Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

1 Haziran 2025 Pazar

 

 

TÜRKİYE’NİN SURİYELİ SIĞINMACILARA İLİŞKİN POLİTİKASI

 

 

 

Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış

 

 

 

1.    Sorularınıza yanıt vermeden önce göçmen (muhacir, İngilizcesi “migrant”) ve sığınmacı (mülteci, İngilizcesi “refugee”) gibi kavramlara uluslararası hukuk açısından bazı açıklamalar getirmek gerekir. Göçmen “kendi ülkesinden ayrılarak yerleşmek için başka ülkeye giden (kimse, aile veya topluluk), muhacir” olarak tanımlanır. Sığınmacı ise “başka bir ülkeye veya yere sığınmış olan kişi, sığınık, mülteci” olarak tanımlanır. Göçmen herhangi bir zorlayıcı neden olmaksızın bir başka ülkede yaşamak isteyen kimse ya da gruptur. Sığınmacı ise belirgin zorlayıcı etmenler karşısında yaşamı tehlikede olan kimselerin bir başka ülkeden yaşamının korunmasını talep eden kişidir. UNHCR’ın (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) sığınmacı (refugee) tanımı şöyledir: “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen her şahıs”. Uluslararası hukukun bu iki alanda farklı düzenlemeleri vardır. Özet olarak belirtmek gerekirse, ülkeler göçmenleri kabul etmek zorunda değildir. Ancak, yaşamı tehdit ve tehlike altında olanlara sığınmacı statüsü vermek ve onları koruma altına almak bugün Dünyamızda genel olarak doğru ve geçerli olduğu kabul edilen bir uluslararası hukuk normudur. Bu gibi kurallara “jus cogen” denilmektedir. Bu kural pek çok ülkenin mevzuatına girmiştir. Bunlarla ilgili olarak yapılacak inceleme gerçekten yaşamlarının tehdit ve tehlike altında olup olmadığıdır. Eğer böyle bir tehlike varsa bu insanlar koruma altına alınmalıdır. Burada önemli olan soru Suriye’den Türkiye’ye ve daha sonra da Avrupa’ya giden Suriyelilerin göçmen mi yoksa sığınmacı mı olduğudur. Bana göre, Suriyeliler göçmen değil sığınmacıdır. Suriye’deki iç savaş koşullarına bakıldığında bu insanların yaşamlarının ve geleceklerinin tehdit ve tehlike altında olduğu açıktır. İşte bu nedenle Avrupa Birliği ve üye ülkeler Afrika ve Asya’dan gelenlere kolaylıkla hayır derken Suriyelilere karşı farklı davranmak zorunda kalmışlardır. Bu nedenle de soruna etkili çözüm yolu arama çabasına girmişlerdir. Bulunan çözüm yolu da sorumluluğu ve işyükünü Türkiye’nin üzerine yıkmak ve katlanılacak ekonomik ve toplumsal maliyetler karşısında çok yetersiz kalan 6 milyar Euro gibi bir bedel ödeyerek kendi açılarından sorunu çözmek ve uluslararası hukuk alanında temize çıkma stratejisi geliştirmek olmuştur. Hemen eklemeliyim ki normal koşullarda göçmen sayısı son derecede fazla iken, sığınmacı sayısı son derecede azdır. Ancak, Suriye’deki olaylar sığınmacı sayısını 3 milyona yaklaştırmıştır. Bu Dünya tarihinde pek görülmemiş bir durumdur. Suriye sorununu çok önemli kılan özellik de budur. Şimdi öteki sorularınıza geçebiliriz.

 

2.   Suriyeli mültecilerle ilgili Türkiye'nin izlediği politikayı genel olarak yorumlar mısınız?

 

Türkiye’nin Suriye’den gelen sığınmacılarla (mültecilerle) ilgili bir “politikası” olduğunu sanmıyorum. Politika geliştirmek mevcut verilerin geleceğe yansıtılması ve saptanan hedeflere ulaşmak ve belirlenen sorunları çözmek için mevcut kaynakların zaman, personel ve finans bakımından optimizasyonun sağlanması ise böyle bir belgenin mevcut olmadığını söylemem gerekir. Ancak, sığınmacılara karşı verilen tepkimelere bakarak Türkiye’nin ne yapmak istediği konusunda bir takım gözlemlere ve sonuçlara ulaşmamız olanaklıdır. Bu bağlamda Türkiye’nin ilk tepkisi gelen sığınmacılara kapıları ardına kadar açmak olmuştur. Bu yaklaşımı Irak Savaşı sırasında da görmüştük. Buna açık kapı politikası diyebiliriz. Bu kuşkusuz çok insancıl bir yaklaşımdır ve uluslararası hukuk normuna uygundur. Ancak toplumsal, siyasal ve ekonomik maliyeti iyi hesaplanmamış bir yaklaşımdır. Nitekim sayı 2.7 milyona ulaşınca maliyet sorunsalı üzerinde durulmaya başlanmış ve kapı kısmen kapanmıştır. İkinci önemli yaklaşım sığınmacıların Ege Denizi’ni kullanarak Avrupa’ya ulaşmaları yolundaki çabaları hoşgörü ile karşılanmış ve engelleyici olmamak bakımından bu yolda etkili önlemler alınmamıştır. Buna transit ülke olmak politikası diyebiliriz. Bu yoldaki karşı önlemler ancak sığınmacıların Avrupa’nın kapılarına dayanmaları üzerine ve Avrupa ülkelerinin çabasıyla başlatılabilmiştir. Bu aşamaya gelinceye kadar herhangi bir uluslararası çözüm arama çabası görmüyoruz. Hatta UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) ile dahi etkili bir eşgüdüm ve işbirliği sağlanamamıştır. Buna da uluslararası girişimlerde bulunmamak politikası diyebiliriz. Üzerinde durulması gereken dördüncü önemli nokta ise Türkiye’de kamu yönetiminin bu konuda oldukça hazırlıksız olmasıdır. Sığınmacılarla ilgilenme hizmeti AFAD, Kızılay, Valilikler ve Kaymakamlıkların inisiyatiflerine bırakılmıştır. Ancak son aylarda İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göçmen işleri Genel Müdürlüğü’nün kurulduğunu görüyoruz. Bu genel müdürlüğün şu ana kadar konulara ne kadar egemen olduğunu kestirebilmek de oldukça zordur. İçişleri Bakanlığı’nda konu ile ilgili bir başka birim daha vardır: Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü. Bu birim nüfus kayıt ve vatandaşlığa alınma işleri ile ilgilidir. Sığınmacı ya da göçmen topluluklarının barındırılması ile ilgili bir sorumluluğu yoktur. Buna da kamu yönetimi altyapısının yetersizliği adını verebiliriz. Konuyu daha ayrıntılı olarak ele almak olanaklıdır. Ancak genel politikamızın açık ve net olmadığını ve karşılaşılan gelişmelere verilen tepkimelerden ibaret olduğunu söyleyebiliriz.

 

3.   Diğer ülkeler özellikle Müslüman ülkeler nasıl bir politika uyguluyor bu konuda?

 

Her ülkenin bu arada İslam ülkelerinin kendine göre bir göçmen politikası var. En liberal noktadan başlayıp en kapalı sistemlere kadar değişen bir çizgi var. Kanada en liberal ülkelerden biri iken ABD ve Birleşik Arap Emirlikleri çok katı bir göçmen politikası izlemektedir. Müslüman ülkelerde Suriyeli göçmenlere karşı uygulanan tutumu şu şekilde özetleyebiliriz: Maddi durumu iyi olan ve sahip olduğu meslek itibarıyla söz konusu ülkede iş sözleşmesi bulunanlara geçici çalışma izni verilmektedir. Bu koşulları sağlayamayanlar ise ülkeye kabul edilmemektedir. Bazı Suriyeliler ise turist olarak ya da kaçak yollardan İslam ülkelerine girmekte ve zaman içinde çalışma izni almaya çalışmaktadırlar. Birleşik Arap Emirlikleri’nde evlenme yolu ile vatandaşlık alabilmek ancak yabancı kadınlara verilmiş bir haktır. Yabancı erkekler evlense dahi hiçbir zaman vatandaş olamamaktadır. ABD’de ise göçmen ile sığınmacı arasında tam bir sınır belirlenmiş ve göçmen hakları çok sıkı bir denetim altına alınmıştır. En az 5 yılı bulan bir yeşil kart döneminden sonra vatandaşlık hakkına kavuşabilmek 15-20 yılı bulabilmektedir. 1990’da kabul edilen bir yasa ABD’nin yılda 675.000 göçmen kabul etmesine izin vermektedir.

 

Sığınmacılar konusunda izlenen tutum ise sığınmacı olmak isteyen kişinin göstereceği belge ve delillere bağlıdır. Biraz önce verdiğim tanımın öngördüğü koşullar (kanıtlanmış yaşam korkusu) içinde bulunan herkese sığınmacı statüsünün verilmesi gerekmektedir. ABD’de bu yetki Başsavcı’ya (Attorney General) verilmiştir. Karar, itiraz ve temyizlerden oluşan uzun bir süreçtir.

 

4.   AB ülkelerinin bu konudaki politikalarını nasıl yorumluyorsunuz?

 

Samimi olmayan bir yaklaşım içindeler. Aslında hiçbirinin öngöremediği koşullar ortaya çıktı. Şimdi ne yapacaklarını bilemiyorlar. Beklenmeyen durum sığınmacı sayısının milyonları bulabileceği idi. Ülkelerinde kaçan ve başka ülkelerde koruma isteyen insanların sayısı daima sınırlı olmuştur. Ancak Suriye’deki gelişmeler çok değişik bir sonuç ortaya çıkmıştır. Yaklaşık 6 milyon insan yaşam tehdidi ve korkusuyla Ürdün, Irak, Lübnan ve Türkiye’ye sığınmışlardır. Bir ülkenin hemen tümünün ülkesini terk edeceği ve başka ülkelere sığınacağı kolay öngörülebilecek bir durum değildir. Suriye’nin etnik ve demografik yapısı ile bu ülkede çarpışan askeri güçler dikkate alındığında gerçekten yaşanan insani dramın çok büyük boyutlarda olduğu ve mutlak anlamda yaşam tehlikesinin var olduğu anlaşılmaktadır. Çağdaş uygarlığım temsilcisi olduğuna inanan Avrupa bu gelişme karşısında hazırlıksız yani politikasız yakalanmıştır. Bu ülkelerin her birinde yürürlükte olan uluslararası hukuk çağdaş uluslararası hukuk normlarına uygundur. Göçmen politikasını istedikleri gibi ayarlayabilirler; ancak, sığınmacılar konusunda sadece kanıtlanmış yaşam korkusu ölçütünü kullanmak zorundadırlar. Her şeyin çok açık olduğu Suriye’de Suriyelilerin içinde bulundukları yaşam korkusunu kanıtlamak zorunluluğu var mıdır? Böyle bir tehdit ve tehlikenin var olduğu apaçıktır. Avrupa ülkeleri tam bir açmaza düşmüştür. Uluslararası hukuk normları ve kendi mevzuatları açısından sığınmacıları kabul etmek zorundadırlar. Ancak hiç biri bunu yapmak istememektedir. Sonuç ise ikiyüzlülük, uluslararası hukuk normlarını uygulamamak hatta Yunanistan-Makedonya sınırında olduğu üzere uluslararası normlara aykırı davranmaktır.

 

Avrupa Birliği belgelerine bakıldığında da aynı durum gözlenmektedir. Belgelerde “migrant” ve “refugee” kelimeleri sanki eşanlamlıymış gibi kullanılmaktadır. Hatta Türkiye tarafından reddedilen son Avrupa Parlamentosu İlerleme Raporu’nda da aynı durum söz konusudur. Avrupa olayın sığınmacılıkla ilgili yanının önemini azaltmak amacıyla “migrant” kelimesini de kullanmaktadır. Avrupa’ya yönelen Suriyeliler “migrant” değil “refugee”dir. AB ülkeleri bu insanları kabul etmek zorundadırlar. AB’nin ve Avrupa ülkelerinin diplomatları kelimelerle oynayarak uluslararası hukukun arkasından dolanmak ve sorumluluktan uzaklaşmak istemektedir. Türkiye-AB anlaşması onlar için can simidi olmuştur. Günah keçisi ise Türkiye olacaktır.

 

 

5.   Son yapılan AB ile mülteci anlaşmasını bize yorumlar mısınız?

 

Her şeyden önce belirtmeliyim ki bu anlaşmanın yürürlük kabiliyeti olduğuna inanmıyorum. Çünkü biraz öne de belirttiğim ve ABD’yi örnek gösterdiğim üzere, sığınmacılarla ilgili hukuksal süreç uzun ve çetrefillidir. Kendisini UNHCR sistemine kaydettirmiş olan her sığınmacının hakları BM’in güvencesi altındadır. Bu kişiler kolaylıkla bulundukları ülkeden uzaklaştırılamazlar. Nitekim bu durumu Yunanistan’ın Türkiye’ye sığınmacıları gönderememesi olayında açıklıkla görüyoruz. Sığınma başvurusunun bu ülkelerin yönetim makamları tarafından reddedilmesi durumunda sığınmacılar bu konuyu bulundukları ülkenin yargı organlarına taşıyacaklar ve karara itiraz edecekledir. Mahkeme olumsuz karar verse dahi temyize başvurulacaktır. Bu yolda da UNHCR kendilerine yardımcı olacaktır. Ülkelerin hukuka ve anlaşmalara aykırı davranışlar ise BM’e bildirilecektir. Bu uzun süre alacak bir süreçtir.

 

Türkiye ile AB arasında imzalanan anlaşma ise Türkiye’nin aleyhinedir ve Merkel adına çok büyük bir diplomatik başarıdır. Merkel ustaca manevralarla olayın tüm sorumluluğunu Türkiye’nin üzerinde bırakmıştır. “Bire bir” olarak isimlendirilen anlaşma Türkiye’nin 2.7 milyon sığınmacıyı ülkede barındırması ancak bu sayının Yunanistan’dan iade edilenlerle aşılması durumunda bu sığınmacıları Avrupa’ya göndermesi ilkesi üzerine dayalıdır. Bu durumda Türkiye söz konusu 2.7 milyon sığınmacıya insan onuruna yakışan yaşam koşulları sağlamayı kabul etmiştir.2.7 milyon insan yaklaşık 500.000 aile anlamına gelir. Bu ailelerin barınak, sağlık, eğitim ve sosyal güvenliklerini Türkiye sağlamak zorundadır. Bu insanların ilelebet çadır koşullarında yaşaması beklenemez. Suriye’deki savaşın içinde bulunduğu koşullar göz önüne alındığında bu durumun uzun süreceği anlaşılmaktadır. Bu durum dikkate alındığında olayın ekonomik maliyetinin 6 milyar Euro’nun çok ötesinde olacağı açıkça görülecektir. Sadece 500.000 konut yapımının maliyeti göz önüne alınırsa maliyetin yüksekliği ortaya çıkacaktır. İşte Merkel’in başarısı buradadır. 6 milyar Euro karşılığında bu sorumluluğu Türkiye’nin üstüne yıkmıştır. Türkiye de esaslı bir inceleme yapmadan teklifin üzerine atlamıştır. Bu maliyete sadece sağlık ve eğitim altyapısı ve işletme giderlerini eklerseniz maliyetin ne kadar büyük olduğunu açıkça görürsünüz.

 

Toplumsal maliyete de değinmek gerekir. Asayiş en başta gelen örnektir. Artık İstanbul’da kadınlar korkarak sokağa çıkmaktadırlar. Pek çok kadın sokakta rahatsız edilmektedir. Benzer şekilde başka örnekler de verilebilir.

 

6.   Sizce anlaşma nasıl olmalıydı?

 

Bu sorunun yanıtı çok basit: bir veri tabanına dayalı olarak ulaşılması gereken insanların sayısının hesaplanması ve insanlara verilmesi gereken kamu hizmetlerinin belirlenmesi gerekirdi. Verilecek kamu hizmeti türünün birim maliyetinin hesaplanması ve bunun hizmet götürülmesi gereken kişi sayısı ile çarpılması toplam maliyeti koyar. Bu çalışmaları yer, zaman, araç, gereç, bina ve personel gereksinimi ile bütünleştirirseniz bir eylem planına ulaşırsınız. AB ile tartışılması ve çözüme kavuşturulması gereken bu eylem planı idi. Böyle bir yaklaşım Türkiye’yi güvence altına alırdı. Bu tür bir planın şu anda dahi var olduğunu sanmıyorum.

 

Bu bağlamda bir deneyimi paylaşmak isterim. 1983 Erzurum Depremi esas olarak Horasan ve Narman ilçelerinde hasara yol açmış ve yaklaşık 570 kişi ölmüştü. Zaman kış idi. Ben de UNICEF’in Türkiye Program Temsilcisi idim. Sağlık Bakanlığı’na hayatta kalan bebek ve çocukları ölümün önlenmesi için daha önceki depremlerde uygulanmayan yeni bir proje önerdim. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı önerimi kabul etti. Projenin esası bebek ve çocuk ölümlerine yol açan temel etmenleri denetim altına almak idi. Çünkü bu etmenler biliniyordu: bağışıklama eksikliği, ishal, beslenme yetersizliği ve annelerin eğitim eksikliği. Öncelikle bir veriş tabanı oluşturuldu. Tüm bebek ve çocuklar içinde bulundukları çadır esas alınarak kayıt altına alındı. Bebekleri ve çocukların ağırlıkları ve boyları her ay ölçülerek gelişmeleri izlendi. Temel hastalıklara ve özellikle kızamığa karşı bebek ve çocuklar bağışıklandı. İshal ile mücadele etmek için oral rehidrasyon tuzları kullanıldı. Annelere anne sütü ile bebek beslemenin önemi anlatıldı. Belirli aydan büyük bebeklere mama dağıtıldı. Yaklaşık 6 ay sonra yapılan değerlendirmede çadırlarda kalan bebeklerden ölen olmadığı saptandı. Amaca ulaşılmıştı. Bebekler ve çocuklar korunmuştu.

 

Benzer bir çalışma, her yaş grubu için ayrı ayrı olmak üzere,  Türkiye’de ve diğer ülkelerde Suriyeli sığınmacılar için yapılmalıdır. Her şeyden önce bu insanların kısa zamanda Suriye’ye dönemeyecekleri gerçeği göz önünde tutularak barınma sorunu giderilmelidir. Beslenme koşulları iyileştirilmelidir. Örgün eğitim alanında esaslı adımlar atılmalıdır. Çocuklar kendi kültürleri ihmal edilmeden bulundukları ülkenin diline ve kültürüne alıştırılmalıdır. Önleyici ve tedavi edici sağlık hizmetleri hayata geçirilmelidir. Yetişkin kadınların eğitimine ve aile bütçesine katkıda bulunan üretken bireyler haline getirilmesine ağırlık verilmelidir. Bu liste daha da uzatılabilir. Türkiye ile AB arasındaki anlaşma tüm bu unsurları kapsayan düzenlemeler içermeli idi. Oysa ortaya çıkan anlaşma yükü Türkiye’ye yıkmakta ve Türkiye’nin önereceği projelerin AB tarafından onaylanması durumunda paranın serbest bırakılmasını öngörmektedir. Öngörülen 6 milyar Euro ile bu maliyetin karşılanması olanaklı değildir.

 

7.   Sizce göç eden mülteciler Türkiye'de iyi şartlarda ve mutlu mu?

 

Açıklanan verilere göre Türkiye’de 2.7 milyon sığınmacı var. Bunlardan yaklaşık 300.000’i kamplarda yaşıyor. Kamplarda sığınmacılara sağlanan yaşam koşullarının diğer ülkelerden iyi olduğunu biliyoruz. Sığınmacılar bu kamplarda ölüm korkusundan uzak bir şekilde yaşayabiliyorlar. Temel sağlık hizmetleri karşılanmış durumda. Hastanelere ulaşma olanakları var. Karınları doyuyor. Önemli bir kesimi Türkiye’yi ve Türkçeyi öğrenmeye çalışıyor. Ortak İslam kültürü ve ortak yaşam tarzları bu insanları yaşamlarını olumlu şekilde etkiliyor. Şimdilik mutlu, güvenli ve huzurlu oldukları söylenebilir. Ancak ne zamana kadar? İyi de olsa bu koşullarda uzun süre yaşanamaz.

 

Geri kalan 2.4 milyon sığınmacı ise Türkiye’nin derinliklerine dalıp kaybolmuşlardır. Bunlar üzerinde merkezi yönetimin ve yerel yönetimlerin belirgin bir denetimi yoktur. Barınma koşulları, güvenlikleri ve sağlık koşulları belirsizdir. Eğitim görmedikleri bellidir. Bunların koşullarının iyi olmadığı ve yaşamlarından mutlu olmadıkları açıktır.

 

Azınlık da olsa maddi durumu iyi olan sığınmacılar da var. Bunların bir kesimi meslek sahibi ve mesleklerini Türkiye’de icra edebilmek olanağına kavuştular. Bunların mutlu ve rahat olduklarını söylemek olanaklıdır.

 

8.   Sizce Türk halkı mültecilerle ilgili nasıl bir tavır ve tutum içinde?

 

Genelde çok olumlu bir tavır ve tutum içindeler. Geleneksel Türk misafirperverliğinin bunda önemli rol oynadığının altı çizilmelidir. Akrabalık bağları ise çok önemli bir başka etmendir. Dinsel ve mezhepsel yakınlıklar ile uzun süreden bu yana devam eden ekonomik ve ticari işbirliği bu tutum ve tavırda kolaylık sağlıyor.

 

Kilis ve Hatay bu konuda çok güzel örneklerdir. Sığınmacı sayısı Kilisli sayısından fazladır. Bugüne kadar önemli bir sorun saptanmadı. Kilis ve Hatay örnekleri sevindirici ve cesaret verici birer olgu olarak ortaya çıkıyor.

 

Ancak olumsuz örnekler de var. Ekmek çaldığı için sopalarla dövülen gençler, başından tutulup yere fırlatılan çocuklar çok kötü örnekler olarak ortaya çıkıyor. Toplumumuza yakışmıyor ve bizi uluslararası kamuoyu nezdinde küçük düşürüyor.

 

Ancak gizli potansiyel tehlikeler de var. Bunlardan birincisi kent planlamasında NIMBY (Not In My Back Yard) olarak bilinen sendromdur. Yani ‘evet, ama, benim arka bahçemde değil’ anlayışı. İnsanlar hoşgörü ile karşıladıkları bir olumsuz olgunun kendilerine yakın bir çevrede gerçekleşecek olmasına tepki gösteriyorlar. Temel endişe de maddi ya da manevi zarar görecekleri ve rahatsızlık duyacakları endişesidir. Sığınmacılarla ilgili yer seçimleri yapılırken bu durumun daha belirgin olarak ortaya çıkacağını göreceğiz. Dikili, Bodrum ve Kahramanmaraş örneklerinde olduğu gibi.

 

İkincisi ise insan ve organ kaçakçılığı endişesidir. Yaklaşık 4 ya da 5 bin sığınmacı çocuğun kaybolduğu yolunda duyumlar var. Sığınmacı ailelerin içinde bulunduğu koşullar insan ve organ kaçakçılarının işlerini kolaylaştırmaktadır. Güvenlik birimlerinin bu konuda çok dikkatli olmaları gerekmektedir.

 

Her şeye rağmen açıklıkla belirtilmelidir ki Türk halkının sığınmacılara yaklaşımı pek çok gelişmiş batılı ülkeden çok daha iyidir.

 

9.   Hem Türk halkını hem de mültecileri kaynaştırma adına neler yapılmalı?

 

Bu iki yönlü bir çalışma demektir. Bir yanı sığınmacılara ilişkindir. Her şeyden önce sığınmacıların toplumla kaynaşabilmesi için belirgin bir altyapıya kavuşmaları gerekir. Altyapının temeli ise dildir. En kısa zamanda Türkçe öğrenmelidirler.

 

İkinci yan ise Devletimiz tarafından sunulacak kamu hizmetlerinin niteliği ve niceliği ile ilgilidir. Verilecek hizmetlerin başında ise barınma, doyurma, sağlık ve eğitim gelir.

 

Gerek yaygın ve gerekse örgün eğitim kurumları kaynaşma için en uygun koşulları sunarlar. Akran ve arkadaş grupları en sağlıklı şekilde okullarda oluşturulabilir. Bu nedenle sığınmacı çocukları Türk çocuklarının bulunduğu sınıflara almak gerekir. Her ne kadar başlangıçta bir uyumsuzluk olsa da çocuklar ve akran grupları bu engeli çok kolay aşarlar. Okullara ve hatta sınıflara Arapça bilen Türk öğretmenler atanmalı ve bu öğretmenler sınıf ve rehber öğretmenlere yardımcı olmalıdır. Türkçe dilinin öğretimi konusunda kamu ve vakıf üniversitelerinin olanaklarından yararlanılabilinir. Örneğin üniversiteler öğretmen yetiştirecek öğretmenler eğitebilirler.

 

Sivil toplum kuruluşları kaynaşma konusunda iyi bir köprü olabilirler.

 

Kitle iletişim araçları kaynaşmayı kolaylaştıracak yayın politikaları ve programları geliştirebilirler.

 

Bu arada sayılması gereken birkaç çok önemli kurumumuz daha vardır.

 

Bunların başında Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı gelir.

 

Diyanet İşleri Başkanlığı ülke sathına yayılmış çok büyük bir örgüttür ve toplumda saygınlığı alan imamları içinde barındırmaktadır. Ayrıca bu kurum her hafta hazırlanan Cuma hutbelerini hazırlamakta ve yayınlamaktadır. Bu kurumun iki toplumun kaynaşmasında oynayabileceği çok etkili roller vardır.

 

İkinci kurum olan Milli Savunma Bakanlığı ise er ve erbaş eğitimi bakımından can alıcı bir konumdadır. Her yıl on binlerce genç silahlı kuvvetlere katılmakta ve burada eğitim almaktadır. Kaynaşma stratejileri açısından Milli Savunma Bakanlığı’nın konumu son derecede önemlidir ve bu kurum bu bağlamda çok etkili bir şekilde kullanılmalıdır.

 

Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı’nın verebileceği katkıların da çok önemli olduğunu vurgulamak gerekir. Hem örgün ve hem de yaygın eğitim kanalları ile bu kurum da kaynaşmaya çok önemli destek verebilir.

 

Son olarak vali ve kaymakamların çok önemli olduğunu söylemem gerekir. Türkiye’de İçişleri Bakanlığı ve taşra temsilcileri olan vali ve kaymakamlarım desteği olmaksızın hiçbir toplumsal proje başarıya ulaşamaz. Vali ve kaymakamlara kaynaşma konusunda kritik görev ve sorumluluk düşecektir.

 

Ancak hemen belirtmek gerekir ki tüm ortak dinsel ve kültürel ortaklıkları olan bu iki grubu kısa zamanda kaynaştırmak kolay olmayacaktır. Zamana ihtiyaç vardır.

 

10.Bundan sonrası için neler yapılmalı?

 

İki temel gerçeği göz ardı etmemek gerekir: sığınmacıların karşılaştığı sorunları Türkiye yaratmamıştır ve sığınmacıların sorunlarının çözülmesi büyük finansal kaynakların bu amaca yöneltilmesi ile olanaklıdır. Türkiye bu iki temel ön koşulu göz önünde tutarak kendi vatandaşlarının mutluluğu için kullanabileceği kaynakları bu amaca tahsis edemez. Sığınmacılara yardımcı olmak bir insanlık görevidir ancak bu görev ülkenin kendi yurttaşlarını ihmal etmek pahasına yapılamaz. Tüm Dünya ülkeleri ve özellikle zengin ülkeler ellerini taşın altına koymalıdır.

 

Bu bağlamda yapılabilecek en büyük yanlış sığınmacılara kısa zamanda vatandaşlık verilmesi olur. Hele siyasal bazı kazanımlar elde etmek ve oy potansiyeli yaratmak için bu yola başvurulması ihanet ile eş anlamlı olacaktır. Sığınmacıların yaşam koşullarını iyileştirmenin en etkili yolu kendilerine çalışma izni verilmesi olmalıdır. Türk mevzuatının vatandaşlığa başvurma ile ilgili en az oturma süresinin 5 yıl olduğu ve sığınmacıların 3 yıldır Türkiye’de yaşamakta oldukları gerçeği göz önüne alınırsa kısa bir süre sonra vatandaşlık elde etmek için büyük bir talep patlaması olacaktır. Oysa Dünya üzerinde hiçbir ülke vatandaşlığını bu kadar kısa sürede vermede bu denli cömert davranmamaktadır. Çünkü vatandaşlığa alınmak için iki temel koşul vardır: ülkeye sadakatle bağlı olduğunu ispatlamak ve ekonomik açıdan kendisini ve ailesini geçindirme olanaklarına sahip olduğunu göstermek. Bu ise en az 20 yıllık bir süreyi gerektirir.

 

Ancak kaynaşmanın kolaylaştırılması bakımından son bir öneride bulunmak isterim. Toplumsal projeler de tıpkı ticari emtia gibi pazarlanabilir. Pazarlamayı ürün tanıtma ve tüketiciyi ürüne yakınlaştırmak olarak kabul edersek iki kültürün bir potada eritilmesini amaçlayan toplumsal ürünlerin de pazarlanabileceğini kabul etmemiz gerekir. Gerek sosyal medya ve gerekse kitle iletişim araçları bu yolda bize önemli olanaklar sunmaktadır. Bunun bilincinde olmamız gerekir.

 

Hiç yorum yok: