Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

1 Haziran 2025 Pazar

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

CUMHURİYET VE BÜROKRASİ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOÇ. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

 

 

 

 

 

 

 

 

EKİM, 1998

 

 

ANKARA

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

Giriş

 

Cumhuriyet insanlık tarihinin yarattığı en mükemmel siyasal rejimin adıdır. Atatürk’ün yarattığı Türkiye Cumhuriyeti ise her alanda gerçekleştirdiği büyük mucizelerle tüm Dünya’da kendisini kanıtlamış büyük bir başarının adıdır.

 

Türkiye Cumhuriyeti ile övünç ve gurur duyarım. Kuruluş döneminden bugüne kadar geçen 75 yıl içinde Türkiye Cumhuriyet toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda büyük başarıların sahibi olmuştur.

 

Anadolu İhtilali’nden başlayarak gelişen kurtuluş savaşı ve kuruluş dönemi kaynakları kıt, olanakları sınırlı ancak azmi ve inancı büyük bir Ulus’un tam bağımsızlık yolunda giriştiği büyük atılım ve devrimlerle dolmuştur. Bu dönem hem yeni bir Devletin kurulması ve hem de bireylerin ve ülkenin temel gereksinmelerinin karşılanması için atılan dev adımlarla doludur.

 

Büyük bir küresel ekonomik krizi ve iki Dünya Savaşı’nı içine alan olgunlaşma dönemi ise aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasiyi yerleşik kılma ve toplumsal ve ekonomik anlamda çağdaş Dünya’yı yakalama çabalarının yoğun olarak yürütüldüğü dönem olmuştur.

 

Günümüzde ise, Türkiye Cumhuriyeti, üzerinde yeraldığı kürenin büyük ve gelişmiş ülkeleriyle yarışacağı yeni bir bin yıla hazırlanmaktadır.

 

Geçen 75 yıl büyük başarılarla doludur. Bu başarılar benim için her zaman bir mutluluk kaynağı olmuştur. Ancak, ne yazık ki, aynı mutluluğu bu yazı için konu olarak seçtiğim “Cumhuriyet” ve “Bürokrasisi” için yaşayabilmek olanağına  sahip değilim.

 

Kuşkusuz, Cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı bürokrasisi de büyük sorunlar içinde idi. Defterdar Sarı Mehmet Paşa (1714) ve Koçi Bey (1631) Osmanlı’nın Duraklama Devri’nde bürokratik bozukluklara dikkat çekmek için Padişah’a bildirgeler sunmuşlar ve özellikle ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi ile rüşvetin yaygınlaşmasına dikkatleri çekmişlerdir. Tanzimat ile birlikte başlayan düzeltim girişimleri sırasında bürokratik yapı sürekli olarak gündeme gelmiş ve Devlet bürokrasisinin onarımı için memurların  ne gibi hediyeleri kabul edebilecekleri yasal metinlerle düzenlenmiş ve memurlar rüşvet almayacaklarına ilişkin olarak Kur’an üzerine el basarak yemin ettirilmişlerdir.

 

Ancak, ne var ki, Cumhuriyet döneminde bu durumun tersine çevrilebilmeli ve toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda yaşanan büyük başarılara bir de yönetim devrimi gibi anlamlı bir başarı eklenebilmeli, bürokrasi bir meritokrasi yani erdemlilik yönetimi biçimine dönüşebilmeli ve her türlü büropatalojiden uzak kalabilmeli idi.

 

Bu ideal sonuç elde edilememiştir.

 

 

Bürokrasi Nedir?

 

Bürokrasinin tanımı pek çok düşünür ve yönetim kuramcısı tarafından yapılmıştır. Bu düşünür ve kuramcılar Max Weber’den Karl Marx’a ve Michels’e kadar değişmektedir. Mouzelis, “Örgüt ve Bürokrasi” adlı yapıtında öncelikle örgüt ve bürokrasi kavramlarına açıklık getirmek istemektedir. Mouzelis’e göre örgüt ya da daha doğru anlatımla biçimsel örgüt “belirgin bir amacı elde etmek üzere belirgin bir şekilde oluşturulmuş toplumsal gruplaşma şeklidir”. Mouzelis, bürokrasiyi ise “özel bir tür biçimsel örgüt” olarak tanımlamaktadır. [1]

 

Bürokrasi konusu üzerinde ilk duranlardan biri de Karl Marx’tır. Hegel’in Devlet kuramından etkilenen Marx bürokrasiyi Devlet ile sivil toplum arasında bir köprü olarak görmüş ancak bu yaklaşımda esaslı bazlı değişiklikler yapmıştır. Marx’a göre bürokrasinin bu biçimsel ve hukuksal görünüşü aslında sahte bir görünüştür ve onun gerçek yüzünü yansıtmamaktadır. Marx, Hegel’den farklılaşarak, bürokrasinin toplumsal çıkarı korumak anacını taşımadığını aksine olarak egemen sınıfların çıkarlarını korumak durumunda olduğunu söylemektedir. Bu anlayışa göre, bürokrasi egemen sınıfların öteki sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürmenin bir aracıdır.  [2]

 

Ancak bürokrasi konusunda en fazla duran düşünür Max Weber olmuştur. Weber de bürokrasi ile ilgili anlayışını güç ya da otorite kavramı üzerine oturtmuştur. Weber’e göre güç “bir kimsenin iradesini bir başka kimsenin davranışı üzerine dayatabilme olasılığı”dır. [3]  Weber göre güç üç ayrı şekil alabilmektedir: karizmatik, geleneksel ve hukuksal. Karizmatik güç bir kismeye önder olması için doğuştan verilmiş olağan dışı yeteneklerdir. Geleneksel güç ise bir şeyin uzun bir zamandan bu yana aynı şekilde yapılmakta olmasından kaynaklanan güçtür. Hukuksal güç ise meşruluk anlayışını yansıtmaktadır. Hukukun doğruluğu insanların kurallara uygun olarak davranmasını gerekli kılar. Zira, bu kurallar  yönetici tarafından doğru olduğu açıklanan süreçlere uygun olarak yürürlüğe konulmuş olan kurallardır. [4]

 

Bürokrasi konusunda son zamanlarda yayınlanan yapıtlardan bir olan “Bürokrasi” adlı kitabında James Q. Wilson bürokrasi hakkında şunları söylemektedir: “Çağdaş devletin gelişmesi ile ilgilenen tarihçiler ve toplumbilimciler, toplumun bürokratikleşmesi konusuna aşırı ağırlık vermiş bulunuyorlar Max Weber bu geleneğin kurucusudur…. Bu görüşe göre  bürokrasi, toplumsal örgütlenmenin özel bir biçimidir ve eğer belli özel durumlara kimi genel kurallar uygulanırsa kamu yönetimi eylem ve işlemlerinin nasıl olması gerektiğinin önceden görülmesi olanağını arttırıcı bir niteliği vardır. Bürokrasinin mensupları işgal ettikleri mevkilere ilişkin yetkilere sahiptirler, ömür boyu sürecek bir meslek (kariyer) güvencesinden yararlanırlar, toplumda saygın bir yerleri vardır ve sahip oldukları yetkileri öyle kullanırlar ki,  bürokrasi  toplumda  çok  üstün  bir  güç  durumuna  ulaşır.  Bu  gücü dengelemek  için  yurttaşların  ve  politikacıların verdikleri savaşım ise sonuç vermez.” [5]

 

Michels ise çok bilinen ‘oligarşinin demir kanunu’ yaklaşımı çerçevesinde bürokrasiyi oligarşik bir kavram olarak tanımlamakta ve seçkinlerin toplum üzerindeki dayatmacı baskısının bir aracı olarak görmektedir. [6]

 

Bu tanımlar üst üste konursa bürokrasi bir siyasal aktör, siyasal sistemin esaslı bir unsuru, toplumsal ürünlerin üreticisi ya da tüketicisi, bir güç merkezi, bir baskı grubu, bir değişim ajanı, bir siyasal simge, bir toplumsal elit, bir ilgi yaratcıcısı, bir siyasal, toplumsal ve ekomomik sistem, bir siyasete giriş noktası ve bir çevresel belirleyici gibi görünümler alabilmektedir.[7]  Caiden’in yukarıda özetlenen yaklaşımı esas alındığında bürokrasinin irdelenebilmesi, tipolojilerinin yapılması, ideolojilerinin belirlenmesi, güç merkezinin saptanması, karar alma sürecinin belirlenmesi, eylemlerinin ve işlevlerinin saptanması, başarım düzeyinin saptanması, içinde yer aldığı koşulların belirlenmesi, modellerin saptanması ve dinamiklerinin ortaya çıkarılması gerekir.[8]

 

Kuşkusuz bu görüşlerin her birinin kendisine göre geçerlilikleri vardır. Ancak, bana göre ve bu yazı konusu açısından bürokrasi, esas olarak, yönetimin insan yönüdür. İnsan unsuru (ya da emek) sermaye ve hammadde gibi üretim sürecinin temel unusurudur. Kamu yönetiminde ise insan unsuru kamusal hizmet üretiminin temel unsuru olmak durumundadır. Bu nedenle, kamu yönetiminde insan ve insanın yönetimine ilişkin koşulları düzenleyen ve çerçeveleyen kural, koşul ve statüler bürokrasinin bütününü oluşturmak durumundadır.

 

Konuyu daha anlaşılır kılmak bakımından bu yazıda “Cumhuriyet” ve “bürokrasi” ilişkileri üzerinde durulurken bürokrat kavramı esas olarak kamuda yöneticilik (özellikle üst yönetici) işlevini yapanlar olarak tanımlanacak ve bürokrasi kavramı ise bu insanları çerçeveleyen statüsel değerler olarak ele alınacaktır. Ancak, hemen belirtilmelidir ki bu yazıda yer alan irdelemeler esas olarak askeri bürokrasi dışında kalan sivil bürokrasi ile ilgilidir.

 

 

Türkiye’de Yapılan Araştırma Çalışmaları

 

Cumhuriyet dönemi içinde bürokrasi ve kamu yönetimi ile ilgili çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Bunlar arasında Neumark Raporu, Barker Raporu, Martin ve Cush Raporu, Mook Raporu, Fisher Raporu ve Podol Raporu gibi raporlar yabancı uzmanlar tarfından yapılan araştırmaların başında gelmektedir.

 

Barker Raporu esas olarak üç konu üzerinde durmaktadır: kamu yönetiminde etkililik ve verimlilik, aşırı merkezileşme, kurmay hizmetlerin yeteri kadar gelişmemiş olması ve personel yönetiminin yetersizliği. [9]

 

Türk bürokratları açısından ilginç bir portre çizilen Podol Raporu’nda Türk bürokratı şu şekilde tanımlanmaktadır: Eyleme yönelik değildir, yetki devrinde aşırı ölçüde isteksizdir, haberleşmeye önem vermez, aşırı ölçüde statü düşkünüdür, özel yaşamın anlamını bilmez, batılı (çağdaş) olduğuna inanır ve daha çok öğrenmek ve gelişmek ister. Podol, Türk hükümeti için hazırladığı Raporu’nda, Türk kamu yönetiminin temel eksikliğinin bürokrasinin modern yöntem ve kavramlarla ilişkisinin yokluğu ve yeni düşünceleri uygulayacak eğitimli personelin kıtlığı olduğunu belirtmektedir. Özellikle hiyerarşinin alt düzeylerinde belirgin bir yönetim anlayışından söz edilemeyeceğini söyleyen Podol “staff” kelimesinin Türkçe karşılığının askerlerden alınan “kurmay” kelimesi ile karşılandığını ve “management” kelimesini anlamlandıracak Türkçe bir karşılığın ise geliştirilemediğini belirtmektedir. [10]

 

Neumark Raporu’nda bürokrasinin ortak sorunlarının memurların sayısıyla niteliklerine ilişkin sorunlar, örgütlenme eksiklikleri, yasaların elverişsizliği, aşırı kırtasiyecilik ve denetim sisteminin yetersizliği olduğu saptaması yer almaktadır. [11]

 

 Martin ve Cush Raporu’nda üst kademe yöneticilerin rutin nitelikteki işlerden kurtarılarak dairelerinin faaliyetlerinin planlanması işleri ile meşgul olmalarının sağlanması; çalışma metodlarını geliştirilmesi ve sevk ve idare (management) ilkelerinin yönetime yerleştirilmesi, sınıflandırmaya gidilmesi ve yetenekli elemanların devlet hizmetine çekilebilmesi için işe alma yöntemlerinin geliştirilmesi gibi önerilerden söz edilmektedir.  [12]

 

Yukarıda sayılan bireysel raporları 1960 yılından sonra toplu raporlar dönemi izlemiştir.  “İdari Reform ve Reorganizasyon Ön Raporu” (1961), “Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi - MEHTAP- Raporu” (1962),  “Devlet Personel Rejimi Hakkında Ön Rapor” (1962), “İdareyi ve İdari Metodları Yeniden Düzenleme Komisyonu Raporu” (1966),  “İdari Reform Danışma Kurulu Raporu” (1971), “Kamu Yönetimi Araştırması - KAYA” (1990) ve çeşitli özel ihtisas komisyonlarının raporları bu çalışmaların önde gelen örnekleri arasında yer almaktadır.

 

 

Türk Bürokrasisinin Temel Sorunları

 

Belirtilen bu raporlar genelde Türkiye’de bürokrasinin, kamu yönetiminin ve personel sisteminin içinde bulunduğu sorunları çeşitli açılardan incelemişler, doğru ve isabetli gözlemlerde bulunmuşlar ve çoğu Ülkemizde uygulama alanı bulmuş olan öneriler geliştirmişlerdir. Devlet Memurları Kanunu’nun çıkarılması, Devlet Personel Başkanlığı’nın kurulması ve TODAİE’nin kurulması gibi örnekler bu öneriler arasında sayılabilir.

 

Ancak, kanımca, bu raporlar ya yüzeysel kalmış ve şekilsel çözüm önerileri ile yetinmiş ya da sorunu belli açılardan ele almış ve yalnızca kesimsel çözümler üretmişlerdir.

 

Bugün bürokrasinin pek çok sorunu olduğu bilinmektedir. Bu yazının amacı tüm sorunların bir listesini vermek değildir. Ancak, bürokrasinin temel sorununun ve nitelik ve nicelikleri itibariyle temel sorunun ortaya çıkmasında ağırlıklı rol ve pay sahibi olan öncelikli sorunların belirlenmesi gerekmektedir.

 

Bana göre, Türk bürokrasinin 2000’li yıllara girerken içinde bulunduğu en önemli iki sorun vardır: ve giderek büyümekte ve çeşitlenen sürecine giren başarım (performans) düzeyinin  düşüklüğü yozlaşma.

 

Bürokrasi pahalıdır, israfa yol açmaktadır, verimli değildir ve etkisizdir. Daha da önemlisi, Türk bürokratında başarım alanında odaklanan bir endişe söz konusu değildir. Hedef, amaç, strateji, politika, başarımın izlenmesi ve değerlendirmesi, birim maliyet kavramı, etkili örgütlenme, denetim sistemlerinin ıslahı ve ücret sisteminin başarıma göre ayarlanması gibi kavramlar yeterince gelişme olanağı bulamamıştır.

 

Öte yandan, bürokraside önemli bir yozlaşma yaşanmaktadır. Ehliyet, liyakat ve kariyer gibi bürokrasiyi meritokrasi yani erdemlilik yönetimi yapan unsurlar çökmüş ve onun yerine bir plutokrasi yani varsılların, zenginlerin ve güçlülerin yönetimi gelmiştir.

 

Bu temel gözleme eklenmesi gereken bir başka unsur da bürokrasinin içinde bulunduğu çevresel koşulların olumsuzluğu ve bürokrasinin etik değerlerinin erozyon içinde bulunmasıdır.

 

Başarım kavramının bir endişe kaynağı olarak ortaya çıkmamasının yarattığı temel sonuç ise büropatalojilerin yeterince algılanamaması ve bu bürokratik sorunların temel çözümünün iyi örgütlenmede, doğru yönetimde, isabetli planlamada ve etkili denetimde aranmamasıdır. İşe eleman yerine elemana iş bulunması, iş çözümlemesi yerine rasgele birim kurarak örgütlenmeye çalışılması, somut hedeflerin belirlenmesi yerine amaçsızlık ve hedefsizlik, paranın değer karşılığı ya da başarım denetimi gibi devingen bir denetim anlayışı yerine durağan bir hukuksallık denetimi ve etik ölçünlerin geliştirilmesi yerine etik niteliklerin erozyonu ve hatta çeteleşme bu olumsuz sonucun temel örnekleridir.

 

Bürokrasinin üç temel sütunu olan ehliyet, liyakat ve kariyer ilkelerinin çökmesi rüşvet, yiyicilik, siyasal kayırmacılık (favoritism), akraba kayırıcılığı (nepotism),  köşeyi dönme ve çeteleşme gibi süreçlerle bütünleşen ve “ganimetin paylaşımı”na yönelik yozlaşmış bir yönetim ortamının (spoils system) ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.

 

 

 

 

 

 

Temel Sorun 1: Başarım Düşüklüğü

 

Türk bürokratı yönetim bilimini öğrenememiştir. Yönetimi geliştirmenin verimlilik ve etkililiği artıracağını ve böylelikle de başarım düzeyinin yükseleceği anlamına geleceğinin ayırdına varamamıştır.

 

Bugüne kadar bir çok belediyede ve merkezi hükümet kuruluşunda araştırma ve incelemeler yaptım. Bu kuruluşların hiç birinde bir başarım endişesi ile karşıolaşmadım. Yöneticilerin yaptıkları tek eylem bütçe ile kendilerine verilmiş olanaklar çerçevesinde günlük ödevlerini yapmaya çalışmak idi.

 

Hiç bir kamu kuruluşunda hizmetin birim maliyetinin hesaplandığını ve karşılaştırmalı maliyet çözümlemelerinin yapıldığını görmedim. İncelediğim belediyelerde tüm belediyenin onlarca yıllık hizmet gereksinimini karşılayacak anlamsız malzeme stoklarıyla karşılaştım.

 

İşgücü analizi ve insangücü planlaması gibi ilkelere dayalı bir personel politikası kavramıyla hiç karşılaşmadım.

 

Hizmetin gerçek anlamda planlandığı ve çalışmaların bu planlara göre yönetildiğine hiç tanık olmadım.

 

Nakit akışı tahminleri ve maliyetin geri dönüşü gibi akçal yönetim kavramlarıyla hiç bir kamu yönetiminde karşılaşmadım. 

 

Son zamanlarda hızla gelişen bilgisayarlaşma sütrecinde bile örgütü bir bilgisayar çöplüğü olmaktan kurtaracak ciddi bir planlama ile karşılaşmadım.

 

Hedeflerin somut ve ölçülebilir bir şekilde çalışmanın başında ortaya konulduğunu, çalışmanın buna göre örgütlendiğini ve zaman zaman elde edilen sonuçların ölçülerek saptanan hedeflerle karşılaştırmasının yapıldığını sivil bürokraside hiç görmedim.

 

Yeni bir birim ya da kurum kurmanın ayrıntılı iş ve görev çözümlemesi araştırmasına dayalı olarak yapıldığını hiç görmedim.Bir birim kurulacak ise bir kaç kişinin üzerinde anlaştığı “üzüm salkımı” benzeri bir örgüt çizelgesi ile işe başlanmakta ve buna dayalı yasal metinler hazırlanmaktadır.

 

Kamuda ve özellikle belediyelerde nltelikli eleman sayısı azdır ancak çok fazla sayıda niteliksiz elemana iş sağlanmıştır.

 

Kamuda çalışanların yarısı ertesi gün işe gelmese dahi hizmetin aksaması söz konusu değildir. Bazı kimseler ise hiç işe uğramadan ücret almaktadır. 

 

Hedef saptandığını görmedim. Ertesi günü, gelecek haftayı, ayı ve yılı düşünebilen az sayıda yönetici ile hiç karşılaştım.

 

Esasen görevde geçirdikleri sürenin azlığı buna olanak vermemekteydi.

 

Üst yöneticilerin hepsini korkak, ürkek ve çekingen olarak gördüm. İş yapma güçleri son derecede yetersiz olan ve başarım konusundaki güdülenmeleri sınırlı olan bu üst yöneticilerin çoğu kez de haklı olduklarını  düşündüm.Testiyi dolduranla kıran arasındaki farkı bürokratik süreçler ortaya koyamıyordu. Hatta testi dolduran işini yaparken bir hata yapmak ve dolayısıyla cezalandırılmak endişesi içinde idi.

 

Bürokratik değerlendirme süreçlerinin yetersizliği başarılı ile başarısızı, çalışanla çalışmayanı ve bilgili ile bilgisizi birbirinden ayırt edebilmek ve başarılıyı, çalışanı ve bilgiliyi ödüllendirebilmek yeteneğine kavuşamamış idi.

 

Böylesi bir çalışma ortamı içinde çalışanların işe karşı doğuştan gelen eğilimlerini yorumlayan ister X  ve isterse Y kuramı herhangi bir sonuç üretebilmek durumunda değildir.

 

Bazı belediyelerde birim hizmet maliyetlerini hesapladım ve özel sektörle karşılaştırdım. Her sonuç özel sektörün birim maliyetinin bir kaç kez daha düşük olduğunu gösteriyordu.

 

Esasen, bu sonuç, yukarıda betimlenmeye çalışılan koşullar altında kaçınılmazdır. Hatalı örgütlenen, planlanmayan, yanlış yönetilen ve aşırı sayıda niteliksiz elemanla doldurulmuş, üretim süreçleri düzenlenmemiş bir yönetim ortamı içinde başka bir sonuç beklemek olanağı yoktur.

 

Bu durumun doğurması gereken temel sonuç başarım düşüklüğüdür. Türk bürokrasisinde performans düşüktür. Verimsizlik ve etkisizlik egemendir. Hizmet çok pahalı üretilmektedir. İsraf egemendir. Kalite düşüktür. Daha vahimi ise yönetimi geliştirmenin bu sonuçları tersine çevirebilme gücüne sahip olduğu bilincinin Türk bürokratında bulunmaması ya da bulunsa bile içinde bulunduğu büropatalojiler nedeniyle düşündüklerini uygulama alanına koyabilme gücüne sahip olamamasıdır.

 

 

Temel Sorun 2: Bürokratik Yozlaşma

 

Türkiye’de bürokrasi yozlaşmıştır ve yozlaşma süreci giderek derinlik kazanmaktadır. Bu süreci daha iyi anlatabilmek için aşağıya üç kısa örnek olay aldım.

 

Örnek Olay 1: Eski Bakan Mustafa Yılmaz’ın Açıklaması

 

“Partimin bir milletvekili beş-altı kez gelip beni makamımda tehdit etti. ‘Ya ihaleyi verip payını al, ya da…’ dedi… Partili bir il başkanı da ‘bana bak, bu ihaleyi de bana ver ve hakkını al’ diye tehdit etti. Benden önceki bir bakana gidip ‘Hoca, senin deneyimin var, bu adamlar aleni rüşvet teklif edip tehdit ediyor’ dedim. ‘Bu işler böyle’ demez mi? Genel Başkan’a çıktım. Bunları aynen aktarıp ‘Ne yapmam lazım?’ diye sordum. Bana ‘Valla bir oya bile ihtiyaç var’ der demez yanından fırladım. Çıkarken istifamı verdim.”  [13]

 

 

Örnek Olay 2: İhale Komisyonu = % 10

 

“İTO Başkanı Yıldırım ‘Çetelere komisyon ödemeden devlet ihalelerine katılmak imkansızdır’ dedi. Yıldırım, yaptığı yazılı açıklamada, askeri ihalelerden hastane ihalelerine, gıdadan inşaat ve bayındırlık işlerine kadar devlet ihalelerinin çetelerin kontrolu altında bulunduğunu savundu.”  [14]

 

 

Örnek Olay 3: Alaattin Çakıcı’nın Açıklaması

 

‘Türkiye’de hükümetler soakataki vatandaşı hiç bir zaman düşünmemişlerdir. Kendilerini güşlendirmek için devletin imkanlarını kendi yandaşlarına soydurtmuşlardır. Vatandaşın hakkını yiyen ve çalan bu hükümetleri nefretle kınıyorum.” [15]

 

Türkiye’de bürokrasinin yozlaşmış olduğu gerçeğini saptamak için yukarıda belirtilenlerin dışında bir başka kanıt aramaya gerek duyulmamalıdır. Sayıları çok daha fazla artırılabilecek olan bu örnek olaylar bürokrasi gemisinin karaya oturmuş olduğunu açıklıkla göstermektedir.

 

Türkiye’de bürokrasinin bu duruma gelmesinin üç nedeni vardır: 

 

·     ehliyet, liyakat ve kariyer sistemlerinin çökmesi,

·     bürokratik etik değerlerin erozyonu ve

·     üst düzey yöneticilerin görev güvencelerinin yokluğu.

 

 

Ehliyet ve  Liyakat İlkelerinin Çökmesi

 

Ehliyet, liyakat ve kariyer ilkeleri sağlıklı ve güçlü bir bürokratik sistemi üzerinde taşıyan temel sütunlardır. Bu sütunların çökmesi durumunda bürokrasinin ayakta kalabilmesi olanağı yoktur. Ehliyet belgesi olmayan bir doktorun hasta tedavi etmesi ve ehliyet belgesi olmayan bir kimsenin avukatlık yapması nasıl imkansız ise yönetimi gerçek bir ehliyet isteyen bürokratik görevlerin ehliyeti olmayan insanlara verilmesi aynı anlama gelen bir yanlışlıktır. Zira, ehliyet belgesi kişinin sorumluluk taşıdığı konuda eğitim ve bilgi sahibi olduğunu gösterecektir.

 

Öte yandan, liyakat ilkesi kendisine yetki ve sorumluluk verilecek olan kimsenin sahip olduğu yetenekler ve geçmiş başarılarıyla göreve layık olduğunu sergilemesi anlamına gelir. Geçmişinde hiç bir başarıya sahip olmayanların ya da görevi yerine getirecek yeteneklere sahip olmayanların göreve getirilmesi -şayet atamada başka bir amaç güdülmüyorsa- görevde başarısızlığın daha başlangıçta kabul edilmesi anlamına gelecektir.

      

Türkiye’de işe eleman seçmede ve üst görevlere ilerlemelerde bu iki ilke tümüyle ortadan kalkmış görünmektedir. Bu durum göreve ehil ve layık olmayanların başka güdüler altında göreve getirildiklerini göstermektedir.

 

Ehliyet ve liyakat sahibi olan kişilerin göreve getirilmesi durumunda ise varlıklarını tüm güçleri ile sürdüren büropatolojiler bu durumun süreklilik ve kararlılık kazanmasına olanak vermemektedir.

 

Ülkemizde ehliyet ve liyakat ilkelerinin yozlaşması sonucunu doğuran beş temel sürecin varlığı gözlenmektedir:

 

·     siyasallaşma,

·     ideolojik dayanışma,

·     tarikatleşme ve mezhepçilik,

·     çeteleşme ve

·     sermaye temsilciliği.

 

 

Siyasallaşma

 

Bürokrasi politikacı için her zaman iştah kabartan bir yer olmuştur. Zira, kendisini seçim zaferine ulaştıran ve bu zaferin devamını sağlayacak ana olgu olan seçmen gereksinmelerinin karşılanması, oy potansiyelinin güçlendirilmesi ve ganimetten pay alma yarışında güçlü konuma gelmek isteği bürokrasiyi ve bürokratı denetim altına almayı gerekli kılmaktadır. Buna karşılık bürokrat da siyasetçiyi ve özellikle iktidara yakın olan siyasetçiyi kendisinin bürokratik kademelerde yükselmesi için temel araç olarak görür. Yapılması gereken tek şey belirli bir partiye ait ve bağlı olduğunu deklare etmek ve  eylem ve davranışlarla bu itirafın gerçek olduğunu ispatlamaya çalışmaktır. Bu karşılıklı çıkar bağı çoğu kez belirli ortak zeminlerde buluşabilmekte ve karşılıklı çıkarlar dengelenebilmektedir. Az gelişmiş ve bürokratik gücü zayıflamış tüm ülkelerin ortak özelliği bürokrasinin siyasallaşmasıdır. Buna karşılık gelişmiş ve bürokrasisi güçlü olan devletlerde bürokrat siyaset kavramından uzak tutulmuştur. Ülkemiz ne yazık ki siyasetçi-bürokrat ilişkilerinin yoğun olduğu ve Devlet ve dolayısıyla da kamu çıkarlarının yeterince korunamadığı ülkeler arasındadır. Ana sorumluluğu olan yasama işlevinde parti disiplini adı altında kendi kişilik bunalımına düşen, yalnzca istenilen yönde oy verme makinası haline gelen ve bu nedenle içinde bulunduğu ortama yabancılaşan politikacıların önemli bir çoğunluğu varlık nedenlerini bürokrasiyi ve bürokratı amaçlarına ve çıkarlarına uygun olarak kullanmakta aramaktadır. Buna karşılık, bürokratların bir bölümü, ehliyet ve yeteneklerinin işe yaramayan kavramlar olduklarının bilincine erişmeleri veya ehliyet ve liyakat konusnuda eksikliklerinin ayırdına varmaları durumunda siyasal partilerle ve siyaset adamları ile işbirliğini geliştirmenin yollarını aramaktadırlar. Bu gibi ortamlarda ehliyet ve liyakat ilkelerinden söz edebilmek olanağı yoktur. Bürokrasi kısa zamanda yozlaşacak, bürokrat esir düşecek ve kamu hizmeti çok kötü bir şekilde yönetilecektir. Civangate, İskigate, İlksangate TEDAŞ ve TOFAŞ sendromları bu yozlaşma sürecinin ülkemizde ortaya çıkan örnekleri olarak kabul edilmelidir.

 

Mülki idarede uzun yıllarını başarılı bir bürokrat olarak geçirmiş olan emekli vali ve müsteşar Ziya Çoker “Siyaset ve Yönetim” adlı anı yapıtında şunları söylemektedir: “Üst bürokratlarla politikacıların bütünleşmesi iki yönlü işleyen bir kanalda oluşmaktadır. İktidarda bulunan ya da iktidara gelmeye aday bir partinin politikacıları, görevde bulunan bürokratları, ödül ve ceza korkutmaları altında, kendi amaçlarına alet etmeye çalışmaktadırlar. Bürokratın iyi çalışması değil, çıkarları engellemeyecek ya da çıkarlara uygun biçimde çalışması önemlidir. Buna uyanlar, daha iyi ve üst makamlara getirilerek ödüllendirilirler, uymayanlar da yer ve makam değiştirmeye mahkum edilir. Bu yolla cezalandırılırlar. Kuşkusuz, politikacıya kendiliğinden yanaşan ve hizmet sunmak isteyen bürokratlar da vardır. Bunların çoğunluğu, kendi yetenek ve olanaklarıyla üst makamlara gelemeyecek olanlardır. Politikacıyla bütünleşerek, yani onların çıkarlarına hizmet ederek, amaçlarına kavuşmak, ödüllendirilmek isterler…

 

Bürokrasi ile iktidar partisi politikacılarının bu biçimde bütünleşmesinden, adil ve eşitlikçi bir yönetim yapısının çıkamayacağı ortadadır…”  [16]

 

 

İdeolojik Dayanışma

 

     Siyallaşma sürecinin bir başka şekli ideolojik dayanışmadır.     Bu süreçte partiye bağlılık kavramının yerini belirli bir ideolojiye bağlılık almaktadır. İdeolojik temellerini ve toplum üzerindeki iddialarını güçlendirmek isteyen gruplar önce bürokrasinin tarafsızlık ilkesini reddedecek ve arkasından da kendi yandaşlarının bürokrasi içinde en etkili konuma gelmesini isteyeceklerdir. 1990’lı yıllardan sonra gündeme geldiği günlük konuşmalarda ifade edilen “omurga oluşturma” yani Devletin temel noktalarına ideolojik yandaşlar yerleştirme girişimi bunun tipik bir örneği olarak kabul edilmelidir. Bu sürecin egemen olması durumunda devlet yöneticileri yalnızca belirli bir ideolojiyi paylaşanlar arasından seçilmesi durumu ortaya çıkacak ve devletin tarafsızlık ve tüm siyasal düşünce sahiplerine eşit davranması ilkeleri zarar görecektir. Kuşkusuz, bu durumun temel sonucu ehliyet ve liyakat ilkelerinin bütünüyle rafa kaldırılması ve yozlaşma sürecinin bürokraside önemli bir ivme kazanmasıdır. Susurluk olayı, çek-senet mafyaları ve henüz kesin olmamakla birlikte büyük bir olasılıkla Uğur Mumcu, Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy olayları bu tür yozlaşmaların örneği olarak kabul edilmelidir.

 

 

Tarikatlaşma ve Mezhepçilik

 

Dinsel farklılaşmayı ya da inanç parallelliğini ortak çıkar sağlamak ya da engellemek yolunda bir etmen olarak görenler de tıpkı biraz önce anlatılan siyasallaşma sürecinde olduğu üzere tarikatlaşme ya da mezhep ayırımcılığı yapmak yoluyla bürokrasi üzerindeki etkilerini artırmaya çalışmaktadırlar.

 

Özellikle 1980 yılından sonra kamu sektöründe giderek yaygınlaşma eğilimi gösteren bu tür girişimler laiklik karşıtı bir görünüm almaktadır. Bürokrasiyi laiklik taraftarı olarak gören ve bu nedenle de bu önemli engeli bertaraf etmek isteyenler bürokrasi içinde kritik önem taşıyan görev ve meslekleri ele geçirmek istemektedirler.

 

Bu özelliği itibariyle daha önce ele alınan öteki iki süreçle aynı niteliklere sahiptir. Aynı olumsuz amacı paylaşmaktadır: bürokratı, bürokrasiyi ve dolayısıyla da “ganimet”i  denetim altına almak.  Bunun sonucunda da ehliyetli ve liyakatli kimselerin göreve getirilmesi değil tarikat ve mezhep mensuplarının göreve getirilmesi söz konusu olacaktır.

 

 

Çeteleşme

 

Türkiye’de kendilerine “mafya” yakıştırması yapılan ve yasa dışı siyasal ya da ekonomik amaçlarını gerçekleştirmek amacıyla silahlı ve güç kullanma esasına dayalı gruplar oluşturulmuştur. Bu grupların bazıları Devleti koruma altına aldıkları iddiasına da sahiptirler. Ancak, bu grupların asıl amaçlarının yasa dışı olan ekonomik olguların yarattığı rantdan kendilerine düşen payı almak olduğu anlaşılmaktadır. Bu gruplar Devlet içindeki bazı odaklarla ve özellikle siyaset çevreleriyle ilişki kurarak bürokrasi üzerinde etkili olabilmektedirler. Bu çeteler özelleştirme çalışmalarını etkilemekte, banka satışlarına karışmakta, devlet ihalelerinden pay almakta, ihale kararlarını etkilemekte,  devlet yöneticilerini tehdit yoluyla sindirmekte, hapisten adam kaçırmakta, uluslararası siyasal ilişkileri ve hatta ulusal ekonomiyi bile etkileyebilmektedirler. Bu gibi kimseler bu çalışmalarını sürdürebilmek için siyasetçiye bazı olanaklar sağlamakta ve hatta bir dolandırıcılık olayında olduğu gibi oy satın alabileceklerini söyleyebilmektedirler. Bu tür eylemlerin temel sonucu, daha önceki türlerde olduğu üzere, ehliyet ve liyakat ilkelerinin bir tarafa bırakılması ve bürokrasideki yozlaşma ve soygun düzeninin devam etmesidir.

 

 

Sermaye Temsilciliği

 

Bürokrasinin bir başka yozlaşma süreci de sermayenin bürokrasi üzerindeki etkisinin giderek yaygınlaşmasıdır. Sermaye sahiplerinin kendi çıkarlarını sağlamak yolunda üstünlükler sağlaması ve bu amacına ulaşmak için bürokratı ve siyasetçiyi kullanmaları toplumsal adaleti ve toplumsal eşitliği bozan ve daha önceki yozlaşma örneklerinde olduğu gibi sakıncalı sorunlar üreten bir süreçtir.

 

Daha önceki bir yazımda Türkiye’de vergi toplamada ve iç/dış borçlanmada sınıra gelinmiş olduğunu belirtmiş ve bu durumun bir vergi reformunu kaçınılmaz kıldığını belirtmiştim. [17]  Bu amacı güden bir Yasa geçtiğimiz aylar içinde yasalaştı.  Vergi yükünü tüm gelir üreten kesimlere dağıtmayı amaçlayan Yasa’ya karşı ilk ödün isteklerinin banka sahiplerinden ve menkul kıymet sahiplerinden gelmesi dikkat çekici olmalıdır. Zihinlerimizi biraz zorlarsak hayali ihracat olayları, yatırımlara izin vermek üzere ilgili mevzuatta geçici değişiklikler yapılması, ihalenin verileceği kimselerin önceden belirlenmesi, ekonomik teşviklerin siyasal yandaşlar arasında dağıtılması ve “terlik” için kısa süreli teşvik kararnamesi çıkartılması bu tür etkilerin bir kaç örneği olarak kabul edilmelidir. Bu durumun devamının sağlanması için engel olarak görülen bürokratların bertaraf edilmesi ve yerlerine istenilenleri yapmakta zorluk çıkarmayacak olanların getirilmesi bürokrasinin temel değerlerini yakından tehdit etmektedir.

 

 

Bürokratik Etik Değerlerin Erozyonu

 

    Açıklıkla belirtilmelidir ki, ülkemizde bürokratik etik değerler erozyona uğramaktadır. Türkiye uluslararası bir kuruluş tarfından her yıl düzenlenen rüşvet liginde kötü bir sırada yer almaktadır. Türkiye’de rüşvet, henüz, Tayland gibi Devlet’in hoşgörü ile karşıladığı bir konuma gelmemiştir ancak giderek yaygınlaşmaktadır.

 

Bürokrat ve bürokrasi “etik değerler” konusunda duyarlılığını yitirmiş ve belirgin bir pişkinlik eğilimi içine girmiş görünmektedir. Bürokratik yaşamım boyunca bağlı olduğu Bakan tarafından çocuk gibi azarlanan ve aşağılanan üst düzey yöneticiler gördüm. Bu kimselerin yerlerinden olmamak için her türlü hakareti çeşitli gerekçelerle içlerine sindirme çabası içinde olduklarını gözlemledim. Bürokratlar arasında istifa kurumunun yok denecek kadar az olması bunun bir göstergesi olarak kabul edilmelidir. Hediye dağıtımı ve kabulü onurlu bir insanın içine sığdıramayacağı boyutlara ulaşmıştır. Üst düzey görevlere getirilen bazı kişilerden daha sonra bunun bedelini ya da diyetini ödemeleri istenmektedir. Bu olayları örneklendirmek eğilimi içinde değilim. Ancak, ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi yozlaşmış bir üst yönetici tipolojinin ortaya çıkmaya  zorlamaktadır.

 

Üst düzey bürokratların seçimini akılcı ve tarafsız kılan süreçler oluşturulmamış ve uygulama alanına konulamamıştır. Üst düzey yöneticiler için bir iş tanımı (job description) geliştirilmemiştir. Üst düzey yöneticiler nesnel bir irdelemeden geçirilmeden göreve atanmaktadır. Bu ifadeye bakan düzeyindeki seçimler de dahildir. Bakanların seçilmesi süreci konusunda ülkemizde hiç bir teamül yoktur. Başbakan bakan adayı ile herhangi bir ön görüşme yapmamakta ve Cumhurbaşkanı’na ön bilgi vermemektedir. Başbakanların kabineyi oluşturuken göz önünde tuttuğu temel ölçüt parti içi fraksiyonlarla illeri ve bölgeleri kabine içinde dengeleyebilmek endişesidir. Bu durum bakan seçiminde dahi ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmsi anlamına gelmektedir.

 

Oysa, ABD’de bazı görevlere getirilmek için Kongre’nin ilgili komitesinde aday ve adayı tanıyanlar dinlenilmekte ve ehliyet ve liyakatleri konusunda adaylar belirli bir incelemeden geçirilmektedir. Bizde buna benzer uygulama (mülakat ve inceleme kesimi hariç) Sayıştay ve RTÜK üyeliğine seçilecek adaylar için yapılmakta ancak her iki seçimde de adayların ehliyet ve liyakati değil siyasal sadakat düzeyleri temel ölçüt olarak ele alınmaktadır. Bu amaçla kurulacak ve kariyere yapılacak atamaları önceden hazırlanacak iş tanımları çerçevesinde irdeleyecek yarı-bağımsız bir üst kurul kurulması fikri gündeme gelmelidir.

 

Doğal olarak, üst bürokratik düzeyde yaşanan bu olumsuz etik ortam orta ve alt bürokratik düzeyde de yankı ve yansıma bulmaktadır.

 

Oysa, kamu yönetimi ve özellikle “public management” ve  “new public management” yaklaşımını benimseyenler kamu yönetimlerinde yerleşiklik niteliği kazanmış olan “3 E” ilkesine dördüncü bir “E” ilkesini eklemek istemektedirler. Söz konusu üç “E” “efficiency” (verimlilik), “effectiveness” (etkililik) ve “economy” (ekonomi) ilkeleridir. Eklenmesi istenen dördüncü ilke ise “ethics” (etik ya da ahlak) kavramıdır. Bu amaçla çeşitli ülkelerin kamu yönetimlerinde “yurttaş hakları” bildirisi ya da “kamu hizmeti şartı” gibi hizmet ölçünleri oluşturulmaktadır. ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Avustralya ve Yeni Zelanda bu alanda önder ülkelerdir.

 

Ülkemizde ise, ne yazık ki, konunun öneminin ayırdına ve bilincine bile varılamamıştır. Bürokrat ve bürokrasi ezilmesi, horlanması ve kullanılması gereken unsurlar olarak görülmektedir. Bunun bedelini ise toplum ödemektedir.

 

 

Üst Düzey Yöneticilerin Görev Güvencelerinin Yokluğu

 

Şu sıralarda 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda değişiklik yapılması ile ilgili olarak Bakanlar Kurulu’na görüşülmekte olan bir yasa tasarısı bulunduğu bilinmektedir.

 

Basına yansıyan bilgilerden, “reformist” unvanı verilen Tasarı’nın yapmak istediği reformlardan birinin de üst düzey bürokratların güvencesinin ortadan kaldırılması ve siyasetçiye istediği bürokratla çalışma olanağının verilmesi olduğu belirtilmektedir. Bu savı duyanların düşünecekleri ilk şey Türkiye’de üst düzey görevlilerin güvence altında oldukları ve siyasetçilerin istedikleri bürokratla çalışamadıklarıdır.

 

Bu büyük bir yanılgıdır. Türkiye’de kamu görevlilerinin yasalarla düzenlenmiş hiç bir güvencesi yoktur. Siyasetçi istediği bürokratla da çalışabilmektedir.

 

Devlet Memurları Kanunu’nun 56 ncı, 68 inci ve 79 uncu maddeleri memur güvencesi kavramını yalnızca maddi özlük haklarının minumum düzeyine indirgediği gibi yönetime de memurlarını istediği gibi atama serbestisi tanımaktadır. 

 

Kamu görevlilerinin bu konudaki tek güvencesi “idarenin her türlü eylem ve işleminin yargı denetimine açık olduğunu” belirten Anayasa hükmüdür. Bu ilke idarenin tüm eylem ve işlemleri için geçerlidir ve hukuk Devleti ile hukukun üstünlüğü ilkelerinin temel sonucudur. Yargı denetimin olmadığı ülkelerin bir hukuk Devleti ve demokrasi olarak kabulü olanaklı değildir.

 

Haksızlığa uğradığını iddia eden kamu görevlileri yalnızca bu olanaktan yararlanarak ve şayet atamalarında Devlet Memurları Kanunu’nun öngördüğü kurallara aykırılık varsa yargıya başvurmaktadırlar. Yargı da idarenin yerine kendisini koymaksızın yapılan işlemde hukuksal uyarlılığın olup olmadığına karar vermektedir.

 

Durum bu kadar açık iken üst düzey bürokratların görev güvencesinden söz etmek ve bunu kaldırmanın bir reform anlamına geleceğini iddia etmek yalnızca yargı güvencesine sahip olan bürokrat ve bürokrasiye bunun bile fazla görüldüğü ve elinden alınmak istendiği anlamına gelecektir. Anlaşılmaktadır ki, siyasetçi artık yargı güvencesinden de rahatsızdır. Bürokrasinin içine düşürüldüğü durum yetmiyormuş gibi ganimetin daha kolay paylaşılmasının yol ve yöntemleri aranmakta olduğu anlaşılmaktadır. Yasa tasarısını düzenleyenler yakınmalarında samimiyse ve yakınmaları üst düzey bürokratların yetersizliği üzerinde yoğunlaşıyorsa bunun ana nedeninin ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi olduğunun bilincine varmalıdırlar.

 

Ancak, açıklıkla bilinmelidir ki, bu durum hem pozitif hukuka aykırı ve hem de yönetim sosyolojisine ters düzenlemeler içermektedir. Tasarı bu yaklaşımı ile üst düzey görevlilerinin yargıda haklarını arama yollarını engelleyecekse Anayasa’ya aykırıdır. Tasarı, aynı zamanda, yaratacağı kapıkulluğu sistemi ile yönetim sosyolojisine de ters düşecektir..

 

Türkiye’de üst düzey bürokratların görev güvencesi yoktur. Güvencesiz bir ortamda görev yapmaktadırlar. Bu durum kamu hizmetinde güvenilirliği, verimliliği ve etkililiği azaltmaktadır. Kendini güvencesiz gören bürokrat yalnızca amirlerini tatmin etme amacına yönelmekte, köktenci değişimlerden kaçınmakta, günlük çalışmalarla yetinmekte ve sonuçta hizmet bu ortamdan zarar görmektedir.

 

Oysa, ehliyet ve liyakat ilkelerinin gerçekleştirildiği ortamlarda, üst düzey yöneticiye sorumluluğa koşut düzeyde yetki, görevde başarılı olunması durumunda görev güvencesi, daha iyi ücret ve daha iyi çalışma ve emeklilik koşulları güvencesi verilmelidir. Bunun amacı bazı kişilere özel olanaklar tanımak değil kamu hizmetinin daha iyi koşullar altında yürütülmesini sağlamaktır. Bir yargı temsilcisinin ortaya koyduğu üzere sorun yalnızca “vicdan ve cüzdan” sorunu değildir. Sorun kamu hizmeti görenlerin genel güvencelerinin sağlanması ve bürokrasinin her türlü baskı, tehdit ve zorlamalara karşı yansız ve doğru çalışmasını sağlayacak altyapının oluşturulması sorunudur. “Cüzdan” sorununun çözümlenmesi meritokrasinin kurulması için yeterli olmayacaktır.

 

 

Sonuç

 

 

Türkiye’de bürokrasi Cunhuriyet’in gelişmesine ayak uyduramamıştır. İçerik ve derinlik bakımından çağdaş Dünya’yı yakalayamamıştır. İçinde bulunduğu koşullar açısından gelecek için tehlike sinyalleri vermektedir.

 

Bu duruma yol açan üç temel etmen vardır: ehliyet, liyakat ve kariyer ilkelerinin çökmesi, bürokraside başarım kavramının yokluğu ve etik değerlerin erozyonu.

 

Türk bürokrasisi ve bürokratı çağdaşlık düzeyini artırma uğraşları çerçevesinde bu temel sınırlılıkları aşmak zorundadır.

 

 


KAYNAKLAR

 

 

1.   Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., Cumhuriyetin 70. Yılında Türkiye'nin Kurumsal Sorunları, Türk İdare Dergisi, Sayı 401, Aralık 1993, Ankara, s. 87-129.

2.   Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., Türkiye'de Yargının Tıkanma Nedenleri ve Yargı Reformu, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 2, Sayı 10, s. 305-313.

3.   Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., Yargısal Kolluk Üzerine, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 2, Sayı 10, s. 823-826.

4.   Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., "Oklokrasi" Ya Da Demokrasinin ve Devletin Yozlaşması, Yeni  Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 3, Sayı 13, Ocak Şubat 997,  123-131.

5.   Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler:  "Administration"dan "Management"a, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, sayı 417, s. 1-28.

6.   Mouzelis, Nicos P.,  Organisation and Bureacracy, Aldine, Chicago, 1967 s. 230.

7.   Wilson, James Q., Bürokrasi; Kamu Kuruluşları Neyi, Niçin Yaparlar, Çev: S. Yalçındağ. Doğan Canman ve Y. Ertekin, TODAİE, Ankara, Mart 1996, s. 436.

8.   Caiden, Gerald E., The Dynamics of Public Administration: Guidelines to Current Transformations in Theory and Practice, Dryden Press, 1971, s. 341.

9.   Barker Raporu, The Economy of Turkey: An Analysis and Recommendation for a Development Program, Washington DC, 1951.

10. Podol Raporu, The Turkish Government Manager in Mid-Century.

11. Neumark Raporu, Devlet Daire ve Müesseselerinde Rasyonel Çalışma Esasları Hakkında Rapor, 1949.

12. Başbakanlık İdareyi Geliştirme Merkezi, 2001 Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar, Araştırma Raporları II, Mayıs 1994, Ankara, s. 33.

13. Ziya Çoker, Yönetim ve Siyaset, Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin Görüş ve Anıları, Ankara, 1995, s. 302.



[1] Mouzelis, Organisation and Bureacracy, s. 5.

[2] Mouzelis, age, s. 9.

[3] Mouzelis, age, s. 15.

[4] Mouzelis, age, s. 17.

[5] Wilson, Bürokrasi, s. i.

[6] Mouzelis, age, s. 26.

[7] Caiden, Ther Dynamics of Public Administration, s. 258.

[8] Caiden, age, s. 259.

[9] Barker Raporu, The Economy of Turkey: An Analysis and Recommendation for a Development Program, Washington DC, 1951.

[10] Podol Raporu, The Turkish Government Manager in Mid-Century.

[11] Neumark Raporu, Devlet Daire ve Müesseselerinde Rasyonel Çalışma Esasları Hakkında Rapor, 1949.

[12]  Başbakanlık İdareyi Geliştirme Merkezi, 2001 Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar, Araştırma Raporları II, Mayıs 1994, Ankara, s. 33.

[13] Hürriyet Gazetesi, Ankara Kulisi, İsmet Solak.

[14] Hürriyet Gazetesi

[15] Hürriyet Gazetesi

[16] Ziya Çoker, Yönetim ve Siyaset, Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin Görüş ve Anıları, Ankara, 1995, s. 44.

[17] Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr., Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler:  "Administration"dan "Management"a, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, sayı 417, s. 1-28.

Hiç yorum yok: