmamasını kendilerinden beklemek ve kendi kendilerini
sınırlamalarını istemek iyimserlik olacaktır. Özgürlüklerin güvencesi, ancak,
yargı erki yoluyla diğer erklerin denetlenmesinde ve sınırlanmasında
aranmalıdır.
Direnme Hakkı
1961
Anayasası’nın giriş bölümünde, “Anayasa
ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı
direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 Devrimini yapan Türk milleti, bu
anayasayı, özgürlüğe, adalete ve fazilete aşık evlatlarının uyanık bekçiliğine
emanet eder” denilmektedir. Bu sözlerle, 1961 Anayasası’nın başlangıç
bölümünde, bireylerin baskı ve şiddete karşı direnme hakkına sahip olduğu
ilkesi kabul edilmiş ve bir başka açıdan da 1960 devrimine meşruluk
kazandırılmak istenmiştir.
Direnme
hakkkını tanıyan 1961 Anayasası, metinde yer alan başlıkları, kenar
başlıklarını ve başlangıç bölümünü anayasa metninin içinde kabul etmektedir.
1961 Anayasası, böylelikle, direnme hakkını tanımakta ve temel hak ve
özgürlüklerin güvencesi olarak görmektedir.
Direnme
hakkı kavramı 1961 Anayasası’nın gerekçesinde daha fazla anlam, içerik ve
kapsam kazanmaktadır. 1961 Anayasası’nı hazırlayan etmenleri gözönüne alan
anayasa gerekçesi, 1960 devrimini yaratan temel neden olarak 1950-60
iktidarının zulme kayarak meşruluğunu kaybettiği konusu üzerinde durmaktadır.
Ancak, bu yaklaşım bazı anayasa hukukçuları tarafından eleştirilmektedir. İlhan
Arsel, direnme hakkı ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Ancak şunu derhal belirtmek lazımdır ki,
Anayasa’nın böyle bir isyan hakkını öngörmesi pek anlaşılır görünmemektedir.
Yalnız görünlmemekle değil, aynı zamanda, toplumun daimi şekilde huzursuzluk
içerisinde tutacak bir mahiyet arzetmektedir”.
DEĞERLENDİRME
1961
ve 1982 anayasaları, siyasal iktidarların sınırlanması konusunda getirdiği
hükümlerle temel hak ve özgürlüklerin tanınması, gerçekleştirilmesi ve
korunması bağlamında başarılı düzenlemeler gerçekleştirmişlerdir. Bu
özellikleri açısından, Türkiye Cumhuriyeti’nde, temel hak ve özgürlüklerin
gerçekleştiği ve Türkiye Cumhuriyeti’nin liberal ve demokratik bir ülke olduğu
kabul edilmelidir.
Bu
durumun sürdürülebilirliğini sağlamanın iki temel koşulu olduğu unutulmamak
gerekir: siyasal iktidarların temel hak ve özgürlükleri konusunda iyiniyetli
olmaları ve “anayasanın üstünlüğü”
ilkesine saygı göstermeleri.
Ancak,
temel hak ve özgürlüklerin korunması yönündeki “asıl teminatın yurttaşların gönüllerinde ve iradelerinde yer aldığı” gerçeği
de hiçbir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.
KAYNAKÇA
Abraham, W.E., The Mind of Africa, s. 206 , 1967, London.
Akın, İ.F., Temel
Hak ve Özgürlükler, s. 149 s., 1964, İstanbul.
Arsel, İ., Türk
Anayasa Hukukunun Umumî Esasları: Cumhuriyet’in Temel Kuruluşu, s. xv+471 ,
1965, Ankara.
Barker, E., Principles
of Social and Political Theory, s. x+284, 1953, Oxford.
Batum, Süheyl Prof. Dr. ve Prof. Dr. Necmi
Yüzbaşıoğlu, Anayasa Hukukunun Temel
Metinleri, Beta, 4. Baskı, s. 683, 2000, İstanbul.
M. Bloch, M., Feudal
Society, (iki cilt), s.
xxi+490, 1967, London.
Bryce, J., Amerikan
Siyasi Rejimi, s. xviii+203, 1962, İstanbul.
Cassinelli, W., The Politics of Freedom, s. 214,
1961, Washington.
Duverger, M., Politikaya
Giriş, s. 228, 1964, İstanbul.
Duverger, M., Siyasi
Rejimler, s. 146, 1963, İstanbul.
Duverger, M., Azgelişmiş
Ülkelerin Siyasi Rejimleri, ODTÜ,
“İktisadî Kalkınma”, s.1-15, 1966,
Ankara.
Elster, Jon ve Rune Slagstad, Constitutionalism and Democracy, Cambridge University Press, s.
359, 1997.
Eroğul, Cem, Prof. Dr., Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), İmaj Yayıncılık, Altıncı
bası, s. 377, Mart 2000, Ankara.
Eroğul, Cem, Devlet
Nedir?, İmge Yayınevi, s. 198, Ankara, Mart 1999.
Esen, B. N., Anayasa
Hukuku: Genel Esaslar, s. 302, 1963, Ankara.
Esen, B.N., Anayasa
Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 102, 1966, Ankara.
Gelhorn, W.,
Amerikan Hakları, s. viii+219, 1965, Ankara.
Gough, J.W., John Locke’s Political Philosophy, s.
viii+204, 1950, Oxford.
Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku, s. xxv + 1071,
Bursa, 2000.
Hayek,
Friedrich A., Hukuk, Yasama ve Özgürlük:
Kurallar ve Düzen, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Atilla Yayla, s. 278,
Ekim 1996.
Hayek,
Friedrich A., Hukuk, Yasama ve Özgürlük:
Özgür Bir Toplumun Siyasal Düzeni, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Doç.
Dr. Mehmet Öz, s. 313, Şubat 1997.
Kapani, M., Kamu
Özgürlükleri, Yedinci Bası, Yetkin Yayınları, s. xvi+336, 1993, Ankara.
Kili, Suna ve A. Şeref Gözübüyük, Türk Anayasa Metinleri, Türkiye İş
Bankası Yayınları, İstanbul, s. 334, Mayıs 2000.
Lacoste, Y., Sınıf
Açısından Azgelişmişlik, s. 88, 1964, İstanbul.
Lacoste, Y., Azgelişmiş
Ülkeler, s. 151, 1965, İstanbul.
Laski, H.J., Authority
In The Modern State, s. x+398, 1919, London.
Laski, H.J., Liberty
In The Modern State, s. 215, 1948, London.
Laski, H.J., The
State In Theory And Practice, s. 336, 1941, London.
Laski, H.J., The
Rise Of European Liberalism, s. 192, 1962, London.
Laski, H.J., Politikaya
Giriş, s. 108, 1966, İstanbul.
Lipset, S.M.,
Siyasi İnsan, s. xviii+422,
1964, Ankara.
Madison, J., Anayasa
Üzerine Düşünceler, s. xii+95, 1962, (Federalistler).
Morrison, S.E., Freedom In Contemporary Society, s. 156, 1956, Boston.
Mayo, H.B., Demokratik
Teoriye Giriş, s. vii+268, 1964, Ankara.
Okandan, R.G., Umumi
Amme Hukuku Dersleri, s. 1024, 1952, İstanbul.
Onar, S.S., İdare
Hukukun Umumi Esasları, Birinci
Cilt.
Özbudun, Ergun, Prof. Dr., Türk Anayasa Hukuku, 6. Baskı, s. 436, Yetkin Yayınları, Ankara,
2000.
Platon, Devlet,
Türkiye İş Bankası Yayınları, s. 284, Ekim 2000, İstanbul.
Rousseau, J. J., Toplum Sözleşmesi, Öteki Yayınevi, Ankara, Kasım 1999, pp. 208.
Russell, B., History
Of Western Philosophy, s. 842, 1965, London.
Savcı, B., İnsan
Haklarının Kanunilik Yolu İle Korunması, s. xxxi+328, 1953, Ankara.
Steinberg, Sheldon S. ve David T. Austern, Hükümet, Ahlak ve Yöneticiler, Çev.
Turgay Ergun, TODAİE, s. 191, Aralık 1995, Ankara.
Şaylan, Gencay,
Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi, TODAİE, İnsan Hakları
Araştırma ve Derleme Merkezi, s. 102, 1998, Ankara.
Şirvani, H.H., İslam’da
Siyasi Düşünce Ve İdare, s. 183, 1965, İstanbul.
Tanilli, Server, Devlet ve Demokrasi, Adam Yayınları, s. 653, Ekim 2000, İstanbul.
Tanör, Bülent, Osmanlı-Türk
Anayasal Gelişmeleri, Yapı Kredi Yayınları, s. 457, Aralık 1999, İstanbul.
Teziç, Erdoğan, Anayasa Hukuku, Beşinci Bası, Beta, s. 452, 1998, İstanbul.
Teziç, Erdoğan, Sorun Siyasi Rejim Yapılanması mı?, Yeni Türkiye Dergisi, no. 4,
Mayıs-Haziran 1995, pp. 7-12.
Tocqueville, A., Amerika’da Demokrasi, s. viii+109, 1962, İstanbul.
Tunaya, T.Z., Siyasi
Müesseseler Ve Anayasa Hukuku, s.iv+423, 1966, İstanbul.
Türkiye Barolar Birliği, Uluslararası Anayasa Hukuku Kurultayı, (Bildiriler, Tartışmalar ve
Panel), s. 1199, 2001, Ankara.
Yaşamış, Firuz D. Doç. Dr., Türkiye’de Devletin ve Demokrasinin Yeniden Yapılanması, s. 416,
İstanbul, 2001.
Yaşamış, Firuz Demir, “Oklokrasi” Ya Da Demokrasinin ve Devletin Yozlaşması, Yeni Türkiye
Dergisi, Ankara, Yıl 3, No. 13, Ocak-Şubat 1997, 123-131.
[1] Bu kavram yerine, “otorite”,
“egemenlik” ya da “genel irade” kavramları da
kullanılabilmektedir.
[2] Bu kavrama, yanlış bir
şekilde “anayasa mühendisliği” adı da
verilmektedir.
[3] H. Laski, Liberty in the Modern State, s. 48.
[4] C. W. Cassinelli, The Politics of
Freedom, s. 52.
[5] S. E. Morrison, Freedom in Contemporary Society, s. 8.
[6]
E. Barker, Principles of Social
and Political Theory, s.148.
[7] H. Laski, Authority in the Modern
State, s. 33.
[8] M. Kapani,
Kamu Özgürlükleri, s. 163.
[9] Ibid., s. 38.
[10] B. Russell, History of Western
Philosophy, s. 124.
[11] Ibid., s. 128.
[12] R. G. Okandan, Umumî Amme Hukuku Dersleri, s. 202.
[13] B. Russell, op. cit.,
s. 127.
[14] Ibid., s. 127.
[15] R. G. Okandan op. cit., p.202
[16]
B. Russell, op. cit., s. 197.
[17] R. G. Okandan op. cit., s.
206.
[18] Ibid., s. 205.
[19] Ibid., s. 205.
[20] R. G. Okandan, Ibid., s. 208 ve B.
Russell, op. cit., s. 200.
[21] R. G. Okandan, Ibid., s. 205.
[22] B. Russell op. cit., s. 197.
[23] Ibid., s. 260.
[24] Ibid., s. 261.
[25] R. G. Okandan op. cit., s. 217.
[26] H. B. Mayo, Demokratik Teoriye
Giriş, s. 34 ve devamı.
[27] Ibid., s. .39
[28] Ibid., s. 37.
[29] H. Laski, The State in Theory and Practice, s. 104.
[30] R. G. Okandan, Ibid., s. 170.
[31] B. Russell, Ibid., s.115.
[32] R. G. Okandan, op. cit., s. 223 ve devamı.
[33] Ibid., s. 226 ve devamı.
[34] Supra, s. 9.
[35] R. G. Okandan op. cit., s. 223 ve devamı.
[36] B. Russell, op. cit., s. 325.
[37] Ibid., s. 327.
[38] Ibid., s. 343.
[39] Ibid., s. 381.
[40] Ibid., s. 226 ve devamı.
[41] Ibid, s. 417 ve R. G. Okandan op. cit., s. 322.
[42] H. H. Şirvanî, İslâmda Siyasî Düşünce ve Yönetim, s. 20.
[43] M. Kapani, op. cit., s.66
[44] Ibid., s. 64.
[45]
B. Russell op. cit., s. 414.
[46] H. H. Şirvani, op. cit., s. 55.
[47] Marc Bloch, Feudal Society, cilt 1,
s. 66.
[48] Ibid., s. 67.
[49] Ibid., s. 67
[50] Ibid., s. 68
[51] Ibid., s. 69.
[52]
Ibid., s. 71.
[53] Ibid., s. 104.
[54] Ibid., s. 107.
[55] Ibid., s. 109.
[56]
E. Barker, op. cit., s. 13.
[57] H. Laski, The Rise of European
Liberalism, s. 42.
[58] H. Laski, The Rise of European
Liberalism, s. 42.
[59] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 42.
[60] S. E. Morrison, Op. Cit., s. 56.
[61] R. G. Okandan op. cit., s. 545.
[62] B. Russell, op. cit., s. 494.
[63] Ibid., s.437 ve R. G. Okandan op. cit., s. 583.
[64]
J. W. Gough, John Locke’s
Political Philosophy, s. 27.
[65] R. G. Okandan, op. cit., s. 603.
[66]
B. Russell, op. cit., s. 603.
[67] B. Russell, op. cit., s. 613, Gough, op. cit., s. 93 ve Okandan,
op. cit., s. 605.
[68] B. Russell, op. cit., s. 606, Gough, op. cit., s. 36 ve Okandan, s.
602.
[69] J. W. Gough, op. cit., s. 117.
[70] Ibid., s. 48 ve Barker, op. cit., s. 188.
[71] B. Russell, op. cit., s. 701-715.
[72] H. Laski, The Rise of European Liberalism, s. 153.
[73] H. Laski, Authority in the Modern State, s. 59.
[74] M. Kapani, op. cit., s. 178.
[75] Ibid., s.179.
[76] E. Barker , op. cit., s. 64-66.
[77] H. Laski, Liberty in the Modern
State, s. 162.
[78] H. Laski, Authority in the Modern State, s. 29.
[79] T. Z. Tunaya, Siyasi Müesseseler ve Anayasa Hukuku, s. 298.
[80] S. M. Lipset, Siyasi İnsan, s. 7.
[81] A. de Tocqueville, Amerika’da Demokrasi, s. 82.
[82] T. Z. Tunaya, op. cit., s. 264.
[83] Ibid., s. 265.
[84] Ibid., s. 267 ve Kapani, op. cit., s. 191.
[85] W. Gelhorn, Amerikan Hakları, s.
150-186.
[86] .M. Kapani, op. cit., s.192
ve S. M. Lipset, op. cit., s.
381.
[87] B. Russell, op. cit., s. 313.
[88] M. Bloch, op. cit., cilt 2, s.
408-409.
[89] E. Barker, op. cit., s. 44.
[90] H. Laski, Authority in the Modern State, s.81 ve H.
Laski, The State in Theory and Practice
s. 114.
[91] E. Barker, op. cit., s. 112.
[92] M. Kapani, op. cit., s. 170.
[93] E. Barker, op. cit., s. 113.
[94] Ibid., s. 221.
[95] M. Kapani, op. cit., s. 167.
[96] S.S. Onar, İdare Hukukunun Umumi
Esasları, Cilt 1, s. 143.
[97] M. Kapani, op. cit., s. 194-195
[98]
H. Laski, The State in Theory
and Practice, s. 277.
[99] C. W. Cassinelli, op. cit., s. 61.
[100] E. Barker, op. cit., s. 210.
[101] Kapani, op. cit., s. 189.
[102] Ibid., s. 284.
[103]
Ibid., s. 284.
[104] Gough, op. cit., s. 93-119.
[105] E. Barker, op. cit., s. 258.
[106] Madison, Anayasa Üzerine Düşünceler, s. 27.
[107]
A. Tocqueville, op. cit., s.
64.
[108] Ibid., s. 65.
[109] Ibid., s. 65. Burada söz konusu
edilen eylem türleri anayasalarda yer alan amaçların gerçekleştirilmesi için
yapılacak eylemler anlamındadır.
[110] M. Duverger, op. cit., s. 207.
[111] Kapani, op. cit., s. 207.
[112]
S. S. Onar, op. cit., s.126 ve
devamı.
[113] B. Savcı, İnsan Hakları, s. 210.
[114] E. Barker, op. cit., s. 221.
[115] M. Kapani, op. cit., s. 225.
[116] B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı,
s. 40.
[117] Anayasa Mahkemesi kararı, E: 1962/208 ve K: 1963/1.
[118] B. N. Esen, op. cit., s. 57.
[119]
Ibid., s. 50-51.
[120] B. N. Esen, Anayasa Hukuku - Genel
Esaslar, s. 120.
[121] Ibid., s. 121.
[122] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih:
26.3.1963, E: 63/3 ve K: 63/67.
[123] Anayasa Mahkemesi kararı.
Tarih: 7.3.1963, E: 62/286 ve K: 63/53.
[124]
B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine
Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı, s. 61.
[125] B. N. Esen, Anayasa Hukuku - Genel
Esaslar, s. 121.
[126] B. N. Esen, Anayasa Mahkemesine Göre Türk Anayasa Hukuku Anlayışı,
s. 55.
[127] Ibid., s. 55.
[128] B. N. Esen, op. cit., s. 90.
[129] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 8.
6.1965, E: 1963/163 ve K: 1965/36.
[130] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih:
13.5.1964, E: 63/99 ve K: 64/38.
[131] S. S. Onar, op. cit., s. 492 ve
devamı.
[132] B. N. Esen, op. cit., s. 88.
[133] Haklara bu şekilde sıra numarası verilmesi bazı
anayasa hukukçuları tarafından eleştirilmekte ve bu yaklaşımın yapay olduğu
belirtilmektedir. Ben de, kişisel olarak aynı kanıdayım. Ancak, konunun daha
iyi anlaşılmasına katkıda bulunabileceği görüşünden yola çıkarak konuyu bu
şekilde ele almakta sakınca görmedim.
[134] B. N. Esen, op. cit., s. 90.
[135] Gözler, Kemal, Türk Anayasa Hukuku, s. xxv + 1071, Bursa, 2000, s.
105-202.
[136] İ. Arsel, Türk Anayasa Hukukun Umumi Esasları s. 442.
[137] Anayasa Mahkemesi kararı. Tarih: 22.
9.1964, E: 63/140 ve K: 64/62
[138] İ. Arsel, op. cit., s. 175.
[139] Ibid.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder