Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

30 Mayıs 2025 Cuma

 

“YERLİ” VE “MİLLİ” HUKUK SÖYLEMİ: EVRENSEL HUKUK NORMLARIYLA GERİLİM, SİYASAL STRATEJİ VE TOPLUMSAL SONUÇLAR

 

PROF. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

 

Özet

Bu makale, Türkiye’de son yıllarda siyasal iktidarın hukuk alanındaki söylem ve uygulamalarında belirginleşen “yerli ve milli hukuk” kavramını çok boyutlu bir şekilde incelemektedir. Çalışmada, hukuk kuramlarının temel yaklaşımları çerçevesinde bu söylemin anlamı tartışılmakta; pozitif hukuk, doğal hukuk, sosyolojik ve eleştirel hukuk yaklaşımlarına referansla kavramsal bir çerçeve çizilmektedir. Ayrıca, AKP iktidarının bu söylemi neden ve nasıl kullandığı; anayasa, yargı bağımsızlığı, insan hakları ve uluslararası hukuk normlarıyla olan ilişkisi çözümlenmektedir. Makale, bu söylemin evrensel hukuk ilkeleriyle çeliştiğini; hukuk devleti, kuvvetler ayrılığı ve demokratik rejim açısından ciddi riskler içerdiğini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, “yerli ve milli hukuk” söyleminin, hukuk sistemini ideolojik ve siyasal amaçlarla yeniden şekillendirme girişimi olduğu, evrensel hukuk algısının yerini iktidara bağlı bir meşruluk anlayışına bıraktığı savunulmaktadır.

 

Abstract

This article provides a multidimensional analysis of the concept of "national and indigenous law" ("yerli ve milli hukuk") that has gained prominence in the legal discourse and practices of Turkiye’s ruling party in recent years. The study discusses the theoretical foundations of this concept in light of major legal theories (positive law, natural law, sociological jurisprudence, and critical legal studies) thus constructing a conceptual framework. Furthermore, it analyzes the political motivations behind the AKP's deployment of this narrative, examining its implications for constitutional principles, judicial independence, human rights, and international legal obligations. The article argues that the discourse of national and indigenous law stands in contradiction with universal legal norms and poses serious challenges to the rule of law, separation of powers, and democratic governance. In conclusion, it contends that this discourse constitutes an attempt to reshape the legal system by ideological and political interests, replacing the universality of law with a legitimacy grounded in executive authority.

GİRİŞ

“Yerli ve milli hukuk” kavramı, genellikle siyasî söylemlerde kullanılsa da hukuk felsefesi ve kamu hukuku açısından birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. “Yerli hukuk” çoğu zaman dış etkilerden arınmış, toplumun tarihinden, geleneklerinden, örfi hukuktan, kültüründen beslenen hukuk olarak tanımlanır. “Milli hukuk” ise modern anlamda ulus-devletin kurucu ideolojisi, egemenlik anlayışı ve kolektif kimliğine dayalı pozitif hukuk sistemini ifade eder. Bu iki kavram çoğu zaman iç içe geçse de aslında farklı referanslara dayanır: “Yerli” olan daha çok geleneksel ve “milli” olan daha çok modern ve ideolojik referanslıdır.

Modern devletlerin hukuku, özellikle insan hakları, yargı bağımsızlığı, mülkiyet hakkı gibi temel konularda evrensel ilkeleri benimsemiştir. Ancak “milli” ya da “yerli” hukuk arayışı, çoğu zaman bu evrensel ilkelerle gerilim yaratabilir:

"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına uymak zorunda mıyız?" sorusu, "Anayasa Mahkemesi Batı'dan gelen bir kurum mudur?" tartışmaları "İçtihatlarımız milli kültüre uygun mu?" gibi yaklaşımlar bu gerilimin ürünüdür.

Hukuk, adalet, öngörülebilirlik ve eşitlik gibi soyut ve evrensel ilkelere dayanır. Eğer “yerli ve milli hukuk” söylemi siyasal iktidarın ideolojik dayanaklarını hukuk haline getirmek, yargıyı bir kimlik mühendisliği aracı yapmak ya da uluslararası hukukla çatışmayı meşrulaştırmak için kullanılıyorsa bu durumda hukuk, hukuk olmaktan çıkar; araçsallaştırılmış ve keyfileştirilmiş bir sistem olur.

Elbette her devletin kendine özgü hukuk sistemi vardır ve bu doğaldır. Ancak bu sistemin evrensel hukuka saygı çerçevesinde bağımsız ve denetlenebilir biçimde işlemesi gerekir.

Türkiye’de "yerli ve milli hukuk" söylemi özellikle yargı reformları, Anayasa değişikliği tartışmaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi kararlarına direnç bağlamında öne çıkıyor. Burada asıl sorun şudur: Bu söylem, bağımsız bir hukuk sistemini oluşturmak için mi kullanılıyor, yoksa yargının siyasal vasilik altına alınmasını meşrulaştırmak için mi?

Hukuk Nedir? Ve Hukukun Unsurları Nelerdir?

Genel kabul görmüş bir tanıma göre hukuk emredici bir normatif düzendir, toplum içinde insan davranışlarını düzenler, Devlet gücüyle desteklenir (yaptırım içerir) ve toplumsal düzen ve adaleti sağlama ve sürdürme amacı taşır.


 

Hukuk, tarih boyunca insan topluluklarının bir arada yaşama düzenini oluşturmak, çatışmaları çözmek ve toplumsal dengeyi sağlamak amacıyla başvurduğu temel kurumsal yapıdır. Ancak "hukuk nedir?" sorusu ilk bakışta basit gibi görünse de aslında çok katmanlı, disiplinlerarası ve derin bir tartışma alanını içinde barındırır. Hukukun yalnızca devletin koyduğu kurallar bütünü mü, yoksa evrensel adalet ilkeleriyle uyumlu bir normatif sistem mi olduğu sorusu yüzyıllardır hukuk felsefesinin temel tartışma konularından biri olagelmiştir.

Modern hukuk sistemleri bir yandan pozitif hukuk normlarına dayanırken diğer yandan adalet, etik ve toplumsal gereksinme gibi unsurlarla da etkileşim içindedir. Bu nedenle hukukun yalnızca yazılı kanunlardan ibaret olduğunu savunmak hukukun toplumsal işlevini ve ahlaksal boyutunu görmezden gelmek anlamına gelir. Öte yandan, hukuku yalnızca ideal değerlere indirgemek de somut yaşamın içindeki hukuk uygulamalarını göz ardı etmekle sonuçlanabilir.

Bu çerçevede, hukuk kavramına ilişkin farklı kuramsal yaklaşımların değerlendirilmesi hem kavramsal netlik hem de pratik çözüm üretme açısından zorunlu hale gelmektedir. Hukuk pozitivizmi, doğal hukuk, hukuksal gerçekçilik, sosyolojik hukuk ve eleştirel hukuk kuramları gibi çeşitli bakış açıları hukuku farklı açılardan ele alır ve her biri hukukun ne olduğuna ilişkin özgün bir tanım ve içerik sunar. Bu bağlamda, hukukun tanımına ve anlamına ilişkin farklı yaklaşımların karşılaştırmalı bir şekilde değerlendirilmesi yalnızca kuramsal çaba değil, aynı zamanda hukukun uygulanma biçimlerinin de daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir gerekliliktir.

Hukuk Kuramlarına Genel Bakış

Hukukun ne olduğu sorusuna verilen yanıtlar tarihsel dönemler, siyasal rejimler ve felsefi kabuller doğrultusunda farklılık göstermektedir. Bu bağlamda hukuk düşüncesi, çeşitli kuramsal yaklaşımlar etrafında şekillenmiş ve her bir yaklaşım hukukun özüne ilişkin özgün bir bakış açısı geliştirmiştir.

İlk olarak, hukuk pozitivizmi, hukuku, devletin otoritesiyle tesis edilmiş ve belirli bir biçimsel geçerlilik ölçütüne göre değerlendirilen kurallar bütünü olarak tanımlar. Bu yaklaşıma göre hukukun varlığı, onun adil olup olmamasından bağımsızdır; geçerlilik, yalnızca hukuki normların belirli usullere uygun biçimde oluşturulmasına bağlıdır. Bu düşüncenin en sistematik temsilcilerinden biri olan Hans Kelsen, "Saf Hukuk Teorisi" adlı yapıtında hukukun yalnızca normatif bir yapı olduğunu ve ahlaki, sosyolojik ya da psikolojik unsurların hukuk çözümlemesine uğratılmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Pozitivist yaklaşım, hukukun öngörülebilirliğini ve normatif kapalılığını vurgulayarak modern hukuk devletlerinin yapısal temellerine katkı sunmuş ancak adaletle olan ilişkisini çoğu zaman geri plana itmiştir.

Buna karşılık, doğal hukuk kuramı, hukukun yalnızca yürürlükteki kurallar bütünüyle sınırlı olmadığını, onun temelinde insan doğasına uygun, evrensel ve değişmez adalet ilkelerinin bulunduğunu savunur. Bu yaklaşım, hukuku ahlaksal bir ideal olarak görür ve geçerlilikle meşruluk arasında doğrudan bir bağ kurar. Doğal hukukçulara göre, hukukun gerçekten hukuk sayılabilmesi için adaletle uyumlu olması gerekir; aksi durumda söz konusu kurallar geçerli olsa bile meşru sayılamaz. Bu görüş, özellikle Antik Yunan’dan Orta Çağ’a ve modern dönemde insan hakları hukukuna kadar birçok tarihsel aşamada etkili olmuş ve pozitif hukukun sınırlarını belirleme konusunda önemli bir işlev görmüştür.

Hukuksal gerçekçilik ise hukukun kuramsal normlardan çok, uygulamada nasıl işlediğiyle ilgilenir. Bu yaklaşıma göre hukuk, yalnızca kanun metinlerinden ibaret değildir ve esas olan yargıçların nasıl karar verdikleri ve hukukun toplumsal hayatta ne şekilde işlediğidir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde etkili olan bu yaklaşım hukuku yaşayan bir uygulama biçimi olarak değerlendirir ve hukuk uygulayıcılarının değer yargılarına, toplumsal bağlama ve kurumsal etmenlere dikkat çeker. Hukuksal gerçekçilik hukuk ile toplum arasındaki etkileşimi vurgulayarak hukukun belirli bir toplumsal bağlamda nasıl anlam kazandığını ortaya koyar.

Bu noktada, sosyolojik hukuk kuramı, hukukun yalnızca normatif bir düzen olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir olgu olarak incelenmesi gerektiğini ileri sürer. Hukuk, bu yaklaşıma göre toplumsal yapılar, gelenekler, ekonomik ilişkiler ve kültürel kodlarla şekillenir. Eugen Ehrlich’in “hukukun merkezi, yasa kitaplarında değil, toplumun kendisindedir” sözü, bu anlayışın temelini oluşturur. Hukukun dinamik ve evrimsel doğasını kabul eden bu yaklaşım hukuk ile toplum arasındaki karşılıklı etkileşime dikkat çeker ve pozitif hukukun toplumla ne ölçüde uyumlu olduğunu sorgular.

Eleştirel hukuk kuramları ve Marksist hukuk yaklaşımı hukuku egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir araç olarak görür. Bu bakış açısına göre hukuk görünüşte tarafsız olsa da aslında toplumsal eşitsizlikleri yeniden üreten bir sistemin ideolojik aracıdır. Karl Marx’ın hukuk anlayışı, hukuku üretim ilişkilerine bağımlı bir üstyapı kurumu olarak konumlandırırken; çağdaş eleştirel hukuk çalışmaları, hukukun iktidar ilişkilerinden bağımsız olmadığını savunur. Eleştirel Hukuk Çalışmaları (Critical Legal Studies) hareketi ise özellikle Batı liberal hukukunun varsayılan tarafsızlığına karşı çıkarak hukuku tarihsel, siyasal ve kültürel bağlamı içinde çözümlemeye çalışır.

Yukarıdaki açıklamalar, hukukun yalnızca yazılı normlardan oluşan teknik bir düzen olmadığını; aynı zamanda değer yüklü, toplumsal bağlamla ilişkili ve çoğu zaman ideolojik etkilerden bağımsız düşünülemeyen bir olgu olduğunu ortaya koyar. Hukuk kuramları, bu karmaşık yapıyı anlamlandırmak için farklı bakış açıları sunar ve hukukun amacına, meşruluğuna ve işleyişine ilişkin eleştirel düşünmeyi olanaklı kılar.

ÇÖZÜMLEME

“Yerli” ve “Milli” Hukuk Söyleminin Kuramsal Arka Planı ve Yarattığı Gerilim Noktaları

Son yıllarda özellikle otoriterleşen siyasal sistemlerde sıkça başvurulan “yerli ve milli hukuk” söylemi, hukukun evrensel ilkeleri ile siyasal iktidarın yönlendirdiği yerel değerler arasında kurulan duyarlı ve çoğu zaman gerilimli bir dengeyi yansıtmaktadır. Bu söylem, hukuku yalnızca normatif bir sistem olarak değil, aynı zamanda kültürel ve siyasal bağlılıkların bir ifadesi olarak da konumlandırmakta; bu yönüyle hukukun evrenselliği ve tarafsızlığı ilkeleriyle doğrudan ilişki içinde bulunmaktadır.

Kuramsal açıdan bakıldığında, “yerli ve milli hukuk” arayışı, esasen pozitivist hukuk anlayışıyla yüzeysel bir benzerlik taşısa da önemli bir fark barındırır. Pozitivizm, hukukun biçimsel geçerliliğine ve siyasal otoritenin norm koyma gücüne odaklanır; ancak bu gücün keyfi değil, kurallara bağlı ve sistemli olarak kullanılması gerektiğini savunur. Oysa yerli ve milli hukuk söylemi, sıklıkla hukuku siyasal iktidarın kültürel değerlerle meşrulaştırdığı bir alana indirger; bu durum ise hukukun araçsallaşmasına ve keyfileşmesine yol açabilir.

Doğal hukuk perspektifinden bakıldığında ise “yerli ve milli hukuk” söylemi oldukça sorunludur. Doğal hukuk, hukukun evrensel adalet ilkelerine dayandırılması gerektiğini savunur ve bu yönüyle kültürel göreciliğe karşı çıkar. Oysa “yerli ve milli hukuk” anlayışı, adaleti yerel değerlerle tanımlama eğilimindedir; bu da insan hakları, eşitlik ve temel özgürlükler gibi evrensel normlarla çatışma potansiyeli taşır. Bu çatışma, özellikle kadın hakları, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi konularda ciddi hukuksal gerilimler yaratabilir.

Hukuksal gerçekçilik ve sosyolojik hukuk kuramları açısından değerlendirildiğinde ise “yerli ve milli hukuk” söylemi mevcut siyasal ve toplumsal yapının bir yansıması olarak görülebilir. Bu yaklaşımlar, hukukun işleyişine odaklandıkları için yerli ve milli hukuk söyleminin toplumda nasıl kabul gördüğü, nasıl uygulandığı ve hangi güç ilişkilerini yeniden ürettiği sorularını gündeme getirir. Bu söylem toplumun yalnızca belli bir kesimini temsil eden değer yargılarını genelleştiriyor ve diğer kesimleri dışlıyorsa bu durum hukukun toplumsal meşruluk düzeyini zedeleyebilir.

Eleştirel hukuk kuramları ve Marksist yaklaşım açısından ise “yerli ve milli hukuk” söylemi, iktidarın ideolojik araçlarından biri olarak okunabilir. Bu yaklaşımlar, hukukun tarafsız bir düzenleyici olmaktan çok egemen sınıfın çıkarlarını kurumsallaştıran bir yapı olduğunu ileri sürer. Bu çerçevede yerli ve milli hukuk iktidarın meşrulaştırma stratejisinin parçası durumuna gelir ve hukukun siyasal bağımsızlığına yönelik ciddi tehditler içerir. Sınıfsal ve kimliksel eşitsizliklerin üstünü örten bu tür söylemler hukuku adaletin değil baskıcı rejimlerin hizmetine sokabilir.

Sonuç olarak, “yerli ve milli hukuk” söylemi, hukukun yalnızca kültürel bir yansıma değil aynı zamanda evrensel değerlere dayalı bir normatif sistem olduğu gerçeğini göz ardı etme riski taşımaktadır. Bu tür bir yaklaşım, hukukun kapsayıcı ve eşitlikçi doğasını zedeleyebilir; çoğulculuk ilkesine aykırı biçimde homojenleştirici ve dışlayıcı bir yapı doğurabilir. Dolayısıyla hukukun meşruluğu yalnızca yerli ve milli niteliklere sahip olmasıyla değil, aynı zamanda evrensel adalet ilkeleriyle uyum içinde olup olmamasıyla ölçülmelidir.

“Yerli” ve “Milli” Hukukun Anayasacılık İlkeleriyle Sınavı

Anayasacılık, modern devletlerde iktidarın sınırlandırılması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve hukuk devleti ilkesinin kurumsallaştırılması amacıyla geliştirilmiş siyasal ve hukuksal bir gelenektir. Bu gelenek, hukuk normlarının keyfiliğe karşı bir güvence mekanizması işlevi görmesini ve devlet gücünün hukukla bağlı kılınmasını esas alır. Bu bağlamda “yerli ve milli hukuk” söylemi, anayasal ilkelerle ne ölçüde örtüştüğü ve ne derece zıtlaştığı sorularını gündeme getirir.

Her şeyden önce, “yerli ve milli” hukuk arayışı çoğu zaman evrensel insan hakları normları ve anayasal düzenin kurucu ilkeleriyle çatışma içindedir. Anayasacılık, normatif olarak evrenselcilik ilkesine yaslanır: Temel hak ve özgürlükler, yalnızca belirli bir topluluğa değil, tüm bireylere tanınan, zamandan ve yerden bağımsız haklardır. Oysa “yerli ve milli hukuk” söylemi, hukuku belirli bir tarihsel, kültürel ve siyasal kimliğe göre tanımlama eğilimindedir. Bu yaklaşım, anayasanın koruması altındaki çoğulculuk ve eşitlik ilkelerine açık bir meydan okuma niteliği taşır.

İkinci olarak, bu söylem, kuvvetler ayrılığı ilkesine karşı da potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır. “Yerli ve milli” olma kriteri, yürütme organı tarafından tanımlandığında yasama ve yargı erkleri üzerinde dolaylı bir ideolojik baskı aracı durumuna gelir. Bu durum, bağımsız yargının siyasal sadakate göre şekillendirilmesine, anayasa mahkemelerinin iktidar lehine yeniden yapılandırılmasına ve hukukun siyasal hedeflere uygun duruma getirilmesine zemin hazırlar. Anayasacılık ise, yargı bağımsızlığını, anayasal düzenin temel güvencesi olarak konumlandırır. Bu ilkenin aşınması, anayasal devletin yerini hızla karizmatik liderliğe ve yönetici iktidarın hukuk yaratma tekeline bırakan otoriterleşme eğilimlerine terk eder.

Üçüncü olarak, “yerli ve milli hukuk” söyleminin anayasal düzen açısından en tehlikeli sonuçlarından biri, hukukun evrensel normlar karşısında içe kapanan bir kültürel ait olma sistemine indirgenmesidir. Bu yaklaşım, uluslararası sözleşmelere ve anayasal güvence altındaki uluslararası insan hakları normlarına uzak hatta zaman zaman düşmanca bir tutumun zeminini oluşturur. Oysa anayasal düzen, özellikle Türkiye örneğinde, evrensel normlarla ulusal hukukun uyum içinde işlemesini bir yükümlülük durumuna getirmiştir. Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasında yer alan “uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile iç hukuk arasında çelişki durumunda uluslararası normun üstünlüğü” ilkesi bu bağlamda dikkate değerdir. “Yerli ve milli hukuk” söylemi bu hükmün sorgulanmasına zemin hazırlayarak anayasanın açık normatif tercihine ters düşebilir.

Son olarak, anayasal sistemin özünde yer alan hukukun üstünlüğü ilkesi, “yerli ve milli” gibi belirsiz, öznel ve siyasal olarak şekillendirilen kavramlarla zayıflatılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hukukun üstünlüğü, hukuku tüm bireyler ve kurumlar için bağlayıcı kılan ve keyfiliğe ve ayrımcılığa karşı kalkan görevi gören bir ilkedir. Ancak hukuk belirli bir siyasal veya kültürel bağlılık olarak tanımlandığında bağlayıcılık ve eşitlik işlevini yitirir. Böylece anayasa, toplumsal sözleşme olma niteliğini yitirerek yalnızca belirli bir çoğunluğun iradesini yansıtan ve dışlayıcı bir belge durumuna dönüşebilir.

“Yerli” ve “Milli” Hukuk Söyleminin Toplumsal Sonuçları ve Meşruluk Sorunu

Hukukun yalnızca kurallar bütününden ibaret olmadığı; aynı zamanda toplumsal meşruluk, güven ve ait olma duygularıyla iç içe geçmiş bir sistem olduğu düşünülürse, “yerli ve milli hukuk” söyleminin toplumsal düzeydeki etkileri çok daha derin ve uzun vadeli biçimde ortaya çıkar. Bu söylem, bir yandan hukuk sistemine duygusal ve kültürel bir bağ inşa etmeye çalışırken, diğer yandan da toplumda var olan farklılıkları hukuk üzerinden yeniden tanımlayarak dışlayıcı ve hiyerarşik bir düzenin kurulmasına zemin hazırlayabilir.

Toplumsal Kutuplaşma ve Hukukun Kimlikleşmesi

“Yerli ve milli hukuk” ifadesi hukuk normlarının toplumun tüm kesimlerini eşit şekilde kapsayan ortak ilkeler üzerine kurulması gerektiği anlayışını zayıflatabilir. Bu söylem, yerli/milli olanla olmayanı, içerideki ile dışarıdakini, makbul vatandaşla öteki yurttaşı hukuksal düzeyde ayıran bir sınır çizgisi işlevi görebilir. Bu durum, özellikle farklı etnik, mezhepsel ya da siyasal kimliklere sahip bireylerin hukuka duyduğu güveni zedeler. Hukuk, toplumun tamamını bağlayan ortak bir zemin olmaktan çıkarak, siyasal iktidarın meşrulaştırma aracı hâline gelir.

Hukukun böyle bir ideolojik çerçeveyle özdeşleşmesi yurttaşlık bağını zayıflatır. Çünkü yurttaşlık, yalnızca hukuksal statü değil, aynı zamanda eşit haklara, özgürlüklere ve korunmaya dayalı bir siyasal ait olma biçimidir. “Yerli ve milli” gibi belirli kimlik referanslarına dayalı hukuk anlayışı, bu eşitliği gölgeler, “makbul yurttaş” ile “potansiyel tehdit” arasında ayrım üretir.

Hukuk Güvenliği ve Öngörülebilirliğin Zayıflaması

Bir diğer önemli sonuç hukuksal güvenlik ilkesinin zedelenmesidir. Hukukun öngörülebilirliği, kararlılığı ve tarafsızlığı; bireylerin davranışlarını düzenlemelerini, hak arayışına girmelerini ve devlete güven duymalarını sağlar. Ancak hukukun içeriği, “yerli ve milli” gibi değişken, yoruma açık ve iktidara göre şekillenen kavramlarla belirlendiğinde bireyler için neyin suç, neyin hak, neyin meşru olduğuna ilişkin netlik ortadan kalkar.

Bu durum keyfi kararların artmasına, yargının tarafsızlığının sorgulanmasına ve yasal süreçlerin siyasal araçlara dönüşmesine neden olur. Özellikle yargı organlarının bağımsızlığı zayıfladığında, yargı kararlarının “hukuksal gerekçelerle” değil, “ideolojik tercihlerle” verildiğine ilişkin kamu algısı yaygınlaşır. Bu da hukuk sistemine olan toplumsal güveni aşındırır.

Meşruluk Krizi ve Değişik Hukuk Arayışları

Hukukun meşruluğu yalnızca iktidar eliyle yürürlüğe konulmuş olmasıyla değil, toplumun geniş kesimlerince adil, kapsayıcı ve evrensel ilkelere uygun bulunmasıyla olanaklıdır. “Yerli” ve “milli” hukuk söylemi bu meşruluk zemininin daralmasına yol açar. Hukukun yalnızca belli bir siyasal görüşün ya da kültürel kimliğin temsilcisi gibi davranması diğer kesimlerin sistemden dışlanmasına neden olur. Bu dışlanma zamanla “değişik hukuk arayışlarına” zemin hazırla. Kimi zaman uluslararası normlara yönelme, kimi zaman da sistem dışı yollarla hak arama uygulamaları (protestolar, mahkeme boykotları, uluslararası başvurular, sivil itaatsizlik) şekillerinde gelişebilir.

Toplumun önemli bir kesimi, kendisini hukuksal sistemin koruması altında değil, onun hedefinde görüyorsa; bu durumda hukuk düzeni birleştirici değil, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir süreç durumuna gelir. Bu ise anayasal düzenin ve demokratik toplumsal sözleşmenin zeminini doğrudan sarsar.

“Yerli” ve “Milli” Hukuk Söyleminin Uluslararası Hukukla Çatışması

Modern devletlerin uluslararası toplumla bütünleştiği çağımızda, iç hukuk ile uluslararası hukuk arasında artan bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Özellikle insan hakları hukuku, çevre hukuku, savaş hukuku ve ticaret hukuku gibi alanlarda, uluslararası normların iç hukuk üzerindeki etkisi giderek daha belirleyici konuma gelmiştir. Bu çerçevede “yerli ve milli hukuk” söyleminin uluslararası hukuk düzeniyle nasıl bir ilişki kurduğu ve bu ilişkinin doğurduğu sorunlar hem kuramsal hem de uygulamalı olarak değerlendirilmelidir.

Uluslararası İnsan Hakları Normlarına Karşı Direnç

“Yerli ve milli hukuk” vurgusu çoğu zaman uluslararası insan hakları belgelerine uzak hatta çatışmacı bir tutum içinde dile getirilmektedir. Türkiye gibi Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler gibi kuruluşlara taraf olan devletler için başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) olmak üzere çeşitli uluslararası belgeler, temel hak ve özgürlüklerin temel ölçünlerini belirlemektedir. Ancak “yerli ve milli hukuk” söylemi bu belgelerin “dış müdahale” ya da “kültürel yabancılaşma” aracı olarak sunulmasıyla birlikte bu yükümlülüklere bağlılık ilkesini tartışmaya açmakta ve kimi zaman da bu yükümlülüklere uymaktan kaçınmayı meşrulaştırmaktadır.

Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması, özellikle Anayasa’nın 90. maddesi ile tanınan uluslararası normların üstünlüğü ilkesine açık bir aykırılık oluşturmaktadır. Bu tür uygulamalar yalnızca hukukun üstünlüğünü zedelemekle kalmaz, aynı zamanda devletin uluslararası saygınlığını ve yükümlülüklerini de tehlikeye atar.

Uluslararası Hukuka Bağlılık ile Egemenlik Arasında Gerilim

“Yerli ve milli hukuk” kavramı, genellikle egemenlik vurgusu üzerinden oluşturulur. Bu söylemde, uluslararası hukuk normlarına uymak, “ulusal iradenin zayıflatılması” veya “bağımsız yargı yetkisinin devri” olarak çerçevelenir. Oysa modern anayasal sistemler, ulusal egemenliği uluslararası hukukla bütünleştirilmiş bir şekilde yeniden tanımlamaktadır. Egemenliğin sınırsız bir güç değil, hukuksal sınırlarla çevrili bir yetki olduğu anlayışı çağdaş hukuk devleti kavrayışının temel taşıdır.

Bu noktada “yerli ve milli hukuk” söylemiyle birlikte ortaya çıkan sorun, uluslararası normlara karşı bir tepkisellik üzerine kurulan hukuk anlayışının, ülkenin uzun vadeli çıkarlarına da zarar verebilmesidir. Küresel düzlemde hukuka dayalı iş birliği, yalnızca dış ilişkiler açısından değil, iç hukuk sisteminin evrensel ilkelerle uyumlu olabilmesi bakımından da vazgeçilmezdir.

Uluslararası Normlardan Geriye Gidişin Sonuçları

“Yerli ve milli hukuk” çerçevesinde uluslararası normlardan uzaklaşılması, genellikle hukuksal reformlarda geriye gidiş anlamına gelmektedir. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı, kadın hakları açısından uluslararası hukuka dayalı koruma mekanizmalarından birinin terk edilmesi anlamına gelirken; AİHM kararlarının uygulanmaması, bireylerin başvuru yollarının kapanması sonucunu doğurmuştur.

Bu tür gelişmeler, yalnızca insan hakları alanında değil, aynı zamanda ekonomik, diplomatik ve siyasal düzeyde de etkilerini gösterir. Uluslararası normlara bağlılık, demokratik kararlılığın, hukuksal öngörülebilirliğin ve yatırım güvenliğinin temelidir. Uluslararası sermaye hareketlerinden diplomatik ilişkilere kadar pek çok alanda, bir ülkenin hukuk sistemine duyulan güven, doğrudan uluslararası hukukla kurduğu ilişkinin niteliğine bağlıdır.

Hukukun “Evrenselliği” ile “Milliliği” Arasında Denge Kurmak Olanaklı mı?

“Yerli ve milli hukuk” söylemi, ilk bakışta kültürel ait olmayı öne çıkaran, toplumun değerlerine dayalı bir hukuk sistemi oluşturmayı amaçladığını iddia eden bir yaklaşım gibi görünse de uygulamada çoğu zaman hukuk devleti ilkeleriyle ve evrensel insan hakları normlarıyla çelişen sonuçlar doğurur. Bu çelişkinin temelinde hukukun evrensel bir haklar düzeni mi yoksa kültürel ve siyasal kimliklerin bir ürünü mü olduğu sorusu yatar.

Kuşkusuz ki her hukuk sistemi, belirli bir toplumsal ve tarihsel bağlam içinde şekillenir. Ancak bu bağlam, hukukun temel işlevi olan adaleti sağlama, eşitlik ve özgürlükleri güvence altına alma görevini ortadan kaldırmaz. Aksine, hukuk sistemlerinin meşruluğu büyük ölçüde bu evrensel işlevleri ne ölçüde yerine getirdiğine bağlıdır.

Dolayısıyla hukukta “millilik” yalnızca dilsel, biçimsel veya yerel geleneklere uygunluk düzeyinde meşru ve yararlı olabilir. Fakat siyasal iktidarın söylem aracı hâline gelmiş bir “millilik”, hukuku bir toplumsal sözleşme olmaktan çıkararak siyasal iktidarın ideolojik aygıtı haline dönüştürür. Bu da hem hukukun hem de demokrasinin altını oyan bir eğilimdir.

Bir ülkede hukukun hem toplumun değerleriyle barışık hem de evrensel normlarla uyumlu olması olanaklıdır. Ancak bunun koşulu, hukuk sisteminin çoğulcu, katılımcı, bağımsız yargı güvencesi altında ve temel haklara saygılı biçimde örgütlenmesidir. Aksi takdirde “yerli ve milli” adı altında yapılan her hukuk tartışması, yalnızca farklılıkları bastırma ve iktidarı pekiştirme aracına dönüşür.

İktidar Stratejisi Olarak “Yerli ve Milli Hukuk”: AKP’nin Söylemsel ve Kurumsal Tercihleri

AKP iktidarının “yerli ve milli hukuk” söylemini benimsemesi ve bu söylemi sistemli olarak geliştirmesi, yerel siyasetin ve küresel konjonktürün kesiştiği bir zeminde şekillenmiştir. Bu söylem hem iç siyasal meşruluğu pekiştirme hem de uluslararası normlarla karşıtlık kurma işlevi görmüştür.

Siyasal Meşruluk ve İktidarın Güçlendirilmesi

AKP, uzun süreli iktidarını sürdürmek amacıyla, toplumdaki farklı kesimlerdeki ait olma ve kimlik arayışlarına cevap veren milliyetçi ve muhafazakâr bir hukuk anlayışı geliştirmiştir. Örneğin, 2017 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle parlamenter sistemden cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş, yürütme üzerindeki denge ve denetim mekanizmalarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bu değişiklikle birlikte, hukuk ve yargı alanında iktidarın etkisi artırılmış ve bağımsız yargı organlarının işlevselliği tartışmaya açılmıştır.

Uluslararası Hukuk ve Normlarla Çatışma

AKP iktidarı döneminde, uluslararası normlar ve yükümlülüklere karşı gelen direniş somut adımlarla da gözlemlenmiştir. En çarpıcı örneklerden biri Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararıdır. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetle mücadelede kapsamlı uluslararası ölçünler getirirken, çekilme kararı “yerli ve milli değerlere uygun değil” söylemiyle gerekçelendirilmiş ve bu karar uluslararası hukuk çevrelerinde tepkiyle karşılanmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması ve özellikle bazı kişi ve siyasal gruplara yönelik siyasal davalarda evrensel insan hakları normlarının hiçe sayılması Türkiye’nin uluslararası hukukla giderek daha fazla çatışmasına yol açmıştır.

Toplumsal Denetim ve Hukukun Araçsallaştırılması

Hukukun iktidar aracı olarak kullanılması da somut örneklerle net biçimde görülmektedir. 2016 sonrası dönemde, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ilanları ve KHK’lar aracılığıyla binlerce kişi kamudan ihraç edilmiş, gazeteciler ve muhalifler tutuklanmıştır. Yargı süreçlerinde bağımsızlık ciddi anlamda zayıflatılmış ve davalar siyasal gündeme göre şekillendirilmiştir. Ayrıca, İstanbul Barosu gibi bağımsız meslek kuruluşlarına yönelik siyasal müdahaleler ve basın özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar hukuk sisteminin toplumu denetleme aracı olarak kullanılmasının diğer önemli örnekleridir.

Kültürel İdeoloji ve Hukukun Yeniden Oluşturulması

AKP, hukuku kendi ideolojik temelleriyle uyumlu hale getirmek için kültürel söylemi ön planda tutmuştur. Örneğin, din eğitimi ve uygulamalara ilişkin düzenlemelerin artırılması, laiklik ilkesine ilişkin tartışmaların yoğunlaşması ve din temelli değerlerin hukuk sistemine yansıması hukuk alanında yaşanan kültürel dönüşümlerin göstergesidir. Bu bağlamda, başörtüsü yasağının kaldırılması, devletin bazı dinsel yapılar üzerindeki denetimini artırması ve eğitim müfredatındaki değişiklikler, “yerli ve milli hukuk” söyleminin toplumsal ve kültürel temellerini güçlendirmeye yönelik adımlardır.

AKP’nin “Yerli ve Milli Hukuk” Söylemini Kullanmasının Siyasal Güdülenmeleri ve Çıkarları

AKP’nin “yerli ve milli hukuk” kavramını kullanması, salt hukuk alanında bir reform veya değişim talebi olmaktan öte çok boyutlu siyasal stratejilerin ürünü olarak değerlendirilmelidir.

İktidarın Meşruluğunu Güçlendirme

AKP, uzun süreli iktidarını pekiştirmek ve değişik siyasal aktörlere karşı üstünlük sağlamak amacıyla, hukuku kendi ideolojik ve siyasal hedeflerine uygun biçimde dönüştürmek istemektedir. “Yerli ve milli hukuk” söylemi, özellikle toplumda milliyetçilik ve yerel değerlere yönelik duyarlılıkların yüksek olduğu bir ortamda iktidarın meşruluk zeminini genişletmek için kullanılır. Bu söylem, iktidarın “dış güçler ve uluslararası kurumlar tarafından dayatılan evrensel hukuk normlarına karşı ulusal iradeyi ve özgünlüğü savunduğu” algısını yaratır. Böylece, eleştirileri “yabancı müdahalesi” olarak göstererek iktidar destekçilerini daha sıkı bütünleştirir. “Yerli ve milli hukuk” söylemi yalnızca teknik veya tarafsız bir düzenleme olarak değil iktidarın kültürel ve ideolojik tercihlerinin hukuk kılığına büründürülmesi biçiminde işleyebilir.

Evrensel Hukuk Normlarından Uzaklaşma Eğilimi

AKP’nin “yerli ve milli hukuk” kavramını öne çıkarması, evrensel hukuk normlarının “yabancı dayatması” veya “yerli olmayan” uygulamalar olarak görülmesi eğilimini güçlendirir. Bu durum, hukukun temel evrensel değerlerinin (insan hakları, hukuk devleti ilkesi, yargı bağımsızlığı) aşamalı olarak terk edilmesine ve yerlerine iktidarın siyasal hedefleri doğrultusunda şekillendirilen kuralların geçerli olmasına zemin hazırlar. Bu bağlamda, hukukun evrensel bir normlar sistemi olmaktan çıkarak siyasal ve ideolojik bir araç haline gelmesi riski doğar. Örneğin, AİHM kararlarının uygulanmaması veya İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi uygulamalar bu yönelimin somut yansımalarıdır.

Toplumsal Denetim ve İktidar Karşıtlarının Sınırlandırılması

“Yerli ve milli hukuk” söylemi, aynı zamanda iktidarın toplumu denetim altında tutması ve iktidar karşıtlarını sınırlandırması için bir araçtır. Hukuk, bu söylemle birlikte, iktidar karşıtlarına karşı keyfi uygulamalar, baskı ve sindirme siyasalarının meşrulaştırılması için kullanılmaktadır. Bu durum, hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesinin zayıflaması, hukukun iktidar siyasalarının aracı haline gelmesi anlamına gelir. Dolayısıyla, hukuk sistemi demokratik denge ve denetim mekanizması olmaktan çıkarak siyasal iktidarın bekasını güvence altına alan bir aygıta dönüşür.

Kültürel ve İdeolojik Hegemonya Kurma İsteği

AKP, “yerli ve milli hukuk” söylemiyle aynı zamanda toplumda kendi ideolojik ve kültürel hegemonyasını kurmayı hedeflemektedir. Hukuk alanındaki dönüşüm toplumun farklı kesimlerinde “özgün tarih, din ve kültür değerlerinin” egemen kılınması için bir araçtır. Bu yaklaşım, hukuk sisteminde laiklik, çoğulculuk ve evrensel insan hakları anlayışını zayıflatarak, toplumda yeni “biz” ve “öteki” ayrımlarını güçlendirebilir. Böylece hukuk, sadece hukuki bir düzen değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir mücadele alanı haline gelir.

Sonuç olarak AKP’nin “yerli ve milli hukuk” söylemi, evrensel hukuk normlarından kopuşu ve hukukun siyasal araçsallaşmasını beraberinde getiren çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır. Bu söylem, iktidarın hem meşruluğunu güçlendirme hem de toplumu kendi ideolojisi doğrultusunda şekillendirme amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla AKP, sadece hukuk alanında yeni bir algı yaratmakla kalmayıp hukuk anlayışını evrensel ilkelerden uzaklaştırarak iktidarını sürdürülebilir kılmayı hedeflemektedir.

AKP’nin Hukuk ve Yönetim Modeli: Evrensel Demokrasi Normlarından Farklı Bir Yönelim

AKP’nin “yerli ve milli hukuk” söylemi, sadece hukukun kendisiyle sınırlı olmayan, daha geniş bir siyasal ve ideolojik dönüşüm projesinin parçasıdır. Bu dönüşüm, özellikle yönetim biçimi, insan hakları anlayışı ve demokrasi kavramı alanlarında belirgin şekilde gözlemlenmektedir.

Parlamenter Demokrasiyi Unutturup Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini Yerleştirmek

AKP, Türkiye’de uzun yıllar süren parlamenter demokratik geleneği aşamalı olarak geri plana iterek, 2017 referandumu ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni kalıcılaştırmıştır. Bu sistem, yürütmenin meclise olan bağımlılığını azaltmakta, geniş yürütme yetkileriyle birlikte tek kişiye dayalı otoriter bir yönetim biçimini güçlendirmektedir. Bu dönüşüm, parlamenter demokrasinin sağladığı denge ve denetim mekanizmalarının zayıflaması anlamına gelirken, aynı zamanda hukukun evrensel ilke ve normlarına dayanan demokratik çoğulculuğun gerilemesine yol açmıştır. Yeni sistemin “denetimsiz yürütme” yapısı, yasama organının etkisizleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum anayasal dengeyi bozan ve kuvvetler ayrılığını işlevsizleştiren bir yapının önünü açmıştır.

İnsan Haklarının Evrensel Anlayıştan İslam İnsan Hakları Kavramına Kaydırılması

AKP döneminde, insan hakları anlayışında da evrensel normlardan sapmalar gözlemlenmektedir. Özellikle “İslam insan hakları” kavramı üzerinden geliştirilen bir yorum, Batı kökenli evrensel insan hakları standartlarının yerine, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın 1990 Kahire Bildirgesi açıklandığı üzere dinsel ve kültürel temellere dayalı farklı bir haklar anlayışının öne çıkarılmasıdır. Bu durum, kadın hakları, ifade özgürlüğü, dini özgürlükler gibi temel hakların sınırlandırılmasına zemin hazırlamakta ve uluslararası insan hakları ölçünleri ile uyumsuz uygulamaların artmasına neden olmaktadır.

Otokrasinin Üstünlüklerini Demokrasi ve Özgürlüklerin Kararsızlığıyla Karşılaştırmak

AKP’nin siyasal söyleminde sıkça yer bulan bir sav otoriter yönetimlerin “kararlılık ve güvenlik” sağlama kapasitesinin liberal demokrasilerin “karmaşık” ve “kararsız” doğası karşısında üstün olduğu savıdır. Bu bakış açısında, demokratik özgürlükler ve çoğulculuk kimi zaman siyasal ve toplumsal kararsızlığın, bölünmenin ve ekonomik krizlerin kaynağı olarak gösterilirken, otoriterlik ise toplumun düzenini koruyan ve hızlı karar alabilen bir yönetim biçimi olarak yüceltilir.

Bu Yaklaşımların Hukuka ve Topluma Etkileri

Hukukun Siyasal Açıdan Araçsallaşması: Bu dönüşüm, hukukun tarafsızlığını yitirerek, siyasal iktidarın amaçlarını gerçekleştirmek için bir araç haline gelmesine neden olur. Hukuk, denge ve denetim mekanizması olmaktan çıkarak iktidarın geleceğini güvence altına alan bir aygıt olarak işlev görür.

Demokratik Gerileme: Parlamenter demokrasinin yerini otoriter yönetim biçimlerine bırakması temel demokratik kurumların ve bireysel özgürlüklerin aşınmasına yol açar.

Toplumsal Çoğulculuğun Azalması: İnsan haklarının dinsel ve kültürel yorumlara dayandırılması farklılıkların kabulünü zorlaştırır ve toplumsal kutuplaşmayı ve dışlayıcı siyasaları besler.

Sonuç olarak AKP’nin yerli ve milli hukuk söylemi, evrensel demokratik ve hukuki değerlerden kopuşun, parlamenter demokratik mekanizmalardan uzaklaşmanın ve otoriter yönetim anlayışının bir yansımasıdır. Bu söylem, Türkiye’de hukuk ve siyasal sistemin dönüşümünü meşrulaştırmak ve kalıcılaştırmak amacıyla stratejik olarak kullanılmaktadır.

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Bu çalışma, AKP’nin “yerli ve milli hukuk” söylemi etrafında şekillenen hukuki ve siyasal dönüşüm sürecini incelemiştir. AKP’nin bu söylemi, sadece hukuk alanında teknik bir değişimden ibaret olmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısında köklü bir dönüşümü amaçlayan çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır.

AKP, evrensel hukuk normlarından uzaklaşarak, hukuku iktidarının devamını sağlayacak bir araç olarak kullanmakta ve parlamenter demokratik mekanizmaları zayıflatarak tek adam yönetimine dayalı Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni kalıcılaştırmaktadır. Bu bağlamda, hukuk evrensel insan hakları ve hukuk devleti ilkelerinden saparken insan hakları anlayışında da dinsel ve kültürel referansların öne çıkarıldığı farklı bir paradigmaya kaymaktadır.

Siyasal iktidar, “yerli ve milli hukuk” söylemiyle toplumsal destek kazanmayı hedeflerken, aynı zamanda demokratik denge ve denetim mekanizmalarının işlevsizleşmesine ve hukukun tarafsızlığının zayıflamasına neden olmaktadır. Bu süreçte hukukun araçsallaşması toplumsal çoğulculuğun ve özgürlüklerin daralmasıyla sonuçlanmaktadır.

Sonuç olarak, AKP’nin hukuk alanındaki bu dönüşüm girişimi Türkiye’de demokratik değerlerin ve hukukun üstünlüğünün zayıflamasına yol açmakta ve otoriterleşme sürecini derinleştirmektedir. Hukukun siyasal iktidarın ideolojik amaçlarına hizmet eden bir araç haline gelmesi uzun vadede Türkiye’nin demokratik meşruluğunu ve uluslararası hukukla uyumunu tehdit etmektedir.

Bu çalışma, Türkiye’de hukuk ve demokrasi alanındaki bu dönüşümün, kapsamlı ve çok boyutlu bir değerlendirmeye tabi tutulması gerektiğini göstermektedir. Gelecekteki araştırmaların bu sürecin sosyal, siyasal ve hukuki etkilerini daha detaylı analiz etmesi, demokratikleşme çabaları açısından kritik önem taşımaktadır.


 

Kaynakça

 

Altun, Fahrettin. (2016) Cumhurbaşkanı Erdoğan: Kriterimiz Yerlilik ve Millilik Olmalı. SETA. https://www.setav.org/yorum/cumhurbaskani-erdogan-kriterimiz-yerlilik-ve-millilik-olmali

Artıgerçek. (2024). Yargıtay Başkanı Kerkez 'Milli Hukuk Sistemi' istedi. https://artigercek.com/guncel/yargitay-baskani-kerkez-milli-hukuk-sistemi-istedi-316368h

Çakır, Elif. (2024). Hukuk sisteminin millisi gayri millisi olur mu? https://www.karar.com/yazarlar/elif-cakir/hukuk-sisteminin-millisi-gayri-millisi-olur-mu-1601055

Dworkin, R. (1988). Law’s Empire. Cambridge, MA: Harvard University Press. 9780674518360

Ehrlich, E. ve Klaus A. Ziegert (2001). Fundamental Principles of the Sociology of Law. Cambridge, MA: Harvard University Press. 9780765807014

Kelsen, H. (2009). Pure Theory of Law.  Lawbook Exchange, Ltd. 978-1584775782

Marx, K. (1978). The German Ideology. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/

Öktem, K. (2011). Angry Nation: Turkey since 1989. Zed Books. 978-1848132115

Şen, Ersan. (2025). Milli Hukuk, Milli Olmayan Hukuk. https://sen.av.tr/tr/makale/milli-hukuk-milli-olmayan-hukuk

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982 (Güncel değişikliklerle).

Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilmesine İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (Resmî Gazete, 20 Mart 2021).

United Nations. (1948). Universal Declaration of Human Rights. https://www.un.org/en/about-us/universal-declaration-of-human-rights

Yeşilova, Bilgehan. (2008) Milletlerarası Tahkimin Hukuki Niteliği Üzerine Düşünceler. TBB Dergisi. https://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2008-76-421

Yılmaz, Mehmet Y. (2024). Avrupa hukukuna resmen veda. https://t24.com.tr/yazarlar/necmiye-alpay/cokkulturlulugun-cikissizligi,46246

 

 

Hiç yorum yok: