TÜRKİYE’NİN SURİYELİ SIĞINMACILARA
İLİŞKİN POLİTİKASI
Prof. Dr. Firuz Demir
Yaşamış
1.
Sorularınıza yanıt vermeden önce göçmen (muhacir,
İngilizcesi “migrant”) ve sığınmacı (mülteci, İngilizcesi “refugee”) gibi
kavramlara uluslararası hukuk açısından bazı açıklamalar getirmek gerekir.
Göçmen “kendi ülkesinden ayrılarak yerleşmek
için başka ülkeye giden (kimse, aile veya topluluk), muhacir” olarak
tanımlanır. Sığınmacı ise “başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi,
sığınık, mülteci” olarak tanımlanır. Göçmen herhangi bir zorlayıcı neden olmaksızın
bir başka ülkede yaşamak isteyen kimse ya da gruptur. Sığınmacı ise belirgin
zorlayıcı etmenler karşısında yaşamı tehlikede olan kimselerin bir başka
ülkeden yaşamının korunmasını talep eden kişidir. UNHCR’ın (Birleşmiş Milletler
Mülteciler Yüksek Komiserliği) sığınmacı (refugee) tanımı şöyledir: “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti
veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu
için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından
yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her
şahıs”. Uluslararası hukukun bu iki alanda
farklı düzenlemeleri vardır. Özet olarak belirtmek gerekirse, ülkeler
göçmenleri kabul etmek zorunda değildir. Ancak, yaşamı tehdit ve tehlike
altında olanlara sığınmacı statüsü vermek ve onları koruma altına almak bugün
Dünyamızda genel olarak doğru ve geçerli olduğu kabul edilen bir uluslararası
hukuk normudur. Bu gibi kurallara “jus cogen” denilmektedir. Bu kural pek çok
ülkenin mevzuatına girmiştir. Bunlarla ilgili olarak yapılacak inceleme
gerçekten yaşamlarının tehdit ve tehlike altında olup olmadığıdır. Eğer böyle
bir tehlike varsa bu insanlar koruma altına alınmalıdır. Burada önemli olan
soru Suriye’den Türkiye’ye ve daha sonra da Avrupa’ya giden Suriyelilerin
göçmen mi yoksa sığınmacı mı olduğudur. Bana göre, Suriyeliler göçmen değil
sığınmacıdır. Suriye’deki iç savaş koşullarına bakıldığında bu insanların
yaşamlarının ve geleceklerinin tehdit ve tehlike altında olduğu açıktır. İşte
bu nedenle Avrupa Birliği ve üye ülkeler Afrika ve Asya’dan gelenlere
kolaylıkla hayır derken Suriyelilere karşı farklı davranmak zorunda
kalmışlardır. Bu nedenle de soruna etkili çözüm yolu arama çabasına
girmişlerdir. Bulunan çözüm yolu da sorumluluğu ve işyükünü Türkiye’nin üzerine
yıkmak ve katlanılacak ekonomik ve toplumsal maliyetler karşısında çok yetersiz
kalan 6 milyar Euro gibi bir bedel ödeyerek kendi açılarından sorunu çözmek ve
uluslararası hukuk alanında temize çıkma stratejisi geliştirmek olmuştur. Hemen
eklemeliyim ki normal koşullarda göçmen sayısı son derecede fazla iken,
sığınmacı sayısı son derecede azdır. Ancak, Suriye’deki olaylar sığınmacı
sayısını 3 milyona yaklaştırmıştır. Bu Dünya tarihinde pek görülmemiş bir
durumdur. Suriye sorununu çok önemli kılan özellik de budur. Şimdi öteki
sorularınıza geçebiliriz.
2.
Suriyeli mültecilerle ilgili
Türkiye'nin izlediği politikayı genel olarak yorumlar mısınız?
Türkiye’nin Suriye’den gelen sığınmacılarla (mültecilerle)
ilgili bir “politikası” olduğunu sanmıyorum. Politika geliştirmek mevcut
verilerin geleceğe yansıtılması ve saptanan hedeflere ulaşmak ve belirlenen
sorunları çözmek için mevcut kaynakların zaman, personel ve finans bakımından
optimizasyonun sağlanması ise böyle bir belgenin mevcut olmadığını söylemem
gerekir. Ancak, sığınmacılara karşı verilen tepkimelere bakarak Türkiye’nin ne yapmak istediği konusunda bir takım
gözlemlere ve sonuçlara ulaşmamız olanaklıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin ilk
tepkisi gelen sığınmacılara kapıları ardına kadar açmak olmuştur. Bu yaklaşımı
Irak Savaşı sırasında da görmüştük. Buna açık kapı politikası diyebiliriz. Bu
kuşkusuz çok insancıl bir yaklaşımdır ve uluslararası hukuk normuna uygundur.
Ancak toplumsal, siyasal ve ekonomik maliyeti iyi hesaplanmamış bir
yaklaşımdır. Nitekim sayı 2.7 milyona ulaşınca maliyet sorunsalı üzerinde
durulmaya başlanmış ve kapı kısmen kapanmıştır. İkinci önemli yaklaşım sığınmacıların
Ege Denizi’ni kullanarak Avrupa’ya ulaşmaları yolundaki çabaları hoşgörü ile
karşılanmış ve engelleyici olmamak bakımından bu yolda etkili önlemler
alınmamıştır. Buna transit ülke olmak politikası diyebiliriz. Bu yoldaki karşı
önlemler ancak sığınmacıların Avrupa’nın kapılarına dayanmaları üzerine ve
Avrupa ülkelerinin çabasıyla başlatılabilmiştir. Bu aşamaya gelinceye kadar
herhangi bir uluslararası çözüm arama çabası görmüyoruz. Hatta UNHCR (Birleşmiş
Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) ile dahi etkili bir eşgüdüm ve
işbirliği sağlanamamıştır. Buna da uluslararası girişimlerde bulunmamak
politikası diyebiliriz. Üzerinde durulması gereken dördüncü önemli nokta ise
Türkiye’de kamu yönetiminin bu konuda oldukça hazırlıksız olmasıdır. Sığınmacılarla
ilgilenme hizmeti AFAD, Kızılay, Valilikler ve Kaymakamlıkların
inisiyatiflerine bırakılmıştır. Ancak son aylarda İçişleri Bakanlığı’na bağlı
Göçmen işleri Genel Müdürlüğü’nün kurulduğunu görüyoruz. Bu genel müdürlüğün şu
ana kadar konulara ne kadar egemen olduğunu kestirebilmek de oldukça zordur. İçişleri
Bakanlığı’nda konu ile ilgili bir başka birim daha vardır: Nüfus ve Vatandaşlık
İşleri Genel Müdürlüğü. Bu birim nüfus kayıt ve vatandaşlığa alınma işleri ile
ilgilidir. Sığınmacı ya da göçmen topluluklarının barındırılması ile ilgili bir
sorumluluğu yoktur. Buna da kamu yönetimi altyapısının yetersizliği adını
verebiliriz. Konuyu daha ayrıntılı olarak ele almak olanaklıdır. Ancak genel
politikamızın açık ve net olmadığını ve karşılaşılan gelişmelere verilen
tepkimelerden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
3.
Diğer ülkeler özellikle Müslüman ülkeler nasıl bir
politika uyguluyor bu konuda?
Her
ülkenin bu arada İslam ülkelerinin kendine göre bir göçmen politikası var. En
liberal noktadan başlayıp en kapalı sistemlere kadar değişen bir çizgi var.
Kanada en liberal ülkelerden biri iken ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri çok
katı bir göçmen politikası izlemektedir. Müslüman ülkelerde Suriyeli göçmenlere
karşı uygulanan tutumu şu şekilde özetleyebiliriz: Maddi durumu iyi olan ve sahip
olduğu meslek itibarıyla söz konusu ülkede iş sözleşmesi bulunanlara geçici
çalışma izni verilmektedir. Bu koşulları sağlayamayanlar ise ülkeye kabul
edilmemektedir. Bazı Suriyeliler ise turist olarak ya da kaçak yollardan İslam
ülkelerine girmekte ve zaman içinde çalışma izni almaya çalışmaktadırlar.
Birleşik Arap Emirlikleri’nde evlenme yolu ile vatandaşlık alabilmek ancak
yabancı kadınlara verilmiş bir haktır. Yabancı erkekler evlense dahi hiçbir
zaman vatandaş olamamaktadır. ABD’de ise göçmen ile sığınmacı arasında tam bir
sınır belirlenmiş ve göçmen hakları çok sıkı bir denetim altına alınmıştır. En
az 5 yılı bulan bir yeşil kart döneminden sonra vatandaşlık hakkına
kavuşabilmek 15-20 yılı bulabilmektedir. 1990’da kabul edilen bir yasa ABD’nin
yılda 675.000 göçmen kabul etmesine izin vermektedir.
Sığınmacılar
konusunda izlenen tutum ise sığınmacı olmak isteyen kişinin göstereceği belge
ve delillere bağlıdır. Biraz önce verdiğim tanımın öngördüğü koşullar
(kanıtlanmış yaşam korkusu) içinde bulunan herkese sığınmacı statüsünün
verilmesi gerekmektedir. ABD’de bu yetki Başsavcı’ya (Attorney General) verilmiştir.
Karar, itiraz ve temyizlerden oluşan uzun bir süreçtir.
4.
AB ülkelerinin bu konudaki politikalarını nasıl
yorumluyorsunuz?
Samimi
olmayan bir yaklaşım içindeler. Aslında hiçbirinin öngöremediği koşullar ortaya
çıktı. Şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. Beklenmeyen durum sığınmacı
sayısının milyonları bulabileceği idi. Ülkelerinde kaçan ve başka ülkelerde
koruma isteyen insanların sayısı daima sınırlı olmuştur. Ancak Suriye’deki
gelişmeler çok değişik bir sonuç ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 6 milyon insan
yaşam tehdidi ve korkusuyla Ürdün, Irak, Lübnan ve Türkiye’ye sığınmışlardır.
Bir ülkenin hemen tümünün ülkesini terk edeceği ve başka ülkelere sığınacağı
kolay öngörülebilecek bir durum değildir. Suriye’nin etnik ve demografik yapısı
ile bu ülkede çarpışan askeri güçler dikkate alındığında gerçekten yaşanan
insani dramın çok büyük boyutlarda olduğu ve mutlak anlamda yaşam tehlikesinin
var olduğu anlaşılmaktadır. Çağdaş uygarlığım temsilcisi olduğuna inanan Avrupa
bu gelişme karşısında hazırlıksız yani politikasız yakalanmıştır. Bu ülkelerin
her birinde yürürlükte olan uluslararası hukuk çağdaş uluslararası hukuk
normlarına uygundur. Göçmen politikasını istedikleri gibi ayarlayabilirler;
ancak, sığınmacılar konusunda sadece kanıtlanmış yaşam korkusu ölçütünü
kullanmak zorundadırlar. Her şeyin çok açık olduğu Suriye’de Suriyelilerin
içinde bulundukları yaşam korkusunu kanıtlamak zorunluluğu var mıdır? Böyle bir
tehdit ve tehlikenin var olduğu apaçıktır. Avrupa ülkeleri tam bir açmaza
düşmüştür. Uluslararası hukuk normları ve kendi mevzuatları açısından sığınmacıları
kabul etmek zorundadırlar. Ancak hiç biri bunu yapmak istememektedir. Sonuç ise
ikiyüzlülük, uluslararası hukuk normlarını uygulamamak hatta
Yunanistan-Makedonya sınırında olduğu üzere uluslararası normlara aykırı
davranmaktır.
Avrupa Birliği
belgelerine bakıldığında da aynı durum gözlenmektedir. Belgelerde “migrant” ve
“refugee” kelimeleri sanki eşanlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Hatta Türkiye
tarafından reddedilen son Avrupa Parlamentosu İlerleme Raporu’nda da aynı durum
söz konusudur. Avrupa olayın sığınmacılıkla ilgili yanının önemini azaltmak
amacıyla “migrant” kelimesini de kullanmaktadır. Avrupa’ya yönelen Suriyeliler
“migrant” değil “refugee”dir. AB ülkeleri bu insanları kabul etmek
zorundadırlar. AB’nin ve Avrupa ülkelerinin diplomatları kelimelerle oynayarak
uluslararası hukukun arkasından dolanmak ve sorumluluktan uzaklaşmak
istemektedir. Türkiye-AB anlaşması onlar için can simidi olmuştur. Günah keçisi
ise Türkiye olacaktır.
5. Son yapılan AB ile
mülteci anlaşmasını bize yorumlar mısınız?
Her
şeyden önce belirtmeliyim ki bu anlaşmanın yürürlük kabiliyeti olduğuna
inanmıyorum. Çünkü biraz öne de belirttiğim ve ABD’yi örnek gösterdiğim üzere,
sığınmacılarla ilgili hukuksal süreç uzun ve çetrefillidir. Kendisini UNHCR
sistemine kaydettirmiş olan her sığınmacının hakları BM’in güvencesi
altındadır. Bu kişiler kolaylıkla bulundukları ülkeden uzaklaştırılamazlar. Nitekim
bu durumu Yunanistan’ın Türkiye’ye sığınmacıları gönderememesi olayında
açıklıkla görüyoruz. Sığınma başvurusunun bu ülkelerin yönetim makamları
tarafından reddedilmesi durumunda sığınmacılar bu konuyu bulundukları ülkenin yargı
organlarına taşıyacaklar ve karara itiraz edecekledir. Mahkeme olumsuz karar
verse dahi temyize başvurulacaktır. Bu yolda da UNHCR kendilerine yardımcı
olacaktır. Ülkelerin hukuka ve anlaşmalara aykırı davranışlar ise BM’e
bildirilecektir. Bu uzun süre alacak bir süreçtir.
Türkiye
ile AB arasında imzalanan anlaşma ise Türkiye’nin aleyhinedir ve Merkel adına
çok büyük bir diplomatik başarıdır. Merkel ustaca manevralarla olayın tüm
sorumluluğunu Türkiye’nin üzerinde bırakmıştır. “Bire bir” olarak
isimlendirilen anlaşma Türkiye’nin 2.7 milyon sığınmacıyı ülkede barındırması
ancak bu sayının Yunanistan’dan iade edilenlerle aşılması durumunda bu
sığınmacıları Avrupa’ya göndermesi ilkesi üzerine dayalıdır. Bu durumda Türkiye
söz konusu 2.7 milyon sığınmacıya insan onuruna yakışan yaşam koşulları
sağlamayı kabul etmiştir.2.7 milyon insan yaklaşık 500.000 aile anlamına gelir.
Bu ailelerin barınak, sağlık, eğitim ve sosyal güvenliklerini Türkiye sağlamak
zorundadır. Bu insanların ilelebet çadır koşullarında yaşaması beklenemez.
Suriye’deki savaşın içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında bu durumun
uzun süreceği anlaşılmaktadır. Bu durum dikkate alındığında olayın ekonomik
maliyetinin 6 milyar Euro’nun çok ötesinde olacağı açıkça görülecektir. Sadece
500.000 konut yapımının maliyeti göz önüne alınırsa maliyetin yüksekliği ortaya
çıkacaktır. İşte Merkel’in başarısı buradadır. 6 milyar Euro karşılığında bu
sorumluluğu Türkiye’nin üstüne yıkmıştır. Türkiye de esaslı bir inceleme
yapmadan teklifin üzerine atlamıştır. Bu maliyete sadece sağlık ve eğitim
altyapısı ve işletme giderlerini eklerseniz maliyetin ne kadar büyük olduğunu
açıkça görürsünüz.
Toplumsal
maliyete de değinmek gerekir. Asayiş en başta gelen örnektir. Artık İstanbul’da
kadınlar korkarak sokağa çıkmaktadırlar. Pek çok kadın sokakta rahatsız
edilmektedir. Benzer şekilde başka örnekler de verilebilir.
6.
Sizce anlaşma nasıl olmalıydı?
Bu
sorunun yanıtı çok basit: bir veri tabanına dayalı olarak ulaşılması gereken
insanların sayısının hesaplanması ve insanlara verilmesi gereken kamu
hizmetlerinin belirlenmesi gerekirdi. Verilecek kamu hizmeti türünün birim
maliyetinin hesaplanması ve bunun hizmet götürülmesi gereken kişi sayısı ile
çarpılması toplam maliyeti koyar. Bu çalışmaları yer, zaman, araç, gereç, bina
ve personel gereksinimi ile bütünleştirirseniz bir eylem planına ulaşırsınız.
AB ile tartışılması ve çözüme kavuşturulması gereken bu eylem planı idi. Böyle
bir yaklaşım Türkiye’yi güvence altına alırdı. Bu tür bir planın şu anda dahi
var olduğunu sanmıyorum.
Bu
bağlamda bir deneyimi paylaşmak isterim. 1983 Erzurum Depremi esas olarak
Horasan ve Narman ilçelerinde hasara yol açmış ve yaklaşık 570 kişi ölmüştü.
Zaman kış idi. Ben de UNICEF’in Türkiye Program Temsilcisi idim. Sağlık
Bakanlığı’na hayatta kalan bebek ve çocukları ölümün önlenmesi için daha önceki
depremlerde uygulanmayan yeni bir proje önerdim. Sağlık ve Sosyal Yardım
Bakanlığı önerimi kabul etti. Projenin esası bebek ve çocuk ölümlerine yol açan
temel etmenleri denetim altına almak idi. Çünkü bu etmenler biliniyordu:
bağışıklama eksikliği, ishal, beslenme yetersizliği ve annelerin eğitim
eksikliği. Öncelikle bir veriş tabanı oluşturuldu. Tüm bebek ve çocuklar içinde
bulundukları çadır esas alınarak kayıt altına alındı. Bebekleri ve çocukların
ağırlıkları ve boyları her ay ölçülerek gelişmeleri izlendi. Temel hastalıklara
ve özellikle kızamığa karşı bebek ve çocuklar bağışıklandı. İshal ile mücadele
etmek için oral rehidrasyon tuzları kullanıldı. Annelere anne sütü ile bebek
beslemenin önemi anlatıldı. Belirli aydan büyük bebeklere mama dağıtıldı.
Yaklaşık 6 ay sonra yapılan değerlendirmede çadırlarda kalan bebeklerden ölen
olmadığı saptandı. Amaca ulaşılmıştı. Bebekler ve çocuklar korunmuştu.
Benzer
bir çalışma, her yaş grubu için ayrı ayrı olmak üzere, Türkiye’de ve diğer ülkelerde Suriyeli
sığınmacılar için yapılmalıdır. Her şeyden önce bu insanların kısa zamanda
Suriye’ye dönemeyecekleri gerçeği göz önünde tutularak barınma sorunu
giderilmelidir. Beslenme koşulları iyileştirilmelidir. Örgün eğitim alanında
esaslı adımlar atılmalıdır. Çocuklar kendi kültürleri ihmal edilmeden
bulundukları ülkenin diline ve kültürüne alıştırılmalıdır. Önleyici ve tedavi
edici sağlık hizmetleri hayata geçirilmelidir. Yetişkin kadınların eğitimine ve
aile bütçesine katkıda bulunan üretken bireyler haline getirilmesine ağırlık
verilmelidir. Bu liste daha da uzatılabilir. Türkiye ile AB arasındaki anlaşma
tüm bu unsurları kapsayan düzenlemeler içermeli idi. Oysa ortaya çıkan anlaşma
yükü Türkiye’ye yıkmakta ve Türkiye’nin önereceği projelerin AB tarafından
onaylanması durumunda paranın serbest bırakılmasını öngörmektedir. Öngörülen 6
milyar Euro ile bu maliyetin karşılanması olanaklı değildir.
7.
Sizce göç eden mülteciler Türkiye'de iyi şartlarda ve
mutlu mu?
Açıklanan
verilere göre Türkiye’de 2.7 milyon sığınmacı var. Bunlardan yaklaşık 300.000’i
kamplarda yaşıyor. Kamplarda sığınmacılara sağlanan yaşam koşullarının diğer
ülkelerden iyi olduğunu biliyoruz. Sığınmacılar bu kamplarda ölüm korkusundan
uzak bir şekilde yaşayabiliyorlar. Temel sağlık hizmetleri karşılanmış durumda.
Hastanelere ulaşma olanakları var. Karınları doyuyor. Önemli bir kesimi Türkiye’yi
ve Türkçeyi öğrenmeye çalışıyor. Ortak İslam kültürü ve ortak yaşam tarzları bu
insanları yaşamlarını olumlu şekilde etkiliyor. Şimdilik mutlu, güvenli ve
huzurlu oldukları söylenebilir. Ancak ne zamana kadar? İyi de olsa bu
koşullarda uzun süre yaşanamaz.
Geri
kalan 2.4 milyon sığınmacı ise Türkiye’nin derinliklerine dalıp
kaybolmuşlardır. Bunlar üzerinde merkezi yönetimin ve yerel yönetimlerin
belirgin bir denetimi yoktur. Barınma koşulları, güvenlikleri ve sağlık
koşulları belirsizdir. Eğitim görmedikleri bellidir. Bunların koşullarının iyi
olmadığı ve yaşamlarından mutlu olmadıkları açıktır.
Azınlık
da olsa maddi durumu iyi olan sığınmacılar da var. Bunların bir kesimi meslek
sahibi ve mesleklerini Türkiye’de icra edebilmek olanağına kavuştular. Bunların
mutlu ve rahat olduklarını söylemek olanaklıdır.
8.
Sizce Türk halkı mültecilerle ilgili nasıl bir tavır
ve tutum içinde?
Genelde
çok olumlu bir tavır ve tutum içindeler. Geleneksel Türk misafirperverliğinin
bunda önemli rol oynadığının altı çizilmelidir. Akrabalık bağları ise çok
önemli bir başka etmendir. Dinsel ve mezhepsel yakınlıklar ile uzun süreden bu
yana devam eden ekonomik ve ticari işbirliği bu tutum ve tavırda kolaylık
sağlıyor.
Kilis
ve Hatay bu konuda çok güzel örneklerdir. Sığınmacı sayısı Kilisli sayısından
fazladır. Bugüne kadar önemli bir sorun saptanmadı. Kilis ve Hatay örnekleri
sevindirici ve cesaret verici birer olgu olarak ortaya çıkıyor.
Ancak
olumsuz örnekler de var. Ekmek çaldığı için sopalarla dövülen gençler, başından
tutulup yere fırlatılan çocuklar çok kötü örnekler olarak ortaya çıkıyor.
Toplumumuza yakışmıyor ve bizi uluslararası kamuoyu nezdinde küçük düşürüyor.
Ancak
gizli potansiyel tehlikeler de var. Bunlardan birincisi kent planlamasında
NIMBY (Not In My Back Yard) olarak bilinen sendromdur. Yani ‘evet, ama, benim
arka bahçemde değil’ anlayışı. İnsanlar hoşgörü ile karşıladıkları bir olumsuz
olgunun kendilerine yakın bir çevrede gerçekleşecek olmasına tepki
gösteriyorlar. Temel endişe de maddi ya da manevi zarar görecekleri ve
rahatsızlık duyacakları endişesidir. Sığınmacılarla ilgili yer seçimleri
yapılırken bu durumun daha belirgin olarak ortaya çıkacağını göreceğiz. Dikili,
Bodrum ve Kahramanmaraş örneklerinde olduğu gibi.
İkincisi
ise insan ve organ kaçakçılığı endişesidir. Yaklaşık 4 ya da 5 bin sığınmacı
çocuğun kaybolduğu yolunda duyumlar var. Sığınmacı ailelerin içinde bulunduğu
koşullar insan ve organ kaçakçılarının işlerini kolaylaştırmaktadır. Güvenlik
birimlerinin bu konuda çok dikkatli olmaları gerekmektedir.
Her
şeye rağmen açıklıkla belirtilmelidir ki Türk halkının sığınmacılara yaklaşımı
pek çok gelişmiş batılı ülkeden çok daha iyidir.
9.
Hem Türk halkını hem de mültecileri kaynaştırma adına
neler yapılmalı?
Bu
iki yönlü bir çalışma demektir. Bir yanı sığınmacılara ilişkindir. Her şeyden
önce sığınmacıların toplumla kaynaşabilmesi için belirgin bir altyapıya
kavuşmaları gerekir. Altyapının temeli ise dildir. En kısa zamanda Türkçe
öğrenmelidirler.
İkinci
yan ise Devletimiz tarafından sunulacak kamu hizmetlerinin niteliği ve niceliği
ile ilgilidir. Verilecek hizmetlerin başında ise barınma, doyurma, sağlık ve eğitim
gelir.
Gerek
yaygın ve gerekse örgün eğitim kurumları kaynaşma için en uygun koşulları
sunarlar. Akran ve arkadaş grupları en sağlıklı şekilde okullarda
oluşturulabilir. Bu nedenle sığınmacı çocukları Türk çocuklarının bulunduğu
sınıflara almak gerekir. Her ne kadar başlangıçta bir uyumsuzluk olsa da
çocuklar ve akran grupları bu engeli çok kolay aşarlar. Okullara ve hatta
sınıflara Arapça bilen Türk öğretmenler atanmalı ve bu öğretmenler sınıf ve
rehber öğretmenlere yardımcı olmalıdır. Türkçe dilinin öğretimi konusunda kamu
ve vakıf üniversitelerinin olanaklarından yararlanılabilinir. Örneğin
üniversiteler öğretmen yetiştirecek öğretmenler eğitebilirler.
Sivil
toplum kuruluşları kaynaşma konusunda iyi bir köprü olabilirler.
Kitle
iletişim araçları kaynaşmayı kolaylaştıracak yayın politikaları ve programları
geliştirebilirler.
Bu
arada sayılması gereken birkaç çok önemli kurumumuz daha vardır.
Bunların
başında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı gelir.
Diyanet
İşleri Başkanlığı ülke sathına yayılmış çok büyük bir örgüttür ve toplumda
saygınlığı alan imamları içinde barındırmaktadır. Ayrıca bu kurum her hafta
hazırlanan Cuma hutbelerini hazırlamakta ve yayınlamaktadır. Bu kurumun iki
toplumun kaynaşmasında oynayabileceği çok etkili roller vardır.
İkinci
kurum olan Milli Savunma Bakanlığı ise er ve erbaş eğitimi bakımından can alıcı
bir konumdadır. Her yıl on binlerce genç silahlı kuvvetlere katılmakta ve
burada eğitim almaktadır. Kaynaşma stratejileri açısından Milli Savunma
Bakanlığı’nın konumu son derecede önemlidir ve bu kurum bu bağlamda çok etkili
bir şekilde kullanılmalıdır.
Bu
arada Milli Eğitim Bakanlığı’nın verebileceği katkıların da çok önemli olduğunu
vurgulamak gerekir. Hem örgün ve hem de yaygın eğitim kanalları ile bu kurum da
kaynaşmaya çok önemli destek verebilir.
Son
olarak vali ve kaymakamların çok önemli olduğunu söylemem gerekir. Türkiye’de
İçişleri Bakanlığı ve taşra temsilcileri olan vali ve kaymakamlarım desteği
olmaksızın hiçbir toplumsal proje başarıya ulaşamaz. Vali ve kaymakamlara
kaynaşma konusunda kritik görev ve sorumluluk düşecektir.
Ancak
hemen belirtmek gerekir ki tüm ortak dinsel ve kültürel ortaklıkları olan bu
iki grubu kısa zamanda kaynaştırmak kolay olmayacaktır. Zamana ihtiyaç vardır.
10.Bundan sonrası için neler yapılmalı?
İki
temel gerçeği göz ardı etmemek gerekir: sığınmacıların karşılaştığı sorunları
Türkiye yaratmamıştır ve sığınmacıların sorunlarının çözülmesi büyük finansal
kaynakların bu amaca yöneltilmesi ile olanaklıdır. Türkiye bu iki temel ön
koşulu göz önünde tutarak kendi vatandaşlarının mutluluğu için kullanabileceği
kaynakları bu amaca tahsis edemez. Sığınmacılara yardımcı olmak bir insanlık
görevidir ancak bu görev ülkenin kendi yurttaşlarını ihmal etmek pahasına
yapılamaz. Tüm Dünya ülkeleri ve özellikle zengin ülkeler ellerini taşın altına
koymalıdır.
Bu
bağlamda yapılabilecek en büyük yanlış sığınmacılara kısa zamanda vatandaşlık
verilmesi olur. Hele siyasal bazı kazanımlar elde etmek ve oy potansiyeli
yaratmak için bu yola başvurulması ihanet ile eş anlamlı olacaktır.
Sığınmacıların yaşam koşullarını iyileştirmenin en etkili yolu kendilerine
çalışma izni verilmesi olmalıdır. Türk mevzuatının vatandaşlığa başvurma ile
ilgili en az oturma süresinin 5 yıl olduğu ve sığınmacıların 3 yıldır
Türkiye’de yaşamakta oldukları gerçeği göz önüne alınırsa kısa bir süre sonra
vatandaşlık elde etmek için büyük bir talep patlaması olacaktır. Oysa Dünya
üzerinde hiçbir ülke vatandaşlığını bu kadar kısa sürede vermede bu denli
cömert davranmamaktadır. Çünkü vatandaşlığa alınmak için iki temel koşul
vardır: ülkeye sadakatle bağlı olduğunu ispatlamak ve ekonomik açıdan kendisini
ve ailesini geçindirme olanaklarına sahip olduğunu göstermek. Bu ise en az 20
yıllık bir süreyi gerektirir.
Ancak
kaynaşmanın kolaylaştırılması bakımından son bir öneride bulunmak isterim.
Toplumsal projeler de tıpkı ticari emtia gibi pazarlanabilir. Pazarlamayı ürün
tanıtma ve tüketiciyi ürüne yakınlaştırmak olarak kabul edersek iki kültürün
bir potada eritilmesini amaçlayan toplumsal ürünlerin de pazarlanabileceğini
kabul etmemiz gerekir. Gerek sosyal medya ve gerekse kitle iletişim araçları bu
yolda bize önemli olanaklar sunmaktadır. Bunun bilincinde olmamız gerekir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder