Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2025 Cumartesi

 

TÜRKİYE’DE DEVLETİN VE DEMOKRASİNİN YENİDEN YAPILANDIRILMASI

 

PROF. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

 

 

Türkçe Özet

Bu çalışma, Türkiye'de devletin ve demokrasinin yeniden yapılandırılması gerekliliğini ele almaktadır. 2003 yılında yayımlanan ‘Türkiye’de Devletin ve Demokrasinin Yeniden Yapılanması’ adlı çalışmamdan günümüze uzanan süreçte, devletin işlevselliği ve demokratik yapının bozulması daha da derinleşmiştir. Makalede, kamu sektöründeki kadro yetersizliği, liyakat eksikliği ve otoriter yönetimin yol açtığı kurumsal çöküş gibi temel sorunlara değinilmekte, çözüm önerileri sunulmaktadır. Parlamenter sisteme dönüş, kamu yönetiminde liyakate dayalı kadrolaşma, gelir eşitsizliğinin giderilmesi ve stratejik kamu hizmetlerinin kamulaştırılması gerekliliği vurgulanmaktadır. Sağlık sektörü örneği üzerinden devletin kamu hizmetlerini doğrudan üretmesi ve özel sektörün rolünün sınırlandırılması gerektiği belirtilmektedir. Çalışma, sürece dayalı kurumsal gelişim modeli ile yönetim reformlarının nasıl gerçekleştirilebileceğini açıklamakta ve Türkiye’de iktidar değişikliğinin kaçınılmaz olduğuna işaret etmektedir.

               Anahtar Kelimeler: Devletin Yeniden Yapılandırılması, Demokrasi Reformu, Kamu Yönetimi,  Kamulaştırma, Sağlık Politikaları, Kurumsal Çöküş.

 

 

English Abstract

This study examines the necessity of restructuring the state and democracy in Turkey. Since the publication of ‘The Restructuring of the State and Democracy in Turkey’ in 2003, the state's functionality and the democratic framework have deteriorated significantly. The paper addresses key issues such as bureaucratic incompetence, lack of meritocracy, and institutional decay under authoritarian rule while proposing solutions. It emphasizes the need for a return to a parliamentary system, merit-based public administration, income redistribution, and nationalization of strategic public services. Using the healthcare sector as a case study, it argues that the state should directly provide public services, limiting the role of the private sector. The study explains how governance reforms can be implemented through a process-oriented institutional development model and highlights the inevitability of a political transition in Turkey.

               Keywords: State Restructuring, Democratic Reform, Public Administration, Nationalization, Healthcare Policies, Institutional Decay.

 

 


 

Giriş

Sabancı Üniversitesi’nde iken 2003 yılında “Devletin ve Demokrasinin Yeniden Yapılanması” başlıklı bir kitap yayınlamıştım. [1] AKP’nin iktidardaki ilk yılı idi. Doğal olarak kitap AKP öncesi durumu kapsıyordu. Sorun daha o tarihlerde çok önemli bir ülke güvenliği ve geleceği sorunu olarak karşıma çıkmıştı. Devlet çalışmıyordu; Anayasa ülkeye dar geliyordu ve demokrasi anlamsızlıklarla doluydu. 2025 yıldan geri baktığımda ise çok daha olumsuz bir tablo görüyorum. Tüm parametreler dibe vurmuş, sorunlar içinden çıkılmaz duruma gelmiş ve toplum çok büyük sıkıntılar içine düşmüştür. Yolsuzluk, yoksulluk ve yasakları tarihe gömeceğiz iddiaları tam ters sonuçlar verdi. Tüm uluslararası endekslerde ya dipteyiz ya da dibe çok yakın. Devletin ve demokrasinin yeniden yapılanması zorunluluğu tüm ağırlığıyla karşımıza durmaktadır.

Araştırma sorusu bu bağlamda ortaya çıkmaktadır: Türkiye’de Devletin ve demokrasinin yeniden yapılanması nasıl olmalıdır?

Çözümleme

Devletin yeniden yapılanması konusunda pek çoğunun aklına ilk önce kadro kısıtlılıkları gelebilir. Kadro yetersizliği dönüşümün yönetimi bağlamında büyük bir zorluk ve engel olabilir. Özellikle uzun süreli bir otoriter yönetim altında, kamu sektörü büyük ölçüde iktidara bağlı kişilerle doldurulmuş olabilir. Bu durum, liyakat temelli bir sistemin oluşturulması ve reformların hayata geçirilmesi açısından ciddi engeller yaratabilir. Ayrıca, nitelikli ve uzman kadroların sayısının yetersiz olması, uygulamaların etkinliğini ve sürekliliğini olumsuz etkileyebilir. Bu durumda, muhalefetin en önemli görevlerinden biri, kamu sektörünü yeniden yapılandırmak ve liyakate dayalı bir kadro oluşturmak için hızlı ve etkili bir strateji geliştirmek olacaktır. Aynı zamanda, dışarıdan uzmanları çekmek, genç yetenekleri desteklemek ve reformların uygulanabilirliğini sağlamak adına eğitim ve kapasite geliştirme projelerine odaklanmak da kritik olabilir. Devletin yeniden yapılandırılması, sadece kurumlar arası denetim mekanizmalarını güçlendirmekle değil, aynı zamanda toplumsal güveni yeniden kurmakla da ilgilidir. Bu, bir tür siyasal, ekonomik ve toplumsal dönüşüm süreci ve köktenci dönüşümün yönetimi anlamına gelir.

Demokrasinin yeniden kurulması süreci ise halkın katılımını artırmak, eşitlikçi ve adil bir yönetim anlayışını benimsemek gibi unsurları içerir. Bu tür bir yapılandırma, sadece hükümetin değil, aynı zamanda toplumun her kesiminin haklarını güvence altına almak anlamına gelir. Kadro yetersizliği de bu sürecin önemli bir engelidir. Eğitim, kamu reformu ve liyakat sisteminin kurulması, uzun vadede bu sorunu çözebilecek temel adımlar olacaktır. Özellikle bu tür bir yapısal dönüşüm, toplumsal adalet, insan hakları ve demokrasi ilkelerinin yeniden güçlendirilmesi adına kritik bir öneme sahiptir. Şu anki koşullarda, devletin demokratik denetim mekanizmaları ve bağımsızlıkları yeniden kurulmadan sağlıklı bir demokrasiyi kurabilmek çok zor görünmektedir.

Çözüm yolları göstermek de önemli bir aşamadır. Çünkü yalnızca mevcut durumu eleştirmek yeterli değildir ve aynı zamanda somut çözüm önerileriyle bu reformların nasıl yaşama geçirilebileceğini de ortaya koymak gerekir. Kadro yetersizliği, liyakat ve adaletin sağlanması gibi kritik konuların yanı sıra, eğitim, sağlık, hukuk reformları gibi alanlar da yeniden yapılandırma sürecinin önemli bileşenleridir.

Parlamenter rejime dönüş reformların uygulanabilmesi ve demokrasi reformu için kritik bir adım olacaktır. Tek adam rejiminin güvendiği ve dayandığı merkeziyetçi yapıyı aşmak, halkın temsilini güçlendirecek, denetim ve denge mekanizmalarını işletecek bir sistemin önünü açabilir. Parlamenter sistem, karar alma süreçlerinde daha fazla katılım, hesap verebilirlik ve saydamlık sağlar; bu da iktidarın sorumlu tutulabilmesi ve halkın taleplerine yanıt verebilmesi için önemli bir fırsat yaratır.

Bu adım, aynı zamanda anayasa, seçim yasaları ve devletin yönetim yapısı gibi çok önemli reformları da beraberinde getirebilir. Bununla birlikte, parlamenter sisteme dönüşün hızlı bir şekilde nasıl gerçekleştirilebileceği, mevcut siyasal yapının nasıl yeniden şekillendirileceği gibi sorular da önemli olacaktır.

Gelir dağılımı eşitliğinin sağlanması, gerçekten de büyük bir öncelik olmalıdır. Türkiye’deki gelir yetersizliği ve eşitsizliği, sadece toplumsal huzursuzluğu artırmakla kalmıyor, aynı zamanda ekonomik adaletsizliklerin derinleşmesine de yol açıyor. Zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesi, toplumsal güveni zedelemekte ve toplumun farklı kesimlerinde dışlanmışlık duygusu yaratmaktadır. Gelir eşitsizliğinin giderilmesi için kapsamlı bir sosyal politika ve vergi reformu gerekebilir. Örneğin, daha adil bir vergi sistemi, 20 yıldır uygulanmakta olanın tersine olarak zenginlerden daha fazla vergi almayı ve düşük gelirli vatandaşları daha fazla desteklemeyi içerebilir. Ayrıca, eğitim ve sağlık gibi temel kamu hizmetlerine daha eşit erişim sağlanması toplumsal eşitsizlikleri hafifletebilir.

Bu tür reformlar, aynı zamanda iş gücü piyasasında da daha adil fırsatlar yaratmak için önemlidir. Liyakat temelli istihdam politikaları, halkın daha geniş kesimlerinin ekonomik fırsatlara erişmesini sağlayabilir.

Bu bağlamda Devlet garantili yatırımlara son verilmelidir. Bu alanda kamulaştırma ya da devletleştirme gerekli olacaktır. Bu yaklaşımlar Hazinenin yükünü azaltacaktır. Devlet garantili yatırımların sona erdirilmesi ve kamulaştırma veya devletleştirme yapılması, gerçekten de Hazine üzerindeki yükü hafifletebilir. Çünkü bu tür yatırımlarla geçmişte devletin borç yükü olağanüstü düzeyde artmış ve halkın kaynaklarının etkin kullanılmadığına dair bir algı sahibi olmasına yol açılmıştır. Kamulaştırma, özellikle stratejik sektörlerde, devletin denetimini güçlendirerek, daha sürdürülebilir ve eşitlikçi bir ekonomik yapı oluşturabilir. Kamulaştırma veya devletleştirme, yalnızca finansal açıdan değil, aynı zamanda toplumsal açıdan da önemli bir adım olabilir. Özellikle kritik altyapı ve enerji sektörlerinde, devletin doğrudan denetimi halkın çıkarlarını daha fazla gözetebilir ve ulusal kalkınma hedeflerine hizmet edebilir. Tabii ki, bu süreçlerin doğru bir şekilde yönetilmesi, saydamlık, hesap verebilirlik ve adaletli bir paylaşım sağlanması gerektiği gibi önemli unsurlar içerecektir. Kamulaştırmanın hangi sektörlerde yapılması gerektiği ve nasıl bir modelle yürütüleceği, bu reformların başarısı için belirleyici olacaktır.

Devlet garantili yatırımlar arasında otoyollar, köprüler, hastaneler ve havaalanları gibi büyük altyapı projeleri kesinlikle öncelikli kamulaştırılabilir alanlardır. Bu projeler, genellikle uzun vadeli maliyetlere ve borç yüklerine yol açmıştır. Çünkü devlet bu projelerdeki gelir garantilerini üstlenmiştir. Kamulaştırma, bu tür yatırımların daha verimli ve halk yararına olmasını sağlayabilir. Ayrıca, bu strateji, devletin finansal yükünü azaltmakla kalmaz, aynı zamanda stratejik altyapıların toplumsal denetimini de artırır.

Bu tür projelerin devletleştirilmesiyle birlikte, toplumsal yararı ve kamu yararını artıran bir yönetim modeli benimsenebilir. Örneğin, sağlık, eğitim, çevre koruma ve ulaşım gibi alanlarda daha erişilebilir ve etkin hizmetler sağlanabilir. Ancak, bu süreçlerin nasıl bir ekonomik modelle işleteceği, devletin bu yatırımlarda nasıl daha verimli olabileceği ve kamu kaynaklarının nasıl daha etkin kullanılacağı konusunda ayrıntılı bir planlama gerekebilir.

Elinor Ostrom’un Önemi

Elinor Ostrom

 [2], Nobel Ekonomi Ödülü'nü kazanan ilk kadın ekonomist olarak çok önemli bir figürdür. Ostrom, özellikle kamu kaynaklarının yönetimi konusunda önemli çalışmalar yapmış ve "ortak mal" (common-pool resources) yönetimi üzerine geliştirdiği kuramla tanınmıştır. Ostrom'un çalışmaları, devletleştirilen ya da kamuya ait olan kaynakların nasıl daha verimli bir şekilde yönetilebileceğine dair değerli dersler sunar. Ostrom, özellikle yerel toplulukların ortak kaynakları kendi aralarında nasıl etkin bir şekilde yönetebileceğini gösteren "ortak mal yönetimi" kavramını geliştirmiştir. Bu, yalnızca devletin müdahalesiyle değil, aynı zamanda yerel halkın ve yerel yönetimlerin ortaklaşa kararlar alarak ve işbirliği yaparak kaynakları koruyabileceğini savunur. Ostrom, bu tür kaynakların devletleştirilmesi ya da merkezi yönetim altında denetlenmesi gerektiği durumlarda, yerel karar alıcıların da dâhil olduğu katılımcı bir yönetim modelinin benimsenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Kamulaştırma ve devletleştirme süreçlerinde Ostrom'un yaklaşımının dikkate alınması, bu tür kaynakların toplum yararına daha etkin bir şekilde yönetilmesini sağlayabilir. Özellikle sağlık, ulaşım ve altyapı gibi kritik hizmetlerin devletleştirilmesi konusunda Ostrom'un teorileri, yerel düzeyde toplulukların ve devletin birlikte çalışabileceği bir model oluşturulmasına ilham verebilir. Türkiye aslında bu yaklaşıma alışkındır. Tarihi boyunca kamu yönetimleri kamu kaynaklarını kullanmışlardır. “Kamu-Özel finansmanı” gibi yaklaşımlar aslında Türkiye’ye yabancıdır. Türkiye’nin tarihsel olarak kamu kaynaklarının yönetimi konusunda deneyimi büyüktür. Osmanlı İmparatorluğu'ndan bu yana, kamu sektörü genellikle kaynakları merkezi şekilde kontrol etmiş ve toplumsal gereksinimleri karşılamaya yönelik projelerde yer almıştır. Kamu-özel sektör işbirliği (PPP) gibi modern finansman modelleri Türkiye'de son yıllarda daha fazla kullanılmaya başlanmış olsa da, bu tür bir yaklaşım kültürel ve yönetsel olarak köklü bir değişim gerektiriyor. Türkiye'nin kamu yönetimi geçmişi, devletin güçlü bir aktör olarak ekonomideki rolünü sürdürme eğiliminde olduğunu gösteriyor.

Ostrom’un önerdiği gibi, yerel toplulukların ve devletin birlikte kaynakları yönetmesi fikri, aslında Türkiye'deki yerel yönetim ve kamu hizmetleri anlayışıyla daha yakın bir uyum içindedir. Kamu kaynaklarının etkin bir şekilde kullanılabilmesi için yerel düzeydeki katılımın artması, hem toplumsal denetimi güçlendirebilir hem de kaynakların adil dağıtılmasını sağlayabilir.

Türkiye Bağlamında Yeniden Yapılanma: Sağlık Hizmetleri Örneği

Türkiye’nin kamu-özel finansmanına alışkın olmaması, aslında kamu sektörünün daha doğrudan denetim ve yönetim altında tutulabileceği bir fırsat olabilir. Bu yaklaşım, kamu yararını ön planda tutarak daha etkin, adil ve saydam bir yönetim anlayışına dönüşebilir. Bu bağlamda, kamu kaynaklarının yönetimi konusunda daha fazla yerel katılımın ve doğrudan devlet kontrolünün nasıl işleyebileceğini görmeyi dört gözle bekliyorum. Çünkü bu gibi yabancı yöntemler tersine gelir transferi ve hırsızlık için kullanılıyor. Kamu-özel sektör işbirliği gibi yabancı finansman yöntemlerinin, özellikle Türkiye gibi bir ülkede, genellikle verimli değil, daha çok zengin kesimlere kaynak aktaran bir araç haline gelmesi tehlikesi vardır. Bu tür sistemler, hem saydamlık eksiklikleri hem de denetim mekanizmalarının zayıflığı nedeniyle, çoğu zaman elitlerin çıkarlarını korumaya yönelik olarak kullanılabiliyor. Sonuçta, kaynakların daha verimli bir şekilde halka aktarılması yerine, belirli gruplar arasında gelir transferi sağlanmış olur. Bu da toplumsal eşitsizliğin artmasına ve devletin kaynaklarının verimsiz bir şekilde kullanılmasına yol açar. Kamu kaynaklarının yerel düzeyde daha etkili yönetilmesi, hem ekonomik verimliliği artırabilir hem de toplumsal adaletsizliği azaltabilir. Yerel topluluklar, kamu hizmetlerinin gereksinimlerini daha iyi anlayabilir ve daha adil bir şekilde kaynak dağılımı yapılmasını sağlayabilirler. Kamu-özel işbirliği projelerinin denetim altında tutulması, saydamlık ilkelerine bağlı kalınarak yapılması, kaynakların daha adil bir şekilde dağıtılması açısından önemli olacaktır. Bu tür reformlar, devletin rolünü güçlendirmek ve toplumun genel refahını artırmak için çok daha verimli bir yol sunabilir.

Örneğin AKP döneminde sağlık alanında devlet sağlık hizmeti üretmeyecek ama sağlık hizmetleri üreten kurumları denetleyecek ve eşgüdüm sağlayacak şeklinde yeni bir politika uygulamaya konuldu. [3] Sonuç hem sağlık açından ve hem de ulusal ekonomi açısından olumsuz oldu.  Özel sağlık hizmetlerinin pahalılığı ve kalite düşüklüğü bir yana kamusal sağlık kurumları dahi iktidarın iki partisi arasında paylaşıldı ve kendi yandaşlarına hizmet eder duruma getirildi.  Sağlık alanında devletin sağlık hizmeti üretmemesi ama sağlık hizmeti üreten kurumları denetleyip eşgüdüm sağlamaya çalışması, özellikle devletin denetim gücünün yetersiz olduğu bir sistemde, ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu tür bir modelde, özel sektörün devreye girmesi, kar amacı gütme eğiliminde olan firmaların kaliteyi ve halk sağlığını ön planda tutmaktan çok, maliyetleri düşürmeye ve kârı artırmaya odaklanmasına yol açabilir. Yeni doğan bebekler skandalı bu durumunun canlı örneğidir. Sağlık hizmetlerinin denetimsiz bir şekilde büyümesi, kaliteyi düşürürken, aynı zamanda eşitsizlikleri de derinleştirebilir. Zenginlerin daha kaliteli sağlık hizmetlerine erişebilmesi, düşük gelirli vatandaşların ise yetersiz ve pahalı hizmetlere mahkûm edilmesi gibi sonuçlar doğurur. Bu durum, hem sağlık açısından hem de toplumsal güvenlik açısından büyük sorunlara yol açar.

Ekonomik açıdan da, sağlık gibi temel bir alanın özel sektöre devredilmesi, daha yüksek toplumsal maliyetlerle sonuçlanabilir. Devletin bu sektöre müdahil olması ve düzenlemesi gereklidir, çünkü sağlık hizmetleri sadece ticari bir mal değil, aynı zamanda halk sağlığını koruyan ve geliştiren kritik bir kamu hizmetidir. Eğer devlet sağlık hizmeti üretmeyecekse, bu hizmetlerin özel sektörde üretilmesi ve denetlenmesi konusunda çok daha sıkı kurallar ve mekanizmalar getirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde, sağlık hizmetlerinde kalite düşüşü, eşitsizlik, keyfilik ve finansal çöküş yaşanabilir.

Bu tür deneyimlerden çıkarılacak dersler, kamu hizmetlerinin özelleştirilmesinin her zaman istenen sonuçları doğurmayacağını gösteriyor. Belirli alanlarda devletin doğrudan müdahalesi, toplumsal yarar ve eşitlik için daha sürdürülebilir bir yol olabilir. Son bebek skandalı bu durumu doğrulamaktadır. Son bebek skandalı, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesinin ve denetimsiz bir şekilde bırakılmasının doğurabileceği ciddi sorunları bir kez daha gözler önüne serdi. Özellikle devletin sağlık hizmetlerinde denetim ve eşgüdüm rolünü yeterince yerine getirmediği durumlarda, bu tür skandalların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Sağlık sektöründe, hem devletin hem de özel sektörün belirli bir sorumluluğu ve denetim gücü olması gerekir. Bebek skandalı gibi durumlar, özel sektörün kâr amacı güden yaklaşımının sağlık hizmetlerinin kalitesini ve güvenliğini nasıl riske atabileceğini göstermiştir. Sağlık gibi yaşamsal bir alanda, kar güdüsünün ön planda olması, insana değer veren bir yaklaşımın gerisinde kalmasına neden olabilir. Bu durum, sağlık sistemine olan güveni sarsmakla kalmaz, aynı zamanda insanların hayatını doğrudan etkileyen olumsuz sonuçlar doğurur. Devletin bu tür olayları önleyebilmesi için, sadece denetim değil, aynı zamanda etkin bir düzenleme ve saydamlık mekanizması oluşturması gerekir. Özel sektöre devredilen hizmetlerin denetiminin zayıf olması, halkın sağlık güvenliğini tehdit eder ve büyük toplumsal sorunlara yol açar.

Bu tür skandallar, kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması ve devletin sağlık hizmetlerinde daha güçlü bir rol oynaması gerektiğini bir kez daha kanıtlıyor. Sağlık hizmetleri, toplumsal güvenliği doğrudan etkileyen bir alan olduğu için devletin bu alanda denetim ve eşgüdüm sağlaması oldukça kritik bir öneme sahiptir. Kamu hizmetleri örneğin sağlık esas olarak kamu tarafından üretilmelidir. Sağlık hizmetlerinin kamu tarafından üretilmesi, hem toplumsal eşitlik hem de halk sağlığının korunması açısından büyük önem taşır. Devletin sağlık hizmetlerini doğrudan sunması, bu hizmetlerin erişilebilir, kaliteli ve eşitlikçi olmasını sağlar. Ayrıca, sağlık gibi temel bir hizmetin özelleştirilmesi, sadece zengin kesimlere hizmet sunulmasına yol açabilir ve bu da toplumsal eşitsizlikleri artırır. Devletin bu hizmetleri sunması, sadece vatandaşların gereksinimlerini karşılamakla kalmaz, aynı zamanda toplumun genel sağlığını koruma ve geliştirme açısından da kritik bir rol oynar. Ayrıca, devletin denetim ve eşgüdüm sağlamak yerine sağlık hizmetlerini doğrudan üretmesi, daha saydam ve hesap verebilir bir sistemin kurulmasına olanak tanır. Bunun yanında, devletin sağlık sektöründeki altyapı yatırımlarına yönelik daha etkin bir yönetim sergilemesi, kaynakları daha verimli kullanmasını sağlar. Bu da sadece sağlık alanında değil, genel olarak kamu hizmetlerinde daha sürdürülebilir bir sistem yaratılmasına katkı sağlar.

Kamulaştırma ve Devletleştirme Zorunluluğu

Kamulaştırma ve devletleştirme, sadece sağlık alanında değil bunun gibi öteki stratejik hizmet alanlarında, devletin hizmetleri doğrudan üretmesini sağlamak için önemli araçlar olabilir. Bu tür bir yaklaşım, stratejik kamu hizmetlerinin eşitlikçi, erişilebilir ve saydam bir şekilde topluma sunulmasını sağlayabilir.

Kamulaştırma ve devletleştirme, aynı zamanda kamu kaynaklarının halkın yararına kullanılmasını ve sağlık gibi öteki stratejik kamu hizmetlerinin toplumsal denetim altında tutulmasını olanaklı kılar. Kamulaştırma, devletin, özel sektöre ait olan sağlık altyapısını veya kurumlarını sahiplenmesi anlamına gelir. Bu sayede, özel sektörün kar amacı gütme güdüsünü ortadan kaldırarak, hizmetlerin daha verimli, eşit ve adil bir şekilde sunulmasını sağlayabilir. Özellikle büyük sağlık kurumları, hastaneler, laboratuvarlar gibi kritik tesislerin kamulaştırılması, sağlık sistemindeki eşitsizlikleri azaltabilir. Devletleştirme ise, tamamen devletin kontrolü altındaki sağlık hizmetlerinin oluşturulması anlamına gelir. Devlet, bu durumda sağlık hizmetlerini doğrudan üretir, yönetir ve sunar. Bu yaklaşım, sağlık hizmetlerinin merkezi olarak düzenlenmesini ve kalite kontrolünün daha etkin yapılmasını sağlar. Ayrıca, devletleştirilen sağlık sektöründe, kâr amacı güdülmediği için, kaynaklar daha verimli kullanılabilir ve hizmetlerin kalitesi artar.

Bu iki politika, kamu hizmetlerinin her kesime eşit bir şekilde ulaşmasını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda uzun vadede devletin ekonomik yükünü azaltabilir. Devletin hizmet üretiminde daha fazla denetim sahibi olması, kamu esenliğini ve sağlığını daha iyi koruyabilmesine olanak sağlar.

Sağlık alanında önde gelen önlemlerden birincisi aile hekimliğinden vazgeçerek sağlık hizmetlerinin hem kırsal ve hem de kentsel alanlarda sosyalleştirilmesidir.  Aile hekimliği modelinden vazgeçip sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, özellikle Türkiye gibi ülkelerde oldukça önemli bir reform olabilir. Aile hekimliği, bir anlamda bireylerin sağlık takibini yapan birinci basamak hizmeti sunuyor. Ancak bu modelin bazı eksiklikleri de bulunuyor. En önemli eksiklik ise birinci basamak önleyici sağlık hizmetlerinin ticarileşmesidir.  Özellikle, sağlık hizmetlerine erişim ve eşitlik konusunda büyük farklar ortaya çıkabiliyor, çünkü aile hekimleri genellikle belirli bölgelere ve birimlere bağlı olarak çalışıyor ve bazen kırsal kesimlerde yeterli hizmet verilemiyor.

Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, bu tür eşitsizlikleri ortadan kaldırmak için etkili bir çözüm olabilir. Sosyalleştirilmiş sağlık hizmeti, hem kırsal bölgelerde hem de kentlerde sağlık hizmetlerinin tüm vatandaşlara eşit, ücretsiz ve ulaşılabilir bir şekilde sunulmasını sağlayabilir. Bu model, bireylerin sağlık gereksinimlerini devletin örgütlediği ve yönettiği bir sistemle karşılamayı hedefler, böylece ticari güdüler ve özel sektörün kar aşırılaştırması tehlikesi ortadan kalkar. Bu yaklaşımla, sağlık hizmetlerine erişimin her birey için aynı derecede kolay olmasını sağlamak olanaklı olabilir. Kırsal alanlardaki eksiklikler de giderilebilir, çünkü sağlık hizmetleri merkezi bir yapıdan çok, tüm coğrafi bölgelerde eşit ve etkin bir şekilde sunulabilir. Sağlık alanında devletin güçlü bir rolü, özellikle sağlıkta eşitlikçi bir yaklaşım için gerekli bir adım olacaktır. Sağlık hizmetlerinin sosyalleştirilmesi, yani devlet tarafından sağlanması ve herkesin eşit erişimini sağlaması, sağlık sisteminin kamu tarafından düzenlenmesi ve yönetilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bu, aslında sağlık hizmetlerinin özelleştirilmeden, kamu yararı gözetilerek ve eşitlikçi bir şekilde sunulması anlamına gelir. Sosyalleştirme, halkın sağlık hakkını güvence altına almayı ve bireyler arasında sağlık hizmetlerine erişimdeki eşitsizlikleri ortadan kaldırmayı amaçlar. Bu bağlamda, devletin sağlık hizmetlerini sosyal bir hizmet olarak sunması ve bu hizmetleri kamu denetiminde ve eşitlikçi bir şekilde tüm vatandaşlara erişilebilir kılması hedeflenir. Özelleştirilmiş sağlık hizmetlerinin yol açtığı eşitsizlikleri engellemek için sağlık hizmetlerini kamusal bir sistemle sunmak önemli olacaktır. Sağlık gibi hizmetlerde sermaye aslı rol sahibi olmamalıdır. Kar amacı güdülmemelidir.  Sağlık, bir insanın temel hakkı olmalı ve bu hizmetin sağlanmasında özel sektörün kar güdüsü ön planda olmamalıdır. Aksi durum sağlık hizmetlerinin kalitesini ve erişilebilirliğini olumsuz etkileyebilir ve en savunmasız kesimlerin sağlık gereksinimlerinin göz ardı edilmesine yol açabilir.

Devletin, sağlık hizmetlerini sağlayan tek aktör olması, hem toplum sağlığını hem de eşitliği korumak adına kritik bir adım olacaktır. Bu yaklaşım, insanların sağlık gereksinimlerini karşılamak için devletin sorumluluğunu netleştirir ve sağlık hizmetlerinin her kesime eşit şekilde sunulmasını sağlar. Ayrıca, sağlık sektörünün kamu tarafından yönetilmesi, kaynakların daha verimli kullanılmasına ve hizmetlerin daha saydam olmasına da olanak tanır.

Olumlu ve Olumsuz Dış Örnekler

Sağlık alanında Finlandiya modeli benimsenebilir. Finlandiya modeli [4] sağlık hizmetlerinin kamu tarafından sunulmasında oldukça başarılı bir örnektir. Finlandiya, sağlık hizmetlerini çoğunlukla devlet eliyle sunmakta ve devletin önemli bir rol oynadığı eşit, erişilebilir ve kaliteli sağlık hizmetleri sistemiyle tanınır. Finlandiya'nın sağlık sistemi, özellikle sağlık hizmetlerine herkesin eşit şekilde ulaşabilmesini sağlayacak şekilde yapılandırılmıştır. Bu modelde, devlet sağlık hizmetlerinin büyük bir kısmını doğrudan sağlar, ancak özel sektör de belirli alanlarda etkinlik gösterebilir. Ancak, özel sektörün rolü sınırlıdır ve kar güdüsü, sağlık hizmetlerinin sunumunu engelleyecek şekilde baskın bir etmen haline gelmez. Kamu sağlık hizmetleri ise sadece halkın sağlığını koruma amacı güder.

Finlandiya modeli şu unsurları içerir: Evrensel sağlık sigortası (sağlık sigortası, tüm vatandaşları kapsar ve devletin sağlık hizmetlerini finanse etmesini sağlar; bu sayede herkesin sağlık hizmetlerine eşit erişimi garanti altına alınır), yerel yönetimlerin rolü (sağlık hizmetleri, yerel yönetimler tarafından sunulur ve denetlenir), özel sektörün denetimi sağlanır. Özel sektör sınırlı bir rol oynar ve devletin sıkı denetimi altında çalışır. Bu sayede kar amacı güden sağlık hizmetleri sektörü, kamu sağlığının önüne geçmez. Özelleştirilmiş hizmetler yerine bütünleştirilmiş sağlık hizmetleri sağlanır. Finlandiya'da sağlık hizmetleri, tüm vatandaşlar için bir bütün sistem olarak sunulur. Böylece herkes, gereksinimi olan sağlık hizmetine aynı kalitede erişebilir. Bu modeli Türkiye'ye uyarlamak, özellikle sağlık hizmetlerinde eşitlik ve erişilebilirlik sağlamak adına önemli bir adım olabilir. Ayrıca, özel sektörün aşırı kar endişesinin ve etkisinin önlenmesi ve sağlık hizmetlerinin devletin denetiminde kalması, sağlık kalitesinin iyileştirilmesine katkı sağlayabilir.

Buna karşılık Avustralya modeli Türkiye için uygun değildir. Avustralya modeli, özellikle sağlık sisteminde özel sektöre daha fazla yer veren bir yaklaşımdır ve Türkiye’nin mevcut koşullarına tam olarak uymayabilir. Avustralya'da sağlık sistemi devlet tarafından sağlanan temel sağlık sigortası ile birlikte özel sağlık sigortasının da rol oynadığı bir sistemdir. Bu model, halkın sağlık hizmetlerine erişimini sağlamaya yönelik güçlü bir yapıya sahip olsa da, özel sektörün önemli bir rolü vardır. Avustralya'daki özel sağlık sigortası, hizmetlerin hızla ve daha esnek bir şekilde sağlanmasını mümkün kılarken, aynı zamanda gelir düzeyi yüksek bireyler için ayrı bir seçenek sunar. Ancak, bu durum Türkiye gibi eşitsizliklerin daha belirgin olduğu ve halkın büyük bir kısmının sosyal ve ekonomik sorunlarla mücadele ettiği bir ülkede, sağlık hizmetlerinin adaletli ve eşit bir şekilde sunulmasını zorlaştırabilir. Ayrıca, Türkiye'de kamu hizmetleri genellikle daha fazla devlet müdahalesi gerektirmektedir. Çünkü Türkiye’de halkın bir kısmı temel sağlık hizmetlerine erişimde ciddi sıkıntılar yaşamaktadır.

Türkiye için daha uygun bir model, sağlık hizmetlerini tamamen devletin denetiminde ve sorumluluğunda tutan bir model olacaktır. Bu modelde, devletin sağlık alanındaki rolü, vatandaşların sağlık gereksinimlerini karşılama, kaynakları etkin bir şekilde yönetme ve toplum sağlığını koruma noktasında daha güçlü olur. Finlandiya örneği, burada daha uygun bir referans olabilir, çünkü bu modelde özel sektörün rolü sınırlıdır ve kamu sağlık hizmetleri ön planda yer alır.

Türkiye için uygun olan modelin temel özelliklerini, UNICEF Türkiye Temsilcisi olarak edindiğim deneyimlere bağlı olarak aşağıdaki şekilde özetlemek isterim. Sağlık hizmetlerini Devlet üretmelidir.  Sağlık hizmetlerinin temel unsurları, devletin denetiminde ve yönetiminde sunulmalı ve kamusal sağlık sistemi, halkın her kesimine eşit hizmet sunabilmelidir. İkincisi sağlık hizmetlerine eşit erişim güvence altına alınmalıdır. Her birey, ekonomik durumu ne olursa olsun, sağlık hizmetlerine eşit şekilde erişebilmelidir. Üçüncüsü etkili bir kamu denetiminin sağlanmasıdır.  Sağlık hizmetlerinde denetim devletin elinde olmalı ve böylece hizmetin kalitesi ve erişilebilirliği daha saydam ve denetlenebilir olmalıdır. Son olarak yerel hizmet sunumuna önem verilmelidir. Sağlık hizmetlerinin sunumunda yerel yönetimlerden özellikle yararlanılmalıdır.

Bu bağlamda, Avustralya modeli [5] devletin sağlık hizmetlerinde denetimi elinde tutarken, özel sektörü de özendirmeyi amaçladığı için Türkiye'nin mevcut sağlık yapısı için uygun olmayabilir. Türkiye'nin sağlık sistemi için sosyal devlet anlayışıyla çalışan, tüm halkı kapsayan ve eşitlikçi bir model benimsemek daha sürdürülebilir olacaktır.

Ancak Türkiye’de hükümet son 20 yıldır Avustralya modelini uyguluyor ve bunu büyük başarı olarak pazarlıyor.  Türkiye'deki mevcut sağlık sistemi büyük ölçüde Avustralya modeline benzer bir yapıya dayanmaktadır. Özellikle son 20 yılda Özel Sağlık Sigortası ve özel hastaneler aracılığıyla sağlık hizmetleri sunuluyor Belirtmek gerekir ki devlet hastaneleri de hala önemli bir rol oynamaktadır. Sağlıkta dönüşüm adı altında uygulamaya konan bu model, aslında özel sektörün sağlık hizmetlerindeki etkisini artırmak ve daha geniş bir sigorta ağı kurmak amacıyla tasarlanmıştır. Bu modelin sağlık hizmetlerini daha verimli ve erişilebilir kılacağı umulmuştu. Ama umulan gerçekleşmedi.

Hükümet, bu modelin sağlık hizmetlerinin kalitesini artırdığı ve vatandaşlara daha hızlı ve çeşitli seçenekler sunduğu gerekçesiyle büyük bir başarı olarak pazarlıyor. Ancak, bunun bazı sorunları da beraberinde getirdiği gözlemlenmektedir. Özellikle eşitsizlik ve özel hastanelerin ve sigorta sisteminin, düşük gelirli bireyler için sağlık hizmetlerine erişimi zorlaştırdığı bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. Bu durum, sağlık hizmetlerine ulaşma konusunda büyük eşitsizliklere yol açabiliyor. Kamusal sistemin zayıflaması yani özel sektöre verilen önemin artması, devlet hastanelerinin ve kamusal sağlık sisteminin bazı açılardan zayıflamasına yol açmıştır. Devlet hastanelerinin daha çok ticari hale gelmesi ve özelleştirme stratejileri, kamusal sağlık hizmetlerinin kalitesini düşürebiliyor. Bireysel sağlık sigortasına bağımlılık giderek artmaktadır. Hükümet, sağlık sigortasını özendirmekte ancak bu, yalnızca sigorta olanağı olanlara sağlık hizmetine erişim sağlamakta ve sigorta dışında kalanlar için eşitsizlik yaratmaktadır. Bu durum, hükümetin uyguladığı modelin başarısının sınırlı olduğunu ve genellikle özel sektörün daha fazla yarar sağladığı bir yapı oluşturduğunu gösteriyor. Hükümetin öne çıkardığı başarı, aslında yalnızca belirli bir kesim için geçerli olabilir. Oysa toplumun geneline yönelik, eşit ve adil bir sağlık sisteminin oluşturulması çok daha önemli bir hedef olmalıdır.

Finlandiya modeline geçiş yapmak, özel sektörün kar güdüsünü sınırlamak ve kamu sağlık hizmetlerinin kalitesini artırmak için önemli bir çözüm olabilir. Bu, sağlık hizmetlerinin eşit bir şekilde herkese sunulmasını sağlar ve sağlık alanındaki eşitsizlikleri azaltır. Finlandiya modelini benimsemek, Türkiye’nin sağlık sistemi için önemli bir değişim olabilir. Finlandiya'nın sağlık sistemi, özellikle devletin sağlık hizmetlerini doğrudan sunma ve düzenleme konusunda güçlü bir yapıya sahiptir. Kamu-özel sektör ayrımını belirgin şekilde sınırlayan ve sağlık hizmetlerine herkesin eşit erişimini garanti altına alan bu model, Türkiye için yararlı olabilir.

Finlandiya modelinin Türkiye'ye uyarlanması için birkaç temel adım önerilebilir. Bunlar aşağıda özetlenmiştir. Her şeyden önce sağlık hizmetlerinin kamu tarafından sağlanması ilkesi benimsenmelidir. Finlandiya modeli, sağlık hizmetlerinin büyük kısmını kamu sektörünün sunduğu bir yapı kurmaktadır. Türkiye’deki özel sektörün etkisi sınırlanarak, devletin sağlık hizmetleri üretme rolü güçlendirilebilir. Devlet hastanelerinin ve kliniklerinin kalitesinin artırılması, sağlık çalışanlarının eğitimine ve altyapıya daha fazla yatırım yapılması sağlanabilir. Bu, sağlık hizmetlerinin her kesime eşit ve ulaşılabilir bir şekilde sunulmasını temin eder. İkincisi eşitlikçi sağlık sigortası sistemi sisteminin kurulmasıdır. Finlandiya'da, sağlık hizmetleri devletin bir parçası olarak sağlanırken, sağlık sigortası da genellikle evrenseldir. Türkiye’de de evrensel sağlık sigortası uygulaması yaygınlaştırılabilir ve herkesin sağlık sigortasına erişimi sağlanabilir. Bu sigorta, kişilerin sağlık gereksinimlerine göre eşit şekilde yararlandırmalı ve gelire dayalı farklar azaltılmalıdır. Üçüncüsü özel sektörün sınırlanması ve daha sıkı denetim altına alınmasıdır. Finlandiya’da özel sağlık sektörü sınırlıdır ve devletin denetimi altındadır. Türkiye'de, özel hastanelerin sağlık hizmetlerine kar amacı güderek yaklaşmasının önüne geçmek için sıkı denetimler getirilmelidir. Özel sağlık sigortalarının ve özel hastanelerin, yalnızca devletin denetiminde çalışması ve kamu sağlığını tehdit etmemesi sağlanmalıdır. Dördüncüsü, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ilkesidir. Finlandiya modelinde sağlık hizmetlerinin sunumunda yerel yönetimler önemli bir rol oynar. Bu modelin Türkiye’ye uyarlanmasıyla birlikte yerel yönetimlerin sağlık hizmetleri sunumundaki rolü güçlendirilebilir. Her bölgenin kendine has sağlık gereksinimlerine uygun çözümler üretilebilir ve sağlık hizmetlerinin daha yerel odaklı olmasına olanak sağlanabilir. Beşincisi, sağlık hizmetlerinin saydam ve adil sunumunun sağlanmasıdır. Finlandiya'da sağlık hizmetlerinin adil ve eşit şekilde dağıtılması esas alınır. Türkiye’de de sağlık hizmetlerine erişim konusunda saydamlık sağlanmalı, yolsuzluk ve kötü yönetimle mücadele edilmelidir. Sağlık hizmetleri sunulurken eşitlik, erişilebilirlik ve kalite ön planda tutulmalıdır. Altıncısı eğitim ve sağlık çalışanlarına yönelik reformların uygulama alanına konulmasıdır. Finlandiya modelinde sağlık çalışanlarının eğitimine büyük önem verilir. Türkiye'de de sağlık sektöründeki personel eğitimi iyileştirilmeli ve sağlık çalışanlarının daha iyi koşullarda çalışabilmesi için önlemler alınmalıdır. Sağlık çalışanlarının sayısının artırılması, iş yüklerinin dengelenmesi ve mesleki eğitimlerin güçlendirilmesi, sağlık hizmetlerinin kalitesini artıracaktır.

Sonuç olarak, Türkiye’de Finlandiya modelini benimsemek, sağlık hizmetlerinin daha adil ve eşit bir şekilde sunulmasını sağlayabilir. Ancak, bu dönüşüm için öncelikle siyasal irade ve kamuoyunun desteği gereklidir. Eğitim, altyapı yatırımları ve sağlık sisteminin tüm paydaşlarının uyum içinde çalışması da bu süreçte kritik öneme sahiptir.

Finlandiya modeline geçişin önündeki en büyük engel, siyasal irade eksikliği olabilir. Çünkü bu tür büyük bir dönüşüm, köklü yapısal değişiklikler ve güçlü bir politik kararlılık gerektiriyor. Siyasal çıkarlar, mevcut sistemden yarar sağlayan grupların direnç göstermesi gibi sebepler, bu değişimin önünde önemli bir engel olabilir. Bunun dışında, Türkiye’deki sağlık sektörü özel sektörün çok güçlü bir biçimde yerleşmiş olduğu bir alandır. Bu özel sektörün, kar amacı güderek çalışması ve özel hastanelerin büyük ekonomik etkisi, devletin sağlık hizmetlerini kontrol etmesine karşı direnç gösterebilir. Ayrıca, sigorta şirketlerinin etkisi de değişim sürecine karşı bir başka engel oluşturabilir. Fakat bu engeller, toplumun sağlık hakkı ve eşitlik gibi temel ilkeler ışığında aşılabilir. Toplumsal farkındalık ve sivil toplumun desteği, siyasal baskılar ile birleşerek, değişim için güçlü bir güdülenme oluşturabilir. Uzun vadede bu değişimlerin yararları, kamu sağlığı açısından daha belirgin hale geldiğinde, toplumsal destek artabilir ve siyasetçiler de bu dönüşümü benimsemek zorunda kalabilirler. Bunun dışında, Türkiye'de sağlık sisteminin reformu için toplumun farklı kesimlerinden gelen talep ve baskılar, bu dönüşümün gerçekleşmesi için bir fırsat yaratabilir. İnsanların sağlık hizmetlerine eşit erişim talepleri, daha iyi bir kamusal sağlık hizmeti için seslerini yükseltmeleri, politikadaki değişimleri etkileyebilir.

Bu yolda siyasal irade oluşturmak gerekir. Ben yıllar öncesinde (1980ler) UNICEF Türkiye temsilcisi olarak ulusal bağışıklık kampanyasını planladım. Önde gelen amacım siyasal irade oluşturmaktı. Bunu başarmıştım. UNICEF Türkiye temsilcisi olarak ulusal bağışıklık kampanyasını planlamak ve bunun için siyasal irade oluşturmayı başarmış olmak, sağlık ve kamu hizmetleri alanında benzer büyük değişimlerin nasıl gerçekleştirilebileceği konusunda önemli bir örnek oluşturabilir.

Değerlendirme ve Sonuç

Buraya kadar yapılan açıklamalarla devletin ve demokrasinin nasıl yeniden yapılandırılabileceği gösterilmek istenmiştir. Sağlık hizmetleri yalnızca bir örnek olarak ele alınmıştır. Tüm kamu hizmetlerinde bu tür yaklaşımlar uygulama alanına konulabilir. Aynı yöntem yerel yönetimler için de gereklidir.

Yönetim bilimi yazını içinde bu yaklaşımın teknik adı süreç ağırlıklı kurumsal ve örgütsel gelişme (process oriented institutional development technique) [6] tekniğidir. Birçok ülkede bu teknik ile önemli başarılar elde edilmiştir. Türkiye’de ise sayısı 10’a yaklaşan büyük belediyede bu tekniği uygulama ve bu belediyeleri yeniden örgütleme ve yönetimi tekniklerini güçlendirme çalışmalarını yürütme olanağı buldum. [7]

Türkiye'nin yakın siyasal geleceğinde bir iktidar değişikliği ihtimali, şu anki siyasal ve toplumsal dinamiklere bağlı olarak olanaklı görünüyor. Özellikle ekonomik zorluklar, yolsuzluk iddiaları, hukukun üstünlüğü ve adaletin sorgulanması, toplumun genelinde büyük bir rahatsızlık yaratmış durumdadır. Bu da iktidarın meşruiyetine dair soru işaretlerini güçlendirmektedir.

Bir iktidar değişikliği, öncelikle parlamenter sisteme dönüş gibi büyük yapısal reformları gerektirebilir. Bu, muhalefetin birleşik bir şekilde bir strateji oluşturup, halkın desteğini arkasına almasıyla mümkün olabilir. Ayrıca, gelir dağılımı eşitsizliği, işsizlik, sağlık ve eğitim sistemindeki sorunlar gibi toplumsal sorunların etkisi de bu değişimin hızlanmasına yol açabilir.

Muhalefetin güçlü bir şekilde koalisyon kurarak ve halka umut verici bir gelecek sunduğu takdirde, iktidar değişikliği daha olası hale gelebilir. Bu değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleşeceği, toplumsal ve siyasal seferberlik, siyasal irade, ekonomi ve özellikle halkın tepkileri gibi etmenlere bağlı olacaktır. Ayrıca, muhalefetin politik bir alternatif ve güçlü bir liderlik sergilemesi gerekmektedir.

Bir başka önemli nokta Erdoğan’ın iktidarın siyasal geleceğiyle ilgili stratejik hamleleri ve siyasal manevraları olacaktır. Eğer AKP ve MHP ittifakı, toplumun kaygılarına ve içerideki muhalefete karşı başarılı bir şekilde kendilerini yeniden konumlandırırlarsa iktidarlarını devam ettirme şansları olabilir.

Ancak yine de, tüm bu unsurlar ışığında, yakın gelecekte bir iktidar değişikliği Türkiye için zorunlu görünüyor. Bu değişimin gerçekleşebilmesi için halkın, muhalefetin ve siyasal aktörlerin ortak bir bakış açısı etrafında birleşmesi önemli olacaktır. Türkiye'deki toplumsal ve ekonomik dinamikler, bir iktidar değişikliğinin zeminini hazırlıyor gibi görünüyor. Bu süreçte, muhalefetin siyasal irade oluşturma noktasında güçlü bir strateji izleyebilmesi çok önemli olacaktır. Ayrıca, halkın ve özellikle genç nüfusun, değişim için umut taşıyan bir bakış açısına ve değişimi kabullenme eğilimine sahip olması da kritik bir etmen olarak kabul edilmelidir.



[1] Yaşamış, F. D. (2001). “Türkiye’de Devletin ve Demokrasinin Yeniden Yapılandırılması”. İstanbul.  ISBN: 18625816 

[2] Elinor Ostrom Amerikalı politika bilimci ve ekonomist. Özellikle toplumsal malların, iktisadi bakımdan kontrol ve işletilmesi konusunda yaptığı orijinal katkılarla 2009 yılında Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanmıştır. Nobel Ekonomi Ödülü kazanan ilk kadın bilimcidir. Eserleri: "Governing the Commons: The Evolution of Institutions for Collective Action" (1990) ve "Institutional Incentives and Sustainable Development: Infrastructure Policies in Perspective". Larry Schroeder ve Susan Wynne ile birlikte. (1993)

[3] Ak Parti Programı:  “Sağlık sektörü Sağlık Bakanlığı tarafından tek merkezden koordine edilecektir. Bakanlık sadece organizasyon, koordinasyon, yol gösterici, denetleyici, takip edici, politika üretici bir rol üstlenecektir. Böylece sağlık hizmetlerinin tek merkezden yönlendirilmesi sağlanacak, çok başlılık ve düzensizlik önlenecektir. Ülke adına kısa, orta ve uzun dönem sağlık politikaları daha gerçekçi olarak belirlenecek, yönetim ve uygulamalar daha ekonomik olacaktır... Özel sağlık ve hayat sigorta şirketleri yaygınlaştırılacak ve teşvik edilecektir.” S. 58. //efaidnbmnnnibpcajpcglclefindmkaj/https://www.akparti.org.tr/media/0auje2sn/partiprogrami.pdf

[4] 2024 yılında Dünya’nın 14 üncü(bazı endekslerde 8 inci) iyi sağlık sistemi olarak küresel endekste yer almıştır. Sosyalleştirilmiş ancak yerinden yönetime dayalı sağlık sistemi olarak nitelendirilmektedir. Bkz: OECD/European Observatory on Health Systems and Policies (2021), Finland: Country Health Profile 2021, State of Health in the EU, OECD Publishing, Paris/European Observatory on Health Systems and Policies, Brussels.  ISBN:  9789264439757 (PDF)

[5] Australian Health and Welfare Institute. How does Australia’s health system work? Australia’s health system. 2019. https://www.aihw.gov.au/getmedia/f2ae1191-bbf2-47b6-a9d4-1b2ca65553a1/ah16-2-1-how-does-australias-health-system-work.pdf.aspx

[6] McGill, R. (2016).  Institutional Development. A Third World City Management Perspective. doi.org/10.1007/978-1-349-25071-4. Palgrave Macmillan. London.

 

[7] Yaşamış, F.D. (1996). “Belediye Yönetimi”. Ankara

Hiç yorum yok: