Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2025 Cumartesi

 

İSTANBUL’DA YEREL YÖNETİMLER ÜZERİNDEKİ SON GELİŞMELERİN EKONOMİ POLİTİĞİ

 

PROF. DR. FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ

20 Nisan 2025

 

GİRİŞ

Türkiye’nin siyasal ikliminde yolsuzluk iddiaları hep çok önemli bir yer tuttu ve bu sadece iktidar partileriyle sınırlı bir sorun değildir. Aklıma gelen ilk soru “CHP’ye yönelik son dönemde dillendirilen yolsuzluk iddialarla ilgili olarak gerçekten somut dosyalar ve bilgiler iddialar var mı” sorusu olmuştur. Şu ana kadar basına ve kamuoyuna yansıyanlar daha çok belediyeler üzerinden şekilleniyor. Özellikle İstanbul ve İzmir gibi büyükşehirlerdeki bazı ihaleler, işe alımlar ve taşeron ilişkileri konusunda söylentiler ve bazı belgeler dolaşıyor. Ancak çoğu henüz yargısal makamlarca net bir şekilde doğrulanmış ya da hukuksal ya da yargısal sonuca bağlanmış değildir.

AKP-MHP bloğunun özellikle yerel seçimlerin ardından CHP’li belediyeleri hedef alarak yolsuzluk algısı oluşturmaya çalıştığı çok açık bir siyasal olgu olarak ortaya çıkıyor. Bu, iktidarların klasik stratejilerinden birisidir: kendi yolsuzluk sicilini gölgelemek için muhalefeti de “aynı kefeye” koymak yöntemi. Bu algı yaratılabilirse seçmenlerin “hepsi çalıyor” diyerek siyasete uzak hale gelmesi, dolayısıyla iktidarın konumun koruması daha kolay olacaktır. Ancak CHP uzun yıllar muhalefette olduğu için bir “iktidar yolsuzluğu” geleneğine sahip değil, ama belediyeler üzerinden bazı güç odaklarının, çıkar ağlarının kurulması riski her zaman var. Bu riskin, özellikle İBB gibi devasa bütçeli kurumlardaki ihale süreçlerinde daha yüksek olduğu da ayrı bir gerçektir.

İTİRAFLAR, SUÇ BELİRTİLERİ VE ETKİN PİŞMANLIK KURUMU

Bazı itirafçıların etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak için savcılığa başvurdukları yönündeki bilgiler doğruysa bu durum işin ciddiyet derecesini önemli ölçüde artırır. Türkiye’de yolsuzluk dosyalarında etkin pişmanlık, genellikle sistemin içinden birilerinin (taşeronlar, aracı şirket sahipleri, belediye personeli ya da bürokratlar) “örgütlü suçu” itiraf etmesi ve diğer şüpheliler hakkında da bilgi vermesi anlamına gelir. Bu, yargının elini güçlendiren en kritik delil türlerinden biridir.

Burada birkaç olasılığı netleştirmek gerekir: Etkin pişmanlık başvurusu yapanlar kimlerdir? Eğer bu kişiler doğrudan ihalelere girmiş şirket sahipleri, belediyelerde çalışan kamu görevlileri ya da paravan şirket temsilcileriyse söyledikleri mahkeme dosyalarını çok hızla büyütür ve başkalarını da zan altında bırakır. İkinci soru ise etkin pişmanlık karşılığında nelerin itiraf edildiğiyle ilgilidir Genelde bu tür dosyalarda, rüşvetin kimlere gittiği, hangi ihalenin nasıl örgütlendiği, usulsüz para akışının banka hareketleri, elden para teslimatı ve ‘siyasetçi-bürokrat-şirket’ üçgeninde kimin nasıl görev aldığı gibi ayrıntılar itiraf edilir.

Etkin pişmanlık süreci, yargının bağımsızlığı sorgulanan bir dönemde başlatılmışsa (ki Türkiye'de bu çoğu zaman böyle), bunun arkasında iktidarın muhalefeti yıpratma ya da belli gruplar üzerinde baskı kurma niyeti de olabilir. Ama içeriden gelen itiraflar, basit bir siyasal kurgu olmanın ötesine geçer ve somutlaşırsa, bu CHP için ciddi bir kriz haline dönüşebilir. Sürecin en önemli yanı, savcılığa sunulan ifadelerin içeriği ve savcılığın bu itiraflar doğrultusunda hangi soruşturmaları genişleteceği olacaktır.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) Kültür A.Ş. Genel Müdürü Murat Abbas, yürütülen yolsuzluk soruşturmasında etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanmak amacıyla savcılığa başvurarak itirafçı oldu. Abbas, savcılığa verdiği ifadede, İBB'deki yolsuzluk ağına ilişkin ayrıntılı bilgiler sundu.​ İfadesinde öne çıkanlar ‘Sayısal Deneyim Müzesi Projesi’ var. Abbas, bu projede görev alan firmanın, İBB yöneticileri Murat Ongun ve Ertan Yıldız'a 13 milyon 250 bin TL ödeme yaptığını belirtti. Bu paranın transferinin Barış Kılıç tarafından gerçekleştirildiğini ifade etti.​

İkincisi seçim kampanyası için medya fonu oluşturulması açıklamasıdır. Abbas, 2024 seçimleri öncesinde, CHP'nin kampanyası için medya fonu oluşturulduğunu ve sadece Kültür AŞ’den bu fona 9-10 milyon TL aktarıldığını dile getirdi.​ Abbas, 9 Mart'ta yapılan bir toplantıda, olası bir operasyona karşı hazırlık yapıldığını ve bu toplantıda Murat Ongun, Fatih Keleş ve Ertan Yıldız hakkında sınırlı bilgi verilmesi ve tüm çalışanların ağız birliği yapması kararının alındığını söyledi.​ Abbas'ın bu itirafları, İBB'deki yolsuzluk soruşturmasının seyrini önemli ölçüde etkileyebilir. İfadesinde adı geçen kişilerin konuyla ilgili açıklamaları ve yargı sürecinin ilerleyişi, kamuoyu tarafından yakından takip edilecektir.​ Murat Abbas’ın itirafları, Türkiye siyasetinde son yıllarda alışık olduğumuz “rakibi yolsuzlukla yıpratma” çerçevesinden bağımsız olarak da ciddiyetle ele alınması gereken bir tablo ortaya koyuyor.

Abbas’ın ifadesi, sıradan bir “duyum” ya da dedikodu değildir. Tam tersine para miktarları (13.250.000 TL gibi net rakamlar), kimlerin parayı aldığını iddia ettiği (Murat Ongun, Ertan Yıldız gibi isimler), paranın kimin üzerinden aktarıldığı (Barış Kılıç gibi aracı isimler) gibi ayrıntılar verilmiş bulunmaktadır. Bu, klasik siyasal yönlendirme iddialarından farklı olarak savcılık için kanıtlanması kolaylaştırılmış bir durum anlamına geliyor. Böyle ayrıntılı bir ifade, bankacılık kayıtları, fatura ve para transferleriyle çok rahat eşleştirilebilir. CHP’nin seçim kampanyası için belediye kaynaklarından “örtülü” bir medya fonu oluşturulduğu yönündeki iddia, hukuksal olarak son derece tehlikeli bir durumdur. Belediye bütçesi partinin siyasal etkinlikleri için kullanılamaz. Bu tür eylemler Türk Ceza Kanunu ve Belediye Kanunu açısından suçtur. Bu iddia, doğrulanırsa yalnızca belediye yöneticilerini değil, partinin üst düzey kadrolarını da zan altında bırakır. Operasyondan haberdar olup “ağız birliği” kararı alınması, klasik bir örgütsel savunma refleksi göstergesidir. Bu da soruşturmanın bir kamu kurumu içindeki “örgütlü yapı” iddiasına dönüşebileceği anlamına gelir. Yargı, bu tür ifadeleri çok ciddiye alır, çünkü böyle bir toplantı yapılmışsa, onun da sayısal izi (görüşme trafiği, HTS kayıtları, bina giriş çıkış kayıtları) bulunabilir.

Abbas’ın itiraf zamanlaması da ilginçtir. Burada siyasal takvim ve kişisel çıkarlar da göz ardı edilmemelidir. Abbas, etkin pişmanlıktan yararlanarak büyük bir olasılıkla kendi cezasını azaltmaya çalışıyor ve soruşturmanın hedefini üst kademe yöneticilere yöneltiyor. Bu durum, ifadesinin doğru olduğu anlamına gelmez ama yalan bir iddianın savcılık karşısında bu kadar ayrıntılı verilmesi de düşük bir olasılıktır. Soruşturmanın zamanlaması, özellikle yerel seçim sonrası, muhalefetin zayıflatılmak istendiği bir döneme denk gelmesi dikkat çekicidir. Ancak asıl önemli olan iddiaların doğru ya da yanlış olduğundan çok neden şimdi servis edildiğidir.

Abbas’ın iddialarındaki para transferleri banka kayıtları, dekontlar veya şirket sözleşmeleriyle doğrulanırsa, bu İBB tarihinde en ciddi yolsuzluk davasına dönüşebilir. Aksi takdirde, siyasal amaçlı bir “itirafla algı yönetimi” operasyonu olma olasılığı da masada kalır. Bu aşamada kritik olan nokta deliller (özellikle banka hareketleri, ihaleye ilişkin belgeler) ve diğer itirafçıların çıkıp çıkmayacağıdır. 2. İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ve Yolsuzluk İddiaları:

İBB Yolsuzluk İddiaları: İBB'nin eski AKP'li yöneticileri hakkında başlatılan yolsuzluk soruşturmasının, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun müdahalesiyle sekteye uğraması ve dosyaların kapalı kalması, hukukun üstünlüğü açısından önemli bir sorun teşkil ediyor. Bu tür durumlar, adaletin düzgün işlemediğine ilişkin bir izlenim uyandırır. Özellikle siyasal müdahaleler ve yargı süreçlerinin sekteye uğratılması hem adaletin hem de demokrasiye olan güveni sarsabilir.

Yolsuzluk ve Etkin Pişmanlık: İstanbul’daki belediyelerle ilgili yolsuzluk iddialarına yönelik etkin pişmanlık başvuruları da dikkat çekici. Etkin pişmanlık, suçluların, suçlarının cezasını hafifletme amacıyla devlete yardımcı olma teşviklerinden biridir. Ancak, etkin pişmanlık başvurularının siyasal ya da ekonomik çıkarlarla şekillenmesi, bu mekanizmanın meşruiyetini sorgulatabilir. İtirafçılar veya gizli tanıklar vasıtasıyla yapılan suçlamalar, somut kanıtlar ortaya konmadan, sadece iddialara dayandırıldığında hukuksal belirsizlikler yaratabilir.

ABBAS VE ETKİN PİŞMANLIKTA HUKUKSAL DURUM

Dikkat edilmesi gereken konu Abbas'ın itirafının kendisiyle ilgili olmamasıdır. Etkin pişmanlıktan yararlanmak isteyen kişi ancak kendisiyle ilgili suçu itiraf ederse ceza indiriminden yararlanabilir. Başka bir kimsenin suç işlediğini söylemek Abbas’a bu olanağı vermez. Etkin pişmanlık, kişinin kendi işlediği suçu kabul edip, yargının suçun çözümüne katkısını sağlayarak cezada indirim ya da affa yaklaşmasını olanaklı kılar.

Abbas sadece “başkaları şu suçu işledi” diyorsa, bu durum tanıklık ya da suç duyurusu kapsamına girer. Etkin pişmanlık için kişi bizzat kendisinin olaya karıştığını itiraf etmek zorundadır. Bu durumda şu olasılıklar söz konusu olur. Abbas, kendi suçunu da itiraf ettiyse (örneğin, paranın aktarılmasında ben rol oynadım, usulsüz işlem yaptım, bu sistemin bir parçasıydım demişse) etkin pişmanlıktan yararlanabilir.  Ama yalnızca başkalarının suçunu açıkladıysa bu, etkin pişmanlık değil, “ifade vermek” ya da “tanıklık” sayılır. Ceza indirimi sağlamaz, sadece soruşturmanın yönünü değiştirebilir. Basına yansıyan bilgilere bakıldığında Abbas’ın: “Ben X kişilere şu parayı verdim, şunu teslim ettim” dediğine ilişkin bir ifade yok. Hep başkalarının nasıl bir ağ kurduğunu, kime para gittiğini anlattığı belirtiliyor. Eğer gerçekten sadece bu şekilde ifade verdiyse etkin pişmanlıktan yararlanamaz. Yararlanması için kendi suçunu kabul etmesi gerekirdi. Neden bu durum basına “etkin pişmanlık” olarak yansıdı? Bu tarz durumlarda, genellikle basın ya da soruşturmayı yürüten ekip “itirafçı” olmasını otomatik olarak “etkin pişmanlık” gibi sunar. Oysa hukuksal açıdan bu kavramlar farklıdır. Mahkeme tutanakları ya da savcılık sevk yazısı açıklandığında, onun etkin pişmanlıktan mı, tanıklıktan mı yararlandığı netleşir. Özetle, Murat Abbas yalnızca başkalarının suçlarını anlatıp kendisinin olayla ilişkisi olmadığını söylüyorsa, bu etkin pişmanlık değil, sadece tanıklık olur. Gerçekten etkin pişmanlıktan yararlanıp yararlanmadığı ancak savcılığın hazırladığı dosyada veya mahkeme kararında net olarak anlaşılabilir. ​Murat Abbas'ın ifadesi ve tahliyesiyle ilgili olarak, basında "etkin pişmanlık" ifadesi sıkça kullanılmış olsa da bu durumun hukuksal çerçevesi daha karmaşık görünüyor.​

Türk Ceza Kanunu'na göre, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanabilmek için kişinin kendi işlediği suçu itiraf etmesi ve bu suçun çözümüne katkı sağlaması gerekmektedir. Ancak, basına yansıyan bilgilere göre, Abbas'ın ifadesinde daha çok başkalarının eylemleri ve yolsuzluk ağına ilişkin ayrıntılar yer almakta; kendi suçuna ilişkin açık bir itiraf bulunmamaktadır.​ Örneğin, Abbas'ın ifadesinde, İBB'deki yolsuzluk ağına ilişkin ayrıntılı bilgiler sunduğu belirtiliyor. Ancak, bu ifadeler daha çok başkalarının eylemlerine odaklanıyor ve Abbas'ın kendi suçuna ilişkin açık bir itiraf içerip içermediği net değildir.​

Abbas, "yurt dışı çıkış yasağı" ve "konutu terk etmeme" yargısal denetim tedbiriyle tahliye edilmiştir. Tahliye kararında, Abbas'ın üzerine atılı suçun niteliği, kanunda öngörülen cezanın miktarı ve mevcut delil durumu dikkate alınmıştır. Ancak, etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanıp yararlanmadığına ilişkin net bir bilgi bulunmamaktadır.​ Abbas'ın ifadesi, İBB'deki yolsuzluk ağına ilişkin önemli bilgiler içerse de etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanabilmesi için kendi suçunu da itiraf etmesi gerekmektedir. Basına yansıyan bilgilere göre, Abbas'ın ifadesi daha çok başkalarının eylemlerine odaklanmaktadır ve kendi suçuna ilişkin açık bir itiraf içerip içermediği net değildir.​ Bu nedenle, Abbas'ın etkin pişmanlık hükümlerinden yararlanıp yararlanmadığı konusunda kesin bir yargıya varmak için daha fazla resmî belge ve bilgiye ihtiyaç vardır.​ Türkiye’de özellikle son yıllarda basında “itirafçı oldu”, “etkin pişmanlıktan yararlandı” gibi ifadeler çoğu zaman hukuksal anlamından farklı bir şekilde, biraz magazinsel bir dille kullanılmaktadır. Abbas kendi suçu ile ilgili açıkça bir itiraf yapmadıysa, hukuken etkin pişmanlıktan yararlanamaz. Sadece tanık statüsünde olur. Yani “İddia var ama kanıt yok, suç var ama hukuksal sınıfı belli değil” durumu ortaya çıkar. Bundan sonrası tamamen delil ve belgelere kalmış durumdadır. Savcılık iddianamesi açıklanınca, orada etkin pişmanlığa mı, tanıklığa mı dayalı bir süreç yürütüldüğü kesinleşecektir.

Etkin Pişmanlık ve Yolsuzluk İddialarının Rolü:

Etkin Pişmanlık Kullanımı: Etkin pişmanlık, bazı durumlarda suçluların cezalarını hafifletmek için önemli bir araç olabilir. Ancak burada kritik nokta, başvuruların dürüst ve güvenilir şekilde yapılmasıdır. Özellikle telefon dinlemeleri ya da eski ifadelerle yapılan suçlamaların doğruluğu sorgulanabilir. Eğer etkin pişmanlık başvuruları sadece siyasal çıkarlar doğrultusunda yapılıyorsa, hukuksal süreçlerin güvenilirliğine gölge düşürülür.

Yolsuzluk ve Etkin Pişmanlık: Etkin pişmanlık başvuruları, yolsuzluk davalarında devletin soruşturma kapasitesini artırabilir. Ancak, somut delillerle desteklenmeyen iddialar hem şüpheli suçluların haklarını zedeleyebilir hem de adaletin sağlanmasında bir engel oluşturabilir. Etkin pişmanlıkla ilgili başvuruların, yalnızca kişisel çıkar sağlama amacıyla kullanılmaması gerektiği önemlidir.

ÇANTALAR, KUŞKUYA DAYALI TANIKLIK VE HUKUK

Öte yandan, basına yansıdığı kadarıyla, diğer tanık/gizli tanıkların ifadelerinde sanıkların çantalar taşıdıklarını gördüklerini ve çantaların içinde para olduğunu düşündükleri yolunda ifadeler var. Bunlar somut deliller değildir. Hukuk açısından bu durumun altını özellikle çizmek gerek: "Çanta taşıma" ve "içinde para olduğunu düşündüm" ifadesi, doğrudan delil değil, sadece kanıtsal nitelikte bir şüphe yaratır. Somut deliller para, fiş, banka transfer kaydı, dekont, ses kaydı, video kaydı, WhatsApp yazışması, tanığın gözlemlediği net eylem ("çantayı açtım, parayı gördüm") gibi şeylerdir.

Kuşkuya dayalı tanıklık ise "Çanta vardı, içinde para olduğunu düşündüm" ya da "Çanta şişkindi, çok para olabileceğini hissettim" gibi ifadeler kesin delil değildir ve sadece savcının olay örgüsünde “kuvvetli kuşku” yaratır. Bu tür beyanlar mahkemelerde genellikle tek başına hüküm kurmak için yeterli görülmez. Diğer somut belgelerle (örneğin banka trafiği, tapeler, para sayma makineleri görüntüsü) desteklenmesi gerekir. Eğer sadece “Sanıkların çanta taşıdığını gördüm, içinde para vardı diye düşündüm” diyorsa bu olayın şüphesini güçlendirir, ama mahkûmiyet için yeterli kesin delil sayılmaz. Türkiye’de özellikle yolsuzluk dosyalarında “çanta” gibi görsel imgeler medya tarafından çok kullanılır. Ancak hukuksal sonuç, yalnızca somut, gözlemlenebilir, teknik delillerle (para hareketi, tapeler, dekontlar) oluşur. Eğer soruşturma yalnızca bu tür tanık ifadelerine dayanıyorsa dosyanın mahkemede ceza verilecek güçte bir ağırlığı olmayabilir. O nedenle bu soruşturmada da Abbas’ın itirafı dahil, belge, dekont, fiziksel para trafiği gibi somut destekler ortaya konulmazsa, siyasal fırtına büyük olur ama hukuksal sonuç zayıf kalabilir.

İHALELER SORUNU VE HUKUK

Bir de ihaleler konusu var. “Billboard ihalesine girdim, bana vermediler, sonra başkasına verdiler” yollu ifadeler yansıdı basına. İhaleler konusu oldukça önemli ve duyarlı bir alandır. Özellikle de kamu ihaleleriyle ilgili yolsuzluk iddialarında önemi daha da artar. Eğer basına yansıyan bilgilere göre, Abbas'ın da içinde bulunduğu ihalelerde herhangi bir usulsüzlük ya da haksız rekabet olduğu iddiaları varsa, bu durumun hukuksal süreci farklı açılardan değerlendirilebilir. Eğer bir ihaleye başvuran bir kişi, yasal ve nesnel kriterler üzerinden değerlendirilmeden dışlanıyorsa ve başkalarına haksız üstünlük sağlanıyorsa, bu rekabeti engelleme suçu olabilir. Bunun yanı sıra, eğer bu tür bir özel çıkar sağlama durumu varsa, bu bir yolsuzluk sayılabilir. Tanıklar “Çantaların içinde para vardı, sonra ihale başkasına verildi” gibi bir ifade kullanıyorsa, bu yine somut kanıt olmaktan çok, olayın ayrıntılı bir şekilde araştırılması gerektiğini gösterir. İhale komisyonunun kararları, ihale dosyasındaki belgeler (tekliflerin değerlendirilmesi, ihale şartnameleri, raporlar vb.) ve ihale öncesi ve sonrası yazışmalar gibi unsurlar gerçek delil olarak karşımıza çıkabilir. İhaleye giren tüm adayların eşit haklarla değerlendirilmesi, ihalenin açık ve saydam yapılması esastır. Eğer bir kişi diğer katılımcılara göre ayrıcalıklı bir şekilde ihaleyi kazanıyorsa, bu da yolsuzluk ve görevi kötüye kullanma anlamına gelebilir. İhale sürecindeki kuralların ihlali ya da yolsuzluk şüphesi olması durumunda, bu durum cezai sorumluluk doğurur. Eğer ifade veren kişiler ihalede haksız rekabet yaşandığını ve parasal ilişki olduğunu iddia ediyorsa, bu iddiaların ayrıntılı bir şekilde araştırılması gerekir. İhale sürecindeki usulsüzlükler suç olarak kabul edilir ve şikâyet edilmesi halinde soruşturma başlatılabilir. Billboard ihalesiyle ilgili olarak basına yansıyanlarda ihale sürecine ilişkin yolsuzluk iddiaları varsa somut delil eksikliği olduğu sürece bu tür ifadeler sadece şüpheyi güçlendirir. Ancak eğer ihale dosyalarında yanlışlıklar, ihale sürecinde taraflılık, şartnamelere aykırılıklar gibi durumlar varsa, somut delil elde edilebilir. “Benim başvurum değerlendirilmeyip, ihale başkasına verildi” ya da “Billboard ihalesinde para transferi oldu” gibi ifadeler şüpheyi güçlendirir ama olayın kesinleşmesi için somut deliller gerekir. İhalenin saydam bir şekilde gerçekleşip gerçekleşmediğini, tekliflerin doğru değerlendirilip değerlendirilmediğini görmek için ihale dosyasındaki belgeler, başvuru sahiplerinin teklifleri ve bu tekliflerin nasıl değerlendirildiğine ilişkin raporlar ve ödeme belgeleri gibi somut unsurlar gereklidir. Özetle, ihale usulsüzlüğü ve yolsuzluk iddiaları, genellikle ihale raporları, belgeler, ihale komitesinin tutanakları gibi somut delillerle güçlendirilmelidir. Basına yansıyan "çalınan çanta" ya da "başkasına verilen ihale" türündeki ifadeler, kesin delil değil, daha çok şüphe yaratır.

İBB’NİN KAPATILAN YOLSUZLUK DOSYALARI

Yeni İBB yönetimi bazı eski AKP'li İBB yöneticileri hakkında yolsuzluk soruşturması başlattı. 6 yıl önce. Dönemin İçişleri Bakanı Soylu “siz soruşturamazsınız, biz soruşturacağız” diyerek dosyalara el koydu ve dosyaları Bakanlığa aldı. Ama aradan geçen 6 yıla karşın bu dosyaların kapağı açılmadı ve sonuç vermedi. Bu çok önemli bir durum ve Türkiye'deki yolsuzlukla mücadele mekanizmalarının ne kadar karmaşık ve bazen işlevsiz olabileceğini gösteriyor. Bu tür durumlar, adaletin ve hukukun ne kadar bağımsız ve saydam olduğuna ilişkin ciddi soruları gündeme getiriyor. İçişleri Bakanı Soylu’nun dosyalara el koyma yetkisi, yasal olarak belirli durumlarda olanaklı olsa da bu tür bir müdahale hukuksal süreçlere ve gerekçeye dayanmalıdır. Yolsuzluk soruşturması gerçekten kamunun zarara uğramasıyla ilgili ciddi bulgulara dayalıysa, dosyanın kapanmaması ve soruşturmanın ilerletilmesi gerekirdi. Bakanlık müdahalesiyle dosyaların kapanması, hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı açısından ciddi bir sorun oluşturur. Hukuken, devletin iç işleyişindeki bu tür müdahalelerin aslında yolsuzluğun örtbas edilmesine yol açabileceği görülmektedir. Soruşturma dosyaları 6 yıl boyunca açılmamışsa, bu usulsüzlük anlamına gelebilir. Zira adalet sürecinin durması, yalnızca siyasal değil, hukuksal bir suçtur. Hükümetin herhangi bir yetkili makamı bu dosyaların açılmasını engelliyorsa, bu durum yasaların ihlali olarak değerlendirilebilir. Yargının ve savcılığın bağımsızlığı, bir ülkedeki yolsuzlukla mücadele açısından kritik öneme sahiptir. Eğer yüksek devlet yetkililerinin müdahaleleri nedeniyle bir dosya sonuçlanmazsa, bu yolsuzluğun gizlenmesi ve kovuşturmanın engellenmesi anlamına gelir. Toplumun adalete olan güvenini sarsar. Yargı sisteminin işleyişine ilişkin büyük bir soru işareti yaratır. Burada en önemli nokta, siyasal müdahale ile hukuksal süreçlerin nasıl birbirine karıştığıdır. Yolsuzluk soruşturmalarına ilişkin saydam ve bağımsız bir sistemin yokluğu, demokratik normlar açısından ciddi bir tehlike yaratır.

Türkiye’de benzer durumlardan geçmişte de örnekler bulunmaktadır. Ergenekon Davası ya da Balyoz Davası gibi süreçlerde soruşturmaların başladığı fakat siyasal müdahalelerle durduğu, dosyaların ertelendiği ve bazen kapanmadığı vakalar yaşanmıştır. FETÖ soruşturmaları ve benzer siyasal süreçlerde, zaman zaman bazı dosyaların siyasal müdahaleyle etkisiz hale getirildiği yönünde spekülasyonlar bulunur.

Yolsuzlukla mücadelede, en önemli unsur saydamlıktır. Bir soruşturma 6 yıl boyunca ilerlemediyse, bunun üzerine ciddi şekilde gidilmesi, basın ve kamuoyu baskısının arttırılması önemlidir. Savcılar ve hâkimler, siyasal baskılara rağmen bağımsız bir şekilde hukukun üstünlüğüne uygun hareket etmelidir. Aksi takdirde, bu tür durumlar toplumda adaletin zayıfladığına ilişkin algı yaratabilir. Eğer kamuoyunun bu konuda yakından takipçi olması sağlanırsa, süreçlerin hızlanması ve dosyaların açılması adına ciddi bir baskı oluşturulabilir. Aksi takdirde, soruşturmanın zamanla kapanması ve kamuoyunun hafızasında yolsuzlukla ilgili tartışmalar kalması olanaklıdır.

İSTANBUL KANALI

İstanbul Kanalı ile ilgili son gelişmelere gelince Erdoğan bu konuda kararlı görünüyor. Bu anlaşılabilir bir durumdur. İBB yöneticilerinin tutuklanması Kanal konusunu halletmek için bir düzenleme de olabilir. İstanbul Kanalı (ya da Kanal İstanbul) projesi, Türkiye’nin en tartışmalı altyapı projelerinden biri olarak uzun süredir gündemdedir. Erdoğan’ın projeye olan kararlılığı hem siyasal hem de ekonomik stratejilerle bağlantılıdır. Bu bağlamda, İBB yöneticilerinin tutuklanmasının İstanbul Kanalı projesiyle ilişkilendirilmesi oldukça anlamlı bir düşüncedir. Çünkü projeye karşı çıkan muhalif seslerin susturulması veya zayıflatılması, projenin gerçekleştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması anlamına gelebilir. Erdoğan’ın, Kanal İstanbul projesine olan kararlılığı, genellikle şu nedenlere dayanıyor. Boğazlar üzerinde Türkiye’nin egemenliğini güçlendirmek, önemli bir inşaat sektörü büyüklüğünü gerçekleştirmek ve kanal çevresindeki yeni yaşam alanları ve ticaret bölgeleri yaratmak. Ancak, proje büyük bir çevresel tehdit oluşturduğuna ilişkin ciddi eleştiriler almaktadır. İstanbul’un su kaynakları, ekosistemi ve deprem riski göz önünde bulundurulduğunda, birçok çevreci ve bilim insanı projeye karşı çıkmaktadır. Ayrıca, İstanbul halkı için de çok ciddi altyapı değişiklikleri ve kentsel değişim anlamına geliyor. İBB yöneticilerinin tutuklanmasının arkasında Kanal İstanbul gibi büyük projelere karşı bir direniş veya karşı duruş varsa, bu durumun birkaç anlamı olabilir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, son yıllarda Erdoğan’a karşı güçlü bir muhalefet noktası olmuştur. Ekrem İmamoğlu’nun başkanlığı altında İBB, Kanal İstanbul gibi projelere karşı sert eleştirilerde bulunmuş ve bunları halkın yararına olmayan projeler olarak tanımlamıştır. Bu tür yöneticilerin tutuklanması, Erdoğan’ın muhtemel projelerinin karşısındaki en güçlü engellerden biri olan İBB’yi zayıflatmaya yönelik bir hamle olabilir. İBB yöneticilerinin tutuklanması, Kanal İstanbul’un önündeki siyasal engelleri kaldırmak amacıyla yapılmışsa, bu durum bir toplum mühendisliği örneği olabilir. İstanbul’daki halkın projeye karşı olan duyarlılığı, tutuklamalarla zayıflatılmak istenebilir. Kamuoyunun karşı duruşu, siyasal baskı ile yönlendirilmeye çalışılabilir. Ayrıca, bazı durumlarda, büyük altyapı projeleri hukuksal yönlendirmeler yoluyla gerçekleştirilebilir. Kanal İstanbul gibi projeler, özelleştirme ve kamulaştırma gibi hukuksal süreçleri içerdiği için, yerel yönetimlerin bu süreçlere karşı durması engellenmek istenebilir. Bu bağlamda, tutuklamalar, projeye gerekli kamu desteğinin sağlanması ve hukuksal engellerin aşılması için bir araç olabilir.

İstanbul Kanalı ile ilgili çevresel etkilerin değerlendirildiği raporlar zaman zaman yargı tarafından iptal edilmiştir. Bu tür durumlar, projenin hukuksal olarak engellenmesini isteyen kesimler için bir fırsat olabilir. Kanal İstanbul, özellikle İstanbul halkının ciddi şekilde karşı çıktığı bir projedir. Muhalefet partileri ve İBB'nin projenin çevresel ve ekonomik zararlarına dikkat çekmesi, projeyi gerçekleştirmek için gereken siyasal desteği daha da zorlaştırabilir. İstanbul Kanalı, sadece altyapı projesi değil, aynı zamanda siyasal bir sorun olarak da karşımıza çıkıyor. Erdoğan’ın kararlılığı, bu projeyi sonuçlandırma isteği ve İBB yönetiminin tutuklanması gibi gelişmeler, Kanal İstanbul projesine karşı olan siyasal engelleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılabilir. Bu bağlamda, yolsuzluk iddialarının ve tutuklamaların, projeye karşı çıkan siyasal ve hukuksal dirençleri kırmak için bir yöntem haline gelebileceğini söylemek olanaklıdır. Eğer proje ilerlerse, İstanbul için büyük bir dönüşüm ve toplumsal huzursuzluk söz konusu olabilir. Ancak, projenin hukuksal engellerle karşılaşması ve halkın tepkisinin büyümesi de olasılıklar dahilindedir. Bu konuda, projenin ilerlemesiyle birlikte hukuksal ve siyasal süreçleri yakından takip etmek oldukça önemli olacaktır.

ŞİŞLİ VE 72 KATLI YAPI PROJESİ

Şişli'de 72 katlı bir bina projesi var. Eski Belediye Başkanı'nın karşı olduğu proje. Yeni kayyum başkanın bu projeyi desteklediği öne sürülüyor. Şişli'deki 72 katlı bina projesi de oldukça tartışmalı bir konu. Bu tür yüksek katlı projeler, genellikle hem çevresel hem de sosyal etkileri açısından geniş bir kamuoyu tartışmasına yol açar. Şişli'nin eski Belediye Başkanı, bu projeye karşıydı çünkü böyle büyük bir inşaatın çevresel etkileri, yerel halkın yaşam kalitesini ve ilçenin yapısal dengesini bozacağı endişesini taşıyordu. Öte yandan, yeni kayyum başkanının bu projeyi desteklemesi, dikkat çekici bir değişim ve bazı iddialara göre siyasal ve ekonomik stratejilerle ilişkilendirilebilir. Şişli'nin eski belediye başkanı, yüksek katlı projelere karşı tutum alarak, bu tür projelerin şehrin yapısını bozacağını ve İstanbul'un siluetini olumsuz etkileyeceğini savunuyordu. Ayrıca, böyle projelerin trafik, altyapı ve çevresel yük açısından büyük sorunlar yaratabileceği, Şişli gibi yoğun bir bölgede bu tür devasa projelerin sosyal dokuyu zorlayabileceği düşüncesi de öne çıkmıştı. Bu karşı duruş, toplumun çevreye duyarlı ve sürdürülebilir kentleşme anlayışıyla uyumluydu ve halk tarafından büyük ölçüde desteklenmişti. Kayyum atamasıyla göreve gelen yeni başkanın, Şişli’deki bu tür projelere destek vermesi, belirli bir ekonomik model veya siyasal ajanda ile ilişkilendirilebilir. İnşaat sektörü, büyük projeler aracılığıyla önemli ekonomik kazanımlar sağlayabilir ve bazı çevrelerde bu projelerin yol açtığı rant ve kentsel dönüşüm fırsatları nedeniyle destekleniyor olabilir. Kayyum başkanının desteği, yapısal değişim ve ekonomik kalkınma perspektifinden de ele alınabilir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken şey, yerel halkın çıkarları ve toplum sağlığı açısından bu projelerin olası etkilerinin göz önünde bulundurulması gerektiğidir. Bu tür yüksek katlı projeler, sadece şehir silueti açısından değil, aynı zamanda çevresel dengenin bozulması ve toplumsal yapının etkilenmesi açısından da ciddi eleştiriler alır. Şişli gibi yoğun nüfuslu ve merkezi bir bölgede, yüksek binaların yapımı gölgeleme ve hava kirliliği yaratabilir. Altyapı ve trafik sorunları daha da derinleşebilir. Yerel halkın yaşam kalitesini düşürebilir, çünkü yüksek katlı projeler genellikle sadece bireysel binalar değil, aynı zamanda etraflarında yeni ticari alanlar ve kalabalıklar da yaratır. Kayyum başkanının projeye destek vermesi, ekonomik ve siyasal ilişkiler ile bağlantılıysa, burada büyük inşaat firmaları veya başka çıkar gruplarının etkisi söz konusu olabilir. Bu tür projeler, yapı sektörüyle ve ekonomik büyüme stratejileriyle doğrudan bağlantılıdır, ancak bunun yerel halkın çıkarlarıyla çatışmaması gerekmektedir. Kayyum atanmış bir yönetim olduğu için, kararların ne kadar bağımsız olduğu ve ne kadar siyasal baskılara dayandığı sorgulanabilir. Bu tür büyük projelerin, yerel yönetimlerin kararlarına doğrudan müdahale yoluyla ilerlemesi, demokrasi ve yerel yönetimlerin özerkliğini sorgulatabilir. Bu projeye karşı yerel halkın ve çevrecilerin tepkisi, toplumsal bir kalkışmaya yol açabilir. Hukuken, her projede Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) yapılması zorunludur ve bu tür devasa projelerde ÇED raporunun olası etkileri dikkate alınmalıdır. Eğer bu projeye ilişkin hukuksal süreçler atlanıyorsa, yerel halkın protestoları ve hukuksal başvuruları gündeme gelebilir. Projenin halkın genel çıkarlarıyla ne kadar uyumlu olduğu ve çevresel etkilerinin ne kadar tartışıldığı, ilerleyen süreçte büyük bir kamuoyunun şekillenmesine yol açabilir. Hukuksal engeller ve çevre düzenlemeleri, bu tür projelerin devam etmesi veya durdurulması açısından belirleyici faktörler olabilir. Ayrıca, yerel yöneticilerin siyasal iradesi de büyük bir rol oynayacaktır. Şişli'deki bu durum, inşaat sektörünün ve siyasal müdahalelerin nasıl toplumun yaşam biçimini şekillendirebileceğine ilişkin önemli bir örnek oluşturuyor. Hem çevre hem de sosyo-siyasal denge açısından toplumun ne kadar güçlü bir şekilde bu tür projelere karşı çıkacağına ilişkin gelişmeleri yakından takip etmek gerekiyor.

Şişli, İBB (İstanbul Büyükşehir Belediyesi) ve etkin pişmanlık konularına da odaklanarak, bu bağlamdaki durum şu şekilde toparlanabilir:

Şişli'deki Durum ve İddialar:

Şişli Belediye Başkanı'nın Tutumu: Şişli'deki 72 katlı bina projesi ve eski Belediye Başkanı'nın karşı olduğu ancak kayyum başkanın desteklediği proje, yerel yönetimin nasıl şekillendiği ve kararların nasıl alındığı konusunda önemli bir gösterge. Özellikle büyük inşaat projeleri ve yerel halkın iradesi göz ardı edilerek atılan adımlar, yerel demokrasiyi ve kamu yararını tehdit edebilir.

Özerklik: Şişli Belediyesi’ndeki bu projelerin, kayyum ataması sonrası hızla ilerlemesi, yerel yönetimin özerkliğini zayıflatabilir. Ayrıca, yerel halkın katılımını ve onayını almadan yürütülen bu projeler, saydamlık eksiklikleri ve rant paylaşımı şüphelerini beraberinde getirebilir.

ESENYURT VE KENTSEL RANT

Esenyurt’ta yaşanan gelişmeler ve Belediye Başkanı Özer’in pasifleştirilmesi, pek çok farklı siyasal, ekonomik ve sosyal etmenin etkisi altında şekillenmiş olabilir. Özellikle inşaat sektörünün yoğun olduğu bir bölge olan Esenyurt’ta, belediye yönetimlerinin inşaat projeleri ve müteahhitlerle olan ilişkileri büyük bir rol oynamaktadır. Bu da Özer'in yönetimi üzerindeki etkileri ve pasifleştirilmesi sorununu daha karmaşık bir hale getirebilir. Esenyurt, son yıllarda hızlı bir şekilde kentsel dönüşüm ve büyük yapı projeleri ile tanınan bir ilçedir. Yüksek katlı konut projeleri ve büyük ticari yapılar bu bölgenin geleceğini şekillendirmektedir. Bu projelerin arkasında büyük inşaat firmaları ve müteahhitler olduğu için, belediye başkanlarının bu sektördeki güç odaklarıyla ilişkisi oldukça belirleyici olabilir. Eğer bir belediye başkanı, bu güçlü ekonomik aktörlerin çıkarlarına aykırı bir tutum sergilerse, bu durum siyasal baskılara yol açabilir. Özer gibi yerel yöneticilerin, özellikle büyük projelere karşı tutum alması, siyasal bir güç mücadelesi haline gelebilir. Eğer başkan, bazı projelere karşı çıkıyor veya bu projelerle ilgili saydamlık ve denetim talepleri ortaya koyuyorsa bu hem yerel siyasetteki hem de büyük inşaat firmalarındaki güç ilişkileriyle çatışabilir. Eğer yerel yönetimlerin kararları, merkezi hükümetin çıkarlarıyla çelişiyorsa, bu durum siyasal bir müdahale ve belki de kayyum atanması gibi adımları tetikleyebilir. Özer'in pasifleştirilmesi, belediye başkanlığı yapısının zayıflatılması veya kendi siyasal gücünün sınırlanması anlamına gelebilir. Bu tür durumlar, bazen belediye başkanının kendi siyasal karizması veya gücünü kullanmasını engellemeye yönelik stratejik bir hamle olabilir. Ayrıca, belediye başkanının projelere karşı tutumu hem hükümetle hem de büyük yatırımcılarla olan ilişkilerini zorlaştırabilir. Bu da yerel siyasette daha pasif bir konumda kalmasına neden olabilir. Esenyurt’taki yüksek katlı inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm, sadece ekonomik açıdan değil, toplumsal yapının değişmesi, yerel halkın yaşam kalitesinin etkilenmesi gibi sonuçlar doğurabilir. Yüksek katlı projeler, daha fazla nüfus ve trafik getirebilir, altyapı sorunlarını arttırabilir. Bu da yerel halk için yaşam kalitesinde olumsuz etkiler yaratabilir.  İBB ile Esenyurt Belediyesi arasındaki ilişkiler ve bu projelere karşı alınan tavırlar, sadece yerel değil, ulusal çapta da yankı uyandırabilir. Siyasal açıdan, merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerinde baskı kurma arayışında olduğu düşünülebilir. Eğer Belediye Başkanı Özer, Esenyurt’taki büyük projelere karşı pasifleştiriliyorsa, bu durumun birkaç nedeni olabilir. Yerel yöneticiler, bazen merkezi hükümet veya güçlü iş dünyası gruplarından gelen baskılar sonucu tutumlarını değiştirirler. Özer, İstanbul’daki başka partilerle veya gruplarla siyasal ittifaklar kurmayı hedefliyor olabilir. Bu, Esenyurt'taki büyük projeleri desteklememesiyle bir strateji olabilir. Özer, halkın tepkilerini gözeterek bu tür projelere karşı durmak isteyebilir, çünkü bazı projeler, özellikle çevreye duyarlı kesimlerden tepki alabilir.  Esenyurt’taki büyük projelerle ilgili olarak hukuksal süreçler, Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporlarının eksiklikleri veya imar planı düzenlemelerinin yetersizliği gibi sorunları içerebilir. Bu, halkın projelere karşı hukuksal başvurular yapmasına, belediye yönetimlerinin de yasal engellerle karşılaşmasına yol açabilir. Sonuç olarak, Esenyurt’ta yaşanan bu durumlar hem ekonomik çıkarlar hem de siyasal stratejiler tarafından şekillendirilen karmaşık bir sorun. Belediye Başkanı Özer'in duruşu, bir yandan yerel halkın çıkarlarını savunma amacı taşıyor olabilir. Diğer yandan siyasal ve ekonomik baskılara karşı nasıl bir strateji izleyeceğini belirlemesi gereken bir süreçten geçiyor gibi görünüyor. Esenyurt Belediye Başkanı Prof. Dr. Ahmet Özer'in durumu, son dönemdeki siyasal ve hukuksal gelişmelerle dikkat çekiyor. Özer, 2024 yerel seçimlerinde CHP'den Esenyurt Belediye Başkanı seçilmişti. Ancak, 30 Ekim 2024'te "PKK/KCK silahlı terör örgütü üyesi olmak" suçlamasıyla gözaltına alındı ve ardından tutuklandı. İçişleri Bakanlığı, tutuklanmasının ardından Özer'i görevden uzaklaştırarak yerine İstanbul Vali Yardımcısı Can Aksoy'u kayyum olarak atadı. ​Özer'in tutuklanma gerekçesi, Esenyurt Belediyesi'nde terör örgütü bağlantıları olduğu iddialarına dayanıyor. Özellikle, terör örgütü yöneticisi Remzi Kartal ile 14 kez telefon görüşmesi yaptığı öne sürüldü. Savcılıktaki ifadesinde, "Hiçbir örgütle ilgim yok" şeklinde beyanda bulundu. ​Özer'in tutuklanmasının ardından yerine atanan kayyum, Esenyurt'taki inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm süreçlerini hızlandırma amacı güdüyor olabilir. Özer'in tutuklanmasının ardından yerine atanan kayyum, Esenyurt'taki inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm süreçlerini hızlandırma amacı güdüyor olabilir. Bu durum, bazı çevrelerde, yerel yönetimin pasifleşmesinin ve merkezi hükümetin müdahalesinin bir sonucu olarak değerlendiriliyor.​ Esenyurt'taki bu gelişmeler, yerel yönetimlerin özerkliği, hukukun üstünlüğü ve merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerindeki etkisi konularında önemli tartışmalara yol açmaktadır.​ Rant ve inşaat iddiaları Esenyurt için de var. Esenyurt'taki inşaat ve rant iddiaları oldukça yaygın ve dikkat çeken konulardan biri. Belediyenin yerel yönetimle olan ilişkisinin ve inşaat sektöründeki büyük yatırımların, zaman zaman siyasetin de etkisi altında olduğu düşünülüyor. Esenyurt, özellikle son yıllarda büyük kentsel dönüşüm projeleri ve inşaat etkinlikleriyle tanınan bir bölge haline geldi. Bu projeler hem yerel halk hem de yerel yönetim için önemli ekonomik fırsatlar yaratırken, aynı zamanda çeşitli yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarına da yol açtı. Bu iddiaların başlıca sebepleri arasında ihaleye fesat karıştırma da var. Bazı yerel yönetimlerin inşaat projelerinde ihale süreçlerinin saydam olmadığı, belirli firmalara veya şahıslara üstünlük sağlandığına ilişkin şüpheler bulunuyor.  Kentsel dönüşüm ve büyük inşaat projeleri, çok büyük finansal kazançlar yaratabiliyor. Bu projelerle ilgili olarak, yerel yönetimlerin veya bazı siyasal aktörlerin, bu kazançlardan kişisel ya da siyasal çıkar sağlamaya çalıştığına ilişkin spekülasyonlar mevcut. Özellikle kayyum atamaları ve yerel yönetimlerin müdahaleleri ile ilgili olarak, inşaat sektöründeki projelerle ilgili olarak daha fazla denetim sağlanmaya çalışıldığı, ancak bunun bazen usulsüz yollarla yapıldığı iddiaları da gündeme geliyor. Esenyurt'ta belediye başkanlarının veya yerel yöneticilerin bu tür büyük projelerdeki rolü ve bu projelerin nasıl şekillendiği hem yerel halk hem de genel kamuoyu için büyük bir merak konusu. Bu tür iddiaların, yerel yönetimlerin halkla olan ilişkisini ve halkın güvenini etkileyebileceği de göz önünde bulunduruluyor.

Özer hakkında ciddi hiçbir suç delili ortaya konulmadı. İddianame hazırlanmadı. Aylardır tutuklu. Kayyum başkan kendisinden istenilenleri yapıyor. Esenyurt'taki durum gerçekten endişe verici görünüyor. Ahmet Özer'in tutukluluğunun uzun süredir devam etmesi ve hâlâ ciddi suç delillerinin ortaya konmaması, hukukun üstünlüğü ve adalet sistemi açısından önemli bir sorundur. Bu tür davalarda, tutukluluğun sadece suçluluğun kanıtlanması amacıyla değil, aynı zamanda siyasal veya ekonomik çıkarlar doğrultusunda da kullanılabileceği endişesi doğabiliyor. Kayyum başkanın istenilenleri yapıyor olması durumu da dikkat çekici. Özellikle inşaat projeleri ve kentsel dönüşüm gibi büyük yatırımların hızlandırılması, yerel halkın ve belediye meclisinin onayına başvurulmadan gerçekleştirilmesi, yerel demokrasinin zayıflamasına neden olabilir. Bu tür durumlar, yerel yönetimin özerkliğini ciddi şekilde tehdit eder. Esenyurt'taki örnek, yerel yönetimlerin merkezi hükümet tarafından şekillendirilmesinin, halkın siyasal tercihleri ve yerel yöneticilerin kararları üzerinde nasıl büyük bir etki yaratabileceğini gösteriyor. Eğer yerel yönetimler, kendi meclisleri ve halklarının iradesi dışında hareket etmeye zorlanıyorsa, bu sadece Esenyurt'u değil, genel olarak tüm Türkiye'deki yerel yönetimlerin yönetsel özerkliğini zayıflatabilir. Özer'in suçsuz olduğu sonucuna varılmadığı sürece, kayyum uygulamasının ve merkezi hükümetin müdahalesinin siyasal özerklik ve hukukun üstünlüğü açısından oldukça sorunlu olduğu söylenebilir. Bu durumda yapılacak reformların hem yerel yönetimlerin özerkliğini hem de adaletin sağlanmasını temin etmeye yönelik olması önemlidir. 10-15 yıl önceki telefon dinlemeleri gibi delillerin günümüz şartlarında, özellikle yargı sürecinde somut bir suç isnadına dönüştürülmemesi gerçekten çok dikkat çekicidir. Bu tür eski delillerin kullanılması, ancak daha yeni, somut ve doğrudan suçla ilişkilendirilebilen kanıtlar ortaya konduğunda anlamlı olabilir. Eğer bir iddianame veya yeni bir delil yoksa, sadece eski dinlemelere dayalı suçlamaların uzun süreli tutuklulukla ilişkilendirilmesi hem hukukun üstünlüğü ilkesine hem de adaletin sağlanmasına zarar verir. Telefon dinlemeleri genellikle, suçluluğu kanıtlayan tek başına yeterli deliller olamaz, çünkü bunlar kişinin suç işleyip işlemediğine ilişkin kesin bir kanıt sağlamaz. Dinlemeler, çoğu zaman bilgi toplama ve soruşturma sürecinde yardımcı olabilir, ancak bu tür belgelerle suçlamaların yapılabilmesi için, somut delillerin ve daha açık bağların ortaya konması gerekir. Bu deliller ortaya konamamışsa, uzun süreli tutukluluk, hukukun temel ilkelerinden olan "masumiyet karinesi" ilkesine aykırı olabilir. Bu durum, özellikle siyasal veya ekonomik çıkarların devreye girdiği yerlerde ciddi soru işaretleri yaratabilir. Özer'in tutukluluğuna ilişkin net bir suç kanıtı yokken, kayyum başkanın göreve getirilmesi ve hızla istenen projelerin yürürlüğe girmesi, sürecin siyasal bir boyut kazanıp kazanmadığına ilişkin kaygıları artırıyor. Eğer somut suç delilleriyle bu süreç hızlanmazsa, hukukun üstünlüğü ve adaletin sağlanması açısından büyük bir tehdit oluşturur. Bu bağlamda, daha saydam ve adil bir yargı sürecinin gerekliliği kendini daha fazla hissettiriyor.

Toparlamak gerekirse, Esenyurt ve benzeri yerel yönetimlerdeki durum, adaletin sağlanması ve hukukun üstünlüğü açısından ciddi bir sınav oluşturuyor. Ahmet Özer’in uzun süre tutuklu kalması, ancak henüz somut delillerin ortaya konamaması adaletin işleyişine ilişkin endişeleri artırıyor. Ayrıca, telefon dinlemeleri gibi eski ve dolaylı delillerin tek başına suçluluğu kanıtlamak için yeterli olmaması, yargının güvenilirliğine ilişkin ciddi soru işaretleri doğuruyor. Kayyum başkanın, belediye yönetiminde istenilen projeleri hızla uygulaması ise, siyasal müdahalelerin yerel yönetimlerin özerkliğini zayıflatabileceğini gösteriyor. Bu tür uygulamalar, sadece yerel halkın iradesini yok saymakla kalmaz, aynı zamanda devletin her alanda etkisini artırarak demokrasiyi ve hukukun üstünlüğünü tehdit edebilir. Rant, yapı projeleri ve yolsuzluk iddiaları da eklenince, Esenyurt gibi yerlerdeki durum sadece adaletle değil, aynı zamanda kamu kaynaklarının nasıl kullanıldığı ve halkın bu süreçlere nasıl dahil olduğu ile ilgili daha büyük sorunları gündeme getiriyor. Bu tür projelerin saydam olmayan bir şekilde yürütülmesi hem adaletin hem de kamu yönetiminin güvenilirliğini sarsar.

Sonuç olarak, adil bir yargı süreci, hukukun üstünlüğü ve yerel yönetimlerin özerkliği gibi temel ilkeler, yalnızca somut delillerle ilerleyen saydam bir yargılama süreciyle sağlanabilir. Aksi takdirde, bu tür durumlar hem hukuksal belirsizliklere hem de siyasal yönlendirmelere zemin hazırlayabilir. Bu temel ilkelere uyulmazsa demokrasi ve adaletin sağlanması, sadece bireysel değil, toplumun tüm kesimlerinin güvenliği için tehdit altına girebilir. Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in uzun süredir tutuklu olması, ancak henüz somut suç delillerinin ortaya konmamış olması, hukukun üstünlüğü açısından ciddi sorunlar doğuruyor. Bu durum, masumiyet karinesi ve adil yargılama ilkelerinin ihlali anlamına gelebilir. Telefon dinlemeleri gibi eski delillerle suçlamalar yapılması, ancak somut kanıtların yokluğu, sürecin saydamlığına ilişkin büyük bir soru işareti yaratıyor.

Esenyurt'taki kayyum yönetimi, özellikle inşaat projelerini hızla uygulamaya koyması ve bazı projelerde siyasal çıkarlar doğrultusunda hareket etmesi, yerel yönetimin özerkliğini tehdit edebilir. Bu durum, yerel halkın iradesini hiçe sayarak, yerel demokrasinin zayıflamasına yol açabilir. Kayyum uygulamaları, merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerinde artan etkisini simgeliyor ve bu da siyasal özerklik adına ciddi bir tehdit oluşturuyor.

İstanbul'daki bazı büyük yapım projeleri ve ihale süreçleri ile ilgili iddialar, saydamlık eksikliği ve yolsuzluk şüpheleri taşıyor. İhalelere fesat karıştırma, belirli firmalara üstünlük sağlama gibi durumlar, yerel yönetimlerin saydamlık ve adalet ilkelerine olan bağlılıklarını sorgulatıyor. Bu tür uygulamalar hem kamu kaynaklarının kötüye kullanılması hem de yerel yönetimlerin demokratik işleyişine zarar veriyor. Bu tür durumlar, hukukun üstünlüğü, adalet ve yerel yönetimlerin özerkliği gibi temel ilkeleri tehlikeye atabilir. Eğer saydam, somut delillere dayanmayan suçlamalarla yerel yönetimler ve belediye başkanları tutuklanırsa, bu sadece yerel halkın güvenini değil, tüm demokratik sistemin temel taşlarını sarsar. Esenyurt gibi bölgelerde, inşaat sektöründeki büyük yatırımlar ve kentsel dönüşüm projeleri, siyasal ve ekonomik çıkarların devreye girmesiyle, büyük finansal kazançlar yaratabilir. Ancak bu tür projelerin saydam bir şekilde ve halkın onayı alınarak yürütülmemesi, ciddi yolsuzluk ve rant paylaşımı sorunlarına yol açabilir.

Yerel yönetimlerin özerkliği ve adaletin sağlanması, demokratik bir toplumun temel taşlarıdır. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğü ilkesine ve adil yargılama süreçlerine bağlı kalmak önemlidir. Ahmet Özer'in durumu, saydam olmayan yargı süreçlerinin, siyasal manipülasyonların ve yerel yönetimlerin özerkliği kaybetmesinin hem adaletin hem de toplumun güveninin zedelenmesine yol açabileceğini gösteriyor. Eğer somut deliller yoksa, hukukun ve adaletin temel ilkeleri doğrultusunda hareket edilmesi gerekir. Bu tür durumlar, demokrasi ve adalet ilkelerinin korunması adına büyük bir sınavdır.

YEREL YÖNETİMLER ÜZERİNDE İKTİDAR VE MUHALEFET MÜCADELESİ

İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve diğer yerel yönetimlerdeki yolsuzluk soruşturmalarının saydam bir şekilde yürütülmesi, yalnızca suçluların cezalandırılması değil, aynı zamanda toplumun adalete olan güveninin sağlanması için de kritik önem taşıyor.

Yerel yönetimlere yapılan kayyum atamaları ve sonrasında hızla gerçekleşen büyük yapım projeleri, adaletin ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zayıflamasına yol açabilir. Kayyumlar, halkın iradesine dayanmayan kararlar alarak yerel yönetimlerin özerkliğini kısıtlayabilir. Ayrıca, projelerin yalnızca belli ekonomik çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmesi, demokratik katılımı engelleyebilir.

Esenyurt ve Şişli gibi yerlerdeki durumlar, yerel yönetimlerin özerkliğini, halkın iradesini ve hukukun üstünlüğünü doğrudan tehdit edebilir. Somut deliller olmadan yapılan suçlamalar ve etkin pişmanlık başvuruları, adaletin sağlanmasında ciddi belirsizlikler oluşturabilir. Yolsuzluk iddialarının saydam ve hukuka uygun bir şekilde soruşturulması gerektiği açıktır. Ayrıca, yerel yönetimlerin özerkliği ve halkın katılımı, her tür kayyum ataması ve siyasal müdahaleye karşı korunmalıdır. Saydamlık, adalet ve hukuk ilkesine dayalı bir sistemin tesisi, yerel yönetimlerin etkinliğini ve güvenilirliğini artıracaktır. Tüm bu gelişmeler, sadece belirli belediyelerle ilgili değil, genel olarak demokrasi, hukukun üstünlüğü ve yerel yönetimlerin özerkliği açısından büyük bir sınavdır. Sonuç olarak, İstanbul’daki yerel yönetimlerdeki gelişmeler ve yolsuzluk iddiaları, yalnızca bu belediyelere özgü değil, genel demokratik yapı, hukukun üstünlüğü ve yerel yönetimlerin özerkliği açısından önemli birer sınav teşkil etmektedir. Somut delillere dayanmadan yapılan suçlamalar ve etkin pişmanlık başvurularının kötüye kullanılması, hukuksal sürecin güvenilirliğini zedeler. Bu da adalet ve saydamlık açısından ciddi bir sorun yaratır. Yolsuzluk soruşturmalarının ve kayyum atamaları gibi siyasal müdahalelerin, yerel halkın iradesine zarar vermemesi ve yerel yönetimlerin özerkliğinin koruması gerekir. Kayyumların ve merkezi müdahalelerin, halkın demokratik katılımını engelleyecek şekilde işlememesi büyük önem taşır. Bu tür süreçlerin doğru ve saydam bir şekilde işlemesi, sadece suçluların cezalandırılmasını değil, aynı zamanda toplumun adalet ve güven duygusunun da korunmasını sağlar. Eğer saydamlık ve adalet ilkelerine uygun hareket edilirse, yerel yönetimlerdeki bu gibi sıkıntılar daha kolay aşılabilir. Aksi takdirde, yolsuzluk ve siyasal müdahaleler, sadece belirli belediyelerde değil, tüm toplumsal yapıda büyük sorunlara yol açabilir.

Siyasal güdülenme, özellikle yerel yönetimlerdeki yolsuzluk iddiaları, kayyum atamaları ve etkin pişmanlık gibi sorunlarda önemli bir rol oynar. Bu tür durumlar genellikle yalnızca hukuksal ve yargısal bir sorunun ötesine geçer; siyasal hesaplar, güç mücadelesi ve stratejik çıkarlar da devreye girer. Şu noktalarda siyasal güdülenme etkisini görebiliriz:

Belediyeler, yalnızca yerel hizmetleri sunmakla kalmaz, aynı zamanda siyasal arenada önemli birer güç merkezi haline gelir. Bir belediye başkanının görevden alınması, kayyum atanması veya yolsuzluk iddialarının öne sürülmesi, çoğu zaman siyasal stratejiler ve iktidar mücadelesi ile bağlantılıdır. Özellikle muhalefet partilerinin denetimindeki belediyeler, iktidar partisinin güç kaybettiği alanlardır ve bu yüzden zaman zaman siyasal baskılarla karşılaşabilirler.

Etkin pişmanlık başvuruları, bazen yalnızca adaletin sağlanması için değil, siyasal yönlendirme amacıyla da kullanılabilir. Örneğin, yolsuzluk iddialarının sadece iktidar partisinin rakiplerine yönelik kullanılması, bir siyasal temizlik ya da rakiplerini zayıflatma amacı taşıyabilir. Bu tür suçlamaların ve itirafların, bazen sadece bireysel çıkarlar doğrultusunda değil, siyasal üstünlük sağlama amacı güderek gündeme getirilmesi olanaklıdır.

Kayyum atamaları, belediye başkanlarının görevden alınması ve yerlerine atanan kişilerin, merkezi hükümetin siyasaları doğrultusunda hareket etmeleri istenebilir. Kayyum başkanların, yerel yönetimleri, özellikle inşaat projeleri ve ekonomik yatırımlar konusunda iktidarın istekleri doğrultusunda şekillendirmeleri siyasal bir strateji olabilir. Bu, özellikle büyük projelerin ve ihalelerin iktidar partisinin destekçilerine verilmesi gibi somut adımlarla kendini gösterebilir.

Belediyelerdeki büyük projeler, yerel ve merkezi iktidarın birbiriyle olan ilişkisini belirleyebilir. Örneğin, Şişli ve Esenyurt’ta olduğu gibi, büyük inşaat projeleriyle bağlantılı olarak yerel yöneticilerin değiştirilmesi, belli projelerin hızla ilerlemesi, belirli sermaye gruplarının çıkarlarının korunması gibi unsurlar siyasal bir strateji olarak şekillenebilir. Bu tür hamleler, sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal denetim sağlama amacı güder.

Siyasal güdülenmenin diğer bir boyutu da toplumun genel güven duygusunu etkilemesidir. Yolsuzluk iddialarının ve kayyum atamalarının doğru ve saydam bir şekilde yönetilmemesi, toplumun hukuksal güvenliğini ve siyasal istikrarını zedeleyebilir. İktidar partisi veya hükümet, böyle bir ortamda, muhalefetin güç kazanmasını engellemek amacıyla bu tür yönlendirmelere başvurabilir.

Siyasal güdülenmeler, muhalefet ile iktidar arasındaki çekişmeye dayalı olarak şekillenir. İktidar partisi, muhalefet partilerinin yönettiği belediyeleri zayıflatmak ve kendi denetimine almak için çeşitli araçlar kullanabilir. Bu, bazen halkın gözünde meşru bir yolsuzluk soruşturması olarak sunulsa da aslında siyasal hesaplar doğrultusunda bir güç mücadelesinin parçası olabilir.

Siyasal güdülenme, yerel yönetimlerdeki kararlar ve süreçler üzerinde büyük bir etkiye sahiptir. Yolsuzluk iddiaları, kayyum atamaları ve etkin pişmanlık başvuruları gibi sorunlar, sadece hukuksal bir çerçevede değil, aynı zamanda siyasal stratejiler, güç mücadelesi ve siyasal yönlendirme unsurlarıyla da şekillenir. Adaletin sağlanması ve hukukun üstünlüğünün korunması, siyasal hesapların ve çıkarların önüne geçilerek sağlanabilir. Bu tür süreçlerin, adaletin ve saydamlığın tam olarak işlediği, siyasal güdülenmelerden arındırılmış bir zeminde yönetilmesi çok önemlidir.

CUMHURBAŞKANLIĞI SEÇİMİNİN ÇATIŞMA KAYNAĞI OLMASI OLASILIĞI

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik siyasal stratejilerin ve komplo kuramlarının gündeme gelmesi, özellikle seçimlere yaklaşıldıkça oldukça yaygın bir durumdur. Ancak, bu tür stratejilerin komplo olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, somut deliller ve olayların bağlamına bağlıdır. CHP'ye karşı bir komplo kurulduğu iddiaları da yukarıda tartıştığımız yerel yönetim sorunlarıyla bağlantılı olarak, çeşitli açılardan incelenebilir:

CHP'nin güçlü olduğu belediyelerdeki yolsuzluk iddialarının, kayyum atamalarının ve etkin pişmanlık gibi yönlendirmelerin arkasında Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik bir siyasal strateji olabilir. İktidar partisi, yerel seçimlerdeki kayıplarını, Cumhurbaşkanlığı seçiminde telafi etmeyi hedefleyebilir. Özellikle büyük şehirlerdeki belediyeler, siyasal denetim açısından büyük önem taşır. Bu belediyelerdeki yöneticilerin görevden alınması, kayyum atanması ya da yolsuzluk iddiaları gibi sorunlar, iktidar partisinin CHP'yi zayıflatmak amacıyla kullanılabilir.

CHP’ye yönelik yolsuzluk iddialarının, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde siyasal algıyı yönlendirmek amacıyla gündeme gelmiş olması olanaklıdır. Eğer bu iddialar somut delillere dayanmıyorsa ve yalnızca siyasal bir araç olarak kullanılıyorsa, amacın CHP'nin seçmen tabanını zayıflatmak veya toplumda güven kaybı yaratmak olduğunu söylemek olanaklıdır. Bu da bir tür seçim mühendisliği olarak görülebilir.

Etkin pişmanlık başvurularının, özellikle siyasal rakiplere zarar vermek amacıyla yapılıyor olması, bir komplo kuramının parçası olabilir. Etkin pişmanlık, belirli kişilerin suçlarını itiraf ederek daha hafif cezalar alması karşılığında başkalarına zarar verme amacına yönelik kullanılabilir. CHP’ye karşı bu tür başvuruların kullanılması, parti içindeki zayıf noktaları hedef almak için yapılmış olabilir.

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı seçiminde zafer kazanabilmesi için CHP’yi zayıflatmak, rakiplerini dışlamak ve muhalefeti bölmek gibi stratejilere başvurması olanaklıdır. Bu, sadece yerel seçimlerde değil, genel seçimlerde de geçerli bir strateji olabilir. CHP'nin popüler isimlerinin hedef alınması, onları siyasal açıdan zayıflatmaya yönelik bir hamle olabilir.

Kamuoyunda yaratılacak bir yolsuzluk algısı, seçmenlerin CHP’nin yönetim anlayışına karşı güven kaybı yaşamalarına neden olabilir. Eğer bu algı, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde güçlendirilirse, CHP’nin seçmen tabanı üzerinde moral bozukluğu yaratabilir. Bu tür stratejiler, seçim sonuçlarını etkileme amacını taşıyabilir.

Erdoğan’ın ve iktidar partisinin, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde zayıf rakiplere karşı güçlü bir kampanya yürütme gereksinimi doğduğunda, siyasal rakiplerine karşı komplo kurma olasılığı de artabilir. Bu tür stratejiler, rakiplerini toplumsal ve hukuksal açıdan zor duruma sokmak amacı güdebilir. Eğer bu tür stratejiler, medya yönlendirmesi ve hukuksal süreçlerle desteklenirse, toplumsal bir komplo gibi algılanabilir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik olarak CHP’ye karşı bir komplo olabileceği olasılığı, yalnızca iddialardan ibaret olmaktan öte, siyasal çıkarlar ve stratejilerle şekillenmiş bir durum olabilir. Ancak, bu tür iddiaların doğruluğu somut kanıtlarla ortaya konmadığı sürece, siyasal yönlendirme ve seçim mühendisliği olarak değerlendirilmesi olanaklıdır. İktidar partisinin, CHP'yi zayıflatmak için kullandığı her araç, siyasal bir strateji olarak işlev görebilir. Bu da zaman zaman komplo kuramları gibi algılansa da aslında bir seçim taktiği olabilir.

Hukuk dışı siyasal taktikler siyasal komplo mudur? Hukuk dışı bir siyasal taktiğin siyasal komplo olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği, kullanılan yöntemlerin doğasına ve amacına bağlıdır. Siyasal komplo terimi, genellikle bir grubun ya da aktörün haksız ve gizli bir şekilde başkalarına zarar vermek veya kendi çıkarlarını sağlamak amacıyla yaptığı eylemleri ifade eder. Bu bağlamda, hukuk dışı bir taktiğin siyasal komplo olarak kabul edilip edilemeyeceğini değerlendirirken şu unsurları göz önünde bulundurabiliriz:

Hukuk dışı taktikler, yasal süreçlere uymayan, kanunsuz ya da ahlaki açıdan tartışmalı yöntemlerle gerçekleştirilir. Örneğin, yolsuzluk, medya yönlendirmesi yargısal süreçleri yönlendirme, bilgi sızdırma veya özel hayatı ihlal etme gibi eylemler, hukukun sınırlarını aşan uygulamalar olabilir. Bu tür taktikler, yasal olmayan ve ahlaki açıdan sorunlu uygulamalar olsa da doğrudan komplo olarak nitelendirilmeyebilir. Ancak, eğer bu eylemler belirli bir grup ya da şahsın çıkarlarını korumak amacıyla, gizlice ve planlı bir şekilde yapılıyorsa, bu durum siyasal komplo olarak kabul edilebilir.

Siyasal komplo, genellikle gizli ve organize bir şekilde gerçekleştirilen, siyasal amaçlarla başkalarını zarara uğratma amacını taşıyan eylemlerden oluşur. Eğer bir siyasal grup ya da aktör, hukuk dışı taktikleri kullanarak rakiplerini zayıflatmayı, gizli anlaşmalar yapmayı ya da yargıyı etkilemeyi amaçlıyorsa, bu durum, siyasal komplo olarak değerlendirilebilir. Örneğin, bir siyasal rakibi yolsuzlukla suçlamak için gizli delil üretmek, iftiralar atmak, ya da basın yoluyla kamuoyunda algı yönetimi yapmak, bir siyasal komplo stratejisi olabilir.

Hukuk dışı bir taktiğin siyasal komplo olarak kabul edilip edilemeyeceği, bu taktiğin siyasal amaçlara hizmet edip etmediğine bağlıdır. Eğer hukuksuz bir yöntem, siyasal hedefler doğrultusunda, rakipleri itibarsızlaştırmak veya güçsüzleştirmek amacıyla kullanılıyorsa, bu durum siyasal bir komplo stratejisi olarak değerlendirilebilir. Ancak, haksızlık ve hukuksuzluk amacı gütmeyen, sadece siyasal üstünlük elde etmek için kullanılan yöntemler, yönlendirme ya da seçim taktiği olarak nitelendirilebilir, ancak bunlar doğrudan komplo olarak kabul edilmeyebilir.

Komplo iddialarının ciddiye alınabilmesi için, sadece hukuksuz taktiklerin varlığı yeterli değildir. Bu taktiklerin örgütlü ve gizli bir şekilde, siyasal amaç doğrultusunda ve planlı bir biçimde kullanıldığının somut delillerle ortaya konması gereklidir. Eğer sadece belirli taktikler kullanılmışsa, ancak bunlar saydam ve açık bir şekilde gerçekleşmişse, bu tür eylemler genellikle siyasal strateji olarak nitelendirilebilir, komplo olarak değil.

Hukuk dışı bir taktiğin siyasal komplo olarak nitelendirilebilmesi için, bu taktiğin gizli, planlı ve örgütlü bir şekilde yapılması ve belirli bir siyasal amaç gütmesi gerekir. Eğer bu eylemler haksız bir şekilde rakipleri zarar vermek, toplumsal algıyı manipüle etmek veya seçim sürecine müdahale etmek amacıyla kullanılıyorsa, o zaman bu durum gerçekten bir siyasal komplo olabilir. Ancak, sadece hukuk dışı bir taktik kullanılması tek başına bu tür bir komployu ortaya koymaz. Eğer siyasal hedefler doğrultusunda gizli ve organize bir şekilde hukuk dışı taktikler kullanılıyorsa, bu gerçekten de bir siyasal komployu işaret edebilir. Siyasal rakipleri zayıflatmaya yönelik yönlendirmeler, yolsuzluk suçlamaları, medya üzerinden algı yönetimi veya yargısal süreçlerin yönlendirilmesi gibi eylemler, şüphe uyandırıcı olabilir. Böyle durumlarda, saydamlık eksikliği ve planlı bir stratejinin varlığı, bu tür eylemleri daha da belirgin hale getirebilir.  Eğer bu tür davranışlar özellikle seçim sürecine yakın bir zamanda ortaya çıkıyorsa ve belirli bir partinin ya da kişinin itibarını zedelemeyi amaçlıyorsa, bu durum daha da dikkat çekici hale gelir. Bu bağlamda, siyasal yönlendirmelerin ve komploların işleyişini anlamak, toplumsal ve siyasal dinamiklerin daha iyi kavranmasına yardımcı olabilir. Bu tür olaylar, siyasetin kirli yüzünü yansıtarak, hukukun ve adaletin zedelenmesine yol açabilir. Ancak, tüm bu iddiaların somut kanıtlarla desteklenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Aksi takdirde, sadece iddialar üzerinden bir değerlendirme yapmak yanıltıcı olabilir.

 

· Türkiye’de yerel yönetimlerin özerkliği ne ölçüde korunabiliyor?

· Yolsuzluk iddiaları, siyasal rekabetin bir aracı haline mi geldi?

· Hukuk sistemi bu süreçte adil ve bağımsız işleyebiliyor mu?

Hiç yorum yok: