“YERLİ” VE “MİLLİ”
HUKUK SÖYLEMİ: EVRENSEL HUKUK NORMLARIYLA GERİLİM, SİYASAL STRATEJİ VE
TOPLUMSAL SONUÇLAR
PROF. DR. FİRUZ
DEMİR YAŞAMIŞ
Özet
Bu makale, Türkiye’de son yıllarda
siyasal iktidarın hukuk alanındaki söylem ve uygulamalarında belirginleşen
“yerli ve milli hukuk” kavramını çok boyutlu bir şekilde incelemektedir.
Çalışmada, hukuk kuramlarının temel yaklaşımları çerçevesinde bu söylemin
anlamı tartışılmakta; pozitif hukuk, doğal hukuk, sosyolojik ve eleştirel hukuk
yaklaşımlarına referansla kavramsal bir çerçeve çizilmektedir. Ayrıca, AKP
iktidarının bu söylemi neden ve nasıl kullandığı; anayasa, yargı bağımsızlığı,
insan hakları ve uluslararası hukuk normlarıyla olan ilişkisi çözümlenmektedir.
Makale, bu söylemin evrensel hukuk ilkeleriyle çeliştiğini; hukuk devleti,
kuvvetler ayrılığı ve demokratik rejim açısından ciddi riskler içerdiğini
ortaya koymaktadır. Sonuç olarak, “yerli ve milli hukuk” söyleminin, hukuk
sistemini ideolojik ve siyasal amaçlarla yeniden şekillendirme girişimi olduğu,
evrensel hukuk algısının yerini iktidara bağlı bir meşruluk anlayışına
bıraktığı savunulmaktadır.
Abstract
This article provides a multidimensional analysis of the concept of
"national and indigenous law" ("yerli ve milli hukuk")
that has gained prominence in the legal discourse and practices of Turkiye’s
ruling party in recent years. The study discusses the theoretical foundations
of this concept in light of major legal theories (positive law, natural law,
sociological jurisprudence, and critical legal studies) thus constructing a
conceptual framework. Furthermore, it analyzes the political motivations behind
the AKP's deployment of this narrative, examining its implications for
constitutional principles, judicial independence, human rights, and
international legal obligations. The article argues that the discourse of
national and indigenous law stands in contradiction with universal legal norms
and poses serious challenges to the rule of law, separation of powers, and
democratic governance. In conclusion, it contends that this discourse
constitutes an attempt to reshape the legal system by ideological and political
interests, replacing the universality of law with a legitimacy grounded in
executive authority.
GİRİŞ
“Yerli ve milli hukuk” kavramı,
genellikle siyasî söylemlerde kullanılsa da hukuk felsefesi ve kamu hukuku
açısından birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir. “Yerli hukuk” çoğu
zaman dış etkilerden arınmış, toplumun tarihinden, geleneklerinden, örfi
hukuktan, kültüründen beslenen hukuk olarak tanımlanır. “Milli hukuk” ise
modern anlamda ulus-devletin kurucu ideolojisi, egemenlik anlayışı ve kolektif
kimliğine dayalı pozitif hukuk sistemini ifade eder. Bu iki kavram çoğu zaman
iç içe geçse de aslında farklı referanslara dayanır: “Yerli” olan daha çok
geleneksel ve “milli” olan daha çok modern ve ideolojik referanslıdır.
Modern devletlerin hukuku, özellikle
insan hakları, yargı bağımsızlığı, mülkiyet hakkı gibi temel konularda evrensel
ilkeleri benimsemiştir. Ancak “milli” ya da “yerli” hukuk arayışı, çoğu zaman
bu evrensel ilkelerle gerilim yaratabilir:
"Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararlarına uymak zorunda mıyız?" sorusu, "Anayasa Mahkemesi Batı'dan
gelen bir kurum mudur?" tartışmaları "İçtihatlarımız milli kültüre
uygun mu?" gibi yaklaşımlar bu gerilimin ürünüdür.
Hukuk, adalet, öngörülebilirlik ve
eşitlik gibi soyut ve evrensel ilkelere dayanır. Eğer “yerli ve milli hukuk”
söylemi siyasal iktidarın ideolojik dayanaklarını hukuk haline getirmek, yargıyı
bir kimlik mühendisliği aracı yapmak ya da uluslararası hukukla çatışmayı
meşrulaştırmak için kullanılıyorsa bu durumda hukuk, hukuk olmaktan çıkar;
araçsallaştırılmış ve keyfileştirilmiş bir sistem olur.
Elbette her devletin kendine özgü
hukuk sistemi vardır ve bu doğaldır. Ancak bu sistemin evrensel hukuka saygı
çerçevesinde bağımsız ve denetlenebilir biçimde işlemesi gerekir.
Türkiye’de "yerli ve milli
hukuk" söylemi özellikle yargı reformları, Anayasa değişikliği
tartışmaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi kararlarına
direnç bağlamında öne çıkıyor. Burada asıl sorun şudur: Bu söylem, bağımsız bir
hukuk sistemini oluşturmak için mi kullanılıyor, yoksa yargının siyasal vasilik
altına alınmasını meşrulaştırmak için mi?
Hukuk Nedir? Ve Hukukun
Unsurları Nelerdir?
Genel kabul görmüş bir tanıma göre
hukuk emredici bir normatif düzendir, toplum içinde insan davranışlarını
düzenler, Devlet gücüyle desteklenir (yaptırım içerir) ve toplumsal düzen ve
adaleti sağlama ve sürdürme amacı taşır.
Hukuk, tarih boyunca insan
topluluklarının bir arada yaşama düzenini oluşturmak, çatışmaları çözmek ve
toplumsal dengeyi sağlamak amacıyla başvurduğu temel kurumsal yapıdır. Ancak
"hukuk nedir?" sorusu ilk bakışta basit gibi görünse de aslında çok
katmanlı, disiplinlerarası ve derin bir tartışma alanını içinde barındırır.
Hukukun yalnızca devletin koyduğu kurallar bütünü mü, yoksa evrensel adalet
ilkeleriyle uyumlu bir normatif sistem mi olduğu sorusu yüzyıllardır hukuk
felsefesinin temel tartışma konularından biri olagelmiştir.
Modern hukuk sistemleri bir yandan
pozitif hukuk normlarına dayanırken diğer yandan adalet, etik ve toplumsal gereksinme
gibi unsurlarla da etkileşim içindedir. Bu nedenle hukukun yalnızca yazılı
kanunlardan ibaret olduğunu savunmak hukukun toplumsal işlevini ve ahlaksal
boyutunu görmezden gelmek anlamına gelir. Öte yandan, hukuku yalnızca ideal
değerlere indirgemek de somut yaşamın içindeki hukuk uygulamalarını göz ardı
etmekle sonuçlanabilir.
Bu çerçevede, hukuk kavramına ilişkin
farklı kuramsal yaklaşımların değerlendirilmesi hem kavramsal netlik hem de
pratik çözüm üretme açısından zorunlu hale gelmektedir. Hukuk pozitivizmi,
doğal hukuk, hukuksal gerçekçilik, sosyolojik hukuk ve eleştirel hukuk kuramları
gibi çeşitli bakış açıları hukuku farklı açılardan ele alır ve her biri hukukun
ne olduğuna ilişkin özgün bir tanım ve içerik sunar. Bu bağlamda, hukukun
tanımına ve anlamına ilişkin farklı yaklaşımların karşılaştırmalı bir şekilde
değerlendirilmesi yalnızca kuramsal çaba değil, aynı zamanda hukukun uygulanma
biçimlerinin de daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir gerekliliktir.
Hukuk Kuramlarına
Genel Bakış
Hukukun ne olduğu sorusuna verilen
yanıtlar tarihsel dönemler, siyasal rejimler ve felsefi kabuller doğrultusunda
farklılık göstermektedir. Bu bağlamda hukuk düşüncesi, çeşitli kuramsal
yaklaşımlar etrafında şekillenmiş ve her bir yaklaşım hukukun özüne ilişkin
özgün bir bakış açısı geliştirmiştir.
İlk olarak, hukuk pozitivizmi, hukuku,
devletin otoritesiyle tesis edilmiş ve belirli bir biçimsel geçerlilik ölçütüne
göre değerlendirilen kurallar bütünü olarak tanımlar. Bu yaklaşıma göre hukukun
varlığı, onun adil olup olmamasından bağımsızdır; geçerlilik, yalnızca hukuki
normların belirli usullere uygun biçimde oluşturulmasına bağlıdır. Bu
düşüncenin en sistematik temsilcilerinden biri olan Hans Kelsen, "Saf
Hukuk Teorisi" adlı yapıtında hukukun yalnızca normatif bir yapı olduğunu
ve ahlaki, sosyolojik ya da psikolojik unsurların hukuk çözümlemesine
uğratılmaması gerektiğini ileri sürmüştür. Pozitivist yaklaşım, hukukun
öngörülebilirliğini ve normatif kapalılığını vurgulayarak modern hukuk
devletlerinin yapısal temellerine katkı sunmuş ancak adaletle olan ilişkisini
çoğu zaman geri plana itmiştir.
Buna karşılık, doğal hukuk kuramı,
hukukun yalnızca yürürlükteki kurallar bütünüyle sınırlı olmadığını, onun
temelinde insan doğasına uygun, evrensel ve değişmez adalet ilkelerinin
bulunduğunu savunur. Bu yaklaşım, hukuku ahlaksal bir ideal olarak görür ve
geçerlilikle meşruluk arasında doğrudan bir bağ kurar. Doğal hukukçulara göre,
hukukun gerçekten hukuk sayılabilmesi için adaletle uyumlu olması gerekir; aksi
durumda söz konusu kurallar geçerli olsa bile meşru sayılamaz. Bu görüş,
özellikle Antik Yunan’dan Orta Çağ’a ve modern dönemde insan hakları hukukuna
kadar birçok tarihsel aşamada etkili olmuş ve pozitif hukukun sınırlarını
belirleme konusunda önemli bir işlev görmüştür.
Hukuksal gerçekçilik ise hukukun kuramsal
normlardan çok, uygulamada nasıl işlediğiyle ilgilenir. Bu yaklaşıma göre
hukuk, yalnızca kanun metinlerinden ibaret değildir ve esas olan yargıçların
nasıl karar verdikleri ve hukukun toplumsal hayatta ne şekilde işlediğidir.
Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde etkili olan bu yaklaşım hukuku
yaşayan bir uygulama biçimi olarak değerlendirir ve hukuk uygulayıcılarının
değer yargılarına, toplumsal bağlama ve kurumsal etmenlere dikkat çeker. Hukuksal
gerçekçilik hukuk ile toplum arasındaki etkileşimi vurgulayarak hukukun belirli
bir toplumsal bağlamda nasıl anlam kazandığını ortaya koyar.
Bu noktada, sosyolojik hukuk kuramı,
hukukun yalnızca normatif bir düzen olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir
olgu olarak incelenmesi gerektiğini ileri sürer. Hukuk, bu yaklaşıma göre
toplumsal yapılar, gelenekler, ekonomik ilişkiler ve kültürel kodlarla
şekillenir. Eugen Ehrlich’in “hukukun merkezi, yasa kitaplarında değil,
toplumun kendisindedir” sözü, bu anlayışın temelini oluşturur. Hukukun dinamik
ve evrimsel doğasını kabul eden bu yaklaşım hukuk ile toplum arasındaki
karşılıklı etkileşime dikkat çeker ve pozitif hukukun toplumla ne ölçüde uyumlu
olduğunu sorgular.
Eleştirel hukuk kuramları ve Marksist
hukuk yaklaşımı hukuku egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir araç olarak
görür. Bu bakış açısına göre hukuk görünüşte tarafsız olsa da aslında toplumsal
eşitsizlikleri yeniden üreten bir sistemin ideolojik aracıdır. Karl Marx’ın
hukuk anlayışı, hukuku üretim ilişkilerine bağımlı bir üstyapı kurumu olarak
konumlandırırken; çağdaş eleştirel hukuk çalışmaları, hukukun iktidar
ilişkilerinden bağımsız olmadığını savunur. Eleştirel Hukuk Çalışmaları (Critical
Legal Studies) hareketi ise özellikle Batı liberal hukukunun varsayılan
tarafsızlığına karşı çıkarak hukuku tarihsel, siyasal ve kültürel bağlamı
içinde çözümlemeye çalışır.
Yukarıdaki açıklamalar, hukukun
yalnızca yazılı normlardan oluşan teknik bir düzen olmadığını; aynı zamanda
değer yüklü, toplumsal bağlamla ilişkili ve çoğu zaman ideolojik etkilerden
bağımsız düşünülemeyen bir olgu olduğunu ortaya koyar. Hukuk kuramları, bu
karmaşık yapıyı anlamlandırmak için farklı bakış açıları sunar ve hukukun
amacına, meşruluğuna ve işleyişine ilişkin eleştirel düşünmeyi olanaklı kılar.
ÇÖZÜMLEME
“Yerli” ve “Milli”
Hukuk Söyleminin Kuramsal Arka Planı ve Yarattığı Gerilim Noktaları
Son yıllarda özellikle otoriterleşen
siyasal sistemlerde sıkça başvurulan “yerli ve milli hukuk” söylemi, hukukun
evrensel ilkeleri ile siyasal iktidarın yönlendirdiği yerel değerler arasında
kurulan duyarlı ve çoğu zaman gerilimli bir dengeyi yansıtmaktadır. Bu söylem,
hukuku yalnızca normatif bir sistem olarak değil, aynı zamanda kültürel ve
siyasal bağlılıkların bir ifadesi olarak da konumlandırmakta; bu yönüyle
hukukun evrenselliği ve tarafsızlığı ilkeleriyle doğrudan ilişki içinde bulunmaktadır.
Kuramsal açıdan bakıldığında, “yerli
ve milli hukuk” arayışı, esasen pozitivist hukuk anlayışıyla yüzeysel bir
benzerlik taşısa da önemli bir fark barındırır. Pozitivizm, hukukun biçimsel
geçerliliğine ve siyasal otoritenin norm koyma gücüne odaklanır; ancak bu gücün
keyfi değil, kurallara bağlı ve sistemli olarak kullanılması gerektiğini
savunur. Oysa yerli ve milli hukuk söylemi, sıklıkla hukuku siyasal iktidarın
kültürel değerlerle meşrulaştırdığı bir alana indirger; bu durum ise hukukun
araçsallaşmasına ve keyfileşmesine yol açabilir.
Doğal hukuk perspektifinden
bakıldığında ise “yerli ve milli hukuk” söylemi oldukça sorunludur. Doğal
hukuk, hukukun evrensel adalet ilkelerine dayandırılması gerektiğini savunur ve
bu yönüyle kültürel göreciliğe karşı çıkar. Oysa “yerli ve milli hukuk” anlayışı,
adaleti yerel değerlerle tanımlama eğilimindedir; bu da insan hakları, eşitlik
ve temel özgürlükler gibi evrensel normlarla çatışma potansiyeli taşır. Bu
çatışma, özellikle kadın hakları, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü gibi
konularda ciddi hukuksal gerilimler yaratabilir.
Hukuksal gerçekçilik ve sosyolojik
hukuk kuramları açısından değerlendirildiğinde ise “yerli ve milli hukuk”
söylemi mevcut siyasal ve toplumsal yapının bir yansıması olarak görülebilir.
Bu yaklaşımlar, hukukun işleyişine odaklandıkları için yerli ve milli hukuk
söyleminin toplumda nasıl kabul gördüğü, nasıl uygulandığı ve hangi güç
ilişkilerini yeniden ürettiği sorularını gündeme getirir. Bu söylem toplumun
yalnızca belli bir kesimini temsil eden değer yargılarını genelleştiriyor ve
diğer kesimleri dışlıyorsa bu durum hukukun toplumsal meşruluk düzeyini
zedeleyebilir.
Eleştirel hukuk kuramları ve Marksist
yaklaşım açısından ise “yerli ve milli hukuk” söylemi, iktidarın ideolojik
araçlarından biri olarak okunabilir. Bu yaklaşımlar, hukukun tarafsız bir
düzenleyici olmaktan çok egemen sınıfın çıkarlarını kurumsallaştıran bir yapı
olduğunu ileri sürer. Bu çerçevede yerli ve milli hukuk iktidarın meşrulaştırma
stratejisinin parçası durumuna gelir ve hukukun siyasal bağımsızlığına yönelik
ciddi tehditler içerir. Sınıfsal ve kimliksel eşitsizliklerin üstünü örten bu
tür söylemler hukuku adaletin değil baskıcı rejimlerin hizmetine sokabilir.
Sonuç olarak, “yerli ve milli hukuk”
söylemi, hukukun yalnızca kültürel bir yansıma değil aynı zamanda evrensel
değerlere dayalı bir normatif sistem olduğu gerçeğini göz ardı etme riski
taşımaktadır. Bu tür bir yaklaşım, hukukun kapsayıcı ve eşitlikçi doğasını
zedeleyebilir; çoğulculuk ilkesine aykırı biçimde homojenleştirici ve dışlayıcı
bir yapı doğurabilir. Dolayısıyla hukukun meşruluğu yalnızca yerli ve milli
niteliklere sahip olmasıyla değil, aynı zamanda evrensel adalet ilkeleriyle
uyum içinde olup olmamasıyla ölçülmelidir.
“Yerli” ve “Milli”
Hukukun Anayasacılık İlkeleriyle Sınavı
Anayasacılık, modern devletlerde
iktidarın sınırlandırılması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması
ve hukuk devleti ilkesinin kurumsallaştırılması amacıyla geliştirilmiş siyasal
ve hukuksal bir gelenektir. Bu gelenek, hukuk normlarının keyfiliğe karşı bir
güvence mekanizması işlevi görmesini ve devlet gücünün hukukla bağlı
kılınmasını esas alır. Bu bağlamda “yerli ve milli hukuk” söylemi, anayasal
ilkelerle ne ölçüde örtüştüğü ve ne derece zıtlaştığı sorularını gündeme
getirir.
Her şeyden önce, “yerli ve milli”
hukuk arayışı çoğu zaman evrensel insan hakları normları ve anayasal düzenin
kurucu ilkeleriyle çatışma içindedir. Anayasacılık, normatif olarak
evrenselcilik ilkesine yaslanır: Temel hak ve özgürlükler, yalnızca belirli bir
topluluğa değil, tüm bireylere tanınan, zamandan ve yerden bağımsız haklardır.
Oysa “yerli ve milli hukuk” söylemi, hukuku belirli bir tarihsel, kültürel ve
siyasal kimliğe göre tanımlama eğilimindedir. Bu yaklaşım, anayasanın koruması
altındaki çoğulculuk ve eşitlik ilkelerine açık bir meydan okuma niteliği
taşır.
İkinci olarak, bu söylem, kuvvetler
ayrılığı ilkesine karşı da potansiyel bir tehdit oluşturmaktadır. “Yerli ve
milli” olma kriteri, yürütme organı tarafından tanımlandığında yasama ve yargı
erkleri üzerinde dolaylı bir ideolojik baskı aracı durumuna gelir. Bu durum,
bağımsız yargının siyasal sadakate göre şekillendirilmesine, anayasa
mahkemelerinin iktidar lehine yeniden yapılandırılmasına ve hukukun siyasal
hedeflere uygun duruma getirilmesine zemin hazırlar. Anayasacılık ise, yargı
bağımsızlığını, anayasal düzenin temel güvencesi olarak konumlandırır. Bu
ilkenin aşınması, anayasal devletin yerini hızla karizmatik liderliğe ve
yönetici iktidarın hukuk yaratma tekeline bırakan otoriterleşme eğilimlerine
terk eder.
Üçüncü olarak, “yerli ve milli hukuk”
söyleminin anayasal düzen açısından en tehlikeli sonuçlarından biri, hukukun
evrensel normlar karşısında içe kapanan bir kültürel ait olma sistemine
indirgenmesidir. Bu yaklaşım, uluslararası sözleşmelere ve anayasal güvence
altındaki uluslararası insan hakları normlarına uzak hatta zaman zaman düşmanca
bir tutumun zeminini oluşturur. Oysa anayasal düzen, özellikle Türkiye
örneğinde, evrensel normlarla ulusal hukukun uyum içinde işlemesini bir
yükümlülük durumuna getirmiştir. Anayasa’nın 90. maddesinin son fıkrasında yer
alan “uluslararası insan hakları sözleşmeleri ile iç hukuk arasında çelişki
durumunda uluslararası normun üstünlüğü” ilkesi bu bağlamda dikkate değerdir.
“Yerli ve milli hukuk” söylemi bu hükmün sorgulanmasına zemin hazırlayarak
anayasanın açık normatif tercihine ters düşebilir.
Son olarak, anayasal sistemin özünde
yer alan hukukun üstünlüğü ilkesi, “yerli ve milli” gibi belirsiz, öznel ve
siyasal olarak şekillendirilen kavramlarla zayıflatılma tehlikesiyle karşı
karşıyadır. Hukukun üstünlüğü, hukuku tüm bireyler ve kurumlar için bağlayıcı
kılan ve keyfiliğe ve ayrımcılığa karşı kalkan görevi gören bir ilkedir. Ancak
hukuk belirli bir siyasal veya kültürel bağlılık olarak tanımlandığında
bağlayıcılık ve eşitlik işlevini yitirir. Böylece anayasa, toplumsal sözleşme
olma niteliğini yitirerek yalnızca belirli bir çoğunluğun iradesini yansıtan ve
dışlayıcı bir belge durumuna dönüşebilir.
“Yerli” ve “Milli”
Hukuk Söyleminin Toplumsal Sonuçları ve Meşruluk Sorunu
Hukukun yalnızca kurallar bütününden
ibaret olmadığı; aynı zamanda toplumsal meşruluk, güven ve ait olma duygularıyla
iç içe geçmiş bir sistem olduğu düşünülürse, “yerli ve milli hukuk” söyleminin
toplumsal düzeydeki etkileri çok daha derin ve uzun vadeli biçimde ortaya
çıkar. Bu söylem, bir yandan hukuk sistemine duygusal ve kültürel bir bağ inşa
etmeye çalışırken, diğer yandan da toplumda var olan farklılıkları hukuk
üzerinden yeniden tanımlayarak dışlayıcı ve hiyerarşik bir düzenin kurulmasına
zemin hazırlayabilir.
Toplumsal
Kutuplaşma ve Hukukun Kimlikleşmesi
“Yerli ve milli hukuk” ifadesi hukuk
normlarının toplumun tüm kesimlerini eşit şekilde kapsayan ortak ilkeler
üzerine kurulması gerektiği anlayışını zayıflatabilir. Bu söylem, yerli/milli
olanla olmayanı, içerideki ile dışarıdakini, makbul vatandaşla öteki yurttaşı
hukuksal düzeyde ayıran bir sınır çizgisi işlevi görebilir. Bu durum, özellikle
farklı etnik, mezhepsel ya da siyasal kimliklere sahip bireylerin hukuka
duyduğu güveni zedeler. Hukuk, toplumun tamamını bağlayan ortak bir zemin
olmaktan çıkarak, siyasal iktidarın meşrulaştırma aracı hâline gelir.
Hukukun böyle bir ideolojik çerçeveyle
özdeşleşmesi yurttaşlık bağını zayıflatır. Çünkü yurttaşlık, yalnızca hukuksal
statü değil, aynı zamanda eşit haklara, özgürlüklere ve korunmaya dayalı bir
siyasal ait olma biçimidir. “Yerli ve milli” gibi belirli kimlik referanslarına
dayalı hukuk anlayışı, bu eşitliği gölgeler, “makbul yurttaş” ile “potansiyel
tehdit” arasında ayrım üretir.
Hukuk Güvenliği
ve Öngörülebilirliğin Zayıflaması
Bir diğer önemli sonuç hukuksal
güvenlik ilkesinin zedelenmesidir. Hukukun öngörülebilirliği, kararlılığı ve
tarafsızlığı; bireylerin davranışlarını düzenlemelerini, hak arayışına
girmelerini ve devlete güven duymalarını sağlar. Ancak hukukun içeriği, “yerli
ve milli” gibi değişken, yoruma açık ve iktidara göre şekillenen kavramlarla
belirlendiğinde bireyler için neyin suç, neyin hak, neyin meşru olduğuna ilişkin
netlik ortadan kalkar.
Bu durum keyfi kararların artmasına,
yargının tarafsızlığının sorgulanmasına ve yasal süreçlerin siyasal araçlara
dönüşmesine neden olur. Özellikle yargı organlarının bağımsızlığı
zayıfladığında, yargı kararlarının “hukuksal gerekçelerle” değil, “ideolojik
tercihlerle” verildiğine ilişkin kamu algısı yaygınlaşır. Bu da hukuk sistemine
olan toplumsal güveni aşındırır.
Meşruluk Krizi ve
Değişik Hukuk Arayışları
Hukukun meşruluğu yalnızca iktidar
eliyle yürürlüğe konulmuş olmasıyla değil, toplumun geniş kesimlerince adil,
kapsayıcı ve evrensel ilkelere uygun bulunmasıyla olanaklıdır. “Yerli” ve “milli”
hukuk söylemi bu meşruluk zemininin daralmasına yol açar. Hukukun yalnızca
belli bir siyasal görüşün ya da kültürel kimliğin temsilcisi gibi davranması
diğer kesimlerin sistemden dışlanmasına neden olur. Bu dışlanma zamanla “değişik
hukuk arayışlarına” zemin hazırla. Kimi zaman uluslararası normlara yönelme,
kimi zaman da sistem dışı yollarla hak arama uygulamaları (protestolar, mahkeme
boykotları, uluslararası başvurular, sivil itaatsizlik) şekillerinde gelişebilir.
Toplumun önemli bir kesimi, kendisini
hukuksal sistemin koruması altında değil, onun hedefinde görüyorsa; bu durumda
hukuk düzeni birleştirici değil, ayrıştırıcı ve kutuplaştırıcı bir süreç
durumuna gelir. Bu ise anayasal düzenin ve demokratik toplumsal sözleşmenin
zeminini doğrudan sarsar.
“Yerli” ve “Milli”
Hukuk Söyleminin Uluslararası Hukukla Çatışması
Modern devletlerin uluslararası
toplumla bütünleştiği çağımızda, iç hukuk ile uluslararası hukuk arasında artan
bir karşılıklı etkileşim söz konusudur. Özellikle insan hakları hukuku, çevre
hukuku, savaş hukuku ve ticaret hukuku gibi alanlarda, uluslararası normların
iç hukuk üzerindeki etkisi giderek daha belirleyici konuma gelmiştir. Bu
çerçevede “yerli ve milli hukuk” söyleminin uluslararası hukuk düzeniyle nasıl
bir ilişki kurduğu ve bu ilişkinin doğurduğu sorunlar hem kuramsal hem de
uygulamalı olarak değerlendirilmelidir.
Uluslararası
İnsan Hakları Normlarına Karşı Direnç
“Yerli ve milli hukuk” vurgusu çoğu
zaman uluslararası insan hakları belgelerine uzak hatta çatışmacı bir tutum
içinde dile getirilmektedir. Türkiye gibi Avrupa Konseyi ve Birleşmiş Milletler
gibi kuruluşlara taraf olan devletler için başta Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS) olmak üzere çeşitli uluslararası belgeler, temel hak ve özgürlüklerin
temel ölçünlerini belirlemektedir. Ancak “yerli ve milli hukuk” söylemi bu
belgelerin “dış müdahale” ya da “kültürel yabancılaşma” aracı olarak
sunulmasıyla birlikte bu yükümlülüklere bağlılık ilkesini tartışmaya açmakta ve
kimi zaman da bu yükümlülüklere uymaktan kaçınmayı meşrulaştırmaktadır.
Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması, özellikle Anayasa’nın 90. maddesi
ile tanınan uluslararası normların üstünlüğü ilkesine açık bir aykırılık oluşturmaktadır.
Bu tür uygulamalar yalnızca hukukun üstünlüğünü zedelemekle kalmaz, aynı
zamanda devletin uluslararası saygınlığını ve yükümlülüklerini de tehlikeye
atar.
Uluslararası
Hukuka Bağlılık ile Egemenlik Arasında Gerilim
“Yerli ve milli hukuk” kavramı,
genellikle egemenlik vurgusu üzerinden oluşturulur. Bu söylemde, uluslararası
hukuk normlarına uymak, “ulusal iradenin zayıflatılması” veya “bağımsız yargı
yetkisinin devri” olarak çerçevelenir. Oysa modern anayasal sistemler, ulusal
egemenliği uluslararası hukukla bütünleştirilmiş bir şekilde yeniden
tanımlamaktadır. Egemenliğin sınırsız bir güç değil, hukuksal sınırlarla
çevrili bir yetki olduğu anlayışı çağdaş hukuk devleti kavrayışının temel
taşıdır.
Bu noktada “yerli ve milli hukuk”
söylemiyle birlikte ortaya çıkan sorun, uluslararası normlara karşı bir
tepkisellik üzerine kurulan hukuk anlayışının, ülkenin uzun vadeli çıkarlarına
da zarar verebilmesidir. Küresel düzlemde hukuka dayalı iş birliği, yalnızca
dış ilişkiler açısından değil, iç hukuk sisteminin evrensel ilkelerle uyumlu
olabilmesi bakımından da vazgeçilmezdir.
Uluslararası
Normlardan Geriye Gidişin Sonuçları
“Yerli ve milli hukuk” çerçevesinde
uluslararası normlardan uzaklaşılması, genellikle hukuksal reformlarda geriye
gidiş anlamına gelmektedir. Örneğin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı,
kadın hakları açısından uluslararası hukuka dayalı koruma mekanizmalarından
birinin terk edilmesi anlamına gelirken; AİHM kararlarının uygulanmaması,
bireylerin başvuru yollarının kapanması sonucunu doğurmuştur.
Bu tür gelişmeler, yalnızca insan
hakları alanında değil, aynı zamanda ekonomik, diplomatik ve siyasal düzeyde de
etkilerini gösterir. Uluslararası normlara bağlılık, demokratik kararlılığın,
hukuksal öngörülebilirliğin ve yatırım güvenliğinin temelidir. Uluslararası
sermaye hareketlerinden diplomatik ilişkilere kadar pek çok alanda, bir ülkenin
hukuk sistemine duyulan güven, doğrudan uluslararası hukukla kurduğu ilişkinin
niteliğine bağlıdır.
Hukukun “Evrenselliği”
ile “Milliliği” Arasında Denge Kurmak Olanaklı mı?
“Yerli ve milli hukuk” söylemi, ilk
bakışta kültürel ait olmayı öne çıkaran, toplumun değerlerine dayalı bir hukuk
sistemi oluşturmayı amaçladığını iddia eden bir yaklaşım gibi görünse de
uygulamada çoğu zaman hukuk devleti ilkeleriyle ve evrensel insan hakları
normlarıyla çelişen sonuçlar doğurur. Bu çelişkinin temelinde hukukun evrensel
bir haklar düzeni mi yoksa kültürel ve siyasal kimliklerin bir ürünü mü olduğu
sorusu yatar.
Kuşkusuz ki her hukuk sistemi, belirli
bir toplumsal ve tarihsel bağlam içinde şekillenir. Ancak bu bağlam, hukukun
temel işlevi olan adaleti sağlama, eşitlik ve özgürlükleri güvence altına alma
görevini ortadan kaldırmaz. Aksine, hukuk sistemlerinin meşruluğu büyük ölçüde
bu evrensel işlevleri ne ölçüde yerine getirdiğine bağlıdır.
Dolayısıyla hukukta “millilik”
yalnızca dilsel, biçimsel veya yerel geleneklere uygunluk düzeyinde meşru ve
yararlı olabilir. Fakat siyasal iktidarın söylem aracı hâline gelmiş bir
“millilik”, hukuku bir toplumsal sözleşme olmaktan çıkararak siyasal iktidarın
ideolojik aygıtı haline dönüştürür. Bu da hem hukukun hem de demokrasinin
altını oyan bir eğilimdir.
Bir ülkede hukukun hem toplumun
değerleriyle barışık hem de evrensel normlarla uyumlu olması olanaklıdır. Ancak
bunun koşulu, hukuk sisteminin çoğulcu, katılımcı, bağımsız yargı güvencesi
altında ve temel haklara saygılı biçimde örgütlenmesidir. Aksi takdirde “yerli
ve milli” adı altında yapılan her hukuk tartışması, yalnızca farklılıkları
bastırma ve iktidarı pekiştirme aracına dönüşür.
İktidar
Stratejisi Olarak “Yerli ve Milli Hukuk”: AKP’nin Söylemsel ve Kurumsal
Tercihleri
AKP iktidarının “yerli ve milli hukuk”
söylemini benimsemesi ve bu söylemi sistemli olarak geliştirmesi, yerel
siyasetin ve küresel konjonktürün kesiştiği bir zeminde şekillenmiştir. Bu
söylem hem iç siyasal meşruluğu pekiştirme hem de uluslararası normlarla
karşıtlık kurma işlevi görmüştür.
Siyasal Meşruluk
ve İktidarın Güçlendirilmesi
AKP, uzun süreli iktidarını sürdürmek
amacıyla, toplumdaki farklı kesimlerdeki ait olma ve kimlik arayışlarına cevap
veren milliyetçi ve muhafazakâr bir hukuk anlayışı geliştirmiştir. Örneğin,
2017 yılında yapılan Anayasa değişikliğiyle parlamenter sistemden
cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş, yürütme üzerindeki denge ve denetim
mekanizmalarını önemli ölçüde zayıflatmıştır. Bu değişiklikle birlikte, hukuk
ve yargı alanında iktidarın etkisi artırılmış ve bağımsız yargı organlarının
işlevselliği tartışmaya açılmıştır.
Uluslararası
Hukuk ve Normlarla Çatışma
AKP iktidarı döneminde, uluslararası
normlar ve yükümlülüklere karşı gelen direniş somut adımlarla da
gözlemlenmiştir. En çarpıcı örneklerden biri Türkiye’nin 2021 yılında İstanbul
Sözleşmesi’nden çekilme kararıdır. İstanbul Sözleşmesi, kadına yönelik şiddetle
mücadelede kapsamlı uluslararası ölçünler getirirken, çekilme kararı “yerli ve
milli değerlere uygun değil” söylemiyle gerekçelendirilmiş ve bu karar
uluslararası hukuk çevrelerinde tepkiyle karşılanmıştır. Bunun yanı sıra,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarının uygulanmaması ve özellikle bazı
kişi ve siyasal gruplara yönelik siyasal davalarda evrensel insan hakları
normlarının hiçe sayılması Türkiye’nin uluslararası hukukla giderek daha fazla
çatışmasına yol açmıştır.
Toplumsal Denetim
ve Hukukun Araçsallaştırılması
Hukukun iktidar aracı olarak
kullanılması da somut örneklerle net biçimde görülmektedir. 2016 sonrası
dönemde, özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL ilanları ve KHK’lar
aracılığıyla binlerce kişi kamudan ihraç edilmiş, gazeteciler ve muhalifler
tutuklanmıştır. Yargı süreçlerinde bağımsızlık ciddi anlamda zayıflatılmış ve
davalar siyasal gündeme göre şekillendirilmiştir. Ayrıca, İstanbul Barosu gibi
bağımsız meslek kuruluşlarına yönelik siyasal müdahaleler ve basın özgürlüğü
üzerindeki kısıtlamalar hukuk sisteminin toplumu denetleme aracı olarak
kullanılmasının diğer önemli örnekleridir.
Kültürel İdeoloji
ve Hukukun Yeniden Oluşturulması
AKP, hukuku kendi ideolojik
temelleriyle uyumlu hale getirmek için kültürel söylemi ön planda tutmuştur.
Örneğin, din eğitimi ve uygulamalara ilişkin düzenlemelerin artırılması,
laiklik ilkesine ilişkin tartışmaların yoğunlaşması ve din temelli değerlerin
hukuk sistemine yansıması hukuk alanında yaşanan kültürel dönüşümlerin
göstergesidir. Bu bağlamda, başörtüsü yasağının kaldırılması, devletin bazı dinsel
yapılar üzerindeki denetimini artırması ve eğitim müfredatındaki değişiklikler,
“yerli ve milli hukuk” söyleminin toplumsal ve kültürel temellerini
güçlendirmeye yönelik adımlardır.
AKP’nin “Yerli ve
Milli Hukuk” Söylemini Kullanmasının Siyasal Güdülenmeleri ve Çıkarları
AKP’nin “yerli ve milli hukuk”
kavramını kullanması, salt hukuk alanında bir reform veya değişim talebi
olmaktan öte çok boyutlu siyasal stratejilerin ürünü olarak
değerlendirilmelidir.
İktidarın Meşruluğunu
Güçlendirme
AKP, uzun süreli iktidarını
pekiştirmek ve değişik siyasal aktörlere karşı üstünlük sağlamak amacıyla,
hukuku kendi ideolojik ve siyasal hedeflerine uygun biçimde dönüştürmek
istemektedir. “Yerli ve milli hukuk” söylemi, özellikle toplumda milliyetçilik
ve yerel değerlere yönelik duyarlılıkların yüksek olduğu bir ortamda iktidarın meşruluk
zeminini genişletmek için kullanılır. Bu söylem, iktidarın “dış güçler ve
uluslararası kurumlar tarafından dayatılan evrensel hukuk normlarına karşı ulusal
iradeyi ve özgünlüğü savunduğu” algısını yaratır. Böylece, eleştirileri
“yabancı müdahalesi” olarak göstererek iktidar destekçilerini daha sıkı
bütünleştirir. “Yerli ve milli
hukuk” söylemi yalnızca teknik veya tarafsız bir düzenleme olarak değil
iktidarın kültürel ve ideolojik tercihlerinin hukuk kılığına büründürülmesi
biçiminde işleyebilir.
Evrensel Hukuk
Normlarından Uzaklaşma Eğilimi
AKP’nin “yerli ve milli hukuk”
kavramını öne çıkarması, evrensel hukuk normlarının “yabancı dayatması” veya
“yerli olmayan” uygulamalar olarak görülmesi eğilimini güçlendirir. Bu durum,
hukukun temel evrensel değerlerinin (insan hakları, hukuk devleti ilkesi, yargı
bağımsızlığı) aşamalı olarak terk edilmesine ve yerlerine iktidarın siyasal
hedefleri doğrultusunda şekillendirilen kuralların geçerli olmasına zemin
hazırlar. Bu bağlamda, hukukun evrensel bir normlar sistemi olmaktan çıkarak siyasal
ve ideolojik bir araç haline gelmesi riski doğar. Örneğin, AİHM kararlarının
uygulanmaması veya İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme gibi uygulamalar bu
yönelimin somut yansımalarıdır.
Toplumsal Denetim
ve İktidar Karşıtlarının Sınırlandırılması
“Yerli ve milli hukuk” söylemi, aynı
zamanda iktidarın toplumu denetim altında tutması ve iktidar karşıtlarını sınırlandırması
için bir araçtır. Hukuk, bu söylemle birlikte, iktidar karşıtlarına karşı keyfi
uygulamalar, baskı ve sindirme siyasalarının meşrulaştırılması için
kullanılmaktadır. Bu durum, hukukun bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesinin
zayıflaması, hukukun iktidar siyasalarının aracı haline gelmesi anlamına gelir.
Dolayısıyla, hukuk sistemi demokratik denge ve denetim mekanizması olmaktan
çıkarak siyasal iktidarın bekasını güvence altına alan bir aygıta dönüşür.
Kültürel ve
İdeolojik Hegemonya Kurma İsteği
AKP, “yerli ve milli hukuk” söylemiyle
aynı zamanda toplumda kendi ideolojik ve kültürel hegemonyasını kurmayı hedeflemektedir.
Hukuk alanındaki dönüşüm toplumun farklı kesimlerinde “özgün tarih, din ve
kültür değerlerinin” egemen kılınması için bir araçtır. Bu yaklaşım, hukuk
sisteminde laiklik, çoğulculuk ve evrensel insan hakları anlayışını
zayıflatarak, toplumda yeni “biz” ve “öteki” ayrımlarını güçlendirebilir.
Böylece hukuk, sadece hukuki bir düzen değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel
bir mücadele alanı haline gelir.
Sonuç olarak AKP’nin “yerli ve milli
hukuk” söylemi, evrensel hukuk normlarından kopuşu ve hukukun siyasal
araçsallaşmasını beraberinde getiren çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır.
Bu söylem, iktidarın hem meşruluğunu güçlendirme hem de toplumu kendi
ideolojisi doğrultusunda şekillendirme amacına hizmet etmektedir. Dolayısıyla
AKP, sadece hukuk alanında yeni bir algı yaratmakla kalmayıp hukuk anlayışını
evrensel ilkelerden uzaklaştırarak iktidarını sürdürülebilir kılmayı
hedeflemektedir.
AKP’nin Hukuk ve
Yönetim Modeli: Evrensel Demokrasi Normlarından Farklı Bir Yönelim
AKP’nin “yerli ve milli hukuk”
söylemi, sadece hukukun kendisiyle sınırlı olmayan, daha geniş bir siyasal ve
ideolojik dönüşüm projesinin parçasıdır. Bu dönüşüm, özellikle yönetim biçimi,
insan hakları anlayışı ve demokrasi kavramı alanlarında belirgin şekilde
gözlemlenmektedir.
Parlamenter
Demokrasiyi Unutturup Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemini Yerleştirmek
AKP, Türkiye’de uzun yıllar süren
parlamenter demokratik geleneği aşamalı olarak geri plana iterek, 2017
referandumu ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni kalıcılaştırmıştır. Bu
sistem, yürütmenin meclise olan bağımlılığını azaltmakta, geniş yürütme yetkileriyle
birlikte tek kişiye dayalı otoriter bir yönetim biçimini güçlendirmektedir. Bu
dönüşüm, parlamenter demokrasinin sağladığı denge ve denetim mekanizmalarının
zayıflaması anlamına gelirken, aynı zamanda hukukun evrensel ilke ve normlarına
dayanan demokratik çoğulculuğun gerilemesine yol açmıştır. Yeni sistemin “denetimsiz yürütme” yapısı,
yasama organının etkisizleştirilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu durum anayasal
dengeyi bozan ve kuvvetler ayrılığını işlevsizleştiren bir yapının önünü
açmıştır.
İnsan Haklarının
Evrensel Anlayıştan İslam İnsan Hakları Kavramına Kaydırılması
AKP döneminde, insan hakları
anlayışında da evrensel normlardan sapmalar gözlemlenmektedir. Özellikle “İslam
insan hakları” kavramı üzerinden geliştirilen bir yorum, Batı kökenli evrensel
insan hakları standartlarının yerine, İslam İşbirliği Teşkilatı'nın 1990 Kahire
Bildirgesi açıklandığı üzere dinsel ve kültürel temellere dayalı farklı bir
haklar anlayışının öne çıkarılmasıdır. Bu durum, kadın hakları, ifade
özgürlüğü, dini özgürlükler gibi temel hakların sınırlandırılmasına zemin
hazırlamakta ve uluslararası insan hakları ölçünleri ile uyumsuz uygulamaların
artmasına neden olmaktadır.
Otokrasinin
Üstünlüklerini Demokrasi ve Özgürlüklerin Kararsızlığıyla Karşılaştırmak
AKP’nin siyasal söyleminde sıkça yer
bulan bir sav otoriter yönetimlerin “kararlılık ve güvenlik” sağlama
kapasitesinin liberal demokrasilerin “karmaşık” ve “kararsız” doğası karşısında
üstün olduğu savıdır. Bu bakış açısında, demokratik özgürlükler ve çoğulculuk
kimi zaman siyasal ve toplumsal kararsızlığın, bölünmenin ve ekonomik krizlerin
kaynağı olarak gösterilirken, otoriterlik ise toplumun düzenini koruyan ve
hızlı karar alabilen bir yönetim biçimi olarak yüceltilir.
Bu Yaklaşımların
Hukuka ve Topluma Etkileri
Hukukun Siyasal Açıdan
Araçsallaşması: Bu dönüşüm,
hukukun tarafsızlığını yitirerek, siyasal iktidarın amaçlarını gerçekleştirmek
için bir araç haline gelmesine neden olur. Hukuk, denge ve denetim mekanizması
olmaktan çıkarak iktidarın geleceğini güvence altına alan bir aygıt olarak
işlev görür.
Demokratik
Gerileme: Parlamenter demokrasinin yerini
otoriter yönetim biçimlerine bırakması temel demokratik kurumların ve bireysel
özgürlüklerin aşınmasına yol açar.
Toplumsal
Çoğulculuğun Azalması: İnsan
haklarının dinsel ve kültürel yorumlara dayandırılması farklılıkların kabulünü
zorlaştırır ve toplumsal kutuplaşmayı ve dışlayıcı siyasaları besler.
Sonuç olarak AKP’nin yerli ve milli
hukuk söylemi, evrensel demokratik ve hukuki değerlerden kopuşun, parlamenter
demokratik mekanizmalardan uzaklaşmanın ve otoriter yönetim anlayışının bir
yansımasıdır. Bu söylem, Türkiye’de hukuk ve siyasal sistemin dönüşümünü
meşrulaştırmak ve kalıcılaştırmak amacıyla stratejik olarak kullanılmaktadır.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bu çalışma, AKP’nin “yerli ve milli
hukuk” söylemi etrafında şekillenen hukuki ve siyasal dönüşüm sürecini
incelemiştir. AKP’nin bu söylemi, sadece hukuk alanında teknik bir değişimden
ibaret olmayıp, aynı zamanda Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yapısında köklü
bir dönüşümü amaçlayan çok katmanlı bir stratejinin parçasıdır.
AKP, evrensel hukuk normlarından
uzaklaşarak, hukuku iktidarının devamını sağlayacak bir araç olarak kullanmakta
ve parlamenter demokratik mekanizmaları zayıflatarak tek adam yönetimine dayalı
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni kalıcılaştırmaktadır. Bu bağlamda, hukuk
evrensel insan hakları ve hukuk devleti ilkelerinden saparken insan hakları
anlayışında da dinsel ve kültürel referansların öne çıkarıldığı farklı bir
paradigmaya kaymaktadır.
Siyasal iktidar, “yerli ve milli
hukuk” söylemiyle toplumsal destek kazanmayı hedeflerken, aynı zamanda
demokratik denge ve denetim mekanizmalarının işlevsizleşmesine ve hukukun
tarafsızlığının zayıflamasına neden olmaktadır. Bu süreçte hukukun
araçsallaşması toplumsal çoğulculuğun ve özgürlüklerin daralmasıyla
sonuçlanmaktadır.
Sonuç olarak, AKP’nin hukuk alanındaki
bu dönüşüm girişimi Türkiye’de demokratik değerlerin ve hukukun üstünlüğünün
zayıflamasına yol açmakta ve otoriterleşme sürecini derinleştirmektedir.
Hukukun siyasal iktidarın ideolojik amaçlarına hizmet eden bir araç haline
gelmesi uzun vadede Türkiye’nin demokratik meşruluğunu ve uluslararası hukukla
uyumunu tehdit etmektedir.
Bu çalışma, Türkiye’de hukuk ve
demokrasi alanındaki bu dönüşümün, kapsamlı ve çok boyutlu bir değerlendirmeye
tabi tutulması gerektiğini göstermektedir. Gelecekteki araştırmaların bu
sürecin sosyal, siyasal ve hukuki etkilerini daha detaylı analiz etmesi,
demokratikleşme çabaları açısından kritik önem taşımaktadır.
Kaynakça
Altun, Fahrettin. (2016) Cumhurbaşkanı
Erdoğan: Kriterimiz Yerlilik ve Millilik Olmalı. SETA. https://www.setav.org/yorum/cumhurbaskani-erdogan-kriterimiz-yerlilik-ve-millilik-olmali
Artıgerçek. (2024). Yargıtay Başkanı
Kerkez 'Milli Hukuk Sistemi' istedi. https://artigercek.com/guncel/yargitay-baskani-kerkez-milli-hukuk-sistemi-istedi-316368h
Çakır, Elif. (2024). Hukuk sisteminin
millisi gayri millisi olur mu? https://www.karar.com/yazarlar/elif-cakir/hukuk-sisteminin-millisi-gayri-millisi-olur-mu-1601055
Dworkin, R. (1988). Law’s Empire.
Cambridge, MA: Harvard University Press. 9780674518360
Ehrlich, E. ve Klaus A. Ziegert (2001).
Fundamental Principles of the Sociology of Law. Cambridge, MA: Harvard
University Press. 9780765807014
Kelsen, H. (2009). Pure Theory of Law. Lawbook Exchange, Ltd. 978-1584775782
Marx, K. (1978). The German Ideology. https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/
Öktem, K. (2011). Angry Nation: Turkey
since 1989. Zed Books. 978-1848132115
Şen, Ersan. (2025). Milli Hukuk, Milli
Olmayan Hukuk. https://sen.av.tr/tr/makale/milli-hukuk-milli-olmayan-hukuk
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, 1982
(Güncel değişikliklerle).
Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden
Çekilmesine İlişkin Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi (Resmî Gazete, 20 Mart 2021).
United Nations. (1948). Universal
Declaration of Human Rights. https://www.un.org/en/about-us/universal-declaration-of-human-rights
Yeşilova, Bilgehan. (2008) Milletlerarası
Tahkimin Hukuki Niteliği Üzerine Düşünceler. TBB Dergisi. https://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2008-76-421
Yılmaz, Mehmet Y. (2024). Avrupa
hukukuna resmen veda. https://t24.com.tr/yazarlar/necmiye-alpay/cokkulturlulugun-cikissizligi,46246
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder