CUMHURİYET VE BÜROKRASİ
DOÇ. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ
EKİM, 1998
ANKARA
Giriş
Cumhuriyet
insanlık tarihinin yarattığı en mükemmel siyasal rejimin adıdır. Atatürk’ün
yarattığı Türkiye Cumhuriyeti ise her alanda gerçekleştirdiği büyük mucizelerle
tüm Dünya’da kendisini kanıtlamış büyük bir başarının adıdır.
Türkiye
Cumhuriyeti ile övünç ve gurur duyarım. Kuruluş döneminden bugüne kadar geçen
75 yıl içinde Türkiye Cumhuriyet toplumsal, ekonomik ve siyasal alanda büyük
başarıların sahibi olmuştur.
Anadolu
İhtilali’nden başlayarak gelişen kurtuluş savaşı ve kuruluş dönemi kaynakları
kıt, olanakları sınırlı ancak azmi ve inancı büyük bir Ulus’un tam bağımsızlık
yolunda giriştiği büyük atılım ve devrimlerle dolmuştur. Bu dönem hem yeni bir
Devletin kurulması ve hem de bireylerin ve ülkenin temel gereksinmelerinin
karşılanması için atılan dev adımlarla doludur.
Büyük
bir küresel ekonomik krizi ve iki Dünya Savaşı’nı içine alan olgunlaşma dönemi
ise aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin demokrasiyi yerleşik kılma ve
toplumsal ve ekonomik anlamda çağdaş Dünya’yı yakalama çabalarının yoğun olarak
yürütüldüğü dönem olmuştur.
Günümüzde
ise, Türkiye Cumhuriyeti, üzerinde yeraldığı kürenin büyük ve gelişmiş
ülkeleriyle yarışacağı yeni bir bin yıla hazırlanmaktadır.
Geçen
75 yıl büyük başarılarla doludur. Bu başarılar benim için her zaman bir
mutluluk kaynağı olmuştur. Ancak, ne yazık ki, aynı mutluluğu bu yazı için konu
olarak seçtiğim “Cumhuriyet” ve “Bürokrasisi” için yaşayabilmek olanağına sahip değilim.
Kuşkusuz,
Cumhuriyet öncesi dönemde Osmanlı bürokrasisi de büyük sorunlar içinde idi.
Defterdar Sarı Mehmet Paşa (1714) ve Koçi Bey (1631) Osmanlı’nın Duraklama
Devri’nde bürokratik bozukluklara dikkat çekmek için Padişah’a bildirgeler
sunmuşlar ve özellikle ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi ile
rüşvetin yaygınlaşmasına dikkatleri çekmişlerdir. Tanzimat ile birlikte
başlayan düzeltim girişimleri sırasında bürokratik yapı sürekli olarak gündeme
gelmiş ve Devlet bürokrasisinin onarımı için memurların ne gibi hediyeleri kabul edebilecekleri yasal
metinlerle düzenlenmiş ve memurlar rüşvet almayacaklarına ilişkin olarak Kur’an
üzerine el basarak yemin ettirilmişlerdir.
Ancak,
ne var ki, Cumhuriyet döneminde bu durumun tersine çevrilebilmeli ve toplumsal,
ekonomik ve siyasal alanda yaşanan büyük başarılara bir de yönetim devrimi gibi anlamlı bir başarı eklenebilmeli, bürokrasi
bir meritokrasi yani erdemlilik
yönetimi biçimine dönüşebilmeli ve her türlü büropatalojiden uzak kalabilmeli
idi.
Bu
ideal sonuç elde edilememiştir.
Bürokrasi Nedir?
Bürokrasinin
tanımı pek çok düşünür ve yönetim kuramcısı tarafından yapılmıştır. Bu düşünür
ve kuramcılar Max Weber’den Karl Marx’a ve Michels’e kadar değişmektedir.
Mouzelis, “Örgüt ve Bürokrasi” adlı yapıtında öncelikle örgüt ve bürokrasi
kavramlarına açıklık getirmek istemektedir. Mouzelis’e göre örgüt ya da daha
doğru anlatımla biçimsel örgüt “belirgin
bir amacı elde etmek üzere belirgin bir şekilde oluşturulmuş toplumsal
gruplaşma şeklidir”. Mouzelis, bürokrasiyi
ise “özel bir tür biçimsel örgüt” olarak tanımlamaktadır. [1]
Bürokrasi
konusu üzerinde ilk duranlardan biri de Karl Marx’tır. Hegel’in Devlet
kuramından etkilenen Marx bürokrasiyi Devlet ile sivil toplum arasında bir
köprü olarak görmüş ancak bu yaklaşımda esaslı bazlı değişiklikler yapmıştır.
Marx’a göre bürokrasinin bu biçimsel ve hukuksal görünüşü aslında sahte bir
görünüştür ve onun gerçek yüzünü yansıtmamaktadır. Marx, Hegel’den
farklılaşarak, bürokrasinin toplumsal çıkarı korumak anacını taşımadığını
aksine olarak egemen sınıfların
çıkarlarını korumak durumunda olduğunu söylemektedir. Bu anlayışa göre,
bürokrasi egemen sınıfların öteki sınıflar üzerindeki egemenliğini sürdürmenin
bir aracıdır. [2]
Ancak
bürokrasi konusunda en fazla duran düşünür Max Weber olmuştur. Weber de
bürokrasi ile ilgili anlayışını güç
ya da otorite kavramı üzerine
oturtmuştur. Weber’e göre güç “bir
kimsenin iradesini bir başka kimsenin davranışı üzerine dayatabilme olasılığı”dır.
[3] Weber göre güç üç ayrı şekil alabilmektedir: karizmatik, geleneksel ve hukuksal. Karizmatik güç bir kismeye
önder olması için doğuştan verilmiş olağan dışı yeteneklerdir. Geleneksel güç
ise bir şeyin uzun bir zamandan bu yana aynı şekilde yapılmakta olmasından
kaynaklanan güçtür. Hukuksal güç ise meşruluk anlayışını yansıtmaktadır. Hukukun
doğruluğu insanların kurallara uygun olarak davranmasını gerekli kılar. Zira,
bu kurallar yönetici tarafından doğru
olduğu açıklanan süreçlere uygun olarak yürürlüğe konulmuş olan kurallardır. [4]
Bürokrasi
konusunda son zamanlarda yayınlanan yapıtlardan bir olan “Bürokrasi” adlı
kitabında James Q. Wilson bürokrasi hakkında şunları söylemektedir: “Çağdaş
devletin gelişmesi ile ilgilenen tarihçiler ve toplumbilimciler, toplumun
bürokratikleşmesi konusuna aşırı ağırlık vermiş bulunuyorlar Max Weber bu
geleneğin kurucusudur…. Bu görüşe göre
bürokrasi, toplumsal örgütlenmenin özel bir biçimidir ve eğer belli özel
durumlara kimi genel kurallar uygulanırsa kamu yönetimi eylem ve işlemlerinin
nasıl olması gerektiğinin önceden görülmesi olanağını arttırıcı bir niteliği
vardır. Bürokrasinin mensupları işgal ettikleri mevkilere ilişkin yetkilere
sahiptirler, ömür boyu sürecek bir meslek (kariyer) güvencesinden
yararlanırlar, toplumda saygın bir yerleri vardır ve sahip oldukları yetkileri
öyle kullanırlar ki, bürokrasi toplumda
çok üstün bir
güç durumuna ulaşır.
Bu gücü dengelemek için
yurttaşların ve politikacıların verdikleri savaşım ise sonuç
vermez.” [5]
Michels
ise çok bilinen ‘oligarşinin demir
kanunu’ yaklaşımı çerçevesinde bürokrasiyi oligarşik bir kavram olarak
tanımlamakta ve seçkinlerin toplum
üzerindeki dayatmacı baskısının bir aracı olarak görmektedir. [6]
Bu
tanımlar üst üste konursa bürokrasi bir siyasal aktör, siyasal sistemin esaslı
bir unsuru, toplumsal ürünlerin üreticisi ya da tüketicisi, bir güç merkezi,
bir baskı grubu, bir değişim ajanı, bir siyasal simge, bir toplumsal elit, bir
ilgi yaratcıcısı, bir siyasal, toplumsal ve ekomomik sistem, bir siyasete giriş
noktası ve bir çevresel belirleyici gibi görünümler alabilmektedir.[7] Caiden’in yukarıda özetlenen yaklaşımı esas
alındığında bürokrasinin irdelenebilmesi, tipolojilerinin yapılması,
ideolojilerinin belirlenmesi, güç merkezinin saptanması, karar alma sürecinin
belirlenmesi, eylemlerinin ve işlevlerinin saptanması, başarım düzeyinin
saptanması, içinde yer aldığı koşulların belirlenmesi, modellerin saptanması ve
dinamiklerinin ortaya çıkarılması gerekir.[8]
Kuşkusuz
bu görüşlerin her birinin kendisine göre geçerlilikleri vardır. Ancak, bana
göre ve bu yazı konusu açısından bürokrasi,
esas olarak, yönetimin insan yönüdür.
İnsan unsuru (ya da emek) sermaye ve hammadde gibi üretim sürecinin temel
unusurudur. Kamu yönetiminde ise insan unsuru kamusal hizmet üretiminin temel
unsuru olmak durumundadır. Bu nedenle, kamu
yönetiminde insan ve insanın yönetimine ilişkin koşulları düzenleyen ve
çerçeveleyen kural, koşul ve statüler bürokrasinin bütününü oluşturmak durumundadır.
Konuyu
daha anlaşılır kılmak bakımından bu yazıda “Cumhuriyet” ve “bürokrasi”
ilişkileri üzerinde durulurken bürokrat
kavramı esas olarak kamuda yöneticilik
(özellikle üst yönetici) işlevini yapanlar olarak tanımlanacak ve bürokrasi kavramı ise bu insanları çerçeveleyen statüsel değerler
olarak ele alınacaktır. Ancak, hemen belirtilmelidir ki bu yazıda yer alan
irdelemeler esas olarak askeri bürokrasi dışında kalan sivil bürokrasi ile
ilgilidir.
Türkiye’de Yapılan Araştırma Çalışmaları
Cumhuriyet
dönemi içinde bürokrasi ve kamu yönetimi ile ilgili çeşitli çalışmalar
yapılmıştır. Bunlar arasında Neumark Raporu, Barker Raporu, Martin ve Cush
Raporu, Mook Raporu, Fisher Raporu ve Podol Raporu gibi raporlar yabancı
uzmanlar tarfından yapılan araştırmaların başında gelmektedir.
Barker
Raporu esas olarak üç konu üzerinde durmaktadır: kamu yönetiminde etkililik ve
verimlilik, aşırı merkezileşme, kurmay hizmetlerin yeteri kadar gelişmemiş
olması ve personel yönetiminin yetersizliği. [9]
Türk
bürokratları açısından ilginç bir portre çizilen Podol Raporu’nda Türk
bürokratı şu şekilde tanımlanmaktadır: Eyleme yönelik değildir, yetki devrinde
aşırı ölçüde isteksizdir, haberleşmeye önem vermez, aşırı ölçüde statü
düşkünüdür, özel yaşamın anlamını bilmez, batılı (çağdaş) olduğuna inanır ve
daha çok öğrenmek ve gelişmek ister. Podol, Türk hükümeti için hazırladığı
Raporu’nda, Türk kamu yönetiminin temel eksikliğinin bürokrasinin modern yöntem
ve kavramlarla ilişkisinin yokluğu ve yeni düşünceleri uygulayacak eğitimli
personelin kıtlığı olduğunu belirtmektedir. Özellikle hiyerarşinin alt
düzeylerinde belirgin bir yönetim anlayışından söz edilemeyeceğini söyleyen
Podol “staff” kelimesinin Türkçe karşılığının askerlerden alınan “kurmay”
kelimesi ile karşılandığını ve “management” kelimesini anlamlandıracak Türkçe
bir karşılığın ise geliştirilemediğini belirtmektedir. [10]
Neumark
Raporu’nda bürokrasinin ortak sorunlarının memurların sayısıyla niteliklerine
ilişkin sorunlar, örgütlenme eksiklikleri, yasaların elverişsizliği, aşırı
kırtasiyecilik ve denetim sisteminin yetersizliği olduğu saptaması yer
almaktadır. [11]
Martin ve Cush Raporu’nda üst kademe
yöneticilerin rutin nitelikteki işlerden kurtarılarak dairelerinin
faaliyetlerinin planlanması işleri ile meşgul olmalarının sağlanması; çalışma
metodlarını geliştirilmesi ve sevk ve idare (management) ilkelerinin yönetime
yerleştirilmesi, sınıflandırmaya gidilmesi ve yetenekli elemanların devlet
hizmetine çekilebilmesi için işe alma yöntemlerinin geliştirilmesi gibi
önerilerden söz edilmektedir. [12]
Yukarıda
sayılan bireysel raporları 1960 yılından sonra toplu raporlar dönemi
izlemiştir. “İdari Reform ve
Reorganizasyon Ön Raporu” (1961), “Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi
- MEHTAP- Raporu” (1962), “Devlet
Personel Rejimi Hakkında Ön Rapor” (1962), “İdareyi ve İdari Metodları Yeniden
Düzenleme Komisyonu Raporu” (1966),
“İdari Reform Danışma Kurulu Raporu” (1971), “Kamu Yönetimi Araştırması
- KAYA” (1990) ve çeşitli özel ihtisas komisyonlarının raporları bu
çalışmaların önde gelen örnekleri arasında yer almaktadır.
Türk Bürokrasisinin Temel Sorunları
Belirtilen
bu raporlar genelde Türkiye’de bürokrasinin, kamu yönetiminin ve personel
sisteminin içinde bulunduğu sorunları çeşitli açılardan incelemişler, doğru ve
isabetli gözlemlerde bulunmuşlar ve çoğu Ülkemizde uygulama alanı bulmuş olan
öneriler geliştirmişlerdir. Devlet Memurları Kanunu’nun çıkarılması, Devlet
Personel Başkanlığı’nın kurulması ve TODAİE’nin kurulması gibi örnekler bu
öneriler arasında sayılabilir.
Ancak,
kanımca, bu raporlar ya yüzeysel kalmış
ve şekilsel çözüm önerileri ile yetinmiş
ya da sorunu belli açılardan ele almış
ve yalnızca kesimsel çözümler
üretmişlerdir.
Bugün
bürokrasinin pek çok sorunu olduğu bilinmektedir. Bu yazının amacı tüm
sorunların bir listesini vermek değildir. Ancak, bürokrasinin temel sorununun ve nitelik ve nicelikleri itibariyle
temel sorunun ortaya çıkmasında ağırlıklı rol ve pay sahibi olan öncelikli sorunların belirlenmesi
gerekmektedir.
Bana
göre, Türk bürokrasinin 2000’li yıllara girerken içinde bulunduğu en önemli iki sorun vardır: ve giderek
büyümekte ve çeşitlenen sürecine giren başarım
(performans) düzeyinin düşüklüğü yozlaşma.
Bürokrasi
pahalıdır, israfa yol açmaktadır, verimli değildir ve etkisizdir. Daha da
önemlisi, Türk bürokratında başarım alanında odaklanan bir endişe söz konusu
değildir. Hedef, amaç, strateji, politika, başarımın izlenmesi ve
değerlendirmesi, birim maliyet kavramı, etkili örgütlenme, denetim
sistemlerinin ıslahı ve ücret sisteminin başarıma göre ayarlanması gibi
kavramlar yeterince gelişme olanağı bulamamıştır.
Öte
yandan, bürokraside önemli bir yozlaşma yaşanmaktadır. Ehliyet, liyakat ve
kariyer gibi bürokrasiyi meritokrasi
yani erdemlilik
yönetimi yapan unsurlar çökmüş ve onun yerine bir plutokrasi yani varsılların, zenginlerin ve güçlülerin
yönetimi gelmiştir.
Bu
temel gözleme eklenmesi gereken bir başka unsur da bürokrasinin içinde
bulunduğu çevresel koşulların
olumsuzluğu ve bürokrasinin etik
değerlerinin erozyon içinde bulunmasıdır.
Başarım
kavramının bir endişe kaynağı olarak ortaya çıkmamasının yarattığı temel sonuç ise büropatalojilerin
yeterince algılanamaması ve bu bürokratik sorunların temel çözümünün iyi
örgütlenmede, doğru yönetimde, isabetli planlamada ve etkili denetimde
aranmamasıdır. İşe eleman yerine elemana iş bulunması, iş çözümlemesi yerine
rasgele birim kurarak örgütlenmeye çalışılması, somut hedeflerin belirlenmesi
yerine amaçsızlık ve hedefsizlik, paranın değer karşılığı ya da başarım
denetimi gibi devingen bir denetim anlayışı yerine durağan bir hukuksallık
denetimi ve etik ölçünlerin geliştirilmesi yerine etik niteliklerin erozyonu ve
hatta çeteleşme bu olumsuz sonucun temel
örnekleridir.
Bürokrasinin
üç temel sütunu olan ehliyet, liyakat ve kariyer ilkelerinin çökmesi rüşvet,
yiyicilik, siyasal kayırmacılık (favoritism), akraba kayırıcılığı
(nepotism), köşeyi dönme ve çeteleşme
gibi süreçlerle bütünleşen ve “ganimetin paylaşımı”na yönelik yozlaşmış bir
yönetim ortamının (spoils system) ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.
Temel Sorun 1: Başarım Düşüklüğü
Türk
bürokratı yönetim bilimini öğrenememiştir. Yönetimi geliştirmenin verimlilik ve
etkililiği artıracağını ve böylelikle de başarım düzeyinin yükseleceği anlamına
geleceğinin ayırdına varamamıştır.
Bugüne
kadar bir çok belediyede ve merkezi hükümet kuruluşunda araştırma ve
incelemeler yaptım. Bu kuruluşların hiç birinde bir başarım endişesi ile
karşıolaşmadım. Yöneticilerin yaptıkları tek eylem bütçe ile kendilerine
verilmiş olanaklar çerçevesinde günlük ödevlerini yapmaya çalışmak idi.
Hiç bir
kamu kuruluşunda hizmetin birim maliyetinin hesaplandığını ve karşılaştırmalı
maliyet çözümlemelerinin yapıldığını görmedim. İncelediğim belediyelerde tüm
belediyenin onlarca yıllık hizmet gereksinimini karşılayacak anlamsız malzeme
stoklarıyla karşılaştım.
İşgücü
analizi ve insangücü planlaması gibi ilkelere dayalı bir personel politikası
kavramıyla hiç karşılaşmadım.
Hizmetin
gerçek anlamda planlandığı ve çalışmaların bu planlara göre yönetildiğine hiç
tanık olmadım.
Nakit
akışı tahminleri ve maliyetin geri dönüşü gibi akçal yönetim kavramlarıyla hiç
bir kamu yönetiminde karşılaşmadım.
Son
zamanlarda hızla gelişen bilgisayarlaşma sütrecinde bile örgütü bir bilgisayar
çöplüğü olmaktan kurtaracak ciddi bir planlama ile karşılaşmadım.
Hedeflerin
somut ve ölçülebilir bir şekilde çalışmanın başında ortaya konulduğunu,
çalışmanın buna göre örgütlendiğini ve zaman zaman elde edilen sonuçların
ölçülerek saptanan hedeflerle karşılaştırmasının yapıldığını sivil bürokraside
hiç görmedim.
Yeni
bir birim ya da kurum kurmanın ayrıntılı iş ve görev çözümlemesi araştırmasına
dayalı olarak yapıldığını hiç görmedim.Bir birim kurulacak ise bir kaç kişinin
üzerinde anlaştığı “üzüm salkımı” benzeri bir örgüt çizelgesi ile işe
başlanmakta ve buna dayalı yasal metinler hazırlanmaktadır.
Kamuda
ve özellikle belediyelerde nltelikli eleman sayısı azdır ancak çok fazla sayıda
niteliksiz elemana iş sağlanmıştır.
Kamuda
çalışanların yarısı ertesi gün işe gelmese dahi hizmetin aksaması söz konusu
değildir. Bazı kimseler ise hiç işe uğramadan ücret almaktadır.
Hedef
saptandığını görmedim. Ertesi günü, gelecek haftayı, ayı ve yılı düşünebilen az
sayıda yönetici ile hiç karşılaştım.
Esasen
görevde geçirdikleri sürenin azlığı buna olanak vermemekteydi.
Üst
yöneticilerin hepsini korkak, ürkek ve çekingen olarak gördüm. İş yapma güçleri
son derecede yetersiz olan ve başarım konusundaki güdülenmeleri sınırlı olan bu
üst yöneticilerin çoğu kez de haklı olduklarını
düşündüm.Testiyi dolduranla kıran arasındaki farkı bürokratik süreçler
ortaya koyamıyordu. Hatta testi dolduran işini yaparken bir hata yapmak ve
dolayısıyla cezalandırılmak endişesi içinde idi.
Bürokratik
değerlendirme süreçlerinin yetersizliği başarılı ile başarısızı, çalışanla
çalışmayanı ve bilgili ile bilgisizi birbirinden ayırt edebilmek ve başarılıyı,
çalışanı ve bilgiliyi ödüllendirebilmek yeteneğine kavuşamamış idi.
Böylesi
bir çalışma ortamı içinde çalışanların işe karşı doğuştan gelen eğilimlerini
yorumlayan ister X ve isterse Y kuramı
herhangi bir sonuç üretebilmek durumunda değildir.
Bazı
belediyelerde birim hizmet maliyetlerini hesapladım ve özel sektörle
karşılaştırdım. Her sonuç özel sektörün birim maliyetinin bir kaç kez daha
düşük olduğunu gösteriyordu.
Esasen,
bu sonuç, yukarıda betimlenmeye çalışılan koşullar altında kaçınılmazdır.
Hatalı örgütlenen, planlanmayan, yanlış yönetilen ve aşırı sayıda niteliksiz
elemanla doldurulmuş, üretim süreçleri düzenlenmemiş bir yönetim ortamı içinde
başka bir sonuç beklemek olanağı yoktur.
Bu durumun doğurması gereken temel sonuç başarım
düşüklüğüdür. Türk bürokrasisinde performans düşüktür. Verimsizlik ve
etkisizlik egemendir. Hizmet çok pahalı üretilmektedir. İsraf egemendir. Kalite
düşüktür. Daha vahimi ise yönetimi geliştirmenin bu sonuçları tersine
çevirebilme gücüne sahip olduğu bilincinin Türk bürokratında bulunmaması ya da
bulunsa bile içinde bulunduğu büropatalojiler nedeniyle düşündüklerini uygulama
alanına koyabilme gücüne sahip olamamasıdır.
Temel Sorun 2: Bürokratik Yozlaşma
Türkiye’de
bürokrasi yozlaşmıştır ve yozlaşma süreci giderek derinlik kazanmaktadır. Bu
süreci daha iyi anlatabilmek için aşağıya üç kısa örnek olay aldım.
Örnek Olay 1: Eski Bakan Mustafa Yılmaz’ın Açıklaması
“Partimin
bir milletvekili beş-altı kez gelip beni makamımda tehdit etti. ‘Ya ihaleyi
verip payını al, ya da…’ dedi… Partili bir il başkanı da ‘bana bak, bu ihaleyi
de bana ver ve hakkını al’ diye tehdit etti. Benden önceki bir bakana gidip
‘Hoca, senin deneyimin var, bu adamlar aleni rüşvet teklif edip tehdit ediyor’
dedim. ‘Bu işler böyle’ demez mi? Genel Başkan’a çıktım. Bunları aynen aktarıp
‘Ne yapmam lazım?’ diye sordum. Bana ‘Valla bir oya bile ihtiyaç var’ der demez
yanından fırladım. Çıkarken istifamı verdim.”
[13]
Örnek Olay 2: İhale Komisyonu = % 10
“İTO
Başkanı Yıldırım ‘Çetelere komisyon ödemeden devlet ihalelerine katılmak
imkansızdır’ dedi. Yıldırım, yaptığı yazılı açıklamada, askeri ihalelerden
hastane ihalelerine, gıdadan inşaat ve bayındırlık işlerine kadar devlet
ihalelerinin çetelerin kontrolu altında bulunduğunu savundu.” [14]
Örnek Olay 3: Alaattin Çakıcı’nın Açıklaması
‘Türkiye’de
hükümetler soakataki vatandaşı hiç bir zaman düşünmemişlerdir. Kendilerini
güşlendirmek için devletin imkanlarını kendi yandaşlarına soydurtmuşlardır.
Vatandaşın hakkını yiyen ve çalan bu hükümetleri nefretle kınıyorum.” [15]
Türkiye’de
bürokrasinin yozlaşmış olduğu gerçeğini saptamak için yukarıda belirtilenlerin
dışında bir başka kanıt aramaya gerek duyulmamalıdır. Sayıları çok daha fazla
artırılabilecek olan bu örnek olaylar bürokrasi gemisinin karaya oturmuş
olduğunu açıklıkla göstermektedir.
Türkiye’de
bürokrasinin bu duruma gelmesinin üç
nedeni vardır:
·
ehliyet,
liyakat ve kariyer sistemlerinin çökmesi,
·
bürokratik
etik değerlerin erozyonu ve
·
üst
düzey yöneticilerin görev güvencelerinin yokluğu.
Ehliyet ve Liyakat İlkelerinin
Çökmesi
Ehliyet,
liyakat ve kariyer ilkeleri sağlıklı ve güçlü bir bürokratik sistemi üzerinde
taşıyan temel sütunlardır. Bu sütunların çökmesi durumunda bürokrasinin ayakta
kalabilmesi olanağı yoktur. Ehliyet belgesi olmayan bir doktorun hasta tedavi
etmesi ve ehliyet belgesi olmayan bir kimsenin avukatlık yapması nasıl imkansız
ise yönetimi gerçek bir ehliyet isteyen bürokratik görevlerin ehliyeti olmayan
insanlara verilmesi aynı anlama gelen bir yanlışlıktır. Zira, ehliyet belgesi
kişinin sorumluluk taşıdığı konuda eğitim ve bilgi sahibi olduğunu
gösterecektir.
Öte
yandan, liyakat ilkesi kendisine yetki ve sorumluluk verilecek olan kimsenin
sahip olduğu yetenekler ve geçmiş başarılarıyla göreve layık olduğunu
sergilemesi anlamına gelir. Geçmişinde hiç bir başarıya sahip olmayanların ya
da görevi yerine getirecek yeteneklere sahip olmayanların göreve getirilmesi
-şayet atamada başka bir amaç güdülmüyorsa- görevde başarısızlığın daha
başlangıçta kabul edilmesi anlamına gelecektir.
Türkiye’de
işe eleman seçmede ve üst görevlere ilerlemelerde bu iki ilke tümüyle ortadan
kalkmış görünmektedir. Bu durum göreve ehil ve layık olmayanların başka güdüler
altında göreve getirildiklerini göstermektedir.
Ehliyet
ve liyakat sahibi olan kişilerin göreve getirilmesi durumunda ise varlıklarını
tüm güçleri ile sürdüren büropatolojiler bu durumun süreklilik ve kararlılık
kazanmasına olanak vermemektedir.
Ülkemizde
ehliyet ve liyakat ilkelerinin yozlaşması sonucunu doğuran beş temel sürecin varlığı gözlenmektedir:
·
siyasallaşma,
·
ideolojik dayanışma,
·
tarikatleşme ve mezhepçilik,
·
çeteleşme ve
·
sermaye temsilciliği.
Siyasallaşma
Bürokrasi
politikacı için her zaman iştah kabartan bir yer olmuştur. Zira, kendisini
seçim zaferine ulaştıran ve bu zaferin devamını sağlayacak ana olgu olan seçmen
gereksinmelerinin karşılanması, oy potansiyelinin güçlendirilmesi ve ganimetten
pay alma yarışında güçlü konuma gelmek isteği bürokrasiyi ve bürokratı denetim altına almayı gerekli kılmaktadır.
Buna karşılık bürokrat da siyasetçiyi ve
özellikle iktidara yakın olan siyasetçiyi kendisinin bürokratik kademelerde
yükselmesi için temel araç olarak görür. Yapılması gereken tek şey belirli
bir partiye ait ve bağlı olduğunu deklare etmek ve eylem ve davranışlarla bu itirafın gerçek
olduğunu ispatlamaya çalışmaktır. Bu karşılıklı çıkar bağı çoğu kez belirli
ortak zeminlerde buluşabilmekte ve karşılıklı çıkarlar dengelenebilmektedir. Az gelişmiş ve bürokratik gücü zayıflamış
tüm ülkelerin ortak özelliği bürokrasinin siyasallaşmasıdır. Buna karşılık
gelişmiş ve bürokrasisi güçlü olan devletlerde bürokrat siyaset kavramından
uzak tutulmuştur. Ülkemiz ne yazık ki siyasetçi-bürokrat ilişkilerinin
yoğun olduğu ve Devlet ve dolayısıyla da kamu çıkarlarının yeterince
korunamadığı ülkeler arasındadır. Ana sorumluluğu olan yasama işlevinde parti
disiplini adı altında kendi kişilik bunalımına düşen, yalnzca istenilen yönde
oy verme makinası haline gelen ve bu nedenle içinde bulunduğu ortama
yabancılaşan politikacıların önemli bir çoğunluğu varlık nedenlerini
bürokrasiyi ve bürokratı amaçlarına ve çıkarlarına uygun olarak kullanmakta
aramaktadır. Buna karşılık, bürokratların bir bölümü, ehliyet ve yeteneklerinin
işe yaramayan kavramlar olduklarının bilincine erişmeleri veya ehliyet ve
liyakat konusnuda eksikliklerinin ayırdına varmaları durumunda siyasal
partilerle ve siyaset adamları ile işbirliğini geliştirmenin yollarını
aramaktadırlar. Bu gibi ortamlarda ehliyet ve liyakat ilkelerinden söz
edebilmek olanağı yoktur. Bürokrasi kısa zamanda yozlaşacak, bürokrat esir
düşecek ve kamu hizmeti çok kötü bir şekilde yönetilecektir. Civangate,
İskigate, İlksangate TEDAŞ ve TOFAŞ sendromları bu yozlaşma sürecinin ülkemizde
ortaya çıkan örnekleri olarak kabul edilmelidir.
Mülki
idarede uzun yıllarını başarılı bir bürokrat olarak geçirmiş olan emekli vali
ve müsteşar Ziya Çoker “Siyaset ve Yönetim” adlı anı yapıtında şunları
söylemektedir: “Üst bürokratlarla politikacıların bütünleşmesi iki yönlü
işleyen bir kanalda oluşmaktadır. İktidarda bulunan ya da iktidara gelmeye aday
bir partinin politikacıları, görevde bulunan bürokratları, ödül ve ceza
korkutmaları altında, kendi amaçlarına alet etmeye çalışmaktadırlar. Bürokratın
iyi çalışması değil, çıkarları engellemeyecek ya da çıkarlara uygun biçimde
çalışması önemlidir. Buna uyanlar, daha iyi ve üst makamlara getirilerek
ödüllendirilirler, uymayanlar da yer ve makam değiştirmeye mahkum edilir. Bu
yolla cezalandırılırlar. Kuşkusuz, politikacıya kendiliğinden yanaşan ve hizmet
sunmak isteyen bürokratlar da vardır. Bunların çoğunluğu, kendi yetenek ve
olanaklarıyla üst makamlara gelemeyecek olanlardır. Politikacıyla bütünleşerek,
yani onların çıkarlarına hizmet ederek, amaçlarına kavuşmak, ödüllendirilmek
isterler…
Bürokrasi
ile iktidar partisi politikacılarının bu biçimde bütünleşmesinden, adil ve
eşitlikçi bir yönetim yapısının çıkamayacağı ortadadır…” [16]
İdeolojik Dayanışma
Siyallaşma
sürecinin bir başka şekli ideolojik dayanışmadır. Bu süreçte partiye
bağlılık kavramının yerini belirli bir ideolojiye bağlılık almaktadır.
İdeolojik temellerini ve toplum üzerindeki iddialarını güçlendirmek isteyen
gruplar önce bürokrasinin tarafsızlık
ilkesini reddedecek ve arkasından da kendi yandaşlarının bürokrasi içinde en
etkili konuma gelmesini isteyeceklerdir. 1990’lı yıllardan sonra gündeme
geldiği günlük konuşmalarda ifade edilen “omurga oluşturma” yani Devletin temel
noktalarına ideolojik yandaşlar yerleştirme girişimi bunun tipik bir örneği
olarak kabul edilmelidir. Bu sürecin egemen olması durumunda devlet
yöneticileri yalnızca belirli bir ideolojiyi paylaşanlar arasından seçilmesi
durumu ortaya çıkacak ve devletin tarafsızlık ve tüm siyasal düşünce
sahiplerine eşit davranması ilkeleri zarar görecektir. Kuşkusuz, bu durumun
temel sonucu ehliyet ve liyakat ilkelerinin bütünüyle rafa kaldırılması ve
yozlaşma sürecinin bürokraside önemli bir ivme kazanmasıdır. Susurluk olayı, çek-senet
mafyaları ve henüz kesin olmamakla birlikte büyük bir olasılıkla Uğur Mumcu,
Bahriye Üçok ve Muammer Aksoy olayları bu tür yozlaşmaların örneği olarak kabul
edilmelidir.
Tarikatlaşma ve Mezhepçilik
Dinsel
farklılaşmayı ya da inanç parallelliğini ortak çıkar sağlamak ya da engellemek
yolunda bir etmen olarak görenler de tıpkı biraz önce anlatılan siyasallaşma
sürecinde olduğu üzere tarikatlaşme ya da mezhep ayırımcılığı yapmak yoluyla
bürokrasi üzerindeki etkilerini artırmaya çalışmaktadırlar.
Özellikle
1980 yılından sonra kamu sektöründe giderek yaygınlaşma eğilimi gösteren bu tür
girişimler laiklik karşıtı bir görünüm almaktadır. Bürokrasiyi laiklik
taraftarı olarak gören ve bu nedenle de bu önemli engeli bertaraf etmek
isteyenler bürokrasi içinde kritik önem taşıyan görev ve meslekleri ele
geçirmek istemektedirler.
Bu
özelliği itibariyle daha önce ele alınan öteki iki süreçle aynı niteliklere
sahiptir. Aynı olumsuz amacı paylaşmaktadır: bürokratı, bürokrasiyi ve
dolayısıyla da “ganimet”i denetim altına
almak. Bunun sonucunda da ehliyetli ve
liyakatli kimselerin göreve getirilmesi değil tarikat ve mezhep mensuplarının
göreve getirilmesi söz konusu olacaktır.
Çeteleşme
Türkiye’de
kendilerine “mafya” yakıştırması yapılan ve yasa dışı siyasal ya da ekonomik
amaçlarını gerçekleştirmek amacıyla silahlı ve güç kullanma esasına dayalı
gruplar oluşturulmuştur. Bu grupların bazıları Devleti koruma altına aldıkları
iddiasına da sahiptirler. Ancak, bu grupların asıl amaçlarının yasa dışı olan
ekonomik olguların yarattığı rantdan kendilerine düşen payı almak olduğu
anlaşılmaktadır. Bu gruplar Devlet içindeki bazı odaklarla ve özellikle siyaset
çevreleriyle ilişki kurarak bürokrasi üzerinde etkili olabilmektedirler. Bu
çeteler özelleştirme çalışmalarını etkilemekte, banka satışlarına karışmakta,
devlet ihalelerinden pay almakta, ihale kararlarını etkilemekte, devlet yöneticilerini tehdit yoluyla
sindirmekte, hapisten adam kaçırmakta, uluslararası siyasal ilişkileri ve hatta
ulusal ekonomiyi bile etkileyebilmektedirler. Bu gibi kimseler bu çalışmalarını
sürdürebilmek için siyasetçiye bazı olanaklar sağlamakta ve hatta bir
dolandırıcılık olayında olduğu gibi oy satın alabileceklerini söyleyebilmektedirler.
Bu tür eylemlerin temel sonucu, daha önceki türlerde olduğu üzere, ehliyet ve
liyakat ilkelerinin bir tarafa bırakılması ve bürokrasideki yozlaşma ve soygun
düzeninin devam etmesidir.
Sermaye Temsilciliği
Bürokrasinin
bir başka yozlaşma süreci de sermayenin bürokrasi üzerindeki etkisinin giderek
yaygınlaşmasıdır. Sermaye sahiplerinin kendi çıkarlarını sağlamak yolunda
üstünlükler sağlaması ve bu amacına ulaşmak için bürokratı ve siyasetçiyi
kullanmaları toplumsal adaleti ve toplumsal eşitliği bozan ve daha önceki
yozlaşma örneklerinde olduğu gibi sakıncalı sorunlar üreten bir süreçtir.
Daha
önceki bir yazımda Türkiye’de vergi toplamada ve iç/dış borçlanmada sınıra
gelinmiş olduğunu belirtmiş ve bu durumun bir vergi reformunu kaçınılmaz
kıldığını belirtmiştim. [17] Bu amacı güden bir Yasa geçtiğimiz aylar
içinde yasalaştı. Vergi yükünü tüm gelir
üreten kesimlere dağıtmayı amaçlayan Yasa’ya karşı ilk ödün isteklerinin banka
sahiplerinden ve menkul kıymet sahiplerinden gelmesi dikkat çekici olmalıdır.
Zihinlerimizi biraz zorlarsak hayali ihracat olayları, yatırımlara izin vermek
üzere ilgili mevzuatta geçici değişiklikler yapılması, ihalenin verileceği
kimselerin önceden belirlenmesi, ekonomik teşviklerin siyasal yandaşlar
arasında dağıtılması ve “terlik” için kısa süreli teşvik kararnamesi
çıkartılması bu tür etkilerin bir kaç örneği olarak kabul edilmelidir. Bu
durumun devamının sağlanması için engel olarak görülen bürokratların bertaraf
edilmesi ve yerlerine istenilenleri yapmakta zorluk çıkarmayacak olanların getirilmesi
bürokrasinin temel değerlerini yakından tehdit etmektedir.
Bürokratik Etik Değerlerin Erozyonu
Açıklıkla
belirtilmelidir ki, ülkemizde bürokratik etik değerler erozyona uğramaktadır.
Türkiye uluslararası bir kuruluş tarfından her yıl düzenlenen rüşvet liginde
kötü bir sırada yer almaktadır. Türkiye’de rüşvet, henüz, Tayland gibi
Devlet’in hoşgörü ile karşıladığı bir konuma gelmemiştir ancak giderek
yaygınlaşmaktadır.
Bürokrat
ve bürokrasi “etik değerler” konusunda duyarlılığını yitirmiş ve belirgin bir
pişkinlik eğilimi içine girmiş görünmektedir. Bürokratik yaşamım boyunca bağlı
olduğu Bakan tarafından çocuk gibi azarlanan ve aşağılanan üst düzey
yöneticiler gördüm. Bu kimselerin yerlerinden olmamak için her türlü hakareti
çeşitli gerekçelerle içlerine sindirme çabası içinde olduklarını gözlemledim.
Bürokratlar arasında istifa kurumunun yok denecek kadar az olması bunun bir
göstergesi olarak kabul edilmelidir. Hediye dağıtımı ve kabulü onurlu bir
insanın içine sığdıramayacağı boyutlara ulaşmıştır. Üst düzey görevlere
getirilen bazı kişilerden daha sonra bunun bedelini ya da diyetini ödemeleri
istenmektedir. Bu olayları örneklendirmek eğilimi içinde değilim. Ancak, ehliyet
ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi yozlaşmış bir üst yönetici tipolojinin
ortaya çıkmaya zorlamaktadır.
Üst
düzey bürokratların seçimini akılcı ve tarafsız kılan süreçler oluşturulmamış
ve uygulama alanına konulamamıştır. Üst düzey yöneticiler için bir iş tanımı
(job description) geliştirilmemiştir. Üst düzey yöneticiler nesnel bir
irdelemeden geçirilmeden göreve atanmaktadır. Bu ifadeye bakan düzeyindeki
seçimler de dahildir. Bakanların seçilmesi süreci konusunda ülkemizde hiç bir
teamül yoktur. Başbakan bakan adayı ile herhangi bir ön görüşme yapmamakta ve
Cumhurbaşkanı’na ön bilgi vermemektedir. Başbakanların kabineyi oluşturuken göz
önünde tuttuğu temel ölçüt parti içi fraksiyonlarla illeri ve bölgeleri kabine
içinde dengeleyebilmek endişesidir. Bu durum bakan seçiminde dahi ehliyet ve
liyakat ilkelerinin terk edilmsi anlamına gelmektedir.
Oysa,
ABD’de bazı görevlere getirilmek için Kongre’nin ilgili komitesinde aday ve
adayı tanıyanlar dinlenilmekte ve ehliyet ve liyakatleri konusunda adaylar
belirli bir incelemeden geçirilmektedir. Bizde buna benzer uygulama (mülakat ve
inceleme kesimi hariç) Sayıştay ve RTÜK üyeliğine seçilecek adaylar için
yapılmakta ancak her iki seçimde de adayların ehliyet ve liyakati değil siyasal
sadakat düzeyleri temel ölçüt olarak ele alınmaktadır. Bu amaçla kurulacak ve
kariyere yapılacak atamaları önceden hazırlanacak iş tanımları çerçevesinde
irdeleyecek yarı-bağımsız bir üst kurul kurulması fikri gündeme gelmelidir.
Doğal
olarak, üst bürokratik düzeyde yaşanan bu olumsuz etik ortam orta ve alt
bürokratik düzeyde de yankı ve yansıma bulmaktadır.
Oysa,
kamu yönetimi ve özellikle “public management” ve “new public management” yaklaşımını
benimseyenler kamu yönetimlerinde yerleşiklik niteliği kazanmış olan “3 E”
ilkesine dördüncü bir “E” ilkesini eklemek istemektedirler. Söz konusu üç “E”
“efficiency” (verimlilik), “effectiveness” (etkililik) ve “economy” (ekonomi)
ilkeleridir. Eklenmesi istenen dördüncü ilke ise “ethics” (etik ya da ahlak)
kavramıdır. Bu amaçla çeşitli ülkelerin kamu yönetimlerinde “yurttaş hakları”
bildirisi ya da “kamu hizmeti şartı” gibi hizmet ölçünleri oluşturulmaktadır.
ABD, Batı Avrupa ülkeleri, Avustralya ve Yeni Zelanda bu alanda önder
ülkelerdir.
Ülkemizde
ise, ne yazık ki, konunun öneminin ayırdına ve bilincine bile varılamamıştır.
Bürokrat ve bürokrasi ezilmesi, horlanması ve kullanılması gereken unsurlar
olarak görülmektedir. Bunun bedelini ise toplum ödemektedir.
Üst Düzey Yöneticilerin Görev Güvencelerinin Yokluğu
Şu
sıralarda 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda değişiklik yapılması ile
ilgili olarak Bakanlar Kurulu’na görüşülmekte olan bir yasa tasarısı bulunduğu bilinmektedir.
Basına
yansıyan bilgilerden, “reformist” unvanı verilen Tasarı’nın yapmak istediği
reformlardan birinin de üst düzey bürokratların güvencesinin ortadan
kaldırılması ve siyasetçiye istediği bürokratla çalışma olanağının verilmesi
olduğu belirtilmektedir. Bu savı duyanların düşünecekleri ilk şey Türkiye’de
üst düzey görevlilerin güvence altında oldukları ve siyasetçilerin istedikleri
bürokratla çalışamadıklarıdır.
Bu
büyük bir yanılgıdır. Türkiye’de kamu görevlilerinin yasalarla düzenlenmiş hiç
bir güvencesi yoktur. Siyasetçi istediği bürokratla da çalışabilmektedir.
Devlet
Memurları Kanunu’nun 56 ncı, 68 inci ve 79 uncu maddeleri memur güvencesi
kavramını yalnızca maddi özlük
haklarının minumum düzeyine indirgediği gibi yönetime de memurlarını
istediği gibi atama serbestisi tanımaktadır.
Kamu
görevlilerinin bu konudaki tek güvencesi “idarenin her türlü eylem ve işleminin
yargı denetimine açık olduğunu” belirten Anayasa hükmüdür. Bu ilke idarenin tüm
eylem ve işlemleri için geçerlidir ve hukuk Devleti ile hukukun üstünlüğü
ilkelerinin temel sonucudur. Yargı denetimin olmadığı ülkelerin bir hukuk
Devleti ve demokrasi olarak kabulü olanaklı değildir.
Haksızlığa
uğradığını iddia eden kamu görevlileri yalnızca bu olanaktan yararlanarak ve
şayet atamalarında Devlet Memurları Kanunu’nun öngördüğü kurallara aykırılık
varsa yargıya başvurmaktadırlar. Yargı da idarenin yerine kendisini koymaksızın
yapılan işlemde hukuksal uyarlılığın olup olmadığına karar vermektedir.
Durum
bu kadar açık iken üst düzey bürokratların görev güvencesinden söz etmek ve
bunu kaldırmanın bir reform anlamına geleceğini iddia etmek yalnızca yargı
güvencesine sahip olan bürokrat ve bürokrasiye bunun bile fazla görüldüğü ve
elinden alınmak istendiği anlamına gelecektir. Anlaşılmaktadır ki, siyasetçi
artık yargı güvencesinden de rahatsızdır. Bürokrasinin içine düşürüldüğü durum
yetmiyormuş gibi ganimetin daha kolay paylaşılmasının yol ve yöntemleri
aranmakta olduğu anlaşılmaktadır. Yasa tasarısını düzenleyenler yakınmalarında
samimiyse ve yakınmaları üst düzey bürokratların yetersizliği üzerinde
yoğunlaşıyorsa bunun ana nedeninin ehliyet ve liyakat ilkelerinin terk edilmesi
olduğunun bilincine varmalıdırlar.
Ancak,
açıklıkla bilinmelidir ki, bu durum hem pozitif hukuka aykırı ve hem de yönetim
sosyolojisine ters düzenlemeler içermektedir. Tasarı bu yaklaşımı ile üst düzey
görevlilerinin yargıda haklarını arama yollarını engelleyecekse Anayasa’ya
aykırıdır. Tasarı, aynı zamanda, yaratacağı kapıkulluğu sistemi ile yönetim sosyolojisine de ters düşecektir..
Türkiye’de
üst düzey bürokratların görev güvencesi yoktur. Güvencesiz bir ortamda görev
yapmaktadırlar. Bu durum kamu hizmetinde güvenilirliği, verimliliği ve
etkililiği azaltmaktadır. Kendini güvencesiz gören bürokrat yalnızca amirlerini
tatmin etme amacına yönelmekte, köktenci değişimlerden kaçınmakta, günlük
çalışmalarla yetinmekte ve sonuçta hizmet bu ortamdan zarar görmektedir.
Oysa,
ehliyet ve liyakat ilkelerinin gerçekleştirildiği ortamlarda, üst düzey
yöneticiye sorumluluğa koşut düzeyde yetki, görevde başarılı olunması durumunda
görev güvencesi, daha iyi ücret ve daha iyi çalışma ve emeklilik koşulları
güvencesi verilmelidir. Bunun amacı bazı kişilere özel olanaklar tanımak değil
kamu hizmetinin daha iyi koşullar altında yürütülmesini sağlamaktır. Bir yargı
temsilcisinin ortaya koyduğu üzere sorun yalnızca “vicdan ve cüzdan” sorunu
değildir. Sorun kamu hizmeti görenlerin genel güvencelerinin sağlanması ve
bürokrasinin her türlü baskı, tehdit ve zorlamalara karşı yansız ve doğru
çalışmasını sağlayacak altyapının oluşturulması sorunudur. “Cüzdan” sorununun
çözümlenmesi meritokrasinin kurulması için yeterli olmayacaktır.
Sonuç
Türkiye’de
bürokrasi Cunhuriyet’in gelişmesine ayak uyduramamıştır. İçerik ve derinlik
bakımından çağdaş Dünya’yı yakalayamamıştır. İçinde bulunduğu koşullar
açısından gelecek için tehlike
sinyalleri vermektedir.
Bu
duruma yol açan üç temel etmen
vardır: ehliyet, liyakat ve kariyer
ilkelerinin çökmesi, bürokraside başarım kavramının yokluğu ve etik değerlerin
erozyonu.
Türk
bürokrasisi ve bürokratı çağdaşlık düzeyini artırma uğraşları çerçevesinde bu
temel sınırlılıkları aşmak zorundadır.
KAYNAKLAR
1.
Yaşamış,
Firuz D., Doç. Dr., Cumhuriyetin 70. Yılında Türkiye'nin Kurumsal Sorunları, Türk
İdare Dergisi, Sayı 401, Aralık 1993, Ankara, s. 87-129.
2.
Yaşamış,
Firuz D., Doç. Dr., Türkiye'de Yargının Tıkanma Nedenleri ve Yargı Reformu, Yeni
Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 2, Sayı 10, s. 305-313.
3.
Yaşamış,
Firuz D., Doç. Dr., Yargısal Kolluk Üzerine, Yeni
Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 2, Sayı 10, s. 823-826.
4.
Yaşamış,
Firuz D., Doç. Dr., "Oklokrasi" Ya Da Demokrasinin ve Devletin
Yozlaşması, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 3, Sayı 13, Ocak
Şubat 997, 123-131.
5.
Yaşamış,
Firuz D., Doç. Dr., Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni
Gelişmeler:
"Administration"dan "Management"a, Türk
İdare Dergisi, Ankara, 1997, sayı 417, s. 1-28.
6.
Mouzelis,
Nicos P., Organisation and Bureacracy,
Aldine, Chicago, 1967 s. 230.
7.
Wilson,
James Q., Bürokrasi; Kamu Kuruluşları Neyi, Niçin Yaparlar, Çev:
S. Yalçındağ. Doğan Canman ve Y. Ertekin, TODAİE, Ankara, Mart 1996, s. 436.
8.
Caiden,
Gerald E., The Dynamics of Public Administration: Guidelines to Current
Transformations in Theory and Practice, Dryden Press, 1971, s.
341.
9.
Barker
Raporu, The Economy of Turkey: An Analysis and Recommendation for a
Development Program, Washington DC, 1951.
10. Podol Raporu, The Turkish Government Manager in
Mid-Century.
11. Neumark Raporu, Devlet Daire ve
Müesseselerinde Rasyonel Çalışma Esasları Hakkında Rapor, 1949.
12. Başbakanlık İdareyi Geliştirme Merkezi, 2001
Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla Girerken Türkiye’de Kamu Yönetiminin
Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar,
Araştırma Raporları II, Mayıs 1994, Ankara, s. 33.
13. Ziya Çoker, Yönetim ve Siyaset, Bir Valinin İl
Yönetimine İlişkin Görüş ve Anıları, Ankara, 1995, s. 302.
[1] Mouzelis, Organisation and Bureacracy, s. 5.
[2] Mouzelis, age, s. 9.
[3] Mouzelis, age, s. 15.
[4] Mouzelis, age, s. 17.
[5] Wilson, Bürokrasi, s. i.
[6] Mouzelis, age, s. 26.
[7] Caiden, Ther Dynamics of Public Administration, s. 258.
[8] Caiden, age, s. 259.
[9] Barker Raporu, The Economy of Turkey: An Analysis and
Recommendation for a Development Program, Washington DC, 1951.
[10] Podol Raporu, The Turkish Government Manager in Mid-Century.
[11] Neumark Raporu, Devlet Daire ve Müesseselerinde Rasyonel Çalışma
Esasları Hakkında Rapor, 1949.
[12] Başbakanlık İdareyi
Geliştirme Merkezi, 2001 Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla Girerken
Türkiye’de Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar,
Araştırma Raporları II, Mayıs 1994, Ankara, s. 33.
[13] Hürriyet Gazetesi, Ankara Kulisi, İsmet Solak.
[14] Hürriyet Gazetesi
[15] Hürriyet Gazetesi
[16] Ziya Çoker, Yönetim ve Siyaset, Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin
Görüş ve Anıları, Ankara, 1995, s. 44.
[17] Yaşamış, Firuz D., Doç. Dr.,
Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler: "Administration"dan
"Management"a, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, sayı 417, s.
1-28.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder