TÜRKİYE’DE
DEVLETİN VE DEMOKRASİNİN
YENİDEN YAPILANMASI
SORUNLAR VE
ÇÖZÜMLER
Doç.
Dr. Firuz Demir YAŞAMIŞ
Mayıs 2001
İstanbul
ISBN 975-95407-3-8
İsteme adresi: firuz@sabanciuniv.edu
Basıldığı yer: Doruk Matbaası, Galataderesi Cad., 8-10 Zincirlidere,
İstanbul
(212) 283 72 06 – 283 55 27
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
BÖLÜM 1
TIKANMANIN
NEDENLERİ,
ÇAĞDAŞ
DEVLET NORMLARI
VE
DÜZELTİMİN TEMEL İLKELERİ
Giriş - Devletin Yeniden Yapılanması Gerekliliği –
Cumhuriyet ve Demokrasinin Nitelikleri ve Devletin Rolü: Yönetemeyen Devlet ve
İşlemeyen Demokrasi - Yeni Anayasa Gereksinimi - Yeni Anayasa Gereksiniminin
Gerçek ve Sanal Nedenleri - Devlet Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve
Aymazlıklar: Oydaşlık - Anayasa ile İlgili Olarak Uygulamada Meydana Gelen
Gelişmeler - Demokratikleşme Gereksinimi - Temel İnsan Hakları ve Özgürlükleri
Alanında Gelişme Gereksinimi - Devletin Rolü ve İşlevleri - Erkler Arası İlişkiler
- Ortaya Çıkan Sonuç: Türkiye İçin Yeni Bir Anayasa - Siyasal Bunalımları Çözme
Yetkinliğinin Sınırlılığı - Ekonomik ve Finansal Açmazlar - Alternatif Rejim
Arayışlarının Yarattığı Baskılar: Din ve Devlet - Ayrımcı Akımlar - IMF ve
Dünya Bankası’nın İstekleri - OECD Çalışmaları - Avrupa Birliği’nin Öngörüleri
- Çağdaş Devlet Normları - Kopenhag Siyasal Ölçütleri Karşısında Türkiye’nin
Durumu - Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve
Maastricht Anlaşması - Minimal Devlet,
Yeni Sağ ve Hayek - Değerlendirme ve Sonuç - Temel Çözüm Önerileri - Gözönünde
Tutulması Gereken Temel İlkeler -
Yönetim Düzeltimi (Reformu) ya da Düzeltimin Yönetimi - Düzeltim
Çalışmalarında İzlenmesi Gerekli Metodoloji
BÖLÜM 2
CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİ:
PARLAMENTARİZM
YA DA BAŞKANLIK VE
YARI BAŞKANLIK ÜZERİNE
TARTIŞMALAR
Giriş -
Başkanlık ve Yarı Başkanlık Rejimi Arayışları - Başkanlık Rejimi ve Parlamenter
Sistem Birbirinin Yerine İkame Edilebilir mi? – Cumhurbaşkanı’nın Anayasal
Statüsü – Cumhurbaşkanı’nın Seçilme Şekli – Cumhurbaşkanı’nın Görev Süresi -
Devlet Denetleme Kurulu - Değerlendirme
BÖLÜM 3
YASAMA:
ULUSAL EGEMENLİĞİN
SOMUTLAŞMA ODAĞI
YA DA POLİTİKANIN MEKKESİ
Giriş -
Milletvekillerinin Sisteme Karşı Yabancılaşması - TBMM: Yasama Çalışmalarının
Etkililiği, Yasama Bürokrasisi ve En Büyük KİT - Yasamanın Denetime İlişkin
İşlevlerini Yerine Getirme Düzeyi - İçtüzük Engelleri - Milletvekili Sayısı -
Meclis’in Feshi Sorunu - Mevzuat Sorunu - Öneriler
BÖLÜM 4
YÜRÜTME
VE YÖNETİM
Giriş -
Yürütmeye İlişkin Temel Sorunlar - Kamu Hizmetlerinin İçinde Bulunduğu Başarım
(Performans) Düşüklüğü - Ehliyet ve Liyakat İlkelerinin Yokluğu - Plutokrasi:
Zenginlerin Yönetimi ve Toplumsal Adaletin Kaybolması – Kleptokrasi - Devlet
Organlarının Çalışma Koşullarının İçinde Bulunduğu Verimsizlik ve Etkisizlikten
Duyulan Sıkıntılar – Sonuçsuzluk -
Yürütmenin Dayanılmaz Ağırlığı - Kara Delikler: Kamuda Finansman Sorunu - Üst
Düzey Yöneticilerin Yetkinlik Düzeyi - Kamu Personel Rejimi ve Yönetimi – Türk
Kamu Yönetiminde Yönetim Becerisinin ve Yetkinliğinin Geliştirilmesi: Başarım
Odaklı Yönetim Biçimine Geçiş Zorunluluğu – Kırtasiyecilik – İsraf - Yetki ve
Sorumluluk Dağılımında Dengesizlikler - Yönetimde Denetim Anlayışının
Değiştirilmesi Zorunluluğu - Verimli ve Etkili Devlet İçin Enformasyon
Teknolojisi - Düzeltim Konusunda İstekler ve Özlemler - Öneriler
BÖLÜM 5
MERKEZİ HÜKÜMETİN
ÖRGÜTLENME BİÇİMİ
VE KOŞULLARI
Giriş: Merkezi Hükümetin Merkez Örgütlenmesi ve Yönetimi - Merkezi Hükümetin Taşra Örgütlenmesi ve
Yönetimi - Mülki İdare Amirliği Kariyeri - Bölgeleşme, Hızlı Kentleşme, Kentsel
Büyüme ve Sonuçları - İstanbul’un Yönetimi Sorunu - Köy-Kent ve Merkez Köy
Kavramları - İl ve İlçeler - Aşırı Merkezcilik ve Merkezde Oluşan Yoğunluğun
Azaltılması - Öneriler
BÖLÜM 6
YERİNDEN
YÖNETİM
VE
SORUNLARI
Yersel Yerinden Yönetim Sorunları: Yerel Yönetimler - İl Özel İdareleri,
Büyük Şehir Belediyeleri, Belediyeler, Köyler ve Mahalleler - Öneriler - Hizmet
Yerinden Yönetimi - YÖK ve Üniversiteler -
Öneriler - Ve, RTÜK - Üst Kurullar
BÖLÜM 7
YÖNETİMİN
YOZLAŞMASI
Susurluk
Sendromu: Devlet Yönetiminin Temel Sorunu - Derin Devlet: Devlet ve Yeraltı Suç
Örgütleri - Devletin Güvenilirliği - Devlete Güveni Sarsan Nedenler - Faili
Meçhul Cinayetler ve Yasa Dışı Kişilerle İlişkiler - Kamu Yönetiminde Rüşvet,
Yolsuzluk ve Karapara Aklama - Uluslararası Gelişmeler - Yozlaşma Örnekleri -
Yozlaşmanın Ürünü: Çeteler - Öneriler
BÖLÜM 8
GÜNEYDOĞU,
TERÖR
VE
İÇ
GÜVENLİK
Güneydoğu – Terör - İç Güvenlik ve
Haber alma – İrdeleme - Genel Nitelikli Bazı Öneriler
BÖLÜM 9
YARGI
Giriş - Hukuk Devleti ve
Hukukun Üstünlüğü İlkelerinin Geçerlilik Düzeyi - Adaletin Toplumda
Gerçekleştirilebilme Düzeyi - Yargı Bağımsızlığı ve Yargıç Güvencesi - Anayasa
Yargısı ile İlgili Temel Sorunlar - En Yüksek Yargı Yeri Konusunda Tartışmalar
- Yargı Bürokrasisi: Yargının Hızlı, Etkili ve Verimli İşlemekte Olduğu Yolunda
Duyulan Endişelerin Yoğunluğu - Yargılama Süreçlerinin Yetersizliği - Yargıda
Ücret ve İnsan Kaynakları Yönetimi Sorunu - Yargının Örgütlenme Sorunları -
Yargısal Kolluk (Adli Polis) - Devlet
Güvenlik Mahkemeleri - Öneriler
BÖLÜM 10
İNSAN
HAKLARI,
DEMOKRATİKLEŞME,
ASKER-SİVİL
İLİŞKİLERİ
VE
ARA
REJİMLER
Giriş: İnsan Hakları ve Demokratikleşmeye İlişkin Temel Sorunlar - İdam
Cezası - İşkence - Düşünce Özgürlüğü, Anlatım Özgürlüğü, Kitle
İletişim Araçları ve Basın Özgürlüğünün İçinde Bulunduğu Koşullar - Kürtçe
Sorunu - Haberleşme Özgürlüğü Üzerinde Engeller: Telefon Dinleme - Milli
Güvenlik Kurulu - Askeri Müdahaleler, Ara Rejimler ve Asker - Sivil Yönetim
İlişkileri - 12 Eylül’ün Yargılanması ve Ara Dönemde Çıkan Yasaların Geçerlilik
Durumunun Sorgulanması - Demokratik Katılım Süreçleri - Sivil Toplum Kuruluşları:
Üçüncü Sektör - Öneriler
BÖLÜM 11
TÜRKİYE’DE
SİYASET,
SİYASETÇİ
VE
SİYASAL
PARTİLER SORUNU
Görünüm - Siyasal Partilerin Kurumsallaşamaması Sorunu - Türkiye’de Politik
Etik ve Politikacının Etik Anlayışı - Oligarşik Yönetim Yapısı - Parti İçi
Demokrasinin Yetersizliği - Yasa dışı Uygulamalar: Ganimetin Paylaşılması,
Yolsuzluk, Rüşvet ve Bağış Sorunu -
Siyasetçinin Kalitesi - Siyasal Partilerin Kapatılması Sorunu - Öteki
Ülkelerden Örnekler ve Türkiye İle Karşılaştırılmaları – Öneriler
BÖLÜM 12
SEÇİM
SİSTEMİ
Giriş - Temel Sorun Alanları - Bölge Genişliği, Baraj Düzeyi, Tur Sayısı ve
İkinci Tercihlere İlişkin Sorunlar - Seçimlerin Finansmanı Sorunu - Adayların
Nitelikleri - Seçilenlerin Temel Öncelikleri - Partiler Arası Dayanışma -
Seçimlerin Yenilenme Süresi - Öneriler
BÖLÜM 13
EKONOMİK KOŞULLAR VE
ULUSAL EKONOMİNİN
YÖNETİMİ
Giriş
- Ulusal Ekonominin Yönetim
Açmazı: Aktör ve Rol Bolluğu - Aktör ve Rol Bolluğu - Ekonomi ve Devlet:
Devletin Ekonomideki Rolü - Özelleştirme – Tahkim - Uluslararası Para Fonu
(IMF) ve Dünya Bankası - Bankacılık Sektörü - Yeşil Sermaye ve Bankerlik Sorunu
– Borsa - Yüksek Enflasyon ve Yaşam Pahalılığı - İç ve Dış Borçlanma - Ödemeler
Dengesi ve Dış Ticaret Hacmi - Bölgelerarası Gelişme Dengesizliği - Kamu
Maliyesinin Yeniden Düzenlenmesi - Vergi Adaleti ve Yönetimi - Ekonomik
Yolsuzluklar ve Suçlar - Gelir Dağılımı Dengesizliği: Sosyal Devlet – Sonuç ve
Ekonominin Yönetim Biçiminin Değerlendirilmesi
BÖLÜM 14
BİTİRİRKEN
VE
SONSÖZ
Genel
Sonuçlar – Temel Değerlendirme – Temel Stratejiler- Değişimin Yönetimi - Sonsöz
KISA KAYNAKÇA
ÖNSÖZ
Bugüne
kadar Türk kamuoyunun ve bilimsel çevrelerin bilgisine ve yararına sunmaya
çalıştığım kitaplar arasında hazırlık süresi en fazla zaman alan çalışmam bu
kitap olmuştur. 1990’ların ilk yıllarında başlayan konu ile ilgili olgu, belge
ve bilgi arşivlemesi çalışmalarım zaman içinde rapor ve makale gibi çeşitli
ürünler vermiştir. Çalışmalarım sırasında ulaştığım sonuçlar, yargılar ve
değerlendirmeler hem ilgili birimlere ve hem de kamuoyuna iletilmiştir. Ancak,
ülkede oluşan son gelişmeler üzerine, konu ile ilgili olarak bugüne kadar
yaptığım çalışmaların bu gelişmeler ışığında gözden geçirilmesinde, bulguların
yeni kuramsal gelişmelerle bir kez daha bütünleştirilmesinde ve çalışmalarımın
son ürünü olacak bir kitap şeklinde topluma sunulmasında yarar gördüm. Bu
konuda beni en çok ikna eden neden, devlet yönetimindeki aymazlıklarda ve
ülkenin demokratik gelişme çizgisinin önündeki engellerde önemli bir artış
olduğunu gözlemlemiş ve özellikle devlet yönetiminde artık yolun sonuna
gelinmiş bulunulduğu kararına varmış olmamdır.
Elde
ettiğim bulgular ve vardığım sonuçlar olumlu, iyimser ve umut verici değildir.
Zira, ülkenin borç stoku gayri safi ulusal hasılanın tümüne ve yıllık faiz
ödemeleri de yıllık vergi gelirlerinin hemen tamamına ulaşmıştır. Ülke, 80
yıllık cumhuriyet dönemi deneyimine karşın, hala yeterli ölçüde demokratik bir
çizgiye ulaşamamıştır. Ancak, bu önemli sorunlar çözümsüz de değildir.
Sorunların çözüm yolları ve izlenmesi gereken politika ve stratejiler bellidir.
Bunlar, benimle birlikte, çeşitli araştırmacılar tarafından toplumun bilgisine
sunulmuştur. Ancak, bu çabalar, önceki benzer çabaların bilinen kaderlerinin
akıbetine uğramakta gecikmemektedir. Koçi Bey’den, Defterdar Sarı Mehmet
Paşa’ya, Mithat Paşa’dan, Neumark, Barker, Podol ve Gıyas Akdeniz’e ve MEHTAP’dan
KAYA’ya kadar değişen çizgide önemli bir sapma olmamıştır.
2000’li yılların başında ülkenin içine düştüğü
ekonomik yıkım esas olarak kamu
maliyesinin çökmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Kamu maliyesindeki çökmenin
önlenmesi kamu yönetiminde gerçekleştirilmesi gereken köktenci değişikliklere
ve iyileştirmelere bağlıdır. Kamu yönetimindeki köktenci değişim, yasama, yargı
ve demokrasi alanında yapılacak öteki köktenci değişimlerle
bütünleştirilmelidir. Bunun adı, devletin ve demokrasinin yeniden
yapılanmasıdır. Türkiye bunu başarmak zorundadır.
Yoğun
bir emek ve uzun bir zaman alan bu çalışmamın Türk devlet yönetimine ve
demokratik yaşamına önemli ve kalıcı katkılar getirmesini dilerim. Bu katkıları
görmek benim için onur ve mutluluk kaynağı olacaktır.
Kitabın
hazırlanmasında, son denetimlerinin yapılmasında ve basılmasında yardımlarını
esirgemeyen dostlarımı burada anmak isterim. Değerli Hocam Prof. Dr. Cahit
Tutum kitabın bu konuma gelmesinde görüş ve eleştirileri ile özverili
katkılarda bulunmuştur. Devlet Denetleme Kurulu eski Başkanı Fahri Öztürk de
değerli görüşlerini belirtmek zahmetine katlanmıştır. Grafik sanatçısı Ali
Akdamar kapak grafiğinin hazırlanmasında ve metnin düzenlemesinde üstün
nitelikli katkılarda bulunmuştur. Son olarak belirtmeliyim ki, bu kitabın
yayımında iki önemli dostun benim açımdan unutulmaz nitelikte olan destekleri
önemli pay sahibidir. Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun
Terzioğlu’nun ve Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ahmet Evin’in yaptığı katkılar benim için büyük bir anlam
taşımaktadır. Tüm bu dostların katkıları yaşamımda bugüne değin karşılaştığım
en güzel jestler olarak daima saygıyla anılacaktır.
Firuz
Demir Yaşamış
Sabancı
Üniversitesi Yerleşkesi
Tuzla,
İstanbul
14
Nisan 2001
BÖLÜM 1
TIKANMANIN NEDENLERİ,
ÇAĞDAŞ DEVLET NORMLARI
VE DÜZELTİMİN TEMEL İLKELERİ
Giriş
Yirmibirinci
yüzyıla girmek üzere olan dünya devletler topluluğunun seçkin ve saygın bir
üyesi olmak hedefinde kararlı ve ısrarlı olan Türkiye’nin sahip olduğu
anayasal, hukuksal ve yönetsel rejimin niteliklerini sorgulayabilmek için,
hızla yaklaşmakta olan ve kendisinden önceki dünyaya göre çok değişik
parametreler içeren küresel yeni ilişkiler demetinin çağdaş devletin sahip
olmasını zorunlu kıldığı özelliklerini saptamak ve bu özelliklerle ülkenin
sahip olduğu nitelikler arasında gerçekçilik ve ussallık temeline dayanan
kıyaslamalar ve irdelemeler yapmak gerekmektedir.
Bu
bağlamda, günümüz Türkiye’sinin en güncel ve en çok tartışılan özelliklerinin
başında demokratik rejimin hızlı ve
etkili karar alma ve çözüm üretme sürecinde içine düştüğü sıkıntılar ve devlet yönetiminin pek çok alanında ortaya
çıkan verimli, ekonomik ve etkili olmayan uygulama biçimleri gelmektedir.
İnsanımızı yakından etkileyen bu iki alanda önemli sorunların yaşanmakta olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul
edilmelidir.
Devlet
yönetimlerinde çeşitli hastalıklar, bir başka anlatımla, “büro-patolojiler”
vardır. Kırtasiyecilik, hizmet üretiminde yavaşlık, hantallık, haksızlık,
rüşvet, yolsuzluk ve yönetimde keyfilik gibi “büro-patolojiler” aslında
dünyanın her ülkesinde ortaya çıkabilen bürokratik hastalıklardır.
Türkiye’de
de bu patolojik göstergeler vardır ve giderek artma ve derinleşme eğilimi
göstermektedir. Bu durumda, hem demokratik rejimin ve hem de devlet yönetiminin
işleyişine müdahale etmek ve her iki sistemi de iyileştirmek gerekmektedir.
Esasen,
devlet yönetiminde iyileşme çabaları süreklilik isteyen çalışmalardır. Bu tür
çalışmaların hiç bir zaman sona ermemesi ve devlet yönetiminin işleyişinde
sorun yaratan konular üzerinde sürekli olarak düzeltme, iyileştirme ve
geliştirme çalışmalarının yapılması gerekmektedir.
Ancak, doğru çözüm önerilerinin
geliştirilebilmesi için öncelikle sorunları isabetli tanımlamak ve bu sorunları
ortaya çıkaran nedenlere geçerli tanılar koymak gerekmektedir. Konulan
tanıların doğruluğu oranında güçlü ve etkili çözümler üretebilmek olanaklı
olabilecektir.
Ülkemizde,
yeni devlet düzeni oluştururken sorgulanması gereken temel konular şunlar
olmalıdır:
·
Türkiye’de, üçüncü bin yılın başlarında, devletin
yasama, yürütme ve yargıdan oluşan tüm organlarının yeniden yapılanmasını ya da
düzeltimini gerektiren nedenler nelerdir?
·
Türkiye’de demokrasinin daha iyi konuma
getirilmesini gerektiren nedenler nelerdir?
·
Hem devletin yeniden yapılanması ve hem de
demokratik kurum ve süreçlerin daha iyi bir konuma getirilmesi yolunda
başvurulabilecek ve uluslararası geçerliliği olan normlar var mıdır?
Devletin Yeniden Yapılanması Gerekliliği
Türkiye’de devletin yeniden yapılanması konusunda
oluşan gereksinimi en fazla ölçüde dile getirenlerden biri dokuzuncu
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir. Demirel, 1960 yılların önemli çalışması
MEHTAP Raporu’nu hazırlayan kurulun üyesi olarak da görev yapmıştır. Belki de
bu ilişki, Demirel’in, özellikle Cumhurbaşkanlığı görevine geldikten sonra,
konu üzerinde daha fazla durması için temel neden olmuştur.
Demirel, Erciyes Üniversitesi’nin bazı
kurumlarının açılması için Kayseri’de yaptığı bir konuşmada devletin düzeltime
ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Demirel, bu konudaki görüşlerini açıklarken,
devletin daha iyi işlemesi ve ülkenin daha az masrafla ve daha iyi idare
edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Devlet yönetiminin tüm alanlarında reform
yapılmasının kaçınılmaz olduğunu bildiren Demirel, yanlışlığı, verimsizliği ve
ağır bürokrasiyi kimsenin savunmaması gerektiğini söylemekte ve bunun aksini
yapmanın kendi kendini cezalandırmak ve kaynakları israf etmek anlamına
geleceğine işaret etmektedir.
Türkiye’nin yönetiminde uzun yıllar görev ve sorumluluk almış bir politikacının bu
yargısı oldukça önemlidir. Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’nda uzun yıllar
geçiren bir kimsenin hem devletin ve hem de demokrasinin bir bütün ve toplu
olarak yeniden kurulması yolundaki sözleri Türkiye’de bir devlet düzeltimine olan gereksinmeyi açıklıkla ortaya koymaktadır.
O halde, düzeltimi gerekli kılan nedenler
nelerdir? Düzeltimde göz önünde tutulması gereken ana ilkeler neler olmalıdır?
Ne gibi çözüm yolları üzerinde durulmalıdır?
Bu kitabın amacı bu sorulara yanıt verebilen bir
odak noktası olabilmektir.
Cumhuriyet ve Demokrasinin Nitelikleri ve Devletin
Rolü: Yönetemeyen Devlet ve İşlemeyen Demokrasi
Günümüz
Türkiyesi, cumhuriyet ve demokrasi konusunda bazı önemli sorulara tatmin edici
yanıtlar aramaktadır:
·
Anayasa’nın tanımladığı anlamda bir Cumhuriyet’e
sahip miyiz?
·
Türkiye’deki demokratik anlayışın, evrensel
demokratik anlayış karşısındaki yeri neresidir?
·
“Demokrasi” ile “cumhuriyet” arasında bir çelişki
var mıdır?
·
Türkiye’de devlet yönetiminin içinde bulunduğu
genel özellikler ve koşullar nelerdir?
Bu temel sorulara yanıt arayanların
iki ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bu tartışmaların ayrıntılarına
girmeden hemen belirtmek gerekirki, Anayasa da dahil olmak üzere, yasal
düzenlemelerde yer alan ilke ve kurallar Türkiye’nin hem bir cumhuriyet ve hem
de bir demokrasi olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet kurallar rejimi demektir.
Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetilmesi demektir. Cumhuriyet ulusal
egemenlik demektir. Cumhuriyet egemenliğin bir aileye ya da zümreye ait
olmasını ve egemenliğin miras yoluyla geçişini reddetmek demektir. [1]
Bunlar
kuşkusuz Türkiye’de gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, demokrasi, esas olarak,
ülkeyi yönetecek olanların siyasal partiler oluşturarak açık, serbest ve genel
seçimlerle işbaşına geldikleri rejimin adıdır. Kuşkusuz, Türkiye’de bu da
gerçekleşmiştir. Buna karşın, Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasi esaslı ölçüde
sorgulanmaktadır. Bu sorgulamanın
temelinde ise cumhuriyet ve demokrasinin niceliksel yeterlilikleri değil
niteliksel ve içeriksel yetersizlikleri irdeleme konusu yapılmaktadır.
Cumhuriyet ve demokrasinin kuramsal yönü, yani kağıt üzerinde yazılanları
değil, uygulamada ortaya çıkan biçimi sorgulanmaktadır.
Bu
bağlamda cumhuriyet bir tartışma konusudur. Devletin temel özellikleri olan sosyallik, hukuk devleti olmak ve laiklik ciddi tartışmalara konu olmakta
ve geliştirilmeleri yönünde ağır baskılar ortaya çıkmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti’nin sosyallik
niteliğinin yeterli olmadığı söylenmektedir. Sosyal devlet, Avrupa Sosyal
Şartı’nda da belirtildiği üzere, iş ve işçi ilişkilerinde köktenci nitelikte
düzenlemeler getiren ve yurttaşların toplumsal gönencini en iyi şekilde
gerçekleştiren devlettir. Türkiye’de bu düzenlemeler bazı eksiklikleri ile
(örneğin kamu görevlilerinin grev ve toplu sözleşme hakkı gibi)
gerçekleştirilmiş sayılabilir. Ancak, sosyal devlet aynı zamanda sınıflar
arasında fırsat eşitliğini güvence altına alan, bireyler ve bölgeler arasında
gelir dağılımı eşitliğini sağlayan ve toplumsal açıdan dezavantajlı grupları
(bebek, çocuk, genç, kadın, yaşlı ve engelliler gibi) koruyup gözeten
devlettir.
Türkiye
gelir dağılımı açısından dünyanın en olumsuz tablolarından birini
sergilemektedir. Bireyler ve bölgeler arasında gelir dağılımı eşitsizliği,
azalmak bir yana her geçen gün daha da artmaktadır. Yaklaşık son 30 yıla
damgasını vuran enflasyonist ve monetarist maliye politikaları enflasyonu bir
vergi aracı şekline dönüştürmüştür. Bireyler arasındaki gelir ve servet
düzeyini gözönüne almaksızın herkese aynı oranda uygulanan vergi niteliğindeki
enflasyon dar ve sabit gelirlilerin ya da emeklerini pazarlama olanağına sahip
olmayanların ulusal gelir pastasından aldıkları payın azalmasına neden
olmuştur. Emek değil, rant ön plana çıkmıştır. Çalışmak değil, çalışmamak esas
olmuştur. Yatırım değil, mevduat gözde olmuştur.
Cumhuriyetin
hukuk devleti olmak iddiası sıklıkla
sorgulanmaktadır. Siyasallaştırılan yargı, uygulanmayan yargı kararları, küçük
ve ödenebilir tazminatlarla keyfi yönetime yargı aracılığıyla olanak
sağlanması, evlerinde aniden basılarak öldürülen insanlar, cezaevlerine yapılan
baskınlarla katledilen mahkumlar, faili meçhul cinayetler, polis sorgusu
sırasında meydana gelen ölümler, işkence ve kötü davranış ve verilebilecek pek
çok örnek ülkede hukuk devletinin tam olarak yerleştirilemediğini ve hukukun üstünlüğü kavramından uzak
bulunulduğunu göstermektedir. Hukuk devleti herşeyden önce keyfi yönetimden
uzak olmak ve kurallara bağlı kalmaktır. Yönetimin ve yöneticinin keyfi
davranmak hakkı cumhuriyet rejimi ile bağdaşamaz. Bu nedenle, “Anayasa’nın bir kez çiğnenmesi”, “yaptım oldu” anlayışı ve “verdimse ben verdim” yaklaşımı hukuk
devletinin yetersizliğini kanıtlayan temel göstergeleridir. Çıkar, şiddet ve
devlet üçlüsüne dayalı anlayış hukuk devletini değil çıkar devletini yaratır. Yönetim, “çete”lere boyun eğecek duruma gelir. Bu, hukuk devletinin esaslı
ölçüde zarar görmesi demektir.
Cumhuriyetin
sorgulanan bir başka temel özelliği de laiklik
ile ilgilidir. Bazı düşünürler Türkiye’de din ve inanç özgürlüğünün olmadığını
ve laiklik uygulamalarının din ve inanç özgürlüğünün yerine getirilmesini
önlediğini ileri sürmektedirler. Başörtüsü simgesi ile ortaya çıkan gruplar,
inançlarına uygun tarzda giyinemediklerini belirtmektedirler. Buna karşılık,
devleti, “islam” dinini diğer dinlere göre daha fazla benimseyen ve yalnızca
bir mezhebe göre dinsel kamu hizmeti veren ve öteki inanç türlerini dikkate
almayan bir siyasal yapılaşma olarak gören ve bu durumu laiklik kavramıyla
bağdaştırmayanlar vardır. Aynı noktada yer almakla birlikte pozitif hukuku
kaldırarak dinsel esaslara dayalı bir yaşam biçimini gerçekleştirmeyi
amaçlayan, bu amaçla silahlı gruplar kuran, yurt dışında eğitim veren,
örgütlenen, yurt dışından akçalı yardım alan ve silahlı suikastler düzenleyen
gruplar bu çizgiyi din ve inanç özgürlüğünün güvence altına alınması
noktasından toplum ve devlet yaşamının dinsel inanç ve kurallara göre yeniden
şekillenmesini isteyen bir çizgiye taşımaktadırlar. Son zamanlarda gündeme
getirilen “ahkam hükümleri”, “pozitif
hukuk” ve “irtica” tartışması bu
iki aşırı noktayı dengelemeye çalışan bir sentez yaratma girişimi olarak ortaya
çıkmaktadır.
Cumhuriyet
rejiminin temel ilkelerine yönelik bu sorgulamalar yanında, demokratik rejimin niteliksel yeterliliği
de sorgulama konusudur. Önde gelen eleştirilerden biri demokrasinin çoğunluğun
baskıcı yönetimi değil, azınlığın
haklarını koruyan ve güvence altına alan bir sistem olması gerektiğidir.
Özellikle güneydoğu sorunsalı üzerinde odaklanan bu tartışma etnik kimliğini
Türk çizgisinden ayrı görenlere kendi dillerini konuşma, eğitim verme ve kendi
kültürlerini yaşatma konusunda yeterli yasal olanakların verilmediğini ileri
sürmektedir. Aynı şekilde, demokrasiye içerik ve zenginlik kazandıran çoğulculuğun da Türk demokratik sistemi
içinde yeteri kadar gelişemediği belirtilmektedir. Demokratik hakların dört ya
da beş yıl içinde yalnızca bir veya iki kez kullanılabildiğini belirtenler
referandum, geri çağırma, kanun teklif edebilme ve karar almada daha geniş katılım (sosyo-ekonomik
konsey gibi) istemektedirler. Bu savlar, bir anlamda, sivil toplum kuruluşları
ya da hükümet dışı kuruluşlar olarak bilinen ve gönüllülük esasına dayalı
örgütlenmelerin sayıca çoğalmasını ve yetkinleşmesini öngörmektedir. Ülke bir
yandan AKUT gibi iyi örnekler yaşarken öte yandan Kızılay, Türk Hava Kurumu ve
Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Konfederasyonu gibi çok üyeli sivil toplum
kuruluşlarının yönetimlerinin kayyuma bırakılması gerçeği ya da olasılığı ile
karşı karşıya gelmiştir.
Bu bağlamda
eksikliği öne sürülen kavramlardan biri de uzlaşmacı
demokrasi kavramıdır. Farklı kültürleri ve anlayışları biraraya
getirebilen, hoşgörü ve birbirlerinden şüphe etmekten çok karşılıklı güven
anlayışına dayalı ve çelişkileri güç kaynağı şekline dönüştürebilen bir
demokrasi anlayışı istenmektedir. Bu yolda verilen iki örnekden biri ABD ve
diğeri de AB’dir. ABD bir “eritme potası”
olarak çok farklı kimlikleri içinde barındırabilmiştir. AB ise Avrupa’nın çok
farklı kimliklerini ve özelliklerini belirli bir siyasal rejim çerçevesinde
uzlaştırabilmiştir. Şimdi de en büyük sınavına hazırlanmakta ve bir islam
toplumunu, Türkiye’yi, kendi hristiyan anlayış biçimi ile bağdaştırmaya
çalışmaktadır.
Türk
demokrasisinin eleştirilen yönlerinden biri de siyasal yozlaşmaya ve ganimet sitemine açık olmasıdır.
Demokrasinin ana aktörlerinin genel ve özel nitelikleri Türk demokrasisini paylaşma ve soygun olgusu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu bağlamda
açıklıkla belirtilmelidir ki, demokrasilerde siyasal süreçler ulusal iradenin
toplum ve halk çıkarlarına uygun olarak gerçekleşmesini sağlayabilmelidir.
Oy
kaygısı ile Cumhuriyet’in temel niteliklerinden ödün vermek, elde kutsal Kuran
ile siyasal nutuklar atmak, başörtüsü ticareti yapmak, “iyi” ya da “kötü” tarikat
liderlerine ödünler vermek, meclis soruşturma komisyonlarında karşılıklı olarak
birbirlerini aklamak, ihaleye fesat karıştırırken yakalanmak ve daha sonra af
yasası yoluyla Yüce Divan’dan kurtulmak “demokrasinin
cumhuriyeti öldürmesi” ya da “demokrasinin
kendi kendini öldürmesi” olarak nitelendirilmektedir. Zira, yukarıda
verilen örnekler hem cumhuriyet temsilcileri tarafından yapılmıştır ve hem de
demokratik yoldan gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle tartışma ortamına gelen soru
“demokrasinin mi cumhuriyeti, yoksa
cumhuriyetin mi demokrasiyi yönettiği” sorusudur.
Demokramiz,
özellikle insan hakları ve hukuk devleti açısından eksiklikler taşımaktadır.
Aslında, Cumhuriyet çok partili rejime yönelik olarak tasarlanmıştır.
Cumhuriyetin demokratik yetersizliğinin nedeni, cumhuriyet rejiminin kendisi
değil Cumhuriyet’in içini bugüne kadar yeterince dolduramayan yeteneksiz ve
yetersiz siyasal kadrolardır. Bu bağlamda sorulması gereken bir başka temel
soru da şu olmalıdır: Demokrasinin geliştirilmesi amacıyla da olsa Cumhuriyetin
temel ilkelerini yıkma hak ve özgürlüğü var mıdır? Ya da, demokrasiyle iktidara
gelip, demokrasi adına demokrasi ortadan kaldırılabilir mi?
Demokrasiye
yönelik eleştiriler temel insan hak ve özgürlüklerinden, devlet yapılanmasında
değişiklik yapılmasına, seçim sistemine ve siyasal partilere kadar değişen bir
yelpazede yer alabilmektedir. Bu bağlamda ilginç çalışmaları olan TÜSİAD’ın
birinci ve ikinci demokrasi raporlarında yapılan öneriler şu noktaları
kapsamaktadır: milletvekili seçilme yaşının indirilmesi, yerel yönetimlerin
yeniden yapılandırılması, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olmaktan
çıkarılması, Genekurmay Başkanlığı’nın Başbakanlık yerine Milli Savunma
Bakanlığı’na bağlanması, azınlıkların kendi dillerini konuşabilmeleri, düşünce
ve anlatım özgürlüğünün önündeki tüm yasal engellerin kaldırılması (Terörle
Mücadele Kanunu’nun 8 inci maddesi, TCK’nun 158, 159, 311 ve 312 nci
maddeleri), siyasi parti kurma konusundaki yasaklar, siyasi partilerin
örgütlenme biçimi konusundaki yasaklar, partiler üzerindeki denetim sistemi,
siyasi partilere üye olma konusunda sınırlamalar, ön seçim sistemine ilişkin
düzenlemeler, siyasi parti etkinlikleri üzerindeki yasaklamalar, siyasal
partiler arasında dayanışma, iç güvenlik birimlerinin çalışma biçimleri,
işkence, kişi dokunulmazlığı ihlalleri,
infaz sistemi, din öğretimi, Kuran kurslarının denetimi, dernek kurma
hakkı, sendika kurma hakkı, kamu
görevlilerinin sendikal hakları, yargı bağımsızlığı, Devlet Güvenlik
Mahkemeleri, yasama dokunulmazlığı, merkezi yönetim ile yerel yönetimler
arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, idam cezasının kaldırılması ve kamu yönetiminin denetiminde etkililik.
Türkiye’de
devletin ve demokrasinin içinde bulunduğu yetersizlik ortamı çok ciddi
eleştirilerin konusu olmaktadır. Devlet Başkanı’ndan başbakanlara, siyasal
parti liderlerine, aydınlara ve sokaktaki isimsizlere kadar değişebilen hemen
her kesim devleti, demokrasiyi ve insan haklarını ciddi yetersizlik, eksiklik
ve etkisizlikle suçlamaktadır.
Devlet
hantaldır. 1999 Ağustos depremiyle bu gerçek gün gibi ışığa çıkmıştır.
Hantallık konusundaki söylemi en geniş alana yayan ise dokuzuncu Cumhurbaşkanı
Demirel olmuştur. Demirel, devletin daha iyi işlemesi gerektiğini ısrarla
söylemiştir. Bu yoldaki ilk çarpıcı açıklamaları yapan Demirel’in seçtiği
slogan oldukça anlamlıdır: “Bu rejim,
artık böyle gitmez”. Demirel “Türkiye
daha iyi yönetilmeli. Artık, bu kargaşa ile bir yere gitmemiz mümkün değil.
Devletin baştan sona reforma ihtiyacı var”
[2]
demektedir. Demirel’in şu sözleri ise bu konudaki gereksinimi açıklıkla ortaya
koymaktadır: “Tepeden tırnağa her
şeyimizi düzenlemeliyiz. Siyasi sistemde siyasetten halkı uzaklaştıracak değil,
sahip çıkacak şekilde düzeltmeler yapmalıyız.” [3]
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel, 1 Ekim 1997 günü, TBMM’yi açarken asıl hedefin
“devlet reformu”nun gerçekleştirilmesi olması gerektiğini belirterek şu sözleri
kullanmıştır: “Yürütmenin yasama
karşısında bağımsızlaştırılmasını, aynı zamanda yasamanın da yürütmeyi daha iyi
denetlemesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulması çağdaş demokrasilerde
üzerinde durulan bir konudur. Bu meselenin ülkemizde de en geniş biçimde ve
derinliğine tartışılmasında yarar bulunmaktadır… Demokrasiyi daha iyi işletmek
ve hukuk devletini güçlendirmek, demokratik cumhuriyetin temel hedefleri
olmalıdır.” [4]
Bir
başka söylevinde de “iyi devlet”
kavramını tanımlayan Cumhurbaşkanı, Churchill’in “gece yarısı alaca karanlıkta evinizin kapısını çalan, sabah içilecek
sütü getiren sütçüden başka biri değildir” sözlerine atıfta bulunarak “gelen şerir veya eşkiya olmadığı takdirde
devlet iyi devlettir” diyordu. [5]
Yine
bir başka konuşmasında Türkiye’de “idari
devrim” yapılması gerektiğini söyleyen Demirel şu sözleri kullanmaktadır: “Biz üniter devletiz. Buna zarar gelir diye
eyalet sistemini düşünmüyoruz. Düşünmediğimiz için de merkeziyetçiliğe saplanıp
kalmışız.” [6]
Demirel,
Milliyet’den Hasan Cemal’e verdiği bir mülakakatta devlette yapılması gereken
yapısal değişikliğin şu alanları kapsaması gerektiğini belirtmektedir: “…Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi…
Türkiye’nin sade Ankara’dan yönetilir olmaktan çıkarılması... Devletin
ekonomide küçülmesi. Yani devletin tam bir özelleştirmeyle bankalardan,
üretimden elini ayağını tümüyle çekmesi… Bu konuda Demirel ‘bütün korrapsiyon,
yani rüşvet, yolsuzluk bundan kaynaklanmakta’ diyor… Halkın siyaseti yakın
markaja alabilmesi, sahiplenebilmesi için iki adım atılması: Cumhurbaşkanını
mutlaka halka seçtirmek ve dar bölgeli seçim sistemini kabul etmek... Devlette yapısal değişme. Ancak Devletin
üniter yapısından vazgeçmemek…” [7]
Demirel,
bu önemli mülakatında Anayasa değişikliği için önerilerini de şu şekilde ortaya
koymaktadır: “Demokratik kurumlar;
hukukun üstünlüğü, kanun hakimiyeti, şeffaflık, katılımcılık, tüm insan
haklarının ve özgürlüklerinin korunması, çağdaş evrensel değerlerdir… Bu
değişikliklerin en önemlilerinden biri, toplumun bünyesinde çoğulculuğun
yayılmasıdır… Örgütlü, belde, ülke ve dünya sorunlarıyla yakından ilgili,
haklarını bilen, demokratik refleksi olan bir toplum, demokratik sistemin ön
şartıdır. Devletin gücünü azaltıp, toplumun ekonomik gücünü büyütmek
gerekecektir. Halkın tüm bilgi, haber ve enformasyona tam ve doğru sahip
olabilmesi… demokrasinin iyi işlemesi için vageçilmez bir şarttır…” [8]
Bu
konuda dikkat çekici görüşler belirten ve devleti “Prokrustes devlet” [9] olarak
nitelendiren Mesut Yılmaz yaptığı çözümlemeler sonucunda “Devlet çürümüştür” yargısına varmakta ve şunları söylemektedir: “Katı merkeziyetçi, hantal devlet yapısının
elindeki olanakların nasıl heba olduğu her gün görülüyor. Demokrasi sadece
biçimsel değil, gerçek anlamda da güçlendirilmeli. Hak ve hürriyetlerin
genişletilmesi devleti tehdit eden değil, devleti daha güçlü ve daimi kılacak
temel unsur görülmeli.” [10]
Yılmaz,
devlet düzeltimi konusundaki ilginç söylemine şu şekilde devam etmektedir: “Asırlardır ‘Allah devlete zeval vermesin’
diyen milletimiz. ‘Allah devlet kapısına düşürmesin’ noktasına gelmiştir.
Cumhuriyet amacına ulaşamamış, tek parti yapısı korunmuş, siyasi çoğulculuğa
hoşgörü ile bakılamamış… Ekonomide de durum farklı değil. Yoksulluk radikalizmi
getirmiş, irtica ile mücadelede yanlışlar, bölücü terör de devletin dengelerini
bozmuş, radikalleşme derinleşmiş… Devlet yeniden yapılandırılmalı; kutsal değil,
saygın devlet olmalı. Devlet odaklı kafalar değişmeli...” [11]
Bir
başka parti lideri olan Hüsamettin Cindoruk da konu üzerindeki görüşlerini “Çetelerin cirit attığı ülkede devletin
sorgulanması gerekir” diyerek sloganlaştırmaktadır.
Adli
yılın açılması nedeniyle yaptığı konuşmada, Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami
Selçuk yeniden yapılanmanın anayasa ile ilgili bölümüne dikkati çekmiş ve
yürürlükteki Anayasa’nın “meşruluk
debisinin sıfıra yaklaştığını, tehditle ve fesada uğratılmış bir iradeyle halka
benimsetildiğini, kurşun yerine oy kullanılarak kabul ettirildiğini, ferman
anayasası olduğunu, elbise dolabında bekleyen balo elbisesi olduğunu”
belirterek Anayasa’nın meşruluktan yoksun olduğunu ve geçersiz olduğunu
söylemiştir. Selçuk’a göre “Türkiye
anayasalı devlettir; ama anayasal bir devlet değildir.” Bu söylem
Türkiye’de devlet yönetiminin ve demokrasinin yeniden yapılandırılmasının
gerekliliğini en açık şekilde ortaya koyan bir biçem içermektedir. [12]
1982
Anayasası, ciddiye alınması gereken, çevrelerce bütünüyle reddedilmektedir.
Bu
görüş sivil toplum örgütleri tarafından da paylaşılmaktadır. “Demokrasi İçin Sivil Toplum Girişimi” adlı
topluluk Türkiye’de yurttaş odaklı,
sivil ve demokratik bir anayasaya gereksinim olduğunu belirtmektedir.
Girişim tarafından yapılan çağrıda Türkiye’nin siyasal, yönetsel ve hukuksal
yapısının köhneleştiği, demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yaşama
geçirilmesiyle, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir düzenin
kurulmasıyla ülkenin önünün açılabileceği belirtilmektedir.
Yargının
bir başka önemli temsilcisi olan Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ise “bu Meclis’le olmaz” diyerek yasama
organının ülkenin sorunlarını çözme konusundaki yeterliliği ile ilgili
kuşkularını dile getirmektedir. Savaş, Cumhuriyete sahip çıkmaları için
vatandaşlara uyarıda bulunmakta ve yarının çok geç olabileceğini söylemektedir.
Bu bağlamda yaptığı önerilerin bir kesimi, temel hak ve özgürlüklerin devlet
çıkarlarını korumak için sınırlandırılmasını öngörse de, bu isteklerin aslında
kendisinin İBDA-C’nin ölüm listesinde yer almasından ötürü duyulan tepkiyle
açıklanması gerekmektedir. Bu bağlamda polise güçlü yetkiler verilmesini,
basına sansür uygulanabilmesini, telefon dinleme ve posta incelemenin
meşrulaştırılmasını, cezaevlerinin kurtarılmış bölge olmaktan çıkartılmasını,
teröristlerin askeri cezaevlerine alınmasını ve TCK’nun 163 üncü maddesine
benzer yeni bir düzenlemenin gerekli olduğunu belirten Savaş “parlamentonun bugünkü yapısıyla açıkladığım
önlemlerin bir tekini bile aldıramayacağını ve bu yüzden terörün artarak devam
edeceğini, faili meçhul cinayetlerin bu yüzden aydınlanamayacağını biliyorum” demiştir.
Bu yaklaşım yargının, yasama hakkındaki kuşku ve eleştirilerinin ne denli büyük
olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. [13]
Tartışmalara
katılan sermaye temsilcileri de benzer sözler kullanmaktadırlar. Örneğin,
Bülent Ezcacıbaşı TÜSİAD tarafından düzenlenen bir toplantıda Türkiye’de siyasi
sistemin, yargı, yasama ve yürütme üçlüsü arasındaki dengenin bozuk olduğunun,
kuvvetler ayrılığı ilkesinin artık kağıt üzerinde kaldığının herkes tarafından
bilindiğini söylemekte ve “reform
talebini toplum hissettirmeye başlamıştır” demektedir. [14]
Eczacıbaşı,
TÜSİAD’ın siyasi sistemin iflas ettiğini tespit ettiğini açıkladığı toplantıda,
TÜSİAD adına yaptığı konuşmada şunları söylemektedir: “Türkiye’de … Partisi sorunu yoktur, asker sorunu yoktur, basiretsiz
liderler sorunu yoktur, sorumsuz politikacılar sorunu yoktur. Türkiye’de siyasi
sistem sorunu vardır. Sorun, Türkiye’yi uzun vadeli siyasi istikrara kavuşturma
sorunudur… Sorun milletin gerçek anlamda kendi temsilcilerini seçmesini ve
görevlendirmesini sağlayacak sistemi oluşturmak sorunudur. Kökleri siyasetten
beslenen yozlaşma tüm toplumu sarıyor.” [15]
Türkiye’nin
vizyonunu tartışma konusu yapan Şükrü Elekdağ ise sistem düzeltimi
gereksinimini şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Türkiye, 21. asra Avrasya’da bölgesel bir güç olmaya aday bir ülke
olarak girmelidir. Türkiye’nin tarihi misyonu budur. Ve Türkiye bu ulusal
hedefi gerçekleştirebilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin bu tarihi rolü
üstlenebilmesinin ön koşulu siyasi istikrar ve etkin yönetimdir. Türkiye’nin
önündeki dev boyutlu sosyo-ekonomik sorunlara cesaretle el atabilecek ve
bunlara sağlıklı çözümler üretebilecek, devleti yeraltı suç örgütleri, çete ve
rüşvet pisliğinden temizleyecek, uzun ömürlü, istikrarlı ve güçlü çoğunluk
hükümetlerine ihtiyacı vardır. Bu amacı sağlamaya yönelik köklü bir sistem
reformu Türkiye için yaşamsal önemdedir. Bu reformların, seçim sisteminin ve
siyasi parti yasasının değiştirilmesine ilaveten yönetemez hale gelmiş olan
demokrasimizin tüm aksak ve eksik yönlerinin düzeltilmesini öngörmesi
zorunludur.” Elekdağ siyasi sistem
düzeltiminin şu alanları kapsaması gerektiğini belirtmektedir: “Nisbi seçim sisteminin çok parçalı siyasi
parti ortamında uygulanması sürekli istikrarsızlığa yol açıyor… Kuvvetler
ayrılığı ilkesinin uygulanamaması sistemin dejenere olmasına yol açıyor…
Yürütme görevini yerine getiremiyor… Parti içi demokrasi yokluğu halkın
siyasete katılımını engelliyor… Yüzde 10 baraj müthiş bir adaletsizlik
yaratıyor.” [16]
Sistemin
çökmüş olduğuna inanan bir yazar olan Bekir Coşkun köşseinde şunları
yazmaktadır: “Cumhuriyet’i çökerttiler.
Kurum ve kavramlarını bir bir işlemez hale getirip, toplumu kendi sisteminden
yaka silker hale soktular… İnsanların kaçıp sığınacakları hiç bir kurum yok.
Parlamento, yargı, yürütme… Siyasetçilerin şebekeleştiği, bürokratların mafyalaştığı,
güvenlik güçlerinin çeteleştiği bir sistem, ne olursa olsun ayakta durup
yaşayabilir mi?.. 1930’larda, 1940’larda tıkır tıkır çalışan cumhuriyet
1980’lerde, 1990’larda çöktü…” [17]
Benzer
bir anlatım da, Washington Post’da yazan Bülent Alirıza’dan gelmektedir: “… Son dönemde girişim ruhu nedeniyle övülen
Türk özel sektörü, becerilerini sadece hükümetle ilişkilerinde kullanır.
Türkiye’de son 20 yılda harcanan tüm çabalara karşın devletin ekonomideki
ağırlığı çok fazladır. Türk şirketler, politikacı ve bürokratlara ulaşmak için
yasal ve ahlaki sınırlara pek aldırmaz. En güçlüler, ellerindeki gazete ve TV
kanallarını kullanır. Yolsuzluk yerel bürokrasiye kadar indiği için yapı
standartları uygulanmaz, depremler yüksek can kayıplarına yol açar…” [18]
Sermaye-siyaset
ilişkilerinin, aynı zamanda yeraltı suç örgütleri-devlet ilişkilerinin de temel
belirleyicisi olduğunu belirten Zeynep Atikkan, “crony” olarak nitelendirdiği kapitalizm türünde siyasal iktidarın
kolladığı çevresine ulufe dağıttığını söylemekte ve Türkiye’de “crony”-yeraltı suç örgütleri türü bir
sentezin egemen olduğunu belirtmektedir. Atikkan’a göre, “önemli ihaleler, özelleştirmeler hem hükümete yakın olan çevrelere hem
de yeraltı suç örgütlerine” verilmektedir.
[19]
Atikkan,
Türkiye’nin alışılagelmiş ve yürürlükte olan “normal” devlet ve yönetim
normlarını sıraladığı bir yazısında da şu sözlere yer vermektedir: “… (O)
normaller fay hattının göbeğine en çürük binayı oturtmaktı. Belediyelerin rant
kutusundan eşine dostuna avanta dağıtmasıydı. Bu avanta ve kırışma düzeninin
‘yerel yönetimler güçleniyor’ korosu tarafından uluorta savunulmasıydı… Güç
odaklarının siyasi erkin çevresini sarıp çıkarlarını dayatmasıydı… Kayıt dışı
ekonominin kayıtsız şartsız gücüydü. Arsızlığıydı. Kayda geçmemek için
sürdürdüğü direnişi sağcı, solcu, milliyetçi, İslamcı her çeşit iktidara
dayatmasıydı… Niteliksiz insanların yönetime gelmesi ve A tipi yağcılıkla
pohpohlamasıydı. Sahte şöhretlerin ortada dolaşmasıydı… Deprem öncesi Türkiye
normalleri Susurluk’tu. Susurluk’u boğuntuya getirme ittifaklarıydı.
Hesaplarıydı. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve şeffaflaşması için atılacak her
adım karşısına Türkiye normalleri lobisinin dikilmesiydi… Düşüncenin
cezalandırılmasının doğal karşılanmasıydı… Sırf vitrin süslesin diye siyaset
sahnesine kadın lider indirmekti. Servetinin kaynağını açıklayamamış bir
siyasetçinin başbakan olmasını sineye çekebilmekti... Ülkede her türlü
fedakarlığın ücretli kesime yüklenmesine bağışıklık kazanmaktı. Gelir dağılımındaki
bozukluğu görmezlikten gelmeye alışmaktı… Fay hattının üzerine dikilen
gecekonduları, apartkonduları ‘işte gelişme’ diye yutturmaktı. Kanunları
binalara uydurma yaratıcılığı ve vizyonuydu. ‘Anayasa bir kere delinse ne
olur’a indirgenmiş liberalizmin Türkiye’nin ölçülerine çok uyacağını
söyleyebilmekti… Bilim adamına ve uzmana aptal, fayın üstüne çürük bina dikene
başarılı ve becerikli demekti. Ülkeyi bilim ve teknoloji ikliminin dışına itip
ekonomiyi rantçılığın merkezi yapmaktı. Ve bununla gururlanmaktı…” [20]
Umutsuzluk
belirtenlerden bir başkası olan Mümtaz Soysal, Ahmet Taner Kışlalı’nın
öldürülmesi üzerine şunları yazmaktadır: “Ne
yapmalıyız? sorusunu yanıtlamak kolay değildir. Ama, yanıtlamadan da olmaz…
Aldatıcı, daha doğrusu avutucu yanıtlar eksik değildir. Anayasa değişikliği
gibi. Oysa, bu konuda şimdiki meclise bel bağlamanın nafileliğini görmemek
mümkün mü? Böyle siyasal kadronun yapacağı değişiklikten ya da ortaya koyacağı
yeni Anayasa’dan kimseye hayır gelmeyeceği ve yapılanın eskisini aratacağı belli.
Kamu hizmeti, idari yargı ve tahkim konularında yapılanlar ortada.” [21]
İleriki
bölümlerde yeniden ele alınacak olmakla birlikte, devlet içine sızmış ve devlet
olanaklarını kimi zaman devlet çıkarları adına ve kimi zaman kendi kişisel
çıkarları uğruna yasa dışı yollarla kullanan örgütler de Türkiye’de devletin
yeniden yapılanması konusunda son derecede ciddi nedenler ortaya koymaktadır. “Derin devlet” sıfatıyla
simgeleştirilmek istenen bu olgu devlet yönetiminin tüm organları itibarıyla
esaslı bir yozlaşma ve çürüme eğilimi içinde olduğunu göstermektedir.
Bu
konudaki en çarpıcı açıklamaların yer aldığı belge ise, Uğur Mumcu’nun
öldürülmesinden sonra kurulan TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma
Komisyonu’nun raporudur. Bu komisyon
1975-1994 yılları arasında ülkede 908 faili meçhul cinayet işlendiğini
saptamıştır. En fazla ölümlerin ise 1992
ve 1993’de meydana geldiği anlaşılmaktadır. Komisyon Başkanı Sadık Avundukoğlu “O günden bu yana hiç bir şey değişmedi.
Rapor Genel Kurul’da görüşülmeden kadük oldu. Meclis, kendi kurdurduğu
komisyonun raporunu gündeme alamadı. Devlet alınması gereken önlemlere duyarsız
kalıyor” [22]
demektedir. Raporu hazırlayan hakim raportör Akman Akyürek’in şüpheli ölümü ve
onlarca helikopter varken heyetin çalışmaları için helikopter verilmemesi,
DGM’nin komisyona dosya gönderme istemlerini kabul etmemesi “devletin suçlandığı” iddia edilen
raporla ilgili tutumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Raporun sonuç bölümünde yer
verilen şu açıklamalar son derecede önemlidir: “yargı organlarınca soru sorulamayan bu örgütler istedikleri gibi
devlet iradesine hakim olmakta ve devleti her türlü emellerine alet edebilmektedirler.
Bu örgütler hiç bir yasal dayanağı olmamasına rağmen istedikleri insana silah
taşıma izni verebilmekte ve gizli korucu adı altında görevlendirebilmektedir.” [23]
Yine
ileride yeniden ele alınacak olmakla birlikte, burada belirtilmesi gereken bir
başka önemli konu da ülkenin ekonomi-politik düzeniyle ilgilidir. Özellikle
doğu blokunun çöküşünden sonra rakipsiz kalan liberal piyasa ekonomisi
toplumsal adalet ve eşitlik bağlamında önemli eleştirilere konu olmaktadır.
Türkiye ise liberal akımların kesin etkisinde kalmakla birlikte nasıl bir
piyasa istediği konusunda henüz karar verememiş görünmektedir. Bir yandan
Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde uluslararası tahkim sistemi
getirilmekte ve hatta tahkimin geriye dönük olarak uygulanması bile kabul
edilmekte ve öte yandan fiyat, kira ve ücretlerin dondurulması gibi serbest
piyasa işlevlerinden uzak düzenlemelere yer verilebilmektedir. Bankaların içi
boşaltılırken, deprem nedeniyle -gerçekte, kamu finansmanı amacıyla- aynı
olaydan iki kez vergi alınabilmekte, emeklilik yaşı ortalama yaşam süresine
yakın bir düzeye yükseltilebilmekte ve kamu görevlilerinin yıllık ücret
artışları yıllık enflasyonun çok altında kalan belirli artış yüzdeleriyle sınırlandırılabilmektedir.
Bu çarpıklıklar, ülkede bir kovboy
ekonomisinin egemen olduğunu ve ciddi ve tutarlı bir ekonomik yönetim
politikası olmadığını göstermektedir. İçinde bulunulan koşullarda önemli bir
sermaye kesimi yeni yatırım yapmak yerine hiç bir ekonomik risk almayarak aşırı
kar elde etme yolunu -yani, devlete borç verme yolunu- tercih etmiştir.
Devletin borç sarmalı yeni bir piyasa türü ortaya çıkarmıştır. Bu, ne liberal
bir piyasadır ve ne de devlet ekonomisidir. Devlet olanakları ile beslenen
risksiz bir yatırım piyasası ortaya çıkmıştır. Üretimde bulunmadan büyük
kazançlar sağlayan bu sistem beraberinde ciddi gelir dağılımı eşitsizliklerini
ve toplumsal adaletsizliği getirmektedir.
Zira, bu yolu seçen yatırımcılar yalnızca kendi karlarını en üst düzeye
çıkaracak ve bu sürecin toplumsal sonuçlarına karşı doğal olarak duyarsız
kalacaktır. Ortaya çıkan sonuç vahşi
kapitalizmdir. Bu bağlamda sermaye sınıfı örgütlenmiş bir şekilde siyaset
ve devlet adamlarıyla her türlü pazarlığı yapabilirken emek sınıfı
örgütsüzlüğü, güçsüzlüğü ve yanlış yönetimi nedeniyle bastırılmış şekilde
sorunlarının çözümünü beklemektedir. Bu durum “Nasıl bir piyasa?” ve “Nasıl bir
ekonomi?” sorularını da beraberinde getirmektedir. “Devletin ekonomideki rolü
ne olacaktır?”, “Devletin temel işlevleri ne olacaktır?” gibi sorular yanında
“Toplumsal sınıfları birlikte değerlendiren ve dengelendiren bir piyasa nasıl
oluşturulacaktır?” sorusu da yanıtlanması son derecede zor bir soru olarak
gündeme gelmiştir.
Cumhurbaşkanlarından, başbakanlara, yargının en önde
gelen temsilcilerinden işadamlarına, bilim adamlarına, düşünadamlarına ve
ülkenin önde gelen aydınlarına kadar hemen herkes ortak bir gerçeği dile
getirmektedir: Türkiye’de devlet iyi
işlememektedir, demokrasi yeterince etkili değildir. İçinde bulunduğumuz an, bu
iki alanda önemli değişimler yapmak ve gelişmeler elde etmek zamanıdır.
Devlet ve demokrasi ile ilgili sorunları şu
alanlarda yoğunlaştığı saptanmıştır:
·
Devlet örgütü iyi işlememektedir.
·
Devlet örgütü pahalı çalışmaktadır.
·
Devlet yönetimi israf içindedir.
·
Devlet örgütü verimsizdir.
·
Devlet yönetiminde bürokratik tıkanıklık ve
kırtasiyecilik vardır.
·
Devlet hantaldır.
·
Devlet yönetiminde çeteleşme belirtileri vardır.
·
Hukuk devleti ilkesi güvence altında değildir.
·
Devlet polis devleti olmanın ötesine geçmiş ve bir
suç devleti olmuştur.
·
Devlet çürümüştür.
·
Devletin sosyallik niteliği zedelenmiş ve sosyal
adalet ortadan kalkmıştır.
·
Devlet ve kamu kaynakları yasa dışı yollarla
soyulmaktadır.
·
Yolsuzluklar çok yaygın bir konuma gelmiştir.
·
Rüşvet yaygındır.
·
Devlet yönetiminde denetim yetersizdir.
·
Devlet karapara aklamanın önüne geçememektedir.
·
Siyasal etik aşınmıştır.
·
Yasama yürütmeyi denetleyememektedir.
·
Devletin merkezci yapısı devlet yönetimindeki
aksamaların ana nedenidir.
·
Yerel yönetimler güçsüzdür.
·
Devletin ekonomideki payı büyüktür.
·
Halk siyaset yapabilmenin çok uzağındadır. Seçim
sistemi bu sorunun ana kaynağıdır.
·
Halkın siyasal reflekslerini güçlü kılan kurumsal
düzenlemeler yetersizdir.
·
Devlet saydam değildir.
·
Temel hak ve özgürlükler ile insan hakları
konusunda sorunlar vardır.
·
Çoğulcu toplum ve siyaset yapısı kurulamamıştır.
·
Yurttaşların bilgi edinme hakkı güvence altına
alınamamıştır.
·
Anayasa yetersizdir.
·
Parlamento işlevsiz durumdadır.
·
Faili meçhul siyasal cinayetler yeterince
aydınlatılamamıştır.
·
Siyasal liberalizm yeterince gelişmemiştir.
·
Demokrasi yeterince katılıma olanak vermemektedir.
·
Yargı-yasama-yürütme arasında denge bozulmuş ve
yürütmenin üstünlüğü sorunu ortaya çıkmıştır.
·
Siyasal partilerin yönetim biçiminde önemli
sorunlar vardır.
·
Siyaset yozlaşmıştır.
·
Siyasetin finansmanı saydam değildir.
·
Siyasette paranın ve sermayenin belirleyici gücü
egemen bir konuma gelmiştir.
·
Yargı çok ciddi bunalımlar içindedir.
·
Yargı, toplumda adaleti gerçekleştirememektedir.
·
Devlette görev alanların yeterlilik düzeyi
sınırlıdır.
·
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat ilkeleri
terk edilmiş bunların yerini siyasal ve ekonomik sadakat ilkesi almıştır.
·
Devlet yönetiminde organlar ve birimler arasında
işbirliği ve eşgüdüm ortamı ortadan kalkmıştır.
·
Devletin örgütlenme biçiminde yetersizlikler
vardır.
·
Devlet yönetiminde başarım düzeyi düşüktür.
·
Sermayenin etik anlayışı sınırlıdır.
·
Sermayenin ulusal ve yerel yönetimler üzerindeki
yönlendirici ağırlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır.
·
Devlet yönetiminde bazı gruplar yasa dışı güçlerle
işbirliği içindedir.
·
Devlet ihalelerinin veriliş biçimi yolsuzlukların
ana kaynağıdır.
·
Devlet yönetiminde ve kamu hizmetinde norm,
gelenek ve standart yoktur.
·
Devlet yönetiminde bilimden ve bilimadamlarından
yararlanılmamaktadır.
·
Kamu maliyesi iflas etmişir.
·
Devlet gelirleri, giderlerini karşılayamamaktadır.
·
İhracat gelirleri ithalat giderlerinin yarısına
düşmüştür. Dış ticaret büyük ölçüde açık vermektedir.
Ortaya
çıkan bu görünüm ve sorunlar listesi son derecede düşündürücü ve üzüntü
vericidir. Bu kısa çözümlemeden ortaya çıkan ve hemen herkes tarafından
benimsenen ortak görüş hem devletin
yeniden yapılandırılması ve hem de demokratik
düzenin insan hak ve özgürlüklerini daha sıkı güvence altına alacak şekilde
yeniden düzenlenmesi gerektiğidir.
Yeni Anayasa Gereksinimi
Türkiye
uzun geçmişe sahip Anayasa deneyimleri süreci içinde 1876’dan başlayarak
günümüze kadar çeşitli denemeler yaşamıştır. 1800’lerin ortalarında başlayan ve
2000’lerle başlayan yeni bir yüzyıla kadar geçen yaklaşık 200 yıllık süre
içinde yaşanan bu olaylar aynı zamanda yakın Türk tarihinin temel aşamalarını
ve dönemlerini de belirlemektedir.
Mutlak
monarşiden sınırlı monarşiye ve oradan saltanatın kaldırılmasına; teokratik
yönetimden dinsel azınlıkların hak ve çıkarlarının güvence altına alınmasına ve
hatta hilafetin kaldırılmasına; çağı dışlayan bir devlet yönetimi anlayışından
ve sisteminden devlet yönetiminde çağdaşlığı yakalamaya çalışan sistem
arayışlarına; sınırlı monarşiden ve aristokratik yönetimden meclis/halk
yönetimine ve ulusal kurtuluş hareketinin genel devlet yapısının
oluşturulmasına; Anadolu Hareketi’nden ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasından
sonra ilk çağcıl devlet yapısının kurulmasına ve 1960’lı ve 1980’li yıllarda
silahlı kuvvetler öncülüğünde başlatılan yeniden yapılanma arayışlarına kadar
değişen bu deneyimler çizgisi günümüzde yeni
bir arayış içine girmiş görünmektedir. [24]
Yaklaşık
200 yıllık bu hızlı devinim özünde çeşitli temel doğruları işaret etmektedir.
Gelişen ve değişen siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullar yeni kurallar,
süreçler ve düzenler istemektedir. Kurallar, süreçler ve kurulu düzenler
siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğru ve etkili bir şekilde
yönlendirebilme potansiyelinin gerisinde
kaldığında toplumlar ilişkileri yeniden düzenleyecek yeni sistemler, süreçler ve
kurallar geliştirmek durumunda kalmaktadırlar.
2000’li
yıllara girerken Türkiye gerçekten böyle bir durumla ve gereksinimle karşı
karşıya mıdır? Bu soruya olumlu yanıt verenler çeşitli nedenler ileri
sürmektedirler. Bize göre, Türkiye’nin yeni Anayasa girişimi içinde olmasını
zorunlu kılan pek çok gerçek neden
mevcut bulunmaktadır; ancak, kamuoyuna bu yolda yansıtılan nedenlerin önemli
bir kesimi sanal niteliklidir.
Yeni Anayasa Gereksiniminin Gerçek ve Sanal
Nedenleri
Özellikle
Cumhuriyete yeni sıra numaraları vererek ortaya çıkan bazı görüşlere bakılırsa
bu yolda ciddi gereksinmeler ortaya çıkmıştır. Bu görüş sahiplerine göre, ülke yeteri kadar demokratik değildir ve
özellikle 1982 Anayasası içerdiği olumsuzluğa
dayalı özgürlük tanımları nedeniyle daha
özgür bir toplum yaratılması yolunda önemli bir engel olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu anlamda, ‘cumhuriyet’,
demokrasiye karşıdır ve ona zarar
vermektedir.
Buna
karşılık, toplumun temel bileşenlerini oluşturan unsurların kültürel haklarının geliştirilmesi ve dinsel grupların laiklik ilkesinin değişik ve farklı bir tanımının yapılması gerektiği yolundaki
söylemleri, devletin ülkesi ve ulusu ile
bölünmez bütünlüğü ve laik cumhuriyet ilkelerini herşeyin önünde ve üstünde
tutan görüş sahipleri tarafından reddedilmekte
ve asıl ve öncelikle tercih edilmesi
gerekenin cumhuriyet olması
gerektiği ve cumhuriyetin geleceğinin tehlikeye düşmesi durumunda esasen demokrasinin
var olamayacağı görüşü ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre, demokrasi, cumhuriyeti ortadan kaldırmak
pahasına geliştirilemez.
Her iki
görüş de, kendi söylemlerinin doğruluğunu göstermek ve desteklemek amacıyla
İran İslam Cumhuriyeti örneğini vermektedirler.
Demokratik
gelişimi ön plana çıkaranlar İran’ın siyasal sisteminin cumhuriyet ve buna
karşılık devlet rejiminin teokratik olduğunu anımsatarak cumhuriyet rejiminin
her zaman ve her durumda mutlaka gerçek demokrasiyi içermeyebileceğini ileri
sürmektedirler.
Cumhuriyetin
korunmasını demokratik değişime yeğ tutanlar da, aynı ülkeyi örnek vererek ve
bu ülkedeki yoğun teokratik siyasal iklimi tanık göstererek, laik cumhuriyetin
korunmaması ve devamının güvence altına alınmaması durumunda demokrasinin bütün
unsurlarının ve temel insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kalkabileceğini
iddia etmektedirler. Bir simge durumuna gelen bu tartışmalar yanıtlanması kolay
olmayan bir ikilemi de beraberinde getirmektedir: demokrasi ve cumhuriyet
kavramları Türkiye özelinde birbirlerine karşı kavramlar ve kurumlar mıdır?
2000’li yıllara girerken Türkiye’nin yeni Anayasa
arayışlarının başarısı yukarıda belirtilen ikilemin doğru ve sağlıklı şekilde
algılanmasına ve çözümlenmesine bağlı görülmektedir.Bize göre, “cumhuriyetçilik-demokratlık” ikilemi
üzerine oturtulmuş olan yeni Anayasa gereksinimi gerekçeleri sanaldır ve hatta bunun da ötesinde yapaydır.
Türkiye, yeni bir yüzyılın başlangıcında
toplumsal, siyasal ve ekonomik bedenine dar gelmeye başlayan Anayasa elbisesini
yenilemek durumundadır.
1982
Anayasası’nın dayandığı temel varsayımlar (toplumsal anarşiyi ve kan
dökülmesini önlemek gibi) ve kabuller (temel hak ve özgürlükleri kolay
kullanılır olmaktan çıkararak kullanılmalarını koşullara bağlamak gibi) aradan
geçen 20 yıl içinde geçerliliğini büyük çapta yitirmiştir. Türkiye’de, Anayasa
değişikliğini gerekli kılan gerçek neden
budur.
Devlet Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve
Aymazlıklar: Oydaşlık
Demokratikleşme
ve insan haklarının geliştirilmesine ilişkin endişeler bir an için bir yana
bırakılırsa, Anayasa’nın yeniden ele alınması için ikinci temel gereksinme alanını oluşturan devlet rejiminin içinde
bulunduğu koşullar konusunda genel bir oydaşlığın topluma egemen olduğu
görülmektedir.
Devletin
işlemediği tezinden başlayarak devletin temel felsefesinin yeniden belirlenmesi
gerektiğine kadar değişebilen unsurlar içeren bu çizginin neresinde olursa
olsun, konuyla ilgili tüm düşünürler ve uzmanlar yasama-yürütme-yargı üçgeninin
köşelerinde yer alan organların bütünü hakkında son derecede ciddi eleştiriler
yapmakta ve gerek bu organların kendi
işlevsel bütünlükleri içinde ve gerekse organlar arasındaki ilişkilerde büyük çaplı olumsuzlukların oluştuğu konusunda fikirsel birliktelik ve oydaşlık
göstermektedir.
Türkiye’de
hiç kimse, Devletin -tüm organları için geçerli olmak üzere- yeterli ve kabul
edilebilir düzeyde verimli ve etkili olduğunu söyleyememektedir. Devletin
işlemez durumda olduğu ve tüm devlet organlarının belirgin bir yozlaşmanın ve
iflasın içinde olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmektedir.
Bu oydaşlık, bize göre, Anayasal sistemin
değiştirilmesini özünde haklı kılan temel ve gerçek nedeni oluşturmaktadır. Buna karşılık “başkanlık” ve “yarı
başkanlık” gibi gerekçeler sanaldır, yapaydır ve gündemi oluşturma ve
meşgul etme amacına yöneliktir.
Yukarıda
belirtilen gerçek nedenleri güçlendiren ve üzerinde oydaşlık bulunan iki öteki önemli olguyu da devletin temel rolü ve işlevlerinin tanımlanması ile kamu ekonomisinin genel ekonomi içindeki
payının büyüklük düzeyinin yeniden sorgulanması oluşturmaktadır.
Kimi
zaman ‘Devlet küçültülmelidir!’
sloganı ile ortaya konulan ya da buna
‘Devlet, küçültülmesi düşünülemeyecek kadar kutsaldır!’ sloganı ile karşılık verilen bu görüşler
özünde genel ekonomik gelişme ve büyüme kalıpları içinde kamu sektörünün elinde
bulunan anamal kaynaklarının ulusal ekonomi içinde ne ölçüde kullanılması
gerektiği tartışmasıyla ilgilidir.
Kuşkusuz,
bu tartışma da, kendi içinde çeşitli yapaylıklar barındırmaktadır. 2000’li
yıllara girerken kimse devletin kasaplık yapmasını, çiftçiye tarımsal girdiler
pazarlamasını, basma üretmesini ve pazarlamasını ve hatta otomobil lastiği
üretmesini istememektedir. Buna karşın, hemen herkes, özel sektörün karlılık
endişeleriyle gitmediği ancak kalkınma gereksinimi içinde olan yörelerde devletin kalkınma amaçlı öncü ve
geliştirici roller ve sorumluluklar alması gerekliliğini yadsımamaktadır.
Ancak,
uygulamada hala yürürlükte bulunan çeşitli dengesizlikler ve aşırılıklar gerçek
birer olgu olarak ortada durmaktadır. Bu gibi durumlar devletin temel işlevleri ve kamu sektörünün genel ekonomi içindeki
payının büyüklüğü konusunda yeni tanımlamalar yapılmasını gerekli
kılmaktadır.
Öte
yandan, özellikle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler bir yandan devlet tanımında yeni açılımlar
getirirken bir diğer yandan da ulusal
siyasal egemenlik kavramını mutlak olmaktan çıkartarak başka uluslarla
paylaşılabilir bir niteliğe büründürmektedir.
Örneğin,
“Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ve
“Helsinki Son Belgesi”, 2000’li
yılların çağdaş devleti için yeni tanımlar, koşullar ve unsurlar getirmiştir. Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinin
belirleyicisi olan Kopenhag Ölçütleri
devletin sahip olması gereken temel nitelik ve nicelikleri için tüm Avrupa
tarafından ortaklaşa benimsenmiş temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Avrupa Federalizmi’nin en az koşulu ulusal egemenliğin üstünde bir başka
egemenliğin -Avrupa ortak egemenliği-
varlığını kabul etmektir.
AB
tarafından geliştirilmekte olan ve bir çok kesim tarafından ‘AB’nin Anayasası’ olarak nitelenen “Temel Haklar Sözleşmesi” de bu alanda
önemli rol oynamak durumunda olan bir başka önemli yol gösterici belge olmak
durumundadır. Bu belge temel insan hakları konusunda tüm ilgili öteki
belgelerde yer alan ilkeleri biraraya getirmekte ve bazı konularda da yeni
düzenlemeler içermektedir. Bu yeni düzenlemeler arasında azınlıkların kültürel
hakları ve eşitliği, idam cezasının tümüyle ve kesinlikle kaldırılması ve AB’ye
üye ülkeler arasında tam ve sınırsız dolaşım serbestliği ve kültürel ve dinsel
farklılaşmaya tam saygı gibi konular yer almaktadır.
Yukarıda
genel çizgileriyle belirtilen olgular ülkemizde yeni bir Anayasa yapılması için gerçek nedenleri oluşturmak
durumundadır.
Anayasa ile İlgili Olarak Uygulamada Meydana Gelen
Gelişmeler
Türkiye’de,
yeni bir Anayasa hazırlanması yolunda bazı uygulama örneklerine de
rastlanılmaktadır. Bunlardan bazıları yalnızca öneride bulunma ve ilke koyma
şeklinde ortaya çıkarken bir kesimi de yazılı yeni anayasa taslakları ya da
anayasa değişikliği taslakları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan bir
tanesi Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden DYP’ye yanlışlıkla gönderildiği belirtilen
ancak Cumhurbaşkanlığı’nın daha sonra hiç bir ilgisinin bulunmadığını
açıkladığı taslaktır. İkinci ilginç taslak da Yargıtay Başkanlığı tarafından
TBMM’e gönderilen, ancak daha sonra Yargıtay’ın görüşlerini yansıtmadığı
açıklanan metindir.
Birinci
taslak, tam anlamıyla bir yarı-başkanlık sistemi öngörmektedir. Bu metnin en
ilginç maddesi birinci maddesidir. 1982 Anayasası’nın 7 nci maddesini
değiştiren bu madde “Yasama yetkisi, Türk
Milleti adına TBMM ve Cumhurbaşkanı’na aittir. Bu yetki devredilemez”
hükmünü içermektedir.
Yunanistan
Anayasası’nın 26 ncı maddesinde de var olduğu belirtilen bu hüküm
Cumhurbaşkanı’nın yasa yapma yetkisiyle de donatılması ve yürütmede tek egemen
gücün Cumhurbaşkanı olması anlamına gelmektedir. 18 esas ve 1 geçici maddeden
oluşan bu taslağın geri kalan maddelerinde de bu felsefeye yakın anayasa
değişiklikleri yapılmak istenmektedir.
Demokratikleşme Gereksinimi
Türkiye’nin
daha demokratik bir yapıya kavuşması gerekmektedir. Çoğu kez, demokratikleşme ile insan hakları kavramları birbirlerinin
yerine geçecek şekilde eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda,
demokratikleşme kavramı bazen insan haklarının geliştirilmesi kavramının yerine
geçmek üzere kullanılmaktadır. Oysa, bu
iki kavram arasında temel farklılaşmalar vardır.
Bize
göre, demokrasi, siyasal iktidarın halk
tarafından, halk adına ve siyasal çoğunluğun siyasal azınlığın haklarını
gözeterek kullanılması demektir. Bu tanım en az iki unsurun güvence altına alınmasını gerekli kılmaktadır.
Bunlardan birincisi, halkın karar alma
süreçlerine katılmasının daha kesin ve gelişmiş koşullarda uygulanmasının
güvence altına alınmasıdır. İkincisi, bu bağlamda, halkın yeterli ölçüde siyasal karar verme ve siyasal tercih yapabilme yetkinliğine
sahip olduğunun bir varsayım olarak kabul edilmesi ve bu irade üzerinde bir
başka patronaj/sahiplik/üstünlük
olgusunun bulunmaması gerekmektedir.
Bu iki
unsurun gerçekleştirilebilme düzeyinin yüksekliği ülkenin demokratikleşme
düzeyinin de o ölçüde gelişmesi anlamına gelecektir. 1982 Anayasası’nın, bu
açıdan ele alındığında, bazı sınırlayıcı unsurlara (referandum dışında halkın
yönetime ve karar almaya katılmasını kolaylaştıran süreçlerin yokluğu ve
MGK’nun hükümet üstü görünümü gibi) sahip olduğu görülmektedir. Bu
sınırlılıkların burada tek tek ele alınmasına gerek bulunmamaktadır.
Ancak,
bu bağlamda, özellikle vurgulanması gereken nokta Türk halkının karar alma
süreçlerine katılması için ülkede pek çok olanakların var olmasına karşın,
halkın henüz demokrasinin gereklerini tam olarak yerine getirebilecek olgunluğa
sahip olmadığı varsayımından hareket edenler bazı odakların halkın üzerinde
başka bazı güçleri yol gösterici ve öğretici olarak kabul edebilmeleri
gerçeğidir.
Bu
çerçevede, Türkiye demokratik çizgisini
daha yukarı düzeylere çekmek durumundadır. Bu yolda yapılması gerekli yeni
düzenlemeler siyasal parti rejiminden seçim sistemine ve referandum türlerine
kadar değişen pek çok alanı, konuyu ve kurumu kapsamak durumunda olacaktır.
1999
yılının Aralık ayında Helsinki’de yapılan ve Türkiye’nin tam üyelik için aday
olduğunu karara bağlayan Avrupa Birliği toplantısından sonra yayınlanan ilk
önemli Avrupa Birliği belgesi olan “2000 yılı Türkiye Raporu”nda [25]
-kamuoyuna “katılma ortaklığı” belgesi olarak tanıtılması nedeniyle bundan
böyle bu şekilde adlandırılacak- Kopenhag siyasal ölçütleri açısından
Türkiye’de demokrasinin içinde bulunduğu durum şu şekilde özetlenmektedir: “Demokrasinin temel özellikleri varlıklarını
sürdürmekle birlikte, Türkiye, demokrasiyi ve hukuk devletini güvence altına
alacak kurumsal düzeltimleri yapmakta yavaş davranmaktadır.” [26]
Raporda,
bu bağlamda öne sürülen eleştiriler arasında, Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasal
yaşamda önemli rol oynamaya devam etmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın
Başbakanlık’a bağlılığının sürdürülmesi, işkencenin sistematik olmamakla
birlikte varlığını sürdürmesi, anlatım, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma ve
dernek kurma özgürlüklerinin kamu yöneticileri tarafından uygulamada
sınırlanması, Yüksek Öğretim Kurulu’nun ve YÖK Denetleme Kurulu’nun yüksek
öğrenim kuruluşları üzerindeki denetleme yetkilerinin sürdürülmesi ve Devlet
Güvenlik Mahkemeleri’nin olağanüstü yargı yeri olarak çalışmaya devam etmeleri
sayılmaktadır.
Buna
karşılık, Türkiye’nin “Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” ile
“Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”ni imzalaması
olumlu gelişmeler olarak kaydedilmektedir.
Raporda,
Türkiye’nin imzalaması beklenen öteki insan hakları belgeleri olarak şunlar
sıralanmaktadır: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin idam cezasını yasaklayan
6 nolu Protokolu”, “Irk Ayrımının Her Türlüsünü Reddeden Sözleşme”, “Ulusal
Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Çerçeve Sözleşmesi” ve “Uluslararası Ceza
Adalet Divanı Tüzüğü”. [27]
Temel İnsan Hakları ve Özgürlükleri Alanında
Gelişme Gereksinimi
Bu
gereksinimi yalnızca kültürel haklar ve din ve inanç özgürlüğü kavramının
tanımında aramak ve bunlarla sınırlamak kuşkusuz son derecede anlamsızdır. 1961
Anayasası’nda yer alan ancak 1982 Anayasası’nda sözü edilmeyen “özgürlüklerin özü kavramı” bu alandaki
eksiklikleri en iyi
açıklayabilecek kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 1961 Anayasası’nın
yürürlükte olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararla bu kavrama çok
isabetli bir açıklama getirmiştir. 1982 Anayasası dönemine girildikten sonra en
önemli değişiklik insan hakları kavramı üzerinde olmuştur.
1961
Anayasası temel insan haklarına olumlu bakış açısına dayalı tanımlar getirirken
ve geliştirilmelerini öngörürken 1982 Anayasası -1970 ile 1980 arasında yaşanan
anarşinin fazla özgürlükçü anayasal ortamdan kaynaklandığı gerekçesi ve
öngörüsü ile- temel insan hak ve özgürlüklerini olumsuz bakış açısına dayalı
bir tanımla ele almayı yeğlemiştir. Bu ele alış çerçevesinde temel insan
hakları ve özgürlükleri, geliştirilmesi gereken kavramlar olarak değil fakat
sınırlanması gereken kavramlar olarak ortaya çıkmıştır. “Temel hak ve
özgürlüklerin özü” kavramı özgürlükler konusunda mutlak dokunulmazlık alanı kavramını getirirken 1982 Anayasası’nda
yer alan “özgürlüklerin koşulları ve
sınırları” kavramı bunun tam tersi bir anlayışı ortaya koymuştur. Bu kavramsal farklılaşma iki Anayasa
arasındaki temel ayrım çizgisini oluşturmaktadır.
Ancak,
hemen belirtmek gerekirki, 1982 Anayasası’nda yer alan “hakkın özü” kavramı, bir anlamda, 1961 Anayasası’nda yer alan “özgürlüklerin özü” kavramının yerini
almak üzere oluşturulmuştur. “... Temel
hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum
düzeninin gereklerine aykırı olamaz” şeklinde getirilen düzenlemeyle
Anayasa Mahkemesi’ne iç hukuku, gelişmiş demokrasilerin standartlarına göre
geliştirme fırsatı verilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasası döneminde pek
çok kararını bu düzenlemeye dayanarak vermiştir.
Kanımızca,
2000’li yıllara girerken Türkiye’nin insan hakları konusundaki açmazını
kültürel haklar ya da din, vicdan ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerindeki
tartışmalar değil, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin “özü” kavramı oluşturmaktadır.
Bu
nedenle, insan hak ve özgürlükleri konusundaki temel sorun hangi hak ve
özgürlüklerin ne derecede kullanılabilir olduğu değil; fakat, hak ve
özgürlüklerin dokunulmazlık alanını ve kapsamını belirleyen “öz” (ister “özgürlük”lerin ve isterse
“hak”ların) kavramının yeniden
tanımlanması gerekliliğidir.
Bu konu
AB 2000 yılı Katılma Ortaklığı Belgesi’nde de ele alınmakta ve Türkiye’de insan
hakları üzerinde önemli sınırlamalar bulunduğu belirtilmektedir. Raporda, bu
tür sınırlamalar arasında işkence, azınlık haklarının yeterince gelişmemesi,
etnik azınlıkların kendi dillerini kullanmaları konusundaki sınırlılıklar,
Kürtçe dilinde eğitim yapılamaması ve Kürtçe TV ve radyo yayınları üzerindeki
engeller, çocuklara Kürtçe isim konulamaması ve sünni mezhebinden olmayan
müslümanların ibadet özgürlükleri üzerindeki engellerden sözedilmektedir.
Devletin Rolü ve İşlevleri
Türkiye
Cumhuriyeti’nin son 80 yılı tam bağımsızlığa sahip ulus devletinin kurulması ve
toplumsal ve ekonomik kalkınmanın çağdaş yaşam koşullarına ulaşmayı sağlayacak
şekilde gerçekleştirilmesi uğraşları içinde geçmiştir. Kuşkusuz, kamu
anamallarının kullanılması yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan bu süreç içinde
çok önemli yollar alınmış ve başarılar elde edilmiştir. Bunun en önemli
göstergesi ülkenin AB üyeliği için adaylığının kesinleşmiş olması ve gelecek
ilk on yıl içinde elde edilebilecek üyelik nedeniyle Avrupa düzeyinde gelişmiş
bir iç pazar ve ekonomi içinde tam rekabet koşullarına sahip bir ekonomik güce
ulaşılabilmiş olmasıdır. Aynı şekilde, ihracat bileşimi içinde tarımsal
ağırlığın yerini endüstriyel ağırlığa bırakmış olması ve adı henüz duyulmaya
başlayan “G-20” ülkeleri arasına Türkiye’nin de girmiş olması da aynı gerçeği
işaret etmektedir.
Bu
konuma gelmiş bir siyasal, ekonomik, toplumsal ve kurumsal yapı içinde devlet
aygıtının üstlendiği ve sürdürmeye çalıştığı işlevlerin geçerlilik düzeyi
kuşkuyla karşılanmaktadır. Halen devlet eliyle yürütülmekte olan pek çok
ekonomik ve toplumsal nitelikli işlevin yeterli parasal kaynağa ve insangücü
donanımına ulaşmış özel sektör tarafından yapılabilir olması son derecede
olağan bir konuma gelmiştir.
Kuşkusuz,
bu kitapta bu alanların neler olabileceği tartışması içine girilmeyecektir.
Ancak, devletin temel iş ve işlevlerinin sınırlandırılması ve Başkent’de
oluşmuş olan yoğunluğun ‘merkez-kaç’
ya da ‘yerinden yönetim’ güçlerine
aktarılması gerekliliği açıkça ortadadır.
Sözünü
etmeye çalıştığımız bu ‘merkez-kaç’ güçlerden birincisi özel sektördür. Pek çok
toplumsal ve ekonomik nitelikli işlev
devletden alınarak özel sektöre aktarılabilir durumdadır. Bu amaç yalnızca özelleştirme yöntemleriyle değil fakat aynı
zamanda piyasa türü yönetim araçlarının da geliştirilmesiyle elde
edilebilecek bir sonuçtur.
İkinci
tür merkez-kaç güç ise kurumsal ve yönetsel ağırlıklıdır. Merkezde aşırı ölçüde yoğunlaşmış yetki, görev ve sorumluluklar bir
yandan en önemli yersel yerinden yönetim kurumu olan belediyelere aktarılırken
öte yandan hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına devredilmeli ya da en azından
merkezdeki yoğunluk yetki devri yolu ile merkezin taşradaki/alandaki
temsilcilerine bırakılmalıdır.
Yukarıda
genel çizgileriyle ortaya konulan bu gereksinim devletin temel işlevlerinin gözden geçirilmesini ve sorunun aday üyesi
olduğumuz Avrupa Birliği’nin bu konudaki temel ölçütü olan “hizmette yerellik” (subsidiarity)
ilkesi çerçevesinde çözümlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır.
Erkler Arası İlişkiler
Yeni
Anayasa gereksinimini ortaya çıkaran gerçek nedenlerden bir başkası da
yasama-yürütme-yargı arasındaki göreli
farklılaşmanın artık ortadan kalkmış olmasıdır. Özellikle siyasal parti disiplini ve milletvekillerinin sisteme yabancılaşması
süreci sonucunda yürütme erki hem yasama
ve hem de yargıya egemen olmuştur.
Yasamanın
yürütme üzerindeki denetleme yetkisi tümüyle ortadan kalkmış ve göstermelik
duruma gelmiştir. Hatta, yürütme yasama organının içinde bulunduğu
yetersizliğin sonucu olarak hem hazırladığı yasa tasarılarını parti disiplini
yoluyla yasama organına benimsetmek ve hem de yetki kanunları ve kanun hükmünde
kararnameler yoluyla yasama organını “by-pass” etmek konumuna gelmiştir.
Yürütme, Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu aracılığıyla ve yargıçların özlük hakları üzerindeki parasal gücüyle ve
atama yetkisiyle yargıyı da denetim
altına almıştır.
Bu
organlar arasında kuramsal olarak oluşturulan “fren ve denge” sistemleri uygulamada işlememektedir. Ayrıca, bu her üç organ da, yönetsel
yetkinliklerinin yetersizliği nedeniyle kurumsal
açıdan etkisizlik ve verimsizlik sorunu
içine düşmüş bulunmaktadırlar.
Bunun
da ötesinde, üç organ da, başta yolsuzluk
ve rüşvet gibi etik eksiklikler olmak üzere ciddi büropatolojler içinde bulunmaktadırlar.
Yürütme, hukukun üstünlüğü ilkesini tam olarak yaşama geçirememiş; yasama,
ülkenin sorunlarını çözebilmek yeteneğinin gerisinde kalmış ve yargı, adalet
dağıtımında sıkıntılar içine düşmüştür.
Bu
bağlamda, parlamenter sistemin yerini almak üzere yapılan sistem önerileri
sanal ve yapay olmanın ötesine geçememektedirler. Şekilsel değişikliklerden mucizeler beklenmektedir. Oysa, gerçek
neden bu arayışların çok dışındadır ve özünde
sistemlerin yozlaşması süreciyle ilgilidir. Anayasa, bu nedenlerle, yeniden
düzenlenmek durumundadır.
Kuşkusuz
bu ilişkilere eklenebilecek bir başka unsur da Cumhurbaşkanı’nın durumudur. Gerek, Cumhurbaşkanı’nın siyasal bir simge olmaktan, sorun
çözücü yansız hakem olmasına kadar
değişen kimlik bunalımına son vermek
zorunluluğu ve gerekse yasama, yürütme ve yargı üzerindeki yetkilerinin
yeterlilik ve etkililik düzeyi bu makamın da yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz
kılmaktadır.
Ortaya Çıkan Sonuç: Türkiye İçin Yeni Bir Anayasa
Anayasalar
toplumların siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal çatısını kuran temel belgelerdir. Bu nedenle de, toplumların içinde
bulundukları ve yakın gelecekte içine girecekleri dinamiklerle uyum içinde bulunmalıdırlar. Bu bağlamda, Türkiye’de
halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’na bakıldığında Anayasa ile temel
toplumsal-siyasal-ekonomik dinamikler arasında belirgin uyumsuzluklar görülmektedir. Anayasa elbisesi hem topluma dar gelmekte ve hem de toplumun eriştiği
dinamikleri yeterince yönlendirememektedir.
Ülkemizde,
Anayasa değişikliğini bir gereksinim durumuna getiren bir başka gerçek neden budur. İleri sürülmeye
çalışılan sanal nedenler ise yeni
bir düzenlemede daha avantajlı siyasal ve ekonomik konum elde etmek
isteyenlerin bu isteklerini gizlemek için türettikleri yapay nitelikli ve çözüm
üretebilme yetenekleri sınırlı çözüm önerilerine dayanak yapılmak istenen fikir
topluluklarıdır.
Siyasal Bunalımları Çözme Yetkinliğinin
Sınırlılığı
Türkiye
siyasal bunalımlara gebe ve aday bir ülke olmak durumundadır. ‘Göreli çoğunluk
sistemi’nin seçim sistemi olarak kabul edildiği her parlamenter sistemde çok
sayıda siyasal partinin ortaya çıkması ve parlamentoda ikiden çok fazla
partinin temsil edilmesi doğal bir sonuçtur. Bu durumun yarattığı bir başka
doğal sonuç da, iktidarın çok partiden oluşan koalisyon hükümetlerinden
oluşmasıdır. Ortaya çıkan siyasal sonuç ise siyasal bunalımların
kaçınılmazlığıdır. Kuşkusuz demokrasilerde siyasal bunalımlar ve hatta
çatışmalar olacaktır. Ancak, siyasal sistemin bu sorunlara karşı etkili
çözümler getirecek yöntemleri kurumsallaştırmış olması gerekir. Bu açıdan Türk
Anayasası’na ve devlet yapılanmasına bakıldığında sorun çözme yetkinliğinin
sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. 12 Eylül askeri girişimi Cumhurbaşkanı’nın
parlamento tarafından seçilememesi üzerine yapılmıştır. Bülent Ecevit’in
1998’de kurduğu azınlık hükümeti bu çözümsüzlüğün bir başka örneğidir. Bu gibi
geçmişte ortaya çıkan ve gelecekte her zaman ortaya çıkabilecek bunalımlar,
partiler üstü bir hakemin ya da sorun çözücü kurumların ve süreçlerin yokluğu,
eksikliği ya da yetersizliği (Cumhurbaşkanı, sosyal ve ekonomik konsey,
meclisin feshi ve seçimlerin yenilenmesi gibi) sorununu gündeme getirmektedir.
Ekonomik ve Finansal Açmazlar
Türk
ekonomisi ve kamu maliyesi 2000’li yılların başında tam bir açmaz içindedir.
Kamu maliyesinin içinde bulunduğu iç ve
dış borç durumu nedeniyle konsolidasyon
ve moratoryum ilan etme aşamasına gelinmiştir. İş başındaki tüm yetkililer
bunu bilmekte ancak siyasal ve ekonomik sonuçları açısından çıplak gerçeği
söylemeye ve gerekli önlemleri almaya cesaret edemektedirler. Yaklaşık 30 yılı
bulan monetarist, enflasyonist ve populist ekonomik yönetim politikası artık
kayaya çarpmış durumdadır. Deniz bir anlamda bitmiştir. Bu noktaya gelinmesinin
temel nedenlerinden biri ve hatta başlıcası ekonominin yönetim biçiminin içinde
bulunduğu açmazlardır. Bu kitabın son bölümünde açıklandığı üzere, Türkiye’de
etkili bir ekonomi yönetimi yoktur. Ekonomik yönetim çok başlıdır. Koalisyon
partileri arasında paylaşılmıştır. Bu kurumlar arasında etkili ve doğru bir
işbirliği ve eşgüdüm yoktur. Kurumlararası ilişkilerde rekabet egemendir. Sonuç
ise ekonominin yönetilemez duruma gelmiş olmasıdır. Bu durum ulusal ekonominin
yönetim biçiminin yeniden ele alınması zorunlu kılmaktadır.
Alternatif Rejim Arayışlarının Yarattığı Baskılar:
Din ve Devlet - Ayrımcı Akımlar
Türkiye’de devlet sisteminin yeniden yapılanması
zorunluluğunu ortaya koyan baskılardan biri de alternatif rejim arayışlarıdır.
Devletin laiklik niteliğini ortadan kaldırmak ve olabilirse hilafeti geri
getirmek isteyen gruplar ortaya çıkmaya başlamıştır. Din ve inanç
özgürlüklerinin geliştirilmesi söylemiyle başlatılan bu girişim daha sonraları
tekke, zaviye ve tarikatlara ilişkin yasakların kaldırılması, TCK’nun 163 üncü
maddesinin kaldırılması, tarikat gösterilerine izin ve siyasal destek
verilmesi, tarikat önderlerinin Başbakanlık Konutu’na davet edilmeleri, Muammer
Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik devlet düzeninin önde gelen
savunucularının suikast sonucu öldürülmeleri ve İBDA-C, Cemal Kaplan (Karases) ve Hizbullah gibi örgütlerin
ortaya çıkması ile çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır. Anadolu Devrimi’nin
anti-tezi olan bu eylem türleri Cumhuriyet’in temel unsuru olan laikliği din
düşmanlığı olarak algılamakta ve Atatürk’ü kıyamet günün habercisi olan
Deccal’e benzetmektedirler. Bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti’ne alternatif bir
rejim arayışı içindedir ve bu uğraşlarını silahlı suikast ve savaşım düzeyine
kadar getirebilmişlerdir.
Türkiye’de
İslam Devleti kurma amacı artık açıkça dile getirilmeye başlanmıştır.
Özellikle, bazı milletvekillerinin hac gezileri sırasında söyledikleri
açıklıkla ortadadır. İslam Devleti kurmak için Hazreti Muhammed’in sabrının
gösterileceği [28]
şeklindeki sözler oldukça anlamlıdır.
Nitekim,
Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılması bu nedenle olmuştur.
Ancak, İslam Devleti kurma yolundaki çabalar sadece bu parti ile sınırlı da
kalmamış ve başka partiler tarafından da sahnelenmiştir.
Türkiye
Barolar Birliği Başkanı’nın şu sözleri oldukça dikkat çekicidir: “… tarikatın esas gayesinin, şeriat düzenine
dayalı bir devlet kurmak olduğu, bunun gelecek kuşakları kendi emelleri
doğrultusunda eğitmek suretiyle gerçekleştirme yolunu seçtikleri, bu
gayelerinin açığa çıkmasını önlemek için yandaşlarına takıyye yapmayı
öğütledikleri ortaya çıkmıştır.” [29]
Aynı
şekilde, bazı siyaset adamlarının Cezayir’de islam devletini kanla kurmaya
kararlı olan “FIS” adlı “İslami Kurtuluş Cephesi” örgütüyle ilişkili olduğu öne
sürülmektedir. [30] Yine,
özellikle bazı dinsel çevreler tarafından öne sürülen “ahkam ayetleri”ne dönüş yapılması isteği konusunda açıklamalar
yapan dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel, “230
adet ayetin yerini almış pozitif hukuk kuralı vardır … ve ahkam ayetlerine
dönüşü önermek irticadır” diyerek bu tehlikeli gidişin önünü kesmek
istemiştir. [31]
Bu çerçevede, Başbakanlık’da kurulan “Sivil
Çalışma Grubu” üyeleri, 1997 yılı içinde cumhuriyete karşı çok ciddi savaş
verildiğini ve önceki hükümetler sırasında devlet içinde “paralel devlet” yaratılmak istendiğini belirtmişlerdir.
İslam
devleti kurma amacı bazı yazılı ve basılı yayın organları tarafından açıkça
ortaya konulmaya başlanmıştır. “Furkan”
adlı bir derginin Eylül 1999 sayısında “Türk
devletine karşı açıkça savaş ilan edildi”ği belirtilmiştir. Dergide yer alan şu sözler dikkat çekicidir: “Şeriatın kılıcını kellelerine çalmadan
durmayacağız… Nefretimiz dağlar gibidir. İşgalci laik-Kemalist düzene karşı,
aşkımız deniz gibi şeriata karşı…” [32]
Yurt
dışında örgütlenen bazı şeriat yanlıları ise işi daha ileri götürmüşler ve 18
Nisan 1992’de “Anadolu Federe İslam
Devleti”ni ilan etmişlerdir. Devletin ismi içinde yer alan ve kurulmak
istenen devletin niteliğini belirten “federe”
kelimesi ise anlamının saptanması bakımından üzerinde özellikle durulması ve
düşünülmesi gereken kelimedir. Kurmak istedikleri devletin “hilafet” devleti olacağını açıklamaları da Türkiye Cumhuriyeti’ne
karşı yaratılmak istenen seçeneklerin neler olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
[33]
Aynı
grubun, Ankara’da “puthane” olarak
niteledikleri Anıtkabir’e intihar uçuşu yapmak üzere girişimde bulunması ise
kararlılıklarının göstergesi olarak yorumlanmalıdır.
Bazı
siyaset adamlarının bu akımlara karşı sempatik tavrı zaman zaman maddi destek
sağlama şekline de dönüşmüştür.
Dinin
siyasal amaçlarla kullanılması 1980 darbesinden sonra görev alan yöneticiler
tarafından da denenmiştir. Olayın trajik olan yanı da budur. Bu konuda ilginç
açıklamalar yapan eski Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Güven Erkaya şunları
söylemektedir: “Evren sola karşı maalesef
dini kullandı. Gayet iyiniyetle dinin ve din kültürünün devlet tarafından
vatandaşa öğretilmesi amacını güttü. Bunu sadece islam dini için değil bütün
dinler için istedi. Ancak, Kenan Evren’in bu yaptığı anayasamızın vicdan ve din
özgürlüğü maddesine aykırıdır. Toplumu ve kişileri din öğrenmeye
zorlayamazsınız.” [34]
İslam
devleti kurmaya yönelik çalışmalar yalnızca düşünsel düzeyde kalmamakta, aynı
zamanda uygulama alanına da konulmaya çalışılmaktadır. Eski bir Anayasa
Mahkemesi başkanına yönelik tehditler ve hatta bir yeraltı unsuru ile suikast
konusunda pazarlık yapıldığı yolunda bizzat bu kimse tarafından ortaya konulan
anlatımlar, Sincan Belediyesi’nde yaşanan olaylar, içki ve hindi satışının bu
belediye tarafından yasaklanması, belediye başkanının siyasal islamı amaçlayan
sözleri, belediye elemanlarınca sahnelenen tiyatro eserleri, bazı tarikat
liderlerinin iftar yemeği için Başbakanlık Konutu’na davet edilmeleri ve burada
kendilerine dinsel ve siyasal etiketler yapıştırılmak ve siyasal malzeme
şekline dönüştürülmek istenmeleri ve TBMM’de “türban”la Genel Kurul’a
girilmesini önleyen İçtüzük değişikliği önergesinin komisyon üyeleri tarafından
reddedilmesi üzerinde düşünülmesi gereken son derecede önemli ve somut olgu ve
olaylardır.
Özellikle,
Ocak 2000 yılında ortaya çıkarılan “Hizbullah”
olayı laik düzen karşıtı tehlike ile ilgili tüm çıplak gerçekleri açıkça ortaya
koymuştur. Örgüt evlerinde bulunan onlarca ceset ve din adına işlenen bu
cinayetlerin arkasındaki örgütlenme düzeninin sahip olduğu derinlik, gizlilik
perdesi ve yoğunluk laik cumhuriyet düzenine karşı tepkilerin artık silahlı
mücadele aşamasına geldiğini göstermektedir.
Nitekim,
yakalanan bazı sanıkların mahkemelerde yargıç önünde verdikleri şu söz oldukça
düşündürücüdür: “İslam’da kan dökmek
yoktur diyenler yalan söylüyor. Heveslisi değiliz. Ama Resulullah’ın öğretisinde bu vardır. Cemaatin
adam öldürdüğünü zannetmiyorum. Ama yapmışsa doğrudur, haktır. Aramızda ajanlar varsa, sorgu ve işkence hakkı vardır.” [35]
Bazı dinsel cemaatlerin sahip olduğu akçal ve
ekonomik olanaklar ise oldukça ilginç özellikler göstermektedir. Bu yolda
açılan bir davanın iddianamesinde, sistem içinde kalan kurumlara ilişkin olarak
şu sayısal değerlere yer verilmektedir: Türkiye’de, 88 vakıf, 20 dernek, 128
okul, 218 şirket, 129 dersane, 500 öğrenci yurdu, 17 yayın organı, ortalama 250
tirajlı bir gazete, 2 radyo istasyonu, 1 sigorta şirketi ve 1 faizsiz finans
kuruluşu. Yurt dışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı
dil ve bilgisayar kursu, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu. Bu
sayısal değerler, alternatif rejim arayışlarının ne kadar geniş bir kitleye
yayılmak istendiğini açıkça göstermektedir.
Öte
yandan, PKK ile başlayan ve başlangıçta
“kültürel kimliğin tanınması” ve “kültürel
özerklik” verilmesi istemlerine dayalı olan etnik ayrımcı ve bölücü
hareket, daha sonraki yıllarda asıl ve gerçek amacını “ulusu var olan, ancak toprağı bulunmayan bir etnik gruba toprak
sağlayarak devlet kurma ve bu hedefini silahlı güç kullanma yoluyla elde etme”
şekline dönüştürmüştür.
Ülke,
bu savaşım sonucunda yaklaşık 30.000 yurttaşını kaybetmiştir. Asıl kayıp ise
ekonomik alanda verilmiştir. Enflasyon çok ileri boyutlara ulaşmış, iç ve dış
borçlar artmış, yatırım olanakları azalmış ve çok ciddi bir kaynak askeri
amaçlara tahsis edilmiştir. Bu savaşımın maliyeti daha uzun yıllar Türk
ekonomisini etkileyecektir. Bu ayrımcı hareketin temel hedefi de, Türkiye’de
yürürlükte olan devlet rejiminin değiştirilmesidir.
IMF ve Dünya Bankası’nın İstekleri
Buraya
kadar sayılan iç baskıların yanında çeşitli dış baskılar da Türkiye’de devletin
yeniden yapılanması yolunda istekler öne sürmektedir. Örneğin, IMF ülkede
yalnızca ekonomik yönetimin değiştirilmesini istememekte emeklilik yaşından
kamuda çalışanların sayısına, özelleştirme uygulamalarına, memur aylıklarının
düzeyine kadar ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanıyla ilgili değişiklik
istemlerinde bulunmaktadır. “Stand-by” anlaşmaları
öncesinde IMF’e verilen niyet mektuplarının incelenmesi bu durumu açıklıkla
ortaya koymaktadır.
OECD Çalışmaları
Üyesi
bulunduğumuz OECD pek çok alanda çalışmalar yapmakta ve küresel yaşamın sahip
olması gereken ideal çizgisine ulaşması için çeşitli projelere kaynak
ayırmaktadır. Kamu yönetiminden çevre sorunlarına ve uluslararası ticari
ilişkilerde yabancı görevlilere rüşvet verilmesini önlemekten enerji ve öteki
altyapı sorunlarının çözümlenmesine kadar değişebilen bir çok alanda çalışmalar
yapan OECD, üzerinde anlaşmaya varılan konuların gerçekleşmesi yolunda üye
ülkelerden gerekli önlemleri almalarını istemektedir.
Türkiye
OECD tarafından geliştirilen pek çok anlaşmaya taraf olmuş ve gerekli uyum
çalışmalarının gerçekleştirilmesi yolunda yükümlülük altına girmiştir. Bu
yükümlülüklerin yerine getirilebilmesi için mevzuatta ve yönetsel sistemde
önemli değişiklikler yapılması gerekmektedir.
Avrupa Birliği’nin Öngörüleri
Bu tür
dış baskıların Türkiye açısından en fazla önem taşıyanı ise Avrupa Birliği ile
ilişkilerdir. Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik için aday ülke olarak kabul
edilmiştir. Avrupa Birliği, ulus devlet ve ulusal egemenlik kavramlarından farklı bir siyasal felsefeye dayalıdır. “Ulus devleti” kavramının yerini “Avrupa türü bir federalizm” ve “ulusal egemenlik” kavramının yerini ise
“Birlik egemenliği” kavramı
almaktadır. “Ulus devlet”, Avrupa “devletler birliği”nin yetki ve
sorumlulukları olan “bir üyesi” ve “ulusal egemenlik” de “Avrupa Birliği karar
organlarını aldığı kararlara uymak durumunda olan bir egemenlik türü”ne
dönüşmektedir.
Türkiye,
adaylık başvurusunu yaparken bu temel koşulları kabul etmiştir. Bu kabullenme,
Türk devlet sisteminin her türlü kestirimi zorlayacak derecede geniş kapsamlı,
başarılması önemli çaba isteyen ve uzun yıllar alacak çalışmalar yapmak yoluyla
geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Özü itibarıyla da, Türk devlet sisteminin sil baştan yeniden yapılandırılması
demektir.
Yukarıda sayılan temel iç ve dış baskılara doğru
çözümler üretmek, isabetli cevap vermek, verilen cevabın anayasal ve hukuksal
düzen içinde kurumsallaşmasını sağlamak ve böylelikle oluşturulan yeni devlet
sistemine kararlılık kazandırmak devlet organlarını bu yeni döneme hazırlayan
yöneticilerin en önde gelen ödevi olmalıdır.
Bu
gereklilik, esas ve öz olarak, Türkiye’de
devletin ve demokrasinin yeniden yapılandırılması, iyileştirilmesi ve
geliştirilmesi demektir. Devlet düzeltimi (reformu) demektir. Demokrasi
düzeltimi demektir. Türkiye’nin gerçek gereksinimi budur.
Yeni bir anayasa yolunda ortaya konan ve yukarıda
özetlenen gerekçeler, aslında devletin işlerliği olan bir şekilde yeniden
yapılandırılması ve demokrasinin yine işlerliği olan şekilde yeniden
düzenlenmesi yolundaki isteklerin ortaya konulması anlamına gelmektedir.
Anayasa’nın yeniden düzenlenmesi bu açıdan elbette önemlidir. Ancak,
unutulmaması gerekirki, anayasalar sadece norm, kural, süreç ve rolleri
belirleyen yazılı belgelerdir. Önemli olan, devlet ve demokrasi düzeltimi
konusundaki baskıları ortadan kaldıracak gerçek çözüm dinamiklerini -çağdaş
devlet normlarına uygun olarak- bulmak, uygulama alanına koymak ve bu
uygulamaların içerik ve derinlik kazanmalarını sağlamaktır.
Çağdaş Devlet Normları
Yirmibirinci
yüzyıl devleti, kuşkusuz temellerini dünya siyasal evriminin bugüne kadar
geliştirdiği ana ilkelere dayandıracaktır. 1789 Fransız Devrimi’ne yol açan
siyasal felsefe ile bu Devrim’in insanlığa yerleştirdiği evrensel değer
yargıları geçerliliklerini ve önemlerini sürdüreceklerdir. Aynı şekilde, gerek
Birleşmiş Milletler ve gerekse Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’ne dayalı temel
hak ve özgürlükler gelecek yüzyılların da temel değerleri olacaktır. Benzer
şekilde, Avrupa Sosyal Şartı’nda açıklamasını bulan ve bireyin toplumsal
yaşamın her alanındaki ilişkilerine gerçek bir içerik ve anlam kazandıran hak
ve özgürlükler de vazgeçilmezliklerini ve tartışılmazlıklarını
sürdüreceklerdir.
Belirtilen
bu uluslararası norm belgelerinden ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ ile
‘Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’ çok bilinen belgeler olduğundan burada
ayrıca açıklanmalarına gerek bulunmamaktadır. Kaldı ki, birinci kuşak haklar
olarak kabul edilen bu haklar ve normlar Türk Anayasası’nda da yer almaktadır.
Ancak,
1961 yılında imzalanan ve 1965 yılında yürürlüğe giren ‘Avrupa Sosyal Şartı’nın, sosyal devletin normlarını belirlemesi
bakımından daha yakın bir inceleme altına alınmasında yarar bulunmaktadır.
Şart’ın orijinal metni ile Şart’a daha sonra yapılan eklerle ortaya çıkan
sosyal devlet normunun genel özellikleri, başlıklar şeklinde, aşağıda
verilmiştir:
·
Çalışma hakkı
·
Adil çalışma koşullarının oluşturulmasını isteme
hakkı
·
Sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarını isteme
hakkı
·
Adil ve eşit ücret hakkı
·
Örgütlenme hakkı
·
Toplu pazarlık hakkı
·
Çocuk ve genç işçilerin korunması hakkı
·
Çalışan kadınların korunması hakkı
·
Mesleki eğitim hakkı
·
Sağlığın korunması hakkı
·
Sosyal güvenlik hakkı
·
Sosyal ve tıbbi hizmet elde etme hakkı
·
Sosyal gönenç hizmetlerinden yararlanma hakkı
·
Fiziksel ve zihinsel yönden engelli insanların
mesleki eğitim ve rehabilitasyon hakkı
·
Öteki ülkelerin topraklarında kazanç getirici iş
kurma hakkı
·
Göçmen işçilerin ve ailelerinin korunması ve
yardım görmesi hakkı
·
İşe almada ve iş yaşamında cinsiyet ayrımı
yapılmaksızın eşit olanaklara sahip olma ve eşit işlem görme hakkı
·
Bilgi alma ve danışma hakkı
·
Çalışma koşullarının ve iş çevresinin belirlenmesi
ve geliştirilmesi çalışmalarına katılma hakkı
·
Yaşlıların sosyal açıdan korunması hakkı.
Yirmibirinci
yüzyıl çağdaş devletinin yukarıdaki temellere dayalı normları iki ana
uluslararası belgede belirtilmiştir. Bu
belgeler 19-21 Kasım 1990 tarihleri arasında yapılan toplantı sonucunda
imzalanan ‘Yeni Bir Avrupa İçin Paris
Şartı’ ve 1975 yılında imzalanan ‘Helsinki
Nihai Senedi’dir. Her ikisi de ‘Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’
sürecinin ve uluslararası yeni bir düzen oluşturma çabalarının birer sonucu
olan bu belgeler çağdaş devletin ulusal ve uluslararası platformda taşıması
gereken temel normları açıklıkla belirlemektedir. ‘Helsinki Nihai Senedi’
çağdaş devletin uluslararası normlarını geliştirirken ‘Paris Şartı’, genelde,
ulusal koşullara ilişkin normları saptamıştır.
‘Paris Şartı’na göre yeni yüzyılda
çağdaş bir devletin en önemli özelliği demokratik
bir devlet olmaktır. Demokrasiyi kurmak, geliştirmek, sağlamlaştırmak ve
güçlendirmek en temel ve en önde gelen devlet ödevidir.
Bu
temel ödevin yerine getirilmesi düzeyi ile ilgili ölçütler de yine Paris
Şartı’nda yer almaktadır. Yaklaşık yirmi kadar olan bu koşullar aşağıda
özetlenmiştir.
·
Çağdaş devlet, insan haklarının ve temel
özgürlüklerin vatandaşların doğumlarından itibaren sahip oldukları ve
vazgeçilemez nitelikteki hakları olduğu ilkesini benimsemek ve bu ilkeyi
yasalarla güvence altına almak durumundadır. Devlet bu hak ve özgürlükleri
korumak ve geliştirmekle ödevlidir.
·
Özgür ve adil seçimler çağdaş devletin
vazgeçilemez nitelikleridir. Demokrasi ancak bu niteliklere sahip ve düzenli
aralıklarla yenilenen seçimlerle halkın iradesini gösterdiği rejimin adıdır.
·
Çağdaş devlet, hukukun üstünlüğü ilkesini güvence
altına almalıdır. Bu niteliği itibarıyla çağdaş devlet kamu görevlilerinin
yasalara uyma zorunluluğunu da içerecek şekilde ve hiç kimsenin yasaların
üstünde bir konumda olmasına izin vermeksizin tarafsız olarak adalet dağıtan
bir kurum olmak zorundadır.
·
Devlet,
bireylerinin, ayrım gözetmeksizin, düşünce, vicdan, din, inanç ve anlatım özgürlüklerini tam ve kesin olarak
güvence altına almalıdır. Bu çerçevede, örgütlenme ve toplanma özgürlükleri ile
seyahat ve dolaşım özgürlükleri de temel insan haklarının bir parçası olarak
aynı güvence sistemi içinde yer almalıdır.
·
Toplumun her kesimine karşı geniş bir hoşgörüye
sahip olmak gelecek yüzyıllarda devlete ışık tutan temel ilkelerden biri
olacaktır.
·
Vatandaşlara karşı her türlü kötü davranışı
önlemek devletin esas ödevlerindendir. Bunlar arasında, özellikle, işkencenin
önlenmesi, keyfi olarak tutuklama ve gözaltına alma ve bireylere karşı
aşağılayıcı işlemde bulunma ve ceza verme öncelikle önlenmesi gereken eylem
örneklerinin başında gelmektedir.
·
Herkesin haklarını bilme ve öğrenme özgürlüğüne
sahip olduğu açıklıkla kabul edilmelidir.
·
Herkesin adil seçimlere katılma ve oy kullanma özgürlüğü vardır.
·
Yine, herkesin, bir suçla suçlanmaları durumunda
adil ve açık şekilde yargılanma hakları vardır.
·
Herkesin bireysel olarak ya da topluca mülk sahibi
olma ve kendi bireysel ekonomik girişimlerini oluşturma hakkı vardır. Devlet,
bireylerin ekonomik ve ticari özgürlüğünü geliştirmek ve herkese fırsat
eşitliği sağlamak durumunda olmalıdır.
·
Herkesin, ekonomik ve sosyal haklar kadar kültürel
haklardan da yararlanma hakkı vardır.
·
Devlet, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dil
ve dini kimliklerinin korunmasını sağlamak ve bu hakların korunması ile ilgili
koşulları geliştirmek zorundadır.
·
Devlet, haklarının çiğnendiğini ileri süren
herkese gerek ulusal ve gerekse uluslararası
yollara başvurma ve hakkını arama olanağını vermek ve bu hakkın
kullanılma koşullarını iyileştirmek zorundadır.
·
Devlet, toplumsal gönenci sağlamalıdır. Toplumsal
gönencin ön koşulları ise ekonomik özgürlüğü, sosyal adaleti ve çevre
sorumluluğunu gerçekleştirmektir.
·
Ekonomik özgürlüğün, ancak, bireylerin ekonomik
girişim serbestliğine sahip olmaları ve ülkede tam bir pazar ekonomisinin
kurulması ile sağlanabileceği açıklıkla kabul edilmelidir.
·
Devlet, dengeli ekonomik gelişmeyi, ulusal gelirin
adil dağılımını, sosyal adaleti ve istihdamı geliştirmeyi ekonomik alandaki
ödevlerinin en önde gelenleri olarak kabul etmelidir.
·
Devlet, çevrenin korunması sorumluluğunu yerine
getirmelidir. Bu amaçla, devlet, çevreyi koruma ve geliştirme çabalarını
yoğunlaştırmalı, vatandaşların çevre konusunda bilgilendirilmesini, zararlı
çevresel etkilerin halka açıklanmasını, çevre konusundaki toplum bilincinin
geliştirilmesini, toplumun bu yolda eğitilmesini, temiz ve az atıklı
teknolojilerin geliştirilmesini ve bu yoldaki yasal ve yönetsel düzenlemelerin
iyileştirilmesini ve geliştirilmesini sağlamalıdır.
·
Devlet, ırkçı ve etnik nefretle, yabancı
düşmanlığıyla, ayrımcılıkla ve dini ve ideolojik gerekçelere dayanan zulümle
mücadele etmek zorunluluğunda olmalıdır.
·
Çağdaş devlet, hükümet dışı kuruluşların, gönüllü
örgütlerin karar alma sürecine katkıda bulunma düzeylerinin artırılmasını
sağlamak zorunda olmalıdır.
Yukarıda belirtilen ve
çağdaş devletin temel ilkelerini belirleyen bu temel normlar yanında çağdaş
devletin uluslararası ilişkilerdeki temel davranış normları da ‘Helsinki Nihai
Belgesi’nde yer almaktadır. ‘Helsinki Nihai Belgesi’ esas itibarıyla on temel
ilkeye dayalıdır. Ancak, Belge’ye eklenen ‘ek ilkeler’ de temel normların
belirlenmesi açısından büyük bir önem taşımaktadır.
‘Helsinki Nihai Senedi’nde yer alan on temel ilkenin ve ek ilkelerin
çözümlenmesinden ortaya çıkan temel normlar aşağıda belirtilmiştir:
·
Çağdaş devletler arasındaki ilişkilerde egemen
eşitlik ve egemenliğin özündeki haklara saygı ilkesi esas olacaktır. Egemen
eşitlik kavramı devletin hukuksal eşitliği, toprak bütünlüğü, ulusun özgürlüğü
ve siyasal bağımsızlığı kavramlarını içerir.
·
Tehdide veya kuvvet kullanmaya başvurmama çağdaş
devletin temel ilkesidir.
·
Çağdaş devlet, başka devletlerin sınırlarını
dokunulmaz sayar ve bu sınırlara saldırıda bulunmaktan kaçınır.
·
Devletlerin ülke bütünlüğüne saygı göstermek
çağdaş devletin önde gelen özelliklerindendir.
·
Anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü
karşılıklı ilişkilerde esastır.
·
Çağdaş devlet, bir başka devletin gerek içişlerine
ve gerekse dışişlerine karışmaktan kaçınan devlettir. Çağdaş devletin temel
özelliği ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı gözetmeksizin herkesin düşünce,
vicdan, din ve inanç özgürlüklerini de kapsamak üzere, insan haklarına ve temel
özgürlüklerine saygı göstermektir. Bu haklar insan kişiliğinin özündeki onurdan
doğar. Çağdaş devlet, kişinin özgür ve tam gelişmesi için zorunlu bulunan,
yurttaşlık hak ve özgürlükleriyle, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hak ve
özgürlüklerinin gelişmesini geliştiren ve destekleyen devlettir.
·
Çağdaş devlet, uluslararası ortamda, halkların
haklarının eşitliğine ve kaderlerini kendilerinin saptama hakkına saygı
gösteren devlettir.
·
Çağdaş devlet, Birleşmiş Milletler anlaşması
çerçevesinde, devletler arasında işbirliğini geliştirmeye çalışan ve katkıda
bulunan devlettir.
·
Çağdaş devlet, devletler hukuku ya da uluslararası
anlaşmalar uyarınca üzerine aldığı yükümlülükleri iyiniyetle yerine getiren
devlettir.
·
Çağdaş devlet, başka devletlere güven getirici
önlemlere ve güvenlik ve silahsızlanma ile ilgili düzenlemelere uyan devlettir.
Bu bağlamda, çağdaş devlet, büyük çaptaki manevralarını önceden ilgili
devletlere duyuru konusu yapar, gözlemci değişimi yapılmasını önerir, büyük
çaptaki askeri kuvvet kaydırmalarından önce ilgili devletlere bilgi verir ve
güven artırıcı öteki önlemlere uymayı kabul eder.
·
Çağdaş devlet, uluslararası alanda ticari
değişimlere önem veren ve geliştiren devlettir. Bu bağlamda, bireyler ve
kurumlar arasında iş temaslarını kolaylaştırır, ekonomik ve ticari bilgi
dolaşımını sağlar ve pazarlama etkinliklerinin geliştirilmesine yardımcı olur.
·
Çağdaş devlet, uluslararası alanda endüstriyel
işbirliğini sağlar ve ortak çıkarlı projelere destek verir. Bu bağlamda,
standartların uyumlu kılınması için çaba gösterir, hakemlik kurumunun
gelişmesine yardımcı olur ve belirli konularda ikili düzenlemeler yapılması ile
ilgili koşulları kolaylaştırır.
·
Çağdaş devlet, uluslararası alanda bilimsel ve
teknolojik işbirliğini geliştirme olanaklarını araştırır, işbirliği yapılması
olanağı olan alanları saptar ve çeşitli yol ve yöntemlerle bu işbirliğinin
gelişmesini sağlar.
·
Çağdaş devlet, çevrenin korunmasının bugünkü ve
gelecek kuşakların çıkarına olduğuna inanarak çevre konusunda uluslararası
alanda işbirliği yapar ve bu yoldaki çabaları destekler.
·
Çağdaş devlet, uluslararası alanda ulaştırmanın
geliştirilmesi, turizmin geliştirilmesi, göçmen işgücünün ekonomik ve sosyal
sorunlarının çözümlenmesi ve ekonomik kalkınmanın desteklenmesi ve
kolaylaştırılması amaçlarıyla uluslararası alanda işbirliği yapar.
·
Çağdaş devlet, kişiler arasında aile bağlarına
dayalı temasları ve düzenli buluşmaları, ailelerin birleştirilmesini, çeşitli
devletlerin vatandaşları arasında evlenmeleri, kişisel ya da mesleksel
gezilerin kolaylaştırılmasını, tek başına ya da topluca yapılacak turizm
etkinlikleri için koşulların iyileştirilmesini, gençler arasında temasları ve
sportif ilişkileri de kapsayacak şekilde insancıl amaçlı uluslararası işbirliği
çalışmalarını destekler.
·
Çağdaş devlet, yazılı ve sözlü bilgi yayımının
herkese açık tutulması ve bilgi alışverişinin geliştirilmesi ilkelerine bağlı
olarak bilgileşim alanında uluslararası işbirliğini ve gazetecilerin çalışma
koşullarının iyileştirilmesi görüşünü destekler ve bu yolda yapılacak
çalışmalara katkıda bulunur.
·
Çağdaş devlet, kültür alanında uluslararası
ilişkilerin geliştirilmesini, ulusların ve bireylerin birbirlerini daha iyi
tanımalarını, bu amaçla kültürel alışveriş ve yayımda bulunmalarını, kültürel
yapıtların tam olarak tüm insanlara açık tutulmasını, bu amaçlara yönelik
olarak yapılacak temasların ve işbirliğinin desteklenmesini, bununla ilgili
olarak işbirliği alanlarının ve olanaklarının artırılmasını ve ulusal
azınlıklar ve bölge kültürlerinin tanıtılmasını benimseyen ve destekleyen
çalışmalarda bulunur.
·
Çağdaş devlet, eğitim alanında işbirliği ve
değişim yapan, bu alandaki uluslararası ilişkilerini genişleten, kendi bilim
kuruluşlarını öteki ülke yurttaşlarına açık tutan ve bu alanda değişimde
bulunan, bilimsel işbirliği ve değişim çalışmalarını destekleyen, yabancı
diller ve uygarlıklarla ilgili inceleme ve öğrenme çalışmalarına katkıda
bulunan, öğretim yöntemlerinin geliştirilmesi konusunda uluslararası
işbirliğinde bulunan ve ulusal azınlıkların veya bölge kültürlerinin eğitim ve
bilim alanındaki etkinliklerini kolaylaştıran devlet olmak durumundadır.
1993 tarihli Kopenhag Ölçütleri ise Avrupa
Birliği’ne aday ülkelerin taşımaları gereken temel nitelikleri belirlemektedir.
Bu açıdan çağdaş devleti belirleyen en önemli normlar olmak anlamına
gelmektedir. Bu çerçevede, AB’nin,
genişleme için üyeliğe aday olan ülkelerde aradığı koşullar anlamına gelen
“Kopenhag Ölçütleri”, “siyasal
ölçütler”, “ekonomik ölçütler”, “üyeliğin gerekleri” ve “yönetsel kapasite” olmak üzere dört
ana bölümden oluşmaktadır. Bunlar aşağıda sıralanmıştır:
Siyasal ölçütler
·
Demokrasiyi, hukuk devletini, insan haklarını ve
azınlıkların korunmasını güvence altına alan kurumsal kararlılığın varlığı
·
Birlik içinde piyasa güçlerine ve rekabetin
yaratacağı baskılara karşı koyabilecek kapasiteye sahip işlevsel piyasa
ekonomisinin varlığı
·
Siyasal, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak
üzere üyeliğin gereklerini yerine getirebilme yeteneklerinin varlığı
Ekonomik ölçütler
·
Piyasa güçlerinin serbest çalışması tarafından
ortaya çıkan arz ve talep arasındaki dengenin varlığı
·
Liberal fiyat sisteminin oluşması
·
Piyasaya giriş ve çıkışlar konusundaki engellerin
yokluğu
·
Mülkiyet hakkının düzenlenmesi de dahil olmak
üzere yerleşik hukuk sisteminin varlığı; yasaların ve sözleşmelerin
uygulanabilirliği
·
Fiyatların kararlılığı ve sürdürülebilir kamu
finansmanı ve dış borçlar da dahil olmak üzere, makro-ekonomik kararlılığın
gerçekleştirilmiş olması
·
Ekonomik politika konusunda geniş bir fikir
birlikteliğinin varlığı
·
Birikimleri yatırıma yönlendirebilecek kadar
gelişmiş finans sektörünün varlığı
Üyelik yükümlülükleri
·
Sınırları olmayan iç piyasanın varlığı
·
Tam rekabetin varlığı
·
Siyasal, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak
üzere Avrupa Birliği Sözleşmesi’nde yer alan tüm hedeflerin kabul edilmesi
·
Ortak dış ve iç güvenlik politikalarının kabul
edilmesi
·
Bilgi toplumu, eğitim, öğretim ve gençlik
programlarında yenilikler, araştırma ve teknoloji geliştirme programlarının
varlığı
·
Sektörel politikalarla uyumun sağlanması:
endüstri, tarım, enerji, su ürünleri, ulaşım, küçük ve orta ölçekli girişimler
·
İstihdam politikaları arasında uyum ve
bölgesel/toplumsal uyumun sağlanması
·
Çevre politikalarının uyumlaştırılması
·
Tüketicinin korunması
·
Yargı ve iç güvenlik politikalarının uyumlaştırılması
·
Dış ilişkilerde uyum: dış ticaret, uluslararası
ekonomik ilişkiler, gümrük
Yönetsel Kapasite
·
Yönetsel yapıların uygunluk ve kabul edilebilirlik
düzeyi
·
Yönetsel kapasitenin uyum düzeyinin yeterliliği
·
Yargısal kapasitenin uyum düzeyinin yeterliliği
Avrupa Birliği, aday
ülkelerin Birliğe uyumlarını kolaylaştırmak üzere, öncelikle Polonya ve
Macaristan’da uygulanmak üzere hazırlanan ekonomik
bütünleşmenin kolaylaştırılması programını (PHARE) tüm aday ülkelere yaygınlaştırma kararı almıştır.
Öte yandan, AB’ne üye olmak isteyen ülkelerin hukuk devleti ilkesini
benimsemekle kalmamaları ve bu ilkeyi günlük
yaşamın ayrılmaz bir parçası durumuna getirmeleri beklenmektedir. Bu
gereklilik iyi işleyen bir yargı sistemi
gibi bazı kurumsal yapıların varlıklarının ve sürekliliklerinin güvence altına
alınmasını zorunlu kılmaktadır. Hukuk
devleti ilkesinin yasama, yürütme ve yargı organlarında egemen kılınması ve
yolsuzluklarla ve rüşvetle mücadele edilmesi de siyasal öçütler arasında
yer almaktadır.
İnsan haklarına saygı AB için bir ön koşuldur. Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
yetkilerinin kabul edilmesi ve anlatım
ve basın özgürlüklerinin güvence altına alınması gerekmektedir.
AB tarafından kabul
edilen “Ulusal Azınlıkların Korunması
Çerçeve Anlaşması” ise ulusal
azınlıkların medeni, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel nitelikli her
türlü haklarının korunmasını ve güvence altına alınmasını öngörmektedir.
Kopenhag ölçütleri
arasında yer alan en az düzeydeki ekonomik rekabet koşulunun gerçekleşmiş
sayılması için aşağıdaki unsurlara bakılacaktır:
·
Ekonomik unsurların kararlı ve önceden
kestirilebilir bir ortam içinde karar almalarına olanak verecek düzeyde makro-ekonomik kararlılığın varlığı
·
Enerji, ulaşım ve telekomünikasyon da dahil olmak
üzere yeterli düzeyde insan ve fiziksel
sermayenin, eğitim ve araştırma çalışmalarının varlığı
·
Rekabetin yönlendirilmesine olanak verecek ticaret politikası, rekabet politikası,
devlet yardımları ve küçük ve orta ölçekli girişimler için destekleme
politikasının varlığı
·
Üye ülkelerle yapılmakta olan ticaretin hacmi ve niteliği
·
Küçük
şirketlerin ekonomi içindeki payı
Bu bağlamda, AB’ye yeni
giren ülkelerin AB para birimi EURO’ya
geçiş için gerekli hazırlıkları yapmayı kabul etmeleri gerekmektedir.
Bunlar arasında, merkez bankasının
bağımsızlığı, ekonomik politikaların eşgüdümü, Sözleşme’nin ekonomik kararlılık
ve büyüme ile ilgili maddelerinin kabul edilmesi, tüm kamu sektörü açıklarının
merkez bankası tarafından finanse edilmesi ve sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi,
para değişim kurumları ile daha etkili işbirliği yapılması ve paranın
dalgalanmaya bırakılmaktan sakınılması ekonomik ölçütler arasında yer
almaktadır.
Ayrıca, AB mevzuatının yalnızca iç hukuk kuralları
olarak kabul edilmemesi aynı zamanda bu kuralların uygulanır ve yürütülür
kılınması da gerekmektedir. Bu zorunluluk, yeni yönetsel kurumların kurulmasını ve mevcut kamu yöneticilerinin
uygun şekillerde eğitilmesini, yargı sisteminde düzeltim yapılmasını ve yargı
mensuplarının Topluluk Hukuku konularında eğitilmelerini de öngörmektedir.
Çağdaş devlet normunun yorumlanmasında ele
alınabilecek belgelerden biri de Avrupa
Birliği Temel Haklar Şartı Taslağı’dır.
Bu belge, Avrupa Birliği’nin yakın gelecekte sahip olacağı yeni normları
belirlemesi açısından önem taşımaktadır. Temel Haklar Şartı’nda yer alan
unsurlar aşağıda sıralanmıştır:
·
İnsan onuru
çiğnenemez. İnsan onuruna saygı duyulmalı ve korunmalıdır.
·
Herkesin
yaşama hakkı vardır.
·
Hiç kimse
ölüm cezasına çarptırılamaz ve idam edilemez.
·
Herkes
fiziksel ve zihinsel bütünlüğüne saygı duyulmasını isteme hakkına sahiptir.
·
Hiç kimse
işkenceye, insanlığa aykırı ve aşağılayıcı işleme ve cezaya tabi tutulamaz.
·
Esirlik ve
angarya yasaktır.
·
Herkesin
özgürlük ve kişisel güvenlik hakkı vardır.
·
Herkesin özel
ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesini isteme hakkı
vardır.
·
Herkes
kişisel bilgilerinin korunmasını isteme hakkına sahiptir.
·
Herkesin
evlenme ve aile kurma hakkı vardır.
·
Herkes
düşünce, inanç ve din özgürlüğüne sahiptir.
·
Herkes
düşüncesini açıklama ve haber alma hakkına sahiptir.
·
Herkes
toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir.
·
Sanat ve
bilimsel araştırma her türlü engellemeden uzak tutulmalıdır.
·
Herkesin
eğitim görme hakkı vardır.
·
Herkesin
çalışma ve meslek edinme hakkı vardır.
·
Herkesin iş
kurma hakkı vardır.
·
Herkesin
mülkiyet hakkı vardır.
·
İltica hakkı
güvence altına alınmalıdır.
·
İnsanların
toplu halde başka ülkelere zorla gönderilmesi ve yaşamlarının risk altında
olacağı ülkelere zorla gönderilmesi yasaktır.
·
Herkes kanun
önünde eşittir.
·
İnsanlar
arasında cinsiyet, ırk, renk, etnik ve toplumsal orijin, genetik özellikler,
dil, din ve inanç, siyasal ya da her çeşit düşünce, ulusal bir azınlığa üye
olma, mülkiyet, doğum, sakatlık, yaş ya da cinsel tercihleri bakımından ayrım
yapılamaz.
·
Avrupa
Birliği, kültürel, dinsel ve dil çeşitliliğine saygılı olacaktır.
·
Erkek ve
kadın eşittir.
·
Çocuk hakları
tanınmalı ve korunmalıdır.
·
Yaşlıların
hakları tanınmalı ve korunmalıdır.
·
Birlik,
fiziksel ve zihinsel engellilerin yaşamlarının güvence altına alınmasını isteme
haklarına saygılı olacaktır.
·
Çalışanların
bilgi alma hakkı vardır ve iş yaşamı ile ilgili konularda çalışanlara
danışılmalıdır.
·
Çalışanların
toplu pazarlık ve eylem hakkı vardır.
·
Herkesin işe
yerleştirme servislerinden yardım isteme hakkı vardır.
·
Çalışanlar
haksız işten çıkarma girişimlerine karşı korunmalıdır.
·
Çalışanlar
eşit ve güvenli çalışma koşullarına sahip olma hakkına sahiptir.
·
Çocukların
istihdamı yasaktır.
·
Genç işçilere
yaşlarına uygun çalışma ortamları sağlanması zorunludur.
·
Aile
hukuksal, ekonomik ve toplumsal bakımlardan korunmalıdır.
·
Birlik,
kişilerin sosyal güvenlik ve sosyal yardım haklarını güvence altına alacaktır.
·
Herkesin
koruyucu ve tedavi edici sağlık kurumlardan yararlanma ve yardım isteme hakkı
vardır.
·
Birlik,
bireylerin genel ekonomik çıkarlarla ilgili servislerden yardım görmelerini
güvence altına alacaktır.
·
Çevrenin
koruması ve çevresel kalitenin yükseltilmesi hedefi Birlik politikaları ile en
üst düzeyde bütünleştirilecektir.
·
Tüketici
korunacaktır.
·
Herkesin
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde oy
verme ve aday olma hakkı vardır.
·
Herkesin
belediye seçimlerinde oy verme ve aday olma hakkı vardır.
·
Herkesin,
Avrupa Birliği kurum ve kuruluşlarından tarafsız, adil ve makul bir süre içinde işlerinin
çözümlenmesini isteme hakkı vardır.
·
Herkesin
bilgi edinme ve resmi belgelere ulaşma hakkı vardır.
·
Herkesin
ombudsmana başvurma hakkı vardır.
·
Herkesin
dilekçe verme hakkı vardır.
·
Herkes
seyahat etme ve dilediği yerde yerleşme hakkına sahiptir.
·
Birliğin tüm
vatandaşları, temsilcilerinin bulunmadığı ülkelerde diplomatik ve konsolosluk
hizmetleri bakımından korunma hakkına sahiptir.
·
Hak ve
özgürlükleri çiğnenen herkes etkili karşılık görme ve adil yargılanma hakkına
sahiptir.
·
Herkes
suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuz varsayılacak ve savunma hakkına sahip
olacaktır.
·
Hiç kimse
işlendiği zaman yürürlükte olan yasaların öngördüğünden daha fazla cezaya
çarptırılamaz.
·
Hiç kimse bir
suçtan ötürü iki kez yargılanamaz ve cezalandırılamaz.
Kopenhag Siyasal Ölçütleri Karşısında Türkiye’nin
Durumu
AB tarafından
Türkiye’nin adaylığı ile ilgili olarak hazırlanan ilk değerlendirme raporunda,
Anasözleşme’de, Amsterdam Anlaşması’nda ve Maastricht Anlaşması’nda azınlıklarla ilgili olarak bir tanımın yer
almadığı ve azınlıklara siyasal özerklik verilmesi gibi bir koşul bulunmadığı
belirtilerek Kürt sorununun AB ile bütünleşme konusunda Türkiye için bir sorun
yaratmayacağı belirtilmektedir.
Raporda, buna karşılık,
sorun yaratması beklenen alanların anlatım
özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, işkencenin sistematik bir konumda olması,
yargıda düzeltim yapılamaması, Milli Güvenlik Kurulu’nun sivil yaşamda oynadığı
rolün içeriksel özellikleri ve çevre yönetiminin içinde bulunduğu koşullar
olduğu belirtilmektedir.
Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve
Maastricht Anlaşması
Çağdaş devlet normlarını
yaratmaya çalışırken, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki
ilişkilerin sahip olması gereken normların ele alınmaması önemli bir eksiklik
yaratacaktır. Oysa, bu alanda oldukça etkili sonuç üretebilecek normlara sahip
olmak gerekmektedir. Bir yandan yerel yönetimlerin demokratik davranış
eğitiminin başlangıcı ve beşiği olarak görülmesi ve bir yandan da giderek artan
siyasal tanınma ihtiyacı içindeki yerel topluluklar ve yerel yöneticiler
merkezle alan arasındaki ilişkilerde yeni bir statü belirlenmesini
istemektedirler.
Bu alanda iki önemli
belge dikkatle ele alınması gereken normlar getirmektedir. Bu belgeler, ‘Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ ile
Avrupa Birliği’nin oluşmasına olanak veren ‘Maastricht
Anlaşması’dır.
‘Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ Türkiye tarafından 1988
yılında, bazı çekincelerle, imzalanmış ve 1991 yılında ise yasama organı
tarafından onaylanmıştır. Bu Şart’da yer alan temel ilkeler aşağıda
belirtilmiştir:
·
Yerel yönetimler, sınırları yasa ile belirlenmek
üzere, kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünü düzenlemek ve yönetmek hakkına
sahiptir. Yerel yönetim hakkı doğrudan, eşit ve genel oya dayalı serbest
seçimle iş başına gelecek organlar eliyle kullanılacaktır.
·
Yerel yönetimlerin statüsü Anayasa veya yasa ile
belirlenecektir. Yerel yönetimler, başka yönetimlere verilmeyen ve kendilerine
bırakılan alanlarda yetkilerini tam ve eksiksiz olarak kullanacaklardır. Yerel
yönetimlerin yetkileri, yasa ile getirilen sınırlamalar hariç olmak üzere, hiç
bir merkezi ya da bölgesel organ tarafından sınırlanamayacaktır. Kamu
sorumluluğu veya hizmeti, ilke olarak, vatandaşa en yakın kamu otoritesi
tarafından yerine getirilecektir. Yerel yönetimlerle ilgili olarak yapılacak her
türlü düzenlemede yerel yönetimlerin görüşlerine önceden başvurulacaktır.
·
Yerel yönetim sınırlarında, referandum da dahil
olmak üzere, yerel topluluğun görüşlerine başvurulmadan herhangi bir değişiklik
yapılmayacaktır.
·
Yerel yönetimler kendi iç örgütlenme düzenlerini
istedikleri gibi oluşturabileceklerdir. Yerel yönetimlerin personel istihdam
etme rejimleri ehliyet ve liyakat ilkelerinin uygulanmasına ve yüksek kaliteli
personel çalıştırılmasına olanak verecek şekilde düzenlenecektir.
·
Yerel yönetimlerin seçilmiş organları görevlerini
özgürce yerine getirebileceklerdir. Bu koşullar, ücretleri ve öteki sosyal
hakları da içerecektir. Seçilmiş organların yapması uygun görülmeyen işlev ve
etkinlikler yasa ile belirlenecektir.
·
Yerel yönetimler üzerindeki denetim ancak yasa ile
belirlenen koşul ve süreçlere ugun olarak gerçekleştirilecektir. Yapılacak
denetim ise yasaya ya da Anayasa’ya uygunluk düzeyinin saptanması ile sınırlı
olacaktır. Denetimin ölçüsü korunmak istenen çıkarın önemi ile orantılı
olacaktır.
·
Yerel yönetimler, kendilerine verilen yetkiler
çerçevesinde özgürce kullanmak üzere kendi öz gelir kaynaklarına sahip
olacaklardır. Bu gelir kaynakları kendilerine verilen görevlerin yerine
getirilmesine olanak verecek düzeyde olacaktır. Gelirlerin en azından belirli
bir kesimi, oranları kendilerince belirlenmek üzere, yerel vergi ve harçlardan
oluşacaktır. Gelir düzeyleri eşit olmayan yerel yönetimler için gelir
eşitliğinin sağlanmasına yönelik önlemler alınacak, ancak, bu önlemler yerel
yönetimlerin yetkilerinde bir azalmaya yol açmayacaktır. Yerel yönetimlere
verilecek olan bağışlar spesifik projelere bağlanmayacaktır. Bağış sistemi,
yerel yönetimlerin kendi alanlarında politika geliştirme yolundaki temel
özgürlüklerini ortadan kaldıracak şekilde kullanılmayacaktır. Yerel yönetimler
sermaye yatırımlarının finansmanı amacıyla, sınırları yasa ile belirlenecek
şekilde, ulusal sermaye borsasına girme hakkına sahip olacaklardır.
·
Yerel yönetimler, ortak gereksinimlerini
karşılamak üzere birlikler kurabileceklerdir. Bu çerçevede yerel yönetimler
öteki devletlerle, sınırları yasa ile belirlenecek şekilde, ilişki kurmak
hakkına sahip olacaklardır.
·
Yerel yönetimler, Anayasa’da ya da yasalarda
öngörülen yerel kendi kendini yönetim ilkelerine duyulması gereken saygıyı ve
kendilerine verilen yetkileri özgürce kullanabilmelerini güvence altına almak
üzere yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır.
Merkezi yönetim ile
yerel yönetimler arasındaki ilişkiyi belirleyen bir başka norm da ‘Maastricht Anlaşması’nda (madde 3 b ve
madde A) yer almaktadır. “Hizmette
yerellik” (subsidiarity) olarak
belirlenen bu ilke kamu hizmetlerine ilişkin kararların vatandaşa en yakın
yönetim biriminde alınmasını öngörmektedir. Buna göre, kamu hizmetlerinin
merkezi yönetim ile yerel yönetimler ve hatta yerel yönetim birimleri arasında
paylaşımında temel ölçüt hizmete ilişkin kararın hizmetten yararlanacak
vatandaşa en yakın yönetim birimi tarafından verilebilmesi olacaktır.
Minimal Devlet, Yeni Sağ ve Hayek
Çağdaş devlet normlarından söz ederken yukarıdaki
başlıkta yer alan üç temel kavrama değinmemek sorunun yeterince ele
alınmamasıyla sonuçlanabilir.
“Yeni sağ” olarak da
bilinen ve “Friedman-Thatcher-Reagan okulu”nun uzantısı ve sonucu olarak ortaya
çıkan “minimal” devlet anlayışı bu bağlamda üzerinde durulması gereken önemli
bir yorumlama biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. [36]
Bu anlayış biçimine
göre, devlet örgütü kamu hizmetleri ve
işlevleri açısından en az
büyüklük ölçüsünde olmalı ve esas olarak dış güvenlik, iç güvenlik, vergi
yönetimi ve dış politikanın yönetiminden sorumlu olmalıdır. Bunların dışında
kalan kamu hizmetleri ve işlevleri özel sektöre ve piyasa güçlerine bırakılmalı
ya da en azından merkezi hükümetten alınarak yerel yönetimlere veya merkezi
hükümetin taşra temsilcilerine bırakılmalıdır.
Bu anlayış sahipleri
ancak bu yolla çok önemli iki unsurun güvence altına alınabileceğini
belirtmektedirler: bireysel hak ve özgürlükler ve verimli işleyen bir devlet
yönetimi. Yeni sağ anlayışının doğal sonucu özelleştirme çalışmalarının
genişlemesi ve monetarist devlet yönetimi anlayışlarının temel yönetim ilkesi
konumuna gelmesidir.
Bu konuda daha ilginç söylemler geliştiren ise
Friedrich A. Hayek olmuştur. Aslında, Friedman okulunun bir devamı olan Hayek,
Friedman okulunun piyasanın üstün gücü, rekabetin tam ve mutlak egemenliği,
bireysel hak ve özgürlüklerin ve bu özgürlüklerle devlet arasındaki ilişkilerin
yeniden kavramlaştırılması ve düzenlenmesi konularında Friedman anlayışının çok
ötesine geçmektedir. Buna karşılık Hayek, devletin işlevlerini sorgularken “minimal” devlet yerine “özel sektörün yapmayacağı, yapmak
istemeyeceği ya da yapmasının doğru olmayacağı” hizmetleri gören bir devlet
anlayışını savunmaktadır. [37]
Çağdaş devlet normu
tartışmalarında bu gelişmelerin de dikkate alınması gerekmektedir.
Değerlendirme ve Sonuç
Buraya kadar yapılan açıklamalarla yeni bir
yüzyıla girerken artık aralarındaki siyasal sınırları sorgulamaya başlamış ve
elektronik ve enformatikte meydana gelen çarpıcı ilerlemeler nedeniyle zaman ve
uzaklık kavramlarını göreli bir duruma dönüştürmüş olan dünyamıza egemen olan
çağdaş devlet normlarının neler olduğu açıklıkla belirlenmiş ve saptanmış
bulunmaktadır. Ancak, söz konusu normların daha iyi anlaşılabilmeleri ve
yorumlanabilmeleri için değişen devlet anlayışlarına kısaca bir göz atmak
gerekmektedir.
Birçok bilim adamının da
belirttiği üzere, artık içtenlikle inanılmaktadır ki, devlet yönetiminde
kurtuluşa giden yol toplumdan ve toplumsal çözümlerden geçmemektedir.
Önümüzdeki yüzyılda devlet yönetiminde esas endişe alanı verimlilik, etkililik
ve başarım (performans) kavramları
olacaktır. Bu üç kavram devlet yönetiminde en önde gelen unsurlar olarak ortaya
çıkacak ve yönetim iklimini belirleyen temel unsurlar olacaktır.
Bu bağlamda, devletin
işlevsel sınırları önemli ölçüde değişecek ve yeni çoğulculuk anlayışı
apolitik, başarım odaklı, tek göreve yönelik kuruluşlar çerçevesinde
oluşacaktır. Bu gelişmenin doğal sonucu olarak gücü herşeye yeten ve herşeyi
yapmaya çalışan devletten, özel sektörün ve piyasa süreçlerinin toplumsal
hizmet üretiminde daha fazla rol, işlev, yetki ve sorumluluk aldığı bir sisteme
geçilecektir. Bu geçişin ana nedeni ise devlet programlarının ve
uygulamalarının uğradığı başarısızlıklar ile vergilendirme ve borçlanma yoluyla
elde edilebileceklerin sınırına gelinmesi olacaktır.
Yeni yüzyılda,
ekonomikliğe ve başarım hedeflerinin gerçekleştirilmesine dayalı bir verimlilik
anlayışı gelişecek, yararlı olmaktan çıkan her türlü etkinlik durdurulacak ve
yalnızca amacına ulaşan etkinliklerin devamına izin verilecektir.
Devlet çalışmaları
siyasal bir amaca hizmet eder olmaktan uzaklaştırılacaktır. Devletin dayandığı
varsayımlar bürokraside politizasyonu önleyecek şekilde değiştirilecektir. Kamu
hizmeti moral ve etik bir olgu olmanın yanında, aynı zamanda, ekonomik ve akçal
bir olgu olma konumuna gelecektir.
Önümüzdeki yüzyıla
damgasını vurması gereken kavramlardan biri de kamu hizmetini ve kamu
yönetimini çevreleyen ve bu kavramlara nitelik ve içerik kazandıran dış çevre
etmenlerinin kamu yönetiminin temel niteliklerini belirleyici olabilme yetenek
ve güçlerinin çok daha fazla önem kazanması olacaktır.
Bu dış etmenlerin
başında ise ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar ile ulusal ekonominin
yönetim biçimi gelmektedir. Bu
bağlamda, her şeyden önce devletin gelir yaratma yeteneklerinin sınırlı olduğu
gerçeğinin anlaşılması ve devletin çok yüksek olan vergi oranları nedeniyle
(kaçakların kapatılması yolu hariç olmak üzere) vergi toplamanın sınırına ve
çok fazla artmış olan iç borç ve faiz yükü nedeniyle de iç borçlanmanın en üst
sınırına gelmiş olduğu gerçeklerinin açıklıkla ortaya çıkması gerekmektedir.
Öte yandan, enflasyonist
bir baskı ile sonuçlanacak bu politikalar sonunda orta sınıfın giderek
fakirleşmesine ve erimesine yol açılacak ve verimlilik ilkesi de tam anlamıyla
bir tehlike içine düşecektir. Bu bağlamda, daha fazla vergi toplamaya çalışmak,
yol açabileceği toplumsal ve ekonomik yan etkiler nedeniyle, önemli ölçüde
toplumsal ve siyasal huzursuzluklara ve tepkilere kaynaklık edebilecektir.
Bütün bu olumsuz
gelişmeler bir yandan, ekonomik durgunluk içinde yüksek enflasyon anlamına
gelen stagflasyona yol açarken öte yandan monetarist yaklaşımlara dayalı “maliye devleti” kavramının son
bulmasına ve yeni bir devlet anlayışının ortaya çıkmasına da neden
olabilecektir.
Bu nedenlerle, kamu
hizmetlerinin finansmanında çok önemli darboğazlar oluşacak ve bu darboğazlar
bir yandan kamu hizmeti kavramının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılarken öte
yandan verimli ve ekonomik yönetim koşullarının sağlanmasına neden olacaktır.
Bu durum ‘çağdaş yönetim bilimi ilkeleri’nden
daha fazla yararlanılmasını gerektirecek ve ‘süreç
ağırlıklı kurumsal gelişme kuramına’ dayalı modern yönetim bilimi ilke,
yöntem ve tekniklerinin Türk devlet yönetimi içine girmesini zorunlu
kılacaktır.
Teknolojik alanda
görülen değişme ve gelişmeler, bilgi toplumu olma yolundaki ilerlemeler ve
bilgisayar teknolojisinin gelişmesi ve ucuzlaması bu yöndeki eğilimleri
destekleyen unsurlar olarak ortaya çıkacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin ve Türk demokrasisinin çağdaşlaştırılması ve geliştirilmesi çalışmalarında bu ilerlemeler, yenilikler,
eğilimler ve normlar gözönünde tutulmalıdır.
Temel
Çözüm Önerileri
Yirmibirinci
yüzyıl çağdaş devletinin önde gelen iki temel normu siyasal rejimin katılımcı bir demokrasi anlayışına
dayalı olması ve bireyi esas alan
liberal bir siyasal felsefeyi benimsemesidir.
Bu
bağlamda, bireyler, temel hak ve özgürlükleri açısından hem kendilerine ve hem de devlete karşı tam bir güven duygusu içinde olmalı
ve devlet de her türlü kuşkudan
kendisini uzak tutarak bireylerine karşı güven duymalıdır.
Demokrasinin
yeniden yapılandırılmasında temel hedef,
gerek devlet sistemimizin içinde bulunduğu koşulların ve gerekse demokratik
düzenimizin sahip olduğu özelliklerin dikkatli
bir şekilde gözden geçirilmesi ve yukarıda belirtilen şekliyle birey ile devlet arasında karşılıklı güven
duygusuna dayalı bir ortamın oluşturulması olmalıdır.
Devletin yeniden yapılandırılmasında temel hedef,
verimlilik düzeyinin artırılmasını amaçlayan; başarım-odaklı; amaca ve hedefe
yönelik; sorumluluk yönetimi ilkesini yaşama geçiren ve yeni kamu yönetimi (public management ya da new public management) [38] anlayışı ile toplam kalite yönetimi anlayışını
esas alan bir yapısal değişimin gerçekleştirilmesi olarak
saptanmalıdır.
Yirmibirinci
yüzyılda, gelişmiş veya gelişmekte olan tüm dünya ülkelerinin ulaşmayı
planlayacağı en önemli hedef bu olacaktır. Zira, bu hedef, dünyanın bugün
aramakta olduğu düzeni büyük çapta anlatmaktadır.
Dünyanın
yirmibirinci yüzyıla girerken aradığı düzen
demokrasi içinde zenginliktir. Bu düzenin iki temel özelliği vardır:
daha çok özgürlük ve daha çok gönenç.
Dünya
ülkeleri, artık, bugüne kadar gelişmiş olan şekliyle klasik demokratik rejimi
yeterli görmemektedir. Evrensel olarak bilinen biçimi ile klasik demokrasi
anlayışı içinde insan haklarına saygı, serbest ve adil seçim sistemi, hukuk
devleti, laisizm ve cumhuriyet ilkeleri yer alır. Çağdaş demokrasi anlayışı bu
ilkeleri yeterli bulmamakta ve
bunlar arasına yeni sayılabilecek üç görüşü ilave etmek istemektedir. Bu
kavramlar ‘katılımcılık’, ‘uzlaşmacılık’
ve ‘hukukun gerçek üstünlüğüne dayalı
devlet’ anlayışlarıdır. Bir başka anlatımla, bir yandan, demokrasilerde
karar verme sürecine katılan kitlelerin sayısı ve katılma yöntemleri artırılmak
istenirken; bir yandan da, hukuk devleti ilkesinin şekilsel uygunluk koşulları
ile çerçevelenen çatısı yeterli görülmemekte ve içerik yönünden mükemmelliği
arayan hukukun gerçek üstünlüğüne dayalı
bir hukuk devleti ilkesi ön plana çıkmaktadır.
Ülkemiz,
demokratik katılımcılık anlayışından ve hukukun gerçek üstünlüğü ilkelerinden
yoksundur. Bu eksiklikler daha çok Anayasa’nın bu iki temel unsurdan yoksun
olarak hazırlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, Anayasa’da
demokratikleşmeyi sağlayacak köklü değişiklikler yapılması zorunlu
görülmektedir.
Bu
bağlamda, zenginlik ilkesinin gerçekleşebilmesi için devletin sorumluluk
alanının, manevi anlamı ile değil, fakat, yerine getirmek durumunda olduğu iş
ve hizmetleri ile ilgili olarak daraltılması ve özel sektör tarafından yerine
getirilebilecek çalışma alanlarından uzaklaşarak devlet olmanın gerekli kıldığı
asli hizmet alanlarına dönmesi
gerekmektedir.
Bu,
toplumsal zenginliğin bireylerin zenginliği yolu ile elde edilmesi anlamını
taşımaktadır. Devletin görevi, sosyal
adalet ilkesini gözetmek ve adil
gelir dağılımını sağlamak koşuluyla, bireylerinin gönenç düzeyini artırmaktır. [39]
Bu
hedefe ulaşabilmek iki temel koşulun
gerçekleşmesine bağlıdır. Bir yandan devlet temel görevleri olan tüm vatandaşlarına eşitlik ilkesine bağlı kalmalı ve adalet,
savunma, asayiş, eğitim, sağlık ve mali hizmetler sağlayacak görevlerine dönmeli; öte yandan da, özel sektör, gerekli alanlarda büyük
girişimleri gerçekleştirecek boyutlara
ulaşacak şekilde halkın küçük birikimlerini de değerlendirerek uluslararası
rakipleriyle boy ölçüşecek şekilde yapılandırılmalı, küçük ve orta ölçekli işletmelerle bütünleşerek ekonomi içindeki
rol ve sorumluluğunu geliştirmelidir.
Çağdaş
demokrasilerde giderek önem kazanan katılımcılık
ve hukukun üstünlüğüne dayalı hukuk
devleti açısından ülkemizde yapılması gereken pek çok çalışma vardır.
Türkiye’de demokratik katılımcılık henüz yeterli olmaktan uzaktır. Aynı
şekilde, Türkiye bir hukuk devleti olmayı başarmış ancak hukukun üstünlüğüne
dayalı hukuk devletini henüz tüm kurum ve kuralları ile oluşturamamıştır.
Benzer
eleştiriyi liberal ekonomik düzen açısından yapabilmek de olanaklı
görünmektedir. Ülkemizde yürürlükte olan
ekonomik rejim serbest piyasa ekonomisidir. Ancak, ekonominin denetimi büyük
çapta, bireylerin değil, devletin elindedir.
Bilgi çağı dönemine giren ve elektronik
iletişimde büyük ilerlemeler elde eden bir dünya ortamı içinde gelişmelere ayak
uyduramamak ve çağın gereklerinin gerisinde kalmak ülkemiz üzerindeki
baskıların artması anlamına gelecektir. Beklenmesi gereken bu baskıların yol
açacağı olumsuz sonuçlardan zarar görmemek için hem demokrasimizin içeriğini gözden geçirmek ve hem de devletin sahip
olması gereken rol ve niteliklerini yeniden tanımlamak gerekmektedir.
Bu
bağlamda ve yeniden yapılanma çalışmaları çerçevesinde, ulaşılması gereken ana
hedefler aşağıda belirtilmiştir.
·
Etkili bir devlet yapısı ve verimli yönetim
süreçleri oluşturulmalıdır. Bu amaçla ulusal stratejiler, projeler ve eylem
programları yapılmalı ve bu çalışmalarda sorumluluk alacak insan potansiyeli
geliştirilmelidir.
·
Devletin ekonomik yaşam içindeki rolü
sınırlandırılmalıdır. Devlet temel altyapıların tamamlanmasından ve sistemin işlemesini temin edecek makro
düzenlemeler yapmaktan sorumlu olmalıdır.
·
Ekonomiyi serbest piyasa ekonomisinin kuralları
yönlendirmelidir. Bunun için de tam ve serbest rekabet ortamı oluşturulmalı ve
tüketici korunmalıdır. Kurulacak yeni ekonomik sistem hiç kimsenin ve hiç bir
çıkar grubunun denetimine girmeyecek bir özellikte olmalıdır.
·
Devlet, ihtiyacı olan vergiyi almalı, vergi
kaçaklarını önlemeli ve verginin haksız rekabete yol açmasına engel olmalıdır.
Vergide adalet, eşit yük dağılımı ve kararlılık sağlanmalıdır.
·
Devlet kaynaklarının yönetimi, her türlü
yolsuzluğu ve yasa dışı davranışı önleyecek şekilde, katı bir çerçeve
içerisinde sınırlandırılmalıdır.
·
Bütçe denk olmalıdır.
·
Enflasyonun gizli ve adil olmayan bir vergi olduğu
herkes tarafından bilinmeli ve enflasyon mutlaka önlenmeli ya da en azından
kabul edilebilir bir düzeye indirilmelidir.
·
Serbest piyasa ekonomisine gerçek anlamı ile
geçilmeden liberal bir yapı oluşturulmasını öngören siyasal rejim değişikliği
yapılamayacağı kesinlikle kabul edilmelidir.
·
Özelleştirmeye hız verilmelidir.
·
Merkezi yönetim, yetki ve görevlerinin önemli bir
bölümünü yerel yönetimlere devretmelidir.
·
Kırtasiyecilik kesin olarak azaltılmalıdır.
·
Kamu hizmetlerinde nitelik ve nicelik yönünden
gelişme sağlanmalıdır.
·
Yürürlükteki mevzuatın sayısı azaltılmalı ve
içeriği sadeleştirilmelidir.
·
Devletin iç siyasal yapılanması, yalnız şekilsel
olarak bazı kurumların kurulmasıyla tamamlanmış sayılmamalıdır. Bu kurumlar,
kişilerin temel hak ve özgürlüklerine tam ve yeterli cevap verecek bir yapıda
oluşturulmalıdır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda genellikle devlet ve
kurumlar güçlendirilmiştir; artık, bu güçlendirme kişi hak ve özgürlükleri için
yapılmalıdır.
·
Gerek bireyler ve gerekse devlet anlamlı bir öz
disipline yani gerçek bir sorumluluk anlayışına sahip olmalıdır. Aksi takdirde,
çoğulculuk ideali bir anarşiye dönüşebilir. Bir şeyin yalnız yapılması değil,
yapılmaması da öz disiplin dışına çıkmış bir eylem olarak kabul edilmeli ve
sorumluluk nedeni olmalıdır.
·
Devletin ana siyasal işlevi yürütme ve yönetimde
etkinliği, yargıda adaleti ve yasamada eşit ve hakça temsili tam ve süratli
olarak kurmak ve demokrasiyi tam olarak çalıştırmak olarak kabul edilmelidir.
Yukarıda
belirtilen genel hedefler çerçevesinde, “etkin
devlet” kavramını doğru, adil, çabuk
ve zamanında karar alabilen; karar alabilecek bilgi ve ehliyete sahip olan ve
çözüm yolu geliştirme çalışmalarında taktik yerine stratejik araştırmaları
egemen kılan devlet olarak tanımlamak olanaklıdır. [40]
Gözönünde Tutulması Gereken Temel İlkeler
Bu kitabın
hazırlanmasında gözönünde tutulan ve varılan kararlara ve geliştirilen
önerilere esas olan temel, değişmez ve vazgeçilemez ilkeler aşağıda
belirtilmiştir:
·
Türkiye Cumhuriyeti, temel özellikleri
Anayasası’nda belirtildiği üzere, Devleti, ulusu ve ülkesi ile üniter ve
bölünemez bir Devlettir ve öyle kalmalıdır. Anayasa’nın dördüncü maddesinde yer
alan devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu ve yine ikinci maddesinde belirtilen
Cumhuriyetin nitelikleri ile üçüncü maddesinde belirtilen hükümler yeni
düzenlemelerin de temel esin kaynağı ve yol göstericisi olmalıdır.
·
Federalizmin her türü ülkemiz gerçeklerine uygun
düşmeyecek bir yapı olarak kabul edilmelidir.
·
Türkiye Cumhuriyeti için temel siyasal seçenek
parlamenter demokrasidir. Türkiye parlamenter demokrasiye, başkanlık ya da
yarı-başkanlık adı altında bir alternatif aramak durumunda değildir ve
olmamalıdır. Sorunların çözümü yeni siyasal modellerin içinde
aranmamalıdır. Ancak, her sistemin
olduğu gibi, parlamenter demokrasinin de kendi iç dinamikleri kullanılarak ya
da bu dinamikler yeniden oluşturularak daha iyi bir konuma getirilmesi
olanaklıdır. Zira, uzun yılların oluşturduğu toplumsal ve siyasal birikimlere
dayalı olarak gelişen siyasal rejimler yönetenlerin ve karar verenlerin anlık
tercihleriyle köktenci değişimlere konu olamayacak kadar duyarlı ve riskli
yapılardır.
·
Devlet yönetiminde laiklik ilkesinin gereği olarak
dinsel duygular devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmamalıdır.
·
Türk vatandaşları devredilmez ve vazgeçilmez temel
hak ve özgürlüklere sahiptirler.
·
Türk ekonomisinin yönetiminde ve
yönlendirilmesinde kıt ulusal kaynakların planlanması anlayışını reddetmeyen,
toplumsal eşitlik ve adalet ilkelerine ve tam rekabet ilkesine dayalı serbest
piyasa ilkeleri esas alınmalıdır.
Yönetim Düzeltimi (Reformu) ya da Düzeltimin
Yönetimi
Türkiye’de
hem kamu sektörünün ve hem de kamu yönetiminin yeniden yapılandırılmasını ya da
düzeltimini gerektiren şiddetli baskılar vardır ve oldukça çeşitlidir.
Bu
baskılar verimsiz, etkisiz, demokratik olmayan ve yolsuzluklara bulaşmış
kurumsal yapıları ve süreçleri hedef alan doğrudan
baskılar olabileceği gibi iş başındaki hükümetlerin ya da genel olarak
devlet çarkının işleyiş biçiminin yarattığı tatminsizlikten kaynaklanan dolaylı baskılar da olabilir.
Bu
baskıların kaynakları ülke içinde
olabileceği gibi uluslararası finans
ve yardım kuruluşları da bu yolda baskılar yapabilirler. İkili ya da çok
taraflı yardım kuruluşlarının çoğu finansal yardım programları için kamu
sektörü etkinliklerinde büyük çaplı değişiklikler yapılmasını koşul olarak
ileri sürebilmektedirler. Hatta, bu koşulların çoğu yardım alacak ülke
tarafından ulusal koşullara ters bulunabilir ve bu koşullarla ilgisiz nitelikte
de olabilir. Buna karşılık, bazı durumlarda, yeniden yapılandırma çalışmaları
hükümetlerin kendi iç dinamiklerinden de kaynaklanabilir. Bu tür çalışmaların
çoğunun kaynakları iktidara gelen partilerin programlarında yer alan esas ve
ilkelerdir.
Kuşkusuz
bu tür baskılar, düzeltim çalışmasını yapmak durumunda olan tüm hükümetler için
sıkıntı vericidir; ancak, iyi anlaşıldıkları ve iyi yönlendirilebildikleri
takdirde devlet yönetiminin kurumsal
yapısını ve süreçlerini iyileştirmeyi amaçlayan hükümetler için son
derecede yararlı olabilirler.
Bu tür
baskılar, aynı zamanda, yeniden yapılanmaya doğal olarak direnen güçlerin yenilgiye uğratılması için bir güç kaynağı da
olabilirler.
Yeniden
yapılanma çalışmalarının kaynakları genellikle hükümetlerin dışındadır. Ekonomik bunalımlar, hizmet maliyetinin
azaltılması ve verimliliğin artırılması için güçlü bir destekleyici ve
özendiricidir.
Kamunun
hükümet çalışmalarından ya da bürokraside yaygınlaşan yolsuzluklardan edindiği tatminsizlik ve yetersizlik duyguları
kamuda düzenin yeniden sağlanması için bir “süpürge” ya da “temizleme” görevi
yapacak yönetici grupların iş başına getirilmelerini ve bu görevde kalmalarını
sağlayabilir.
Kamu
sektöründe yeniden yapılanma ve düzeltim çalışmaları açısından yaşamsal önem
taşıyan nokta, bu baskıları denetim altında tutulabilme düzeyidir. Bu yapılamadığı takdirde, dış baskılar gerçek
sorunlarla ilgisi olmayan ve sonuçlarını denetim altında tutamayacakları
olumsuzluklara yol açabilirler.
İç
baskılar da çok kısa zamanda gerçekleştirilmesi olanaklı olmayan çalışmaların
bir an önce yapılmasını isteyebilir ve bu durum da çoğu kez hükümetleri yerine
getiremeyecekleri sözleri topluma vermelerine ya da düzeltime konu olacak olan
kurumlarda moral bozukluklarına ve bu kurumların daha güçsüz konuma gelmelerine
neden olabilir.
Düzeltim
yönünde istekte bulunan grupların kendi çıkarlarını öncelikle gözeten baskıları
da yanlış ve hatalı önlemlerin uygulama alanına konulmasıyla sonuçlanabilir.
Bu
durum, çoğu kez dış baskılar için de geçerlidir. Bu tür baskılar ulusal ve
yerel koşulları yeterince dikkate almayabilir ve uygulamacılara manevra için
çok dar alanlar bırakabilir.
Dış
kaynaklara acil gereksinim içinde olan hükümetler, kamu sektöründe düzeltim
için yapılan bu tür baskılara gerçek durumu yeterince incelemeden ve gerekli
zamanlamayı yapmadan boyun eğebilirler.
Bu tür
baskıların büyük bir çoğunluğu genellikle kredi ya da yardım veren kurumlarda
çalışanlar açısından geçerliliği olan ekonomik endişeler ve ekonomik kuramlarla
çerçevelenirler. Örneğin, kamu sektöründe aşırı düzeye gelmiş kamu personelinin
sayısında ani düşmeler sağlanması yolundaki baskılar istihdam sorununun yoğun
olduğu ülkelerde pek çok siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açabilir.
Bu gibi
durumlarda kamu hizmetlerinin maliyetinin düşürülmesi için yapılan baskılar
bazı kamu hizmetlerine son verilmesine de neden olabilir. Zira, ekonomi
kuramları çoğu kez uygulamada ortaya çıkan sorunların çözümlenmesinde istenilen
başarıyı sağlayamamaktadır.
Bu tür
riskler özellikle dış yardım ya da kredi görüşmelerinin yalnızca Maliye
Bakanlığı veya Hazine Müsteşarlığı gibi örgütler aracılığıyla yürütülmesi ve
hizmet bakanlıklarının devre dışı bırakılmaları durumlarında daha çok ortaya
çıkmaktadır.
Devlet
düzeltimi konusunda yapılan çalışmalardan elde edilen birikimler şu temel
noktaların ortaya çıkmasını sağlamıştır:
[41]
·
Düzeltim için var olan iç ve dış baskılar, olumsuz
sonuçları önleyecek ve olumlu sonuçları güvence altına alacak şekilde
yönlendirilmelidir.
·
Düzeltimi öngören dış baskılar ulusal ve yerel
açıdan geçerliliği yüksek olan çözüm yollarının bulunmasına katkıda
bulunmalıdır.
·
Düzeltim çalışmalarının yönetimi kısa ve uzun
vadeli hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlayacak, birbirleriyle uyumlu ve
bağlantılı etkinlikler dizisinin uygulama alanına konulmasını öngörmelidir.
·
Yapılan çalışmalar sürekli olarak irdelenmeli ve
değerlendirilmelidir.
·
Düzeltim bir amaç değil; daha iyi sonuçlar elde
edilmesini sağlayan bir araçtır.
·
Aynı sonucun elde edilmesini sağlayacak pek çok
seçenek vardır.
·
Kaynakların yetersiz olması, hareketsiz kalmayı
haklı gösteremez; önemli olan kıt kaynakların maliyet etkililiğini güvence
altına alacak şekilde kullanılmasıdır.
·
Haberleşme lüks değil, bir zorunluluktur.
Düzeltim Çalışmalarında İzlenmesi Gerekli
Metodoloji
Düzeltim çalışmalarının yönetim biçiminin [42]
açıklanabilmesi için aşağıdaki matriks çizelgenin incelenmesi yararlı
olacaktır:
ÇİZELGE 1
DÜZELTİM ÇALIŞMASI
PLANLAMA MATRİKSİ
Konu |
Unsurlar |
|||
Ekonomik Değerlen-dirme |
Akçalı Değerlen-dirme |
Siyasal Değerlen-dirme |
(X) |
|
Kurumlar İçişleri Bakanlığı Ekonomi Yönetimi (n) |
+ + |
+ |
+ + |
|
Normlar (Kurallar) Devlet-Yurttaş İlişkisi Bilgi edinme hakkı (n) |
+ |
+ |
+ + |
|
Süreçler Emlak vergisi yönetimi Çevre ile ilgili
düzenlemelerin yükümlülere uygulanması
(n) |
+ |
+ |
+ |
|
(Y) |
|
|
|
|
Düzeltim çalışmalarının planlanması için
yukarıdaki matrikse benzer iki boyutlu bir matriks geliştirilmelidir. Bu
matriksin birinci boyutunda düzeltime konu olması istenilen konular yer
almalıdır. Düzeltime uğraması gereken konular genel olarak üçe ayrılır:
kurumlar, normlar (kurallar) ya da süreçler. Bu üç ana bölümün altına sırasıyla
inceleme, irdeleme ve değerlendirme konusu olacak projelerin isimleri
yazılmalıdır.
Şayet, bu konuların dışında kalan projeler varsa,
bunlar da çizelgede “Y” olarak (ya da O, P, R gibi) belirtilen bölüme aynı
şekilde yazılarak bunların altsistemleri de belirtilmelidir.
Matriksin ikinci boyutunda ise, bu konuların hangi
unsurlar açısından değerlendirme konusu olacakları belirtilmelidir. Bunlardan
ilk akla gelenler, doğal olarak, ekonomik açıdan değerlendirme, akçal açıdan
değerlendirme ve siyasal açıdan değerlendirmedir. Kuşkusuz bu unsurlara yeni
unsurlar (X) eklenebilir. Örneğin, hukuksal irdeleme gibi.
Bu şekilde, yapılacak araştırma, inceleme ve
değerlendirme konularının/projelerinin belirlenmesinden ve
önceliklendirilmesinden sonra durum saptama çalışması başlatılmalıdır. Bu
çalışmanın tamamlamasından sonra, bir karar alma grubu tarafından elde olunan
bulgular çerçevesinde inceleme konusu olan olguya herhangi bir müdahalede
bulunulup bulunulmamasına karar verilmelidir. Müdahalede bulunulmasına karar
verilirken hangi amaçlarla müdahalede bulunulacağı, müdahalenin hangi alanları
kapsayacağı, müdahalenin şeklinin ne olacağı, müdahalenin kim tarafından
yapılacağı ve süresinin ne olacağı gibi kritik konulardaki tercihler de
belirtilmelidir. Müdahale ile ilgili olarak bir eylem planı (çok gerekli
olmamakla birlikte CPM ve PERT gibi planlama teknikleri de kullanılabilir)
hazırlanmalıdır.
Bu kararların verilmesini, çalışma ile ilgili
somut ve ölçülebilir hedeflerin belirlenmesi izlemelidir. Bu hedeflerin
benimsenmesinden sonra, müdahale başlatılmalı ve başarım düzeyi izleme altına
alınmalıdır. Bu amaçla bir izleme ve ölçme sistemi kurulmalı ve elde edilen
bilgi ve veriler dönemsel aralıklarla değerlendirilmelidir. Değerlendirme için
maliyet/yarar etkililiği gibi teknikler kullanılmalıdır. Bu değerlendirmelerde
şu sorulara yanıt aranmalıdır: “Hedefler elde edilmiş midir?”, “Elde edilmişse,
maliyet uygun ve kabul edilebilir bir düzeyde midir?”, “Elde edilememişse,
nedenleri nelerdir?”, “Kullanılan girdiler ve olanaklar yeterli midir?
“,“Hedefler yanlış ve abartılı mı saptanmıştır?”. Bu sorulara uygun yanıtlar
verildikten ve sorunlara yeterli çözümler bulunduktan sonra, sürekli ilerleme
ilkesi çerçevesinde müdahale yeniden başlatılmalı ve sonraki aşamalar
yinelenmelidir.
Ülkemizde, bugüne değin pek çok yönetim düzeltimi
raporu yazılmasına karşın hiç bir düzeltim raporu uygulama alanına
konulmamıştır. Yukarıda kısaca ve özet olarak betimlenen bir düzeltim çalışması
ise hiç denenmemiştir. Bu tür bir çalışmayı yapmak üzere, birincisi var olan
kurumlar ve ikincisi de yeni kurulacak bir kurum olmak üzere iki uygulama
almaşığı akla gelmektedir. Var olan kurumlar, esas olarak, “Başbakanlık İdareyi
Geliştirme Başkanlığı”, “Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü” ya da
üniversitelerdir. Ancak, bu kurumlardan istenilen sonuçların elde edilebilmesi
olanaklı görülmemektedir. Düzeltim çalışmalarını yürütmek üzere kurulacak yeni
örgüt ise geçici değil, kalıcı ve sürekli çalışan bir kurum olmalıdır. Bu kurum
iki şekilde kurulabilir: “bakanlık” ya da “üst kurul”. Her iki çözüm almaşığı
da uygun görülmekle birlikte, gerekli yasal ve siyasal destek ve olanaklar
sağlanmak koşuluyla, “Devlet Düzeltimi
Üst Kurulu” gibi bir yapılanmanın daha uygun olabileceği anlaşılmaktadır.
Hemen
belirtmek gerekirki, yukarıda belirtilen bu çalışma yöntemi ilgili kurumun
hizmet üretme kapasite ve yetkinliğinin artırılması için her bir kamu kurumunda
ayrı ve bağımsız olarak uygulama alanına konulmalıdır. Kurum içindeki değişim
yönetimi süreci de kuruma özgü koşullar dikkate alınarak oluşturulmalıdır.
BÖLÜM 2
CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİ:
PARLAMENTARİZM
YA DA BAŞKANLIK VE
YARI BAŞKANLIK ÜZERİNE
TARTIŞMALAR
Giriş
Cumhurbaşkanlığı kurumunun
siyasal ve hukuksal konumu Türkiye’de pek çok yönden oldukça ciddi ve önemli
tartışmalara konu olmaktadır. Bu tartışmalar, esas olarak, ülkenin genel siyasal rejiminin başkanlık ya da yarı başkanlık rejimi
olması, bu sistemlerin parlamenter rejime alternatif olarak düşünülmesi, klasik
parlamenter sistem içinde Cumhurbaşkanı’nın sahip olması gereken statünün ülke
gerçekleri ışığında yeniden belirlenmesi, Cumhurbaşkanı’nın seçim şekli ve
Cumhurbaşkanı’nın görev süresi konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır.
Başkanlık ve Yarı Başkanlık Rejimi Arayışları
Türkiye’de parlamenter
rejiminin aksayan yanlarını görenler ya da parlamenter rejimin zaman zaman konu
olduğu siyasal bunalımları çözme yeteneğinin sınırlı olduğuna inananlar
sıklıkla başkanlık rejimine geçilmesini ve ABD’de 200 yılı aşkın bir süredir uygulanan
modelin ülkemize aktarılmasını siyasal sorunların temelli çözümü için tek yol
olarak önermektedirler.
Bu konuda hem son üç
cumhurbaşkanı, hem bazı siyaset adamları ve hem de bazı yazarlar, bir anlamda,
kampanya öncülüğü yapmışlardır. Sekizinci Cumhurbaşkanı Özal’ın bu yoldaki
istekliliği pek çok kez kamuoyuna yansımıştı. Kenan Evren de, uzun bir zamandan
bu yana, yarı başkanlık sistemine taraftar olduğunu belirten açıklamalar
yapmaktadır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel de bu sisteme kesin olarak “angaje” olmadığını belirtmekle birlikte
konunun tartışılmasından yana tavır koymuştur. “65 milyonluk Türkiye daha iyi yönetilmelidir. Bu, kim yönetecek
meselesinden çok, sistem meselesidir. Ben, … süredir Çankaya’da oturuyorum. Bu
süre içinde tam 6 tane hükümet onayladım. Bu durum, ister istemez Meclis
hükümetini tartışılır hale getirmiştir. Seçim oluyor, ama bu Meclis hükümet
çıkaramıyorsa, zorluk ortaya çıkıyor. Bu, Türkiye’yi bir arayışa götürüyor.
Yarı başkanlık, başkanlık sistemi. Onu da şartlar ortaya çıkardı. Ne oluyor?
Meclis’in seçtiği hükümetten Başkanın seçtiği hükümete geçiyorsun” [43] sözleri ile tartışma başlatan
Demirel’e ilk destek Hüsamettin Cindoruk’dan gelmiştir. Hüsamettin Cindoruk,
Cumhurbaşkanı’nın girişimini kişisel bir talebi olarak göstermenin yanlış
olduğunu, konuya Türk siyasal yaşamının temel sorunu olarak bakmak gerektiğini
ve Cumhurbaşkanı’na verilecek yetkilerle, bu kurumun yasama ile yürütme
arasında denge kuracağını söylemektedir.
Demirel, başkanlık rejimini
istediği yolunda kesin bir dil kullanmamakta ancak seçim şekli konusunda kesin
tavır ortaya koymaktadır: “halk seçsin”.
Bu kararlılık ise Türkiye’de Cumhurbaşkanının genel statü çerçevesinin
parlamenter rejimde öngörülen simgesel
olmaktan çok öteye geçmesini istemek anlamına gelmektedir. Nitekim, Demirel,
Türkiye’de cumhurbaşkanlarının sahip olması gereken anayasal statü ile ilgili
olarak son bir kaç yıldır üzerinde çalıştığı formülü 1999 yılı Meclis açılış
konuşmasını yaparken net olarak dile getirmiştir: Cumhurbaşkanı iki turlu
seçimle ve halkoyuyla seçilmelidir, Cumhurbaşkanı’nın meclisi fesih yetkisi
kolaylaştırılmalı ve işlevsel kılınmalıdır, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5
yıl olmalı ve bu göreve aynı kişi iki kez arka arkaya seçilebilmelidir.
Buna karşılık, pek çok düşünür
de, başkanlık sisteminin ithal ve yapay nitelikli bir taklit olacağını ve
ülkenin yerleşiklik niteliği kazanmış “teamüllerine”
uygun olmayacağını belirtmektedirler. TESEV tarafından düzenlenen bir panelde
konuşan Doç. Dr. Nihal İncioğlu kaynağı ABD olan başkanlık sisteminin Latin
Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinde taklit edilmesinin demokrasiyi tehdit eden
sonuçlar ortaya çıkardığını, sistemin ana ilkesinin güçler ayrılığı olduğunu,
başkanın vatana ihanet suçlaması dışında değiştirilemediğini belirtmektedir.
İncioğlu, yarı başkanlık sistemiyle ilgili olarak da, bu sistemin seçimle gelen
Cumhurbaşkanı ve parlamento destekli Başbakan’ın kurduğu hükümetle yürütme
erkinde ikili paylaşım yarattığını ve bunların
ayrı partilerden olması durumunda
aralarında uyumsuzluk çıkabileceğini söylemektedir. [44]
Anayasa Profesörü Mümtaz
Soysal, Demirel’in bu önerileri ile ilgili olarak köşesinde ilginç bir
değerlendirme yapmaktadır:
“Cumhurbaşkanı’ndan gelen çıkışın peşini bırakmamak gerek. Niyetini eşerek,
anlamını sezerek ve fırsatı değerlendirerek. Önerdiği formül, elbette köklü
değişiklik ister. Devlet başkanının seçiliş tarzını ve görev süresini
belirtmekle iş bitmiyor. Sayın Demirel’in de dediği gibi, doğrudan seçim
cumhurbaşkanını güçlendirecektir. Özellikle, yüzyıllar boyu padişah yönetimine
alışmış ve tek kişi peşinden gitmeye yatkın bir toplumda bu güçlenişin taşıdığı
diktatörlük eğilimleri gözardı edilemez. Başka tehlikeler de. Örneğin ‘yarım’
da olsa, başkanlık sistemine doğru kaymanın dış ilişkilerde yaratacağı tek
kişilik bağlantı tehlikesi. Yönetimin gücünü tek kişide topladınız mı, onun
dıştan yönlendirilmesiyle bütün ülke de kolayca dış etki altına girebiliyor.” [45]
Konuya değinen Metin Toker de
bu konuda şunları yazmaktadır: “Türkiye’de
Başkanlık Sisteminin oturulup tartışılacak, hatta konuşulacak bir tarafı
yoktur. Kalmamıştır. Bu, 1961’de ve sonra anayasalara el uzatılırken
yapılmıştır. Üzerinde mutabakata varılmıştır ki Türkiye için hiç uygun
değildir; düşünülmesi bile caiz olmaz. Fakat ne zaman Özal, parti genel
başkanlığından Çankaya’ya atlamıştır ve oradaki anayasal yetkileri kendisine
yetmez olmuştur; tutturmuştur ‘Başkanlık sistemi’ diye… Demirel aynı yere oturunca,
hele süresinin sonu görününce, aslan bu defa onun gönlüne girmiştir.” [46]
Konu ile ilgili tartışmalara
katılan Mesut Yılmaz, konuya eleştirel gözle bakan Deniz Baykal’a katılarak,
şunları söylemektedir: “Başkanlık sistemi
Türkiye’yi maceraya götürür. Türkiye’nin 50 yıldan beri parlamenter demokratik
sistemde deneyimi var. Ben kişilere değil sisteme inanırım”. [47]
Buraya kadar yapılan irdelemelerden şu sonuçlara
varmak gerekmektedir: Türkiye için ABD türü başkanlık rejimi arayışı yanlıştır.
Ancak, Cumhurbaşkanı yalnızca devleti temsil eden bir simge de olmamalıdır.
Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı ulusal siyasal
sorunları çözebilme yetkinliğine kavuşturulmalıdır. Bu çözümün adı yarı
başkanlık ise bunda bir sakınca yoktur. Ancak, bize göre, böyle bir düzenlemeye
yarı başkanlık adı verilmesine de gerek yoktur. Yapılması gereken şey
parlamenter rejim içinde siyasal çözümsüzlüklerin sürgit konuma gelmesinin
önüne geçilmesidir.
Başkanlık
Rejimi ve Parlamenter Sistem Birbirinin Yerine İkame Edilebilir mi?
Yukarıdaki tartışmaya
taraf olanlar görüşlerini iki sistemin bir diğerinin alternatifi olduğu
varsayımına dayandırmaktadırlar. Oysa, asıl yanlışlık, kanımca, burada
yapılmaktadır. Olası olarak, bağımsızlığını yeni kazanmış ve siyasal rejimini
yeni oluşturmakta olan devletler için (örneğin, Sovyet blokunun dağılmasından
sonra bağımsızlığını kazanan devletlerde olduğu üzere) böyle bir rejim seçimi
yapabilme şansının varlığından söz edilebilir. Ancak, siyasal kurumları
yerleşiklik niteliği kazanmış devletlerde böyle bir değişiklik olanağı hiç yok
gibidir. Zira, her iki sistem de tümüyle farklı siyasal anlayışlara,
felsefelere, tarihsel ve politik olgulara dayanmaktadır.
Birleşik Amerika’da, Watergate
Skandalı’nın ortaya çıkmasından sonra Kongre tarafından oluşturulan bir
uzmanlar panelinde, Watergate Skandalı’nın ABD’de başkanlık sisteminin
yozlaştığını gösterdiği ve bu nedenle ABD’de başkanlık sisteminden vazgeçilerek
parlamenter sisteme geçilmesinin yararlı olabileceği yolunda ileri sürülen
görüşler ele alınmış ve böyle bir saptamanın doğru olmadığı ve önerinin
isabetli olmayacağı sonucuna varılmıştır. [48]
Esasen, Watergate Skandalı da, başkanlık sisteminin her türlü siyasal
yozlaşmadan uzak ve bu tür hastalıklara karşı bağışıklığa sahip bir sistem
olmadığını açıklıkla ortaya koymaktadır.
Bir başka anlatımla, siyasal
patolojiler her iki sistem içinde de ortaya çıkabilir ve sorunlar yaratabilir.
Önemli olan nokta oluşturulan çözüm süreçlerinin etkili, verimli ve istenilen
yönde sonuçlar üretme yetkinliğine sahip olabilme düzeyidir. Kaldı ki, her iki
sistemin de dayanmakta olduğu farklı siyasal kurumların, süreçlerin ve
ilişkilerin sil baştan değiştirilebilmesi kolay elde edilebilir hedefler
değildir. Bu nedenle, başkanlık sistemi ile parlamenter sistemi birbirlerinin
alternatifi olarak kabul etmek geçerli bir varsayım olarak kabul edilmemelidir.
Cumhurbaşkanı’nın Anayasal Statüsü
29 Eylül 2000 tarihli
Hürriyet’in birinci sayfasında sürmanşet haber başlığı: “Zirvedeki krizde son
perde. Uzlaşamıyoruz. Sezer’in önce memur sonra banka özelleştirmesine ilişkin
KHK’ları geri çevirmesi yine kriz yarattı. Ecevit dün Sezer’e ‘Aramızda diyalog
yok, uzlaşamıyoruz’ dedi. Sezer’den Ecevit’e: ‘Haksızlık ediyorsunuz’.
Hükümette Sezer’i indirme tartışması. Devlet Bakanı Yalova: Bankaları,
Özelleştirme Y. Kurulu bünyesine alalım. Adalet Bakanı Türk: Anayasa
değişikliğiyle KHK’larda Cumhurbaşkanı imzasını kaldıralım. Kültür Bakanı
Talay: Bu böyle sürmez. Cumhurbaşkanı’nı istifaya davet edelim.”
Yukarıdaki ifadelerin açıkça
ortaya koyduğu üzere, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının anayasal statüsü üzerinde
tartışmalar vardır. Devlet yönetimine
ilişkin sorunlar saptanmaya çalışılırken üzerinde öncelikle durulması gereken
konu kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı kurumu olmalıdır. Anayasal gelişim çizgisi
içinde Cumhurbaşkanları’nın genel siyasal yapılanma ve karar alma sürecindeki
konumu tek partili döneme özelliğini veren herşeye
egemen ve herşeyi yönlendirebilen
bir konumdan simgesel ve yalnızca temsil yetkisine sahip bir
konuma kadar değişebilen çeşitli görünümler almıştır.
1982 Anayasası çerçevesinde ise
bu iki arayış arasında daha dengeli bir konumun ortaya çıkarılmasına
çalışıldığı anlaşılmakla birlikte bugün de bu yüce makamın rol, yetki ve
sorumluluğunu belirleyen statüsünde tam bir açıklık, kesinlik ve görüş
birlikteliği elde edilememiştir. Cumhurbaşkanı’nın herhangi bir siyasal
partiden gelmemesi durumunda daha kolay çözümlenebilen bu sorun
Cumhurbaşkanı’nın belirli bir siyasal parti geçmişinden ve temelinden gelmesi
durumunda Cumhurbaşkanlığı’nın statüsünün siyasal gücü denetlemek isteyen rakip
gruplar arasında sürtüşme ve çekişmelere yol açabileceği şeklindeki görüşler
günümüze kadar devam etmiştir.
Aslında, 1982 Anayasası’nın
belirlediği çerçeve içinde Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkiler klasik parlamenter
rejimlerde görülenlere göre oldukça fazladır. Cumhurbaşkanı, Türkiye’de,
meclisi fesh edebilmekte, kararnameleri imzası ile geçerli kılmakta, yargı
yerlerine ve YÖK’e üye atayabilmekte ve önemsenmesi gereken benzer nitelikli
yürütme yetkilerine sahip bulunmaktadır. Bu yetkilerine karşılık
Cumhurbaşkanı’nın siyasal açıdan bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Bu
anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur. Zira, Cumhurbaşkanı halk
tarafından değil parlamento tarafından seçilmekte, seçilirken bir partinin
siyasal görüşünü temsil etmek üzere seçilmemekte, seçildikten sonra partisi ile
ilişkilerini kesmekte ve partiler üstü bir konuma gelmektedir. Bu durumda olan
bir kimsenin siyasal açıdan sorumsuz olması da doğaldır.
Ancak, acaba bu statü ülkenin
siyasal sorunlarının etkili şekilde çözümlenebilmesi için yeterli midir? Bugün,
Türkiye’de tartışılmakta olan sorun budur. Temelde tartışılan konu ise siyasal
açıdan sahip olunan sorumsuzluk konumu ile verilen kararlar ve yapılan
tercihlerdeki siyasal içeriğin zorunlu olarak ortaya çıkardığı hukuksal
sorumluluk arasındaki dengenin nasıl sağlanacağıdır. Bu ve benzeri sorunlar
Cumhurbaşkanlığı makamının etkisini ve gücünü azaltmakta ve ülke sorunlarının
çözümünde çok fazla ve sıklıkla gereksinim duyulan sorunların çözümünde en üst mercii ve hakem olabilmek olanağını önemli ölçüde zedelemektedir.
Türkiye’de demokrasinin
işlerliğinin sağlanması ve devlet yönetiminde verimlilik ve etkililik düzeyinin
artırılması çalışmalarında Cumhurbaşkanlığı’nın içinde bulunduğu konumun da ele
alınması gerekmektedir. Açıklıkla belirtilmelidir ki, parlamenter demokrasilerde
de zaman zaman siyasal bunalımlara girilmesi ve ülkeye zarar verici boyutlarda
siyasal çözümsüzlüklerin ve açmazların yaşanması olasıdır. Hiç bir ülke ve hiç
bir siyasal rejim böyle bir tehlikeden uzak değildir. Bu çerçevede, geçmişte
örnekleri görüldüğü üzere, gelecekte de, Türkiye’de bu tür siyasal krizlerin
yaşanması olası görünmektedir. Özellikle, yakın geleceğimizi belirleyecek olan
siyasal ortam gözönüne alındığında ve siyasal görüşler yelpazesinin her iki
kanadında yer alan siyasal parti sayısı ile uygulanmakta olan seçim sistemi
birlikte düşünüldüğünde, bu olasılığın, istenmemekle birlikte, geçerliliğini
koruduğu görülmektedir.
Bu nedenle, parlamenter
demokrasi ilkeleri saklı tutulmakla ve herhangi bir siyasal bunalım anında son
sözü söyleme yetkisinin parlamentoda olduğu hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak
şekilde benimsenmekle birlikte, parlamentonun dahi etkisiz ve işlevsiz kalabildiği
ortamlarda gerekli önlemleri almak ve sorunu aşmak yetkisinin Cumhurbaşkanı’na
bırakılması ülkenin geleceği açısından bir güvence olmak durumundadır.
Cumhurbaşkanı’nın rolü, bazı
siyaset düşünürlerince açıklanmaya çalışıldığı üzere, yalnızca devleti temsil
eden bir simge olarak kalmak olmamalıdır. Böylesine bir kabullenme ülke
çıkarlarının korunması doğrultusunda çok önemli bir olanağı yeterince kullanamamak
anlamına gelecektir. Siyasal bunalımların aşılması yolunda hakemlik yapmak, son
sözü söylemek ve sorunu çözmek işlevinin, parlamenter demokrasi içindeki tüm
olanaklar kullanıldıktan ve mevcut çözüm odaklarının çözüm üretemeyeceklerinin
anlaşılmasından sonra ve demokratik ilkeler sürekli olarak gözönünde tutulmak
koşuluyla Cumhurbaşkanlığı makamına verilmesi uygun ve yerinde olacaktır.
Cumhurbaşkanı’nın anayasal
statüsü ile ilgili tartışmalar giderek yoğunlaşmakta ve derinleşmektedir. Son
yıllarda meydana gelen iki siyasal olgu ise buzdağının görünen iki ucunu ortaya
koymuştur. Bunlardan birincisi Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin uzatılması
için hükümet tarafından ortaya atılan “5
+ 5” formülü ve bu formül gerçekleşmediği takdirde “devlet krizi” çıkacağı iddiasının ileri sürülmesi ve ikincisi de
Cumhurbaşkanı Sezer’in memurların tasfiyesine yönelik kanun hükmünde
kararnameyi imzalamayı iki kez reddetmesi üzerine, Cumhurbaşkanı’na yöneltilen “devlet düşmanlarını yüreklendirmek” ve “kendisini Anayasa Mahkemesi yerine koymak”
şeklinde kamuoyuna duyurulan politik tavırdır
Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa
Mahkemesi Başkanı olarak, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümlerinde yaptığı
konuşmalarda TC Anayasası’nın Cumhurbaşkanı’na “fazlaca” yetkiler verdiğini ve bu yetkilerin parlamenter sistemle
bağdaşmadığını bizzat söylemiş bir kimsedir.
Nitekim, daha sonra konu
üzerinde görüşlerini açıklayan TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ANAP’lı Ertuğrul
Yalçınbayır da bu görüşlere katılmış ve “Cumhurbaşkanının
yasama, yürütme, yargı ve seçimle ilgili yetkileri azaltılacak.
Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı tasarruflar var. Bunlara yargı yolunun
açılması getirilecek. Cumhurbaşkanının seçimlerle ilgili de geniş takdir
yetkisi var. Bunlar da azaltılacak” [49]
demiştir.
Yapılan bu
açıklamalara karşın yukarıda belirtilen iki siyasal olgu bunlardan çok daha
fazla anlamlı ve önemli görülmektedir. Birincisinde, hükümet siyasal ödünler
önererek isteğini parlamentoya kabul ettirmek istemiştir. Bu yaklaşım,
Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünün Anayasa’nın öngördüğü şekilde ve Devletin
en yüksek organı olarak kabul edilmesi değil; hükümetlerin siyasal tercih ve
kararlarına destek olan ve hükümeti oluşturan partilere siyasal destek veren
bir bir makam olarak algılanmak istendiği anlamına gelmektedir.
Nitekim, bu konuda anlamlı bir
davranış Devlet Bakanı İrtemçelik tarafından sergilenmiş ve Bakan, Başbakan’ın
Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumunu gerekçe göstererek görevinden istifa
etmiştir. İrtemçelik’in açıklaması şöyle: “Başbakan’ın
geçen aylarda gündemimizi işgal eden ‘Anayasa’yı cumhurbaşkanlığı seçimi
bağlamında değiştirme’ çabaları sürecinde öncülük ettiği düşündürücü arayışlar
ve sergilediği tutum halkımızın hafızasında henüz yenidir. Ecevit’in
Anayasa’nın açık hükümlerine ve ulusumuzun seçilmiş temsilcilerinin iradelerine
saygı açısından giderek kabul edilemez noktalara tırmanan yönelimi karşısında
almak zorunluluğunu hissettiğim ilkesel tavır da keza hatırlanacaktır.”
İrtemçelik açıklamalarına şöyle devam ediyor: “Siyasetimizin bazı baş aktörlerinin önümüze koydukları tablo hazindir.
Demokrasi, ülkemizin istikrarını kişilerle kaim olarak düşüneceğiniz veya
kişisel hesaplarınızla öyle takdim edebileceğiniz; işinize gelmeyen oylama
sonuçlarını yok farzedebileceğiniz; siyasete mülkünüz, milletvekilerine de
kapıkulu gözüyle bakabileceğiniz; sizin gibi düşünmeye yatkın olmayanları
lugatınız elverdiğince karalayabileceğiniz rejimin adı değildir. Öyledir diye
ısrar ederseniz bu demokrasi olsa olsa kabile demokrasisi olur.” [50]
İkinci olayda ise, hükümet,
MGK’nın “28 Şubat” kararlarının uygulanması için kendisine daha rahat bir
çalışma ortamı sağlamak amacıyla yapmak istediği yönetsel düzenlemeyi TBMM’den
yasa olarak geçirmekte başarısız kalmış ve bunun üzerine Meclis çalışma yılına
son verirken çıkartılan bir yetki yasasına dayanarak, [51] bir
kanun hükmünde kararname yolu ile sorunu çözmek istemiştir. Cumhurbaşkanı’nın,
Anayasa’nın 38 inci, 91 inci ve öteki
ilgili maddelerinde yer alan hükümlere dayanarak bu kararnameyi imzalamaması
üzerine de, hükümet Cumhurbaşkanı’na
karşı tavır almakta ve görev süresini kısaltmaya çalışmakta sakınca
görmemiştir.[52]
Yürütme, bu olayda, Anayasa’ya
göre, “devredilemez” nitelikte olan yasama yetkisini üzerine devralmak
istemiştir.
Kanımca, Cumhurbaşkanı’nın
ileri sürdüğü gerekçeler Anayasa açısından uygun ve doğru olan gerekçelerdir.
Sorunun ayrıntılarına burada girmekte yarar bulunmamaktadır.
Konumuz açısından önem taşıyan
nokta, Cumhurbaşkanı’nın anayasal
statüsünün bir çok önemli sorunu içinde barınması, bu statünün tüm ilgili
yanlarca henüz yeterince algılanamamış olması ve statünün daha çok
cumhurbaşkanlarının kişiliklerine bağlı olarak şekillenmekte olmasıdır.
Ecevit’in sözünü ettiği devlet krizi 19 Şubat 2001
günü gerçekten çıkmıştır. Bu tarihte yapılması gereken MGK toplantısının
başlangıcında gündeme geçilmeden önce söz alan Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakanı
ağır bir dille eleştirmiş, yolsuzlukların üzerine gidilmesinden neden
korkulduğunu sormuş, hükümetin yargıyı
baskı altına almaya çalıştığını belirtmiş, DDK’na verdiği emrin yolsuzluklara
yönelik olduğunu söylemiş, DDK’nın Anayasa’ya göre hukuk açısından bu
yetkisinin olduğunu bildirmiş ve Başbakanı kamuoyuna verdiği demeçlerde
kendisini küçük düşürücü ifadeler kullanmakla suçlamıştır. Başbakan, bu sözlere
yanıt vermemiş, MGK toplantısından bakanlarıyla birlikte ayrılmış ve Cumhuriyet
tarihinde ilk kez bir MGK toplantısı Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki görüş
farklılığı nedeniyle daha başlamadan bitmiştir.
Başbakan daha sonra yaptığı
açıklamada Cumhurbaşkanı’nı kendisine karşı “terbiye
dışı” bir dil ve biçem kullanmakla suçlamış ve ekonomide meydana gelen
büyük yıkımın sorumlusunun Cumhurbaşkanı olduğu iddiasını gündeme getirmiştir.
Cumhurbaşkanı da, toplantıya
katılan Devlet Bakanı’nın, kendisini göreve bugünkü hükümetin getirdiği, bu
nedenle “nankörlük” ettiği ve evinin
kirasını da yürürlükteki yasa yüzde 10 olarak öngörmesine karşın dolar bazında
yüzde 25 artırmak istediği gerekçesi ile kendisini suçlamasını “saygı”sızca bir hareket olarak
nitelendirmiştir.
Bu olaylar, artık mızrağın
çuvala sığmadığını hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya
koymaktadır. Türkiye’de, Cumhurbaşkanlığı’nın anayasal statüsü belirgin
değildir. Söz konusu belirsizlik Türkiye’de devlet yönetimi açısından çok
önemli bir sorun kaynağıdır.
Türkiye’de devlet düzeltimini
gerekli kılan nedenler bu denli önemli, kapsamlı ve üst düzeylidir. Henüz
Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünü açıklığa kavuşturamamış ve bu konuda
ortaya çıkan duraksamaları aşamamış bir toplumun devlet yönetiminin öteki alanlarında
sorunsuz olması beklenmemelidir.
Cumhurbaşkanları
siyasal bunalım anlarında çözüm geliştirebilme yeteneğine sahip olmalıdır.
Esasen, Anayasa’nın Cumhurbaşkanı’na verdiği “devlet organlarının çalışmaları arasında uyum sağlama görevi” de
bunu gerektirmektedir. Cumhurbaşkanlarının bu tür bir konumda olması,
parlamenter rejimlerin önemli özelliği olan yürütmede iki başlı olmama ya da Cumhurbaşkanı’nın yansızlığı ilkeleriyle herhangi bir çelişki
içinde de olmayacaktır. Zira, böyle bir durumda, Cumhurbaşkanı’nın hükümetin
yerine geçmek ya da parlamenter sistem içinde iki ayrı güç odağı yaratmak
önerilmediği gibi, aksine, tüm anayasal olanakların öncelikle değerlendirilmesi
öngörülmektedir. İstenilen ve amaçlanan
sonuç ülkenin siyasal açıdan çözümsüz bırakılmamasıdır.
Öte
yandan, böyle bir durumun başkanlık ve yarı başkanlık gibi bir sistemi
çağrıştırması da doğru değildir. Zira, bu rejimleri inceleyenler bilirler ki,
başkanlık türü siyasal rejimler değişik bir siyasal kültürün sonucudur ve çok
farklı siyasal kurumsallaşma ile çok değişik siyasal süreçlere sahip olunmasını
gerekli kılarlar. Yürürlükte bulunan ve parlamenter demokrasi türünün tipik bir
örneği olan Anayasa’mızın ilgili maddelerinde de yukarıda belirtilen olasılık
gözönünde tutulmuş ve Cumhurbaşkanı’na bu bağlamda kullanılabilecek en son
yetki olan parlamentoyu feshetme yetkisi verilmiştir. Burada söz konusu olan bu
tür yetkilere işlerlik ve geçerlilik kazandıran yeni düzenlemelerin yapılması
gerekliliğidir. Yeni bir yüzyılın başında Cumhurbaşkanı’nın ülkenin siyasal
yapılanmasındaki konumu bu şekilde algılanmak gerekir.
Buna karşılık, devlet memurları
ile ilgili kanun hükmünde kararname tartışmaları sonrasında hükümet,
Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünde değişiklik yapmaya ya da en azından bu
soruna açıklık getirmeye karar vermiştir. Bülent Ecevit, verdiği bir demeçte,
şunları söylemiştir: “Yaşadığımız bu
talihsiz olay, hükümet ile Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’dan kaynaklanan
yetkilerini nasıl yorumlayacakları konusunda belirsizlikler ve çelişkiler
olduğunu gösterdi. Dolayısıyla, bu belirsizliklerin ve çelişkilerin giderilmesi
gereği ortaya çıkmıştır. Bu olay geride kalsa da, söz konusu belirsizlikler
giderilmediği takdirde ileride başka konularda ciddi sorunlar çıkabilir.” [53]
Daha önceki
söylemlerinde aynı konuyu gündeme getiren ve 1982 Anayasası ile
Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin parlamenter sisteme göre fazla olduğunu
belirten Cumhurbaşkanı Sezer ise bu konuda katkıda bulunmaya hazır olduğunu
açıklamıştır.
Fikret Bila, bir
yorumunda Sezer’in görüşlerini şu şekilde sınıflandırmaktadır: “Cumhurbaşkanı’nın istediği Anayasa
değişikliklerinin dayandığı temel yaklaşım şöyle özetlenebilir: 1- Sezer, 1982
Anayasası’na göre, güçlü bir yargı denetimi altında klasik parlamentarizmi
öngören 1961 Anayasası’nı daha çağdaş buluyor. 2-1982 Anayasası’nın yargıyı
zayıflatan ve zaafa uğratan maddeleri ile yürütme organına ve Cumhurbaşkanı’na
tanınan yetkilerin, klasik parlamentarizmin dayandığı güçler ayrılığı ilkesini
zedelediğini düşünüyor. 3- Cumhurbaşkanı, 1982 Anayasası’nın devleti ön plana
çıkarıp, bireyi geri iten nitelik taşıdığını, çağdaş ölçütlere dayalı olarak
bunun değiştirilmesi gerektiğine inanıyor. 4- Hukukun üstünlüğüne dayalı, güçlü
bir yargı denetimi altında, hak ve özgürlükleri genişleten, bireyi
özgürleştiren, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini, bireyi kısıtlamadan
koruyan, katılımcı demokratik kanalları açan bir çağdaş sistem öneriyor.” [54]
Cumhurbaşkanı’nın
statüsü, günlük çalışmalarda ve uygulamalarda da görüş ayrılıklarına neden
olmaktadır. Demirel, Cumhurbaşkanlığı görevini hükümeti kollayan yansızlık
olarak algılarken, Sezer yansızlığı hukukun mutlak geçerliliği olarak ve Özal
ise pragmatizmin dayanılmaz ağırlığı olarak algılamaktadır. Bu üç ayrı ve
değişik uygulama türü ise hükümetler ve özellikle başbakanlar düzeyinde,
Cumhurbaşkanı’nın konumu ve statüsü konusunda ciddi duraksamalar yaratmaktadır.
Cumhurbaşkanı’nın Seçilme Şekli
Cumhurbaşkanı’nın anayasal
statüsünün yeniden belirlenmesi tartışmaları içinde önemli yer tutan bir başka
sorunsal da Cumhurbaşkanı’nın seçilme
şeklidir. Tartışılan konu Cumhurbaşkanı’nın halen olduğu gibi parlamento tarafından mı yoksa halk tarafından doğrudan oy ile mi
seçilmesi gerektiğidir.
Kara Avrupası’nda bazı
parlamenter sistemlerde örnekleri görüldüğü üzere, Cumhurbaşkanı’nın halkın
doğrudan oyu ile seçilmesi olanaklıdır ve böyle bir uygulama parlamenter
demokrasiye aykırı değildir. Bu, bir şekil sorunudur. Parlamenter
demokrasilerde esas olan hükümetin (bakanlar kurulunun) üstünlüğü ve yürütme
içinde iki ayrı güç odağı yaratılmaması zorunluluğudur. Bu ilkeler saklı
tutulduğu takdirde, Cumhurbaşkanı’nın halkın doğrudan oyu ile seçilmesi
yalnızca bir seçim sistemi değişikliği anlamına gelecektir. Ancak, hemen
belirtilmelidir ki, böyle bir uygulamanın yararları oldukça fazla
olabilecektir. Zira, böyle bir durumda herşeyden önce, Cumhurbaşkanı’nın durumu
ve konumu güçlenecek, sorun çözme potansiyeli artacak ve yalnızca devleti
temsil eden bir simge olmaktan uzaklaşarak siyasal rejim içinde çözümlenemez
niteliğe bürünmüş sorunların çözümünü kolaylaştırıcı bir unsur olması
sağlanabilecektir. Ancak, Cumhurbaşkanı’nın seçilme şekli konusunda Türkiye’de
kamuoyunun ikiye bölündüğü gözlemlenmektedir. Bazı görüş sahipleri halk
tarafından seçilmeyi uygun ve yararlı görürken bazıları da aksi yönde görüş
belirtmektedirler.
Oktay Ekşi şunları yazmaktadır:
“Cumhurbaşkanını halkın seçmesi
Türkiye’nin bugünkü bilinen koşulları içinde sadece gereksiz değil, ayrıca
tehlikelidir de. Çünkü bu, seçilmiş padişah yaratmaktan başka bir şey
değildir. O da bilinen sakıncaları yok
saysanız bile, hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında çıkacak bir ihtilafta,
Türkiye’yi ciddi bunalımlara sürükler.” [55] Oktay Ekşi bir başka yazısında
da aynı konuda şunları söylemektedir: “(Demirel)
‘cumhurbaşkanını halkın seçmesi gerektiğine’ ilişkin görüşlerini savunabilmek
için şöyle diyor: ‘Eninde sonunda Türkiye bu noktaya gelecektir. Yalnız
Türkiye’nin başka bir meselesi daha var. Türkiye istikrarsızlığa daha fazla
dayanamaz. Türkiye millet iradesini bu Çankaya Köşkü’ne getirip oturtmak
mecburiyetindedir’... Kısaca ‘verin ben yöneteyim’ diyor. Oysa parlamenter
sistemlerde cumhurbaşkanının zaten ‘yönetme’ yetkisi olmaz. Olsa olsa en çok
bizimki gibi, yani ‘biraz genişletilmiş yetkiye sahip cumhurbaşkanı’ olur.” [56]
Demirel, söz konusu
konuşmasında, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi önerisini şu gerekçeye
dayandırmaktadır: “Çankaya Köşkü’ne gelen
kişiyi, eğer Türkiye başkanlık sistemine veya yarı başkanlık sistemine
geçmezse, çok güçlendirecektir. Türkiye’nin devleti güçlendirmesine ihtiyaç
var. Onu da sadece bir yolla yapabilirsiniz. Halkın iradesini kaynak yapmak
suretiyle. Meşruiyet oradadır.” [57]
Cumhurbaşkanı’nın halk
tarafından seçilmesi önerisine karşı önemli tepki Bülent Ecevit’den
gelmektedir: “Öncelikle Sayın Demirel’in
önerisinin kabulü rejim değişikliği anlamına gelir. Sonra, Cumhurbaşkanını
halkın seçtiği bir modelde yürütme organı ne olacak? Hükümetin işlevi ne
olacak? Bu soruların yanıtları da açık değil.” [58]
Klasik parlamenter rejimlerde cumhurbaşkanları
parlamento tarafından seçilirler. Bu rejimlerde, Cumhurbaşkanı simgesel
yetkilere sahiptir. Devletin başıdır, yansızdır, siyasal sürtüşmeler arasında
bir hakemdir ve siyasal açıdan da sorumsuzdur. Sorumlu olan ana etmen
‘Başbakan’ ve ‘bakanlar’ ya da birlikte oluşturdukları bakanlar kurulu yani
hükümettir.
Buna
karşılık, başkanlık sisteminde ‘yasama’ ve ‘yürütme’ erkleri kurumsal ve
işlevsel açılardan birbirinden kopuk ve bağımsızdır. Başkan, ‘yürütme’
organının tek temsilcisidir. Hem Cumhurbaşkanı ve hem de Başbakan’dır. İki rolü
birlikte gerçekleştirdiğinden, halk oyuyla göreve gelmesi son derecede
doğaldır. Zira, yetkilerini halktan alması gerekmektedir. Başkanlık
sistemlerinde, başkanın hukuksal sorumluluğu olmakla birlikte, yasama organına
karşı siyasal sorumluluğu yoktur. Yasama organına karşı hesap vermek durumunda
değildir.
Yarı başkanlık sistemlerinde
ise, bu iki ucu çeşitli dozlarda biraraya getiren siyasal karar verme ve sorun
çözme yolları düzenlenmektedir. Bu nedenle, tek bir yarı başkanlık rejiminden
söz etmek olanaksızdır. Finlandiya’da ayrı, Portekiz’de ayrı ve Fransa’da ayrı
tür de bir yarı başkanlık rejimi vardır. Cumhurbaşkanlarına verilen yetkiler
gözönüne alınırsa -bir anlamda- Türkiye dahi bir yarı başkanlık rejimi olarak
kabul edilebilir. Yarı başkanlık rejimlerinde Cumhurbaşkanı devleti temsil eden
bir simge değil; siyasal sorunları çözme yetkisine ve bu amaçla sorunlar
karşısında tavır alma ve sorunlara müdahale etme yetkilerine sahip bir
kimsedir. Buna karşılık, parlamentoya karşı siyasal açıdan sorumsuz olma
özelliği de devam etmektedir. Bu nedenlerle, yarı başkanlık rejimlerinde
Cumhurbaşkanı’nın seçimle işbaşına gelmesi yani gücünü doğrudan halktan alması
daha akılcı gözükmektedir.
Aslında, Türkiye’de geçmişte yaşanmış iki somut
örnek olayın anımsanması bu konudaki tartışmaların doğru algılanması açısından
yararlı olacaktır. 20 Kasım 1999’da yapılan AGİT İstanbul zirvesinde dönem
başkanlığı görevini Başbakan Bülent Ecevit’in yapması gerekirken Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel yapmıştır. Ecevit, bu durumu sorun yapmamış ve gölgede
kalma pahasına Demirel’e destek
vermiştir. AGİT’in 1990 yılında Paris’de yapılan zirvesinde ise, dönemin
Cumhurbaşkanı Özal zirveye ağırlık koymak iştemiş ancak Demirel, Başbakan’ın
kendisi olduğunu ve hükümeti kendisinin temsil ettiğini söyleyerek Özal’ın öne geçmesini engellemiştir. Bu iki
olay klasik parlamenter rejimlerde Devlet Başkanlığı ile Başbakanlık arasındaki
ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.
Kanımızca, Cumhurbaşkanı halk
tarafından seçilmelidir. Bu düşüncemizin altında yatan ana endişe ise,
Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından seçilmesi durumunda, olayın siyasal partiler
arasında siyasal çıkarlara dayalı pazarlıklara ve anayasal sistemden verilecek
ödünlere dönüşebilmesi olasılığıdır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman
Demirel’in görev süresinin uzatılması için yaşananlar bu tehlikeyi net bir
şekilde ortaya koymuştur. Demirel’in yeniden seçilebilmesi için
Cumhurbaşkanı’nın bir defaya özgü olmak üzere yedi yıllık süre için seçilmesini
öngören Anayasa hükmünün değiştirilmesi gerekmekteydi. Öneriyi gündeme getiren
hükümet, Anayasa değişikliğinin geçekleşmesi için, Anayasal sistemden ödün
vermeyi kabul etmiş ve hatta milletvekilerine istedikleri kadar ücret
alabilmeleri önerisini götürmeyi tasarlamıştı. Buna göre, Anayasa’nın iki öteki
maddesinde birlikte yapılacak bir değişiklikle, siyasal partilerin (Fazilet
Partisi) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması olanağı güçleştirilecek ve
milletvekillerinin en yüksek devlet memuruna endeksli ücretleri TBMM’nin, yani
milletvekillerinin, kararına bırakılacaktı. Ancak, bu çözüm, Fazilet
Partisi’nin siyasal etkinlikleri mahkeme kararıyla yasaklanmış olan Necmettin
Erbakan’a af çıkartılması isteğinin de verilecek ödünler arasına katılması
yolundaki ısrarlı tutumu nedeniyle gerçeklik kazanamamış ve Süleyman Demirel
görevden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu tür pazarlıklar ve ödünler, sistemin
temelini sarsan ve toplumun devletine olan güvenini ortadan kaldıran olgulardır.
Bu yaklaşım, kamuoyunda ciddi
eleştirilerle karşılaşmıştır. Anayasa’nın bir tek kişinin çıkarlarını korumak
için değiştirilmek istendiği savı aydınlar ve yazarlar tarafından sıklıkla
gündeme getirilmiştir. Bu amacın sağlanması için Anayasa’nın öteki bazı
maddelerinde ve TCK’da değişiklik yapılarak milletvekillerine ve bazı siyasal
partilere akçal ve siyasal ödün verilmesi girişimi ise bu konudaki eleştirileri
haklı çıkarmıştır. Ülkenin daha demokratik bir konuma gelmesi ve devlet
aygıtının daha iyi işlemesi için Anayasa’nın pek çok maddesinde değişiklik
yapmak gerekirken, yalnızca milletvekillerinin aylık ve ödenekleri sisteminin
ön plana geçirilmesi ve bunun Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesi için güvence
unsuru olarak düşünülmesi Cumhurbaşkanlığı sistemi açısından ciddi kaygıların
ortaya çıkmasına neden olmuştur.
Cumhurbaşkanı’nın Görev Süresi
Türkiye’de, Anayasa’ya göre,
Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 7 yıldır ve bu göreve yalnızca bir kez
seçilebilmek olanağı vardır. Buna karşılık, Demirel’in görev süresinin
uzatılabilmesi amacıyla, TBMM’de grubu bulunan partilerin liderleri bu sürenin
beş yıla indirilmesi ve bir kişinin iki kez bu göreve seçilmesi konusunda
anlaştıklarını açıklamışlardır.
Cumhurbaşkanı’nın görev süresi
üzerinde kamuoyunda fazlaca bir tartışma olmamakla birlikte göreve birden fazla
kez seçilebilmek önerisi çeşitli tartışmalara konu olmaktadır. Örneğin, Prof.
Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu durumda “Çankaya,
Konut’a rakip olacak” görüşünü öne sürmektedir. [59]
Yapılan eleştirilerde bu durumun yaratacağı sakıncaların şu noktalarda
odaklanacağı üzerinde durulmaktadır: yeniden seçilmeyi düşünen ve bu amaçla
önlemler almaya çalışan Cumhurbaşkanı tipolojisinin ortaya çıkması, bu
tipolojinin yaratacağı siyasal ve yönetsel sıkıntılar, cumhurbaşkanlarının
popülist siyasal davranışlarının yoğunluk kazanması endişesi, yansızlığın
ortadan kalkması olasılığı, partizanca davranma olasılığı, mevcut sisteme göre
iki yasama döneminden birinde yaşanan sıkıntının her yasama döneminde yaşanır
duruma gelmesi, Cumhurbaşkanı ile
Başbakan arasında sürekli çatışma ortamının yaratılması, Cumhurbaşkanı’nın
yeniden seçilmesini ya da süresini kısaltmaya çalışan hükümetlerin ortaya
çıkması olasılığı, siyasal sürtüşme ve çatışma olasılığının artması, rejimin ve devletin meşruluğunu
yitirmesi tehlikesi, Cumhurbaşkanı’nın kendine sadık bir bürokrat kadro
oluşturmaya çalışması olasılığı.
Yukarıda özetlenmeye çalışılan
bu eleştiriler, ülkemiz koşulları çerçevesinde Cumhurbaşkanı’nın iki kez göreve
gelmesinin sakıncalı bir çözüm olacağını göstermektedir.
Devlet Denetleme Kurulu
Cumhurbaşkanlığı konusu
tartışılırken üzerinde durulması gereken bir başka konu da, Cumhurbaşkanlığı
bürokrasisinin içinde bulunduğu koşullar olmalıdır. Bilindiği üzere,
Cumhurbaşkanlığı Örgütü, esas olarak, Genel Sekreterlik ve Devlet Denetleme
Kurulu’ndan oluşmaktadır.
Bize göre, ülkenin siyasal
rejiminin geliştirilmesi açısından üzerinde durulması gereken esas kurum
DDK’dur. Cumhurbaşkanı’na danışmanlık yapmak ve Cumhurbaşkanı tarafından
verilecek konularda inceleme, araştırma ve denetleme yapma yetkisine sahip olan
bu Kurul’un işlevselliği ve çalışmalarının yaptırım gücü eleştirilere konu
olmaktadır. Kurul bir çok konuda rapor hazırlamakta ve makam tarafından
onaylanmasından sonra bu raporlar uygulanmak üzere Başbakanlık’a
gönderilmektedir. Genelde Başbakanlık Teftiş Kurulu bu raporların odak noktası
olmakta, raporda yer alan öneriler burada ilgili bakanlıklar itibarıyla ayrıma
uğratılmakta, konular ilgili bakanlıklara gönderilerek gereğinin yapılması ve
sonucundan bilgi verilmesi istenilmektedir. Bakanlıklardan alınan bilgi
yazıları da Cumhurbaşkanlığı’na iletilmektedir.
Ancak, ne varki, raporun
Başbakanlık’a gönderilmesinden sonra konu üzerindeki denetim kaybolmakta,
raporların akıbeti meçhul kalmakta ve bakanlıklarda yapılan çalışmaların tatmin
edicilik düzeyi de çeşitli kuşkularla dolu bulunmaktadır.
Bir başka sorun alanı da,
raporların yayınlanması ile ilgili sürecin ve disiplinin yeteri kadar
kesinleşmemiş olmasıdır. Oysa, bu raporların mutlaka yayınlanmaları ve
kamuoyuna sunulması hem gerekli ve hem de yararlıdır. Fransa’da bu uygulama
türü yasal bir zorunluluktur.
Belirtilen bu nedenlerle, DDK
çalışmalarının, kuruluş yasasında yapılacak değişikliklerle gözden geçirilmesi,
kurulun daha işlevsel konuma getirilmesi ve yaptırımlarının oluşturulması
gerekli görülmektedir.
Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi
ile ilgili bir başka sorun alanı da Cumhurbaşkanı’na yapılan sözlü ve yazılı
başvuruların içinde bulunduğu koşullardır. Pek çok kimse, kişi ve kurum
Cumhurbaşkanı’na başvurarak istemde bulunmakta ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından
irdelenen istemler yapılması uygun görülen eylem biçimi de işaret edilerek
Başbakanlık’a gönderilmektedir. Bu bir anlamda “halk gözlemciliği/denetçiliği” (ombudsman) işlevinin yerine
getirilmesidir. Bu konu da, DDK örneğinde olduğu gibi belirsizlik içinde
bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın bu bağlamda oynadığı rolün gereklerinin yerine
getirilmesi sağlanmalı ve hatta Cumhurbaşkanı -bir anlamda- halkın sorunlarını
izleyen ombudsman olarak kabul
edilmelidir.
Bu görüşün kabul edilmesi
durumunda gerekli kurumsal ve yönetsel süreçlerin oluşturulması gerekmektedir. “Ombudsman” kurumu konusunda Adalet
Bakanlığı tarafından bir yasa taslağı hazırlandığı öğrenilmiştir. Buna göre,
kurum bir “baş ombudsman” ile 10 “ombudsman”dan oluşacaktır. Taslağa
göre, “ombudsman”lar “ulusal ve uluslararası düzeyde, kendi
alanında en saygın, toplumun itibar ettiği, tarafsız, yükseköğrenim görmüş, yol
gösterici ve olayları tahlil edici nitelikleri, yetenekleri olan uzlaştırıcı,
akil kişiliği ön plana çıkan” [60]
kişiler arasından seçilecektir. Kurum özerkliğe sahip olacak ve özerk bütçesi
bulunacaktır. Kurumun kendisine iletilen sorunu ve olayı kamuoyuna duyurma,
beceriksizlikleri açıklama gibi yaptırımlar dışında cezai yaptırım uygulama
yetkisi olmayacaktır. Kurum daha çok eğitim, sağlık, yolsuzluk, rüşvet ve yerel
yönetimler gibi alanlarda görev yapacaktır.
“Ombudsman”lık kurumunun Cumhurbaşkanlığı Örgütü içine
alınması ve “ombudsman”ların
Cumhurbaşkanlığı adına yetki kullanan kimseler olarak görülmesi yararlı
olacaktır. Bu durumda iki olasılık sorunun ana çözüm yolu olarak akla
gelmektedir. Bunlardan biri “ombudsman”lık kurumunun Cumhurbaşkanlığı örgütü
içinde yer alması ve “ombudsman”ları
parlamentonun değil Cumhurbaşkanı’nın atamasıdır. İkincisi de, DDK’nun “ombudsman” görevi ve yetkisi ile
donatılmasıdır. Esasen, KAYA Raporu’nda da bu yolda bir öneriye yer
verilmektedir.
Değerlendirme
Önemi özellikle vurgulanmak
gerekirki, çağdaş demokrasilerin, yukarıda belirtilen ‘bireye saygı’ ve ‘katılımcılık’
niteliklerine eklenebilecek üçüncü bir niteliği de sorumlu devlet yönetimini olanaklı kılacak kurumsal özelliklere sahip
olabilmeleridir. Sorumlu devlet yönetimi, devletin gerek bireylerin ya da
toplumsal grupların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinde ve gerekse
bireylerin ve toplumsal grupların çıkarları ile ülkenin çıkarları arasındaki
çelişkilerde tarafları tatmin edebilecek uzlaşmaların
sağlanmasına olanak verecek siyasal, hukuksal ve yönetsel düzenlemelerin
var olması anlamına gelmektedir. Parlamenter demokrasilerde bu görevi yerine
getirebilecek kurumlardan birinin Cumhurbaşkanlığı makamı olduğu kuşkusuzdur.
Cumhurbaşkanı’nın yalnızca devleti
temsil yetkisi ile donatılmak istenmesi bu rolün yeterli ve etkili bir
biçimde yerine getirilmesini engelleyici
niteliktedir.
Demokratik rejimin ve devletin
işlerliğinin güçlendirilmesi bakımından Cumhurbaşkanlığı ile ilgili olarak
alınması gereken önlem önerileri aşağıda belirtilmiştir.
Cumhurbaşkanı’nın Anayasal
görev, yetki ve sorumluluklarına tam ve kesin açıklık kazandırılmalıdır. Bu
bağlamda, Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bölümü yeniden
düzenlenmelidir. Cumhurbaşkanı, Devleti temsil etme yanında, devlet organları
arasındaki işbirliği ve eşgüdümün sağlanmasından sorumlu olmalı ve daha da
önemlisi tıkanma aşamasına gelmiş ulusal siyasal sorunların ana çözüm noktası
olmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın yetkileri
bu tür sorunların kısa sürede ve etkili bir şekilde çözümlenmesine olanak
verecek süreç ve kararlarla zenginleştirilmelidir.
Cumhurbaşkanları halkın
doğrudan oyu ile göreve getirilmelidir. Siyasal partiler Cumhurbaşkanlığı
seçiminde aday gösterebilmelidir. Ancak, Cumhurbaşkanlığı görevi sadece bir
dönem yapılabilmelidir.
Cumhurbaşkanları, bunlara koşut
olarak, yaptıkları eylemler ve aldıkları kararlar bakımından hukuksal ve
siyasal açıdan sorumlu konuma getirilmelidir.
Bu bağlamda, “Bakanlar Kurulu”
ve “Başbakan” ile “Cumhurbaşkanı”nın anayasal konumları arasında denge
sağlanmalıdır. Ancak, parlamenter sistemde siyasal tercihlerde bulunma ve
siyasal karar alma yetkisinin temel olarak Başbakan ve bakanlar kuruluna ait olduğu
ilkesi tam ve kesin olarak güvence altına alınmalıdır.
Cumhurbaşkanı’nın yasama ve
yürütme organı ile ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Özellikle
ele alınması gereken konular arasında ise Cumhurbaşkanı’na bu organların devlet
sorunlarının çözümünde yetersiz kalmaları durumunda, belirli bir danışma
sürecini de kapsamak ve belirli bir süre içinde kullanılmak üzere, parlamenter
rejimi benimsemiş bir çok Avrupa ülkesinde (Fransa, İtalya, Belçika ve
Yunanistan) olduğu gibi, parlamentoyu feshetme yetkisi verilmesi ve Anayasa ile
Cumhurbaşkanı’na verilen yetkilerin kullanılma biçimine açıklık getirilmesi en
başta gelmektedir. Bu çerçevede, öncelikle, Cumhurbaşkanı’na TBMM’ni feshetme
yetkisi verilmeli ve bu yolda Anayasa’da yer alan hüküm işler ve işlevsel
konuma getirilmelidir. Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Başbakan ile görüştükten
sonra TBMM’nin çalışmalarına son verebilmeli ve seçimlerin yenilenmesini
isteyebilmelidir.
Cumhurbaşkanı’nın öncelik
taşıyan ödevlerinden birisi devleti ve ulusu temsil etmek olmakla birlikte,
Cumhurbaşkanı’nın yurttaşlarla olan ilişkilerini biçimlendiren hukuksal,
kurumsal ve yönetsel düzenlemelerde yetersizlikler bulunmaktadır. Bu bağlamda, yurttaşların,
Cumhurbaşkanı’na yaptıkları başvurular ve yakınmalar gereği yapılmak üzere
hükümete gönderilmekte, ancak bu isteklerle ilgili olarak yapılan işlemler çoğu
kez sonuçsuz kalmaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamının bu yoldaki işlevlerinde
etkisiz kalması sonucunu doğuran mevcut uygulama biçimi iyileştirilmelidir.
Yurttaş istekleri konusunda görevlerini yerine getirmeyen hükümet birimlerinin
ve bu birimlerde yönetsel sorumluluk taşıyanların gerekli işlemleri tam ve
zamanında yapmamaları durumunda belirli yaptırımlara uğratılmalarını sağlayan
düzenlemelere gereksinim vardır.
“Ombudsman” türü bir yeni kurumsallaşmanın gerçekleşmesi
durumunda ise, sorunun bu sistem içinde etkili bir çözüme kavuşturulmasını
öngören önlemler alınmalıdır. Bu kurumun bağlantı yeri Cumhurbaşkanlığı olmalı
ve “ombudsman”lar Cumhurbaşkanı tarafından seçilmeli ve atanmalıdır.
BÖLÜM 3
YASAMA:
ULUSAL EGEMENLİĞİN
SOMUTLAŞMA ODAĞI
YA DA POLİTİKANIN MEKKESİ
Giriş
Ulusal egemenliğin temel
somutlaşma odağı olan yasama organını salt Anayasa’da öngörülen işlevleri
açısından ele almak, incelemek ve irdelemek bu çok önemli sorun alanına
kuşbakışı bakmak ve gerçek dinamiklerinin içinde bulunduğu koşullara sırt
çevirmek anlamına gelir. Türkiye’de demokrasiyi ve devleti sorgulayan bir
çalışmanın yasama işlevlerinin geliştirilmesi yanında Türkiye’nin en üst
düzeyde karar alma yeri olan TBMM’de bu işlevi yerine getirmekte olan
kurumların, profesyonel politikacıların ve ülkedeki politika yapmanın ‘kalite’
düzeyini de irdelemesi gerekir.
Bu nedenle, burada yalnızca
TBMM ve çalışma süreçleri değil fakat bununla birlikte ilerideki bir bölümde
Türkiye’deki iç politika gerçekleri, politikanın yönetimi ve Türkiye’de egemen
olan varsılerki demokrasinin ana süreci olan işadamı-politikacı-bürokrat
ilişkilerinde politikacının görünümü de irdeleme konusu yapılacaktır.
Türkiye’de yasama organını ve
bu organ içinde yer alan aktörleri ve oynadıkları rolleri yeterince incelemeden
devlet ve demokrasi düzeltimi girişimi içine girebilmek olanağı yoktur. Bu
bölümde, öncelikle, son 10 yıl içindeki yasama organı ve yasama üyelerinden
topluma yansıyan genel, net ve nesnel bir fotoğraf çekilmeye çalışılacaktır. [61]
Türkiye’de,
yasama tam anlamıyla etkisiz ve yetersizdir. Açıklıkla kabul etmek gerekirki,
sahip olduğumuz sistem içinde, temel sorunların çözümleyicisi olması gereken
yasama organı, ülke sorunlarının çözüm yeri olabilmenin çok uzağına düşmüştür.
Parlemento üyelerinin yeterliliği, ehliyeti ve yetkinlik düzeyi kuşkularla
doludur. Parlamento üyeliği, bireysel ekonomik güce, feodal toprak mülkiyeti
ilişkilerine, dinsel mezhep ve tarikat ilişkilerine ve lidere sadakat
bağlarının güçlülüğüne bağlıdır. Bireysel yetkinlik ön plana çıkamamaktadır. Bu
durumun en önemli göstergesi, parlamentonun en önemli işlevi olan yasa yapma
görevini yerine getirememekte olmasıdır. Bunun yanında, yürütmeyi denetleme
işlevi de yerine getirilememektedir. Hazırlanan araştırma ve inceleme raporları
ya rafta kalmakta ya da faili meçhul cinayetler konusunda olduğu gibi Genel
Kurul’a bile getirilememektedir.
Özellikle,
siyasal parti bağı nedeniyle yürütme ile yasama organının bütünleşmiş olması
ülkede kuvvetler ayrımı ilkesinin ortadan kalkmış olduğu yolundaki
eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Parlamento bu nedenle
yürütmeyi denetleyememektedir. Milletvekillerinin önemli bir kesimi, özellikle
iktidar partilerinin üyeleri içinde bulundukları statüyü yalnızca toplumsal ve
ekonomik nimetlerden yararlanma yolunda ortaya çıkmış avantajlı bir durum
olarak görmektedirler.
Yasama
ile yürütme arasındaki bütünleşmeye karşın, yargı ile yasama arasında
çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Yargının başındakiler (Anayasa Mahkemesi
başkanları, Yargıtay başkanları ve Cumhuriyet başsavcıları) hem yargının
bağımsız olmadığını açıklıkla söylemekte ve hem de bunun parlamentonun
yetersizliğinden ve siyasal açıdan yanlılığından kaynaklandığını toplum önünde
ve açıkça belirtmektedirler. Bu ve benzeri oluşumlar yasama organının konumunun
ve koşullarının yeniden ele alınmasını gerekli kılmaktadır.
Milletvekillerinin Sisteme Karşı Yabancılaşması
Yasama ile ilgili temel
sorunlardan birincisi, yasama organı üyelerinin sisteme karşı yabancılaşması
olgusudur. Kanun yapma sürecinin özellikle hükümetler tarafından hazırlanan
tasarılara dayanması, TBMM üyelerinin bu hazırlıktaki rollerinin sınırlılığı,
komisyon çalışmalarında istedikleri sonuçları alamamaları, Genel Kurul
çalışmaları sırasında konunun esasına ilişkin değişiklikleri yaptıramamaları ve
meclis araştırması ve soruşturması gibi yöntemlerin istenilen sonuçları
üretememesi yasama organı üyelerini işlevsiz kaldıklarına, yasa yapma
sürecindeki etki ve katkı paylarının minimal ve marjinal olduğuna ve yasama
yetkisinin yürütme erki tarafından üstlenilmiş olduğuna inandırmaktadır. Bu
durumun doğal sonucu ise, iş takibi yapma, gizli yollarla mütehahhitlik yapma,
seçmenlere iş bulma ve tedavilerine yardımcı olma gibi marjinal türdeki
etkinliklerin milletvekillerinin çalışma ortamlarına egemen olmasıdır.
Devlet yönetiminde aksamalara
yol açan önemli sorunlardan ikincisi de, yasama organının etkili ve verimli bir
şekilde çalışamamakta olmasıdır. Bu durumun temel nedenleri TBMM çalışmalarının
üretkenlik düzeyinin sınırlı olmasıdır.
Ülkenin en önde gelen karar merkezine üye olarak seçilen ve büyük bir
ulusun temel politikalarını saptamak üzere görevlendirildikleri inancı ile
seçim bölgelerinden Ankara’ya yola çıkanlar daha yasama deneyimlerinin ilk
günlerinde, haftalarında ve aylarında aslında böyle bir olanağa sahip
olamayacaklarını, yasaların parlamentoda değil yürütme organında yapıldığını ve
parti disiplini süreci nedeniyle de yalnızca istenilen yönde el kaldıran ve oy
kullanan kimseler konumuna geldiklerini
görmektedirler.
Bu konudaki en ilginç kanıt ve
itiraf DSP Milletvekili Mustafa Düz’den gelmiştir. Hukukçu olmaması nedeniyle
partisi tarafından görevlendirilmek istendiği TBMM Adalet Komisyonu’nda üye
olarak çalışmak istemeyen ve bu isteğini parti yönetcilerine açıklayan Düz’ün
aldığını belirttiği yanıt şöyle: “Sen
zaten jokersin. Elini kaldır, indir.”
Ortaya çıkan sonuç, milletvekillerinin sisteme
yabancılaşması ve iş takibi yaparak, seçmenlere tedavileri için yardımcı olarak
ya da kamu görevlilerinin atanma ve yer değiştirmelerinde rol oynayarak
varlıklarını kanıtlamaya çalışmalarıdır.
Bu konuda en iyi örnek, siyasal
yaşamını bir çıkış yolu bulamadığı için kendi kararıyla kapatan, DYP Kırklareli
eski Milletvekili Ahmet Sezal Özbek tarafından şu sözlerle verilmektedir: “İçimde heyecan kalmadı, parlamentoya
ısınamadım. Ben bu işi yapamayacağım artık. Ankara’yı terk ediyorum. Böyle
sistem olmaz. Üretim yapamıyorsunuz. 18 yıldır siyasetteyim, ama her geçen gün
geleni aratıyor. Parlamentonun temposu Türkiye’nin ihtiyacının ancak yüzde
10’unu zor karşılar durumda. Sistem tıkanık. Bütün ipler beş liderin elinde.
İnanın, içim karardı; otur Allah otur. Bir faaliyet yok, bir çalışma yok. Ben
görev yaptığım İçişleri ve Milli Savunma Komisyon başkanlıklarında alnımın
akıyla hizmet verdiğime inanıyorum. İstifa etmeyi nezaketsizlik saydığım için
böyle bir dilekçe vermedim, adaylığımı koymuyorum… Milletvekili itibarı
kalmadı; selam veren de nezaketen veriyor. Parçalanıyoruz, fakat olmuyor.
Kürsüye çıkmak istesen, yılda bir kez 5 dakika konuşamazsın. Ankara’ya
heyecanla geliyorsun, tıkanıp kalıyorsun. İktidar olan partinin üyesinin çoğu
günü iş takibiyle geçiyor. Bakanlığı kim eline geçiriyorsa kendi yandaşlarını
koruyor. Vakıf adı altında neler götürüyorlar. Kontrol eden mi var; düşünün
yapılanları. Çetelerin dışında da yağmalama var. İnsan vebal altında kalıyor.
Vatandaş niye hesap sormuyorsunuz diyor, ne cevap vereceksiniz?” [62]
TBMM üyelerinin sisteme karşı
yabancılaşmalarının ulaştığı boyutlar demokratik geleceğimiz açısından oldukça
sıkıntı verici duruma gelmiştir. Milletvekilleri ve hatta siyasal partiler
yasama organının varlık nedenini geçersiz kılan çözüm önerilerini rahatlıkla
dile getirebilmektediler. Yasama organının, yasa yapma işlevi yanında yer alan
önemli işlevlerinden öteki ikisi olan “soruşturma
yapma” ve “af yetkisini kullanma”
gibi işlevlerinin TBMM’den alınması için ciddi öneriler yapılmaktadır. [63]
TBMM’nin iki parti liderini
aklamasından sonra bizzat ANAP Genel Başkanı Yılmaz, TBMM’nin soruşturma
yetkisinin geri alınması ya da en azından içinde yargıçların egemen olacağı
yeni bir sisteme geçilmesi için Anayasa’da değişiklik yapılmasını istemiştir.
Aralık 2000’de çıkan Af Yasası’ndan sonra da, yine ANAP TBMM Başkan Vekili
Beyhan Aslan, af çıkarma yetkisinin Meclis’ten alınması için Anayasa
değişikliği öneresi hazırladığını açıklamıştır.
Bu iki örnek olay dahi,
yasama organının en önemli işlevlerini
doğru ve etkili bir şekilde yapabilme konusunda ciddi duraksamalar bulunduğunu
ve sisteme karşı yabancılaşma olgusunun ulaştığı boyutları göstermektedir.
TBMM:
Yasama Çalışmalarının Etkililiği, Yasama Bürokrasisi ve En Büyük KİT
TBMM çalışmalarının yavaş,
etkisiz ve verimsiz olduğu yolunda kamuoyunda önemli bir inanç vardır. TBMM
yasa çıkaramamaktadır. Yürütme organını denetleyememektedir. Araştırma
komisyonlarının çalışmaları etkili sonuçlar üretememektedir. Kısacası, yasama
organının yasama süreci konusundaki başarım düzeyi yetersizdir. Başarım
düzeyindeki düşüklüğün ana nedeni de bu çalışmaların kural ve yöntemlerini
belirleyen TBMM İçtüzüğü’dür.
Bu yargıyı ve imajı
değiştirme çabaları ise TBMM’ne sürekli olarak egemen olmuştur. 1996 yılında
yapılan İçtüzük değişikliği ile bazı engelleyici hükümler değiştirilmiştir.
Yeni değişiklikler için çalışmalar devam etmektedir. Üzerinde çalışılmakta olan
konuların muhalefetin sırf engelleme yapmak için kullandığı usul hükümlerinin
değiştirilmesi, verilen önergelerde tüm imza sahiplerinin okunması yerine ilk
ismin okunmasıyla yetinilmesi, Genel Kurul’a sunuşlar başlığı altında sözlü
olarak yapılan milletvekillerine bilgi verme işlevinin yazılı olarak yapılması
ve önergelerin okunması yerine yazılı olarak dağıtılması olduğu
anlaşılmaktadır.
Buna karşılık, sayıca az da
olsa, ortaya çıkan bazı olumlu örnekler aslında bu sorunun çözümünün hiç de zor
olmadığını göstermektedir. Bu olumlu örneklerden biri Ekim 1999’da kabul edilen
Gümrük Kanunu değişikliğidir. TBMM tarihine geçecek bir hızla ve önemli bir
yöntem değişikliği ile 250 maddelik yasa değişikliği 3.5 saatte Genel Kurul’da
görüşülerek kabul edilmiştir. Bu görüşmelerde mevcut kurallar uygulansa idi
görüşmeler en az 8 ay sürecek ve TBMM tıkanacaktı. Başarının sırrı ise,
İçtüzük’de yer alan ancak bugüne kadar hiç uygulanmayan bir yöntemin uygulama
alanına konulmasıydı. İktidar ve muhalefet partileri kendi aralarında anlaşarak
yasa tasarısını temel yasa olarak
kabul etti, maddeler yerine bölümler blok
olarak görüşüldü ve tasarı kısa zamanda yasalaştı. Olayın planlayıcısı olan
Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler yöntemi şu şekilde açıklamaktadır: “Biz, Meclis Genel Kurulu’nda
konuşacağımıza, kuliste, odalarda konuştuk. Sonuçta muhalefetin doğru
tekliflerine olur dedik, yanlış bulduklarımızı da neden yanlış bulduğumuz
konusunda ikna ettik. Sonuçta uzlaşı oldu. Çok acil kanunların bu usulle
çıkabileceğini göstermemiz açısından iyi bir örnek. Türkiye’nin buna ihtiyacı
var.” [64]
Yasama organlarının ve her
parti grubunun çok güçlü ve yetkin araştırma, inceleme ve danışmanlık
hizmetlerine gereksinimi vardır. Dünyanın gelişmiş parlamentoları bu sorunu hem
etkili kurumsal düzenlemeler yaparak ve hem de modern teknik ve olanakları kullanarak
doğru ve isabetli çözümlere kavuşturmuşlardır. Örneğin, Federal Alman
Parlamentosu, bir anlamda, Almanya’nın bilim merkezi olarak da görev
yapabilmektedir. Parlamentoda grubu bulunan her partinin giderleri devlet
bütçesinden karşılanan araştırma merkezi vardır. Ayrıca, her parti fikir üretim
merkezi gibi çalışan bir vakıfla ilişki içindedir. Bütün milletvekillerine
araştırmacı tahsis edilmektedir. Siyaset ve siyasetçi donanımlı olunca,
parlamento da doğal olarak bir bilim merkezi durumuna gelmektedir. Bilim
merkezi gibi çalışan parlamentolarda sorunlara bilimsel çözümler bulabilmek,
üyelerin parlamento konuşmalarını daha tutarlı kılabilmek ve kamuoyunu daha
fazla tatmin edebilmek olanaklı olabilmektedir.
Türk parlamentosuna
baktığımızda bu yönde bir destek merkezinin oluşturulmadığı ve parlamento
bürokrasisinin kalifiye olmayan insangücü fazlalığına karşılık teknik yeterlik
düzeyinin gelişmemiş olduğu görülmektedir.
Yasama ile ilgili bir başka
sorun da, yasama organının kendi bürokrasisini bugüne kadar gerçekleştirememiş
olmasıdır. TBMM’deki siyasal partiler danışmanlık olanaklarından yeterince
yararlanamadığı gibi üyeler de kendilerine araştırma ve inceleme çalışmalarında
yardımcı olabilecek bir uzmanlar grubunun desteğinden yoksun bulunmaktadır. Bu
durum yasama çalışmalarının içeriğinin zenginliğini azaltmakta ve niteliğinin
yüksek olması şansını sınırlandırmaktadır.
Bu çerçevede, TBMM’de eksikliği
en fazla duyulan konulardan biri de bilgisayarlaşmanın yetersizliği ve veri
temelinin bilgi otomasyonuna dayalı şekilde oluşturulamamış olmasıdır. TBMM’de
egemen olan teknik düzey hala daktilo ve kağıtlardır. Bilgi ve iletişim
elektronik ortama aktarılamamıştır. Halkla ilişkiler açısından son derecede
gerekli olabilecek olan “internet” gibi unsurlardan ise yararlanılamamaktadır.
Oysa, ABD Kongresi’nin “internet” erişiminden hem Kongre Kütüphanesi’ne
girebilmek ve hem de istenilen yasal belgeleri elde edebilmek olanağı vardır.
18 Nisan 1999 seçimlerinden önce, 1995 seçimleri ile oluşan 20 nci
yasama dönemi ile ilgili olarak yapılan bir istatistik, parlamentoda yer alan
550 milletvekilinden 45’inin yasama dönemi boyunca, yemin etmek dışında,
kürsüye çıkmadığı gerçeğini ortaya koymuştur. TBMM’nin personel yönetiminin
içinde bulunduğu durumu inceleyen İdare Amiri Önder Kırlı hazırladığı raporda
her personelin bir milletvekili “torpili” bulunduğunu belirtmekte ve saptadığı
örnek olayları şu şekilde ortaya koymaktadır: Meclis Genel Sekreteri’nin
kızkardeşini TBMM kreşinde işe alması ve kendisi için kadro yaratarak bu
kadroya atama yapması; durak dışından TBMM otobüsüne binmek isteyen bir
milletvekili eşinin kendisinden kimlik sorulmasını gurur sorunu yapması üzerine
sürücünün önce cezalandırılması ve sonra işinden olması; mevsimlik işçi olarak
alınan işçilerin sürekli olarak istihdam edilmesi ve bu personelin sürekli
kadroya geçmek amacıyla yoğun siyasal baskı yaratması; TBMM’ye geçici görevle
gelen personelin maaşının artması nedeniyle kamu kuruluşlarından TBMM’ye geçmek
için yapılan taleplerin yoğunlaşması ve amacın gerçekleştirilmesi için her
yolun mubah sayıldığı bir ortamın ortaya çıkması; ikisi de yardımcı hizmetler
sınıfında işe başlayan iki ortaokul mezunundan birinin “yağcılık”, “yalakalık”
ve “torpil”le genel hizmetler sınıfına geçmesi ve buna karşılık çalışırken
eğitimini tamamlayarak yüksekokul bitiren ikincinin “torpil” bulamadığı için
tuvalet temizlemeye devam etmesi ve personel seçiminde ön koşulun “kayırma” ve
“torpil olması”.
8 Aralık 1997 tarihli Hürriyet,
TBMM’nin personel yönetimi politikasını sürmanşet yapıyor ve şu bilgileri
kamuoyuna aktarıyordu: “TBMM’deki
kadrolaşma 1.685 kişinin işe alınmasıyla son bir yılda patladı. TBMM’nin
personel sayısı 5.369’a ulaştı. Sadece temmuz-eylül arasındaki 90 günde 406
kişiye iş verildi. Böylece Kalemli döneminde alınan personel sayısı ortalama
günde 3’ü buldu. Bu yüzden TBMM bürolarında oturacak yer kalmadı. Memurlar,
koridorlara konulan banklara yerleştirildiler. Çalışanlara kıdemine göre ayda
40-80 milyon lira arası özel tazminat ödenmesi ve böylece maaşın ikiye
katlanması TBMM’yi cazibe merkezi haline getirdi. 550 milletvekili olan TBMM’de
5.369 personel var. Milletvekili başına 10 personel düşüyor. Çalışanların
520’si müdür ya da amir. TBMM Dış İlişkiler Müdürlüğü’nde 72 personel var.
Ancak bunların sadece 7’si dil biliyor. Bu yüzden tercüme işleri dışarıya
yaptırılıyor. Amir ve müdürlere lojman, çift sekreter ve altlarına özel makam
arabası da veriliyor. Personel şişkinliği yüzünden lokanta da yetersiz kalıyor.
Bu yüzden milletvekilleri ile personel kavga ediyor.”
Bu tabloya, geçen dönemlerde
uygulamasına başlanan ve her bir milletvekiline bir kontenjan verilen
“danışman” kullanma hakkı da katılırsa ve bu kontenjanın danışmanlık değil
sekreterlik görevi yapmak üzere genelde akraba ve dostlar arasında kullanıldığı
da eklenirse TBMM’deki personel yönetimi koşulları çok daha net olarak ortaya
çıkmış olacaktır.
2 Ağustos 1998’de genel
seçimlerin 18 Nisan 1999’da yapılmasının karar altına alınmasından sonra TBMM
tatile girmiş, 1 Ekim 1998’de Anayasa gereği yeniden çalışmalarında başlamış
ancak 18 Nisan 1999’da yapılan seçimlere kadar yalnızca Bütçe Kanunu’nu çıkarabilmiştir.
Yeni hükümetin kurulması ve parlamentonun çalışmalara başlaması için geçen bir
aylık süre de dikkate alınırsa TBMM’nin 1998 Ağustos ayı başından Haziran 1999
başına kadar hiç çalışmadığı görülmektedir. Aslında, parlamento çalışmaları
Haziran 1998’de Deniz Baykal ile Mesut Yılmaz’ın genel seçimlerin 1999
baharında yapılması konusunda anlaşmaları üzerine fiilen durma noktasına
gelmişti.
Meclisin yasama çalışmaları ile
ilgili bir başka sorunu da haftanın üç günü ve yalnızca 15.00-19.00 saatleri
arasında çalışmasıdır. Çalışma süresinin yetersizliği ve sahip olunan katı,
verimsiz ve aşırı derecede zaman alıcı çalışma ve karar alma yöntemleri yasama
işlevlerindeki başarım düşüklüğünü yeterince açıklamaktadır.
18 Nisan 1999 seçimleri ile
göreve başlayan yeni parlamento ise bu konuda eski alışkanlıklara ters düşen
bir çalışma programı ve temposu sergilemektedir. Bu bakımdan, 21 inci dönem
parlamentosu yasama süreci açısından nelerin yapılabileceğini gösteren olumlu
bir örnek olarak ortaya çıkmıştır.
20 nci yasama döneminde işe
alınan Meclis personeli üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda bunlardan 22
adedinin bazı milletvekilleri ile “yeğen”, “oğul”, “kız”, “gelin” ve “kardeş
eşi” düzeyinde akraba oldukları saptanmıştır.
Bir başka araştırmada da,
gerekli olduğu konusunda çeşitli sorular bulunan Meclis kreşi için kreş
açılmadan önce çok sayıda personelin işe alındığı ve kreş henüz çalışmaya
başlamamasına karşın bu kişilere aylık ödendiği anlaşılmıştır.
TBMM’nin iç işleyişindeki
kurumsal, yönetsel ve örgütsel yetersizliklerin ve hatta bunun da ötesinde
Meclis bürokrasisi içine girmiş olan yolsuzlukların en önemli kanıtı kısa bir
süre önce yaşanan ve mahkemeye intikal etmiş olan Genel Kurul Salonu’nun yenilenmesi
olgusudur.
1997 yılının sonlarına doğru
ortaya çıkan bu olay Türkiye’de bürokratik yozlaşmanın ve yolsuzlukların gelmiş
olduğu düzeyi göstermesi bakımından son derecede önemlidir. İlk kez TBMM
Başkanlık Divanı’nda yer alan bazı üyelerin açıklamaları ile ortaya çıkan
durum, yasama organı için yapılan bir ihalede dönen oyunları, sahtekarlıkları
ve yolsuzlukları içermektedir. Bu amaçla kurulan Komisyon’a üye olarak katılan
bu yetkililer olayda yargıya intikal etmesi gereken yönler bulunduğunu, açık
bir yetki gasbı yaşandığını, sorumluların hesap vermesi gerektiğini, Meclis’in
itibarının zedelendiğini, Civangate’i aşan yolsuzluklar yapıldığını, ‘deodorant dökülse bile kokunun
çıkmayacağını’ ve ‘hırsızlıkların
kapatılarak Meclis’in itibarının korumayacağını’ kamuoyuna açıklamışlardır.
[65]
Gazetelere yansıyan bilgilerden
elde olunan ilk izlenim 13 milyon dolarlık keşif bedeli olan işin maliyetinin
38 milyon doları bulduğu, faturalarda şişirmeler yapıldığı, bazı firmaların
haksız kar elde ettiği ve bu arada bazı komisyonların da ödendiği idi. Örneğin,
7.8 milyon dolar olarak hesaplanan mimari dekorasyon 13.3 milyona, 910.000
dolar olarak hesaplanan mekanik tesisat işi 2.9 milyon dolara çıkmıştı. Olayın
genişlik kazanması üzerine, ilgili firmalarla yapılan görüşmeler sonucunda
İnceleme Komisyonu Başkanı 38 milyon dolarlık maliyetin -hemen hemen yarıya
yakın bir indirimle- 20 milyon dolara indirildiğini açıklamıştı.
Bu arada, konuya değinen merhum
gazeteci Gülçin Telci, TBMM’deki bu olayın büyüklüğünün kıyaslama yoluyla
ortaya konulabilmesi için, Sabancı Holding tarafından İstanbul’da yapılan ikiz
kulelerin maliyetinin 150 milyon dolar olduğunu ve ülkenin en büyük yatırımlarından
olan Petlas’ın ise 35 milyon dolara taksitle ancak özelleştirilebildiğini
anımsatıyordu.
Olayın kamuoyuna mal
edilmesinde önemli rol oynayan bazı gazeteciler araştırmaları sonucunda dönemin
Meclis Başkanı’nın kızına ve kayın biraderine ihale süresi içinde ilgili bir
firmadan süper lüks daireler alındığını saptamıştı.
Daha sonra yapılan
araştırmalarda, aynı davranış biçiminin Meclis’in uçak biletleri alımında,
asansörlerinin yapımında, havalandırma sisteminin yapılmasında, avizelerinin
temizlenmesinde, bazı mühendislik ve mimari projelerin hazırlanması işlerinde
de görüldüğü anlaşılmıştı.
Dönemin Meclis Başkanı ise
yaptığı bir açıklama ile yaptığının yasal açıdan değil ama ahlaki açıdan bir
kusur sayılabileceğini itiraf etmiştir.
Yasamanın
Denetime İlişkin İşlevlerini Yerine Getirme Düzeyi
Yasama organının yasa yapma
işlevinin yanında yerine getirmesi beklenen ikinci temel işlevi de yürütme
organını denetlemesidir. Yasama bu işlevini araştırma, inceleme, soruşturma ve
gensoru yöntemleriyle yerine getirir.
Meclisin araştırma ve inceleme
çalışmalarının karşılaştığı en büyük sorun hazırlanan raporların yürütme
tarafından yeterince dikkate alınmamasıdır. [66]
Araştırma ve inceleme
raporları, tarihe kayıt düşmek işlevini yerine getirmekte ve genelde raflarda
kalmaktadır.
Soruşturma işlevi ise tam bir
çıkmaz içine girmiş ve Meclis soruşturmaları siyasallaşmıştır. TBMM’de yer alan
gruplar meclis soruşturmasını siyasal çıkar amaçlarıyla kullanmaktadırlar.
Herhangi bir yolsuzluk durumunda açılan soruşturmaya, suçlanan partiler bir
başka soruşturma önergesi ile karşılık vermekte ve sonuçta taraflar
birbirlerini aklayarak soruşturma dosyalarını kapatmaktadırlar.
Örneğin, ANAP Genel Başkanı
Mesut Yılmaz hakkında Türkbank olayından SEKA olayına kadar değişen 8 ayrı
konuda soruşturma açılmış ve bunların hepsi aklama ile sonuçlanmıştır.
Oylamaların hemen tümünde, koalisyon partileri kollayıcı ve muhalefet partileri
de hükümette kararlılığı sarsıcı taktikler izlemişlerdir. Yapılan pazarlıklar
sonucunda ise haklarında soruşturma komisyonları kurulan milletvekillerinin
hepsi aklanmışlardır.
Emin Çölaşan şu yorumu
yapmaktadır: “Dünyanın hiç bir
parlamentosunda böylesine ciddiyetsiz, böylesine yozlaşmış bir kurum olamaz.
Adına ‘Meclis Soruşturması’ denilen kurum bizde böyle... İşin sonunda hapis
var, para cezası var, beraat var. Ama gelin görün ki, bu Meclis Soruşturması
kurumu bizde işlevini tümüyle yitirmiştir... Soruşturma Komisyonu istediği
kararı versin hiç önemli değil. Bu karar Meclis Genel Kurulu’nda oylamaya
sunuluyor ve onanması için 276 (salt çoğunluk) gerekiyor... Genel başkanlardan direktif
gelecek, oylamada vicdanlar değil, kelle hesabı konuşacak ve bütün yolsuzluk,
usulsüzlük, hırsızlık iddiaları siyaset pazarlığına, partilerin siyasi çıkar
hesaplarına alet edilecek. Hem de açık oylama ile. Böyle bir Meclis
Soruşturması kurumunun ciddiyeti ve saygınlığı kalır mı?” [67]
Sedat Ergin ise şunları
yazmaktadır: “Geçen hafta TBMM’de yaşanan
... gelişmeler ve bunun (meclis soruşturması) bir hükümet meselesi haline
getirilmesi, olsa olsa Türk toplumunda siyaset kurumuna duyulan güvensizliğin
daha da pekişmesine yol açmıştır... Çıkış yolu denetim mekanizmasının köklü
şekilde değiştirilmesidir. Denetim, Türkiye’deki mevcut siyasi zümreye emanet
edilemeyecek kadar hassas bir konudur. Son örnekleriyle görüldüğü gibi...” [68]
Sorunun çözümlenmesi için
düşünülen yöntemler ise bu yoldaki yetki, sorumluluk ve işlevleri TBMM’nin
elinden almak ve soruşturma işini yargıya bırakmak esası üzerine oturmaktadır.
Örneğin, ANAP Genel Başkanı
Yılmaz “Meclis soruşturması için 1961
Anayasası döneminde geçerli olan sistem revize edilerek, yeniden yürürlüğe
konulmalıdır. İddialar, hukuki yaklaşımla ayıklanmalıdır. Bunu yapacak ön
komisyonun içine milletvekillerinin dışında, yargıçların da alınması sağlanmalıdır.
Ya da bu komisyonun tamamı yargıçlardan oluşturulmalıdır” demektedir. [69]
Hükümet tarafından
geliştirilen ve Anayasa’nın 100 üncü maddesinde değişiklik yapılmasını öngören
hazırlık çalışması ise suç duyurularının Yargıtay Başsavcılığı’na yapılmasını,
hazırlık soruşturmasının Yargıtay Başsavcısı tarafından yürütülmesini ve kamu
davası açılmasına Yargıtay Ceza Daireleri Kurulu’nun karar vermesini
önermektedir.
İçtüzük Engelleri
TBMM çalışmalarında verim
düşüklüğünün temel nedeni ise yürürlükte bulunan İçtüzük’ün yasama
çalışmalarına getirdiği sınırlılıklardır. Bu nedenlerin başında da TBMM çalışma
programının hazırlanmasında yaşanan yanlışlıklar gelmektedir. Bir başka neden
de gündem dışı konuşma alışkanlığının meclis çalışmalarını engelleyecek düzeye
gelmiş olması ve özellikle de sözlü soru kurumunun doğru işlemeyişidir. Aynı
şekilde, uzun süren başkanlık sunuşları ile uzun süren yoklamalar da yasama
organının çok kısa olan çalışma süresi açısından önemli kayıplarla
sonuçlanmaktadır. Öte yandan toplantı ve karar yeter sayısı bulmada
karşılaşılan güçlükler yasama organının çalışmasında ortaya çıkan verim
düşüklüğünün önde gelen nedenleri arasındadır.
Bu arada yasama organının
görüşme, yasa yapma ve denetleme usullerinin yetersizliği ile metin okumaya
ayrılan uzun süre TBMM çalışmalarının aksamasında önemli bir rol oynamaktadır.
Yasa tasarı ve teklifleri ile ilgili değişiklik önergelerinin komisyon yerine
Genel Kurul’da verilmesi yanlışlığı da önemli bir zaman israfı ile
sonuçlanmaktadır. Ayrıca, genel görüşme ve araştırmaların sayıca fazlalığı ve
yoğunluğu da meclisin yasa yapma kapasitesini önemli ölçüde
sınırlandırmaktadır.
Öte yandan, TBMM, bütçe yapma
çalışmalarına gereğinden çok fazla zaman ayırmaktadır. Gerek Bütçe ve Plan
Komisyonu’nda ve gerekse Genel Kurul’da yıllık çalışma saatleri toplamının çok
büyük bir kesimi bütçe tartışmalarına ayrılmaktadır.
Yukarıda belirtilen tüm bu
nedenlerin sonucu olarak yasama etkinlikleri yeterli düzeyde ve istenilen
şekilde yürümemekte, bu durum hükümetleri kanun hükmünde kararname yöntemini
tercih etmeye zorlamakta ve bu yöntem de -Anayasa Yargısı nedeniyle- kimi zaman
istenmeyen sonuçlar doğurmaktadır.
Milletvekili Sayısı
Toplam milletvekilliği sayısı
da siyasal rejimin işlerliği açısından üzerinde durulması gereken bir başka
konu olmak durumundadır. Artan nüfus nedeniyle milletvekili sayısının
artırılmasını öngören çeşitli görüşler vardır.
1995 yılı içinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği çalışmaları
çerçevesinde milletvekili sayısının 550’ye çıkarılması bu tür arayışların bir
sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Nüfusun büyük kentlere akmakta
olması olgusu karşısında göç veren illerin temsilci sayısı azalmakta ve buna
karşılık göç alan illerin temsilci sayısı artmaktadır. Bu durum ulusal iradenin
temsilinde yeterlilik sorununun gündeme gelmesi ile sonuçlanmaktadır.
Sistemin bu yönden de
iyileştirilmesi bağlamında, ulusal egemenliğin yöreler ve iller bazında TBMM’de
daha iyi temsiline olanak sağlanması, “Türkiye milletvekilliği” olarak
nitelenebilecek ‘ülke çapındaki seçim çevresinden seçilen milletvekili’
kavramının sisteme sokulması ve milletvekili sayısının artırılması gibi çözüm
önerileri sıklıkla gündeme gelmeye başlamıştır.
Nitekim, yapılan son Anayasa
değişikliği ile milletvekili sayısı 550’ye yükseltilmiştir. Anayasa’da
değişiklik yapılması çalışmaları sırasında asıl tercihin “Türkiye
milletvekilliği” sisteminin benimsenmesi olduğu anlaşılmıştır.
Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin
“Türkiye milletvekilliği” kurumunu anayasal bulmaması, temsil sistemini
iyileştirme arayışı ile ilgili çalışmaların yalnızca milletvekilliği sayısının
artması ile sonuçlanmasına neden olmuştur. Milletvekilliği sayısının artırılmasının
yukarıda belirtilen ulusal egemenliğin daha iyi temsili sorununu çözmekte
yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.
Bu konuda daha köktenci
nitelikli çözümlere karşı duyulacak gereksinim yakın bir gelecekte kendisini
daha fazla duyuracaktır.
Meclis’in
Feshi Sorunu
Yasama organı ile ilgili temel sorunlardan biri de
yasama organı çalışmalarının tıkanması ve ülke sorunlarının bir açmaza düşmesi
durumunda Cumhurbaşkanı’na verilen meclisi feshetme yetkisine işlerlik
kazandırılmasıdır. Anayasa’nın konu ile ilgili 116 ncı maddesinde,
Cumhurbaşkanı’nın meclisi feshederek seçimleri yenileyebilme yetkisinden söz
edilmektedir. Cumhurbaşkanı’nın bu yetkisi esas itibarıyla hükümetlerin
TBMM’den güven oyu alamaması varsayımına dayalıdır. Ancak, parlamenter
sistemlerde her zaman olabilecek olan çeşitli siyasal gelişmelerin doğal bir
sonucu olarak yasama organının ülke sorunlarına siyasal çözümler üretemeyecek
bir konuma düşmesi durumunda Cumhurbaşkanı’na meclisi feshetme ve seçimleri
yenileme yetkisinin açık bir şekilde verilmemiş olması önemli bir anayasal
eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa, demokratik rejimin işlerliğinin
güvence altına alınabilmesi açısından çok önemli olan bu yetkinin Anayasa’da
her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak şekilde yeniden düzenlenmesi açık bir gereksinim
olarak ortada durmaktadır.
Mevzuat
Sorunu
Türkiye’de
yaşanmakta olan mevzuat karmaşası yönetimin işlerliği açısından önemli bir
aksama noktası olarak ortaya çıkmaktadır. Yasa sayısı çok fazladır. Bunlar
arasında birbirleri ile çelişen hükümler de vardır. Tüzük ve yönetmelikler de
yasalar ile birlikte ele alındığında mevzuat karmaşası daha açık bir şekilde
ortaya çıkmaktadır.
Öneriler
Demokratik rejimin ve devletin işlerliği konusunda
üzerinde en fazla durulması gereken öncelikli konulardan biri de yasama
organının sahip olduğu sorunlardır. Yasama organına ilişkin temel sorunların
önlenmesi için alınması gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir.
Erkler arasında var olması
gereken ayrım tam ve kesin çizgileriyle güvence altına alınmalıdır.
Yürütmenin, yasama organını
ikinci plana itmesine yol açabilecek tüm anayasal ve hukuksal düzenlemeler
gözden geçirilmeli ve kaldırılmalıdır.
Yasama organı yasama işlevleri
yanında yürütmenin denetlenmesi işlevinde de etkili bir konuma getirilmelidir.
Bu bağlamda, meclis soruşturmalarının siyasallaşmasının önüne geçilmelidir.
Meclis araştırma ve soruşturma raporlarının TBMM Genel Kurul’u tarafından
benimsenmesinden sonra yürütmenin bu raporları içeriğine uygun şekilde yerine
getirmesi hukuksal güvence altına alınmalıdır.
Milletvekillerinin
davranışlarında esas alınacak, yasama organı üyelerinin yapabilecekleri ve yapamayacakları işleri
belirleyecek ve aksi yöndeki uygulamalara karşı içinde esaslı yaptırımlar
taşıyacak ‘siyasal etik kuralları’ belirlenmeli ve anayasal kural konumuna
getirilmelidir.
Parlamento tarafından ve bir
yasa olarak düzenlenmesi gereken konular, Fransa Anayasası’na benzer şekilde,
saptanmalı ve meclis yalnızca bu konularda yasa çıkarabilmelidir.
Bunun dışında kalanların tüzük
ve yönetmelikler yolu ile yürütmenin kural koyma yetkisi içine girdiği kabul
olunmalıdır.
Kanun hükmünde kararname
yayınlama yetki ve sürecine açıklık getirilmeli ve yürütme organının bu yetkiyi
yasama organını ‘by-pass’ ederek
devreden çıkartabilecek şekilde kullanmaması güvence altına alınmalıdır.
Yasama organı içinde ikinci bir
meclise olan gereksinim giderek artmaktadır. 1960 Anayasası içinde var olan
Cumhuriyet Senatosu, güven oyu vermek ve yasa önermek yetkileri de dahil olmak
üzere, yeniden oluşturulmalıdır. Bu çözüm, milletvekili sayısını artırmak ve
Türkiye Milletvekilliği gibi yeni siyasal kurumlar oluşturmak yolundaki
arayışları gereksiz kılabileceği gibi demokratikleşme sürecinin hızlandırılması
yolundaki çabalara da daha uygun düşecektir. Senato’nun yeniden kurulması,
bunlara ek olarak, yasama organının kendi kendini denetlemesi bakımından da
elverişli bir düzenleme yaratmak anlamına gelecektir.
Halk girişimi ve referandumlar
yolu ile halkın demokratik karar alma sürecine katılma olanağına genişlik ve
derinlik kazandırılmalı ve hangi durumlarda, hangi ölçütlerle ve hangi
konularda referanduma gidileceği Anayasa’da daha açık kurallara bağlanarak belirtilmelidir.
TBMM içinde üyelere teknik ve
uzmanlık desteği sağlayacak bürokratik bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi
gerekmektedir. Halen uygulanmakta olan danışmanlık statüsünün istenilen sonucu
yaratmamış olduğu gerçeği gözönüne alınarak parlamento üyelerinin ve komisyonların
çalışmalarına verimlilik ve etkililik kazandıracak ve destek sağlayacak bir
yeni yapılanmanın ortaya çıkması sağlanmalıdır. Bu bağlamda, halen uygulanmakta
olan danışmanlık sistemi değiştirilmeli ve oluşturulacak yeni bir
‘danışmanlık/araştırma merkezi’ sistemi aracılığı ile TBMM’nin, parti gruplarının ve üyelerin
yasama çalışmaları sırasında gereksinim duyacakları bilgi, belge ve veri
ihtiyacını karşılayacak ve ulusal ve uluslararası veri bankaları ile iletişimi
sağlayacak çağdaş olanaklara kavuşturulması sağlanmalıdır.
Mevzuatda gerek yasa sayısının
çok olmasından, gerek yönetsel metinlerle düzenlenebilecek konuların yasa ile
düzenleme konusu yapılmasından ve gerekse Türkçe’nin yanlış ve çağdaş olmayan
bir şekilde kullanımından kaynaklanan bir karmaşa yaşanmaktadır. Bu karmaşa
önlenmeli ve hem bugünkü ve hem de gelecek kuşakların yasaları tam ve doğru
anlamalarının pek çok hukuksal uyuşmazlığı önlemede gerçek anlamda katkı
sağlayacağı gözardı edilmemelidir. Bu bağlamda yasaların bütünü ele alınmalı ve
gerekli ayıklama ve sadeleştirmeler yapılmalıdır.
Milletvekilleri sadece
milletvekilliği yapmalı, milletvekili olmadan önce bir işi veya şirketi varsa
bunları, çağdaş batı ülkelerinde olduğu üzere, kayyuma terketmelidir.
Milletvekilleri şirketlerin
yönetim kurumlarında da görev almamalıdır.
Anayasa’nın milletvekillerinin
yapamayacağı işler bölümünde yer alan “müteahhitlik” yapmama ilkesi geniş ve
amaca dayalı bir yorumla ele alınmalı ve Anayasa’nın milletvekillerinin özel
çıkar sahipleri ile aralarında herhangi bir maddi ilişki görmek istemediği
şeklinde anlaşılmalıdır.
Milletvekilliği dokunulmazlığı
kavramı yeniden tanımlanarak kapsamı daraltılmalıdır. Dokunulmazlık,
milletvekillerinin yasama etkinlikleri ve TBMM’de görüşlerini açıklayabilme
özgürlüğü ile sınırlı kalmalıdır. Yasalar karşısında normal vatandaşların durumu
ne ise milletvekilinin statüsü de aynı olmalıdır.
“Mal Bildiriminde Bulunulması,
Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu” uyarınca, milletvekilleri servet
beyanlarını TBMM Başkanlığı’na kapalı olarak iletmektedirler. Bir servet
beyanının kapalı zarf içinde TBMM Başkanı’nın kasasında kilitli tutulmasının
hiç bir anlaşılır yanı yoktur. Bu nedenle yeni bir düzenleme ile servet
beyanları toplumun bilgisine açık duruma getirilmelidir. Mal bildirimleri belli
aralıklarla yinelenmeli ve bu suretle ilgililerin taşınır ve taşınmaz
malvarlıkları ve banka hesaplarındaki yükseliş ve inişler kolaylıkla
izlenebilmelidir. ABD gibi batının önde gelen demokrasisinde bu konuda tam bir
açıklık hakimdir. Türkiye’de de saydam servet beyanı ilkesi kabul edilmelidir.
Yasa kapsamında yer alan öteki kamu görevlilerinde olduğu üzere, genel ya da
yerel bir seçimle iş başına gelen tüm görevlilerin ve seçilenlerin
malvarlıkları ve malvarlıklarında zaman içinde oluşan değişimler kamuoyunun
“öğrenme hakkı” içinde görülmelidir.
TBMM İçtüzük’ü meclis
çalışmalarında etkililik ve verimliliği sağlayacak şekilde yeniden
düzenlenmelidir. TBMM İçtüzük’ünde 16 Mayıs 1996 tarihinde gerçekleştirilen son
değişikliklerin yasama organının çalışmalarına etkililik ve verimlilik
kazandırmaktan çok üzerinde düzenleme eksikliği bulunan bazı konuları belirli
bir düzenlemeye kavuşturmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, yasama
etkinliklerine ilişkin çalışma yöntemleri etkililik, verimlilik, maliyet ve
tamamlanmaları için geçmesi gereken zaman açılarından gözden geçirilmeli ve
yeniden düzenlenmelidir.
Toplantı yeter sayısı (1996
yılında yapılan İçtüzük değişikliği ile 1/2’den 1/3’e düşürülmüş olmasına
karşın) daha az sayıda üyenin katılmasıyla çalışmaya ve oylamaya olanak verecek
şekilde yeniden saptanmalıdır.
Meclis’e devamı sağlamak üzere
devamsız üyelerin ödenek ve yolluklarından önemli oranlarda kesinti yapılmasına
olanak veren yeni düzenlemeler yapılmalı; yürürlükte bulunan İçtüzük’ün bir ay
ve bir yasama yılı için öngördüğü devamsızlık ölçütlerinin kapsamı daraltılmalı
ve üyeliğin düşmesi de dahil olmak üzere devamsızlığa ilişkin yaptırımlar daha
anlamlı, etkili ve işler kılınmalıdır.
Yasa yapma süreci ile ilgili
olarak yapılacak değişliklerde, yasaların maddelere geçmeden blok yasa olarak
kabulüne ve komisyonların yasa teklif etmesine olanak verilmelidir. Komisyon
çalışmalarının uzun zaman almaması için gerekli önlemler alınmalıdır.
Genel Kurul’da yapılacak her
türlü yoklama ve oylamada elektronik ve otomatik oy sayım sistemlerine dayalı
ölçme ve sayma yöntemi esas ve temel yöntem olarak kabul edilmeli; öteki oylama
yöntemleri (işaret, açık ve gizli) istisna yöntemler konumuna getirilmeli; bu
istisna yöntemlerin hangi durumlarda kullanılacaklarına açıklık kazandırılmalı
ve İçtüzük’te bu yolda gerekli değişiklikler bir an önce yapılmalıdır.
Genel Kurul’un çalışma
günlerinin sayısı artırılmalı ve çalışma saatleri uzatılmalıdır.
Yıllık bütçenin görüşülmesi ve
karara bağlanması süreci değiştirilmelidir. Bütçe, esas olarak, Maliye
Bakanlığı’nda hazırlanmalı, gerek Bütçe Plan Komisyonu ve gerekse Genel
Kurul’da yalnızca kritik önem arzeden sınırlı sayıda unsur görüşülerek karara
bağlanmalıdır. Bu yolla, TBMM’nin önemli oranda zaman tasarruf edebilmesi
olanaklı olacaktır.
Partilerin grup kararı
alabilecekleri konular gözden geçirilmeli ve oldukça sınırlı bir konuma
getirilmelidir.
Milletvekillerinin seçim
kampanyalarının muhasebe kayıt ve sistemleri tam bir saydamlık içinde olmalı,
bu hesaplar bağımsız mali denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli ve gelir
kabul etme ve harcama işlemleri saydamlığını güvence altına alacak süreç ve
kurallara bağlanmalıdır.
BÖLÜM 4
YÜRÜTME VE YÖNETİM
Giriş
Devletin
önemli bir erki olan yürütme alanında da ciddi aksamalar yaşanmaktadır.
Yürütmede yaşanan sıkıntıları öncelikle merkezi hükümetin merkez örgütlenmesi
olan bakanlıklar ile bölge kuruluşu, valilik ve kaymakamlık örgütlenmesinden
oluşan bakanlıkların taşra örgütlenme düzeni açısından ve daha sonra da
demokratikleşme süreci açısından çok önemli olan ve merkezi hükümet ile yerel
yönetimler arasındaki ilişkilerde var olduğu gözlemlenen dengesizliklere yol
açan görev ve yetki paylaşımı, yetki genişliği, yetki devri ve yerinden yönetim kapsamında kalan genel statü sorunları açılarından ele almak
gerekmektedir.
Cumhurbaşkanlığı ve yasama
organının sorunları demokratikleşme
açısından önem taşırken yürütme organının sorunları da devletin işlerliği açısından özel bir önem taşımaktadır.
Bu bağlamda hemen belirtmek
gerekirki, Türk kamu yönetiminin en
önemli sorunu verim ya da, bir
başka anlatımla, başarım (performans) düşüklüğüdür. Türk kamu yönetiminin ikinci temel sorunu, çağdaş yönetim bilimi ilke, kavram, teknik, süreç
ve yöntemlerinin yönetim ortamı içine girme olanağı bulamamış olmasıdır.
Üçüncü temel sorun, iktidarların görev süreleri içinde yaptıkları çalışmalar
ile seçim bildirgelerinde yer verdikleri vaat ve öneriler arasındaki
farklılaşmanın yurttaşların devlete ve
demokratik rejime olan güvenlerinin sarsılması sonucunu yaratmasıdır.
Dördüncü temel sorun ise, yürütme organının çalışmalarının denetlenmesinde
yalnızca hukuksallık denetimi ile yetinilmesi ve harcamalar sonucunda ortaya
çıkan çalışmanın başarım denetiminin ve değerlendirmesinin yapılmamasının
yürütmenin en önemli işlevlerinden olan denetim
işlevinin aksamasına ve etkililiğini yitirmesine yol açmasıdır.
Yürütmeye İlişkin Temel Sorunlar
Devlet organları içinde en fazla sorunlu olanı -
kuşkusuz - yürütme erkidir. Türk kamu yönetimi, gerek merkezi hükümet ve
gerekse yerel yönetimler bağlamında, önemli yetersizlikler içindedir.
Türkiye’de kamu yönetiminde köktenci nitelikte düzeltim çalışmaları yapılmasını
zorunlu kılan ciddi bürokratik hastalıklar (büro-patolojiler) uzun bir süreden
bu yana bürokraside yozlaşmaya neden olmaktadır. Aşağıda, yürütmenin içinde
bulunduğu sorunlardan yalnızca temel nitelikli olanlarına değinilmiştir.
Kamu Hizmetlerinin İçinde Bulunduğu Başarım (Performans) Düşüklüğü
Kamu hizmetlerinin yürütümünde ekonomik ve verimli
olmayan pahalı ve israfa yönelik bir çalışma ortamı egemendir. Kamu hizmeti
üretiminde başarım çok düşüktür. Kamu hizmetlerinin yönetiminde “optimal” [70]
düzeyin çok altına inilmiştir. Üretilen hizmetin birim maliyeti
hesaplanmamaktadır. Bürokratik kademeler yetkin olmayan işgücü ile tıka basa
doldurulmuştur. Buna karşılık, uygulanan ücret sistemi nedeniyle yetenekli,
bilgili ve ehliyetli kadrolar işbaşına getirilememektedir. “Ekonomide kötü
paranın iyi parayı kovması” ilkesi gibi, kötü bürokrat iyi bürokratı sistemden
dışlamaktadır. Yönetim yetkinliklerinin yetersizliği hizmet maliyetinin
yükselmesine neden olmaktadır. Bu nedenle kamu yönetiminde verimliliği ve
ekonomikliği geliştirecek süreç geliştirme çalışmalarına gereksinim
duyulmaktadır. Bu gereksinim, yönetim düzetiminin temel gerekçesi olarak ortaya
çıkmaktadır.
“Deprem” sonrasında ve “2000 yılı nüfus sayımı”
sırasında ortaya çıkan kurumsal gerçekler bu durumu işaret eden sayısız örnek
olaylardan yalnızca ikisidir. Yürütme, 1999 Ağustos depreminde gerek acil
müdahale ve gerekse rehabilitasyon aşamalarında
oldukça yetersiz kalmıştır. 2000 yılı Ekim ayında yapılan nüfus
sayımının yapılma biçimi ise sayımın sonuçlarını geçersiz saymayı zorunlu
kılacak düzeye erişmiştir. Bu iki örnek, yürütmenin içinde bulunduğu etkisizliğin
ve başarım düzeyi düşüklüğünün açık kanıtlarıdır.
Ehliyet ve Liyakat İlkelerinin Yokluğu
Kuşkusuz
Türkiye’de devlet yönetiminin içinde bulunduğu koşulların değiştirilmesini
haklı ve zorunlu kılan nedenlerin en önemlilerinden birini de ehliyet ve
liyakat ilkelerinin çok fazla ölçüde yıpranmış olması ve hatta ortadan kalkmış
olması oluşturmaktadır. Yönetimde ehliyet
yani, görevin gerektirdiği bilgi, deneyim ve yetenekler toplamına sahip olmanın
belgelenmiş olması ve liyakat yani,
geçmiş başarıların geleceğe güvence olacak şekilde belgelenmiş olması ilkeleri
yaşama geçirilememiştir.
Göreve
atanmanın temel koşulu, ehliyet ve
liyakatten daha çok lidere ya da çıkar grubuna sadakat olarak ortaya
çıkmaktadır. Bu çıkar grupları yeraltı suç örgütleri, tarikat, siyasal ideoloji
üzerinde ya da bunların çeşitli bileşkeleri üzerinde odaklaşabilmektedir. Sonuç, ganimetin yağmalanmasıdır.
Plutokrasi: Zenginlerin Yönetimi ve Toplumsal
Adaletin Kaybolması
Eski
Yunan düşünürlerinden, yakın çağ Fransız filozofu Jean Jack Rousseau’ya kadar
uzanan ve siyasal rejimler arasında karşılaştırma ve irdeleme yapılmasını
amaçlayan diyalektik bir kıyaslamayı anımsatmakta yarar görülmektedir. Bu
anlayış biçimine göre, üç temel siyasal temel yönetim biçimi vardır: monarşi, aristokrasi ve demokrasi.
Monarşi, tek kişinin mutlak yönetim
biçimidir. Tarih başarılı olmuş pek çok monarşiye tanıklık etmiştir. Aristokrasi, seçkin bir azınlığın
toplumu yönetmek durumunda olmasıdır. Tarih çok başarılı aristokrasilere de
tanıklık etmiştir. Demokrasi ise,
çoğunluğun yönetime egemen olmasıdır. Günümüzün en gözde yönetim biçimidir.
Ancak,
her üçünün de birer olumsuz prototipi
vardır. Monarşinin yozlaşmış biçimi tiranlıktır.
Tiranlık tek kişinin baskıcı ve despot yönetim biçimidir. Aristokrasinin
olumsuz prototipi ise azınlığın zorbalığa ve kaba güce dayalı baskıcı yönetim
biçimi olan oligarşidir. Kuşkusuz
demokrasilerin de olumsuz bir prototipi vardır. Buna oklokrasi [71] adı
verilmektedir. “Oklokrasi” demokrasilerde yönetimin
ayak takımının ya da suç örgütlerinin eline düşmesi demektir.
Plutokrasi ise varlıklıların ülke yönetimine
egemen olmasıdır. Bu durumu simgeleyen en iyi örneklerden biri,
ABD’dir. Bu ülkede, güçlü sermayeye dayanmayanların seçilme olanakları hemen
hemen hiç yoktur.
Türkiye, oklokrasi-plutokrasi karışımı bir yönetim
biçimine sahip görünmektedir. Varlıklı olanlar yetenek
düzeylerine bakılmaksızın seçimlerde başarılı olabilmekte ya da varlıklı sınıf
ekonomik pastanın paylaşımında gerekli örgütlenmeleri yapabilmekte, yeterli
siyasal güce erişebilmekte ve son sözü söyleyebilmektedirler. Örneğin, ekonomik
açıdan gelişmek ve büyümek isteyen kişiler kamu fonlarını kullanmak için
siyasetçilerle işbirliği yapabilmekte, siyasetçi-işadamı kimlikli kişiler
ekonomik yaşamlarında karşılaştıkları güçlükleri siyasal odakların desteği ile
aşabilmektedir. Bu gibi kimseler, bakan olarak göreve gelebilmekte ve görevde
oldukları sırada kendilerine bağlı kamu bankalarıyla kişisel kredi borçlarının
zamana yayılmasını öngören düzenlemeler yapabilmektedir.
Bu
süreçte karşılaşılan güçlükler ya da ekonomik rekabet ve tekelcilik
uygulamaları, yatırımcıları karapara sahiplerinin eline düşürmekte ve olay
ekonomik ve siyasal amaçlı cinayetlere kadar ulaşabilmektedir.
Bu
durumun sıkıntılı sonuçlarından uzak kalabilmek için de kamu görevlerine bu
kişilere yakın olanlar getirilmektedir. Bu kaygı verici ve karanlık tablo
plutokratik yani varsılerki yönetim biçiminin ülkemizde egemen olduğunu
göstermektedir.
Demokrasiyi
olumlu ve çekici kılan yönü erdemlilik ilkesine dayalı olmasıdır. Ancak, bazı
düşünürler tarafından “crony”
kapitalizm olarak da adlandırılan bu durum Türk demokrasinin en olumsuz yanı
olmak durumundadır. Kuşkusuz, gerçek demokrasi bu değildir.
Kleptokrasi
Türkiye’de
önemli ölçüde kleptokratik uygulamalar ortaya çıkmıştır. Kamu fonlarının ya da
kamu paralarının yöneticiler tarafından kendi malvarlıkları içine yasa, hukuk
ve vicdan dışı yöntemlerle aktarılması anlamına gelen kleptokratik
uygulamaların bazılarını anımsatmakta yarar vardır: Lockheed Olayı, Emlakbank
ve Civangate olayı, İSKİ yolsuzlukları, sayısı kabul edilemez düzeye ulaşan
bazı bankaların içlerinin boşaltılması olayları, İLKSAN olayı, Türkbank ihalesi
ve TBMM iç donanımının yenilenmesi projesi.
Bu tür
olaylar giderek yaygınlaşmaktadır. Kamu fonları ve kamu paraları bir takım kişi
ve gruplar tarafından “iç” edilmektedir. Bu tür uygulamalar yurttaşlar arasında
devlete güven duygusunun ortadan kalkması ile sonuçlanmaktadır.
Rüşvet,
zimmet, ihtilas, irtikap, ihaleye fesat karıştırma, kamu fonlarında yolsuzluk,
bankaların içlerini boşaltma, kamu kredilerinin dağıtımında ve tahsilinde
siyasal yandaşlara özel ayrıcalıklar tanıma ve kamu finansal kaynakları
aracılığıyla siyasal yandaş yaratma ve bu yandaşların finansal desteği ile
seçimlerde avantajlı duruma geçme istekleri yaygın bir konuma ulaşmıştır.
Hatta,
bu gibi siyaset adamları bu yolları ülke yurttaşlarına da önerebilmek
cesaretini gösterebilmişlerdir. Rüşvet ve en hafif deyimiyle “bahşiş” kamuda iş
yapabilmek için ön koşul durumuna gelmiştir. Rüşvet, Osmanlı’da da görülmüştür.
Gelişmiş ya da azgelişmiş öteki ülkelerde de görülmektedir. Ancak, ülkenin ulaşmış olduğu çağdaşlık
düzeyinde, yolsuzlukların varlığı ve devamı gerek kamu yönetiminde ve gerekse
kamuoyunda büyük yıpranmalara neden olmaktadır.
Siyasetde ve kamu yönetiminde etik kavramı tam bir
sarsılma içindedir ve bu durumun mutlak şekilde düzeltilmesi
gerekmektedir.
“Price Waterhouse Coopers” adlı
uluslararası yönetim danışmanlığı şirketi tarafından geliştirilen bir endekse
uygun olarak, bu şirket tarafından dünyanın 35 ülkesinde yapılan bir
araştırmada Türkiye’nin yolsuzluklar açısından dünyanın en başta gelen dördüncü
ülkesi olduğu saptanmıştır. Türkiye’nin bu alanda geri bıraktığı ülkeler ise
Çin, Rusya ve Endonezya’dır. 2001 yılında yapılan Davos toplantılarında
dağıtılan ve “Opacity” adını taşıyan
bu kuruluşa ait rapora [72] göre,
devletin gelir kaybına yol açması ve kıt kaynakları israf etmesi nedenleriyle
yolsuzluklari ülkelerin ekonomilerinde gizli bir vergi gibi ciddi finansal yük
oluşturmaktadırlar. Yönetimsel saydamlığın azlığı ve yolsuzluklar konusundaki
hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin yetersizliği nedenleriyle, Türkiye gibi ülkelerin yurttaşları her yıl
yüzde 36 oranında daha fazla vergi yükü ile karşılaşmaktadırlar. Bu oran, hiç
bir toplumun ödememesi gereken çok ağır bir faturadır. Faturanın ortaya
koyacağı siyasal, toplumsal, ekonomik ve bürokratik sonuçlar ise çok ağır
olmaktadır.
Devlet Organlarının Çalışma Koşullarının İçinde
Bulunduğu Verimsizlik ve Etkisizlikten Duyulan Sıkıntılar
Toplum,
devlet organlarının çalışmasından memnun değildir. Pek çok kamu kurumuna güven
duyulmamaktadır. Bu olgunun temelinde bu kurum ve kuruluşlarının
çalışmalarındaki verimsizlik ve etkisizlik yer almaktadır. Bize göre, kamuda verimlilik kavramı bir kamu
hizmetinin birim maliyetinin kabul edilebilirlik düzeyidir. Bilinmekte ve
genellikle inanılmaktadır ki, kamu kurumları pahalı çalışmaktadır. İsraf
içindedir. Kamu yönetimde etkililik ise
hedeflerin elde edilebilme ve gerçekleştirilebilme düzeyi olarak tanımlanmalıdır.
Türkiye’de kamu yönetimi etkililik açısından da yetersiz düzeydedir. Zira,
kamuda henüz başarım için hedef belirleme, hedef göstergeleri geliştirme, bu
hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığını ölçme ve izleme ve elde edilen başarımın
sonuçlarını irdeleme ve değerlendirme alışkanlıkları yeterince gelişememiş ve
kurumsallaşamamıştır.
Bu nedenlerle, Türk kamu yönetimi başarım düzeyi
itibarıyla hem verimsiz ve hem de etkisizdir. Belki de Türk kamu yönetiminin en
önemli sorunu başarım düzeyinin düşüklüğünde yatmaktadır. Bu durum Türk yönetim
sisteminde köktenci değişiklikler yapılmasını zorunlu ve kaçınılmaz
kılmaktadır.
Sonuçsuzluk
Yukarıda
belirtilen sorunun bir başka görünümü de kamu
hizmetlerinde sonuç almada karşılaşılan sorunlar şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Türk kamu yönetimi sonuç almaya yönelik değildir. Çalışmaya başlamak konusunda
genelde bir heyecan görülmekte; ancak, hedeflenen sonuç genellikle ya elde
edilememekte ya da pahalı olarak elde edilmektedir. Bu durum, kronikleşen kamu
finansman sorunları yanında, aynı zamanda, yönetim planlaması ve kaynak
planlaması tekniklerinin kamu yönetiminde yeterince gelişemememiş olmasından
kaynaklanmaktadır.
İçişleri
Bakanlığı tarafından yürütülen Merkezi Nüfus İşlemleri Sistemi (MERNİS)
Projesi’nin yaklaşık 30 yılda ancak tamamlanması bu olguya bir örnek olarak
gösterilmelidir. Projenin başlangıcında alınan bilgisayarlar bu süre içinde
teknolojik açıdan geçerliliklerini kaybetmişlerdir.
Bir
başka örnek, “her ile bir havaalanı” projesi çerçevesinde yapılan havaalanı
yatırımlarının içinde bulunduğu koşullardır. Bu ve benzeri örnekler, kamu
yönetiminde “sonuç” kavramının bir
temel endişe alanı olarak ortaya çıkmasını gerekli kılmaktadır.
Yürütmenin Dayanılmaz Ağırlığı
Ülkemizde
yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki ayrım yürütme lehine ortadan
kalkmıştır. Bu durum, devlet hizmetlerinin yürütümünde ciddi sorunlar ortaya
çıkarmaya başlamıştır. Yasama organının en önemli işlevi olan kanun yapma
yetkisi büyük çapta yürütmenin eline geçmiştir. Yürütme, yasa tasarılarının
tümünü hazırlamakta ve hatta kanun hükmünde kararname çıkarma yoluyla yasama
yetkisini bizzat kullanmaktadır. İktidar partilerinin hem parlamentoda ve hem
de yürütme üzerinde denetimi ellerine geçirmeleri ve parti disiplini yoluyla bu
denetimi sürdürmeleri yasama konusunda ciddi sorunlar (yasa yapma
çalışmalarında yürütmenin egemen olması, KHK’lerle yasamanın ‘by-pass’ edilmesi
ya da inceleme-araştırma-soruşturma raporlarının istenilen sonuca varamaması
gibi) yaratmaktadır. Öte yandan, yasamanın ikinci işlevi olan yürütmeyi
denetleme işlevi de yerine getirilememektedir. Bu duruma yol açan temel neden
hazırlanan raporların yürütme tarafından dikkate alınmamakta olmasıdır.
Öte
yandan, yargı ile yürütme arasındaki sorunlar giderek daha fazla önem
kazanmaktadır. Özellikle, Yüksek Hakimler Kurulu’nda başkanlığın Adalet Bakanı
tarafından yapılması, müsteşarın kurul üyeliği, Kurul’un sekreterlik
hizmetlerinin Adalet Bakanlığı tarafından sağlanması ve adliye müfettişlerinin
Kurul’a değil de, Adalet Bakanlığı’na bağlı olması yargı ile yürütme arasındaki
ayrımın göreli konuma geldiğini göstermektedir.
Yargıtay
başkanları tarafından yargı yılının açılışında uzun bir süreden bu yana ortaya
konulan görüşler ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından yasama organı
ile ilgili olarak gündeme getirilen görüşler de, yasama ile yargı arasındaki
ilişkileri özetleyen ilginç açıklamalar şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Bu
durum erkler arasındaki ilişkilerde “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ortadan
kalktığını göstermektedir.
Kara Delikler: Kamuda Finansman Sorunu
Kamu
finansmanının açmaza sürüklenmesinin iki önemli nedeni kamuya ait ekonomik
kuruluşlar ile belediyelerdir. “Public
management” yaklaşımı bağlamında bazı ülkeler salt kamu hizmeti şeklinde
kamu kuruluşları aracılığıyla yürüttükleri hizmetleri ticarileştirmeye ve
şirketleştirmeye çalışmaktadır. Ancak, bu ülkeler bu girişimlerinin temel
gerekçesi olarak kamu hizmetlerini fiyatlandırarak daha ekonomik sonuçlar elde
etme isteğini göstermektedir.
Ülkemizde,
çok uzun yıllardan bu yana sürdürülen KİT yaklaşımı ise siyasal yozlaşmanın
etkisi altında kalarak aşırı eleman istihdam eden, teknolojilerini geliştiremeyen ve özel sektörle rekabet
olanaklarını yitiren kurum ve kuruluşlar olarak kamu finansmanı üzerinde
olumsuz baskı yapan bir duruma gelmişlerdir.
Aynı
şekilde, belediyeler de ciddi bir kaynak savurganlığı içindedirler. Hemen kabul
etmek gerekirki, ülkemizde belediyeler son 20 yıl içinde gelir kaynakları
açısından tümüyle Ankara’ya bağımlı konuma gelmişlerdir. Aslında, bunun böyle
olmasını belediyeler de istemektedirler. Ancak, merkezin bu aşırı ve haksız
denetimine karşın belediyeler akçalı kaynaklarını verimli, ekonomik ve etkili
bir şekilde kullanamamaktadır.
Bu
sonucun ortaya çıkmasında en önemli etmen belediyelerin içinde bulunduğu
kurumsal, örgütsel, yönetsel ve kaynak planlamasına ilişkin yetersizliktir.
Belediyeler, yönetimsel beceri ve yetkinlikten çok uzaktırlar. Pek çoğu
istihdam olanaklarını yerel işsizlik sorununun çözümüne adamışlardır. Sonuç
olarak, hem istihdam sorununu çözememiş ve hem de kentsel büyümenin ve
gelişmenin gerektirdiği hizmetleri yapamaz konuma gelmişlerdir.
Bu ve
benzeri durumlar kamuda finansman açığının daha büyük boyutlara ulaşmasına
neden olmaktadır.
Üst
Düzey Yöneticilerin Yetkinlik Düzeyi
Türkiye’de,
gerek bakanlıklara yapılacak bakan atamalarında ve gerekse bakanların yakın
çevresine getirilecek uzman kadronun seçilmesinde yetkinlik düzeyinin istenilen
mükemmellik çizgisine ulaştırılamaması üzerinde dikkatle ve titizlikle
durulması gereken önemli bir konu olmak durumundadır.
Benzer
şekilde, bürokraside ve özellikle üst düzey bürokraside yaşanmakta olan nitelik
erozyonu da yürütme organının etkililiğini sınırlandıran bir başka önemli etmen
olmak durumundadır.
Bürokratik
kariyerlerde hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimin süreklilik ilkesinin
gözönünde tutulmaması önemli bir eksiklik olarak görülmelidir. Türk kamu
yönetiminin bu açıdan önemli bir eksiklik içinde olduğu kabul edilmelidir. Bu
eksiklik kamu yönetiminin tüm alanlarında kendisini göstermekle birlikte
özellikle üst düzey yöneticiliklerde daha fazla duyulmaktadır.
Atamalarda
ve ilerlemelerde personelin eğitsel özelliklerinin dikkate alınmaması kariyer
sisteminin oluşmasında önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’nin bu açıdan en önemli sorunu uzun bir
süreden bu yana, orta düzeydeki yetenekler tarafından yönetilmekte olmasıdır.
Bu tür kişiler, yöneticisi bulundukları kurumlara ve dolayısıyla da topluma
yeni ufuklar öneremeyen, belirgin ve üstün bir görüş açısına sahip olmayan
kişilerdir. Bu tür yöneticiler, sorunlara köktenci ve etkili çözümler
getiremezler ve bulundukları kurumlarda anlayış değişikliği ve kurumsal
değişiklik yapamazlar. Toplumun bu tür kişiler tarafından yönetilmesi büyük
ekonomik zararların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu tür kişilerin
sayısının artması ise zararın daha büyük boyutlara ulaşmasına yol açmaktadır.
Bu sonucu yaratan temel neden, ülkede ehliyet, liyakat ve kıdem ilkelerinin
ortadan kalkmış olmasıdır.
Öte
yandan, nitelikli üst düzey yöneticilerin en başta gelen sorunu belirgin bir
görev güvencesine sahip olamamalarıdır. Bu kişilerin göreve gelebilmeleri ve
görevde kalabilmeleri politikacının iki dudağı arasındadır.
Yönetsel
yargının (Danıştay ve idare mahkemeleri) tutumu da ülkede giderek büyük bir
sorun olmak durumuna gelen bu sorun
karşısında ciddi bir duyarsızlık ve umarsızlık göstermektedir. Yargılama
sürecinin uzun olması, kamu yararı ve kamu hizmetinin aksamaması gibi
gerekçelerle sorunun yönetsel yargı tarafından hafife alınması, yönetimin bazı
durumlarda teftiş sistemini “tetikçilik” anlayışı
çerçevesinde kullanması ve davaya karşı müfettişler aracılığıyla delil ve belge
türetme çabaları üst düzey yöneticilerin görev güvencesi sorununun yargı
yoluyla çözümlenmesi konusunda ciddi aksamalar ortaya çıkarmaktadır.
Bu nedenlerle, üst
düzey yöneticiler birer “kapıkulu”
durumuna düşmektedir. Bu durum, kamu yararına ve çıkarına aykırı olayların
ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Ülkemizde, üst düzey yöneticiler sık sık
görevden alınmakta ve müşavirlik kadrolarında işlevsizliğe terk edilmektedir.
Bu
konuda ilginç olaylardan biri SSK’da meydana gelmiştir. Dönemin Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan görev yaptığı ilk 9 aylık dönem içerisinde
tam 5 kez genel müdür değiştirmiştir. Bir genel müdürün ortalama görev ömrü 55
gündür. SSK gibi büyük bir örgütün bu kadar kısa süre içinde tanınması oldukça
zor olduğu gibi, bir genel müdürün başarılı ya da başarısız olduğunun da bu
kadar kısa süre içinde anlaşılması olanaksızdır. Konu hakkında bilgisine
başvurulan Bakan, “Üzerinde çalıştığımız
projeleri süratli bir şekilde devreye sokacağız. Sık sık genel müdür
değiştirdiğim şeklindeki eleştirileri yanıtlamaya vaktim yok. Yapıcı
eleştirilerden elbette yararlanıyoruz. Ancak, boş eleştirileri cevaplayacak
zamanım yok. Eleştiriye devam etsinler” [73]
demiştir.
Türk kamu yönetiminde, üst
düzey yöneticilerin görev güvencesi sorunu olduğu kadar bakanlıkların ve
bunlara bağlı kurum ve kuruluşların üst düzey yönetiminde yer alan görevlilerin
yetkinlik düzeyi konusunda önemli kuşkular vardır. Bu alanda varlığı saptanan
ve daha önce belirtilen sorunların çözümlenmesi için aşağıda sıralanan
unsurların uygulama alanına konulması gerekli görülmektedir.
Bakanların atanması konusunda
varlığı önemli ölçüde tartışma konusu olan
“teamüller” yeterli düzeyde katkı sağlayamamaktadır. Bakanlarda aranacak
nitelik ölçütlerini normatif kurallara bağlayabilmek olanaklı olmamakla
birlikte bakan atamalarından önce Cumhurbaşkanı’na atanması düşünülen isimler
konusunda bilgi verilmesi ve bu alanda uzlaşma sağlandıktan sonra ve isimler
açıklanmadan önce bakan adayları ile Başbakan arasında bir başka görüşme
yapılarak uzlaşma sağlanmaya çalışılması uygun ve yerinde bir “teamül”ün
başlatılması yolunda önemli yararlar getirebilecektir.
Uygulamada bugüne kadar ortaya
çıkan sakıncalı durumları ortadan kaldırmak amacıyla bakanlık müşavirlikleri
gerçek kimliğine kavuşturulmalıdır. Bakanlık müşavirliği kadrolarının üst düzey
görev yapmış kişilerin bekleme yeri olarak kullanılması yanlışlığına ve
israfına son verilmelidir.
Aynı şekilde, bakanlıklardaki
müşavirlik kadroları siyasal kayırma ve ödüllendirme amacı ile kullanılmamalı
ve bakanın çalışmalarına gerçek anlamda katkı sağlayacak nitelikli ve uzman
kişilerin bakana bakanlık hizmetlerinin yürütümünde etkililik sağlamak ve aynı
zamanda da gelecekteki kadrolar için yetiştirilmek üzere değerlendirilmelidir.
Üst düzey yöneticilerin eğitimi
özel bir önem taşımaktadır. İnsanlığın bilgi hazinesinin eskisine oranla daha
fazla hızla artmakta olması ve küreselleşme eğilimi geleceğin dünyasında rol ve
etki sahibi olmak isteyenlerin çok iyi yetişmiş ve ana dillerinin dışında bir
başka dil bilen kişiler olmasını zorunlu kılmaktadır. Ülkemizde devleti
yönetmek ve yönlendirmekle görevlendirilmiş olan üst düzey kamu yöneticilerinin
bu oluşumların ışığı altında yetiştirilmesi ve seçilmesi sağlanmalıdır.
Üst düzey göreve atamalarda ‘eğitim-süre-başarı’ ölçütlerine mutlaka
uyulmalıdır. Bunu sağlamak üzere, yarı-bağımsız nitelikli bir ‘Kamu
Yönetimi Üst Düzey Yöneticilik Kariyeri Komisyonu’ kurulmalıdır. Bu
komisyon kritik önemdeki üst düzey yöneticileri için hem iş tanımları
hazırlayarak uygulamaya koymalı ve hem de yapılacak atamalarda iş tanımına
uygunluğun var olup olmadığını saptamak yetkisi ile donatılmalıdır. Komisyon,
gerekli gördüğü takdirde, adaylarla mülakat yapmak hakkına sahip olmalı ancak
son karar ilgili bakan tarafından verilmelidir. Komisyon, yasa ile
kurulmalıdır. Hangi tür kadrolara yapılacak atamalarda bu sürecin işletileceği
bu yasada belirtilmelidir.
Kamu Personel Rejimi ve Yönetimi
Yaşanmakta
olan ücret azlığı ve ücret ödemeleri sistemindeki kaos, kamu hizmetinin
kalitesinin düşmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, mevcut Devlet
Memurları Kanunu’nun içinde bulunduğu koşullar açısından memurların özlük
rejimini düzenlemede yetersiz kalması rejimin işleyişi açısından önemli bir
sorun olarak kabul edilmelidir.
Ancak,
personel rejimi açısından en fazla sakınca taşıyan konu çağdaş personel
yönetimi biliminin öngördüğü kavram, kuram, ilke, yöntem ve tekniklerin kamu
yönetimi uygulamaları içine yeterince girememiş olmasıdır.
Türkiye’de devlet işlerinin
yürütülmesinde en önemli sorun kaynaklarından biri kamu personelinin özlük
hakları sisteminin içinde bulunduğu koşullardır. Bu bağlamda hemen
belirtilmelidir ki, Devlet Memurları Kanunu kamu görevlilerinin özlük rejimini
düzenlemede yetersiz kalmış ve çağdaş personel yönetimi biliminin öngördüğü
kavram, kuram, ilke, yöntem ve teknikler yeterli ölçüde uygulama alanı
bulamamıştır.
Öte yandan, memurların
örgütlenme ve sendika kurma hakları üzerinde yasaklamalar vardır. Ayrıca, kamu
personelinin çalışma koşullarını belirleyen istihdam rejimlerinin farklı olması
olumsuzluklara ve çelişkilere yol açmaktadır.
Bunların doğal sonucu olarak,
personelin verimsiz şekilde kullanılması, fazla personeli olan birimlerden
gereksinim duyulan yer ve birimlere personel aktarması yapılamaması ve işsizlik
sonucu oluşan baskılarla iş ve hizmet ihtiyacı olmasa dahi personel alımına
gidilmesi aşırı istihdama yol açmaktadır. En önde gelen sorunlardan biri olmak
üzere, personel düşük ücretle çalıştırılmakta, personel giderleri giderek
artmakta ve verimli çalışan personelin üretim gücü azalmaktadır.
Bu çerçevede, nesnel ve
sağlıklı iş analizlerinin yapılmaması işgücü
ve insangücü planlamasını olanaksız kılmaktadır.
Her kurumun kendi personelini
farklı görmesi ve farklı statü ve ücret sağlamak istemesi sorunun boyutlarını
daha da büyütmektedir.
Öte yandan, çalışan memur
sayısının emekli memura olan oranı ikiye düşmüştür. Bu önemli bir gider baskısı
yaratmaktadır.
Kamu personeli ile ilgili bir
başka temel sorun da, kamu personelinin sendika kurma, grev ve toplu sözleşme
hakları üzerindeki sınırlılıklardır. DMK’da yapılan son değişiklikle,
memurların sendika ve üst kuruluş kurmalarına ve bunlara üye olmalarına ilişkin
yasak kaldırılmıştır. Ancak, toplu görüşme ve sendikaların uyması gereken
kurallar ile ilgili yasaların çıkmamış olması nedeniyle bu haklar üzerindeki
gelişmeler henüz uygulamada bir anlam kazanamamıştır. [74]
Kamu personelinin kuşkusuz
önemli sorunlarından biri de ücretlerle ilgilidir. Kamu personelinin hem ücretleri düşüktür ve
hem de kendi içinde önemli dengesizlikler taşımaktadır. Sayıştay tarafından
hazırlanan bir çizelgeye göre en yüksek ücret alan kamu personeli Temmuz 1999
itibarıyla şu şekilde sıralanmaktadır: Genekurmay Başkanı, Hava Kuvvetleri
Komutanı, Jandarma Genel Komutanı, kuvvet komutanı, orgeneral, oramiral,
rektör, korgeneral, rektör yardımcısı, dekan, tümgeneral, dekan yardımcısı,
tuğgeneral, kıdemli albay, profesör, Gümrük Müsteşarı, Maliye Bakanlığı
Müsteşarı, Yüksek Mahkeme birinci başkanları ve başsavcı, Başbakanlık
Müsteşarı, ikinci kademe kıdemli
başçavuş (denizaltı), Maliye Bakanlığı müsteşar yardımcısı, kıdemli binbaşı,
Maliye Bakanlığı Genel Müdür, müsteşar vali, yarbay, binbaşı, il valisi,
Emniyet Genel Müdürü, Anayasa Mahkemesi üyesi, Adalet Bakanlığı müfettişi,
birinci sınıf hakim, yüzbaşı, teftiş kurulu başkanı, müsteşar yardımcısı,
yüksek mahkeme üyesi, hesap uzmanı, maliye müfettişi, Diyanet İşleri Başkanı,
kıdemli yüzbaşı, defterdar, başçavuş…
Bu durum, ülkede kamu
personelinin ücret rejiminin bozulmasına ve kurumlar arasında statü
farklılaşmalarına yol açmaktadır. Merkez Bankası’nın DMK’dan tümüyle bağımsız
ve TSK’nin DMK ile kesimsel bağlantılı fakat ayrı personel sistemleri yanında,
son yıllarda 657 sayılı yasa içinde de farklılaşmalar ortaya çıkmaya
başlamıştır. [75] Bazı kurumlar
kendilerine özel akçal olanaklar sağlamışlardır. Özellikle, kamu personel
rejiminin akçalı yönlerini düzenlemekten sorumlu Maliye Bakanlığı -diğer
kurumlara haber vermeksizin ve onlardan kopuk olarak- yalnızca kendi personeli
için daha yüksek ücret ödemesi sağlamıştır. Bu amaçla, TBMM’den çıkan ve konu
ile ilgisi olmayan yasaların bazı maddelerine kolaylıkla anlaşılamayacak türde
kapalı anlatımlar içeren hükümler konulmakta ve böylelikle ücret artışları
sağlanmaktadır. Bunun son örneği, 1997 yılı içinde çıkarılan “Hazine
Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun
ile Vergi Usul Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un içinde Maliye
Bakanlığı’nın bazı personelinin ücretlerine zam yapılmasıdır. Zam, “Vergi Usul Kanunu’nun ek 13 üncü maddesinin
4 üncü fıkrasının (a) bendindeki ‘yüzde 120’sini’ ibaresi ‘yüzde 200’ünü’
şeklinde değiştirilmiştir” şeklindeki üstü kapalı bir anlatım ile
gerçekleştirilmiştir. [76] Bu hüküm ile
Maliye Bakanlığı personelinin “Gelir İdaresi’ni Geliştirme Fonu”ndan aldığı
aylık ücrette önemli bir artış sağlanmıştır. Bu durum, 657 sayılı Yasa ile
oluşturulan sistemin çok yamalı konuma geldiğini ve hatta kumaşın artık yama
tutmadığını göstermektedir.
Kamu personelinin ücretleri
yüksek enflasyon nedeniyle sürekli olarak gerilemektedir. Mayıs 1999 sonu
itibarıyla düzenlenen aşağıdaki çizelge bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır:
ÇİZELGE 2
KAMU PERSONELİNİN GERÇEK MAAŞLARI ENDEKSİ
Yıl Maaş
Enflasyon Gerçek Maaş
1993
100.0 100.0
100.00
1994
130.4 206.0 63.30
1995
183.0 399.2 46.05
1996
346.9 707.9 49.25
1997
589.5 1360.0
43.80
1998 913.7 2312.0
39.50
1999 * 1187.8 2890.0 41.10
* İlk 5
ay [77]
Yukarıdaki çizelgede de açıkça görüldüğü üzere,
kamu personelinin gerçek maaşı, 1993 ile 1999 arasında geçen 6 yıl içinde,
100.00 birimden 41.10 birime gerilemiştir. Bu gerileme, 2000 yılı bütçesiyle
çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır. Kamu personelinin ücretlerindeki bu
gerileme ile ülkede giderek artan rüşvet ve yolsuzluk suçları ve hatta
toplumsal ahlak çöküntüsü arasında doğru yönlü ve güçlü bir korrelasyon olması
hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.
“Sabah diyor ki” başlıklı köşede, Sabah Gazetesi, Türkiye’de
devlet yönetiminin, kamu yönetiminin, kamu finansmanının ve kamu personel
rejiminin içinde bulunduğu koşullar konusunda şu yorumu yapmaktadır: “Lafa gelince hepsi kartal: ‘Devlet
küçülmedikçe Türkiye büyümez!’ Ama işe gelince hepsi karga. İktidar fırsatını
ele geçiren partiler devlet kadrolarını yandaşları ile dolduruyor. Hepsi aynı…
1989 yılında devlet memuru sayısı 1 milyon 545 bindi. Rakam 1995’te 1 milyon
842 bine, 1998’de 1 milyon 951 bine ve nihayet geçen ay 2 milyon 9 bine ulaştı.
Memurların aldığı maaş, ancak sefaleti finanse edebilir. Buna rağmen 1
milyondan fazla genç insan devlet kapısında iş bekliyor. Niye? Çünkü rahmetli
Özal’ın ‘Benim memurum işini bilir’ sözünden sonra ahlaksızlık, işbitiricilik
rütbesi kazandı. Ve ülke yolsuzluklar batağında çırpınan Çeteler Cumhuriyeti
görünümünü aldı. Devlet büyüdükçe çeteler güçleniyor, rüşvet ve işkence
artıyor. Osmanlı’dan kalma Memurin Muhakematı Kanunu da suçluları, milletvekili
dokunulmazlığından daha kalın zırhla koruyor. Bütçenin dörtte birine yakını
memur maaşlarına gidiyor. Yarıdan çok fazlası da borç faizlerine. Toplanan
vergi geliri, bu iki kalem gideri ancak karşılıyor. Sonuçta, eğitim, sağlık ve
sosyal güvenlik hizmetlerini yerine getiremeyen çaresiz bir devlet... Fakir,
öfkeli ve öfkeli olduğu için de devletin her an suç işleyecek zannıyla şüpheyle
baktığı, baskı altında mutsuz bir millet… Böyle bir devlet yapısı Türkiye’yi
Avrupa Birliği’nin ekonomik ve demokratik normlarına yükseltemez. Türkiye
özelleştirmeleri tamamlayarak enflasyonu düşüremez. Çünkü 2 milyon memur buna
izin vermez. Halbuki, Arjantin’de ‘Turco’ adıyla anılan Başkan Menem’in yaptığı
ilk icraat, memur sayısını 250 bine indirmek oldu. Sağlanan bu tasarruf,
ekonominin canlandırılması için kullanıldı. Sonuçta, işsiz kalan memurların
hemen tümü özel sektörde hem daha iyi para, hem üretici olmanın mutluluğunu
kazandılar. Enflasyon cehennemi batık Arjantin kurtuldu. İktidar memur sayısını
1 milyon indirip, memur maaşlarını yüzde 15 değil, yüzde 50 artırsa bir yılda 3
katrilyon lira tasarruf eder. Devlet
daha iyi işler ve ekonomiye taze kan sağlanır. Ama hayal… Bir ‘Turco’ çıkarana
kadar Türkiye bürokrasinin sömürgesi olarak sürünmeye devam edecek!” [78]
Çalışan memurların durumu böyle
olunca, memur emeklilerin durumu daha da düşündürücü bir konuma erişmektedir.
Buna karşılık,
personel yönetimi gelişmiş ülkelerde ve özel sektörde, maaşların saptanmasında
daha değişik yöntem ve kurallar uygulanmaya başlanmıştır. Örneğin, Siemens’te
üst düzey görevlileri için katma değere göre maaş sistemine geçilmektedir. Bu
sisteme göre, üst düzey personel maaşları personelin üretime sağladığı katma
değere endeksli başarım (performans)
ölçümü sistemine göre saptanacaktır.
Bu sistem, yani tepe
yönetiminde başarıya göre ücret saptanması yöntemi, dünyanın öteki dev
şirketlerinin yöneticileri içinde de yaygınlık kazanmaktadır. Bu sistem içinde
üst düzey yöneticinin ücreti sabit maaş, sabit prim, başarım primi ve başarıma
dayalı hisse senedi ödülünden oluşmaktadır.
Bu ve benzeri yaklaşımlar,
-Türkiye için bugün dahi uzak bir hedef olan- “eşit işe eşit ücret” anlayışından “başarıma dayalı ücret” anlayışına geçilmekte olduğunu
göstermektedir.
Çalışanların emeklilik rejimi
de Türkiye’de önemli düzeltim alanlarından biri olmak durumundadır. Bağımsız
çalışmakta olmaları nedeniyle, Bağ-Kur sistemini bir an için bir yana
bırakırsak, Emekli Sandığı ve özellikle SSK ile ilgili eleştiriler oldukça önemli
boyutlara ulaşmıştır.
Bu bağlamda, bir yandan,
SSK’nın yol açtığı kamu finansman açığı sorununun ülkedeki enflasyonun ana
nedenlerinden biri olduğu belirtilirken; öte yandan, SSK fonlarının hükümet
tarafından kötü yönetilmiş olmasının Kurum’u büyük bir ekonomik ve akçal sıkıntı
içine soktuğu savları öne sürülmektedir.
Konuya ilişkin görüşlerini
açıklayan IMF Türkiye Masası eski Şefi Martin Hardy, Türkiye’de kadınların 38,
erkeklerin 43 yaşında emekliliğini “anlaşılamaz”
olarak nitelemekte ve Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminden kaybının yıllık 6
milyar dolar olduğunu ileri sürmektedir. Hardy, sosyal güvenlik düzeltiminin
zor olduğunu bildiklerini, ancak bunun geciktirilemez olduğunu, mümkün olan en
kısa sürede çıkarılması gerektiğini söylemiş ve Türk toplumunun bu “reform”un
çıkarılamamasının maliyetinin ne olduğunu anladığını bildiğini belirtmiştir.
Hardy, bu maliyetin Türk toplumuna enflasyon olarak geri döndüğünü
söylemektedir..
SSK’nın bağlı olduğu Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan, sorunu şu şekilde ortaya koymaktadır:
·
Dünyanın hiç bir yerinde 38 yaşında emekli eden
sigorta sistemi yok.
·
1 Nisan 1950’de ortalama yaşam süresi 41 olmasına
karşın, aynı yıl çıkarılan yasada emeklilik yaşı 60 olarak belirlendi. Daha
sonra her seçim öncesinde yapılan populist düzenlemeler ile sistem bugünkü
felaket tablosuna dönüştürüldü.
·
Şimdi ortalama ömür kadın için 69, erkek için 67
olduğu halde 38-43 yaşında emekli olunabiliyor.
·
1999 yılı sonunda sistemin açığı 5 katrilyon lira
olacak.
·
Buna karşılık aynı yıl bütçesinden yatırıma
ayrılan pay sadece 1.2 katrilyon lira.
·
Sosyal güvenlik kurumlarının açığı, GSMH’nın yüzde
3’ünü oluşturuyor. Avrupa Para Birliği’ne katılmak için kamu açıklarının
GSMH’nın yüzde 3’ünü geçmemesi lazım. Bizde sadece sosyal güvenlik açığı yüzde
3’ü geçiyor.
SSK’daki israf, suistimal ve
yolsuzlukların, kuruma 1 katrilyona yakın hasar verdiğini belirten Okuyan, bu
parayla 1 yılda, 1000’er yataklı 30 hastane yapılabileceğini söylemektedir.
Okuyan, açıklamalarına şu şekilde devam etmektedir: “SSK’lı bir hasta İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde menenjit
teşhisiyle muayane olmuş. Ayakta yapılan bu tedavi sırasında SSK’ya yollanan
fatura bu hastanın 1 günde tam 4.303 kez muayene edildiğini gösteriyor ve 7
milyar lira talep ediyor. İkinci fatura da ayrı bir skandal. Bir bayan hasta,
yine İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde KKB servisinde ayakta tedavi
olmuş. Doktorlarımız 1 günde 134 kez tomografi çektirmesini istemişler. Her bir
tomografi 42 milyon lira olduğuna göre, burada da 5 milyar 528 milyon lira... SSK’yı
öpüyorlar’!..” [79]
“Sosyal güvenlik reformu yapılmasaydı, devlet çökecekti” [80] diyen
Başbakan Bülent Ecevit, “Türkiye’nin şu
andaki sosyal güvenlik sistemini kaldırması mümkün değil” sözlerini kullanmaktadır.
Yönetimin emeklilik yaşının
yükseltilmesini öngören bu savları, işçi temsilcilerince karşılıksız
bırakılmamış ve şu karşı-savlar ileri sürülmüştür:
·
Anayasa’daki “sosyal
devlet”in gereği olarak SSK’ya yapılması gereken katkı, “açık” diye belirtilmektedir. Oysa,
Avrupa Birliği düzeyinde sosyal güvenliğe devlet katkısı yapılsa, bu katkının
bugünkü rakamla 1 katrilyon 69 trilyon lira olması gerekiyor.
·
Devlet, 1965 ile 1999 yılları arasında SSK’nın
fonlarını Devlet Yatırım Bankası’nda çok düşük bir faizle değerlendirdi. Bu
konuda yapılan bir araştırmaya göre, SSK’nın fonları enflasyonun üzerinde
değerlendirilseydi bugün kurumun kasasında 20 milyar dolar olacaktı.
·
Gelişmiş ülkelerde sosyal güvenlik harcamalarının
GSMH, diğer bir deyişle milli gelir içindeki payı yüzde 19 ile yüzde 35
arasında değişiyor.
·
Mevcut emeklilerin ortalama yaşı, 57. Emekli
aylığı almakta iken ölenlerin ortalama yaşı ise 65. Yeni emekli olanların
ortalama yaşı da 49. Türkiye’de 40 yaşın altında emekli olanların oranı ancak
yüzde 1. Avrupa’da ortalama yaşam süresi, 77, çalışma ve emeklilik hakları da
Türkiye’den çok iyi.
·
SSK verilerine göre, Demirel dönemindeki yasa
çıkmasaydı 1991-1997 yıllarını kapsayan yedi yıllık dönemde sadece 111.176
kişinin emekliliği ertelenmiş olacaktı. Bu kadar kişiye ödenen yıllık emekli
aylığı 93 trilyon lira. Oysa, halen 2.9 milyon emekliye sadece ayda 203 trilyon
lira ödeniyor. Yedi yılda 111 bin kişinin emekliliğinin ertelenmesiyle SSK’nın
kazancı, toplam emeklinin bir aylık maaşını bile karşılamıyor. 4.5 milyon kaçak
işçi sigortalansa fazladan 1.7 katrilyon lira gelir elde edilecek.
Tartışmalara katılan Türkiye
İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Refik Baydur, “Sosyal
Güvenlik Yasa Tasarısı”nın düzeltim niteliği taşımadığını, işsizliği ve illegal
işçi çalıştırmayı artıracağını ve yatırımları azaltacağını söylemektedir.
Baydur, “İşçiler, ağlamakta yersiz ve
haksız değildir. Böyle bir sistem dünyanın hiç bir yerinde yok. Bunu ilk kez
biz uygulayacağız” demektedir. [81]
Daha önce de üzerinde durulduğu
üzere, kamu görevlileri ile ilgili olarak gündeme gelen ve hatta Başbakan
Ecevit’e göre “devlet krizi” çıkmasına
neden olan önemli bir başka konu da bölücü ve gerici akımlara karışan kamu
görevlilerinin kamudan uzaklaştırılması sorunudur. MGK’nun “28 Şubat” olarak
bilinen tarihi toplantısında kararlaştırılan, MGK’nun daha sonraki
toplantılarında sıklıkla üzerinde durulan ve bir an önce çözümlenmesi gerektiği
konusunda görüş birliğine varılan konu bu kez Başbakan Ecevit tarafından
tarafından değişik bir yaklaşımla çözümlenmek istenmiştir. MGK’nun aldığı karar
üzerine hükümetçe bu konuda hazırlanan yasa teklifi TBMM komisyonlarında sıkı
direnişle karşılaşmış ve teklifin TBMM Genel Kurulu’na getirilmesi
gerçekleşememiştir. Hükümet bunun üzerine, yasama dönemi sonunda TBMM’den
aldığı yetki kanunu çerçevesinde bir kanun hükmünde kararname yoluyla sorunu
çözmek istemiştir. Ancak, kararnamenin kamuoyuna yansıyan düzenlenme şeklinde,
iki müfettişin düzenleyeceği bir rapor üzerine ilgili bakan tarafından bu gibi
kişilerin kamu görevinden uzaklaştırılabilmesi öngörülmektedir. Kararnamenin bu
yolda düzenlenmiş olması önemli bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir.
Aslında, bu kitabın bir çok yerinde, özellikle “irticai ve bölücü” eğilimli
kişilerin devlet kadrolarında çalışmakta olduğu belirtilmiş ve bu gibi
kimselere yasal yaptırımların uygulanmaması eleştiri konusu yapılmıştır. Ancak,
yukarıda özetlenen düzenlenme biçimi de son derecede sakıncalıdır. Bu yolda
yürütmeye verilecek bir yetkinin kötüye kullanılması olanaklıdır. Böyle bir
yasal hükmün, idealist, dürüst, inandığını söyleyen ve kapıkulu olmayan
görevlilerin tasfiye edilmesi amacıyla kullanılabileceği kuşkusuzdur. Tük kamu
yönetiminde esasen var olan ideolojik ve siyasal kadrolaşma hareketi bu
sakıncanın en önemli kanıtıdır. Yasalara aykırı davrananlara karşı yasal
yaptırımlar uygulanmalıdır. Ancak, bu uygulama hukuk devleti sınırları içinde
olmalıdır. Kaldı ki, Devlet Memurları Kanunu’nun 125 inci maddesi bu yolda son
derecede açık ve net hükümler getirmektedir. Hal böyle iken, ayrı bir düzenleme
ile hak ve hukukun çiğnenmesi pahasına böyle bir uygulama içine girilmesi kamu
yönetimine büyük zararlar verecektir.
Yukarıda genel çizgileriyle
belirlenen, kamu personel rejiminin köktenci bir şekilde yeniden ele alınması
devletin işlerliğinin sağlanması açısından kaçınılmaz bir ödev olarak kabul
edilmelidir. Bu amaçla yapılması gerekli olan bazı etkinliklere aşağıda değinilmiştir.
Devlet Memurları Kanunu’nda yer
alan memur tanımı ve belirlenen çalışma biçimleri yeniden gözden geçirilmeli ve
bu iki alanda günün koşullarına uygun yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
Çağdaş personel yönetimi, temel
ilkeleri itibarıyla, ehliyet, liyakat, kıdem, işgücü ve işyükü çözümlemesi,
sınıflandırma, insangücü planlaması ve yetiştirilmesi, iş tanımlarının tam ve
eksiksiz olarak yapılması, iş tanımlarının bir yönetim aracı konumuna
getirilmesi, verimliliğe göre ücret, güdülendirme, ödül ve ceza sistemlerinin
oluşturulması ve veri otomasyonundan en fazla ölçüde yararlanma ilkelerine
dayalıdır. Günümüz Türkiyesi’nde bu genel ilkelerin çok daha geniş bir kapsamda
ve etkililik içinde uygulanması gerekmektedir. Ülkemizde yürürlükte olan
personel yönetimi koşulları bu ilkeler açısından irdelendiğinde önemli bir
yetersizlik ortaya çıkmaktadır.
Tüm bunlara ek olarak, Devlet
Personel Başkanlığı kuruluşundan bu yana geçen uzun süreye karşın beklenen
düzeyde başarılı olamamış ve kuruluş amaçlarını istenilen düzeyde
gerçekleştirememiştir. Bu açmazın bir an önce düzeltilmesi ve kamu personel
rejiminin çağdaş içeriğinin güçlendirilmesi sağlanmalıdır.
Bu ilkelere ek olarak, işe
eleman almada ve ilerlemede sınav ilkesi ödünsüz olarak uygulanması gereken bir
ilke durumuna getirilmelidir.
Kamu personelinin, toplu
sözleşme ve sendika kurma gibi sendikal hakları anayasal temele oturtulmalıdır.
Grev yapma hakkı bu konuda çıkarılacak özel bir yasa ile düzenlenmelidir.
Kamuda memur, işçi ve
sözleşmeli gibi isimler altında yer alan farklı istihdam rejimlerinin yarattığı
yapaylık giderilmeli ve tüm personel gerçek anlamda varlığı belirlenen işgücü
gereksinimine dayalı olarak ve koşulları iş tanımında belirlenmiş bir biçimde
çalışabileceği bir ortama kavuşturulmalıdır.
Kamu sektörü, gizli işsizlik
sorunlarının çözümlendiği, ek istihdam yaratma alanı olarak görüldüğü ve ücret
düzeyi itibarıyla bir işsizlik sigortası olarak görev yaptığı şeklinde ortaya
çıkan görünümden hızla uzaklaştırılmalıdır. Kamu, devlet hizmetinin en makul
düzeyde personel sayısında ve nitelikli elemanlar aracılığı ile yürütüldüğü bir
yönetim ortamına kavuşturulmalıdır. Kamuda sürmekte olan gereksinim fazlası
personel sorunu, yeni eleman alma işlemlerinin durdurulması, gerçek
gereksinimin bilimsel yöntemlerle saptanması ve gerek gereksinim duyulan
birimlere ve gerekse yeni kurulacak birimlere gereksinim fazlası birimlerden
eleman aktarılması yöntemleri ile çözümlenmelidir.
Belediyelerde, yeni ve ayrı bir
personel kanunu aracılığıyla, personeli keyfiliğe karşı koruyacak belirgin
güvencelerin oluşturulması koşuluyla, sözleşmeli personel rejimi esas
kılınmalıdır.
Bu durumda ortaya çıkacak olan
istihdam taleplerini karşılamak üzere bir yandan devletin istihdam yaratma
amacıyla özel sektöre yönelik özendirme yaklaşımları güçlendirilirken; öte
yandan, hem özelleştirme çalışmaları hızlandırılmalı ve hem de işsizlik sigortası
kurumu gerçekleştirilmelidir.
Kamu personelinin ücret düzeyi
çok düşüktür. Kamu sektörünün bütününde, ancak özellikle yerel yönetimlerde
yoğunlaşan ücret düşüklüğü sorunu nitelikli personelin kamudan uzaklaşmasına ve
kamu personeli arasında moral ve iş yapma gücünün azalmasına yol açmaktadır.
Personel ücretleri ile ulusal gelir arasında bir oran belirlenmeli ve bir
anlamda ‘hareketli merdiven’ sistemi
olarak adlandırılabilecek bir yöntemle ücretler hem enflasyona karşı korunmalı
ve hem de ulusal gelirdeki artıştan kendisine düşecek payı alabilecek bir
konuma getirilmelidir.
Verimliliğe göre ücret ilkesi
egemen kılınmalı ve her kurumun kendisi için özel olanaklar yaratmak çabası
önlenmelidir.
Mevcut ücret sistemi bütünü ile
değiştirilmelidir. Kamu görevlilerinin ücret sistemi basitleştirilmeli, sabit
ilkelere bağlanmalı ve hükümetin bu konudaki tek görevi yıllık katsayıyı
belirlemek olmalıdır.
Bu arada, özellikle
belirtilmelidir ki, kamu personelinin düşük olan ücret düzeyini yükseltmek bir
düzeltim önerisi olarak sunulmamaktadır. Ayrıca, açıklıkla kabul edilmelidir
ki, enflasyon ile ücret sistemi ve hareketli merdiven sistemi arasında yakın bir
ilişki vardır. Yüksek enflasyon hızı makul düzeylere indirilmediği takdirde
hareketli merdiven sisteminin de fazla bir geçerliliği olmayacaktır.
Enflasyon hızının azaltılması
kamu personeline yapılan ödeme koşullarında esaslı ölçüde iyileştirme
olanakları hazırlayacaktır.
Emekli Sandığı ve Sosyal
Sigortalar Kurumu’nda egemen olan ve çağdaş emeklilik rejimi yönetimi
ilkelerine aykırı düşen uygulamalara son verilmelidir. Mevcut koşullar altında bu kurumlar elde
ettikleri primle emeklilik maaşı verebilen ancak bu primlerle ek ve yeni kaynak
yaratamayan sosyal güvenlik kurumları şekline dönüşmüştür. Bu kolaycı yöntem
terk edilmeli, devletin bu kurumları bazı giderlerin finansman aracı olarak
görmesi önlenmeli ve prim gelirlerini en ekonomik bir biçimde kullanan gerçek
ve çağdaş kurumlar oluşturulmalıdır. Bu bağlamda batılı standartlar gözden
geçirilmeli ve sosyal güvenlik kuruluşlarına karşı devletin yükümlülükleri
artırılmalıdır.
Emeklilik ve sağlık
sigortasında özel sigorta şirketleri gözardı edilmemelidir. Sosyal güvenlik
birimleri tek bir çatı altında toplanmalıdır.
Türk Kamu Yönetiminde Yönetim Becerisinin ve
Yetkinliğinin Geliştirilmesi: Başarım Odaklı Yönetim Biçimine Geçiş Zorunluluğu
“Kötü”
ve “yanlış yönetmek”ten kasıt, artniyete dayalı ve kişisel çıkarları korumaya
yönelik yönetim tarzı değil; fakat, çağdaş yönetim biliminin ve teknolojik
gelişmelerin öngördüğü bilgi, beceri ve yeteneklerden yoksunluktur.
Bu
bağlamda, Türk kamu yönetiminde, bürokratik olayların günlük akışı sırasında
genellikle içgüdüsel olarak gösterilen yöetsel tepkilerin ve alınan kararların
“yönetme” işlevini yerine getirmek olmadığı anlaşılmalı ve gerçek yönetim
olgusunun bilgi ve veri derlemeye, sınıflandırmaya, çözümlemeye, politika ve
strateji geliştirmeye, başarım hedefi saptamaya ve çalışmaları bu hedefler
bağlamında planlamaya, örgütlemeye ve yönlendirmeye dayalı olduğunun bilincine
varılmalıdır.
Özellikle,
“yeni” kamu yönetimi (“new” public
management), hedefe yönelik yönetim, toplam kalite yönetimi ve sorumluluk
yönetimi gibi yönetim anlayışlarının ve bu anlayışların gereklerinin kamu
yönetimi içine giremememiş olması, Türkiye’nin kamu yönetimi açısından geri
kalmışlığının önemli bir kanıtı ve göstergesi olarak kabul edilmelidir.
Türkiye’de
kamu yönetiminin geliştirilmesi açısından üzerinde en fazla durulması gereken
konuların başında, yönetim yetkinliğine ilişkin bilgi, beceri ve yeteneklerin
yeteri kadar gelişmemiş olması geçeği gelmektedir. Kamu yönetiminde, başarım
düzeyinin yükseltilmesini ve geliştirilmesini esas alan ve yönetim süreçlerini
bu odak çerçevesinde örgütleyen, planlayan ve yürüten bir yaklaşımın eksikliği
sorunun özünü oluşturmaktadır.
Kamu
yönetiminde bireysel sorumluluğun ortaya çıkmasını önleyen ve sorumluluğu pek
çok kimse arasında paylaştırarak sorumsuzluğu ortaya çıkaran bir yapı
egemendir. Ülkemizde kamuda çalışan bireylerin ve birimlerin hesap verme sorumluluğu (accountability) kavramı gelişmemiştir.
Kamu
kurum ve kuruluşlarının somut ve ölçülebilir hedefler belirleyerek
çalışmalarını bu hedefler doğrultusunda yürütmelerini öngören bir yapı
oluşmamıştır.
Kamu
hizmetini pazarlanabilir bir mal ve yurttaşları bu mal ve hizmetleri maddi
karşılığını vererek satın alan müşteri olarak gören ve çalışmalarda kaliteyi
sağlamayı ve artırmayı amaçlayan bir yönetim anlayışının yokluğu kamu
hizmetinde kalite koşullarının gelişmesini engellemektedir.
Türk
kamu yönetiminin en önde gelen sorunlarından birini oluşturan bu sorunun
çözümlenmesi için alınması gereken önlemlere aşağıda işaret edilmiştir:
Kamu
yönetiminde başarım yönetimi ilke ve anlayışı egemen kılınmalıdır. Kamu kurum
ve kuruluşlarının ve sorumlu yöneticilerinin başarım düzeylerinin saptanmasında
elde edilen sonuçlar esas alınmalıdır.
Bu
amaçla, yönetim bilgi sistemleri yönetimde karar almayı daha ussal bir biçime
getirecek şekilde geliştirilmeli ve uygulama alanına konulmalıdır.
Kamu
kurumlarının politika geliştirmekle sorumlu birimleri çalışma dönemlerine
ilişkin başarım hedeflerini gerçekçi, bilimsel ve ussal bir şekilde belirlemeli
ve ilgili birimlere duyurmalıdır.
Kurum
çalışmaları bu bağlamda yönetim bilgi sistemleri aracılığı ile izlenmeli ve
yapılacak başarım değerlendirmelerinin sonuçlarına bağlı olarak gerekli
düzeltici önlemler alınmalıdır.
Türk
kamu yönetiminde sürmekte olan ortak sorumluluk anlayışı köktenci bir biçimde
değiştirilmeli ve her kademedeki yöneticinin bireysel hesap verme sorumluluğunu
ve başarı düzeyini ortaya çıkaran sorumluluk anlayışı benimsenmelidir. Hesap
verme sorumluluğu ile kastolunan, hukuksal sorumluluktan çok, çalışmaların
başarı veya başarısızlığından kaynaklanan sonucun kime ait olduğunun (accountability) belirlenmesidir.
Türk
kamu yönetimine geleneksel olarak atfedilen
“baba” nitelendirmesi, anlayışı ya da felsefesi değiştirilmeli veya en
azından önemli bir evrim içine sokularak ‘patronaj’ ya da üstünlük anlayışı
‘ortaklık, katılım ve hizmet etme’ anlayışı biçimine dönüştürülmelidir. Devlet’in “baba” olmak imajına ve “lütuf”
ilkesine dayalı bir kamu yönetimi felsefesi ya da anlayışı yerine kamu
hizmetlerini belirli bir satış fiyatı olan ve piyasada pazarlanabilir
mal/hizmet olarak gören ve söz konusu mal/hizmeti en iyi şekilde arzetmek için
hizmet sunumunda toplam kalite düzeyini
en üst düzeye çıkarmayı kendisine amaç edinen bir yönetim yaklaşımı
benimsenmelidir.
Devletin
şefkatli, koruyucu ve geliştirici nitelikteki çalışmaları elbette devam
edecektir. Bu, “sosyal devlet” olmanın önde gelen koşuludur. Devletin bebekler,
çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler ve fiziksel ve zihinsel engelliler gibi
toplumsal açıdan olanakları sınırlı olan gruplar üzerindeki koruyucu nitelikli
çalışmaları iç barış ve huzurun devamı için gereklidir. Devlet bunun yanında
dar ve sabit gelirli grupların eğitim ve yasa sınırları içinde kalan ticari
etkinlikler yolu ile gelir dağılımı basamaklarının üst sıralarına çıkabilmeleri
için gerekli fırsat eşitliği koşullarını da sağlamalıdır. Bunun da ötesinde,
hiç kimse maddi olanaklarının yetersizliği nedeniyle tıbbi bakım ile temel ve
mesleki eğitim görme hakkından da yoksun bırakılmamalıdır. Devlet bireylerin ve
ailelerin fırsat eşitliği içinde günlük yaşamlarını sürdürebilmelerini güvence
altına almalıdır. Kuşkusuz, bu bağlamda en önde gelen devlet işlevlerinden
birini bireylerin ekonomik tröst ve tekellere karşı korunması oluşturacaktır.
Devlet bu amaçlar için vardır ve bu amaçlarla var olmaya devam edecektir.
Ancak,
devlet bu yaklaşımı bir keyfilik anlayışı şekline de dönüştürmemelidir. Zira,
devlet genelde pek çok alanda hizmet üretmekte ve bu hizmetleri ya toplumdan
aldığı vergilerle gerçekleştirmekte ya da hizmet karşılığında yurttaşlardan
maddi bir ücret almaktadır. Devlet, işte bu kaynakları ekonomik açıdan etkili
ve verimli bir şekilde kullanmak sorumluluğuna sahiptir.
Devlet
bu bağlamda bir “baba” değil fakat topladığı maddi kaynakları hem en iyi
şekilde değerlendiren akılcı bir yönetim ve hem de en iyi kalitede hizmet
sunmak zorunluluğunda olan hizmet üretme kurumudur. Bu anlayış Türk kamu
yönetiminin devleti “baba” olarak gören yaklaşımının önemli bir kapsam, içerik
ve nitelik değiştirmesi anlamına gelmektedir.
Yeni
yüzyılın devleti böyle bir devlet olacaktır. Bu gelişme çizgisinde yurttaşların
ödedikleri vergiye ve bu vergilerin kulanılış biçimine sahip çıkmaları temel
bir ön koşul olarak ortaya çıkacaktır.
Kırtasiyecilik
Bürokrasinin önemli darboğazlarından
biri de hızla değişen ve değişim ihtiyacı içinde olan toplumun isteklerine
yeterli karşılıklar ve çözümler
bulamamasıdır. Bürokrasinin bu yetersizliği, zaman içinde kendisini meşru
göstermek gibi bir arayışa yönelmekte ve bunun sonucunda da etkisiz bir
bürokrasinin oluşmasını zorunlu ve kaçınılmaz kılan bir yönetsel yapı ve
yönetimin gereksiz formalitelere boğulması anlamına gelen “kırtasiyecilik”
gerçeği ve olgusu ortaya çıkmaktadır. Yönetimin her alanında ve kademesinde,
bürokratik iş ve işlemlerin formalitelere ve belgelere boğulması anlamına gelen
ve önemli ölçüde zaman ve kaynak kaybına yol açan bir “kırtasiyeci”lik vardır.
Devletin
işlerliği açısından önde gelen sorunlardan olan kırtasiyeciliğin önlenmesi için
alınması gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir.
Kırtasiyeciliğin
en büyük nedeninin siyasal kararsızlık ve siyasal irade eksikliği olduğu
gerçeği gözönüne alınarak herşeyden önce kırtasiyecilikle mücadelede siyasal
bir kararlılık ve irade yaratılmalıdır.
Kırtasiyeciliğin
bir başka önemli nedeni olan kamu yöneticilerinin olayları ve yönetsel
işlemleri izleme anlayış ve alışkanlıkları değiştirilerek geliştirilmeli ve
kamu yönetiminde süreklilik anlayışı içinde daha önceki yöneticiler tarafından
başlatılan çalışmalar unutulmamalı ve akıbetleri denetlenmelidir.
Bunlardan
daha önemli olarak, yasa ya da düzenleyici metin çıkarmakla sorunun
çözümlenebileceği görüşü yerine, sorunun ancak toplumsal, ekonomik, kültürel ve
psikolojik yönleri ile birlikte ve bir bütün olarak çözüme kavuşturulabileceği
görüşüne önem ve öncelik verilmelidir.
Yurttaşların
devletle ilişkilerinde ‘beyan’ ilkesi esas alınmalı ve beyan aksi ispatlanana
kadar doğru kabul edilmelidir. Beyanın doğru olmadığının anlaşılması durumunda
ise ilgililere etkili ve caydırıcılık gücü yüksek yaptırımlar uygulanmalıdır.
Ayrı
bir kurumsal yapı kurulmadığı takdirde, Başbakanlık’ta kurulu bulunan “İdareyi
Geliştirme Başkanlığı” ile “Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü”ne
kırtasiyecilikle savaşta bir merkez olarak görev yapma sorumluluğu verilmeli ve
bu kırtasiyecilikle savaşta politika ve program geliştirme ve eşgüdüm sağlama
işlevini yürütmelidir.
Merkezi
birim kırtasiyecilikle mücadele için genel ilkeleri belirlemeli ve kamu kurum
ve kuruluşlarına yapılması gereken çalışmaları ve izlenmesi gereken süreçleri
bildirmelidir.
Her
kurum ve kuruluşta APK birimleri bünyesi içinde ‘Yönetim Destek Hizmetleri’ alt
birimi kurularak kuruma ilişkin iş ve işlemlerde kırtasiyeciliğin önlenmesi ile
ilgili çalışmalar bu birim aracılığı ile yürütülmelidir. Bu birim, aynı
zamanda, merkezi kurumun uç noktası olarak görev yapmalıdır.
Bu
birim ile kurum ve kuruluşlarda oluşturulan birimler arasında bir raporlama
sistemi kurulmalı ve yapılan çalışmalar tek bir merkezden izlenmelidir.
Yöneticilere kırtasiyecilikle ilgili ödevleri öğretilmelidir.
Kırtasiyecilikle
ilgili konularda ilgili her kesimin öneride bulunması özendirilmelidir.
İsraf
Türkiye’de,
yönetimin önemli sorunlarından biri içinde bulunulan israf ortamıdır. Devlet
dairelerinde döşeme ve donatım biçemi bürokratik ve işlevsel bir gerekliliğin
değil içinde oturanların statü ve
prestij arayışlarının bir göstergesidir. Kamusal örgütlerin üst
yöneticilerinin odalarında hiç kullanılmamalarına karşın süs eşyası olarak
bulundurulan bilgisayarlar, TV ve video cihazları, yurt dışı gezilerine çıkma
sıklığı, odanın önünde oturmakta olan sekreterlerin sayısı, makam aracının markası
ve konfor düzeyi, lojmanların içerdiği konfor düzeyi, görevleri yalnızca çay
dağıtmak olan kamu görevlilerinin sayıca fazlalığı bu israf ortamının temel
gösterge ve simgeleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.
Devlette
israf konusunda Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün şu çarpıcı bilgileri
vermektedir: Kamudaki araç sayısı, kamyon 50 bin, kamyonet 35 bin, otobüs 20
bin, otomobil 95 bin, minibüs 20 bin ve öteki türdeki araçlar 11 bin olmak
üzere toplam 235 bin adet araç. Oysa, Almanya’da 15 bin, Japonya’da 10 bin ve
İngiltere’de 12 bin kamu aracı var. Türkiye sadece makam aracı şoförlerine
yılda 600 trilyon lira para ödüyor. Türkiye’de 294 gümrük var. Bu sayı
Almanya’da 60, Fransa’da 53. Kamunun elinde 19 özel uçak var. Bu sayı
Almanya’da 14, Kanada’da 17, Pakistan’da 7, Portekiz’de 4, Norveç’te 3 ve
Yunanistan’da ise 1. Devlet dairelerinde
çoğu uluslararası görüşmeye açık 162 bin telefon var. Bunların ayda ortalama 30
milyon liralık görüşme yaptığı varsayılırsa tamamı için ayda ortalama 5
trilyona yakın para ödeniyor. Ankara’da bir büyük özel hastanede çalışan sayısı
650 kişi, SSK Dışkapı Hastanesi’nde çalışan sayısı 2 bin 600. Yurt dışında 7
bin 500 kişi devletten maaş alıyor. Bunların 3 bin 300’ü müşavir ve çoğu
yabancı dil bilmiyor.
Maliye
Bakanlığı’nda kurulan bir komisyon tarafından yapılan çeşitli araştırma
çalışmalarıyla devlet harcamalarının içinde bulunduğu durum saptanmaya
çalışılmıştır. Toplanan vergilerden elde olunan akçal kaynakların israf
edildiği ve acil bir “gider düzeltimi” yapılması gerektiği varsayımından
hareket eden çalışma grubu bu konuda ilginç örnekler ve yöntemler saptamıştır.
Bu tür harcamalar arasında Köy Hizmetleri Genel
Müdürlüğü’nde 72 yaşında olmasına karşın ayda 300-350 milyon lira alan işçi;
Köy Hizmetleri’nde özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde market işleten ancak
kurumda geçici işçi olarak çalışarak maaş alan işçi; Tarım ve Köyişleri
Bakanlığı’nda yılda 17 gün çalıştığı halde 11 ay çalışıyor gibi görünüp maaş
alan çok sayıda işçi; kamu görevlilerinin yalnızca kendilerinin ve aile
bireylerinin değil fakat yakınlarının ilaç gereksinmelerini devlet bütçesinden
karşılamaları; kamu görevlilerinin tanıdıkları eczanelerde reçetedeki ilaçları
değil başka öteki günlük gereksinim malzemeleri almaları; emekli olan
memurların daha fazla yolluk almak amacıyla ikamet yeri olarak Hakkari’yi
göstermeleri ve herhangi bir ilde açılan yeni operaya atanan sanatçı memurların
kısa bir süre sonra yeniden Ankara’ya atanmaları gibi olaylar yer almaktadır.
Yetki ve Sorumluluk Dağılımında Dengesizlikler
Türk bürokrasisinde yetki-sorumluluk dengesi bir türlü oluşturulamamıştır. Bazı
alanlarda sorumluluk sahibi olanlara yeteri kadar yetki verilmezken bazı
alanlarda da yetki sahibi olanların sorumlulukları yoktur.
Özellikle,
sorumluluk kavramının bireysel olmaktan çıkarılarak kollektif duruma getirilmiş
olması hem hukuksal sorumluluğun ortaya çıkarılmasını ve görevlilerin
cezalandırılmasını engellemekte ve hem de ülkemizde yönetim açısından
“sorumluluk yönetimi” (accountability) koşullarının
oluşmasını olanaksız kılmaktadır.
Yönetimde Denetim Anlayışının Değiştirilmesi Zorunluluğu
Kamu
yönetiminde egemen olan denetim anlayışı, iş ve işlemlerde yasallığın ve
meşruluğun araştırılması ve bu durumun güvence altına alınmasıdır. Bu yaklaşım
türü, hizmetin maliyet unsuruna ve paranın yeteri kadar iyi, yerinde ve
ekonomik olarak kullanılıp kullanılmadığını dikkate almamaktadır. Hatta, bir
anlamda, hukuksal güvenliğin sağlanabilmesi için ekonomik ve verimli olmayan
yönetim biçemlerine mantıksal destek bile sağlayabilmektedir.
Oysa,
gelecek on yılların en önemli sorunu kıt kaynakların daha akılcı ve verimli
şekilde kullanılması olacaktır. Denetimin de bu anlayışa koşut olarak değişmesi
gerekmektedir.
“Susurluk
Skandalı” yönetimde denetim sorununu ortaya çıkarmıştır. “İdari Usul Yasası”
hazırlıkları çerçevesinde düzenlenen bir sempozyumda konuşan dönemin Başbakanı
Mesut Yılmaz şunları söylemektedir: “Susurluk
kazasından sonra içinde bulunulan bu süreç gösterdi ki; bugün Türkiye’de devlet
hayatımızın en önemli problemlerinden birisi, idarenin işlem ve eylemlerinin
denetlenememesidir. Susurluk kazası sonrasında, idarenin denetimi problemleri
ortaya çıktı. Bu olay çerçevesinde suçluları ortaya çıkarmak ve cezalandırmak,
Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşıyor.
Ancak, bu yeterli değil. Bir daha bu suçların işlenmemesi (gerek), işlenirse de
etkili şekilde koğuşturulması için köklü tedbirler almak zorundayız.” [82]
Bu
konuda açıklama yapan bazı yetkililer de, söz konusu yasa tasarısının
hazırlanmasında Susurluk’daki trafik kazasının büyük payı olduğunu belirterek “Susurluk, devletteki zayıf olan denetim
mekanizmasının dumura uğratıldığını ortaya koydu” [83] demişlerdir.
Öte
yandan, yasallığı ve meşruluğu temel endişe olarak gören denetim anlayışının
yerine getirilme yönteminde de değişiklikler yapılması gerekmektedir.
Kamunun
kendisini yine kamu görevlisi olan ancak yönetimin içinde yer alan kişiler
aracılığı ile denetlemesi yeterli olmamaktadır.
Aynı
şekilde, yönetimin yargısal denetimi de uzun zaman alıcı olması ve etkili
olmaması nedeniyle istenilen sonuçları üretememektedir.
Bu
bağlamda, daha önce de değinildiği üzere, tam bağımsızlığa sahip, güvenilir
kişilikte, kamu yönetimi konusunda mükemmel bilgi ve deneyim sahibi, ömür boyu
görev yapacak ve yeterli yetki ve yaptırımlarla donatılmış “halk denetçiliği”
ya da “hakemlik” (ombudsman) türü bir yaklaşım üzerinde özellikle durmak gerekir.
Verimli ve Etkili Devlet İçin Enformasyon
Teknolojisi
İletişim,
haberleşme ve veri işleme teknolojilerinde elde edilen dev gelişmeler devlet
yönetimi açısından son derecede önemli konuma gelmişlerdir.
Herşeyden
önce, günümüzde zaman ve uzaklık kavramlarının önemi azalmış ve bu olguların
önemleri göreli bir nitelik kazanmıştır.
Öte
yandan, dijital teknoloji iletişimi son derecede kolaylaştırmış, ulaşım
sektöründe elde edilen ilerlemeler ulaşım için ayrılan zamanı kısaltmış,
bilgisayarlar yolu ile bilgi işleme, derleme ve çözümleme son derecede
basitleşmiş, internet aracılığıyla küresel iletişim büyük bir ivme kazanımıştır. Gerçekten, bu
bağlamda, dünya küçük bir “köye” dönüşmüştür.
Bu
teknolojik gelişmeler hem bugünün bürokrasisini esaslı ölçüde değiştirmekte ve
hem de geleceğin bürokrasisinin temel özelliklerini belirlemektedir. Devletin
işleyiş biçimi ve süreçleri bu temel gelişmelere koşut olarak yeniden
yapılandırılmalıdır. Esasen, bu, kaçınılamaz bir gerekliliktir.
Bu
kavramları ve kurumları yeterince içselleştirmeyen ülkelerde devlet yönetimi
etkisiz ve verimsiz kalmaya devam edecek ve buna karşılık bu gelişmeleri iyi
değerlendirebilen ülkelerde devlet yönetimi büyük bir hız, etkililik ve
verimlilik kazanacaktır.
Çağdaş siyasal
sistemlerin yasal yollardan ‘zor’ ve ‘güç’ kullanabilen tek kurumu olan devlet,
bu gücünü büyük ölçüde vatandaşlarının güvenliği ve yüksek yaşam standardına
yönelik olarak verdiği hizmetlerden almaktadır.
Bu hizmetlerin varlığı
kadar, vatandaşın bunlardan bilgili olması ve kolayca erişebilmesi de yine
devletin görevidir. Hizmetin yaygın, istenilen kalitede ve karşılanabilir
olması niteliklerini içeren bu kavramdaki amaca ulaşabilmek için kullanılacak
araçlar arasında teknoloji çok önemli bir rol oynamaktadır. Günümüzde bu rol
enformasyon teknolojisidir. Doğru kullanılması durumunda ekonomik gelişmenin,
daha iyi yaşam kalitesinin, özel veya kamusal daha iyi hizmetin kaynağı
sayılmaktadır.
Daha çağdaş devlet hedefi için teknoloji tabanı, üretilen ve el
değiştiren bilgi miktarının büyük bir patlama yaptığı günümüzde, çok boyutlu
bir atılım için destek demektir.
Bilgi
toplumunda birinci sınıf vatandaş ve birinci sınıf ülke stratejisi enformasyon
teknolojisinin yoğun olarak kullanılmasına, insancıl değerlerin öne çıktığı
yaratıcı toplum, saydam toplum ve saydam devlet kavramlarının gerçekleşmesine
bağlı olacaktır.
Kamu birimleri ile
ilgili en büyük sıkıntılardan biri de yavaş çalışmaları ve hızlı hizmet
üretememeleridir. Kamu birimleri, evrak yoğunluğu altında ve deftere bağlı
muhasebenin ağır baskısı altında
ezilmektedir. Bu nedenle, hem yurttaş istekleri yerine getirilememekte
ve hem de hizmet maliyeti olabildiğince artmaktadır. Hizmetin birim ve toplam
maliyeti dahi hesaplanamamaktadır.
Sorunun çözüm yolu
bilgisayarlaşma ve bilgi otomasyonudur. Geliştirilmesi son derecede kolay bu
yöntemle kamu hizmetlerinin daha verimli ve kamu yönetiminin de daha hızlı
çalışması olanaklıdır. Nüfus işlemlerinden, tapu işlemlerine, vergi ve kamu
muhasebesi işlemlerinden hastane ve koruyucu sağlık hizmetlerinin yönetimine
kadar her alanda kullanılabilecek olan bilgi ve veri otomasyon teknolojisinin
yokluğu ya da yetersizliği ülkenin kıt kaynaklarının israfı ile
sonuçlanmaktadır.
Yıllar önce, Çankaya
Belediyesi’ni yeniden örgütlerken bu belediyede gerçekleştirdiğim emlak vergisi
otomasyon projesi bilgisayarlaşmanın yerel yönetimlere neler verebileceğini
açıklıkla ortaya koymuştur.
Merkezi
ve yerel yönetim birimlerinin elektronik hizmet şebekeleri ile birbirine
bağlandığı bir ulusal enformasyon altyapısının oluşturulması ile ilk adım
atılmış olacaktır.
Daha
iyi hizmet sunmak üzere iyi örgütlenmiş ve karar alma yeteneği artmış olan
devlet aygıtı düzenleyici işlevinde de daha etkili olacaktır.
Esasen,
özel sektör şimdiden bu yolda gerekli adımları atmış ve çalışma kurallarında
esaslı değişiklikler yapmıştır. Kamu kurumları da aynı yolda ilerlemek ve
çalışma alışkanlıklarını değiştirmek zorundadırlar.
Daha
duyarlı, verimli ve tutumlu devlet talebi; devletin her kademesinde duyulan
finansman sıkıntısı; hizmet arzının çağdaş devletin temel işlevi olarak
görülmesi; enformasyonu daha ucuz ve kullanışlı yapan teknolojik gelişmeler ve
enformasyon teknolojisinin benimsenmesi, kamu sektörünü kamu hizmetlerini
elektronik ortamda sunmaya zorlayan baskılar yaratmaktadır.
Bu
bağlamda, Türk kamu yönetiminin gelişmişlik düzeyinin artırılabilmesi ve kamu
hizmetinin nitelik ve nicelik koşullarının iyileştirilebilmesi bakımlarından
enformasyon teknolojisinden en fazla ölçüde yararlanılmaya çalışılmalıdır.
Enformasyon
teknolojilerinin devlet içindeki gelişimini izlemek ve bu alandaki politikaları
geliştirmek üzere TÜBİTAK görevlendirilmeli ve söz konusu kuruluşun bu alanda
teknik gelişmeyi sağlayıcı bir rol oynaması sağlanmalıdır. Ancak, ülkenin, eski
ve çağdışı teknolojilerin depolandığı bir teknoloji çöplüğü olmasına da izin
verilmemelidir.
Düzeltim Konusunda İstekler ve Özlemler
Türkiye’de
zaman zaman “reform”, “ıslah” ve “yeniden düzenleme” adları altında yürütmenin
iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için çabalar içinde bulunulduğunu gösteren
çeşitli açıklamalar yapılmaktadır. Örneğin, DPT tarafından başlatılan KAYA
Projesi, İçişleri Bakanlığı’nın “mahalli idare ve yönetim reformu” girişimi,
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın “toplam kalite yönetimi belgesi” alma arayışı
ve Başbakanlık’da “idareyi geliştirme” ve “mevzuatı geliştirme” adları altında
“reform” yapma üniteleri kurulması ve bürokratik işlemlerde yapılacağı
belirtilen “reform” çalışmaları bu tür çabalar arasındadır. [84]
Yıllardan
bu yana varlıklarını ve iddialarını sürdüren bu tür çalışmalar bugüne kadar
herhangi bir olumlu sonuç vermemiştir. Ancak, bunlara kısa bir göz atmakta
yarar bulunmaktadır.
Mesut
Yılmaz’ın başkanlığını yaptığı 18 Nisan 1999 seçimleri öncesindeki hükümet,
yürütmenin ve bürokrasinin iyileştirilmesi konusunda vaatkar açıklamaların en çok kullanıldığı dönem olmuştur. Hatta,
Başbakan Mesut Yılmaz “mahalli idare reform tasarısı”nın Türkiye’de yönetim devrimi anlamına geleceğini pek çok kez
yinelemiştir. Ancak, hazırlanan tasarıya yöneltilen eleştirilerden sonra,
İçişleri Bakanlığı bu tasarıyı rafa kaldırmış ve onun yerine eski tasarıyla hiç
bir ilgisi bulunmayan bir başka ve yeni “mahalli idareler reform tasarısı”nı
gündeme getirmiştir. Daha sonraki hükümet de, bu yeni tasarının yürürlüğe
konulmasının ülkede yapılmış “en geniş çaplı yönetim reformu” olacağını ileri
sürmeye başlamıştır.
Başbakanlık
tarafından kamuoyuna açıklanan ve hakkında bazı hazırlık sempozyumları
düzenlenen “İdari Usul Yasası” da önemli bir düzeltim girişimi olarak ortaya
çıkmıştır. Bu konuda düzenlenen bir sempozyumun açılışında konuşan dönemin
Başbakanı Mesut Yılmaz, yeni ve saydam bir devlet modeli oluşturma konusunda
söz vermiş ve devlet yaşamındaki en önemli sorunlardan birinin yönetimin eylem
ve işlemlerinin denetlenememesi olduğunu itiraf ederek şunları söylemiştir: “Düzenlemeler yapılıp hayata geçirildiğinde,
Tanzimat’tan beri yaşanan katı devlet yapısı yerine özgürlükçü, saydam hukuk
devletine kavuşulacaktır... Bu yapılanma ile devlet zayıflamayacak, daha da
güçlenecektir. Ancak bununla yetinilmemesi, idarede keyfiliğin önlenmesi,
kanuniliğin sağlanması ve idarenin sağlıklı şekilde halk tarafından
denetlenebilmesi için idari sistemde köklü değişiklikler yapmak, artık devleti,
bütünüyle vatandaşa açmak zorundayız”. [85]
Başbakan
Mesut Yılmaz’ın talimatıyla, bir grup hukukçu “Gün Işığında Devlet Yönetimi” adı altında bir yasa paketi
hazırlamakla görevlendirilmiştir.
Gelişmiş ülkelerde uygulandığı belirtilen ve vatandaşa devleti denetleme
olanağı vereceği ileri sürülen bazı yasa tasarılarının bu proje çerçevesinde yasalaştırılması
öngörülmüştür. Söz konusu yasalar ise “Bilgi
Edinme Özgürlüğü Yasası”, “Vatandaşın
Katılımı Yasası” ve “Genel İdare Usul
Yasası”dır.
“Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasa Tasarısı”na
göre, vatandaş devlete başvurduğunda, gizlilik derecesinde olmamak koşuluyla,
istediği bilgi ve belgeyi elde edebilecekti. “Vatandaşın Katılımı Yasa Tasarısı” ile de yüksek yargı
organlarının toplantıları ile belediye meclisi ve il genel meclisi
toplantılarının halka açık yapılması öngörülüyordu. “Genel İdare Usul Yasası Tasarısı” ise yürütmenin hangi usullere
göre işlem yapacağını belirleyecekti. İstediği gibi yönetmelik ve yönerge
çıkararak keyfi yönetimini sürdüren yürütme, böylelikle, keyfilikten
kurtarılmış olacaktı. Başbakan Yılmaz, bu hazırlıklar konusunda “Bu iş kolay değil. Bu devleti dönüştürme ve
değiştirme çalışmasıdır. Engeller olacak, ama pes etmek yok. Gün ışığında
yönetim için başka yol yok” demiştir. [86]
Başbakanlık’da
yapılan ve “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması 2000 Projesi” adı verilen
bir başka çalışma ise bir dizi platonik ve idealistik amaçdan söz etmektedir.
Bu çalışmanın başlangıç aşamasında yapılan açıklamalardan projeye esas olarak
ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un çalışmalarının yol gösterici olduğu
anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, “Toplam
Kalite Yönetimi” arayışları ile OECD tarafından sürdürülmekte olan “Public Management” çalışmalarından da
esinlenildiği görülmektedir. Çalışmanın ilk aşamasında projeden beklentilerin
şunlar olduğu belirtilmiştir: Ankara’nın yetkilerinin ve vesayetinin
azaltılması, hızlı ve doğru karar alma süreçlerinin oluşturulması, yatırım,
üretim ve hizmetlerde verimlilik sağlanması, sorunların yerinde çözümlenmesi,
bilgiye kolay ulaşılması, gereksiz bilgi akışının önlenmesi, yürütmenin
çalışmaları hakkında isteyen herkese bilgi verilmesi, memurların çalışma
ortamının iyileştirilmesi, hizmet maliyetinin azaltılması ve personel indirimi
yapılması.
Bu
çalışmaya göre, ilk aşamada ‘Başbakanlık
Yönetim Bilgi Sistemi’ kurulacak, ikinci aşamada ‘Bakanlıklar ve İlgili
Kuruluşlarda Reform” yapılacak ve üçüncü aşamada ise ‘Hükümet Bilgi Sistemi -
Elektronik Yönetim’ sistemi oluşturulacaktı.
Bu
projelerin amacının ise, devletin hantal bir yapıdan kurtarılması, daha dinamik
bir yönetsel yapı oluşturulması, kamu yönetiminde işlevsel bir bürokratik yapı
oluşturulması ve “vatandaş” kavramının kamu hizmeti üretiminde esas alınması
olduğu belirtilmişti.
Devletin
sanayi ve ticaretten elini çekmesi ve sadece kural koyucu, düzenleyici ve
denetleyici olması da projenin temel hedefleri arasında bulunmaktadır.
Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanlığı tarafından hazırlanan ve bazı yabancı
danışmanlardan da yararlanılan proje çerçevesinde, halen 21 olan ve “populist politik” nitelikli devlet
bakanlarının sayısı 3’e indirilecek, giderek büyüyen ve hantallaşan Başbakanlık
örgütü küçültülecek, işlevsel nitelik kazanacak, eşgüdümcü kimliğe sahip
olacak, düzenleyici ve denetleyici olacak, sayısı 200’ü bulan müşavir sayısı
azaltılacak, diğer bakanlıklara da örnek olmak üzere personel sayısı
azaltılacak ve işlevselliğini yitiren
birimler kaldırılacaktı. Daha da önemlisi, “her
şey devlet için” adı altında uygulanan Jakoben
yönetim anlayışı yerini “herşey toplum
için, insan için” başlıklı insancıl bir anlayışa bırakacaktı. Projeye göre,
kırtasiyecilik azaltılacak, vatandaşın hakkı olan hizmeti alırken karşılaştığı
çağ dışı sıkıntılar önlenecek, merkezi yönetimin pek çok görevi yerel
yönetimlere devredilecek ve saydam bir kamu yönetimi oluşturulacaktı. Projeye
göre, “çağın getirisi olan bilgi ve
iletişim teknolojisi tam olarak kullanılacak ve idari reformun asıl özü ve
felsefesi de bu” olacaktı.
Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, TSE’den “Toplam
Kalite Yönetimi Yeterlik Belgesi” almış ancak bu çerçevede nelerin değiştiği
tam olarak anlaşılamamış ve dönemin yöneticilerinin görevden ayrılmasından
sonra bu çalışmalardan hiç söz edilmemeye başlanmıştır.
Bundan
daha önceki bir tarihte, Temmuz 1997’de, ANASOL-D hükümetinin iş başına
gelmesiyle “yönetimde reform”
söylemleri bir kez daha ortaya atılmaya başlanmıştı. Merkezi yetkilerin
azaltılıp yerel yönetimleri güçlendirmeyi amaçlayan bir proje ile -ne anlama
geldiği ve yasal dayanağının ne olduğu bir türlü anlaşılamayan- “il ekonomik ve
sosyal konseyleri” nin kurulması hedefleniyordu. Devletin milli savunma,
emniyet ve adalet hizmetleri dışındaki tüm yetkileri “İl Genel Meclisleri” ve sivil toplum örgütlerinin oluşturacağı “il konseyleri”ne devredilecekti. Bu
konseyler “il bakanlar kurulu” gibi
çalışacak, böylelikle devlette “adamın
varsa işini yaptırırsın” dönemi kapanacak ve “Ankara’dan iş takibi sona erecekti”. [87]
Pek çok
gelişmiş Batı ülkesinde uygulandığı öne sürülen bu güçlendirilmiş yerel yönetim
biçimi ile Ankara’nın etkisini azaltılacağı ve bölgesel dinamiklerin ön plana
çıkarılacağı ileri sürülüyordu. Buna göre, il konseyleri, ilin bütün
sorunlarının çözümünde tek yetkili merkez olacaktı, il genel meclilerinin yanı
sıra sendikalar, sanayi ve ticaret odaları, çevre kuruluşları ve işadamları
kuruluşları bu konseyde temsil edilecek, ilin bütün sorunları, çözüm yolları ve
öncelikleri bu konseylerde kararlaştırılacak ve siyasal güç bu konseyler
üzerinde etkili olamayacaktı. En küçük köy yolunun yapımı için Ankara’nın
yolunu tutup bakan peşinde koşulmayacak ve ilde bir yatırım yapılacaksa yer
seçimini il konseyi yapacaktı. Bugüne kadar Milli Eğitim Bakanlığı’nın yetkisinde
olan ve her işlemi Ankara’dan yürütülen okullar da bundan böyle il konseylerine
bağlanacaktı. Öğretmen atanmasından okulun kırılan camının onarımına kadar her
konuda karar verme yetkisi il konseyinde olacaktı.
Bu
çalışmalardan herhangi bir sonuç çıkmamıştır.
Öneriler
Yürütmenin ve yönetimin önde gelen ve sorunun
özüne yönelik konuların çözümü için yerine getirilmesi gereken önlemler aşağıda
belirtilmiştir.
Türkiye’nin
bir yeni yönetim bir anlayışına ihtiyacı
vardır. Bu bağlamda, yeni bir yönetim anlayışı geliştirilmeli ve Türk insanının
bilincine ve zihnine yerleştirilmelidir. Yeni yönetim anlayışı çerçevesinde,
kamuda veya özel sektörde her kademede her yönetici içinde yer aldığı sistemde
kendisinden beklenen iş ve üretim hedeflerinin ne olduğunu sorgulamalı,
kendisine verilen çalışma olanak ve koşullarının bu hedefleri gerçekleştirmede
yeterli olup olamayacağını araştırmalı, çalışma politika ve stratejilerini
saptamalı ve uygulamadan elde ettiği sonuçları önceden belirlenen hizmet
hedefleri ile karşılaştırarak alınması gereken düzeltici ve geliştirici
nitelikli önlemleri uygulama alanına koymalıdır. Bu tür bir yönetim anlayışı gerek özel
sektörde ve gerekse kamu sektöründe her türlü kitle iletişim, eğitim ve sosyal
pazarlama teknik ve yöntemleri kullanılarak zihinlere işlenmelidir.
Türk bürokrasisinde verimin çok düşük olduğu ve verimin yönetim
becerilerinde artış ile çok yüksek düzeylere çıkartılabileceği herkes
tarafından açıklıkla kabul edilebilir bir duruma getirilmelidir. Yönetim, ister kamuda ve isterse özel
sektörde, bu ilkenin gerçekleşmesine olanak verecek şekilde, yeniden yapılandırılmalıdır.
Personel sistemi gerek ücret sistemi ve gerekse değerlendirme, atama ve ilerleme
bakımlarından bu ilkeye koşut olarak düzenlenmelidir.
Yönetimde başarım ölçümüne dayalı ve bireysel yönetim sorumluluğunu ön plana çıkaran bir sorumluluk
anlayışı geliştirilmelidir.
Çağdaş yönetim bilimi tüm kuram, teknik ve donanımı ile birlikte Türk
kamu yönetimi içine aktarılmalıdır. Bu yolda yapılmakta olan çalışmalar
arasında eşgüdüm ve işbirliğini sağlayacak düzenleme ve süreçler
geliştirilmelidir. Yönetimi geliştirmek her birimin en önde gelen iç yönetim
sorumluluğu olarak kabul edilmeli; ancak, gerek merkezde merkezi bir birim
aracılığıyla ve bu birimin eşgüdüm yetkisi altında, gerek bakanlık ve öteki
kurum ve kuruluşlarda APK birimleri ve gerekse illerde valilikler/kaymakamlıklar
aracılığıyla yönetimin çağdaşlık düzeyini artırmak hedefi yaşama
geçirilmelidir.
Kamuda denetime işlerlik ve derinlik
kazandırabilmek amacıyla denetimde
“hukuksallık ve yasallık” ilkesi yanında paranın değer karşılığının elde
edilip edilmediğini araştıran ve kimi zaman ekonomik denetim olarak da adlandırılan “yerindelik” ve “başarım
denetimi, ölçümü ve değerlendirmesi” ilkelerine de yer veren ve bunu
anlamlı bir şekilde (başarım ölçütleri ve ölçme ve değerlendirme sistemleri
gibi) yönetim sistemi içine sokan çalışmalar kısa zamanda tamamlanmalı ve
geliştirilecek yeni yönetsel normlar yönetim sistemi içine aktarılmalıdır.
Denetim konusu bir bütün olarak ele alınmalı, her denetim birimi
itibarıyla yinelemeleri önleyecek şekilde denetimin tanımlanması yapılmalı,
kapsamı, yetki ve sorumluluklarının çerçevesi çizilmelidir. Denetim işlevleri
yeniden örgütlendirilmelidir.
Halkın denetim gücünün artırılması, devletde keyfiliğin önlenmesi
ve işlerliğin geliştirilmesi için özellikle kuzey Avrupa ülkelerinde uygulama
alanı bulan “ombudsman” türü “kamu hakemliği, gözlemciliği, denetçiliği”
sistemi Türkiye’de de uygulamaya konulmalıdır.
Bu
bağlamda üzerinde özellikle durulması gereken temel eksiklik kamu sektöründe
düzeltim yapılması yolunda gerçek bir
siyasal iradenin oluşturulamamış olmasıdır. Hükümet programlarında konuya
sürekli olarak yer verilmesine ve konunun öneminin ısrarla belirtilmesine
karşın kamu sektöründe düzeltim programları uygulanabilme olanağı bulamamış ve
hazırlanmış olan raporlar rafta kalmıştır. Yeni bir düzeltim çabası içine
girilirken bu konu üzerinde titizlikle durulmalı ve düzeltim yönünde gerçek bir
siyasal iradenin oluştuğu hem yasal belgelere aktarılmalı ve hem de tüm
kamuoyuna bu yolda güçlü bir imaj verilmelidir. Öncelikle, “Devlet Düzeltimi”
çalışmalarının başarıyla yaşama geçirilmesi için gerekli siyasal irade güvence
altına alınmalı ve toplumsal ortam hazırlanmalıdır. Bunun için de, bu iradeyi
ve ortamı yaratıp geliştirecek önlemleri almak daha akılcı bir yol olacaktır.
BÖLÜM 5
MERKEZİ HÜKÜMETİN
ÖRGÜTLENME BİÇİMİ
VE KOŞULLARI
Giriş: Merkezi Hükümetin Merkez Örgütlenmesi ve Yönetimi
Merkezi
hükümetin en önde gelen iki sorunu, bakanlıkların
örgütlenme ve yönetim biçimlerinin yanlışlığı ve yönetim kadrolarının aşırı
ölçüde siyasal ve ideolojik yandaşlarla doldurulmuş olmasıdır.
Birinci
temel sorun merkezi hükümetin kurumsal
açıdan azgelişmiş olması anlamına gelmektedir. Bakanlıkların iç örgütlenmesinde, kamu hizmetlerinin
planlanmasında ve kamu hizmetine ilişkin iş ve işlemlerin yürütümünde
yaşanan sorunlar ve içinde bulunulan koşullar son derecede yetersiz, israfa yönelik, etkisiz ve verimsizdir. Bakanlıkların ve
bağlı kuruluşlarının iç örgütlenme
biçimleri bilimsellikten uzak, gelişigüzel, zaman içindeki anlık
gelişmelere göre şekillenmiş ve genel çizgileri itibarıyla işlevselliği olmayan
bir ortam içinde bulunmaktadır. Merkezi hükümete bağlı birimlerde kurmay
nitelikli yönetim işlevleri gelişmemiştir. Kalkınma planlarının ve yıllık
programların öngördüğü bürokratik süreçler dışında günlük hizmetin planlanması anlamında iş ve hizmet planlaması
çalışmaları yapılmamaktadır. Yapıldığı ileri sürülen planlama çalışmaları ise
genelde görsel estetiği sağlama
amacına yöneliktir. Yürütme işlevi ise, esas olarak, ortaya çıkan günlük hizmet
sorunlarının çözümüne yönelik emirler vermek ve imzalar atmak şeklinde ortaya
çıkmakta, geleceği gören ve geleceğe
yönelik hedefler saptayarak bunların çözümünü sağlamayı amaçlayan yürütme
işlevi çok sınırlı ölçüde gerçekleştirilebilmektedir. Hizmetin birim ve toplam maliyeti dahi bir yönetsel
endişe kaynağı ve karar alma temeli olarak henüz ortaya çıkmamıştır. Yönetimin akçal planlaması ise hiç
yapılmamakta ve akçal yönetim işlevleri çağdaş yönetim düzeyinin çok gerisinde
bulunmaktadır.
İkinci
temel sorun ise, merkezi hükümetin
yönetim kadrolarının ideolojik ve siyasal kadrolaşmayla paylaşılmış olmasıdır.
Üst düzey yönetim görevlerine gelmek için mutlak siyasal ve ideolojik bağlılık aranmaktadır. Bu nedenle de, ehliyet,
liyakat, kariyer ve kıdem gibi ‘bürokrasiyi’ bir ‘meritokrasi’ yani erdemlilik yönetimi yapan temel
unsurlar ortadan kalkmış bulunmaktadır.
Memur değerlendirmesi
sisteminin (sicil, tezkiye) tümüyle anlamını yitirmesi, kamu yönetiminde
çalışanların hizmet ve başarılarının ölçülmesini olanaksız duruma getirmiştir.
Bu durum, hizmetin yürütümünde engel oluşturan unsurların ve aksaklıkların
giderilmesini sağlayacak önlemlerin alınmasını olanaksız kılmaktadır.
Nitekim,
gerici ve bölücü unsurların
bürokrasi içinde odaklaştığı ve bunların sayılarının “binleri” bulduğu Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere bir çok
başbakan ve bakan tarafından sıklıkla ve açıklıkla itiraf ve iddia
edilmektedir.
Bu ve
benzeri temel sorunlar içinde bulunan merkezi hükümetin çalışmalarından başarı bekleyebilmek olanaklı değildir.
Bu yapının mutlak şekilde köktenci
nitelikli değişim ve iyileştirme çalışmalarına konu olması zorunluluğu
vardır.
Yürütmenin
merkezi örgütlenmesinde yaşanan sıkıntılara yol açan nedenlerden bir başkası devlet bakanlıklarının sayıca
çokluğudur.
Bir
başka önemli sorun da, bakanlıklar ve bakanlıklara bağlı kurum ve kuruluşlar
arasında görev ve hizmet bölüşümü
yapılırken meydana gelen ve karar alma ortamına egemen olan gelişigüzelliğin ve
keyfiliğin kamu hizmetlerinin üretiminde ve yürütümünde önemli eşgüdüm ve
işbirliği sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmasıdır.
Öte
yandan, özellikle koalisyon dönemlerinde,
koalisyon içi dengelerin saklı tutulması zorunluluğu da kaçınılmaz olarak
yürütme alanında ciddi sorunlara yol açabilmektedir.
Yürütmenin, yukarıda belirtilen
genel nitelikli sorunlarının yanında, pek çok başka alanda da üzerinde
özellikle durulması gereken sorunları vardır. Bu sorun alanları merkezi
hükümetin örgütlenmesinden yerel yönetimlere ve personel rejiminden bürokratik etik
değer erozyonuna kadar değişebilmektedir. [88]
Bu konuda en ilginç
saptamalardan biri Bülent Ecevit’den gelmiştir. Bülent Ecevit, Başbakan olarak
çalışma odasında verdiği bir mülakatta şunları söylemektedir: “Bu iki masa arasında tahminen 7 metre
mesafe var. Ama ben imza atmaktan, bir masadan öbürüne bir buçuk saatte
geçemiyorum. Hem hükümetin, hem Meclis’in çok süratli çalışması gerektiği
düşünülürse, imza için kaybettiğimiz zamanı siz hesaplayın. Bunların çoğu bir
Başbakan’ın imzalamaması gereken belgeler, ama bizim mevzuatımız öyle ki, bir
çok belgeyi benim veya Sayın Cumhurbaşkanı’nın imzalaması gerekiyor. Örneğin,
bir asteğmenin teğmenliğe terfi etmesine dair karar. Bunu benim imzalamam
gerekiyor. Oysa, bunun başbakanla ne ilgisi var? Ben ne tanırım asteğmeni, ne
bilirim teğmenliği? Şimdi ben bunu imzalayınca asteğmenin teğmenliği için kefil
oluyorum. Sorumluluk taşıyorum. Böyle bir karar, ilgili kurumunda
sonuçlandırılması gereken bir karardır… Bir uzman doktorun ücretsiz izninin
uzatılmasına dair karar. Bunu benim başbakan olarak imzalamam gerekiyor.
Buyrun... İki köy arasında sınırın yeniden belirlenmesine dair karar. Bunu da
benim imzalamam gerekiyor... Ataşe yardımcısı atanmasına dair karar. Yine
başbakanın imzalaması gerekiyor... Bakanlıkların il müdürlerinin atanmasına
dair onlarca karar. İl müdürlerinin atanmasını da başbakanın imzalaması
gerekiyor. İşte bürokrasi, işte zaman kaybı. Bu tür belgelerin başbakan veya
cumhurbaşkanı tarafından imzalanmasının sakıncaları da var. Sorumluluk ortadan
kalkıyor. Benim bu belgeleri inceleme olanağım yok. İki günde bir yüzlerce imza
atıyorum. Oysa ilgili kurumunda, yeterli düzeydeki sorumlular tarafından
imzalanması gereken belgeler bunlar. Şimdi bir karar aldık, inceleme
yaptırıyoruz. Başbakan tarafından imzalanması gereken belgeleri ciddi bir
ayıklamadan geçireceğiz ve makul bir düzeye indireceğiz. Ayrıca, bürokrasiyi en
aza indirmek, yetki-sorumluluk dengesini kurmak için idari reform yapmamız
şart. Bu imza ayıklaması da idari reformun önemli bir adımını oluşturacak”. [89]
1999 yılında geçirdiğimiz büyük
deprem ve deprem sonrasında yürütmenin ortaya çıkan durumu da merkezi hükümetin
örgütlenmesi ve yönetimi konusunda önemli gereksinimler bulunduğunun ipuçlarını
vermiştir. Sinop Milletvekili Yaşar Topçu deprem sonrası görülen bazı olaylar
nedeniyle bazı bakanların davranışlarını eleştirmekte, “gelen yardımları istemiyoruz” diyen bir bakanın bulunduğu
hükümetin olamayacağını belirtmekte ve şu yargıya varmaktadır: “Böyle hükümet olmaz”. Ulaştırma ve
Bayındırlık bakanlarını eleştiren Topçu, deprem sonrasında ulaşımın ve
iletişimin kesilmesinin mazeret olamayacağını söylemekte, cep telefonları
sisteminin kullanılamaz hale gelmesinin hesabının sorulması gerektiğini
belirmekte ve “Bunlardan niye hesap
sorulmuyor. Çünkü medya onların elinde. Telekom 3-5 saat içinde uydu kanalıyla
haberleşmeyi sağlayabilirdi. Bayındırlık Bakanlığı’nda yapılanlar ise ortada.
Kendi kadromuz diye iş bilmeyenleri getirirlerse böyle olur. Bayındırlık Bakanı,
müsteşarı görevden alıp, hiç bilmeyenleri getirirse sonuç bu olur”. [90]
Merkezi hükümet
örgütlenmesinin, zaman zaman ülke bütünlüğünü ve devlet rejimini tehlikeye
düşürecek şekilde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Başbakanlık Müsteşarlığı
görevinde bulunan Yaşar Yazıcıoğlu’nun görevden ayrılırken yaptığı, göreve
başlarken devraldığı ortamla ilgili şu açıklamalar ülkemizde merkezi hükümet ve
özellikle Başbakanlık örgütlenmesi açısından üzerinde özenle, önemle ve
dikkatle durulması gereken sorunlardır: “…Başbakanlık’ta
paralel devlet oluşturmaya kalkışmışlar. Devletteki bakanlık ve bazı
kuruluşlara paralel olarak Başbakanlık’ta ‘dışişleri’, ‘içişleri’,
‘tarım-orman’, ‘AB ile ilişkiler’, ‘ekonomi’ gibi adlar altında 23 adet kurul
oluşturulmuş. Bakanlıkların yanısıra bazı devlet kurumlarına paralel
‘İstihbarat İşleri Kurulu’ gibi kurullar kurulmuş. Bu kurulların muhatapları,
bunlardan gelen yazıları kabul etmemiş ve iade etmiş. Bu konuda en çok direnen
Dışişleri Bakanlığı olmuş. Genelkurmay’dan, Dışişleri’nden gelen yazılara yasal
dayanağı olmayan bu kurullar cevap veriyor. Altına da ‘Başbakanlık Müşaviri şu,
bu’ diye imzalar atılıyor. Mesela ‘ekonomik kurul’, Hazine ve Maliye’yi bir
kenara bırakıp yönlendirici oluyor... Bu kurullar, Başbakanlık’a alınan 250
kişinin üzerinde bir kadroyla oluşturulmuş. Bunlardan bir bölümü ‘Başbakanlık Müşaviri’
olarak resmen atanmış. Ancak bir bölümü de, Başbakanlık elemanı gibi dışardan
gidip geliyorlardı. Laik Cumhuriyeti yıkma amaçlarına yönelik çalışmada
bulunmak için kahveye girip çıkarlarmış gibi bir durum vardı. İstihbarat
işlerinde kendi uzmanları vardı.
Başbakan yetki verdiği için, bazı yerlerden bilgi alabiliyorlardı. Başbakan’dan
onay alıyorlar, dolayısıyla görevlendirilmiş oluyorlardı. Ancak bu
görevlendirmenin yasal dayanağı yoktu. Başbakan da olsa mevzuatın üzerine
çıkamaz. Dışişleri’ne kanunla verilmiş bir görev başka bir yere devredilemez.
Örneğin, İran gezisinin yazışmalarını Dışişleri’ni, devre dışı bırakarak
buradan yapmışlar, ama yasal değil. Başbakanlık’da bir de ‘Beyaz Masa’
kurulmuş. İslami devlet esaslarına inanan kitlelerin devlette kadrolaşması için
çalışılmış. Beyaz Masa çalışmaları yapıp, atamaları Başbakan’a takdim ediyordu.
Bu şekilde 3 binin üzerinde atama yapılmış.” [91]
Merkezi hükümetin örgütlenme
biçimi konusunda ortaya çıkan sorunlardan biri de üst düzey kadroların, ya eski
yöneticilerin ‘kızak yeri’ ya da
bakanın siyasal yakınlarına ‘iş sağlama
yeri’ olarak kullanılması alışkanlığıdır.
Daha önceki bölümlerde
ayrıntıları ile belirtilen merkezi hükümet örgütlenmesine ilişkin sorunların
çözümlenmesi için üzerinde çalışılması gereken önlemler şunlardır:
Başbakanlık kesinlikle eşgüdüm sağlayan bir yapıya
kavuşturulmalı ve devlet bakanlıklarının
sayısı, ana işlevleri Başbakan’ın çalışmalarına yardımcı olmak üzere, en aza indirilmelidir.
Başbakanlık’a bağlı olan ve devlet bakanlıklarının da sayıca artmasına neden
olan bağlı kuruluşlar ilgili bakanlıklara
bağlanmalıdır. Çeşitli nedenlerle
ilgili oldukları bakanlıklara bağlanamayan ya da ilgili olduğu bakanlık
bulunmayan birimlerin ise ayrı bir
bakanlık olarak örgütlendirilmesinde duraksamaya düşülmemelidir.
Kamu iş, işlev ve hizmetlerinin
merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında paylaşımında çok uzun bir süreden bu yana sürmekte olan sorunlar yerinden yönetim/yetki devri/yetki
genişliği ilkeleri çerçevesinde köktenci ve sürekli bir çözüme
kavuşturulmalıdır. Bu uygulama, bir yandan merkezdeki aşırı yığılmaları
önlerken öte yandan Türkiye’de yerel yönetimlerin 2000’li yıllarda sahip
olacakları statünün de genel çizgilerinin belirlenmesinde ana etmen olacaktır.
Bu bağlamda, devletin ana işlevleri merkezi hükümet
örgütüne bırakılmalı ve bunların dışında kalan hizmetlerin özelleştirilmesi, özel sektöre bırakılması ve il özel idarelerine ya da belediyelere veya her ikisi arasında
anlamlı bir bölüşüm yapılarak ikisine birden aktarılması sağlanmalıdır.
Aktarılan iş ve hizmetlerle
ilgili olarak merkezde yapılacak işlevler ise hizmete ilişkin genel politikaları belirleme, program ve
proje geliştirme, fon kaynakları oluşturma, hizmet standardı belirleme ve
denetleme gibi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır.
Bakanlıklar arasında var olduğu görülen eşgüdüm,
işbirliği ve yetki/görev sürtüşmesi sorunlarının giderilmesinde tek ve yetkili
kurum Başbakanlık olmalıdır.
Gerek merkezde ve gerekse
taşrada yeni bürokratik örgütler ve
birimler kurulması önemli ölçüde sınırlanmalı ve birçok hizmet alanında
personel genişlemelerinin ve bütçe artışlarının önüne geçilebilmesi bakımından,
yeni bir harcamayı ussal kılacak haklı gerekçeler oluşturulmadıkça yeni
personel alımını olanaksız kılan bir büyüme seçeneği (sıfır büyüme) ve minimum
personelle iş yapma ilkesi benimsenmeli ve yasalaştırılmalıdır.
Merkezi Hükümetin Taşra
Örgütlenmesi ve Yönetimi
Merkezi hükümetin Ankara dışında, bir başka
anlatımla, taşrada örgütlenmesi de önemli sorunlar içinde bulunmaktadır. Son
yıllarda hızla artan il ve ilçe yapma tutkusu şekilsel olarak tabandan gelen
siyasal nitelikli baskılara bir cevap verebilme isteğinden kaynaklanmakta ise
de gerçek nedenin nüfusun yatay ve dikey hareketliliğinden kaynaklanan iç göç,
kentleşme ve anakentleşme olgusu olduğu bilinmektedir.
Merkezi
hükümetin taşra yönetimi açısından yaşanmakta olan sorunlarının başında il valilerin konumu ve siyasal
partilerle ve yerel siyaset adamları ile ilişkileri gelmektedir.
Türkiye’de kamu yönetiminin
omurgasını oluşturan mülki idare sistemiyle ilgili en önemli sorun, bize göre, mülki idare sisteminin giderek işlevlerini
tamamlamakta olduğuna ilişkin bulgu ve verilerin ortaya çıkmaya
başlamasıdır. Napolyon dönemi Fransası’ndan Türkiye ile birlikte Avrupa’nın
İspanya ve İtalya gibi ülkelerine de aktarılan ve yetki genişliği ve tüzel
kişilik sahibi olma ilkelerine dayalı valilik sistemi giderek gelişen ve
güçlenen yerel yönetimler, yerel yöneticiler ve yerel seçim sistemleri karşısında
gerilemeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, yönetimde yerelleşme ve yerel
yöneticilerin ön plana çıkması mülki idarenin varlık ve geçerlilik nedenini
tehdit etmeye başlamıştır. İspanya ve İtalya’da mülki idare simgesel bir konuma
dönüşmüştür. Sistem, Fransa’da varlığını hala güçlü bir şekilde devam
ettirmektedir. Bu ülkede bölge valiliği
kurumu sisteme önemli ve yeni bir unsur olarak eklenmiştir. Bölge
Valisi’nin yanında artık bir de bölge parlamentosu işlevini gören bölge meclisi
oluşturulmuştur. Sistemin benimsenmiş
olduğu bu ülkelerdeki değişimlere karşın ülkemizde mülki idare sisteminde henüz
yapısal ve köktenci nitelikli bir değişimin yapılamamış olmasının üzerinde
durmak gerekmektedir. Bu eğilimin Ülkemizde görülen somutlaşmış olgusu ise “seçilmişler-atanmışlar” ikileminin
giderek daha çok tartışılmaya başlamış olmasıdır. Bu durum, ülkemizde de mülki
idare aleyhine ve seçilmiş yerel yöneticiler lehine yeni bir dengenin
oluşmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Kuşkusuz
bu durumda mülki idarenin kendini sorgulamamasının, ortaya çıkan gelişmeler
karşısında kendisini yenileyememesinin ve olayların gerisinde kalmasının da
önemli payı vardır.
Bu nedenle mülki idare
sisteminin hatta daha doğru bir anlatımla ülkenin taşra örgütlenmesi sisteminin
yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Özellikle, bölge müdürlüklerinin sayıca çok fazla artması, bu kurumların
merkezi yönetimin taşra örgütü olmalarına karşın yerel mülki amirin yönetim
disiplininin dışında kalması bu konuda önemli bir baskı unsuru olarak ortaya
çıkmıştır.
İl sistemi gerilemektedir. Bölge müdürlüklerine ek
olarak, şimdi bazı il müdürlükleri de sistem dışına çıkma eğilimleri
göstermektedir. En azından bazı yeni yetkiler bu yolda düzenlenmektedir. 560
sayılı KHK ile düzenlenen gıda denetimi sistemi bu yolda ilginç örnekler
içermektedir. Bu düzenlemede, suçlulara karşı para cezası vermeye yetkili makam
olarak il valisi, ya da mülki idare amiri değil Tarım ve Sağlık bakanlıklarının
il müdürleri olarak belirlenmektedir. Sağlık hizmetlerinin ilçe düzeyinde
yönetimi ile ilçe kaymakamı arasındaki ilşkilerde önemli sorunlar vardır. İlçe
düzeyinde kırsal güvenliği sağlayan Jandarma yönetimi ile ilçe kaymakamı
arasındaki ilişkiler 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun öngördüğü sisteme aykırı
bir konuma dönüşmüştür. Olağanüstü Hal Bölgesi’nde mülki idare amirleriyle
asker arasında ciddi statü ve ilişki sorunları gözlemlenmiştir.
Merkezi hükümet kuruluşunun,
merkezdeki -yani, Ankara’daki- örgütlenmesindeki sorunlara ek olarak, taşra
örgütlenmesinde de önemli sorun alanları vardır. Bu sorunların giderilmesi için
alınması uygun olabilecek bazı önlemlere aşağıda değinilmiştir.
İl ve ilçe oluşturmada yaşanmakta olan ilkesizliklere bir son verilmelidir. Her
yeni kurulan il ve ilçe, taşra örgütü bulunan pek çok merkezi hükümet kurumunun
bu bölgelerde yeni birimler kurmalarına yol açmakta ve bu nedenle de çok önemli
gider kaynaklarının oluşmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Oysa, kentleşme ve nüfusun yer değiştirmesi
nedeniyle bazı yörelerde gerçek bir zorunluluk durumuna gelen bu oluşumlar pek
çok yörede hem yalnızca yerel istihdam kaynağı yaratmak amaçlı ve hem de yapay
ve politik gereksinimlere dayalı olmak durumundadır. Bu durum devlet
gelirlerinin israf edilmesinde önemli bir etmen durumuna gelmiştir.
İl ve ilçe kurmak girişimleri sonuç itibarıyla
daha dar coğrafi mekanların mülki idare birimi olarak düzenlenmesi ile
sonuçlanmaktadır. Oysa, günümüzde gerek ulaşım altyapılarının ulaştığı
mükemmellik düzeyi ve gerekse iletişim ve haberleşme teknolojisinde elde edilen
baş döndürücü gelişmeler, dar ve küçük mekanların değil; fakat, daha
büyük coğrafi alanların yönetiminde etkililiğin, verimliliğin ve ekonomikliğin
aranmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle, il ve ilçe yapmada kullanılan ölçütler hem bilimsel ve hem de geçerli
değildir. İl ve ilçe kurmada
nesnelliği ve ekonomikliği sağlayacak ölçütler geliştirilmeli ve yeni il ve
ilçe talepleri bu ölçütlerin ışığı altında değerlendirilmelidir.
İl yönetimi sistemi yeniden
gözden geçirilmeli ve güçlü il valiliği
sistemine geçilmelidir. Bu çerçevede, Olağanüstü Hal Kanunu ile bölge valilerine verilen yetkiler tüm il
valilerine aktarılmalıdır. Ancak, hemen belirtmek gerekirki, güçlü il
valiliği sistemi yalnızca ve öncelikli olarak olağanüstü hal uygulaması ile
ilgili değildir. Aksine, bu sistemin uygulanma aşamasına konulması ile valinin protokoler görünümden kurtulup ilin
toplumsal ve ekonomik gelişme dinamiklerini harekete geçirebilen, vergi toplama
yetkinliğinin geliştirilmesi yanında ilin yatırım gereksinmelerini giderecek
finansal kaynaklar bulabilen, sisteme dahil kurumlar üzerinde daha etkili ve
anlamlı bir denetim yapabilen, sistem dışına çıkma eğilimleri gösteren bölge
kuruluşları ile il müdürlüklerinin sistemle uyumlaştırılmasını sağlayan
yeni bir statü kazanması ve görünüm alması amaçlanmaktadır. Yapılacak
düzenlemelerle il valisinin olağanüstü
haller sırasında uygulamaya koyacağı ek yetkiler yeniden düzenlenmeli, il
valisinin bölge kuruluşları üzerindeki gözetim yetkisi anlamlı bir planlama,
eşgüdüm ve işbirliği ortamı yaratılmasına elverecek şekilde artırılmalı ve
valinin ulusal kalkınma planları ile bütünleştirilmiş şekilde “İl
Gelişme, Yerleşme ve Yapılaşma Planı”, kısacası “İl Ana (master) Planı” hazırlaması ve uygulaması sağlanmalıdır.
Merkezi hükümetin
taşra örgütünün ve bu arada yerel yönetimlerin harcamaları üzerindeki denetim
etkililiğinin artırılması için Sayıştay’a bağlı bölge Sayıştay birimlerinin
oluşturulması yararlı olacaktır. Bu yoldaki bir deneme öncelikle İstanbul
İli’nde yapılmalıdır.
Mülki İdare Amirliği Kariyeri
Mülki idare sistemiyle ilgili bir başka sorun
alanı da mülki idare amirlerinde giderek daha çok ortaya çıkmaya başlayan
nitelik erozyonu ve mülki idarenin günlük işleyişinde görülen aksamalara
ilişkindir. Örneğin, Batman’da yaşanan bir olay bu açıdan son derecede önemli
ve çarpıcıdır. Konu üzerinde tek yetkili karar verici kurum olan İçişleri
Bakanlığı’nın ve kendisinin bir anlamda üstü ve amiri olan Olağanüstü Hal Bölge
Valisi’nin konuyla ilgili olarak açıklıkla ortaya konulan olumsuz görüşlerine
karşın ve yönetimin en önemli ilkesi olan ‘hiyerarşi’ ve ‘yönetimin bütünlüğü’
ilkelerine aykırı olarak, Vali’nin Başbakan ile doğrudan ilişki kurması ve
Başbakan tarafından kullanılan örtülü ödenekten para sağlayarak Batman İli’nde
özel bir güvenlik örgütü oluşturmaya çalışması, bu amaçla silahlı birlikler
kurması ve bu birliğe yurt dışından silah ve mühimmat ithal etmesi üzerinde
özellikle durulması ve kendisinden dersler alınması gereken bir güncel olgu ve
önemli bir yönetsel örnek olay olarak ortaya çıkmıştır.
Kuşkusuz, İl İdaresi Kanunu il
valisine ilin yönetimi için her türlü önlemi alma yetkisini vermektedir.
Nitekim, Vali, gazetelere yaptığı açıklamada bu konuda şu gerekçeyi ileri
sürmektedir: “Köy korucularını daha etkin
kullanmak gerektiğini düşündüm. Koruculardan eğitim görmüş taburlar kurup PKK
ile kırsaldaki mücadeleyi etkin hale getirmek istedim. Taburun eğitilmesinde ve
yerleştirilmesinde jandarma yardım etti. Ben 1997’de görevden ayrıldım. Sonra
yürütememişler. Dağıtmışlar. Refahyol kurulunca bize gönderilen kaynağı Erbakan
kesti. Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu’ndan para geliyordu çoğunlukla. Bu
kaynağı kesti. Para gelmeyince biz sıkıntı yaşamaya başladık. Ben durumu Sayın
Çiller’e ilettim. Ama o zaman Başbakan Yardımcısıydı. Dolayısıyla hükümetin yapısının
değiştiğini ifade etti ve desteğini sürdüremedi.” [92]
Ancak, terörle mücadele
konusunda, İçişleri Bakanlığı merkez karargahının belirli bir girişimi
olmaksızın ve ülkenin kurulu güvenlik sistemleriyle herhangi bir ilintisi ve
bağlantısı olmaksızın yeni ve kendine özgü koşullar taşıyan güvenlik sistemi
kurulmaya çalışılması gerek bireysel mantık, gerekse mülki idare sisteminin
mantığı ve yönetim pratiği ile taban tabana ters bir uygulamadır. Kaldıki,
böyle bir uygulama hukuk devleti mantığı ile de bağdaşmaz. Ülkenin terörle
mücadelesinin nasıl yapılacağının ve güvenlik sistemlerinin nasıl
oluşturulacağının ilke ve kuralları yasalarda yazılıdır. Buna karşın, herhangi
bir yasal temele dayanmaksızın böyle bir uygulamaya girişmek, ‘hukuk devleti’
ve ‘yasanın üstünlüğü’ ilkelerine aykırıdır. Ayrıca, bu birliklerin yasal yetki
ve sorumlulukları belli değildir. Yapılacak kusurlu bir işlemde kimin sorumlu
olacağı da bilinmemektedir.
Bu örnek olay, mülki idare
amirlerinin sahip olması gereken nitelikleri çok ciddi bir konu olarak gündeme
getirmektedir. Bu olayın uygulamada ortaya çıkan olumsuzlukları ise ayrı bir
konudur. Oluşturulan taburun sonradan dağıtılması, silahların büyük bir
bölümünün Jandarma’ya devredilmesine reğmen ciddi bir bölümünün kaybolduğunun
iddia edilmesi ve satın alınan ancak bedeli ödenmeyen mermiler bu durumun tipik
örnekleridir. Gazete haberlerine göre, mülkiye müfettişlerinin araştırması
sonucunda ortaya çıkarılan gerçekler de bu durumu saptamaktadır: “Tabur kanunsuz, silahlar kaçak ve paralar
kayıp”. Sorunun daha önemli yönü ise, dönemin İçişleri Bakanı’nın, Bölge
Valisi’nin ve Jandarma Genel Komutanlığı temsilcilerinin yasa dışı birliklerin
yemin törenine katılmış olmasıdır.
Aynı dönemde, bir başka valinin
“Ben, Çiller fanatiğiyim!” şeklinde
açıklamada bulunması ‘vali-politikacı’ ilişkilerinin ne düzeye geldiğini açıkça
ortaya koymaktadır.
Öte yandan, mülki idare
amirlerinin adlarının karıştığı yolsuzluk
olaylarında giderek artan bir eğilim gözlemlenmeye başlanmıştır.
Özetle belirtilmelidir ki,
özellikle vali atamalarında, liyakati,
ehliyeti ve nesnelliği ön plana çıkaran yeni düzenlemelere gereksinim
vardır. Bu bağlamda, vali olabilmenin ölçütleri belirlenmeli ve vali
adaylarının belirlenmesi süreci yeni kurumsal düzenlemelere konu olmalıdır.
Bölgeleşme, Hızlı
Kentleşme, Kentsel Büyüme ve Sonuçları
Doğurganlık
hızının yüksekliği, hızla artan nüfusun tarımda modernleşme sonucunda tarımsal
işletmelerde işgücü fazlalığı olarak ortaya çıkması ve emeğin marjinal
değerinin kırsal kesime oranla kentlerde daha yüksek olması nedenleriyle
Türkiye, çok hızlı bir yapısal değişime uğramaktadır. Bu değişim sonucunda,
bazı köyler boşalmakta, bazı köyler büyüyerek kasabalaşmakta, bazı kasabalar
küçülmekte ve kentlerde, anakentlerde ve megalopolde ise nüfus hızla
artmaktadır. Bu süreç, altyapısı tamamlanmış köylerdeki bu tür altyapı
tesislerinin kullanılamamasıyla sonuçlanırken, nüfusun akın ettiği kentlerde ‘mega’ ölçekte hizmet beklentilerinin ve
altyapı taleplerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
Nüfusun hızlı artışı ve kırdan ilçelere, il
merkezlerine, büyük kentlerin önce varoşlarına ve daha sonra iç kesimlerine ve
daha sonra metropollere ve megalopole doğru uzanan kentlileşme olgusu, beraberinde yerleşim yerlerinin hem sönmesi ve
hem de büyümesi olgularını da getirmektedir. Bu bağlamda, köyler sönmekte, bazı
ilçeler küçülmekte, bazı ilçeler çok büyümekte, bazı iller nüfus kaybetmekte,
bazı iller esaslı ölçüde göç almakta ve hatta yeni ilçeler, yeni iller, yeni
büyük kentler, yeni metropol alanlar ve yeni “bölge” ya da “bölgeler” ortaya
çıkmaktadır.
Buna
koşut olarak gelişen bir başka sorun da, esaslı ve yeni bir ekonomik “üs”
yaratılması anlamına gelen bu alanların/bölgelerin yönetilmesi ve yönetim
biçimlerinin kurumsallaştırılması sorunudur.
Örneğin,
GAP Bölgesi’ndeki ekonomik, toplumsal ve demografik değişim ülkenin bu
bölümünde yeni bir ekonomik oluşumun, varlığın ve kimliğin ortaya çıktığını
göstermektedir. Prof. Dr. Sencer Ayata, “orta-güney” adını verdiği bu yeni
bölgenin oluşumu ve özellikleri konusunda şunları söylemektedir: “Orta-Güney bölgesi batıda Antalya, kuzeyde
Toroslar’ın ötesi ve doğuda hiç değilse şimdilik bir çok Güneydoğu Anadolu
ilini dışarda bırakıyor. Yani başta Adana, Mersin, Urfa ve Antep olmak üzere
Kilis, Adıyaman, Maraş, İskenderun ve Antakya’yı içine alan oldukça geniş bir
bölge. Diyarbakır’ın hangi tarafta yer alacağı henüz belli değil ama yeni
bölgeye dahil olabilir. Yeni bölgenin başlıca kentleri açısından duruma
baktığımızda hemen gözümüze çarpan bir kaç önemli konu var: Göç bu kentlerde
vasıfsız işgücü arzını alabildiğine şişiriyor. Ortaya çıkan ucuz işgücü
rezervi, ulusal ve uluslararası pazarlarda maliyet bakımından üstünlük sağlamak
isteyen sanayiler için önemli bir avantaj haline geliyor… Ama göç sorunlar da getiriyor:
Hızlı kentleşme sonucu konut, eğitim, sağlık, kentsel altyapı gibi alanlarda
önemli yetersizlikler ortaya çıkıyor ve bunlar ciddi sorunların kaynağını
oluşturuyor. Adana ve Mersin gibi şehirlerde oluşan gettolar kaygı verici…
Yoksulluk ve mağdurluk, göçen nüfus tarafından etnik nedenlere dayalı dışlanma
ve ayrımcılık olarak algılanabiliyor. Göçmen nüfus ile yerli ve görece varlıklı
nüfus arasında oluşan gerilim siyasi uyuşmazlıkların ve toplumsal gerilimlerin
kaynağı haline gelebiliyor… Toplumsal barışa yönelik tehditler ekonomik yatırım ve gelişimi olumsuz
etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Ulaşımda ortaya çıkan bölgesel
bütünleşme çok çarpıcı. Bölgenin bir ucundaki Urfa ile diğer ucundaki Mersin
birbirine otoyol ile bağlanmış. Bölgenin en uzak iki noktası arasındaki mesafe
bir kaç saate iniyor… Mersin bölgenin denizaşırı ülkelere açılan başlıca
limanı. Bu nedenle Mersinliler GAP’taki gelişmeleri Urfalılar kadar yakından ve
heyecanla izliyor. Adana, Mersin, Antep
ve Urfa yerel ticaret merkezleri olmaktan çıkıp sanayi kentlerine, hatta
metropolitan merkezlere dönüşme eğiliminde. Öte yandan daha önce Adana’da
görüldüğü gibi Urfa ve benzeri merkezlerde toprak ağalığı, aşiret reisliği ve
diğer feodal güçler yerlerini hızla yeni toplumsal güçlere, modern orta
sınıflara bırakıyor. Ortadoğu barış
sürecinin geleceği bölgeyi yakından ilgilendiriyor... Kara ve deniz yolu
taşımacılığının gelişmesi halinde ‘Orta-Güney’, tüm Ortadoğu’nun en canlı
ekonomik havzalarından biri durumuna gelebilir. Yaratılan sermayeyi ve
nitelikli işgücünü yani girişimcileri ve yöneticileri bölgede tutabilme sorunu
var. Aksi halde sermaye ve yetişmiş eleman, İstanbul gibi merkezlere kaçacak;
bundan da yöre büyük zarar görecek. O nedenle sağlık, eğitim, fizik altyapı ve
alışveriş olanakları kadar eğlence yerlerinin, sinema ve konser salonlarının,
spor tesislerinin, sanat galerilerinin geliştirilmesi gerekiyor. Ayrıca
gelişmeyi kent bazında olduğu kadar bölge bazında da düşünmek lazım. Bölgede
yer alan kentlerin önde gelen kişileri ve kurumları bu gelişmeleri bir bölge
bütünleşmesi perspektifi içinde görmeli.” [93]
Yukarıda
özetlenen bölgesel oluşum ve gelişme senaryosu dikkatle incelediğinde, bu tür gelişmelerin çok ciddi kamu yönetimi
gereksinmeleri içerdiği görülmektedir. Bölgenin planlanması ve
yönetiminden, güvenlik, eğitim ve sağlık yönetimine ve bölgesel ve kentsel
fiziksel ve doğrusal altyapıların yapılması ve işletilmesinden kültürel
altyapının oluşturulması ve yönetilmesine kadar değişen pek çok alanda yeni
kamu hizmeti gereksinimleri yaratmakta ve bu
hizmetlerin yönetilmesi ve yönetimlerinin kurumsallaştırılmasını zorunlu
kılmaktadır.
İstanbul’un Yönetimi Sorunu
Bu
yoldaki gereksinimler için bir başka örnek de ülkenin tek megalopolü olan
İstanbul’dur. “İstanbul’un Yönetimine İlişkin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm
Önerileri” başlıklı araştırmamdam aktardığım şu bölüm sorunu yeterince ortaya
koymaktadır: “Bir yandan yaşanmakta olan doğal değişim süreci ve öte yandan yukarı da belirtilen yönetimsel
gerilikler İstanbul’da bir çok alanda
çözüm bekleyen sorunlar demetinin ortaya
çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Belirtilen bu sosyo-ekonomik sorunların
belli başlıları aşağıda sıralanmıştır.
Temel sorunların başında kontrol edilemeyen ekonomik büyüme gelmektedir.
Türkiye endüstrisinin odak noktası durumuna gelen İstanbul ekonomisi aşırı
büyümenin sancılarını çekmektedir. Yanlış teşvik uygulamaları ve ülke düzeyinde
endüstrinin dengesiz dağılımı olguları
ile desteklenen bu çarpık
yapı hala yüzbinlerce kişi için İstanbul’u bir umut ve ekmek kapısı olarak görmekle sonuçlanmaktadır. Ekonomik
potansiyelin yarattığı çekiciliğin yol açtığı
iç göç süreci ise her yıl yüzbinlerce insanın bu
kentte yerleşmesi ile sonuçlanmaktadır. Yığınlar her türlü sorunları ve beklentileri ile kente gelmektedir.
Yığınların gereksinimleri kısa bir süre sonra yığınların hizmet beklentisi
şekline dönüşmektedir. Yaklaşık 40 yıl süren bu süreç içinde kent 300 km2’den
yaklaşık 2.000 km2 büyüklüğünde bir alana yayılmakta ve nüfus 1 milyondan 8
milyona çıkmaktadır. Kentin üzerinde yer aldığı mekan ve içinde barındırdığı
nüfusta görülen bu geometrik artışa karşın büyümenin beraberinde getireceği
sorunlara cevap vermek durumunda olan merkezi ve yerel yönetimlerde görülen
kurumsal nitelikli gerilikler ve yetersizlikler hizmet arzı ile talebi
arasındaki açığın daha da büyümesi ile sonuçlanmaktadır. İstanbul’un güncelliği
olan bir nazım imar planına henüz sahip
olması kurumsal yetersizliklerin önemli bir göstergesi olarak kabul
edilmelidir. İnsanların temel
gereksinimi olan barınma gereksiniminin giderilmesi için yönetimlerce yeterli
çözümler üretilemeyince resmi olmayan güçler devreye girmekte ve çözüm
üretmeye başlamaktadırlar. Hızlı kentsel büyümenin sonucu olarak temel
altyapılarda önemli yetersizlikler ortaya çıkmaktadır. İçme suyu hala yeterli değildir. İklim ve yağış koşullarına aşırı derecede bağımlıdır. Yaklaşık 15.000 kilometre olan kanalizasyon
gereksiniminin 7.500 kilometresi yapılabilmiştir. Bunun da yüzde 80’i
standardın altındadır. Dere ıslahı çok önemli bir sorun olarak ortada
durmaktadır. Altyapı sorunlarına paralel şekilde ulaşım, trafik ve parkyeri
gibi konularda da çok önemli sıkıntılar yaşanmaktadır. Kentin ulaşım altyapısı
batılı standartlarla karşılaştırıldığında çok yetersiz kaldığı gibi kente özgü
bir ulaşım master planı da bulunmamaktadır.
Deniz kirliliği, içme suları üzerindeki potansiyel kirlilik tehditleri,
hava kirliliği ve gürültü acil çözüm bekleyen çevre sorunlarının tipik
örnekleri durumuna gelmiştir. Sağlık hizmetleri de çarpık yapılaşmadan nasibini
almıştır. Mevcut tedavi kurumları arasında eşgüdüm sağlanamamaktadır. Sağlık
hizmetleri için ayrılan mali kaynaklar yetersizdir. Sağlık kuruluşları nitelik
venicelik açısından yetersizdir. Bu kuruluşlar üzerindeki denetim de oldukça
etkisizdir. Eğitim hizmetleri de benzer bir durum içerisindedir. Hızlı nüfus
artışı nedeniyle önemli oranda derslik ihtiyacı vardır. Derslik başına ortalama
100 öğrenci düş erken bu oran ortaokullar da 172, klasik liselerde 70 ve meslek
okullarında 99’dur. Gençlik sorunları
ile ilgili hizmetler ise henüz tam olarak algılanamamış ve kurumsal bir
çözüme kavuşturulamamıştır. Gençler boş zamanılarının daha iyi değerlendirilmesini
istemektedir. Nitelikli okullara girebilmek için büyük bir yarış vardır. Kötü
alışkanlıklar kapı da büyük bir tehlike olarak beklemektedir. Daha da önemlisi
iş bulabilme endişesi gençler arasında bir kabusa dönüşmektedir. Tüm bu çarpıklıklara paralel olarak kentin
güvenlik ve asayişinde de önemli sorun alanları vardır. Güvenlikten sorumlu
birimlerin örgütlenme modelleri eskidir. Jandarma ile mülki idare amirleri
arasında ilişki kopuklukları görülmektedir. Uzmanlaşmaya gerekli önem verilmemiştir. İstihbaratın niteliğinde ve niceliğinde
sorunlar vardır. Gecekondulaşma ve çevre
suçlarının takibi ve önlenmesi için
merkezi idarenin kolluk güçlerinden
özel olarak yararlanmak
yaşamsal önem taşıyan bir unsur olarak
görülmektedir.” [94]
Köy-Kent ve Merkez Köy Kavramları
Ecevit hükümeti, köy-kent ve merkez köy
kavramlarını yeniden gündeme getirmek için girişimde bulunmuştur. Kuşkusuz
böyle bir girişimin ortaya konması, ilk bakışta, ülkenin kırsal yönetim
düzeninin yeniden oluşturulması bakımından bazı önemli adımların atılmakta
olduğu izlenimini vermektedir. Ancak, köykent ve merkez köylerin ülkenin genel
yönetsel yapısı içindeki konum ve statüsünün yasalarda gerekli değişiklikler
yapılarak belirlenmemiş olması nedeniyle, bu çalışmanın yönetsel açıdan nasıl
bir anlam taşıyacağı anlaşılamamaktadır.
Bu çok önemli bir eksiklik ve yanlışlıktır.
1978
yılında da denenen bu tür yeni kırsal
yönetim modeli çalışmaları o zaman da başarısızlığa uğramıştır ve bundan sonra
da başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. Herşeyden önce bu tür yönelimlerin
amacı, anlamı, somut hedefleri ve finansman kaynakları belli değildir.
İkincisi, ülkenin genel yönetim yapısıyla ve sistemiyle ilişkilendirilmemiştir.
Üçüncüsü ve daha da önemlisi, bu tür yaklaşımlar genel ekonomi ve bölge
ekonomisi bilimlerinin bugüne kadar geliştirdiği kuram ve uygulamalara
aykırıdır. Dördüncüsü, genel ekonomi bilimine aykırıdır; zira, bireylerin
yaşama yerlerini belirleyen temel etmen emeğin marjinal değeridir. Emeğin
marjnal değeri nerede ve hangi piyasada daha fazla ise emek oraya doğru bir
akış içinde olacaktır. Bu, esasen, Türkiye’de kentleşme olgusu adı altında yıllardır yaşanmakta olan bir
olgudur.
Öte
yandan, bölge ekonomisi bilimi iki temel kuram geliştirmiştir. Bunlar ‘ekonomik üs’ (economic base) ve ‘yerleşim
yerlerinin hiyerarşisi’ (hierarchy of
settlements) kuramlarıdır. Bu iki kuram da, yerleşimlerin kuruluş
yerlerinin seçimini ve büyüklüklerini, yerleşim yerleri arasındaki ekonomik
girdi ve çıktı hareketlerinin yön ve büyüklüğünün şekillendirdiğini
belirtmektedir. Bu ekonomik gerçeklere karşın yapay girişimlerle insanları
belirli yerleşim yerlerinde tutabilmek olanağı hemen hiç yoktur. Bu nedenlerle,
köykent ve merkez köy girişimleri konusunda daha dikkatli davranmak
gerekmektedir.
İl ve
İlçeler
Bir
kere, il ve ilçe enflasyonu kıt
ekonomik kaynakların önemli ölçüde israfı ile sonuçlanmaktadır. İl ve ilçe
merkezlerinin genellikle bilimsel ölçütlerden uzak bir şekilde ve siyasal
amaçlı öznel değer yargıları ile belirlenmesi hem birbirine çok yakın
aralıklarla yeni yönetsel merkezler oluşturmakta ve hem de bu yönetsel
merkezler arasındaki rekabeti ussal olmayan boyutlara taşımaktadır.
Bu
olgunun ve bu konudaki uygulama biçiminin yanlışlığı
açıklıkla görülmelidir. Herşeyden önce ülkemizde gerek ulaşımda ve gerekse
iletişimde hızla artan kapasite ve teknolojik ilerleme mekana ilişkin uzaklık
kavramını değiştirmekte ve kısaltmakta ve zaman kavramını da göreli bir duruma
getirmektedir. Ulaşım ve iletişim sistemlerindeki ilerlemeler daha geniş
coğrafi alanları yönetilebilir kılarken uygulamada tam tersi yapılmakta ve
yönetilmekte olan alanlar daha da küçültülmektedir.
Uygulamadaki
ikinci kuramsal yanlışlık ise kent ve bölge planlaması disiplininin iki önemli
kavramı olan ve biraz önce köykent kavramı nedeniyle değinilen “ekonomik baz”
ve “yerleşim yerleri hiyerarşisi” gibi kavramların il ve ilçe saptamada karar alma süreçlerinin içine girememiş olmasıdır.
Bu
kuramlar, yerleşim yerlerinin siyasal ve yönetsel kararlarla kurulmasının ve
oluşturulmasının olanaklı olmadığını ancak söz konusu yerleşim yerinin önerdiği
ekonomik, toplumsal ve öteki hizmet olanaklarının çevresindeki yerleşme
yerlerinde yaşayanlara karşı taşıdığı anlam ve önem derecesinde statülerinin
belirlenebileceğini söylemektedir.
Türkiye’de,
il ve ilçe kurmakla asıl elde olunmak istenen sonuç, sahip olduğu ekonomik baz
nedeniyle üst konuma erişmiş olan bu yerleşim yerlerine yönetsel bir rahatlama
getirmek değil, fakat yapılacak devlet harcamaları nedeniyle yöre halkına ek
istihdam ve gelir olanakları yaratabilmektir.
Öte
yandan, sayıları hızla artan bu birimler arasında ve bu birimlerle merkezi
hükümet arasındaki dikey iletişim, işbirliği ve eşgüdüm yetersizlikleri ve il
kuruluşları ile bölge müdürlükleri arasındaki ilişkilerin kopukluğu “büyük ilçe”, “güçlü il valiliği” ve “koordinatör bölge valiliği” gibi
kavramların tartışma ortamına girmesi ile sonuçlanmaktadır.
Aynı
şekilde, özellikle ilçe düzeyinde yaşanmakta olan ve mülki idare amirlerinin güvenlik ile ilgili yasal sorumluluk ve
işlevlerini yerine getirmelerinde önemli bir engel olan yasal düzenlemelerde de
gerekli değişikliklerin yapılması gerekmektedir.
Aşırı Merkezcilik ve
Merkezde Oluşan Yoğunluğun Azaltılması
Ülkemizde asırlardan bu yana sürmekte olan aşırı
merkezci yapı nüfusun hızlı artışı nedeniyle yerleşim yerlerinde aşırı
yığılmalara, büyümelere yol açmaktadır. Her ne kadar ekonomik kaynakların
kıtlığı gerçeği merkezi hükümetin bu kaynakların dağıtım biçimi üzerindeki
denetimini bir ölçüde zorunlu kılıyorsa da, bu denetim isteği ve yaklaşımının
merkezi bürokrasi üzerinde neden olduğu aşırı işyükü ve bürokrasinin çözüm
üretmede yavaş işleyen bir yapıya sahip olması hizmet beklentisi içinde olan
halk kitleleri üzerinde yılgınlığa ve bezginliğe yol açmaktadır.
Türkiye’de, devletin işlerliğinin azalmasına yol açan
temel neden, bugüne kadar uygulanan aşırı merkezci yönetim anlayışı ve
yaklaşımıdır.
Siyasal iktidarlar
egemenliklerini sürdürebilmek için ülkenin
tüm kaynaklarını ellerinde ve denetimlerinde tutmak istemişlerdir. Her şeyden önce, yetkiler merkezde aşırı
ölçüde yoğunlaşmıştır.
Ayrıca, yetki aktarımı ve devri süreçlerine işlerlik kazandırılamamıştır.
Bu çerçevede, aşırı yoğunluk nedeniyle merkezi hükümetin kendisine düşen asıl
görevler olan ‘planlama, kaynak yaratma,
hizmet standardı geliştirme ve denetleme’ işlevleri yeterince yerine
getirilememektedir.
Bu konu ülke sorunlarının
çözümünden sorumlu politikacıların da sıklıkla üzerinde durdukları konulardan
biri olmuştur. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, merkezde oluşan yoğunluğun
azaltılması için “Mahalli İdareler Reform Yasası Tasarısı” hazırladıklarını açıklarken
hükümetinin en önemli önceliklerinden birinin bu tasarının yasalaşması olduğunu
belirtmiştir. Yılmaz “Bu kanunla, il
genel meclislerinin yerel parlamentolar gibi çalışmasını sağlayacağız” [95]
demiştir.
Öneriler
Merkezde aşırı yoğunlaşma
sorununun ortadan kaldırılması ve soruna yol açan etmenlerin giderilmesi için
alınması gereken politika önlemleri şunlar olmalıdır:
Devlet görevleri ve kamu hizmetleri öncelikle merkezi hükümet ile yerel
yönetim kuruluşları arasında yeniden ikiye bölünmelidir. Bu
bölünme aynı zamanda aşırı merkezci yaklaşımın sınırlarının da temel
belirleyicisi olacaktır.
Bu kitabın yerel yönetimler ile
ilgili bölümünde belirtilecek gerekliliklerin ve zorunlulukların gerçekleşmesi
koşuluyla, bazı kamu hizmetleri yerel
yönetim kuruluşlarına devredilmelidir.
Yerel yönetim kuruluşlarına
devredilen görevler belediyelerle özel
idareler arasında bir başka paylaşıma tabi tutulmalıdır.
Bu paylaştırmalarda genel amaç merkezi hükümetin iç ve dış güvenlik,
ulusal savunma, dış politika, vergi toplama ve akçal yönetim gibi ana devlet
işlevleriyle ve yerel yönetim kuruluşlarına devredilen hizmetlerle ilgili
olarak politika belirleme, hizmet
standardı koyma, parasal kaynak geliştirme ve denetleme gibi işlevlerden
sorumlu kılınmasını sağlamak olmalıdır.
Devletin yeniden yapılanmasında temel ilke, Avrupa Birliği normları
çerçevesinde hizmette yerellik ya da
“subsidiarity” olarak tanımlanan
görüşler çerçevesinde yerel yönetimlere bugünkünden çok daha fazla rol, yetki
ve sorumluluk vermek olmalıdır.
Ancak, buna karşın, hala, bazı
görevlerin merkezi hükümet tarafından yerine getirilmesi yönetim ve ekonomi
açısından gerekli olabilir.
Valilik ve kaymakamlıklar bu tür hizmetlerin yetki aktarımı yoluyla (deconcentration-devolution)
yoğunluklarının azaltılmasında ana kurumlar olarak görülmelidir. Merkezde
yoğunlaşan pek çok yetki aşamalı olarak
bu birimlere aktarılmalıdır. Aktarılacak işlevler arasında bütçe hazırlama ve önerme, karar alma,
harcama yapma, personel yönetimi ve muhasebe ile ilgili işlevler de
bulunmalıdır.
BÖLÜM 6
YERİNDEN YÖNETİM
VE
SORUNLARI
Yersel Yerinden Yönetim Sorunları: Yerel Yönetimler – İl Özel İdareleri,
Büyük Şehir Belediyeleri, Belediyeler, Köyler ve Mahalleler
Merkezde
yoğunlaşmış olan görev, yetki ve sorumlulukların merkez dışına aktarılması
ve/veya devredilmesi sorunu kritik bir konu olarak Türk kamu yönetiminin
tartışma gündemindeki önemini hala korumaktadır. Merkezi hükümetin yerine
getirmesi gereken asıl görevler olan planlama,
kaynak yaratma, hizmet standardı belirleme, eşgüdüm sağlama ve denetleme gibi ana işlevlerin
yapılamaması ile sonuçlanan bu soruna gerçekçi ve kalıcı bir çözüm bulunması
zorunlu bulunmaktadır.
Sorunun
çözümü ise, bu yetkilerin merkezi
yönetimden ya merkezi yönetimin taşradaki uzantılarına aktarılması ya da gerçek
yerinden yönetim kuruluşları olan yerel yönetim birimlerine devredilmesinde
yatmaktadır. Stratejik tercihi, yöntemi ve içeriği ne olursa olsun Türkiye bu
önemli soruna çözüm bulmak zorundadır.
Yürütme
organının örgütlenmesinde çok önemli bir paya sahip olan yerel yönetim
sistemimizin içinde bulunduğu koşullar devlet yönetiminin işlerliğinin
sağlanmasında en önde gelen engellerden biri olarak kabul edilmelidir.
Yerel
yönetim sistemimizin esasını oluşturan il
özel idareleri, belediyeler ve köyler köklerini çok eski tarihlerden
almakta, büyük çapta geliştirilmeye başlandıkları ve yürürlüğe konuldukları
yılların sosyo-ekonomik ve politik
gerçeklerini yansıtmakta ve günümüzün değişmiş sosyo-ekonomik ve politik koşulları
çerçevesinde geçerlilik düzeyleri ve
varlık nedenleri sürekli olarak sorgulama konusu olmaktadır.
Bu
bağlamda, il özel idareleri
etkilerini büyük ölçüde kaybetmişler ve bir yandan merkezi hükümetin bir taşra
uzantısı olmak konumuna dönüşürken, öte yandan kalkınma planlarında önerilen
ilçe düzeyinde kalkınma odağı olmak hedefine hiç bir şekilde
yaklaşamamışlardır.
Yerel
yönetim sistemimizin en önemli birimi olan belediyeler
ise hızlı kentleşmenin yol açtığı kentsel büyüme olgusunu yeterince
yönetememiş, yönlendirememiş ve denetleyememiştir. Bir anlamda kentleşmenin
getirdiği sorunların önemi ve büyüklüğü karşısında ezilmiş ve yenilmişlerdir.
Bu sonuca yol açan en önemli neden de, tahmin edilebilenin aksine, merkezi
yönetimin tutum ve davranışından çok, belediyelerin kurumsal (örgütsel,
yönetsel ve kaynak planlamasına ilişkin) beceri ve yetenek düzeylerini çağdaş
bir düzeye getirememiş olmalarıdır.
Belediyelerin boğuşmakta oldukları pek çok sorun
arasında çözümü en zor olanı finansal olanaklarının sınırlı olmasıdır. Öz gelir
kaynakları son derecede yetersiz ve sınırlı olan, vergi toplamaktan siyasal
ilişkilerin zarar görmesi nedeniyle nefret eden ve gelir kaynakları açısında
tümüyle merkezi yönetimin topladığı vergi gelirlerinden ayrılacak paylara bağlı
olan belediyeler aşırı sayıdaki niteliksiz eleman istihdamının da yarattığı
akçal baskılar altında giderek daha çok borçlanmaktadırlar.
Belediyelerin iç ve dış borçları hızla
artmaktadır. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın yaptığı bir
araştırmada, Temmuz 1999 sonu itibarıyla 15 büyük şehir belediyesinden 13’ünün [96]
Hazineye ve İller Bankası’na olan borçlarının toplamının 1 katrilyon 84 trilyon
lira olduğu belirlenmiştir. Borçların 1 katrilyon 13 trilyon 224 milyar lirası
Hazine’ye 70 trilyon 778 milyar lirası İller Bankası’na ait bulunmaktadır.
Belediyelerin SSK, Emekli Sandığı, vergi idareleri ve Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Fonu’na olan borçları bu toplamlara dahil değildir. Tüm belediyelerin
vergi idarelerine 97 trilyon 778 milyar, SSK’ya 41 trilyon 809 milyar, Emekli
Sandığı’na 5 trilyon, Geliştirme ve Destekleme Fonu’na 4 trilyon 148 milyar ve
Fak-Fuk Fon’a 149 trilyon 659 milyar lira borcu bulunduğu hesaplanmıştır.
Ayrıca, belediyelerin personeline olan maaş borçları ile sendikalara olan aidat
borçları da bu toplamlara dahil değildir.
Belediyelerin dış borç rakamları da oldukça büyük
düzeylere ulaşmıştır. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası tarafından yapılan
araştırmaya göre, Türkiye’de çalışan 3.220 belediyeden 19’unun yabancı finans
kuruluşlarından 1986 yılından bu yana kullandıkları kredi borcu tutarı 3 milyar
200 milyon dolara ulaşmış bulunmaktadır. Araştırmada, 1985 yılına kadar dış
kredi kullanmayan belediyelerin bu yıldan sonra azalan iç kredi olanakları
nedeniyle dış borç alma yoluna gittikleri anlaşılmıştır. Genellikle kısa ve orta
vadeli olan bu borçların Türkiye’nin tüm dış borçlarına oranı yüzde 3
civarındadır.
İyi bir
yönetim biçime sahip olamamak, iç örgütlenmenin aşırı ölçüde yanlış olması,
kaynak planlaması, eşgüdüm ve işbirliği olanaklarının sınırlılığı, yerel kaynak
yaratamamak, aşırı eleman istihdamı, yanlış harcama politikaları, kurdukları
ekonomik girişimlerin içine düştüğü parasal zararlar, ihalelerde yaşanan
usulsüzlükler gibi pek çok neden belediyelerin içine düştüğü finansal açmazın
önemli nedenleridir.
Öte
yandan, belediye sisteminin kendi içinde de önemli sorunlar yaşanmaktadır.
Özellikle 3030 sayılı Yasa’nın uygulandığı büyük
şehir belediyelerinde yaklaşık 20 yıldır uygulanan sistemin ülkenin kentsel
sorunlarını ne ölçüde giderebildiği giderek daha çok tartışma konusu
olmaktadır. Yerel siyasal güç potansiyelinin kent sınırları içinde bir kaç
odakda bölünmesi birbirine rakip ve çekişen siyasal ekiplerin ortaya çıkması
ile sonuçlanmaktadır. Öte yandan, büyük şehir belediye sisteminde üst ve alt
kademe belediyeler arasında görev, yetki, sorumluluk ve akçalı kaynak paylaşımı
konusunda makul, gerçekçi ve bilimsel geçerliliği olan bir ölçütler sisteminin
oluşturulamaması, gerek büyük şehir belediyelerinde ve
gerekse ilçe ve/veya alt kademe
belediyelerinde homojen bir kurumsal yapılanmanın ortaya çıkarılamamış olması
ve sistemin oluşturulması sırasında yapılan tercihlerden kaynaklanan
yanlışlıklar ve çelişkiler büyük şehir belediyesi sisteminin isabetli bir çözüm
yolu olduğu yolunda önemli duraksamalar yaratmaktadır.
Ayrıca, belediyeler de, merkezi hükümet bürokrasisi gibi çeşitli
büropatolojiler içinde ve etik eksiklikler içinde bulunmaktadır.
Tüm
bunlara ek olarak çok büyüyerek anakent
(metropol) olmanın ötesine geçmiş ve ülkekent (megalopol) konumuna erişmiş ve bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik
dinamiklerinin hem nedeni ve hem de sonucu olan İstanbul’da ve hatta gerek
İstanbul’un Tarihi Yarımada ve Boğaz gibi alt bölgelerinde ve gerekse Kocaeli
ve Tekirdağ ile birlikte oluşturduğu büyük bölge bağlamında yeni yönetim modeli arayışlarını haklı
kılan nedenler giderek daha da çoğalmaktadır.
Belediyelerimizin
buraya kadar anlatılmaya çalışılan bu temel sorunları artık belediye başkanları
tarafından gösteri yürüyüşleri düzenlenerek toplumun gündemine aktarılmaya
çalışılmaktadır. Çukurova Belediyeler Birliği Genel Kurulu toplantısından sonra
bölgede görev yapan 215 belediye başkanı Adana’da gösteri yürüyüşü yapmışlar ve
başkanlar adına konuşan Adana Büyük Şehir Belediye Başkanı Aytaç Durak sorunlar
hakkında şunları söylemiştir: “Yerel
yönetim reformu mutlaka yapılmalıdır. Yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir.
Ankara yetkilerinin bir kısmını yerel yönetimlere devretmezse, Türkiye
büyüyemez. Fakat bu feryatları Ankara duymuyor. Sesimizi tek tek duyuramıyoruz.
215 belediye başkanı sokaklarda yürüyor. Türkiye’de 3.200 belediye başkanı var.
Sorunlarımızın çözümü için gerekirse 3.200 belediye başkanıyla Ankara’ya
yürüyeceğiz.” [97] Aytaç Durak, son olarak,
gazetelere büyük boy ilanlar vererek hükümete “Ya yasamızı çıkartın, ya da belediyeleri kapatın” demektedir.
Bu
bağlamda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i ziyaret eden CHP’li belediye
başkanları ise “dibe vurduk, maaşları
ödeyemiyoruz” demişlerdir. Nitekim, aynı konuya değinen CHP eski Genel
Başkanı da devlet gelirlerinden belediyelere aktarılan payların dağıtımında
uygulanan katsayı sisteminin partizanca ve keyfi bir şekilde kullanıldığını
ileri sürmüştür. Öymen şunları söylemektedir: “… Mevcut imkanların belediyelere dağılımı … acaba hakkaniyetle mi
yapılıyor? Cevabı: Hayır, görülmemiş bir partizanlık ve ayrımcılık yapılıyor.
Partizanlık bu ülkede yeniden hortlatıldı. Depremde yerle bir olan, yarısı
denize gömülen Değirmendere’ye iki katsayı verilirken, hiç deprem görmemiş
Ankara’nın iktidar partili ilçe belediyelerine 4-5 katsayı veriliyor…” [98]
Belediyelerin içinde bulunduğu çok temel sorunlara
karşılık İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı, belediye olarak gayrimenkul
yatırım ortaklığı kurma girişimi içinde olduklarını belirterek, yakında bu
girişimi yaşama geçireceklerini söylemektedir. İstanbul Büyük Şehir
Belediyesi’nin hangi varlıklarını, nasıl bir kurumsal yapı içinde borsada ya da
sermaye piyasalarında değerlendireceği tam olarak bilinmemekle birlikte, bir
zamanlar Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nin uluslararası borsalardan borç bulma
girişiminin Hazine’ye ne kadar büyük bir yük getirdiği çok iyi bilinmektedir.
İçişleri
Bakanı Tantan tarafından söylenen şu sözler çok dikkat çekicidir: “Türkiye’de bugün bütün belediyeler tamamen
çökmüş vaziyettedir... Ülke menfaatlerinin yerini kişisel çıkar, hırs ve
ihtiras almıştır. Kamuoyunun gündemini haksız kazanç, haksız rekabet, imar,
ihale, kültür ve çevre yolsuzlukları oluşturmuştur.” [99]
Köylerimizin içinde bulunduğu durum
da gözardı edilmemelidir. 1920’li yıllarda trampaya dayalı ve kapalı bir
ekonomik yapının yönetsel kurumu olarak oluşturulmuş bir yapı olan köylerin
açık pazar ekonomisine dayalı ve gelişmiş yeni kırsal ekonomik sisteme uygun
bir konuma getirilmesi gerekmektedir.
Yerel yönetimlerin güçsüzlüğü Türkiye’de
demokratik rejimin ilerlemesi ve gelişmesi yolunda önemli bir engel olarak
ortaya çıkmaktadır. Yerel
yönetimleri güçsüz kılan nedenler ise yerel yönetimlerin yetkinlik (özerklik
değil) [100]
düzeylerinin kısıtlılığı, yerel yönetimler üzerindeki merkezi yönetim
gözetiminin/denetiminin (idari vesayet ya
da yönetsel vasilik) aşırılığı, yerel vergi ve harçlara dayalı yerel gelir
bazının oluşturulamamasıdır.
Devlet
ve kamu sektörünün yeniden örgütlenmesinde ve yapılanmasında merkezi hükümet
kadar yerel yönetimler de önem taşımaktadır. Hemen belirtmek gerekirki, merkezi
hükümet ile ilgili olarak bu bağlamda belirtilen görüşlerin tümü yerel
yönetimler için de doğru ve geçerlidir.
Öneriler
Yerel
yönetimlerle ilgili olarak gözönünde tutulması gereken temel ilke, yönetimin
yeniden yapılanmasında asıl ağırlığın
yerel yönetimlere verilmesi, yerel yönetimlerin bu görevi en iyi şekilde yerine
getirebilecekleri kurumsal yetkinlik düzeyine ve yerel gelir kaynaklarına
kavuşturulması, ancak, bunlarla birlikte, bu yönetimler üzerinde etkili ve
güçlü bir denetimin gerçekleştirilmesi olmalıdır.
Bu
temel hedef, artık aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası
bir yüklenimi konumuna gelmiştir. Söz konusu yüklenim Türkiye’nin imzalayarak
taraf olduğu “Avrupa Yerel Yönetimler Şartı”ndan [101] ve tam
üyelik için başvurulan Avrupa Birliği’nin temel anlaşması olan Roma
Anlaşması’na önemli ve yeni bir açılım getiren “Maastricht Anlaşması”ndan
kaynaklanmaktadır.
“Yerel
Yönetimler Şartı”, daha önce belirtildiği üzere, yerel yönetimlerin olmazsa
olmaz koşullarını belirlemekte ve “Maastricht Anlaşması” da “hizmette yerellik” (subsidiarity) ilkesini getirmektedir. Bu
kavram, kamu işlev ve hizmetlerinin bu işlev ve hizmetlere en yakın konumda yer alarak, bunları en iyi şekilde
denetleyebilecek ve bunlardan en fazla ölçüde yararlanacak yerleşim birimleri
tarafından yönetilmesini ve üretilmesini güvence altına almak anlamına
gelmektedir.
Bu
açıklamalar göstermektedir ki, Türkiye yerel yönetimlerden yana olan tercihini
belirlemiştir. Sıkıntılar bugüne değin
ağırlığını koruyan merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerindeki vesayet
yetkilerinin azaltılamamasından ve yerel yönetim birimlerinin yeterince
kurumsallaşamamaları nedeniyle yerel politik baskılara ve çıkar sağlamalara
açık bir durumda olmasından kaynaklanmaktadır.
Öte
yandan, açıklıkla kabul edilmelidir ki, yakın geçmişte özellikle belediyelerde
yaşanmış olan kimi yolsuzluklar, çıkar kavgaları ve anlamsız sürtüşmeler
Türkiye’de yerel yönetimlerin gelişmesi konusunda yeni bir stratejinin ağırlık
kazanmasına yol açmaktadır. Bu yeni
strateji yerel yönetimlerin kurumsal ve finansal gelişme yoluyla Türk kamu
yönetiminde daha etkili bir rol oynamalarının sağlanması ancak buna karşılık bu
yönetimlerin iç ve dış denetim süreçlerinin her türlü yolsuzluk, yasa dışı
eylemler ve kaynak savurganlığına karşı tam anlamıyla güçlendirilmeleridir.
Türkiye,
bu stratejiyi ivedilikle yaşama geçirmek
durumunda olmalıdır. Bu bağlamda, öteki yeni düzenlemeler yanında, üzerinde
durulması gereken konulardan biri de, ilk aşamada belirli büyüklükteki
belediyelerde başlamak üzere, belediye
saymanlarının Maliye Bakanlığı’na bağlı kılınması olmalıdır. Belediye
saymanlarının bu bakanlık tarafından yönetilmesi belediyelerde denetim
etkililiğini artırıcı bir çözüm yolu olarak kabul edilmelidir.
Ülkenin
çok önemli yönetim kurumlarından biri olan ve demokratikleşmenin gelişmesi ve
yerleşmesinde beşik görevi yapmak durumunda olan yerel yönetimlerin
iyileştirilmesi için yukarıda belirtilen temel ilke çerçevesinde alınması
gereken öteki öncelikli ana önlemler aşağıda belirtilmiştir.
Ülkenin
yerinden yönetim politikası
-uygulanabilir bir biçimde- yeniden belirlenmeli ve daha önce belirtilen kamu
görevlerinin yeniden paylaşımı sorunu etkili bir şekilde çözümlenmelidir. Bu
çerçevede yerel yönetimlerin görev
alanları açıklık ve netlikle yeniden tanımlanmalıdır.
Yerel yönetimlerin yönetsel özerklikleri daha önce açıklandığı şekilde geliştirilmeli
ancak buna koşut olarak merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde etkin
denetim süreçleri kurması sağlanmalıdır.
Türkiye’de
il özel idarelerinin varlık
nedenlerinin geçerlilik düzeyi tartışmalıdır. Bu konuda ileri sürülen öneriler
il özel idarelerinin bütünüyle kaldırılmasından ilçe özel idaresi esas alınarak
yeniden düzenlenmesine ya da gerçek bir yerel yönetim birimi olarak yeniden
kurulmalarına kadar değişmektedir. İl özel idareleri kırsal kesim ağırlıklı
olmak üzere yeniden kurulmalıdır. Kentsel hizmetler belediyelere
bırakılmalıdır. Bu arada il çapında örgütlenmesi ve yönetilmesi gereken
hizmetler il özel idarelerine bırakılmalıdır. İl özel idarelerine aktarılacak
kamu hizmetleri ile birlikte gerekli parasal kaynak, vergi koyma yetkisi de
dahil olmak üzere, bu “idare”lere
aktarılmalı ve bunların kendi örgütlerine sahip olmalarına izin verilmelidir.
Günümüzde
belediyeler hiç bir yeni görev
üstlenemeyecek derecede güçsüz ve zayıftırlar. Mevcut koşullar altında kendilerine verilmiş
olan görevleri yerine getirebilecek yönetsel beceriye, örgütlenme etkililiğine,
planlama kapasitesine, gelir düzeyine ve harcama yetkinliğine yeterli
sayılabilecek ölçüde sahip değildirler. Bu nedenle, kentsel büyüme olgusunu
algılamakta, yönlendirmekte ve yönetmekte başarısızlıklara uğramaktadırlar. Bu
duruma yol açan temel neden olan kurumsal azgelişmişlik zinciri bilimsel ve
çağdaş yöntemlerin belediye yönetimlerine aktarılması yolu ile kırılmalıdır.
Belediyelerin kurumsal açıdan geliştirilmeleri öncelikli bir devlet ödevi
olarak görülmelidir.
Buna
koşut olarak ve yerinden yönetime geçiş temel ilkesi bağlamında, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yerel
sorunların ve hizmet gereksinmelerinin karşılanmasında egemen unsur olmalarının
sağlanması devletin yeniden yapılandırılmasında öncelikli bir hedef olarak
kabul edilmelidir. Yerel nitelikli tüm kamu hizmetleri belirli bir zaman boyutu
içinde yerel yönetimlere devredilmeli ve devir işlemi tamamlandıktan sonra bu
alanlarda merkezi hükümet, daha çok ve esas olarak, kaynak geliştirme, hizmet
standardı koyma, politika geliştirme ve denetleme işlevlerini yerine getirme
ile yükümlü kılınmalıdır.
Açıklıkla
belirtmek gerekirki, yerinden yönetime geçiş ve yerel yönetimlerin
güçlendirilmesi mutlak şekilde merkezi hükümetin elinde oluşturulacak etkili ve güçlü bir denetim sistemi ile
birlikte gerçekleştirilmek durumundadır. Böylesine etkili bir denetim
kurulamadığı ve aykırı davrananlara karşı caydırıcı nitelikli yaptırımlar
geliştirilemediği takdirde yerinden yönetime geçişin önemli sıkıntılar
yaratabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
3030
sayılı Yasa ile oluşturulmuş olan büyük
şehir belediyeleri sistemi metropolleşmiş alanların sorunlarının çözümünde
yetersiz kalmaktadır. Başlangıçta bir anlamı olan sistem sonradan yapılan
değişikliklerle disiplinini, anlamını, bütünlüğünü ve geçerliliğini yitirme
tehlikesi içine girmiştir. Bu nedenle sistemin daha iyi işlemesine olanak
verecek iyileştirme önlemleri yeni
bir yasa değişikliği ile uygulama alanına konulmalıdır.
İstanbul için özel bir yönetim modeli geliştirilmelidir. Ancak,
bugüne kadar bu alanda yapılan bazı önerilerin herhangi bir bilimsel araştırma
temeline dayanmadığı ve spekülatif bir zihin eksersizi olmanın ötesine
geçemediği görülmektedir. Bu sınırlılığın ortadan kaldırılması için DPT’nin
yasa ile kendisine verilmiş görevi olan bölge planlaması yapma işlevini yerine
getirmek üzere merkezi İstanbul’da olan ancak bölge içinde yer alan öteki
illeri de kapsayan bir ‘Planlama Bölge
Müdürlüğü’ kurulmalı ve İstanbul’un ve içinde yer aldığı bölgenin her türlü
planlama ve araştırma gereksinmelerinin giderilmesinde bu birim temel araç
olarak değerlendirilmelidir.
Bu
çerçevede, İstanbul’un yönetimi ile ilgili olarak uzun vadeli önlemler
alınıncaya kadar mevcut sorunların il sistemi içinde derhal çözümlenebilmesi ve
İstanbul’un sorunlarının büyüklüğü karşısında çaresiz kalmış olan il
yönetiminin etki düzeyinin artırılması için bir acil önlemler paketi
hazırlanmalı ve uygulama alanına konulmalıdır.
Köyler ileride belediye olmaya aday yöreler olarak kabul
edilmeli ve belediye benzeri bir yapılaşmaya konu edilmelidir. Köy personeli
ile ilgili düzenlemeler geliştirilmeli, köyün yönetim süreçleri daha anlamlı
bir konuma getirilmeli ve köy yönetiminin görevleri ve gelir kaynakları yeniden
saptanmalıdır.
Köyler
kendilerine getirilen hizmetlerde ekonominin sağlanması, fiziksel planlamanın
daha anlamlı bir şekilde yapılabilmesi, ekonomik gelişmeyi daha başarılı bir
şekilde gerçekleştirebilmeleri ve terör karşısında güvenlik unsurunu daha iyi
kurabilmeleri bakımından toplulaştırmaya
konu olabilmelidir. Buna olanak verecek şekilde, toprak mülkiyeti kavramı
yeniden düzenlenmelidir.
Yerel
yönetimlerin ve özellikle belediyelerin üzerindeki ‘yönetsel vasilik’ olabildiğince azaltılmalıdır. Belediyeler örgüt
yapılarına ve kadro düzeylerine kendileri karar verebilmelidir. Ulusal
güvenlik, dış kredi ve uluslararası ilişkiler istisna olmak üzere, hiç bir
eylem ve işlemleri merkezi yönetimin onayına bağlı olmamalı; ancak, merkezi
yönetim yerel yönetimler üzerinde, başarım (performans) denetimine de yer
verecek şekilde, etkili ve güçlü bir denetim uygulamalıdır. Burada belirtilen
başarım denetiminden amaçlanan, seçimle oluşmuş organların karar verme
yetkinliklerinin ve özgürlüklerinin sınırlandırılması değil; fakat, bu
kurumların yaptıkları harcamalarda sarfettikleri paranın değer karşılığını gerçek anlamda elde edip etmediklerinin
irdeleme konusu yapılması ve paranın değer karşılığının daha iyi elde
edilebilmesinin yol ve yöntemleri konusunda bu kurumlara merkezi yönetimin yol
gösterici ve yardımcı olmasının sağlanmasıdır.
Vali ve
kaymakamların yerel yönetimler üzerindeki denetimi esas itibarıyla yönetsel mahkemeler aracılığı ile
olmalıdır. Ayrıca, yerel yönetim organlarının birbirlerinin kararlarına karşı
yönetsel yargıya başvurabilme hakları güvence altına alınmalıdır.
Yerel yönetimlerin devlet gelirlerinden ayrılan paylara bağımlılığı
azaltılmalı ve kapsamı ve alanı yasa ile tanımlanmış yerel vergi koyabilme hakkı da dahil
olmak üzere ve kendilerine verilecek kamu hizmetlerinin yerine getirilmesine
olanak verecek düzeyde yerel gelir bazına sahip kılınmalıdır.
Yerel
yönetimlerde ve öncelikle belediyelerde seçilmiş organların görev süreleri
dolmadan geri çağrılabilmelerine
olanak verilmelidir.
Yerel
yönetim meclislerine devlet memurlarının
seçilememesi sonucunu yaratan düzenlemeler gözden geçirilmeli ve bu alanda daha
liberal bir yaklaşım benimsenmelidir.
Belediye
ortaklıkları, belediye işletmeleri ve belediyelerin
ekonomik nitelikli girişimleri ve işlevleri yeni ilkelere bağlanmalı ve
devletin ekonomik yaşamda azaltılmaya çalışılan rolünün belediyeler tarafından
üstlenilmesine izin verilmemelidir.
Öte
yandan, kentsel alanlarda yer alan “mahalle”lerin
yönetimi sorunu da önem taşıyan bir başka kurumsal ve yönetsel olgu olarak
ortaya çıkmaktadır. Beldelerin alt bölümü “semt”lerin ve “mahalle”lerin
yönetimi konusunu ayrıntılı olarak ele almak ve bu alanda yeni kurum, süreç ve
işlevler oluşturmak zorunlu görülmektedir.
Bu
bağlamda son söz olarak belirtilmelidir ki, Türkiye’nin yerel yönetimler
alanında esaslı bir değişikliğe gereksinimi vardır. Yapılacak değişikliklerin temel hedefi özellikle belediyeleri, hızla
sürmekte olan kentsel büyüme ve genişleme, metropolleşme ve megalopolleşme
olgularını yönetebilecek, yönlendirecek ve denetleyebilecek güce kavuşturmak
olmalıdır. Yerel yönetim düzeltiminin çözümlemeye çalışması gereken temel
sorun noktası ve hareket odağı bu olmalıdır. Bu da, ancak belediyelerin
kurumsal yapılarının güçlendirilmesi ile sağlanabilir.
Ancak,
İçişleri Bakanlığı tarafından kaçıncısı olduğu bilinmeyen ‘mahalli idareler
reformu’ çalışmaları bu gerçeği görememekte ve yerel yönetim düzeltimi adı
altında son derecede yanlış hedeflere yönelmektedirler. İçişleri Bakanlığı’nın
geliştirdiği tasarılar ya çok yanlış bir şekilde belediyeleri esas almak ve
güçlendirmek yerine il özel idarelerini temel yerel yönetim birimleri şekline
dönüştürmeyi öngörmekte ya da çok yersiz bir şekilde belediye başkanlarının
bazı günlük uygulamalara yönelik sıkıntılarının azaltılması ve bazı yeni gelir
olanakları sağlanması amacına yönelik olarak hazırlanmaktadır. Bu nedenle,
açıklıkla belirtilmelidir ki,
hazırlanmış olan ‘mahalli idareler reformu’ tasarılarının hiç biri
gerçek anlamda yerel yönetimler düzeltimi yapabilecek tasarılar olarak ortaya
çıkmamaktadır.
Hizmet
Yerinden Yönetimi
Yönetsel
yerinden yönetim birimleri olan il özel idaresi, belediye ve köyler ile merkezi
yönetim arasındaki ilişkilerde görülen sorunlarda olduğu gibi, hizmet yerinden yönetimi kuruluşları
ile merkezi yönetim arasındaki ilişkilerde de sorunlar vardır. TRT, RTÜK, YÖK
ve üniversiteler ve son yıllarda yeni bir kurumsal paradigma olarak ortaya
çıkmaya başlayan ve kuruluş yasalarında “özerk” oldukları açıkça vurgulanan “üst kurul”lar bunlar arasındadır. Bu
ilişkilerde yaşanan kimi sorunlar demokratik rejimin işleyişi açısından endişe
kaynağı olabilmektedir. Burada bunlardan
yalnızca, YÖK, üniversiteler ve RTÜK inceleme konusu yapılacaktır. Ancak, “üst
kurul”larla ilgili olarak yeni araştırma, inceleme ve irdelemeler yapılması
gereksinimi de önemini korumaktadır.
YÖK ve Üniversiteler
Bu
sorunların yoğunlaştığı iki temel alandan birincisi ve daha önemli olanı üniversitelerin bir merkezden yönetilmesi
gerektiği ve öteki pek çok ülkede bu yolda örnekler bulunduğu savı ile üniversitelerin kendi kendilerini
yönetebilme yetkinliğine sahip, merkezi nitelikli herhangi bir kurumla
hiyerarşik bağlantısı olmayan, kendi öz gelir kaynaklarına ve harcama
serbestisine ve yönetsel özerkliğe sahip kurumlar olması gerektiği savı
arasındaki birbirini dışlayan ve ikisinin birlikte yer almasına olanak vermeyen
fikirsel farklılaşmadır.
İkinci temel görüş ayrılığı da, üniversitelerdeki
genel özerklik kavramı ile ilgilidir. Bir görüşe göre, üniversite özerkliği
yanlış anlaşılmakta olan bir kavramdır. Bu görüşü savunanlar üniversitenin ana
işlevinin eğitim ve öğretim olduğunu ileri sürmekte ve bilimsel performans
düzeyini ön plana çıkarmaktadır.
Aksi görüşte olanlar da araştırma, bilimsel
çalışma yapma ve yayında bulunabilme konusunda daha bağımsız davranabilme
olanağına kavuşma amacını ön plana çıkarmaktadırlar.
YÖK, aslında, 12 Eylül öncesi Türkiye için bir
tepki örgütü olarak kurulmuştu. Darbenin hemen arkasından çıkarılan ilk
yasalardan bir olan YÖK Yasası, 12 Eylül öncesi dönemde üniversitelerde yaşanan
olayların önlenebilmesi için üniversite yönetimini tek bir merkezin yönetimi ve
denetimi altına almayı amaçlamaktaydı. Kuruluşa esas olan bu merkezci anlayış,
bilimin içeriğinde var olan merkezcilikten uzak, özgürlükçü ve liberal düşünce
zorunluluğu ilkeleri ile daha başından itibaren bir çatışma içine girmiştir.
Aradan geçen 20 yıla karşın, sistem merkezci yapısını hala korumaktadır. Oysa,
bu kuruluşlar hem yönetsel açıdan ve hem de bilimsel açıdan birer hizmet
yerinden yönetim kuruluşlarıdır ve bu nedenle de merkezi hükümetin denetiminden
uzak yani, “özerk” olmalıdırlar.
YÖK ve üniversitelerle ile
ilgili temel sorunlar şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:
·
YÖK sistemi üniversiteleri sıradan bir devlet
dairesi ve öğretim üyelerini de sıradan bir öğretmen olarak görmektedir.
·
Deneme-yanılma usulüne göre değiştirilen yüksek
öğretim mevzuatı yönetimde esas olan istikrar ve güveni ortadan kaldırmıştır.
·
YÖK aşırı merkeziyetçi ve hiyerarşik yönetim
esasına dayalıdır.
·
Üniversiteler otoriter bir anlayışla
yönetilmektedir.
·
Üniversitelerde rektörlerin hegemonyası vardır.
·
Üniversiteler akademik geleneklerini
oluşturamamaktadır.
·
YÖK
üniversite personeli arasında siyasal görüşleri nedeniyle kıyım
yapmaktadır.
·
Üniversitelerde ideolojik ve çıkara yönelik
kamplaşmalar vardır.
·
Bazı bilim adamları siyasal görüşleri nedeniyle
sistemden dışlanırken, bazıları bu özellikleri nedeniyle korunmakta ve
ödüllendirilmektedir.
·
Üniversitelerde liyakat sistemi ortadan
kalkmıştır.
·
Üniversitede rüşvet vardır.
·
Üniversitede torpil ve kayırmacılık vardır.
Üniversite sistemi de kendi
kendisini sorgulamaktadır. Bu bağlamda, 1 Aralık 1999 tarihli Hürriyet’de yer
alan şu haber oldukça ilginç sorunlara ve bu sorunların sonuçlarına işaret
etmektedir: “TÜBA’dan profesörlere uyarı:
Bilimsel etik dışına çıkılıyor. Türkiye’yi üst üste vuran deprem felaketi
ardından bilim adamları tarafından yapılan ve birbirleriyle çelişen
açıklamaların yarattığı kargaşa üzerine Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bir
uyarı açıklaması yaparak, bu tartışmayı yürüten bilim adamlarını sorumluluk ve
etik ölçüler içinde hareket etmeye davet etti. Bilimsel düşüncenin ‘gerçeği
aramayı, sorgulamayı, tartışmayı ve ancak bunun ardından ifade etmeyi’ izleyen
bir süreç olduğuna dikkat çeken TÜBA, deprem tahminleriyle ilgili yürütülen
tartışmalarda bu ölçülere dikkat edilmediğini belirtti. Akademi tarafından
yapılan yazılı açıklamada, ‘Bilim ve ifade özgürlüklerinin kamuoyunu yanlış
yönlendirici ve bilgilendirici olmaması gerektiğine’ dikkat çekildi.
Açıklamada, bilim adamlarının kendi aralarında yaptıkları kuramsal çalışmaları
ve tartışmaları, kamuoyu önüne taşımaları ‘etik dışı’ olarak nitelendirildi. Bu
tür açıklamaların bilim adamlarına duyulan güveni ve saygıyı sarstığını
vurgulayan TÜBA ‘Bilim özgürlüğü ve bilimsel sorumluluk arasındaki duyarlı
dengenin korunması için bilim adamlarının sürekli özen göstermesi etik bir
yükümlülüktür’ uyarısını yaptı.”
Üniversite sistemi ile ilgili
sorunların ve yakınmaların yoğunlaşması üzerine Başbakan Yardımcısı Devlet
Bahçeli şunları söylemektedir: “Gençlerimizi,
üniversite kapılarında bekletmenin, asıl öğrenmek istedikleri alanın ya da
yeteneklerinin dışında tercihlere zorlamanın yol açtığı sorunlar bellidir.
Bunlara bir de üniversite giriş sınavı sonuçlarının açıklanması ile yerleştirme
işlemlerinde yaşanan olumsuzlukların eklenmesi, artık bu sistemi mutlak suretle
gözden geçirip, ıslah etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.” [102]
Yüksek
öğrenimle ilgili temel sorunlardan biri de, devlet üniversitelerinde yönetici
ekibin ya da kamuoyuna yansıyan şekliyle rektörlerin seçimi konusudur.
Yürürlükte olan sisteme göre, öğretim üyeleri üniversite içinden altı aday
belirlemekte, YÖK bu listedeki aday sayısını üçe düşürerek Cumhurbaşkanı’na
önermekte ve sonunda da bu listeden bir kişi rektör olarak tercih edilmektedir.
Oysa,
başlangıçta akılcı ve doğru olarak görünen bu yöntem, uygulamada çok farklı
görünümler alabilmektedir. Rektör seçilmek ve böylelikle de üniversiteyi
denetim altında tutmak isteyen üniversite içi gruplar sempati ticareti, akademik
ödünler ve yandaş sayısını artırmak
için üniversiteye yandaş akademik eleman almak gibi uygulamalarla akademik
kalitenin azalmasına yol açan eylemlerde bulunmakta, üniversite içi yönetime
günlük politikayı sokmakta ve gerek akademik ve gerekse yönetsel disiplinin
zayıflamasına neden olabilmektedir.
Öte
yandan, akademik özerklik üniversitenin kendi iç işleyişinde üniversite
yönetiminin serbest ve özgür bırakılmasını öngörmektedir. Örneğin,
üniversiteler kendi kararlarıyla istedikleri fakülte, enstitü ve bölümü
kurabilmelidir.
YÖK’ün
öngördüğü üniversitelerde tektip yapılaşma zorunluluğu, akademik özerkliğin en
belirleyici unsuru olan yaratıcılık ve geliştiricilik ilkelerine aykırı
düşmektedir.
Ancak,
üniversitelerinde dahi yönetim sorununu çözememiş bir toplum olmak merkezi
yönetimin üniversiteler üzerinde belirleyici olmasını kaçınılmaz kılmakta,
rektör seçimlerinde akademik serbestlikle birlikte merkezi yönetimin üniversite
yönetimini denetim altında tutmak isteği devreye girmekte ve sonuçta en çok oyu
alanın seçilmemesi ya da sadece kendi oyunu almış bir kimsenin rektörlüğe
atanması gibi çelişkili, üniversiteyi kamplara bölen, açıklanması olanağı
olmayan, tarafları zan altında bırakan ve abartılı durumlarla
karşılaşabilinmektedir.
Bu
sistemin en önemli eksikliği ise seçilenlerin başarısız olmaları durumunda
hesap verecekleri ve sorumlu tutulacakları bir sistemin yokluğudur. Başarıyı
irdeleyen ve başarının devamını güvence altına alan bir başarım değerlendirmesi
sistemi yoktur.
Üniversite
olgusunun olumsuz bir başka yönünü de Prof. Dr. Celal Şengör şu şekilde dile
getirmektedir: “... Türkiye’de
profesörlük ve doçentliği anlamsız sözler haline getiren YÖK değil, öğretim
üyelerinden oluşan jürilerdir. YÖK ne zaman bu unvanlara kalite kontrolu
getirmeye kalksa, öğretim üyelerinin şikayeti ile karşılaşmıştır. Bu ve dünya
üniversiteleri tarihi göstermektedir ki, çağdaş üniversite doğası gereği
demokratik olur, ama demokratik bir üniversitenin çağdaş olacağı garanti
değildir.” [103]
Öneriler
Bir hizmet yerinden yönetim
kuruluşu olmak durumunda olan üniversiteler
yetkin bir konuma getirilmeli, yetkinleşme ile birlikte YÖK statüsünde gerekli
yapısal değişiklikler yapılmalı ve bu Kurum bilimsel özerkliğe ve yönetsel
yetkinliğe sahip üniversiteler üzerinde etkili denetim yapan, üniversiteler
arasında eşgüdüm ve işbirliği sorunlarını çözen, üniversitelerin ortak
nitelikli işlevlerini yerine getiren ve sisteme ilişkin mevzuatın
geliştirilmesi çalışmalarından sorumlu olan bir örgüt şekline dönüştürülmelidir.
Ülkemizde son yıllarda sayısı büyük bir hızla artan
üniversitelerimizin içinde bulunduğu nitelikli akademik personel açığı,
araştırma ve teknoloji geliştirme etkinliklerinin sınırlılığı, finansman
darboğazı, üniversitelerin yönetiminde yönetsel etkililiğin istenilen düzeyde
gerçekleştirilememesi ve verilen hizmetin parasal karşılığının eğitimden
yararlananlardan alınamaması gibi temel sorunların yeterli bir kapsamda ele
alındığı ve çözüm yollarının geliştirildiği bir ana plan hazırlanmalı ve bu plan uygulama alanına konularak daha sağlıklı bir yüksek
öğrenim ortamının oluşması sağlanmalıdır.
Bu çerçevede, sayıları 70’yi aşmış olan
üniversitelerimizden bazılarının gerek teknik ve fen bilimleri ve gerekse
toplumsal bilimler alanında bilgi ve teknoloji üreten kurumlar şekline dönüştürülmesi sağlanmalıdır.
Ülkemizde kurulu bulunan bazı üniversitelere özel bir statü verilmesinde yarar
görülmektedir. Buna göre, üniversitelerimizin bir bölümünün, akademik yaşamın
ana işlevi olan öğrencilere bilgi ve
teknoloji aktarma yanında bilgi ve teknoloji üretme işlevini de ağırlıklı
olarak yerine getirebilecekleri bir konuma getirilmeleri ve buna olanak
sağlayacak şekilde bileşimi yasa ile belirlenecek ve daha çok akademisyen
olmayanlardan oluşacak olan bir
mütevelli heyeti aracılığı ile yönetilmesi, görev alacak olan öğretim
üyelerinin sözleşmeli olarak çalıştırılması, bu üniversitelere araştırma amacı
ile ek finansal olanaklar ve destekler sağlanması, öğrenci harç ücretlerinin
üniversitenin akçalı yetkinliğini güvence altına alabilecek ölçüde öteki
üniversitelere oranla daha yüksek tutulması ve döner sermaye olanaklarının
geliştirilmesi gibi kolaylıklarla donatılmaları yararlı olacaktır.
Ve, RTÜK
YÖK
gibi, sorunlu hizmet yerinden yönetim kuruluşlarından biri de Radyo ve
Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)’tür. Radyo ve televizyon yayıncılığını ülke
çapında yönetmek ve bu işlevi de merkezi hükümetin denetimi dışında
gerçekleştirmekle yükümlü özerk bir kuruluş olan RTÜK, kuruluşunun üzerinden
çok kısa bir süre geçmiş olmasına karşın eleştiri konusu olmaya
başlamıştır. Kanımıza göre, bu durumun
en başta gelen nedeni RTÜK’ün oluşturulması için izlenen yöntem ve seçim sistemidir.
Yasa’ya
göre, RTÜK, TBMM’de temsil edilen siyasal partilere tanınan kontenjanlardan
oluşmaktadır. Bu tercih, yapılabilecek
en yanlış tercih biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının en önemli niteliği
özerklikleridir. Yani, bu kurumlar, siyasal otoriteden bağımsız fakat
yürütmenin bütünlüğü anlayışı çerçevesinde karar alabilen ve aldığı kararları
uygulayabilme yetkinliğine sahip olan kurumlardır. Bu durumu güvence altına almak yerine, kişiliklerini tümüyle
siyasi otorite ile bağdaştırmış kişilere bu görevi teslim etmek yapılabilecek
tercihlerin en hatalısı olarak ortaya çıkmaktadır.
Nitekim,
yaşanan sıkınıtıların büyük bir kesimi bu noktada odaklaşmaktadır. Kurumun
içinde yaşanmakta olan ideolojik ve siyasal kutuplaşmalar ve karşıt siyasal görüş sahiplerinin RTÜK’ü ve bu
yolla da ülkede son derecede büyük bir önem taşıyan ve siyasal tutum ve
davranışları biçimlemek potansiyeline sahip bulunan radyo ve televizyon
yayıncılığını denetlemek isteği pek çok uyumsuzluğu,
çatışmayı ve başarısızlığı beraberinde getirmektedir.
Hizmet
yerinden yönetim kuruluşlarının yeniden düzenlenmesi demokratikleşme açısından
da önem taşımaktadır. RTÜK ile TBMM arasındaki organik bağı saklı tutmak gibi
çok önemli bir yanlışın RTÜK Yasası’nı değiştirmeyi amaçlayan yeni yasa
tasarısı taslağında da sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.
Basın
Konseyi, bir açıklama yaparak, yeni değişiklik tasarısı ile RTÜK tehdidinin
büyüdüğünü kamuoyuna duyurmaktadır. Basın Konseyi, Taslağı, RTÜK’ün siyasi etki
altındaki yapısını daha da artıracak hükümler içerdiği gerekçesiyle
eleştirmekte ve Taslağın ana amacının radyo ve televizyon yayınlarını siyasi
iktidarın güdümüne sokmak olduğunu öne sürmektedir. Konsey, RTÜK’ün mevcut
yasada özerk olan satüsünün yeni yasada yönetsel ve akçalı özerkliğe sahip
kuruluş statüsüne indirgendiğini söylemektedir. Konsey, ayrıca, valilere ekran
karartma yetkisi verilmesini de eleştirmekte ve bu yetkinin yerel yayın
organlarını mülki amirin “borazanı”
olmak durumuna sokacağını belirtmektedir.
Bu
arada, RTÜK’ün oluşum biçimi de değiştirilmek istenmekte ve siyasal partilerin
göstereceği adaylar yerine, yüksek yargı organları ile basın meslek kuruluşları
tarafından gösterilen adaylar arasından TBMM’nin seçim yapması gibi görüşler
öne sürülmektedir.
Özetle belirtmek gerekirse, YÖK, üniversiteler,
RTÜK, TRT ve “üst kurullar” gibi hizmet yerinden yönetim kuruluşları da önemli
yönetsel ve kurumsal baskılar altında bulunmaktadır.
Bu durum,
Türkiye’de yönetimin yeniden yapılanması konusunda ortaya çıkmış olan baskılara yeni bir halka daha
eklemektedir.
Üst Kurullar
Kamu
yönetimi kuramı ve uygulaması açısından bir hizmet yerinden yönetimi türü olan
özerk nitelikli üst kurulların sayısı Türkiye’de hızla artmaktadır. Sermaye
Piyasası Üst Kurulu ile başlayan bu yeni yönetsel eğilim nedeniyle sayıları
20’e yaklaşmış olan özerk üst kurullar Türkiye’nin devlet yönetimi açısından
anlaşılması, çözümlenmesi ve irdelenmesi gereken bir inceleme alanı olarak
ortada durmaktadır. Bu kurulların çalışma alanları son derecede genişlemiş ve
ülkede tam rekabet ortamını gerçekleştirmeye çalışmaktan enerji piyasasını
düzenlemeye kadar değişen alanlarda “özerk” olduğu belirtilen yeni kamu
kuruluşları ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendi gelir kaynaklarına sahip olan bu
kurumlar diledikleri gibi personel alımı yapmakta, yüksek ücret politikası
izlemekte ve kendi denetim organlarından başka bir organ tarafından
denetlenememektedir. Hatta, TBMM’nin denetim yetkileri bile bu kurullar için
yeterli ölçüde işletilememektedir.
Bu
kurulların önde gelen özelliği personeline, benzer düzeyde iş yapan diğer kamu
çalışanlarına yüksek ücret vermeleridir. Bu durum, her ne kadar kamuda ücret
dengesizliği açısından önemli bir sorun yaratsa da, kamuda esaslı bir sorun
olan kaliteli memur çalıştırma zorunluluğunun doğal bir sonucu olarak topluma
açıklanmaktadır.
Ancak,
Türkiye dışındaki ülkelerde mutlak olarak siyasal iktidar tarafından ve siyasal
iktidarın çalışma programında yer alan politika ilkelerine göre çözümlenmesi
gereken temel çalışma alanlarının siyasal iktidardan alınarak “özerk” nitelikli
kamu kurumlarına bırakılması ve merkezi yönetimin, tümü ulusal ekonominin yönetimine ve kaynak
dağıtımına ilişkin olan bu temel çalışma alanlarında devre dışı bırakılması
gerçeği üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Bu tür kurulların gerçek
kurulma nedeni nedir? Neden merkezi yönetim kendi temel görev alanlarında
dışlanmaya ve etkisiz ve yetkisiz bırakılmaya çalışılmaktadır? Bu konularda
yetki neden siyasal baskılardan uzak kişilerin elinde bırakılmak istenmektedir?
Bunun böyle olmasını isteyen ana güç kimdir?
Üst
kurullar ile ilgili sorunlar bu açılardan ele alındığında sorunsal tüm açıklığı
ile ortaya çıkmaktadır. Bir kere, ulusal ekonominin yönetimi açısından daha
ehil kadrolara gereksinim duyulmakta ve daha iyi ücret ödeme olanaklarıyla daha
kaliteli personel işe alınmak istenmektedir. [104]
Ancak,
daha önemli olanı, siyasal iktidarın bu temel konular üzerindeki yetkilerinin
sınırlanmak istenmesidir. TRT örneğinde, özerkliğin gerçek zorlayıcı nedeni
siyasal iktidarın devletin elindeki kitle yayın araçlarını kendi siyasal
amaçları doğrultusunda kullanılmasının önlenmesidir. Üniversitelerin özerkliği
ise, siyasetçinin ve siyasal tercihlerin ve baskıların bilimsel özgürlüğün
serbestliği öngören çalışma koşullarının dışında tutulması isteğinden
kaynaklanmaktadır. Son kurulan özerk üst kurulların ise, kamu tarafından
yönlendirilen kıt ekonomik kaynaklarının siyasetçiler tarafından
yağmalanmaması, kamu yönetiminde hırsızlığın ve yolsuzluğun önüne geçilmesi,
kıt ekonomik kaynakların siyasetçiler ve yetersiz devlet yöneticileri
tarafından istismar edilmesinin önlenmesi isteğinden kaynaklandığı artık
anlaşılmaya başlanmıştır.
Özerk üst
kurulların kurulmasını isteyen ve yeni kredi paketlerinin açılabilmesi için bir
ön koşul olarak öne süren ise, başta IMF olmak üzere, Türkiye’ye dış kredi
sağlayan uluslararası kurum ve kuruluşlardır.
Mart
2002’de ortaya çıkan bir bunalım bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Başbakan Bülent Ecevit, Mart 2002’de bir açıklama yaparak, üst kurulların
özerkliklerinin kaldırılacağını açıklamıştır. Bu açıklama üzerine, IMF derhal
devreye girmiş, Türkiye’ye acil mesajlar göndermiş ve açıklamanının ardından
daha 24 saat geçmeden Başbakan Ecevit geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Olayları
Başbakan adına açıklamak durumunda kalan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal
Derviş’in aşağıya alınan sözleri bu durumu tam açıklığıyla ortaya koymaktadır:
“IMF
yönetimi Sayın Başbakan’ın özellikle, ‘talimat verdim, yasayı değiştireceğiz’
sözlerine takılmış. Biz kendilerine Sayın Başbakan’ın uygulamadaki
aksaklıklarla ilgili rahatsızlığını dile getirdiğini, (üst kurullardan) geri
adım atılmasının söz konusu olmadığını anlatmaya çalıştık… Türkiye’deki
haberler satırı satırına çevrilip anında IMF merkezine gidiyor… Ama, sonuçta
bize 30 milyar dolar verdiler. 24 saat aralıksız bizi izliyorlar. IMF
merkezinin izlemesiyle kalmıyor bu iş. Bizimle ilgili her türlü bilgi anında
G-7 ülkelerinin başkentlerine de gidiyor. Bunu yapmaları çok normal. Çünkü
Türkiye’nin başarısız olması onları da olumsuz etkiliyor… Eskiden bakanların
yaptığı görevler artık kurullara veriliyor. Siyaset tabii ki topluma yön verir,
ekonomiye yön verir. Aksi halde siyasilerin işlevi kalmaz. Ancak, bu olayı rant
kavgasından ayırmak lazım. Siyasiler özerk kurullara, ‘şu grubun işini çöz, bu
grubun işiniş çöz’ dememeli. Geçmişte bunlar olmuş. Şimdi yeni düzene
geçiyoruz. Siyaset topluma yön verecek. Günlük işlerden çekilecek. Kurullar
yasa ve yetkileri çerçevesinde tekelleşmeyi, rüşveti, rant dağıtmayı önleyecek…
Düşünün hala bana gelip, ‘Ziraat Bankası’na talimat ver, şu işi çözsün’ diyen
var…” [105]
Yukarıda
yapılan açıklamalar ve Derviş’in sözleri, bir kamu yönetimi sorunsalı olan
özerk üst kurullar sorunsalını tümüyle ve kesinlikle açıklamaktadır. Türkiye’de
devlet yönetimi gerçekten bitmiştir. Hırsızlık ve yolsuzlukların ulaştığı
boyutlar, artık, temel devlet yönetimine ilişkin işlevlerin bile siyasetçilerin
elinden alınmasını ve siyasetçilerin etki alanı dışında bırakılmasını zorunlu
kılar duruma gelmiştir. Ne varki, sorun, ülkenin iç dinamikleri ile değil,
fakat uluslararası kredi kuruluşlarının baskılarıyla çözümlenmektedir.
Siyasetçinin ise, hala bu kurumların ekonomik olanakları üzerinde gözü vardır.
Kavga, son 40 yılın rekorunu kıracak şekilde (yüzde 9.4) küçülen ulusal milli
gelir pastasından siyasal yandaşlara pay ayırmak kavgasıdır. Özerk üst
kurullar, bu kavgada kamusal çıkarı korumak üzere kurulmuşlardır. Açıklıkla
belirtilmelidir ki, böyle bir uygulama devlet yönetimi ve demokarsisi gelişmiş
hiç bir ülkede düşünülemez ve hatta hayal dahi edilemez. Ancak, ülkemizdeki siyasal ve bürokratik kokuşmanın
ulaştığı boyutlar, başka ülkeler için hayal dahi edilemeyecek bir ucubeyi
ülkenin siyasal ve yönetsel gerçekleri arasına sokmuştur. Bu olgudan çok ciddi
dersler çıkarılması gerekir.
BÖLÜM 7
YÖNETİMİN YOZLAŞMASI
Susurluk
Sendromu: Devlet Yönetiminin Temel Sorunu
“Susurluk”,
bir sendrom, bir belirti, bir ipucu ve bir göstergedir. “Susurluk”, kötü
yönetimin, yönetimde yozlaşmanın, bürokratik hastalıkların, plutokrasinin,
ganimetin yağmalanması sisteminin, yönetimde hukuk dışılığın ve “komitacı”
yönetim anlayışının göstergesidir.
“Susurluk”,
bürokrasinin bir “meritokrasi”, yani erdemlilik yönetimi olmadığı sistemin
adıdır.
“Susurluk”, aynı zamanda, bir simgedir.
‘Politikacı-sermayedar-bürokrat-yeraltı suç örgütleri’ dörtlüsünün karapara ve
haksız kazançtan çıkar elde etme ve paylaşma için yaptıkları güçbirliğinin
simgesidir. “Susurluk”, kirli toplumun simgesidir.
“Susurluk”,
aynı zamanda bu kitabın da simgesidir. Çünkü, bu kitabın ana tezi “Susurluk”
türü yönetim biçiminin ülkeye yıllardır egemen olduğunu saptamak ve bu durumun
artık devam etmemesi gerektiğini topluma anlatmaktır. “Susurluk” belki bir kaç
kişinin karıştığı bir siyasal, toplumsal ve yönetsel olaydır. Ancak, ülkede pek
çok “susurluk sendromu” (SS) vardır. Toplum olarak ana hedefimiz SS’leri
toplumdan silmek ve temiz toplum, temiz ülke, temiz insan ve temiz bürokrasiye
ulaşmak olmalıdır.
Kutlu
Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’ndan alınan bazı bölümler
“Türkiye’de yönetim neden ve nasıl kirlenmiştir?” sorusunun yanıtlarını
vermektedir: “Kamuoyu, siyasetçi-yeraltı
dünyası-kamu kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve
büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden
rahatsızdır. Bu faaliyetlerin terörle mücadele ve ülke menfaatleri olarak gösterilmesi
ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur... Devletin
tüm kuruluşları yapılanlardan haberdardır. Başıboşluk, Susurluk kazasının
bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış, ‘Devlet Sırrı’ olan konular gazete
haberlerinin, makalelerinin ana konusu haline gelmiştir. Her şeyin bu kadar
kolay ortaya çıkması ve duyulması ise yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en
önemli göstergesidir... Mesela İzmit, Adapazarı, Bolu ekseninde işlenen
cinayetlerin ortak noktalarından biri polis-jandarma-itirafçı örgüt
mensuplarının faaliyetlerinin yörede yoğunlaşmış olmasıdır. Cinayetleri işleyenler
burayı değiştirmek gereğini dahi duymamışlar, yarattıkları ürküntü, güçlerinin
delili olmuştur... Devlet sustuğu için meydan çetelere terk edilmiştir. Her
şeyden haberdar olan MİT’e, 150 bin kişilik asayişten sorumlu polise rağmen
etrafına 15-20 kişi toplamış kabadayılara yaptıklarının hesabını sormak mümkün
olamamıştır… Bütün bu çete faaliyetlerini Susurluk olayı adıyla vasıflandırmaz
ve topyekün ıslah projeleri ele alınmazsa, mahalli çetelerin ve kabadayıların
devlete diklenecekleri zamanın çok uzakta olmadığını söylemek kehanet
sayılmayacaktır… İşlerin karmaşık yapısı, devlet kurumlarının içine girdiği
laubalilik, gevşeklik ve ciddiyetsizlikten kaynaklanmaktadır… Bu noktada
yetkililer olayları engellememiş, hatta teşvik etmişlerdir… MİT ve Emniyet arasında
kavga vardır. Gücün ve olanakların kavga nedeniyle bölünmesi, öncelikle
başarısızlığı getirmiştir. Sonra her iki teşkilat diğerinin çabalarını
küçümsemiş ve bu hal iki teşkilatın işbirliği imkanlarını belki de yok etme
noktasına kadar sınırlamıştır… MİT-Jandarma-Polis bağlamında büyük sorunlar
bulunmaktadır. MİT’e göre, 1992 yılından 1997 sonuna kadar 100’ün üstünde MİT
kaynağı, yani MİT’e bilgi belge taşıyan kişi, diğer güvenlik birimlerince
sorguya alınmış, bunların önemli bir kısmı şiddet dahil baskıya tabi tutulmuş,
25 civarında kaynak taraf değiştirmiş, 15’i faili meçhul cinayete kurban
gitmeleri sonucu, hayatlarını kaybetmişlerdir… Devlet içinde bir infaz grubu
kurulmuştur. Ancak devlette böyle bir yetkiyi kim kullanacaktır? Şu husus
bilinmektedir: Olağanüstü hal bölgesinde adam öldürme konusunda karar mercii
başçavuşlara, komiser yardımcılarına ve daha önemlisi, bu yetki dünkü terörist
yarınki potansiyel suçlu olan itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu
Komutanlığı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi, adam
öldürmedeki keyfiliği bir noktaya kadar önlemiştir. Mahkemelere kadar gitmiş
kişilerin, elden ele teslim edilerek devlet elindeyken köprü altında ölü olarak
bulunmasının faili meçhul olmayacağı aşikardır. Hukuk devleti kuralları dışına
çıkıldıkça, bu kuralların dışına çıkan bazı Özel Tim görevilerinde bir takım
alışkanlıklar oluşuyor. Hukuk dışına çıkmak bu kişilerde alışkanlığa dönüşüyor
ve çeteleşme olgusu başlıyor. Devlet bir yeraltı suç örgütleri devleti olma
sürecine girmişti. Bu süreç durmuştur.” [106]
Rapordan
önemli başlıklar:
·
Bazı
kanun kaçakları hem MİT ve hem emniyet tarafından özel amaçlarla
kullanılmıştır.
·
15
dolayında ülkücü, bazı operasyonlarda kullanılmak üzere yurt dışına
çıkarılmıştır.
·
PKK’ya
maddi destek sağlayan bazı kişiler, emniyet içindeki birimlerce öldürülmüştür.
·
Devletin
güvenliği için kullanılan bu kişiler daha sonra bazı kanunsuz işlere
girmişlerdir.
·
Azerbaycan’daki
darbe girişiminde bazı devlet görevlilerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır.
·
Örtülü
ödenekten kullanılan 50 milyon dolarlık paranın büyük bölümünün kaydına
rastlanmamaktadır.
·
Topal,
bazı bürokrat ve görevlilere rüşvet verdi, imkanlar sağladı. Bunlar arasında
emekli General … ve Emniyet Müdürü … da bulunuyordu. Topal’dan 17 milyon dolar
istendi. Topal mehil istedi. Para ödendi, ancak yerine ulaşmadı. Ödeme yapılan
mutemet kişiler, bu parayı ilgili kişilere dağıtmadığı için Topal için ölüm
emri çıktı.
Yukarıda yer
alan sözler bir devlet yönetimi biçimine
ilişkindir. Günümüzün temel devlet değerleri olan hukuk devleti ve hukukun
üstünlüğü ilkeleri açısından ele alındığında, bu tür bir yönetim anlayışının
tam anlamıyla çağdışı bir anlayış olduğu açıklıkla görülmektedir. SS, devlet
yönetiminin gelmiş olduğu çizgi bakımından büyük önem taşımaktadır. Önemli
olan, ülkenin bir köşesinde meydana gelen bir trafik kazası değil; devleti
yönetmek durumunda olanların yönetişim biçemlerinin içine düştüğü açmazın
derinliği ve ülke insanının bu bağlamda ödediği pahanın yüksekliğidir. Bu
nedenle, SS olgusu kamu yönetimi disiplini açısından çok daha ayrıntılı olarak
irdelenmeli ve bu olaydan gerekli dersler çıkarılmalıdır.
“Derin Devlet”: Devlet ve Yeraltı Suç Örgütleri
İlişkisi
Devlet
yönetiminin yasa dışı bazı klik ve kişilerle içiçe olduğuu sıklıkla ileri
sürülmektedir.
Zülfü
Livaneli, bir yazısında şunları söylemektedir: “Dünyada, mafya sistemine en uzak kişilerden birisidir Ecevit. Ama
yıllardan beri … mafyanın üstüne gidemiyor. Bir zamanlar nasıl kontrgerillanın
üstüne gidemediyse şimdi de mafya konusuna ilişemiyor. Birileri elini kolunu
bağlıyor Ecevit’in. Yanlış bilgi veriyor, doğacak devlet skandalının büyüklüğü
ile tehdit ediyor, koalisyonun bozulması ihtimalini dile getiriyor... Kısacası,
yıllardır Türkiye’nin yönetiminde yetkili olan Ecevit döneminde mafya ile Türkiye
Cumhuriyeti Devleti el ele, kol kola bir görüntü sergiliyor. Mafya babalarına
verilen kırmızı pasaportlar, zaman aşımının yanlış bildirilmesi, devlet
kağıtlarında yapılan tahrifatlar birbirini kovalıyor… Mafya söz konusu olunca
devlette akan sular duruyor: Demirel’den Ecevit’e kadar herkes, sanki suç
ortaklığı sessizliğine bürünüyor… Bunun sebebi mafya ile devletin iç içe geçmiş
oluşu. Ne yazık ki, dış merkezlerde Türkiye de bu kategoride algılanıyor. Yani
mafyalaşan devletler ya da kriminal devletler arasında… Türkiye bu işin
altından kalkamayacak gibi görünüyor. Devlet adamları işi kurcalamaya kalktılar
mı öyle bir cehennem ağzı açılıyor ki önlerinde, ürküyorlar. Susurluk’da olduğu
gibi devletin kirli çamaşırlarının iyice ortaya çıkmasından korkuyorlar. Bu
yüzden de unutturma yolunu seçiyorlar. Türkiye’nin en büyük gazetelerinde
onlarca yazar her gün ‘Bu nasıl devlet?’ diye haykırıyor. Manşetler Ankara’nın
yüzüne şamar gibi iniyor. Ama hiç aldıran yok. Çünkü aldırmanın maliyeti;
kelepçelenerek mahkemeye çıkarılacak olan büyük mü büyük siyasetçiler,
liderler, eski başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri ve yüksek bürokratlar.
Bunu göze alabilirler mi dersiniz? Bence alamazlar! Bu yüzden bu skandal da
diğerleri gibi unutulacak ve biz aslında hapiste olması gereken adamların
önünde ceketlerimizi iliklemeye devam edeceğiz. Ne yazık ki, devleti mafya ile
iç içe geçen ulusların kaderi bu.” [107]
Susurluk davasına bakan İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesi 12 Şubat 2001 günü verdiği kararla, Susurluk olayından yargılanan iki
kişiyi 6 yıl, öteki bazı kişileri de 4 yıl ağır hapis cezasına çarptırmıştır.
İlgililere, bu cezanın yanında, kamu hizmetlerinden ömür boyu mahrum bırakılma
cezası da verilmiş ve verilen cezalarda herhangi bir nedenle indirim
yapılmamıştır. Bu karar mahkemenin suç işlemek üzere çete kurmak suçundan
verebileceği en ağır cezadır. Mahkum olanların hepsinin devlet memuru iken bu tür
eylemlerde bulundukları gözönüne alınırsa, bu kararla Türkiye’de “derin devlet”, yani yeraltı
unsurlarıyla akçal ve siyasal işbirliği ve çıkar bağlantısı içinde olan kamu
görevlilerinin bulunduğu gerçeği ispatlanmış olmaktadır.
Devletin Güvenilirliği
Kuşkusuz,
devlet olgusunun temel misyonu her ülkede olduğu gibi ülkemizde de
yönetilenlerin ve toplumun güvenini kazanmaktır. Yurttaşların, devlete güvenlerinin olmadığı
toplumlarda, güçlü ve gerçek bir devlet olabilmenin ön koşulu ortadan kalkmış
olacaktır. 1999 yılı içinde PİAR-GALLUP şirketinin yaptığı bir araştırma bu
konuda oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Bazı köşe yazarlarının
kaleminden araştırma sonuçlarını okuyalım:
Taha
Akyol: “Sadece ANAP için değil, herkes
için, özellikle de ‘sistem’ için son derecede önemli bir araştırma… Araştırmayı
yöneten ANAP’lı Işın Çelebi şöyle özetliyor: ‘Durum iki türlü vahimdir. Birinci
yön, milletin devletine olan güveni sarsılmıştır… Türkiye’de devletine
güvenmeyen bir millet vardır. İkinci vahim yön, siyaset ve siyasetçi toplumun
gerisinde kalmıştır. Siyaset kan kaybetmektedir…’ ANAP’ın araştırmasına göre,
halkın yüzde 43’ü ‘sistemin daha da bozulmakta olduğunu’ düşünüyor. ‘Sistem
çöküyor’ diyenlerin oranı yüzde 37’dir. Sistemi bir türlü iyi bulanların oranı
ise yüzde 19’da kalıyor!...” [108]
Cüneyt
Ülsever: “Kişisel kanımca, gündeme en
ağırlıklı olarak düşmesi gereken haber, 8 Kasım 1999 günü Sayın Şükrü
Elekdağ’ın Milliyet Gazetesi’nde yayımladığı ‘Halkta güven bunalımı’ başlıklı
yazı idi. Sayın Elekdağ, ciddiyetinden kimsenin kuşku duymayacağı PİAR-Gallup’un
‘milletin kurumlara ve liderlere ne kadar güvendiği’ konusunda yaptığı kamuoyu
araştırmasını hem yayımladı, hem de yorumladı. Araştırmanın konusu ‘güven’ ve
çıkan sonuç tüyler ürpertici! Milletin % 72.5’i kendisini güvenlikte
hissetmiyor… Daha doğrusu, ülkenin temel kurumlarına duyulan güven duygusu her
geçen gün azalıyor… Üç yıl gibi kısa bir sürede (1996: Refahyol
koalisyonu-Eylül 1999) TSK’ya, ülkenin en fazla güvenilen kurumuna duyulan
güven % 81.3’ten % 65.1’e düşmüş. Düşüş
oranı hemen hemen % 15! TSK, 28 Şubat’a en yakın olan Ağustos 1997’de % 72.7
güven sağlamış, Anasol-D ve DSP azınlık hükümeti sırasında tekrar bir yükselişe
geçtikten sonra bu trendi genellikle korumuş, ama Eylül 1999’da güçlü bir düşüş
yaşamış. Aynı sürede Cumhurbaşkanı da % 64’den % 51.2’ye gerilemiş. Parlamento
zaten düşük olan güvenilirlik oranını % 25.1’den % 21.2’ye düşürmüş... Peki
muhalefet partileri ne yapmış? Onlar da güven bunalımından nasiplerini
alıyorlar… Türkiye’nin sorunlarını
çözebilecek parti/lider sıralaması içler acısı. Ağustos1999-Eylül 1999 arası
sadece bir ay arayla ‘Türkiye’nin sorunlarını hiç birisi çözemez’ diyenlerin
oranı % 25.7’den % 35.8’e yükselmiş.” [109]
Yurttaşların
devlete güven duygusunun sarsılmaması devlet yönetimi açısından çok büyük bir
önem taşımaktadır. Vatandaşın devlete ve devletin temsilcilerine güven duyması
pek çok uyuşmazlık konusunu bir sorun durumuna gelmeden önleyebilecek önemli
bir potansiyel güç kaynağı olmak durumundadır. Vatandaşın bu inanç ve güveninin
devam etmesi devletin vatandaşların sorunlarına sahip çıkması ve kendilerine
eşit ve adil davranması ile olanaklı olabilecektir. Ülkemizin yakın geçmişinde yer alan sosyal
olayların büyümesi ve siyasal çözüm yollarının tıkanması dönemlerinde olayların
çok büyük boyutlara ulaşmasının önemli nedenlerinden biri bu güven duygusunun
sarsılmış olmasıdır.
‘Dürüst ve saydam devlet’
kavramı ancak halkın kendisini ilgilendiren konularda yönetime ve karar alma
sürecine katılımı ile sağlanabilir. Bu kavramın gelişmesi ve güçlenmesi
demokratik kültür değerlerinin gelişmesinde en fazla katkıda bulunacak temel
oluşumlardan birisi olarak kabul edilmelidir.
Ülkemizde
yönetilenlerin yönetime katılmaları ve görüşlerini dile getirmeleri olanakları
oldukça sınırlıdır. Bu durum devletin saydamlaşmasını önlemekte, bazı bilgiler
topluma aktarılmamakta ve sonuç olarak da toplumun bilgilenme ve
bilgilendirilme hakkı yeterince güvence altına alınamamaktadır.
Ortaya
çıkan bir başka sonuç da yönetilenlerin yönetenler üzerindeki doğrudan denetim
olanağının ortadan kalkması olmaktadır.
Türkiye’de
iş dünyasının önde gelen temsilcilerinden olan İshak Alaton devletin olması
gereken biçimi konusunda şunları söylemektedir: “Susurluk örtüldü, çünkü sultan öyle emretti. Parlamentoda pankart açan
liseli çocuklar hapisle cezalandırıldı. Sultan kendisini toplumdan soyutladı ve
kutuplaştı. Deprem gecesinde sultan zihniyeti yıkıldı. Halk, artık 40 yıldır
emir veren sultan devleti değil, yepyeni bir devlet istiyor. Türk toplumu,
baskıcı sultan zihniyetini, bitmekte olan bu asırla birlikte tarihe gömmek
istiyor. Helsinki’de alınacak müsbet karar, Türkiye’de göstermelik değil,
hakiki demokrasiye geçişin başlangıcı olacaktır… Susurluk olayından sonra
toplumun çığlıkları, sağır kulaklara ulaşmadı. Toplum, sultanlı yönetimden
bıkmış, yolun sonuna gelinmiş. Halk, ezilen ve güdülen bir toplum olmayı
reddediyor. Toplum, kendisine hesap vermekle yükümlü şeffaf bir yönetim
istiyor. Çetelerin yönetimini reddediyor. Yani, devletin tamamının yeniden
yapılanmasını istiyor. Emir veren sultan devleti reddediyor, hizmet veren
yepyeni bir devlet istiyoruz.” [110]
“Komitacılık kötü devlet geleneği” diyen
Mesut Yılmaz, son zamanlarda giderek yaygınlaşan yönetsel yozlaşma örneklerine
değinerek, Türkiye’nin devlet geçmişinde, devlet acze düştüğünde bir takım
“milliyetperver” insanların hukuku zorlayarak devleti kurtarmaya çalıştığı ve
adına “komitacılık” denen kötü bir gelenek olduğunu, Türkiye’nin bundan her
zaman zarar gördüğünü belirterek şunları söylemiştir: “Geçmişteki yanlışların, devlet hayatından silinmesi gerekir. Temiz
duygularla başlayan komitacılık geleneği, devlete yarardan çok zarar getirdi.
Bir kez hukuk dışılık devlet tarafından kabul edilirse başka alanlardaki hukuk
dışı eylemler engellenemez. Çeteler, Hizbullah, Susurluk ve Batman’da bu
görüldü… Geçmişindeki yanlışlarla hesaplaşmayan devletler bundan kurtulamazlar.”
[111]
Devlete Güveni Sarsan Nedenler
Türkiye’de
halkın devlete güven duygusunu sarsan üç temel olgu vardır: yolsuzluklar, işleyeni (faili) bilinmeyen
siyasal nitelikli cinayetler ve bürokratların ve siyasetçilerin yasa dışı
kişilerle ilişkileri.
Türkiye’nin
yakın geçmişine baktığımızda, her iki olgu konusunda da içaçıcı bir tablo ile
karşılaşabilmek olanağı yoktur. Yakın siyasal ve yönetsel geçmişimiz yolsuzluk
örnekleri ile doludur. Türkiye’de son 25 yılda meydana gelen yolsuzluklarla
ilgili bir internet sitesinden [112] alınan
bazı bilgiler bu alandaki kötü anıların anımsatılması amacıyla aşağıya
aktarılmıştır.
Mobilya
Yolsuzluğu: Yahya Demirel, kaliteli mobilya adı altında yurt dışına sunta ve
adi tahta ihraç etti. Bu işlem karşılığında hazineden 20 milyon lirayı aşan
miktarda vergi iadesi aldı.
HEMA
Traktör: Ford traktörlerinin Türkiye’de yapımını üstlenen şirketler grubunun
yurda soktuğu 201 traktörün kayıp olduğu, yasalara aykırı biçimde ithalat
yapıldığı ve çeşitli bankalardan usulsüz krediler sağlandığı saptandı.
Tuncay
Mataracı: Gümrük ve Tekel eski Bakanı Mataracı, 105 milyon lira rüşvet almakla
suçlandı. İddialardan bazıları şöyle: 1972’deki personel atamasının tamamının
yasalara aykırı olması. İpsala giriş,
Habur ve Cilvegözü çıkış kapılarında kaçakçı çete ve şebekelerinin istekleri
doğrultusunda atama yapma. Demir kaçakçılığı yapılan liman gümrüklerine, bu
işlerle uğraşanların istemleri doğrultusunda atama yapma. Bu işler karşılığında
105 milyon lira rüşvet alma. İşgüzar davasından da yargılanan bir şahıstan rüşvet
alma. Yurda kaçak silah sokma… Yüce
Divan, Mataracı’yı “görevi kötüye kullanma ve rüşvet alıp verme” suçlarından
yargıladı, tüm malvarlığına ve banka hesaplarına el konulmasını kararlaştırdı.
Ecevit hükümetinin bağımsız Başbakan Yardımcısı Faruk Sükan, “Ecevit hükümetinden, Mataracı yüzünden
istifa ettim” dedi. Mataracı, 16 Mart 1982’de 36 yıl hapis, 787 milyon lira
ağır para cezasına çarptırıldı.
Hilmi
İşgüzar: SSK’da 209 milyonluk yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle CGP Genel Başkanı
Feyzioğlu, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar hakkında meclis soruşturması
açılmasını istedi. İddiaya göre, SSK’ya gayrimenkul alım satımı sırasında Bakan
usulsüz müdahalelerde bulunmuş ve 5 milyon liralık inşaata 28 milyon lira
ödemişti. İddianın ortaya atılmasından iki ay sonra İşgüzar, “soruşturma komisyonunun serbest çalışması”nı
sağlamak gerekçesiyle görevinden istifa etti. Milli Güvenlik Konseyi, Hilmi
İşgüzar’ı, Bakanlığı döneminde “kayırma, usulsüzlük, yolsuzluk, nüfuz ticareti,
suistimal, menfaat temini yoluyla SSK ve Bağ-Kur’u zarara sokmak” suçundan Yüce
Divan’a sevketti.
Hayali
İhracat: İhracata özendirme primi uygulama politikası yüzünden ihracat
yapmadığı halde yapmış gibi belge düzenleyen birçok firma devletten
trilyonlarca lira özendirme primi aldı. 1984’ten 1988 yılına kadar hayali
ihracata ödenen özendirme primi resmi rakamlara göre -1988 yılı fiyatlarıyla-
120 milyar 51 milyon TL’yi buldu. Aralarında çok ünlü ve büyük firmaların da
yer aldığı hayali ihracat vurgununda 58 firma hakkında dava açıldı. Ertan Sert,
Turan Çevik ve Hasbi Menteşoğlu gibi işadamları hapis cezasına çarptırıldı.
İsmail
Özdağlar: Devlet Bakanı İsmail Özdağlar’ın adı önce Etibank’ın verdiği usulsüz
krediler ve Libya’dan tahsil edilecek müteahhit alacaklarında menfaat karşılığı
öncelik verilmesi iddialarında geçti ve hakkında soruşturma açıldı. Bu konudaki
soruşturmalar sürerken UM Deniz Nakliyat’in sahibi Uğur Mengenecioğlu,
Özdağlar’ın kendisinden 25 milyon TL rüşvet istediğini açıkladı. Devlet Bakanı
Özdağlar’la olan rüşvet pazarlığını teybe kaydeden Armatör Uğur Mengenecioğlu,
içinde 25 milyon lira bulunan çantayı bizzat Bakan’ın kayınpederine verdiğini
açıklayınca Özdağlar görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Daha sonra
dokunulmazlığı kaldırılan Özdağlar, Yüce Divan’da yargılandı ve iki yıl hapse
mahkum edildi. Özdağlar 9 ay 18 günlük cezasının büyük bölümünü Keçiören Çocuk
Islahevi’nde geçirdi.
Karayolları:
Karayolları eski Genel Müdürü’nün görev sırasında 8 milyon dolarlık bir servet
edindiği ortaya çıktı. Genel Müdür, 1996 yılının Kasım ayı sonlarında Ankara 7
nci Asliye Ceza Mahkemesi’nde, servetinin kaynağını inandırıcı biçimde
açıklayamadığı için 3 yıl hapisle cezalandırıldı.
Jaguar
Olayı: Jaguar Türkiye Distribütörü, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın kızına son
model bir Jaguar hediye etti. Ancak, Turgut Özal’ın talimatıyla hediye araba
iade edildi.
İstanbul
Bankası: İstanbul Bankası’nın etkinlikleri 1983 tarihinde durdurularak
tasfiyesine karar verildi. İstanbul Bankası’nın 1979-1982 yılları arasında
Genel Müdürü, bir murahhas aza ile bazı şirketlere o günkü değerlere göre 2
milyar 125 milyon lira kredi kullandırdılar. Banka’nın devlete olan 50 milyar
liralık borcu o günkü Türkiye bütçesinin yüzde 6.7’sini oluşturuyordu.
Şirketlere kredi açılması Bankalar Yasası’nın 41 inci maddesine aykırı bulundu
ve ilgililer hakkında dava açıldı.
TOFAŞ
İhalesi: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, TOFAŞ’taki kamu hisselerinin
satılmasına danışmanlık yapacak firmanın seçimi için düzenlediği ihalenin
teklif zarflarının ihale komisyonu yerine Başbakan Çiller tarafından
Başbakanlık Konutu’nda açılarak ihalenin Finansbank-Lehman Brothers
konsorsiyumuna verilmesi üzerine Özelleştirme İdaresi Başkanı ve ihale
komisyonu üyeleri hakkında dava açıldı. Başbakan Çiller hakkında Meclis’te
verilen soruşturma önergeleri gündeme alınmadı.
İSKİ:
İSKİ Genel Müdürü’nün eski eşi, boşanma karşılığı olarak 8 milyar lira nakit,
lüks bir daire ve lüks bir araba aldığını açıkladı. İstanbul Büyük Şehir
Belediye Başkanı ve İSKİ Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nurettin Sözen
İçişleri Bakanlığı’na başvurarak bu haberler hakkında soruşturma açılmasını
istedi. Yolsuzluğun sorumlusu olan İSKİ
Genel Müdürü yargılandı ve cezalandırıldı.
İLKSAN:
İLKSAN, İstanbul’da Ömerli Barajı su toplama havzası içindeki 6 milyon
metrekarelik imar izni olmayan arsayı, bir şirketden 346 milyar liraya almak
için anlaştı. Şirket, Kasım 1992’de 120 milyar liraya aldığı arsayı, bu
tarihten önce İLKSAN’a 346 milyar liraya ön protokolla sattı. Yani, şirket
sahip olmadığı arsayı önce İLKSAN’a 346 milyara sattı, sonra hayali olarak
sattığı arsayı üçte bir fiyatına asıl sahibinden satın aldı. Sonradan aldığı
arsanın ilk ödemesi olan 95 milyarlık borcunu da İLKSAN’ın çekleriyle arsanın
gerçek sahibine ödedi. Böylece koruma alanı içinde olduğu için metrekaresi 10
bin liradan kamulaştırılan araziye İLKSAN 57 bin 500 lira ödemiş oldu. Aradaki
226 milyar liranın komisyon olarak ödendiği anlaşıldı. Yolsuzlukla ilgili olarak
İLKSAN yöneticileri ve arsayı satan hakkında dava açıldı. Yargılama sonucunda
17 sanık hakkında hapis cezası verildi.”
Bu
tabloya eklenmesi gereken, “Lockheed rüşvet olayı” ve “Emlak Bank’daki
Civangate” skandalı da yakın tarihimizde gerçekleşen önemli yolsuzluk olayları
arasında yer almaktadır.
İşleyeni Bilinmeyen Siyasal Cinayetler ve Yasa
Dışı Kişilerle İlişkiler
Türkiye’de
devlete güveni sarsan bir başka önemli olgu, çok sayıda siyasal nitelikli
cinayet olayının aradan geçen uzun zamana karşın hala aydınlatılamamış
olmasıdır. Bu olaylarla ilgili olarak Devlet yöneticilerine karşı çok ciddi
ithamlar ileri sürülmekte ve “derin
devlet” nitelendirmeleri yapılmaktadır.
Olaylardan
bazıları anımsatılmak amacıyla aşağıda sıralanmıştır: Uğur Mumcu, Muammer
Aksoy, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Doğan Öz, Gün Sazak, Kemal Türkler, Tarık
Dursun, Mehmet Sincar, Musa Anter, Necdet Bulut, Cavit Orhan Tütengil, Yasemin
Cebenoyan, Onat Kutlar, Hulusi Sayın, İzzet Keser, Hamit Fendoğlu, Sevinç
Özgüner, Vedat Aydın, Kemal Kayacan, Bahriye Üçok, Ümit Y. Doğanay, Metin
Göktepe, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Ümit Kaftancıoğlu ve Ziya Ekinci.
Örgütlü
ve planlı olduklarında hiç bir kuşku bulunmayan bu cinayetlerin bugüne kadar
aydınlatılamamış olması, toplumun
devlete karşı olan güven duygularının sarsılmasına ve azalmasına yol
açmaktadır. Bu cinayetler, aynı zamanda, devletin ve rejimin geleceği açısından
ne denli büyük tehlike ve tehditlerin var olduğunu göstermektedir.
Güneydoğu’da
faili meçhul cinayet sayısının 800 civarında olması ve polisin çok başarılı
uygulamasıyla ortaya çıkarılan Hizbullah gerçeğinden sonra mezar evlerde ele
geçirilen onlarca ceset bu tehlike ve tehditlerin en güçlü göstergesidir. Bu
olayların aydınlatılması ve çetelerin yakalanması amacıyla güvenlik güçlerinin
önemli bir çaba gösterdiği ve bu çabanın son bir kaç yıl içinde önemli olumlu
sonuçlar ürettiği açıklıkla görülmektedir.
PKK
elebaşısı Apo’nun yakalanmasından başlayarak bölücü ve dinci terör örgütleri
içinde yer alanların ve aynı zamanda adi suçlara yönelik suç örgütlerinin ele
geçirilmesinde güvenlik birimleri önemli başarılara imza atmaktadır. Ancak, bu
kötü oluşumun çok büyük boyutlara ulaşmış olması ve güvenlik birimlerinin
içinde bulunduğu bazı kurumsal yetersizlikler ve kimi personel sorunları
devlete güvenin sağlanması için yapılması gereken çok şey olduğunu
göstermektedir.
Devletin
güvenilirliğini kısıtlayan bir başka olgu da -nedeni ve amacı ne olursa olsun-
bazı kamu yöneticilerinin yasa dışı kişilerle kurduğu ilişkilerdir. Örneğin, bu
tür kişilerden birinin adının ermeni terör olayları ile mücadeleye karışması,
MİT eski yöneticilerinden Eymür’ün bu kişinin MİT adına -kendisinin
yalanlamasına karşın- görev yaptığı yolundaki açıklamaları, bu kişinin
Fransa’da yakalanması sırasında üzerinden sahte olmadığı anlaşılan kırmızı
pasaport çıkması, yakalanmasından sonra tamamlanmayan iade dosyaları,
Fransa’dan istenmeyen ek yargılama talepleri, Fransa’ya yapılan başvurulardaki
çelişkili zaman aşımı tarihi bildirimleri, sonuçta ortaya çıkan takipsizlik
kararları ve bu kişinin ülkeye kendi isteği ile geri gelmesinden sonra iade
konusu olan iki davadan birinin zaman aşımı nedeniyle düşmesi gibi olgular
devletin bazı organlarının yasa dışı kişilerle ilişkileri konusunda ciddi
duraksamalar yaratmaktadır.
Zaman
aşımı ile davaya bakan Yargıc’ın Adalet Bakanlığı’nı suçlaması ise olayın
boyutlarını göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır. Yargıç Tevfik Güngören,
kararında şöyle demektedir: “Adalet
Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü’nce mahkememize
gönderilen ve dosyaya konulan 28 Eylül 1999 günkü cevap yazısındaki 8 Ekim 1998
günkü talimat evrakımızın şahsın Fransa’dan iadesi talebimize olumsuz etki
yapmaması için saklandığının bildirildiği görüldü. Talimatımızın Fransız adli
makamlarına intikal ettirilerek savunmasının alınmasının sağlanması gerektiği
halde, sanığın iadesinin temini için belgelerin bakanlıkta saklandığı ve sonra
da iade edildiği anlaşılmıştır...” [113]
Dava
konusu olan kişi ise, hakkında koşullu iade kararı verildikten sonra Fransa’da
şu açıklamayı yapmaktadır: “Benim şu anda
içinde bulunduğum durum … devleti kendi çıkarları doğrultusunda yöneten
yönetimlere karşı olmamdan kaynaklanmıştır. Halk artık benim problemimin,
devleti kendi çıkarları doğrultusunda yönetip, vatandaşını unutan yönetimlere
karşı olduğunu bilmektedir. Türkiye’ye dönersem ben değil, benimle ilişkisi
olan siyasiler, bürokratlar ve işadamları düşünsün. Ben süt kadar beyaz, su
kadar duru değilim ama bazı yöneticilerden çok daha şerefliyim.” [114]
Aynı
kişi, basına yansıyan bir başka telefon konuşması bandında Türkiye’deki devlet yönetimi hakkında şu
değerlendirmeleri yapmaktadır: “… Bugün
Türkiye’nin başında gayrimeşru bir hükümet var… Türkiye’de bir problem var. Onu
çözmeye çalışıyorum. Erbakan ve tarikatçılar dinsiz, imansız. Demirel, Özal’dan
sonra koltuğa oturmak için memleketi bu duruma soktu. Çiller de durumu daha
kötüye soktu… Türkiye’de iki önemli şahıs var. Onları önce televizyona çıkıp
rezil edeceğim. Onlar Yalı çetesiyle birlikte Türkiye’nin kanını emiyor. Yanlarına kalmayacak. Benim için operasyon
planladılar. Ben bunu Emniyet’e yakın bir bakandan öğrendim. Bakan beni aradı,
‘Kendine dikkat et’ dedi. Bu konular hakkında yakında televizyonlara açıklamalar
yapacağım.” [115]
Ve,
Türkiye’de temiz siyaset yapılması için çağrı aynı kaynaktan gelmektedir. “Ben canını kurtarmak için devletini idam
sehpasına çıkaran kansızlardan değilim… Mustafa Kemal Atatürk’ün partisi olan
CHP’ye genel başkanlık yapan Sayın Deniz Baykal ve Bülent Ecevit, eşkiyanın
başı olan bu hükümetin başına destek verip koalisyona devam ederse, TC’de
bulunan milyonlarca sosyal demokrat Mustafa Kemal öbür dünyada yakasına
yapışır, hesap sorarlar… Türkiye’de hükümetler sokaktaki vatandaşı hiç bir
zaman düşünmemişlerdir. Kendilerini güçlendirmek için devletin imkanlarını
kendi yandaşlarına soydurtmuşlardır. Vatandaşın hakkını yiyen ve çalan bu
hükümetleri nefretle kınıyorum”. [116]
Öte
yandan, Gaziantep’te baklava çalan çocuklar cezalarını çekerek hapisten
çıkmakta, Meclis’te pankart açan üniversiteliler 96 yıl hapis cezasına
çarptırılmakta, Manisa’lı lise öğrencileri ile ilgili dava bu gençlerin tüm
geleceklerini karanlığa mahkum edecek şekilde sürmekte ve İstanbul’da boş geçen
dersleri için öğretmen isteklerini bir yürüyüşle dile getirmek isteyen çok
küçük yaştaki öğrenciler hakkında üç yıl hapis istemiyle dava açılmaktadır.
Bu
çerçevede telefon tehditleri, tetikçi görevlendirmeleri ve haber gönderme
yollarıyla kamu bankalarının satışına müdahale edilmekte, medyada istenen yönde
eldeğiştirmeler için baskı ve zora dayalı düzenlemeler yapılmakta, MİT’de
yapılması istenilen atamalar için siyasal ve bürokratik müdahaleler
planlanmakta, eski bir Başbakan’ın yalı komşuları için vurucu timler
oluşturulmakta, bazı kişiler esrarengiz cinayetlere kurban gitmekte, ünlü
şarkıcılar arasında çıkan uyuşmazlıkların çözümü için arabuluculuk yapılmakta,
haber alma görevlisi “kaç” diyebilmekte”, bir bakan “kendine dikkat et”
haberleri gönderebilmekte, bir Bakan yaptığı telefon konuşması açığa çıkınca
istifa etmek zorunda kalmakta, iki aya kadar öldürüleceksin denilen kişiler
cinayete kurban gitmekte, poliste dava dosyaları hazırlanırken bazı isimler
bilerek çıkartılmakta, davalar istenen türde bilgiler gönderilerek
şekillendirilmekte ve bazı kişilere bu yolla hukuksal koruma sağlanmakta,
televizyonda rakip siyasi parti hakkında açıklama yapması durumunda olanlara
banka sahibi yapma sözleri verilmekte, televizyonlara tehdit telefonları
açılarak bazı siyasetçiler hakkında olumsuz yayın yapmaları durumunda
kalemlerinin kırılacağı bildirilmekte ve işadamlarına karşı lav silahlı
suikastler planlanmaktadır.
Ve, 29
Mayıs 1999 günlü Hürriyet Gazetesi’nde anlamlı bir başlık: “ ‘Delilsiz’ beraat. Abdi İpekçi suikastine katıldığı ve Ağca’ya suç
ortaklığı yaptığı gerekçesiyle 20 yıl hapis istemiyle yargılanan Oral Çelik
‘delil yetersizliğinden’ beraat etti. MİT görevlileri ‘Hatırlayamıyoruz’,
Emniyet ‘İfadeleri bulamıyoruz’ deyip, tek görgü tanığının güvenliği
sağlanamayınca, mahkeme delil bulamadı.”
İçişleri
eski Bakanı Meral Akşener’in kamuoyuna açıkladığı Alaattin Çakıcı-Eyüp Aşık
telefon görüşmesi bandının deşifre edilmiş metninde Çakıcı tarafından
kullanılan şu sözler üzerinde durmakta olduğumuz konu açısından son derecede
çarpıcı ayrıntılar vermektedir: “Vallahi
abi, biliyorsun, o zaman seninle konuştuk … Sen o zaman bize haber verdin, işte
biz de o zaman dediğin gibi yer değiştirdik… Mesut Bey önce bizim hemşerimiz… O
buraya sağlam gelmemeli, ölü gelmeli deyince bu işe üzüldüm. Ömer Göktuğ dedi ki
Mesut Bey beni televizyona çıkartacak. Aslında Mehmet Ali Yılmaz’la da
konuştum. Dedi ki ben de Mesut’la konuştum. Televizyona çıkıyorsun dedi. Sonra
... baktım ki benim hiç bir zararım olmamış, sadece benim Mesut Bey’e faydam
olmuş... Bana bir banka teklif ettiler…” [117]
Benzer
türde bir ilişkiyi Uğur Mumcu soruşturmasında da görmek olanaklıdır. Uğur
Mumcu’nun katillerinin yakalandığı ve suçlarını itiraf ettikleri polis
tarafından açıklanırken, Mumcu’nun ailesi yalnızca “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde olduklarını açıklayabilmiştir.
Mumcu ailesinin bu yaklaşımının doğru olduğu daha sonra anlaşılmıştır. Uğur
Mumcu’nun polis tarafından açıklanan ve olay yerinde uygulaması yaptırılan
katillerinin gerçek katiller olmadığı, İstanbul emniyetinin yönlendirmesiyle bu
yönde açıklama yaptıkları, daha ilk duruşmada önceki tüm açıklamalarını
reddettikleri ve “itirafçı” bile
olmak istemedikleri gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Bazı polis
yöneticilerinin bu olaydaki davranış biçimleri, kamu yönetiminin gelmiş olduğu
olumsuz konumu işaret etmesi bakımından son derecede önemlidir.
Kamu Yönetiminde Rüşvet, Yolsuzluk ve Karapara Aklama
Yönetimde
haksız kazanç sağlamanın temel yolu olan rüşvet, tarihin derinliklerinden bu
yana toplumları esir alan ve çürüten büropatolojilerin başında gelmiştir.
Ziyaroğulları
Devleti Hükümdarı Keykavus tarafından yaklaşık 900 yıl önce devlet adamlarına
öğütlerde bulunmak amacıyla yazılan “Kabusname”
adlı yapıt, rüşvetin siyasal, yönetsel ve toplumsal davranış bilimleri
açısından son derecede ayrıntılı çözümlemesini yapan ilginç bir çalışmadır.
Yapıtda yer alan “Sakın ha ‘Herşey benim
olsun’ demeye kalkma, zira tamamını sana vermezler… Öyle yüksek makamların
yiyicilerinin çok olacağını; sana herşeyi yedirmeyeceklerini asla aklından
çıkartma! Eğer mutlaka yiyeceksen avuçla değil parmak ucuyla ye ki sonradan
boğazında kalmasın!... Başkalarının yemesine müsaade etmeden sen tek başına
yemeye kalkarsan, mahrum bıraktıkların boş durmaz ve yediğin her lokmayı
kustururlar” [118]
sözleri bu bürokratik hastalığın yapısı ve özellikleri hakkında önemli
ayrıntıları ortaya koymaktadır.
Türk
kamu yönetiminde, öteki bazı ülkelerde de olduğu üzere, dün olduğu gibi bugün
de yolsuzluklar yapılabilmektedir. ABD’de ortaya çıkan ve önemli sonuçlar
üreten ‘Watergate’ ve son yıllarda İtalya’da yaşanan ve kamuoyuna ‘Temiz Eller’
şeklinde yansıyan olayların benzerlerinin ülkemizde olmadığını ve toplumumuzun
bu tür büropatolojilerden uzak olduğunu ileri sürebilmek olanağı yoktur.
Parlamentoya ve yargıya intikal etmiş pek çok olay ve dosya vardır. İlgili
bakanlıkların Teftiş Kurulları’nda da bazı olayların soruşturması devam
etmektedir. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, olaylarla ilgili soruşturma,
kovuşturma ve yargılama çok fazla zaman almakta ve kamuoyunu etkileyecek ve
tatmin edecek sonuçlara ulaşılamamaktadır. Bu durum bir yandan kamu vicdanının
yaralanmasına yol açarken öte yandan bürokrasi üzerindeki denetimin etkisinin
fevkalade sarsılması ile sonuçlanmaktadır.
Halkın
devlete güvenme duygusunda bazı zayıflık
noktaları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların başında da keyfi yönetim tehlikesi, yolsuzluk
olaylarında artış ve bürokratik etik değerlerde erozyon olgusu gelmektedir.
Öte
yandan, kamu yönetiminde yolsuzluklarla
ilgili olarak kamu vicdanını olumsuz olarak etkileyen ciddi bir tehlike
başgöstermiştir. Bu tehlikeye ilginç bir isim İçişleri Bakanı Sadettin Tantan
tarafından verilmiştir: yolsuzluk
ekonomisi. Tantan şunları söylemektedir: “Biz inanıyoruz ki, ekonomide de adaletin hakim kılınması açısından,
yolsuzluk ekonomisinin mutlak suretle ortadan kaldırılması gerekir. Eğer
topyekün mücadele anlayışı ülke bütünlüğü içinde hakim kılınırsa, terör
örgütleri ve yolsuzluk ekonomisiyle mücadele son derece basitleşecektir. İnsan,
mal ve para hareketlerini takibi açısından süratle bir yasa hazırlanmıştır.
Bundan sonra insanların mal ve para hareketleri tamamen devletin kontrolu
altında olacaktır.” [119]
Tantan bir başka
açıklamasında da “yolsuzluk terörü” var
demektedir. Ve, yine Tantan döneminde bir yolsuzluk haritası çıkarılmak üzere
harekete geçilmektedir. Dünya Bankası’nın İçişleri Bakanlığı’na sağlayacağı ve
TESEV tarafından kullanılacak bir fon ile Türkiye’deki yolsuzluğun nedenlerini
belirleyecek bir dizi araştırma yapılarak sonuçları İçişleri Bakanlığı’na
verilecektir.
Rüşvet
ve yolsuzluk konusunda her gün yeni bir gelişme kamuoyuna yansımaktadır. “Türkiye’de yapılan ihalelerin yüzde 10’u
çetelere rüşvet olarak gidiyor” [120] diyen
İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım kendisi hakkında suç duyurusunda
bulunan dönemin Bayındırlık ve İskan Bakanı Yaşar Topçu’nun başvurusu üzerine
açılan soruşturmada Savcılığa verdiği ifadesinde de aynı iddiayı yinelemiştir.
İzmit Ticaret Odası’nca yaptırılan bir
araştırmada, resmi ve özel kuruluşlarda iş takibi yapanların yüzde 47’sinin
yasal bedelin dışında ikinci bir bedel olarak rüşvet ödemek zorunda kaldığı
ortaya çıkmıştır. Yasa dışı bedel ödeyen deneklerin yüzde 24.5’i tapu daireleri, yüzde 14’ü gümrükler, yüzde
12’si, belediyeler, yüzde 11.6’sı da milli eğitim kurumlarında rüşvet ödemek
zorunda kaldıklarını belirtmişlerdir. Rüşvetlerin yüzde 71.1’i doğrudan ve
yüzde 28.9’unun da bir aracı vasıtası ile verildiği anlaşılmıştır.
Yolsuzluklarla etkili bir şekilde mücadele edilmekte olduğu konusunda
toplumda çok önemli duraksamalar vardır. Ayrıca, yolsuzlukların
önlenmesi, ortaya çıkarılması, soruşturulması ve kovuşturulması konusunda yasal ve kurumsal eksiklikler vardır.
Merkezi Berlin’de bulunan “Transparency
International” adlı araştırma kuruluşu tarafından yapılan ve toplam 54
ülkeyi kapsayan 1997 “Dünya Rüşvet Ligi” sıralamasında
Türkiye’nin 8 inci sırada yer aldığı ve Türkiye’yi İspanya ve Yunanistan’ın
izlediği ortaya çıkmıştır. Türkiye, 1996 yılında 22 nci sıradaydı.
Maliye
Bakanı Sümer Oral, TBMM’de bir soru önergesini yanıtlarken, rüşvetin çok failli bir suç olması, belge
ve bilgiyle kanıtlanmasının zorluğu nedeniyle ortaya çıkarılamaması yüzünden
yaygınlaştığını, rüşvette kullanılan bedellerin olabildiğince büyüdüğünü ve
rüşvetin kurumsallaştığını söylemiştir. Oral, mal bildiriminde bulunulması,
rüşvet ve yolsuzlukla mücadele yasası gereğince Türkiye genelinde 1.187.020
kişinin mal bildiriminde bulunmasının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Oral, söz
konusu yasa nedeniyle toplam 41 dava açıldığını, bu davaların 13’ünün beraat ve
4’ünün mahkumiyet kararı ile sonuçlandığını ve 13 davanın da devam etmekte
olduğunu söylemiştir.
Emniyet
Genel Müdürlüğü’nün 1999 yılı verilerine göre, Türkiye’de suç işleyenlerin
sayısı düşerken rüşvet, zimmet, irtikap
suçlarında patlama meydana gelmiştir. 1999 yılının ilk altı ayında asayişe
etkili suçlar yüzde 15.2 oranında azalmış ancak, buna karşılık, rüşvet, zimmet
ve irtikap suçları yüzde 162 oranında artmıştır.
Bürokratik yozlaşma süreci ve bürokratların sahip oldukları etik değerlerde
meydana gelen erozyon vatandaşın devlete karşı olan güvenini esaslı
ölçüde sarsmaktadır.
Yukarıda
belirtilen unsurların tümünün bir sonucu olmak üzere, yeterlilik düzeyi kuşkulu
ekipler ve klikler yönetim sorumluluğunu üstlenmekte, kamu hizmetine eleman
seçmede siyasal ve ideolojik sadakat duygusu her türlü nesnel ölçütün önüne
geçebilmekte, nitelikleri kısıtlı kişiler gerçek anlamda ehliyet ve liyakat
isteyen görevlere getirilebilmekte ve tüm bunların sonucu olarak keyfi yönetim tehditi giderek
büyümektedir.
Ülkemizde
rüşvet ve yolsuzluklarla birlikte ele alınması gereken suçlardan bir başkası
da, karaparanın aklanması olayıdır.
Türkiye, bu suçun öneminin ayırdına daha yeni varmaktadır. Karapara, bir
toplumdaki haksız kazançların ve yasa dışılığın bir ürünüdür. Karapara yanlış
ekonomik ilişkilerin sonucudur. Suç ortamının gelişmesi için ana besleyici
etmendir. Aynı zamanda, önemli bir vergi kaçağıdır. Türkiye’de yeraltı
örgütleri karapara aklama işi ile içiçedir. Türkiye’de bu olgu, genellikle,
şantaj, rüşvet, yolsuzluk, uyuşturucu ticareti ve kadın ticareti gibi yollardan
elde edilen yasa dışı paranın yurt dışına kaçırılması ve buralarda banka
hesaplarına yatırılması ya da gayrimenkul alımlarına harcanması yoluyla
gerçekleştirilmektedir. “Off-shore” olarak isimlendirilen bankacılık türünün de
bu olguya kolaylaştırıcı türde olanaklar sağladığı bilinmektedir. Bu nedenle,
Türkiye’de karaparanın aklanmasının önlenmesi konusunda ciddi önlemler
alınmalıdır. Her ne kadar bu yolda bir yasa da çıkarılmışsa da henüz istenilen
sonuçlar elde edilememiş bulunmaktadır.
Türkiye’de,
kamu yönetimi içinde rüşvet ve
yolsuzluğun son derecede yaygın olduğu, kamu hizmetlilerine “bahşiş”
verilmesi kavramının olağan duruma geldiği ve uzun yıllardan bu yana varlığı
bilinen rüşvet ve yolsuzluk olaylarının
kamu finansmanındaki kötüleşmeye koşut olarak hızla arttığı herkes
tarafından bilinen ve kabul edilen toplumsal ve yönetsel bir olgudur. Bu
bilinmeye ve kabul edilmeye karşın aşağıda bazı ilginç örnek olayların
verilmesinde yarar görülmektedir.
Kamu
yönetiminde yolsuzlukların yaygın olan bir başka yöntemi de, devlet kadrolarında görevli iken bazı
yüksek meblağlı kamu ihalelerini yanlı olarak bazı şirketlere veren
yöneticilerin daha sonra kamudan ayrılarak bu şirketlerde görev
almalarıdır. Bu tür uygulamalar bir rüşvet olduğu kadar nüfuz ticareti yapmak
anlamına da gelmektedir.
Aşağıda,
kamuoyuna yansımış sayısız örnekolaydan yalnızca bir kaç tanesi sorunun
boyutlarını vurgulamak amacıyla ele alınımştır:
İşadamından rüşvet isteği: Son 20 yılda yaptığı atılımla
sahibi olduğu ABBATE gömleklerini dünyanın kendi alanındaki birinci şirketi
yapan şirket sahibinin gelişen ekonomik kriz nedeniyle bir bankadan almak
istediği ve yasal hakkı olan 3 milyon dolarlık kredi başvurusundan sonra kendisini
arayan ve kimliğini açıklamayan bir kişi, olayın tüm ayrıntılarını aktararak,
kredi sorununu çözebileceğini söylemiş, ancak bunun karşılığında kredi
tutarının yüzde 10’unun kendisine komisyon olarak verilmesini istemiştir.
Şirket sahibi bu gelişme üzerine kredi isteğinden vazgeçmiş ve dünya birincisi şirketini
satmıştır.
Murat Demirel’in şirketlerine aktarılan kamu kaynakları: Başbakanlık
Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporlarında, şirketleri hakkında “risklidir” görüşü belirtilen Egebank’ın
eski sahibi Murat Demirel’in şirketlerine iki kamu bankası tarafından 132.3
milyon dolar kredi açılmıştır. Kredilerin geri dönmemesi üzerine diğer
bankalarla birlikte bu iki banka da alacaklarını icra yoluyla takip etmeye başlamış
ancak bu sırada Hazine Egebank’a el koymuştur.
Hindistan hükümetini deviren Türklere karapara davası: Hindistan’da
ortaya çıkarılan yolsuzluk ve rüşvet skandalında, T.A. ve C.K., Hindistan
Ulusal Gübre Kuruluşu’nun açtığı 38 milyon dolarlık ihaleyi kazanmışlardı. Bu
paranın iki işadamına hiç bir teminat alınmadan ödendiği ve paranın tamamının
İsviçre’deki banka hesaplarına yatırıldığı belirlenmişti. Paranın bir bölümünün
ise dönemin Hindistan Başbakanı Narashima Rao’nun oğlu ile Ulusal Gübre
Kuruluşu yöneticilerinin yabancı ülkelerdeki banka hesaplarına yatırıldığı
anlaşılmıştı. Olay, 1996’da ortaya çıkarılmış ve kırmızı bültenle yakalanan
kişiler İsviçre tarafından Hindistan’a iade edilmişler ve bu ülkede
tutuklanmışlardır.
Rüşvet Alırken Yakalanan Sivil Havacılık Genel Müdürü: Merkezi
Antalya’da bulunan Air Rose yetkilileri Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık
Genel Müdürlüğü’ne başvurarak uçuş permisi almak istemişlerdir. Daha önce iki
kez uçuş hakları Genel Müdürlük tarafından iptal edilen şirketin yöneticileri
kendilerinden rüşvet istenmesi üzerine savcılığa başvurmuşlardır. Savcılık ve
polis tarafından hazırlanan operasyon sırasında, Genel Müdür şirket
yöneticisinin kaldığı otelde odasına giderek 50 bin dolar rüşvet almıştır Polis
tarafından yapılan operasyonda, verilen para Genel Müdür’ün üzerinde çıkmış ve
olay tüm aşamaları ile kayda alınmıştır. Genel Müdür’ün makamındaki kasada
yapılan araştırmada ise özel kasadan 170 bin dolarlık banka hesap cüzdanı,
mücevherat ve nakit para bulunmuştur.
Şişli Belediyesi’nde yolsuzluk: Belediye Araştırma Komisyonu
tarafından hazırlanan rapora göre, hayali şirketlere kesildiği belirtilen
faturaların toplam tutarı 10 milyon doları bulmuştur.[121] Ortaya
çıkarılan bazı usulsüzlükler raporda şu şekilde belirtilmektedir: belediye
adına bankadan alınan kredinin ŞİPA AŞ’ye aktarılması, aylık değeri 3.5 milyar
olan Evledirme Dairesi’nin 50 milyon liraya kiraya verilmesi, hayali şirketlere
para aktarılması, hayali asfalt yapımı için para harcanması, ödemesi yapılan
işlere faturalarda rastlanılamaması, yapılmayan işler için sahte faturalar
alınması ve bunlara dayanılarak ödeme yapılması, araştırma şirketlerine
araştırma yaptırılması ancak araştırma raporlarının bulunamaması, hafriyatçı firmaya helikopter kirası için
ödeme yapılması. Aynı konuda İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından yapılan
soruşturmada da benzer gözlemler yapılmakta ve yukarıdaki olaylara benzer pek
çok usulsüzlük ve yolsuzluk olayının saptandığı anlaşılmaktadır.
Gümrüklerde yolsuzluk: Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından yürütülen bir
soruşturma sonucunda, Gümrük İdaresi’nde bazı gümrük müdürlerinin karıştığı
bazı yolsuzluk olayları saptanmıştır. Yapıldığı ileri sürülen usulsuzlük ve
yolsuzluklar arasında sahte menşe belgeleriyle ithalat yapılması, gümrüklerden
bu belgelere dayalı olarak yapılan mal çekişlerinde 100.000 dolar rüşvet
alınması, tanesi 400-600 dolar olan elektronik aletlerin tanesinin 30-40 dolar
üzerinden gösterilip vergi kaçakçılığı yapılması, büyük ekranlı televizyonların
küçük ekranlı olarak gösterilerek usulsüzlük yapılması, bazı bürokratların
sekreterleri ile birlikte tüm masrafları ithalatçı bir şirket tarafından
karşılanmak koşuluyla Fransa’ya geziye gönderilmesi, tahakkuk ettirilen bazı ek
vergilerin kapatılması ve polisin devreye gireceğinin anlaşılması üzerine
geminin boşaltma yapacağı gümrük yerinin değiştirilmesine Gümrük
Başmüdürlüğü’nün emriyle izin verilmesi gibi olayların bulunduğu anlaşılmıştır.
SSK’da rüşvet skandalı: SSK Bölge Müdürlüğü İhtiyarlık
Servisi’nde, aralarında şeflerin de bulunduğu 8 memurdan oluşan rüşvet şebekesi
ortaya çıkarılmıştır. Emekli olmak isteyen sigortalıların işlemlerini rüşvet
karşılığı takip ettiği saptanan memurlar hakkında savcılığa suç duyurusunda
bulunulmuştur.
Yetim hakkını yediler: Teftiş Kurulu, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun 113
çalışanının malvarlığında ‘olağandışı’ artış belirlenmiştir. 13 klasör dolusu
yolsuzluk belgesi toplanmıştır.
SSK ve Bağ-Kur’da soygun ve rüşvet: Bağ-Kur’da rüşvetin tarifesinin
10 ile 100 milyon lira arasında değiştiği ve SSK’nın da personeli tarafından
soyulduğu bildirilmiştir. Soygun yöntemleri arasında ise hiç sigortası olmayan
kişinin başkasının adını kullanıp emekli olması, ölen kişinin maaşının ölmemiş
gibi alınmaya devam edilmesi, ad ve soyadı benzerlikleri olan kişilerin hizmet
sürelerini bilgisayarda birleştirerek erken emekli olmalarının sağlanması, aynı isimli kişiye birden fazla sigorta sicil
ve tahsis numarası verilerek bir kaç yerden emekli maaşı almasının sağlanması,
değişik tahsis mumaraları kullanılarak bir kişinin birden fazla kişi adına
aylık alması ve gerçekte hiç sigorta primi yatırmamış, hizmeti olmayan
kişilerin bilgisayarda yapılan oynamayla hizmet süresi dolmuş gösterilerek
emekli edilmesi gibi yöntemlerin bulunduğu anlaşılmıştır.
Köy Hizmetleri’nde yolsuzluk: Köy Hizmetleri Bölge
Müdürlüğü’ne Mali Şube ekiplerince baskın yapılmış ve dosyalarda yapılan
inceleme sonucunda üst düzey görevlilerin ihalelerde müteahhitlerle yolsuzluk
yaptıkları belirlenmiştir. Bakanlık’dan gelen yaklaşık 1 trilyon liralık
paranın müteaahhitlerle paylaşıldığının ortaya çıkarılması üzerine sanıklar
hakkında mahkeme tutuklama kararı vermiştir.
Gümrük’de rüşvet: Uğur Dündar’ın hazırladığı Arena programı için
gizli kamerayla çekilen rüşvet olayı üzerine 11 gümrük memuruna işten el
çektirilmiştir. Göreve yeni başlayan Başmüdür ise, rüşvetin bir kangren gibi
yönetimi sardığını söylemiştir. Arena programında, gümrük memurlarının her
işlem için belirlenen miktardaki rüşveti bir havuzda toplayıp daha sonra
aralarında paylaştıkları görüntülenmiştir.
Devlet üniversitesinde doğrudan satış: Bazı devlet
üniversitelerinde “Amway” distribütörlüğü de yapan kimi öğretim görevlilerinin,
başarısız öğrencileri distribütör olup ürün satma karşılığında geçirdikleri
anlaşılmıştır. Devlet memuru oldukları için yakınları adına distribütörlük alan
hocaların, ekonomik durumu bozuk ve nota ihtiyacı olan öğrencileri hedef
seçtikleri belirtilmiştir.
Hastane Çetesi: Ankara Hastanesi’nin müstafi Başhekimi “Hastane personeli,
firmalar ve siyasetçiler arasında çıkar ortaklığı kurulmuş; bakanlıkta da
uzantıları var. Çeteler dürüst ihale işlemi yapılmasını engellemekte. İhalelere
talip olan firmaların sayısı artırılamıyor. Sürekli aynı firmalardan alım yapma
durumunda bırakılıyorsunuz. Yemek ve temizlik ihalelerinde rekabet olduğunu hiç
görmedim” demiştir. [122]
Okul servislerinde rüşvet: İstanbul Servis Aracı İşletmeci
Odası Başkanı, okul servis ihalelerinde usulsüzlükler olduğunu, bazı okul
müdürlerinin milyarlarca lira karşılığında ihaleleri istedikleri servis
işletmecilerine verdiklerini ve bazı siyasilerin de olaya karıştıklarını söylemiştir.
Başkan, “Okul müdürlerine rüşvet
yetiştiremiyoruz. En az bir milyar lira rüşvet veriyoruz... Rüşveti fazla alan
okul müdürü istediği firmayı seçiyor” demiştir. [123]
Akademi çetesi: Spor akademilerine girmek isteyen adayların yerine
para karşılığında lisanslı sporcu, beden eğitimi öğretmeni ve futbolcuları
sokan 20 kişilik çete operasyonlarla gözaltına alınmıştır. Üniversite ile
eşgüdüm içinde çalışan polis, sınav sırasında alınan video kayıtları ve
fotoğrafların ardından çete elemanlarını yakalamıştır.
Teftiş rüşveti: Teftiş ettiği bürokrattan rüşvet istediği
gerekçesiyle Ulaştırma Bakanı, bir bakanlık müfettişi hakkında Savcılığa suç
duyurusunda bulunmuştur.
Bürokrattan rüşvet alan milletvekili: Fatih Altaylı yazıyor: “İktidar ortağı partinin milletvekillerinden
biri, yanında bir bürokrat olduğu halde, partisine mensup bakanlardan birinin
kapısını çalar. Yanındaki bürokratı uzun uzun metheder ve bu bürokratın partiye
çok yakın bir kişi olduğunu, bu yüzden de tayin işinin halledilmesini ister.
Milletvekillerinden gelen bu nevi isteklere alışkın olan bakan, durumu
garipsemez. Bakacağını söyler ve ikiliyi yollar. Bunu takip eden günlerde
milletvekili, sürekli bakanı arar ve işin peşini bırakmaz. Sonunda, tam
istediği gibi olmasa da tayin işi hallolur. Fakat bakan bu durumdan
işkillenmiştir. Milletvekili ile bürokrat arasında sanki bir alacak verecek
meselesi varmış gibi gelir bakana. Ve bir gün atamasını yaptığı bürokratla
karşılaşır. Hemen koluna girer ve sert bir tonla sorar: ‘Tayin için kaç para
verdin o milletvekiline?’. Afallayan
bürokrat kem küm eder, ama gerçeğin ortaya çıktığını zannederek, ‘10 bin dolar
sayın bakanım’ der.” [124]
Uluslararası Gelişmeler
Kamu yönetiminde rüşvet ve yolsuzluk tüm dünya
ülkelerinde giderek yaygınlaşmaktadır. Uluslararası ihalelerde de rüşvet
giderek çoğalmaktadır. Hatta, bazı ülkeler iç mevzuatlarıyla uluslararası
ticari ilişkilerde rüşveti özendiren düzenlemelere sahiptirler. Aralarında
Japonya, ABD, Almanya ve Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerde uluslararası
ihalelerde komisyon ya da hediye gibi isimler adı altında yapılan ödemelerin
vergi matrahından düşürülmesine izin verilmektedir. Bir çok ülkede de, bu tür
ilişkiler suç olarak kabul edilmekte ancak uygulanan yaptırımlar caydırıcı
nitelik taşımamaktadır. Japonya bu ülkeler arasındadır. Dünyanın en güçlü
şirketleri Japonya’dadır ancak bu ülkede tüzel kişilere uygulanan para cezası
miktarı şirketin akçal gücüyle kıyaslanamayacak ölçüde azdır. Bu durum
uluslararası ticari ilişkilerde rüşvet veren ülkeler lehine bir rekabet
eşitsizliği ortaya çıkarmakta ve rüşvet veren ülkeler avantajlı olmaktadır.
ABD, bu konuda ilk yasal düzenlemeyi yapan ülkelerden biridir ve bu nedenle Amerikan
şirketleri esaslı gelir kaybına uğradıklarını ileri sürmektediler.
Rüşvet
ve yolsuzlukla ilgili çalışmalar uluslararası alanda da sürdürülmektedir.
Bunların başında Avrupa Birliği’nin aldığı önlemler gelmektedir. Avrupa
Birliği, tüm üye ülkelerde rüşvet ve yolsuzluklardan arındırılmış bir kamu
yönetimi kurulması hedefini benimsemiştir. Bu amaçla üye ülkelerin AB
tarafından öngörülen yasal, kurumsal ve yönetsel önlemleri almaları
gerekmektedir.
AB
dışında bu konuda en fazla etkili çalışmalar yapan kuruluş ise OECD’dir. OECD “Finansal, Parasal ve Şirket İşleri
Direktörlüğü”nün (Directorate for
Financial, Fiscal and Enterprise Affairs) “UluslararasıYatırım ve Çok
Uluslu Şirketler Komitesi”ne (Committee
on International Investment and Multinational Enterprises -CIME) bağlı
“Uluslararası İş İlişkilerinde Rüşvet Çalışma Grubu” “Uluslararası İş İlişkilerinde Yabancı Kamu Görevlilerinin Rüşveti ile
Mücadele Sözleşmesi” konusunda önemli çalışmalar yapmaktadır.
Bu Sözleşme çerçevesinde, Sözleşme’ye taraf olan bazı
ülkelerde elde edilen gelişmeler aşağıda özetlenmiştir:
Arjantin: Sözleşme’nin onaylanmasıyla
ilgili taslak yasa incelenmek üzere Devlet Başkanlığı’na sunulmuştur.
Avustralya: Sözleşme’yi onaylamış ve onay
belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.
Avusturya:
Sözleşme’nin uygulanmasını düzenleyen mevzuat uygulama alanına konulmuştur.
Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.
Belçika:
Sözleşme’nin uygulanması için Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan kanun kabul
edilmiş, yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Sözleşme’nin onaylanmasıyla ilgili
yasa Parlamento tarafından kabul edilmiş ve Kraliyet tarafından onaylanmıştır.
Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.
Brezilya:
Onaylama çalışmalarının kısa zamanda tamamlanması beklenmektedir.
Bulgaristan: Sözleşme’yi onaylamış ve onay belgelerini
OECD Sekreteryası’na teslim etmiştir. Ceza Kanunu’na ek yapılmasıyla ilgili
Kanun Parlamento tarafından kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Sözleşme,
Resmi Devlet Gazetesi’nde yayınlanmış ve bu tarihten itibaren bir iç hukuk
belgesi olarak yürürlüğe girmiştir.
Kanada: Yeni
mevzuat Senato ve Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilmiştir. Sözleşme
onaylanmıştır. Gerek uygulama yasaları ve gerekse Sözleşme yürürlüğe konmuştur.
Şili: Onay
yasa tasarısı meclise sunulmuştur.
Çek
Cumhuriyeti: Ceza Kanunu’na ek getiren yasa Temsilciler
Meclisi tarafından kabul edilmiştir.
Finlandiya:
Sözleşme’nin onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir. Ceza
Kanunu’na ek yapan yasa yürürlüğe girmiştir.
Fransa: Danıştay’ın görüşlerini alan
hükümet Sözleşme’yi onaylanmak üzere Parlamento’ya sunmuştur. Meclis,
Sözleşme’yi onaylamıştır.
Almanya: Sözleşme’yi onaylamıştır.
Uygulama mevzuatı Sözleşme ile birlikte yürürlüğe konulmuştur.
Yunanistan: Sözleşme onaylanmıştır.
Uygulama mevzuatı da aynı gün kabul edilmiştir. Onay belgeleri teslim
edilmiştir.
Macaristan: Sözleşme ve Macar Ceza
Kanunu’da değişiklik yapan yasa tasarısı Parlamento’ya sunulmuş ve
onaylanmıştır. Onay belgeleri teslim edilmiştir. Ceza Kanunu değişikliği kabul
edilmiş ve yürürlüğe girmiştir.
İzlanda: Onay belgeleri teslim edilmiş
ve uygulama mevzuatı parlamentodan geçmiştir.
İrlanda: Hükümet Sözleşme’nin onayı için
yasa tasarısının hazırlanmasını kararlaştırmıştır.
İtalya:
Temsilciler Meclisi, Sözleşme’yi onaylamıştır. Sözleşme ile birlikte yolsuzluk
ve sahtecilik cürümlerine karşı düzenlemeler getiren bazı yasa tasarıları da
meclise sunulmuştur. Meclis yasa tasarısında değişiklik yaparak tüzel kişilere
cezai olmayan yaptırımların uygulanmasını kabul etmiştir. Bu İtalyan hukuku
için yeni bir düzenlemedir. Hükümete bu gibi kuruluşlara 1.5 milyon Euro’ya
kadar para cezası da verme dahil olmak üzere çeşitli yaptırımları uygulama
yetkisi verilmiştir.
Japonya: Sözleşme ile birlikte Haksız
Rekabetin Önlenmesi Yasası’nda değişiklik öngören yasa tasarısı Ulusal Meclise
sunulmuştur. Meclis, Sözleşme’yi onaylamış ve uygulama mevzuatını kabul
etmiştir. Onay belgeleri teslim edilmiştir.
Kore:
Sözleşme ve uygulama mevzuatı Ulusal Meclis tarafından kabul edilmiştir. Onay
belgeleri teslim edilmiştir. Sözleşme ve uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir.
Meksika: Sözleşme, Senato tarafından
kabul edilmiştir. Uygulama mevzuatı Kongre’nin her iki meclisi tarafından da
kabul edilmiştir. Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.
Yeni
Zelanda: Sözleşme, Parlamento’da ilgili komiteye gönderilmiştir.
Uygulama mevzuatı da ilgili komiteye gönderilmiştir.
Norveç: Onay belgeleri teslim
edilmiştir. Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan yasa yürürlüğe girmiştir.
Slovakya: Sözleşme onaylanmıştır. Ceza
Kanunu’nda değişikliği de öngören uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir. Onay
belgeleri teslim edilmiştir.
İspanya:
Parlamento, hükümete Sözleşme’yi onaylama yetkisi vermiştir.
İsveç: Sözleşme
ve uygulama mevzuatı Parlamento tarafından onaylanmıştır. Onay belgeleri teslim
edilmiştir. Uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir.
Türkiye:
Sözleşme, Parlamento tarafından onaylanmış ve Şubat 2000’den itibaren yürürlüğe
girmiştir. Uygulama mevzuatının hazırlanması için bakanlıklararası bir komite
kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır.
İngiltere: Onay
belgeleri teslim edilmiştir. İngiltere’de halen yürürlükte olan mevzuatın
Sözleşme’nin gereklerini yerine getirme konusunda yeterli olduğunun
anlaşılmasına karşın İngiltere yolsuzluklar konusunda yeni düzenlemeler yapmak
istemektedir. Birleşik Krallığın deniz aşırı ülkelerinin de kapsam içine
alınması için çalışmalara başlanmıştır.
Amerika
Birleşik Devletleri: Senato hem Sözleşme’yi ve hem de uygulama
mevzuatını kabul etmiştir. Kongre, uygulama mevzuatı konusundaki çalışmalarını
tamamlamıştır. Uygulama mevzuatı Başkan tarafından onaylanmıştır. ABD onay
belgelerini teslim etmiştir.
Söz konusu Sözleşme’nin ana ilkeleri şunlardır:
·
Uluslararası ihalelerde yabancı şirketlerin
komisyon ya da hediye gibi adlar altında aracılara ödeme yapması yasaktır.
·
Uluslararası ihalelerde rüşvet verdiği belirlenen
yabancı şirketlerin yetkilileri rüşvet olayının gerçekleştiği ülkede
yargılanabilecektir.
·
Sözleşmeye taraf olan ülkelerde ihaleler yakından
izlenecek ve saydamlık ön plana çıkacaktır.
OECD belgelerine taraf olabilmek için genelde uygulanan
süreç üye olmak isteyen tarafların durumlarının incelenmesi ve uygun olup
olmadıklarının karara bağlanmasıdır. Çalışma grubu, Sözleşme’ye taraf olacak
ülkelerde aranacak koşulların belirlenmesi için bir geçici komite kurmuştur.
Geçici komite, Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkeler için çalışma grubu
tarafından iki ölçüt geliştirmiştir:
açık ve tutarlı kurallar geliştirme ve
yürürlüğe koyma iradesi ve Sözleşme’nin
etkililiğini koruma istekliliği. Geçici komite bu ölçütlerin gerçekleşmesi
için aday ülkelerin kendi bünyelerinde kurumsal, hukuksal ve ekonomik
değişiklikler yapılmasını kabul etmelerinin gerekli olduğuna karar vermiştir.
Geçici komite Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkelerin Sözleşme’nin gereklerini
çok iyi anlamış olmalarının da gerekli olduğuna karar vermiştir. Buna göre,
Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkelere bir bilgi paketi verilecektir. Aday
ülkeden genel hukuksal çerçeveleri ile ilgili bir soru kağıdını tamamlamaları
istenecektir. Bilgi paketi içinde kamu sektörünün düzeltimi ve kamu
görevlilerinin ahlaki davranış yasası gibi öteki OECD birimlerinde yapılmakta
olan çalışmalar konusunda da bilgiler yer alacaktır. Soru kağıdının
alınmasından sonra Sekreterya belgeyi inceleyecek ve çalışma grubuna
değerlendirme raporu sunacaktır. Çalışma grubu gerekli görürse aday ülkenin
uzmanları ile toplantılar yapılmasına karar verebilecektir. Bu çalışma
sonucunda çalışma grubu uygun görürse aday ülkeye gözlemci sıfatıyla ve çalışma
grubu tarafından uygun görülecek bir süreyle çalışma grubu toplantılarına
katılma hakkı verecektir. Bu süre sonunda aday ülkenin anlaşmaya taraf olma
konusundaki çalışmalarına bakılarak gerekli görülürse bu süre
uzatılabilecektir. Çalışma grubunda inceleme sürecinin olumlu sonuçlanmaması ya
da ilgili ülkenin gerekli bilgileri vermemesi durumunda yapılması gerekenler
konusunda çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Afrika
ülkeleri bakımından bu ülkelere yönelik çalışmaların yoğunlaştırılması,
yolsuzlukla mücadele çalışmaları konusunda yapılmakta olan çalışmaları içeren
bilgilerin paylaşımında yoğunluğun artırılması, OECD’nin konuyla ilgili diğer
bölümleriyle işbirliği yapılması ve OECD tarafından daha önce hazırlanmış olan
“Yolsuzluklarla Mücadele Bildirisi”ne taraf
olmalarının sağlanması istenmektedir.
OECD tarafından hazırlanan “Çok Uluslu Şirketler Rehberi”
çok uluslu şirketler için ahlaki davranış kurallarını belirlemek amacını
taşımaktadır. Rüşvet ve öteki yolsuzluklarla mücadeleyi öngören Sözleşme de
aynı amaçları paylaşmaktadır. Bu bölümde ele alınan ana ilke ise “Şirketler … uygun olmayan yerel siyasal
etkinliklerden kaçınmalıdır” hükmünü taşımaktadır.
Sözleşmeye taraf ülkelerde uygulanma koşullarının
geliştirilmesi ve iç mevzuatta uyumun sağlanması bağlamında yapılması beklenen
düzenlemeler ise şunlardır:
·
rüşvet olaylarının kovuşturulmasında “kamu çıkarı”
koşulunun aranmaması
·
bir ekonomik zararın ortaya çıkmış olması koşulunun ortadan kaldırılması
·
rüşvet miktarının önemli sayılmasını sağlayan ve
önemli sayılmayan konularda kovuşturma açılmasını önleyen düzenlemelerden
uzaklaşılması
·
yaptırımların güçlendirilmesi
·
“yabancı kamu görevlisi” deyiminin tanımına
açıklık getirilmesi
·
yargı yetkisinin kapsadığı alan kavramına açıklık
getirilmesi
·
rüşvetin vergiden indirilmesi uygulamasına son
verilmesi
·
tüzel kişilere uygulanacak yaptırımların
güçlendirilmesi
·
zaman aşımı kavramına kesinlik kazandırılması
·
suçun unsurlarının açıklık ve netlikle
belirlenmesi
·
“şirket ana merkez istisnası” ve “küçük çaplı
kolaylaştırıcı ödemeler” gibi sözleşmenin etkisini azaltacak uygulamalardan
vazgeçilmesi
·
rüşvetten yararlanan üçüncü tarafların kovuşturma
kapsamına dahil edilmesi
·
para cezası, el koyma ve müsadere gibi
yaptırımların ağırlığının caydırıcı nitelikte olması
·
“yabancı kamu görevlisi” kavramının net bir
biçimde tanımlanması
·
“atanmış” ve “seçilmiş” görevliler kavramına
açıklık getirilmesi
·
gerçek kişilerin yanında tüzel kişilere de
sorumluluk getirilmesi ve bu sorumluluğa uygun ve caydırıcı nitelikte
yaptırımlar düzenlenmesi.
Konuyla
ilgili uluslararası kuruluşlardan biri de Dünya Bankası’dır. Dünya Bankası’nın
bazı çalışanlarının rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bulaştıkları bilinmektedir.
İbrahim Elvan isimli bir Pakistanlı’nın aniden 1.3 milyon dolar değerinde bir
ev satın almasından sonra başlatılan soruşturma sonrasında Dünya Bankası
yetkilileri rüşvet ve yolsuzluk ihbarlarının yapılması için özel bir telefon
hattını kullanıma açmak zorunda kalmıştır.
Hatta,
Avrupa Birliği bürokrasisi içinde dahi rüşvet ve yolsuzluk olaylarıyla
karşılaşılabilmektedir.
Diğer
ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu yolda yeterli olmasa dahi önemli
sayılması gereken bazı önlemler alınmaktadır. Örneğin, Maliye Bakanlığı içinde
kurulan MASAK (Mali Suçlar Soruşturma Kurulu) bu yolda atılan ilk önemli
adımdır. Bu kurulun bağlılığın Maliye Bakanlığı mı yoksa İçişleri Bakanlığı mı
olması gerektiği konusunda tartışmalar sürmektedir; ancak, bu kurulun kurulmuş
olması dahi yerinde bir adımdır.
Ayıca,
“Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu”nun yürürlüğe girmesi bu yolda
çok önemli bir adım olmuştur.
Aynı şekilde, Türkiye’nin OECD sözleşmesine imza
koyması da uygun bir davranıştır. Bu bağlamda, bundan sonra atılacak adımın
gerek AB mevzuatına uyum sağlanması ve gerekse OECD sözleşmesine uyum
yasalarının çıkarılması yolunda olması gerekmektedir.
Yozlaşma
Örnekleri
29 Eylül 1999 tarihli
Milliyet’in iç sayfasında büyük bir başlık: “Kadrolaşma tam gaz. Hükümet
ortakları devletteki kadroları hızla paylaşıyor. Resmi Gazete’de günde ortalama
36 atama kararı yayınlanıyor.” Haber metni de şöyle: “Gündemin deprem, ekonomi,
Kıbrıs, AB, IMF gibi konularda yoğunlaşması atamaları durdurmadı. Son bir hafta
içinde Resmi Gazete’de günde ortalama 30-36 atama ve görevden alma kararnamesi
yayımladılar… Fındık alım kampanyasının başladığı gün Fiskobirlik Genel Müdürü
V.E. Sanayi Bakanı tarafından ‘faks’ emriyle görevinden alınarak yerine,
babasının Giresun-Piraziz’deki benzin istasyonunda çalışan C.A. atandı…
Seçimlerde ANAP Kahramanmaraş adayı, seçilemeyince Çalışma Bakanlığı
Müsteşarlığı’na atanırken, kardeşi de EBK Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu
Başkanlığı’na getirildi. … milletvekilinin oğlu Tüpraş’a denetçi olarak atandı.
Yine özelleştirme kapsamındaki Tügsaş’ın yönetim kurulu üyeliğine, eski bakanın
oğlu getirildi. … milletvekilinin kardeşi SİDAŞ yönetim kurulu üyeliğine getirilirken,
iki eski milletvekili Türkiye Demir Çelik İşletmeleri yönetim kurulu
üyeliklerine getirildi. Seçimler öncesinde CHP’den, ANAP’a transfer olan eski
Belediye Başkanı, TPAO Genel Müdür muavinliğine atandı.”
Bu
atamalara biraz daha yakından bakılınca tablo daha net olarak ortaya
çıkmaktadır: POAŞ Yönetim Kurulu Başkanlığı’na milletvekili adayı, POAŞ yönetim
kurulu üyeliğine ve Kıbrıs Türk Petrolleri Yönetim Kurulu Başkanlığı’na
milletvekili adayı, TURBAN Yönetim Kurulu Başkanlığı’na eski milletvekili,
TURBAN yönetim kurulu üyeliğine il başkanı, TÜPRAŞ Yönetim Kurulu Başkanlığı’na
milletvekili adayı, PETKİM Yönetim Kurulu Başkanlığı’na büyükşehir belediye
başkan adayı, TÜMOSAN yönetim kurulu üyeliğine eski milletvekili, Karadeniz
Bakır İşletmeleri yönetim kurulu üyeliğine eski milletvekili.
28 Temmuz 1997 tarihli
Hürriyet’de bir haber: “Korkunç kadrolaşma”. Haber şöyle: “İktidara gelir
gelmez devletin kilit noktalarında müthiş bir kadrolaşma operasyonu başlatan
Refahyol’un, 9 ayda yaklaşık 60.000 kadro kullandığı ortaya çıktı... Refahyol
hükümetinin görevde olduğu süre içinde memur kadrosunda 34.555, geçici işçi
kadrosunda 23.552, sözleşmeli personel kadrosunda ise 859 olmak üzere toplam
58.966 adet kadro artışı oldu... 1 Temmuz 1996 tarihinde 1.465.419 olan memur
kadrosu sayısı Nisan 1997 tarihinde 1.499.974’e yükseldi… Refahyol, yeni
hükümet kurulmadan hemen önce belediyelerden kamu kurum ve kuruluşlarına,
belediyelerden belediyelere ve kurumlardan kurumlara yönelik atamaları da
serbest bırakarak yönetim kadrolarına ‘son damgayı’ vurmaya çalıştı. Ancak yeni
hükmet güven oyu alınca … bu genelge yürürlükten kaldırıldı.”
Politikacıların
kamu olanaklarını kendi yandaşlarına ‘peşkeş çekme’leri ile ilgili en çarpıcı
itiraf bir belediye başkanından gelmiştir: “Bana
seçim kazandıranları işe almak zorundayım. Birilerinin çıkması lazım ki,
yerlerine yenisi alınsın. Şu ana kadar 300 kişi işten çıkarıldı. Bu işi yalnız
ben yapmıyorum. Seçimi kazanan her başkan yapıyor ve bugüne kadar da
yapılagelmiştir”.
Öte
yandan, Refahyol’un Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı döneminde yapılan
‘şaibeli’ SSK sınavının sorumluları, görevi kötüye kullanmak ve sahtecilik
iddiası ile 12 yıla kadar hapis istemiyle Ankara Ceza Mahkemesi’nde
yargılanmaya başlamışlardır. Savcı tarafından hazırlanan iddianamede yer alan
suçlamaların bazıları şöyle: kurum gereksinmelerini gözetip nitelikli adayların
alınması yerine, siyasi iradenin isteği doğrultusunda parti üyelerinin ve parti
yandaşlarının kuruma alınmasını ve kadrolaşmasını sağlamak, sınavları yasa ve
yönetmelik hükümlerine uygun yapmamak, yanlı davranmak, yazılı cevap kağıtları
üzerine silinti, kazıntı ve yeniden yazım işlemleri sonucunda önceden
belirlenen adayların kazanmalarını sağlamak, sahte sözlü sınav tutanağı
hazırlamak.
Türkiye’de devletin tıkanmasının en önemli nedeni ehliyet, liyakat ve
kariyer sistemlerinin çökmesidir. Bu üç ilke her toplumda bürokrasiyi üzerinde
taşıyan temel sütunlardır. Bu temel sütunların işlevsiz bırakılması
bürokrasinin çökmesi ile sonuçlanmaktadır. Türkiye’de yaşanmakta olan durum
budur. Açıklıkla kabul edilmelidir ki, Türkiye’de bu üç temel kurum esaslı
ölçüde yara almıştır. Devlet düzetimi
hedefinin işlerlik kazanması için yapılması gereken ilk ve tek çalışma ehliyet,
liyakat, kariyer ve kıdem sistemlerinde oluşan bu çökmeyi tamir ve ıslah etmek
olmalıdır. Bu üç temel sistematik unsur oluşturulmadan devletin işler
konuma gelmesi oldukça zor olacaktır.
Örneğin, MKE’de
yapılan atamalar son decede ilginç görünümler almıştır. Cumhuriyet Gazetesi’nin
haberine göre “Refahyol’un iktidara gelmesiyle genel müdür görevden alındı. 7
ay boş kalan koltuğa emekli Tümgeneral ... getirildi. Patlayıcı madde uzmanı
M.Ç. genel müdür yardımcılığından alınarak, yerine öğretmenlik formasyonuna
sahip olan D.M. atandı. Pirinçsan AŞ Genel Müdürlüğü’ne RP Kırıkkale
milletvekili adayı, mesleği turizmcilik olan M.Y. getirildi. Çeliksan’a DYP
Kırıkkale Milletvekili H.F.’nin akrabası Y.A. atandı. Atamalarda partizanlığın
vardığı noktaya en iyi örnek Hurdasan Genel Müdürlüğü’ne yapılan atamada
yaşandı. PTT hat bakım bölümünden emekli, sonra da Zonguldak’ta tüpçülük
yapmaya başlayan R.K. Hurdasan’a müdür oldu. Antalya’daki pil ve batarya üreten
Anpil AŞ’nin Genel Müdürlüğü görevine Van’ın Erciş ilçesinde seçimi kaybeden
eski belediye başkanı turizm yüksek okulu mezunu İ.H.E. getirildi”.
Devletin
üst kademe yöneticiliklerine yapılan atamalarda ehliyet ilkesine uyulmamakta, bunu güvence altına alacak kurumsal
düzenlemeler bulunmamakta, yasal süreçler işletilmemekte ve ehliyetin tespitine
yönelik teknikler geliştirilmemektedir.
İlerlemelerde
liyakat ilkesi hemen hemen terkedilmiş, bu
ilkenin yerine doğru, akılcı ve kamu
yararına olmayan, ancak, özel bazı
çıkarları korumaya yönelik ve kabul edilemez nitelikte unsurlar sisteme egemen
olmuştur.
Ehliyet
ve liyakat sisteminin terkedilmesine ek olarak, kıdem ilkesinin de ilerlemelerde gözönüne alınmaması kamu
yönetiminde kariyer sisteminin çökmesi ile sonuçlanmıştır.
Bürokrasiyi
ayakta tutan temel sütunlar olan bu üç ana ilkenin çökmesi sonucunda kamu yönetiminde kayırmacılık, partizanlık,
verim düşüklüğü, israf ve yolsuzluklar yaygın bir görünüm almaya
başlamıştır. Nitekim, DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk ortağı olduğu
hükümette siyasal kadrolaşma içine girenleri uyardığını belirtmiş ve bunun
kimseye faydası olamayacağını bildirmiştir. Cindoruk, devletin valisini siyasal
partilerin kapılarında dolaştırmamak gerektiğini de vurgulamıştır.
Yürütme
ile ilgili temel önemli sorun kamu hizmeti kavramının var olduğu her toplumda
mutlaka yer alması gereken, bürokrasinin iyi ve doğru işlemesi için gerekli
minimum ön koşulları oluşturan ve bürokraside erdemlilik yükünü üzerinde
taşıyan çok önemli ve temel ilkesel sütunların Türk kamu yönetiminde çökmüş olduğu gerçeğidir.
Bu üç
temel koşulun bir arada olmadığı bürokrasiler bir ‘meritokrasi’ olmaktan çıkar
ve birer ‘plutokrasi’ konumuna gelirler. Böylesi bürokratik yapılarda sistemin
çökmüşlüğünü ispat eden çok önemli ve geçerli göstergeler olan rüşvet,
yiyicilik, sahtekarlık, yolsuzluk, verim düşüklüğü, kişisel çıkarların toplum
ve devlet çıkarlarının önüne geçmesi, siyasal kayırmacılık (favoritism), akraba kayırmacılığı (nepotism) ve ganimet yağmalaması (spoils system) gibi bürokratik hastalıkların ortaya çıkması ve
sisteme egemen olması olağan karşılanmak gerekir.
Bir
başka anlatımla, bürokratik etik değerler sosyo-ekonomik açıdan hızlı bir
değişim gösteren toplumsal yapıya uygun olarak hızlı bir nitelik değiştirmesi
göstererek erozyona uğramıştır. Ülkede girişilecek her yeni yönetim düzeltimi
çalışmasında üzerinde durulması gereken sorunlar listesinin başında
kayırmacılığın ve partizanca davranışların kariyer, ehliyet, liyakat ve kıdem
sistemlerini yok etmesi gerçeği yer almak durumundadır.
Bu
arada belirtilmesi gereken bir başka önemli sorun da, bürokrasinin kendi kendini yenileyememesi, eğitememesi ve üst yönetim
kadrolarına eleman yetiştirememesidir. Kayseri Bölge İdare Mahkemesi Celal
Karavelioğlu “Hukuk, Bürokrasi ve Siyaset” konulu konferansında, bürokrasideki
yozlaşma ve yeni bürokrat tipi konusunda şunları söylemektedir: “Atlatma metodlarını çok iyi bilir,
inisiyatif kullanmaz, yurt içi ve yurt dışı gezilerine bayılır. Sorumluluk
almaz, iş yapar gibi görünür, parti kapılarında dolaşır. Çalışmayı sevmez.
Bunun elbette değiştirilmesi lazım. Türkiye’de her alanda yozlaşma var. Tüm
dünya ülkelerinde yozlaşma var. Ancak diğer ülkelerde sistem kendi kendini
temizler. İşte sorun burada. Ülkemizde sistem kendini temizleyemiyor.” [125]
Belirtilen bu sorunların doğal bir sonucu olarak yürütmede keyfi yönetim tehditi, tehlikesi
ve olgusu ortaya çıkmaktadır. Bu çok önemli ve sakıncalı olgu çerçevesinde,
yeterlilik düzeyi kuşkulu kişisel
ekipler, gruplar ve klikler oluşmakta, hizmete eleman seçmede lidere ve grup
çıkarlarına en sadık olanlar arasında seçim yapılmakta, nitelikleri sınırlı
kimseler gerçek anlamda ehliyet ve liyakat isteyen görevlere getirilmekte
ve sonuç olarak çözümlenemeyen sorunlar listesi bir çığ gibi büyümektedir.
Sorunun
kendi bakanlığı ile ilgili yönlerini yorumlayan Sağlık Bakanı Osman Durmuş,
Türkiye’deki ‘torpil’in dünyanın hiç bir ülkesinde olmadığını belirterek sağlık
hizmetlerinin sunumunda neden vardiyalı sisteme geçilmek istendiğini şu şekilde
açıklamaktadır: “Türkiye’den başka bir
ülkede vardiyalı uygulama yok. Bu, Türkiye’ye özgü bir uygulama. 30 yılın
birikimi sonucu büyük kentlerde bulunan doktorları ve sağlık personelini daha
verimli çalışmak için geliştirdiğimiz bir proje. Dünyanın hiç bir ülkesinde Türkiye’de
olduğu ölçüde ‘torpil’ olmadığı için vardiya sistemini uygulayan başka bir ülke
de yok. Normalde buna gerek de yok. Çünkü, zaten hastaneler 24 saat hizmet
verir. Ancak, hekim yığılmasının olduğu hastanelerde bile kuyruk olduğunu
görünce, bu personelden ikinci vardiyada yararlanmak için bu sistemi
geliştirdik. Bu personeli başka yere tayin etmeye kalksak kiyameti
koparacaklar. Biz de ya ikinci vardiyada hizmet verin, ya da ihtiyaç olan ile
gidin diyoruz.” [126]
Muharrem
Sarıkaya’nın gümrüklerden sorumlu Devlet eski Bakanı Rifat Serdaroğlu’ndan
aktardığı ve aşağıda özetlenen olay ülkemizde yönetimin nasıl yozlaştığı
konusunda önemli ipuçları vermektedir: Olay, Bakan’ın “Bakanlıkta her yıl yapılan rotasyonun süratle tamamlanmasını
istemesiyle başlıyor. Bu talimatı
vermesinin üzerinden bir gün geçmeden bir milletvekili gelip rotasyona uğrayan
bir memurun yerinde kalmasını talep ediyor.
Bir gün sonra bu kez başka bir partiden bir milletvekili Serdaroğlu’nun
eline bir başka kağıt tutuşturuyor. Serdaroğlu Bakanlığa gittiğinde talebin
aynı memur için yapıldığını görüyor. Gümrük Müsteşarlığı yetkililerinden birini
çağırıp, bu memurun rotasyon sonucunda tayininin nereye çıktığını soruyor. Büyük kentlerden birine tayin olduğu,
gideceği yerin yaşam standardı açısından daha iyi olduğu bildiriliyor. Ancak,
daha gün dolmadan bu kez kapısını bir başka partiden bir milletvekili çalıyor.
Kısa bir hoş-beşten sonra pusulayı uzatıyor. Serdaroğlu, pusulada aynı memurun
adını görünce şaşırıyor. Milletvekili, kuzeni olduğunu söylüyor. Ertesi gün
Bakanlığa gittiğinde yakın bir milletvekili arkadaşının ziyaretine geldiğini
görüyor. Daha kahveler içilirken, milletvekili konuya giriyor: ‘Rıfat abi,
benim bir kuzenim var. Tayini çıkmış. Şimdi kışa giriyoruz. Bir süre daha orada
kalsın. Müfettiş olarak bile kalmaya razı...’ Milletvekili cebinden talep
kağıdını çıkartıp uzattığında Serdaroğlu’nun gözlerinden ateş fışkırıyor.
‘Şimdi bu senin kuzenin mi?’ sorusuna aldığı ‘evet’ yanıtı üzerine Serdaroğlu
yakın arkadaşı olmanın verdiği rahatlıkla milletvekiline sesini yükseltiyor:
‘Haydi üç ayrı partiden üç ayrı adamı ayarlamış. Bu kadar dürüst adamsın, seni
nasıl ayarlamış. İki şehirden, iki ayrı
kanatlardaki insanlarsınız. Şimdi bu hanginizin kuzeni? Girme bu işe…’ Bu söz
üzerine, milletvekili başka birinin aracılığıyla bu kişinin adını getirdiğini
söyleyip talebinden vazgeçiyor. Serdaroğlu, Gümrük Müsteşarlığı’na talimatını
veriyor: ‘Bu adamın dosyasını bana hemen gönderin.’ Dosya geldiğinde, bir
önceki tayin işleminde de aynı şekilde ayrı partilerden 4-5 milletvekilinin
aracı olduğunu görüyor. Serdaroğlu, memurun tayin işleminin hemen dondurulması
ve takibe alınması talimatını veriyor. Bununla da kalmıyor, devletin istihbarat
birimlerinden de yardım istiyor. Bir süre sonra Emniyet İstihbarat’ından şu
bilgi ulaşıyor: ‘Bu memurun yapılan incelemesi sonunda, her hafta sonu
İstanbula gidip döndüğü ekte küpürleri bulunan uçak biletleri koçanlarında
tespit edilmiştir. İstanbul’a gidişlerinde … adreste, sevgilisi olduğu tespit edilen … isimli
kişiyle kalmaktadır. Bu memurun iki villası, evleri, yazlığı, otomobilleri
bulunmaktadır. Bankalarda ise büyük miktarda parası vardır. Bu kişiye, bir
miras da kalmamıştır. Başka bir yan geliri de yoktur. Aldığı memur maaşı ile bu
kadar parayı biriktirmesinin imkanı yoktur’.” [127]
KİT’ler
de usulsüzlük ve yolsuzluklara konu olabilmektedir. Örneğin, Türk Telekom’da
1998 yılı içinde meydan gelen bir olay da, Telekom yöneticilerinin, kendi
yakınlarına 5 bin cep telefonu dağıttığı ve kayıtsız olan bu telefonlardan
ücret alınmadığı ortaya çıkarılmıştı. Yapılan incelemede 5.000 kişinin aylık
telefon görüşmelerinin 40 milyar liraya ulaştığı saptanmıştı. Aynı kurumda daha
önce ortaya çıkarılan bir başka olay da ise, normal telefonlarda da “VIP” adı
altında bir uygulamaya gidildiği ve bu kişilerden yaptıkları telefon
görüşmeleri için ücret alınmadığı anlaşılmıştı.
Bundan daha önemlisi, özelleştirilen CEP
telefonlarının ihalesinde yaşanmıştır. TBMM KİT Komisyonu, iki cep telefonu
şebekesinin yapılan sözleşemeye aykırı olarak, 400 binlik sınırı geçip 6 milyon
aboneye ulaşması üzerine, Başbakanlık’dan Türk Telekom hakkında soruşturma
açılmasını istemeyi kararlaştırmıştır. Telekom’un 5.600.000 abonelik yeni
sözleşmeler için neden ihaleye çıkmadığı ise açıklık kazanmamıştır. TURKCELL ve
TELSİM’in 500.000.000 dolara ihale edildiği dikkate alınırsa, yukarıda
belirtilen değerin en az 6-7 katı kadar bir gelirden Hazine’nin mahrum
bırakıldığı anlaşılmaktadır. Devletin gelir kaynaklarının son derecede sınırlı
olduğu ve yurt dışından alınan çok daha küçük kredilerin dahi topluma büyük bir
ekonomik başarı olarak gösterildiği bir dönemde Türk Telekom’un ihaleye
çıkmaması ancak devlet yönetimindeki yozlaşma ve plutokratik yönetim sistemi
gerçeği ile açıklanabilir. Nitekim, aradan geçen uzun süreden sonra yapılan
üçüncü cep telefonu ihalesini İş Bankası ve İtalyan TIM firması 3 milyar dolar
vererek kazanmıştır. İhalenin doğru ve düzenli yapılması sonucunda sadece bir
GSM imtiyaz hakkı tanınması nedeniyle Hazine’nin kasasına 3 milyar dolar
girmiştir.
Bu
konudaki en ilginç örnek olay bir ilimizin Bayındırlık Müdürlüğü’nde meydana
gelmiştir. Olayı, Bayındırlık İl Müdürü’nün Valiliğe yazdığı dilekçeden
izleyelim: “Bayındırlık ve İskan
Müdürlüğü’ne vekaleten atanmam nedeniyle zatıalinizi ziyaret etmem için misafir
bekleme salonunda beklerken valilik sekreteri, Bayındırlık ve İskan Müdürü’nü,
milletvekili(nin) aradığını söyledi ve telefonu bana verdi. Telefonda, ‘Gitmiş
göreve başlamışsın, ben adamı oyarım, daha sen benim kim olduğumu bilmiyorsun,
biraz sonra … il başkanı yanına gelecek, onun dediklerini yapacaksın, ben bakan
falan tanımam. İl Başkanı’nın çizgisinden çıkmayacaksın’ diye tehditlerde
bulundu. Sayın Valimle görüştükten sonra, Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü’ndeki
odama gittiğimde il başkanı olduğunu söyleyen yanında bir kişiyle birlikte
odama geldi ve oturdular. ‘Müdür Bey hayırlı ve uğurlu olsun, ama zamansız
geldin. …’da 280 milyarlık bir okul ihalesi var, bu işi bizim istediğimiz
kişiye vereceksin. Burada kendiliğinden bir şey yapamazsın, daireyle ilgili
işleri bizim onayımız alındıktan sonra yapacaksın’ diye söyledi. Bilgilerinize
arz ederim.”
İl
Müdürü’nün hem Valiliğe ve hem de Bayındırlık Bakanlığı’na gönderdiği ikinci
dilekçe de şöyle: “28.4.2000 tarihinde
saat 14.00’te milletvekili, yanında il başkanı … ve … odamı basarak
milletvekili, ‘Sen kimden izin aldın da buraya geldin. Senin ananı, avradını,
sülaleni...’ diye ağıza alınmayacak küfürler yaparak, ‘Ulan sen il başkanı(nın)
dediklerini yapacaksın, yapmazsan hergün buraya geleceğim, sana sopa çekeceğim’
diye suratıma tokat çekerek masanın üzerindeki isimliği alıp elime vurdu,
elimin sol işaret parmağına vurulma nedeniyle kan oturdu. Ayrıca, Sayın Devlet
Bakanımız ve …Bakanı(na) da ana avrat küfür ederek, odayı terk ederken, ‘Ulan
istediklerimizi ve çıkacak ihaleleri bize bir verme de göreyim. İl başkanının
emrinden çıkmayacaksın. İhale, nakil bilumum işleri il başkanının emriyle
yapacaksın. Emirsiz bir şey yapmayacaksın. Sen burada müdür değil de bir
kuklasın’ diye sözler ifade ederek tehditlerde bulundu. Bilgilerinize arz
ederim.”
Bu son
derecede vahim olay ülkede yozlaşmanın hangi ölçülere ulaştığını, kaynaklarını,
nedenlerini ve hedeflerini açıkca ve hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde
ortaya koymaktadır.
Yolsuzluklar, doğal
olarak, kredi usulsüzlükleri şekline de dönüşebilmektedir. 5 Haziran 1999
tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Ziraat Çetesi ev kurşunladı” başlıklı haberin
özeti: “Batman’daki Ziraat Bankası yolsuzluğunu ihbar ederek çete
soruşturmasının başlamasını sağlayan V.S. evinin kurşunlandığını söyleyerek,
‘ölümle tehdit ediliyorum’ dedi. Yaptığı ihbarla, Ziraat Bankası Batman
Şubesi’nin 1 trilyon liranın üzerinde dolandırıldığını ortaya çıkaran V.S.,
‘Hayatım tehlikede. Beni arıyorlar. Devletin parası sana mı kaldı? Bu işe
karışma’ diyorlar diye konuştu. Ziraat Bankası’ndan kredi çekilmesi sırasında
düzenlenen sahte belgelere için kimlikleri kullanılan işsizleri bulmakta
aracılık yaptığını söyleyen V.S. şöyle konuştu: ‘Kahvelerdeki işsizlerin nüfuz cüzdanları
40-50 milyon lira karşılığında alınıyor, adlarına sahte çiftçilik belgesi
düzenleniyor. Vakıf ve belediye arazileri bunların üzerinde gösterilerek kredi
çekiliyor’ dedi. 1995’den bu yana işin sürdüğünü söyleyen V.S., süreci şöyle
anlattı: ‘Köy isimleri, kredi vadesi dolduğunda, kredi alanlar bulunmasın diye
değiştiriliyor. Hazine arazileri bunların üzerinde gösteriliyor. Kredinin
vadesi dolduğunda yazılı yere gidiliyor ve kimse bulunamıyor. Muhtarlar ‘terör
dolayısıyla ya öldü ya da iflas etti, kaçıp gitti’ diyor’. Ziraat Bankası’nın
üst düzey bir yetkilisi konuyla ilgili olarak Milliyet’e yaptığı açıklamada,
siyasi baskı nedeniyle bazı kişi ve kuruluşlara hak etmediği kadar kredi
verildiğini bildirdi. Adının açıklanmasını istemeyen yetkili ‘Politikacı,
devlet memurunu rahat bırakmadığı sürece bu işler engellenemez’ dedi.”
Bir
başka önemli gelişme de enerji ihalelerinde yaşanmıştır. Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı TEAŞ Genel Müdürlüğü’nde bazı yolsuzluk
olaylarının ortaya çıkması üzerine bir eski bakan, TEAŞ Genel Müdürü ve pek çok
bürokrat Jandarma ve savcılık tarafından gözaltına alınmıştır. Konunun
kamuoyuna yansıması ise daha ilginç özellikler taşımaktadır. DGM Savcılığı
tarafından yürütülen soruşturmalardan ilgili bakana bilgi verilmesi üzerine
bakan bazı görevlilere işten el çektirmiş ve daha sonra da yolsuzluk konusunda “düğmeye ben bastım” demiştir. Bu iddiayı yalanlamak üzere, ertesi gün
gazetelerde yer alan ve silahlı kuvvetlere dayandırılan bir açıklamada ise ismi
açıklanmayan bir albayın düğmeye bakanın değil kendilerinin bastıklarını
söylediği belirtilmiştir. Bu arada bazı bürokratların özel kasalarında yapılan
aramalarda yüklü miktarlarda dolar bulunmuş ve bürokratlar bu paraların bazı
ihale alan şirketler tarafından kendilerine “hediye”
ve “yardım” olarak verildiklerini
söylemişlerdir.
2000
yılı içinde Diyarbakır’a yaptığım bir gezide en yetkili ağızlardan dinlediğim
bir olay, bana göre, yönetimin içine düştüğü etkisizliğini göstermek açısından
oldukça anlamlıydı. Tüm Olağanüstü Hal Bölgesi’nde geçerli olmak üzere,
vatandaşa satılan elektriğin ancak yüzde 11’inin ücreti tahsil edilebiliyordu.
Satılan, tüketilen ve vatandaşlarca kullanılan elektrik ücretinin yüzde 89’u
tahsil edilemiyordu ve bu durum uzun yıllardan bu yana böyleydi. Hatta,
yetkililerin söylediğine göre, bazı evlerde, evin kapısı kapalı olduğu sürece
içeride tüketilen elektriği kaydetmeyen ancak kapı açıldığı anda çalışır duruma
geçen elektrik sayaçları için teknik düzenekler kurulmuştu ve bazı tesisatçılar
bu düzeneği isteyen kişilerin evlerine kurarak para kazanıyorlardı. Ve,
yönetim, kullanılan elektriğin parasını tahsil etmekte acz içine düşüyor ve
hatta ücretini ödemeyenlerin elektriğini kesmek cesaretini bile gösteremiyordu.
Rüşvet
ve yolsuzluk olayları öteki ülkelerde de olabilmektedir. Örneğin, Hindistan’da
bir trafik polisi aracı bir başka aracı hızla kovalarken bir yayanın ölümüne
yol açmıştır. Yapılan soruşturma sonucunda daha ilginç bir gerçek ortaya çıkmış
ve trafik polislerinin kovaladığı aracın polislere aylık haraç ödemesini
yapmayan ve bu nedenle de trafik polislerinden kaçmak isteyen bir kimseye ait
olduğu anlaşılmıştır.
İngiltere’de
BBC’nin başına getirilen Greg Dyke’ın İşçi Partisine yakın olması ve bu partiye
55.000 sterlin bağışta bulunmuş olması atamanın rüşvetle mi yapıldığı
kuşkularına yol açmıştır.
Almanya’da
yaşanan Kohl olayı ilginç olaylarla doludur. Fransız Petrol şirketi Elf’in
Kohl’ün partisine 15 milyon dolar bağış yaptığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca,
Airbus uçak şirketinden alınan paraların da CDU’ya, yani Kohl’ün partisine
gittiği anlaşılmıştır.
Rusya’da
komünist dönemden serbest pazar ekonomisine geçişin başlangıç döneminde göz
yumulan ufak çaplı yolsuzluklar daha sonraları kronik bir hastalığa
dönüşmüştür. Nitekim, IMF tarafından bu ülkeye verilen yardımların ‘iç
edildiği’ ve Yeltsin Ailesi’nin rüşvet aldığı yolundaki görüşler tüm batı
ülkeleri tarafından doğrulanmıştır. Yeltsin’in görevini Başbakan Putin’e
bırakmasının altında bu olaylar yatmaktadır. Yeltsin Ailesi’nin karıştığı
yolsuzluklar arasında rüşvet almak ve kredi kartlarının borçlarını Rusya ile
ticari ilişkisi olan şirketlere ödetmek gibi usulsüzlükler de bulunmaktadır.
Rusya’nın en saygın politikacılarından Grigori Yavlinski hükümetin geniş çaplı
yolsuzluğa bulaştığını ve bakanlıkların bile satıldığını ileri sürmüştür.
Rusya’da Parlamento Güvenlik Komitesi Başkanı Viktor İlyuhin en büyük devlet
kanalı ORT’nin bir bölüm hissesinin gizlice Yeltsin’e devredildiğini
söylemiştir. “Yolsuzluk bizde de var”
diyen Moskova Belediye Başkanı Lujkov, rüşveti önleyemediklerini belirterek “memura maaş ödeyemezseniz, rüşvete yönelir”
demiştir. [128] Rus
İçişleri Bakanı Stepaşin, polisin yeraltı suç örgütlerine karşı verdiği savaşta
yenik düştüğünü kabul etmiştir. Bakan, devletin tüm kademelerini ele geçiren
örgütlü suç şebekelerinin yıllık kazancının 18 milyar doları bulduğunu ve bu
rakamın da Rusya’nın 1999’da yapacağı dış borç ödemelerine eşit olduğunu
söylemiştir.
Mali’de
yargılanan eski Devlet Başkanı Musa Traore, eşi ve kayınbiraderi yapılan
yargılama sonucunda kamu mallarına zarar vermek, suç ortaklığı yapmak ve haksız
kazanç sağlamaktan suçlu bulunmuş ve idama mahkum edilmişlerdir.
Dünya
Bankası’ndan yapılan bir başka açıklamada şu bilgilere yer verilmiştir.
Endonezya’ya verilen kredilerin yüzde 20-30’u devlet memurları ile yerel
yöneticilerin ceplerine girmiştir. Bu ülkede işletmelerin dağıttığı rüşvetler
işletme giderlerinin beşte birine ulaşmıştır. Arnavutluk’da özel sektörün
verdiği rüşvetlerin toplamı genel cirolarının yüzde 8’ine ulaşmıştır. Siyah
Afrika liderlerinin İsviçre bankalarında 20 milyar dolar civarında rüşvet
paralarının yattığı hesaplanmaktadır. Bazı tespitlere göre Alman şirketleri
ihale alabilmek için her yıl 3 milyar dolar civarında rüşvet dağıtmaktadır.
Güney Kore’de iki eski cumhurbaşkanı aldıkları rüşvet yüzünden
hapsedilmişlerdir.
Pakistan’da,
Benazir Butto’nun kocası rüşvet suçundan mahkum olmuştur.
Ekvator
ve Meksika cumhurbaşkanları rüşvet iddiaları nedeniyle istifa etmek zorunda
kalmışlardır.
Dünyanın
yolsuzluk nedeniyle görevden alınan ilk lideri olan Brezilya eski Devlet
Başkanı Collor’un eşi rüşvet almak suçundan 2000 yılında 11 yıl hapse mahkum
olmuştur.
Aynı
şekilde, İngiltere’de bir bakanın bir başka bakan arkadaşından ödeme gücünün
çok üzerinde borç alması ve bunu beyan etmemesi nedeniyle ortaya çıkan skandal
üzerine her iki bakan da istifa etmek zorunda kalmışlardır.
Devlet yönetiminde yozlaşmanın geldiği boyut,
ülke sorunlarına karşı duyarlı kişileri intihar noktasına kadar getirmeye
başlamıştır. Nitekim, Gaziantep Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Osman
Uçarer, Mart 1999’da bedenine Türk bayrağı sararak bir mağarada intihar
etmiştir. Uçarer’in intihar nedeninin ülkenin içinde bulunduğu sorunlu durum
olduğu ileri sürülmüştür. Uçarer’in yakınları, Profesörün sık sık “Bu ülke bu yozlaşmayı hak etmiyor. Artık
yaşanmaz hale geldi. Ülkeye yapılanları içime sindiremiyorum” dediğini
belirtmişlerdir. [129]
Yolsuzluklar yalnızca maddi çıkar sağlamak
amacıyla yapılmamaktadır. Politik ve bürokratik rakiplerin haberleşmelerini
dinlemek ya da izlemek amacıyla da yapılabilmektedir. Bu amaçla, en fazla
kullanılan yöntem haber alma güçlerinin ya da özel güvenlik ve dedektiflik
şirketlerinin elinde bulunan dinleme olanaklarından yararlanmaktır. Kişilerin
anayasal hakkı olan haberleşme özgürlüğü ve haberleşmenin gizliliği ilkesi hiçe
sayılmakta ve herhangi bir yargıç kararı olmaksızın kişilerin telefonları
dinlenmekte ya da telefon dökümleri ele geçirilerek kimlerle iletişim kurulduğu
saptanmaya çalışılmaktadır. Bu yasa dışı eylemin amacı suçun önlenmesine
yönelik bilgi elde etme olabileceği gibi politik veya bürokratik rakipler
hakkında bilgi elde ederek mücadelede avantajlı konuma geçebilme de
olabilmektedir. Bu tür yolsuzluklar ülkemizde yeni gelişmeye başlayan suç
türleridir. Ancak, olayın daha önce yaşanmış olduğu ABD’de durum farklıdır.
Watergate Skandalı ABD’de benzer özellikler taşıyan bir olay olarak ortaya çıkmış
ancak sonuçta hem Nixon Başkanlık koltuğundan olmuş ve hem de Amerika’da devlet
ve kamu yönetiminde daha üst bir etik düzeyini amaçlayan ve öngören yeni yasal
düzenlemeler yürürlüğe konulmuştur.
Mayıs
1999’da kamuoyuna yansıyan bir olaydan bazı özel kişilerin telefon dinleme
işine soyundukları ve para karşılığı bu işi yaptıkları anlaşılmıştır.
İstanbul’da kurulu bulunan bir özel TV’nin sahibinin başını çektiği bir dinleme
çetesinin bir gazetecinin telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştır.
Haziran
1999’da ortaya çıkan bir başka olayda ise Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün sahip
olduğu teknik olanaklarla, Türk Telekom’un bilgisayar sistemine girerek
istenilen telefonun kimlerle görüştüğünü saptadığı anlaşılmıştır. Yapılan
inceleme sonucunda, Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin, gazetecilerin,
işadamlarının, politikacıların, bazı hukukçuların ve hatta silahlı kuvvetlerin
telefonlarının bu yolla izlendiği saptanmıştı.
Keza,
Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş’ın Fazilet Partisi’nin kapatılması ile
ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nde görülmekte olan davaya bazı telefon
görüşmelerinin ses kayıt bantlarını delil olarak sunması ve bantların kaynağını
açıklamaması telefon dinlemenin ülkede yaygınlaştığını göstermiştir.
Olayın
daha da ilginç yanı telefonu dinlendiği için İçişleri Bakanlığı aleyhine 25
milyar liralık tazminat davası açan Yargıtay 8 inci Dairesi Başkanı Naci
Ünver’in idare mahkemesinde görülmekte olan davasında savunma dilekçesinde yer
alan hususlardır. Savunmada, davacının herhangi bir takibata uğramadığı, iş ve
değer kaybının söz konusu olmadığı, bu nedenle zarardan söz edilemeyeceği,
hukuk devleti ilkelerine saldırının söz konusu olabileceği ancak davacının
kişisel olarak doğrudan zarar gördüğünden bahsedilemeyeceği belirtildikten
sonra, “Kaldı ki, dinlenen telefon
yalnızca davacının değil, davacı gibi, diğer önemli kurum ve kişilerin de resmi
telefonlarıdır. Aksi halde tazminat istekleri sonu gelmez hoş olmayan bir örnek
olacaktır” denilmektedir. Bir başka anlatımla, yasal olmayan telefon
dinleme olayının varlığı ve bu durumun hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu
açıkça kabul edilmektedir.
Bu
konuda bir değerlendirme yapan Başbakan Ecevit ise şunları söylemektedir: “Başbakan olduktan sonra önüme gelen
dosyalar, durumun bir hayli derin ve vahim olduğunu gösteriyordu. Daha önceki
izlenimlerim de zaten yeterince olumsuzdu. Fakat olumsuzlukların daha da ileri
gittiği bir ortam gördüm. Ayrıntılar, … büsbütün ürkütücü boyutlara varıldığını
gösteriyor.”
Türkiye’de
devlet yönetiminde görülen yozlaşmanın pek çok örneği bulunmaktadır. Bunların
bir kesimine yukarıda işaret edilmiştir. Ancak, son zamanlarda ortaya çıkarılan
bir olay varki, bu olay devlet yönetiminde yozlaşmayı incelemek durumunda
olanlar için ideal bir labaratuvar malzemesi olmak özelliklerine sahiptir. Bu
olay Türkbank olayıdır.
Türkbank
adıyla bilinen Türk Ticaret Bankası, içine düştüğü sıkıntılar sonrasında
Mevduat Sigorta Fonu’na devredilmiş ve daha sonra da özelleştirilmesi ya da
satılması fikri gündeme gelmiştir. Bu yolda alınan karar üzerine, ihaleye
çıkılmış ve yapılan ihalede en fazla değeri 600 milyon dolar ile işadamı
Korkmaz Yiğit vermiş ve ihale bu işadamında kalmıştır. Oysa, aynı kişinin sahip
olduğu bir başka banka olan Bankekspres’e aynı günlerde Mevduat Sigorta Fonu
tarafından el konulmuştur. Bir başka anlatımla, akçal yapısı bozulduğu için
Mevduat Sigorta Fonu’na bir bankası devredilen kişi bir başka büyük bankanın
sahibi olmak istemektedir.
Ancak,
daha sonra, bu işadamının yasa dışı ve zorbalığa dayanan yöntemlerle ihaleyi
aldığı anlaşılmış ve bu kişi ile suç dünyasının önde gelen isimlerinden biri
arasında bu amaçla yapılan telefon görüşmelerinin bant kayıtları gazetelere ve
televizyonlara ulaşmıştır. İkili arasında yapılan görüşmenin kayıtları
izlendiğinde gerçekten üzerinde önemle durulması gereken hususlar ortaya
çıkmaktadır.
Bir
kere, ülke ekonomisi açısından son derecede önemli olan bir ihalede, suç
odakları ihaleye müdahale edebilmekte ve ekonomiyi etkileyecek şekilde kararlar
alınmasını sağlayabilmektedir. Nitekim, ihaleye katılmak durumunda olan diğer
ilgililer, kendilerine yönelik tehdit ve şantajlar karşısında ihaleden çekilmek
ya da yapmaları gereken davranışlardan uzak kalmak zorunda kalmışlardır.
Bu
durum, devlet yönetimine ve ulusal ekonomiye suç dünyasının yön ve şekil
verebilme gücüne ulaştığının ispatlanması açısından üzüntü ve endişe ile
karşılanması gereken toplumsal, siyasal, ekonomik ve etik bir olgu olarak
ortaya çıkmıştır. Böyle bir olayın ortaya çıkabildiği ve bir ölçüde de olsa
başarılı olabildiği bir toplumda devlet tam anlamıyla yozlaşmış demektir. Zira,
devlet bu gibi koşullarda işlevlerini yerine getiremez, adil ve hakça karar
alamaz ve hırsızlıklara göz yumar bir duruma gelir. İşlevlerini, amaçlarını ve
hedeflerini yitiren bir devlet yozlaşmış demektir. Böyle bir yönetim
yurttaşlarına güven veremez ve yurttaşlar devlet aygıtına saygı duymazlar.
Olayda
ortaya çıkan bir başka husus da, ihalenin bu kişiye verilmesinden önce, ihalede
sorumlu ve yetkili olan hükümetin başının, yetkili bakanı aracılığıyla,
ihalenin bu kişiye verilmesi için bir takım pazarlıkların içine girmiş
olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Oysa, MİT’in ve emniyetin olay ve ilgilileri
hakkında ihale öncesi dönemde, Başbakan’ı sözlü ve yazılı olarak uyardıkları da
anlaşılmaktadır.
Korkmaz
Yiğit, ihaleye fesat karıştırmak suçundan tutuklanmak aşamasına gelinmesinden
sonra bir kaset hazırlamış ve bu kasette kamuoyuna çok önemli itiraflarda
bulunmuş ve kendisini aklamaya çalışmıştır. Yiğit’in yaptığı açıklamalardan bir
kesimi bu pazarlığa ilişkindir ve pazarlık iddiasını doğrulamaktadır.
Olayın
ikinci vahim durumu budur. Olaya, suç dünyasından sonra politikacı girmekte ve
ülke ekonomisini yakından ilgilendiren, Mevduat Sigorta Fonu’na getirdiği
anormal parasal yük nedeniyle topluma ağır bir ekonomik maliyet yükleyen ve hiç
bir politikacının etkisine girmeksizin salt ve tarafsız hukuksal ve akçal
yarışmayla sonuçlanması gereken bir olay şu veya bu şekilde yön
değiştirebilmektedir. Devlet adamının böyle bir ekonomik ve akçal yarışmada
-hangi amaçla olursa olsun- etkili olmaya çalışmasını devlet adamı etiği
açısından haklı gösterebilmek olanağı yoktur. Devlet tarafsız olması gereken
durumlarda taraf olmaya başladığında kendisine karşı duyulması gereken
toplumsal güven duygusunu yitirir. Bu durum kamu kaynaklarının varsıl kişilere
‘peşkeş çekilmesine’ yol açabilir.
Bu
durum, devlette yozlaşmanın temel dinamiklerinin açıklığa kavuşturulmasını
sağlayan başka bir önemli gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kez, bir
başka işadamı devreye girmekte ve toplum ve ulusal ekonomi açısından son
derecede kritik öneme sahip bir olayda kendi kişisel çıkarlarını da gözetecek
şekilde yol gösterici olabilmektedir. Böyle bir ortamda, devlet varsıl kişilere
teslim edilmiş demektir. Yansız bir ekonomik yarışma ile sonuçlandırılması
gereken karar verme süreci ekonomik ve siyasal kliklerin ve çıkar gruplarının
tercihleri doğrultusunda sonuçlandırılmaktadır. Bu durumda, artık, devlet
yönetimi yansızlığını ve nesnelliğini yitirmiş demektir. Yansızlığını ve
nesnelliğini yitiren devlet yozlaşmış demektir.
Bir
başka önemli nokta da aynı kişinin, bankacılığa soyunması sırasında bazı basın
ve yayın kuruluşlarını satın almak üzere atağa geçmesi ve siyaset adamları ile
giriştiği pazarlıklar sırasında kendisine bu yolda bazı parasal kolaylıklar
sağlanabileceğinin ve bu kitle iletişim araçlarındaki yeni kadronun nasıl
oluşturulması gerektiği konusunda yardımlarda bulunulabileceğinin belirtilmiş
olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Bu gelişme, karmaşık fotoğrafın daha da
netleşmesine yardımcı olmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, olaylar planlandığı
şekilde geliştiği takdirde, medyanın önemli bir kesimi bir siyasal parti
tarafından denetlenebilir bir konuma gelecektir. Kuşkusuz bu sonuç çok önemli
bir oy gücünün ele geçirilmesi demektir.
Bu
takdirde, medya tarafsız olarak işlev yapamayacak ve daha çok “kamuoyu
şekillendirme” ya da “toplum mühendisliği” yapma işlevlerine soyunacaktır. Bu
durum, düşünce özgürlüğünün ortadan kalkması, doğru ve yansız bilgi edinme
hakkının kısıtlanması ve toplumun propagandalarla yönetilen ve yönlendirilen
bir konuma gelmesi demektir. Şayet, devlet bu durumun ortaya çıkmasına neden
olmuşsa, devlet yozlaşmış demektir. Aynı zamanda, demokrasi de yozlaşmış
demektir. Zira, yurttaşlar özgür düşünce ve vicdanlarına göre değil fakat
propagandalarla yönlendirilmiş tercihlerine göre karar vereceklerdir. Topluma
‘saf ve temiz akıl’ değil ‘yönlendirilmiş,
şekillendirilmiş ve yıkanmış beyinler’ egemen olacaktır.
Yiğit’in
bizzat kendisinin konuştuğu, kendisinin hazırladığı ve kendi televizyonunda
yayınladığı kasetin bir bölümünden alınan şu sözler çok dikkat çekicidir: “Ben bu arada sayın Gazi Erçel’e gitmiştim.
‘Bu ihalede sizin hayır demeyeceğiniz en alt rakam nedir?’ dedim. ‘400’ dedi.
Bize ne kadar para koyduğumuzu sordu. ‘412 milyon dolar’ dedim. Ben, kendisine
415’e kadar çıkacağımı söyledim. Çörtük yemekteki konuşmamızda bana dedi ki
‘Sen 415 milyon doları gözden çıkarmışsın. Biz burayı 380 milyon dolara almanı
sağlayacağız. Ama sen bize Genç TV’yi vereceksin. Ya da Flash TV’yi almamıza
kredi vereceksin’ dedi. Çörtük, Sayın Başbakan’a ‘Ben Genç TV’yi alıyorum’ diye
haber göndermiş. Daha sonra bir konuşmada Kamuran Bey, ‘Sayın Başbakan benim
yanımda Gazi Erçel’i aradı, bu çocuğu daha fazla hırpalamayalım, bu işi
370-380’de bitirelim’ dediğini ifade etti. Bu arada Genç TV’yi önce biz aldık,
bir kaç gün sonra da Sayın Çörtük’e devrettik… Bu noktada Kamuran, bana Erol
Aksoy ve Zorlu’nun bu işe fazla asıldığını söyledi. Erol Aksoy’la ilgili Çörtük
bana bir dosya verdi. ‘Bu dosyayı televizyonda yayınlatırsan, Aksoy bu işe
asılmaz’ dedi... İhale günü gecesi Çörtük’le buluştuk. Saat gece 01.00’de Sayın
Başbakan Çörtük’ü çağırdı. Otele gece ikibuçuk, üç gibi geldi. Dedi ki, ‘Sayın
Başbakan, Zorlu 505’in üzerine çıkmayacak. Korkmaz 510’a çıksın diyor’ dedi.
Kamuran Çörtük, ‘380’den sonrasını Güneş Taner ile paylaşmalısın’ dedi.
‘Başbakanın haberi var, Güneş Taner’e git’ dedi... Sayın Başbakan’ın konutuna
gittim, bana ‘Hayırlı olsun’ dedi. ‘Güneş Bey’le ne yaptın’ dedi. 80 milyon
ilave peşinat sorununun olduğunu, mektup sorunu olduğunu söyledim. Bunları
Güneş Bey halledecek, sana yardımcı olacak, onunla görüşmeye devam et’ dedi.” [130]
Bu sözlerin doğruluk derecesi bilinmemektedir. Bu konuda henüz yargıda da henüz kesin bir hüküm ortaya çıkmamıştır.
Korkmaz Yiğit ceza almış ve hapse girmiştir. Ancak, Türkiye açısından son
derecede önemli olan bir olayda, olayın baş aktörü kamuoyuna çok önemli bir
açıklama yapmış ve bu sözleri kullanmıştır. Yiğit’in anlattıkları doğruysa,
böyle bir yönetim düzeninin “çivi”si çıkmış demektir. “Çivi” çıkmamışsa
“keserin sapı”nın (yani, toplumun etik değerler sisteminin) yerinden çıkmış
olduğu düşünülmelidir. Umut edilmelidir ki, bu sözler gerçek dışıdır.
Bu
olay, aynı zamanda, Türkiye’deki devlet yönetiminin varsılerki (plutokratik) niteliğinin bir
göstergesidir. Varsıl sınıf, devleti yönetenler aracılığıyla devleti kendi
istedikleri şekilde yönlendirebilmektedir. “Ben
zengini severim” söylemi böylelikle gerçek içeriğine kavuşmuş olmaktadır.
Böyle bir yönetim, yoksulların, orta sınıfın, toplumsal açıdan dezavantajlı
toplumsal grupların ve ekonomik gücü sınırlı olanların yönetimi olmayacaktır.
Oysa, toplumun büyük bir kesimi ikinci gruba dahil bulunmaktadır.
Yozlaşmanın Ürünü: Çeteler
Devletteki
yozlaşmanın ortaya koyduğu ana ürün “çete”ler, yani devletin temel işlevlerini
kendileri yerine getirmek üzere bir araya gelmiş ve politikacı ve bürokratlarla
desteklenmiş suç örgütleridir. Bu örgütlerin, kliklerin, grupların ve kişilerin
ana amacı yasa dışı, kayıt dışı ve haksız yollardan elde olunan karaparadan pay
almaktır. Pay alınacak hedef kitle ise hızlı zenginleşme gösteren karapara
sahipleridir. Bu payı alabilmek için gerekli destek politikacılar ve
bürokratlar tarafından sağlanır. Kamu yöneticileri ve kamu görevlileri ile
karşılıklı güvene ve çıkar ortaklığına dayalı sempatik ilişkilerin
başlatılması, geliştirilmesi ve olgunlaştırılması için gerekirse ‘ulusal, ulvi, onursal ve toplumsal’
davalar için de tavır konulabilir. İlişkileri besleyen ortam ise yargının
etkisizliği ve yavaşlığı, bürokraside siyaset adamının dayanılmaz ağırlığı ve ‘köşe dönmeci ve benim memurum işin bilir’ türünden etik anlayışın varlığıdır.
Türkiye’de
kamu yönetiminin yozlaşmasının en önemli göstergesi bu tür suç örgütlerinin
sayısıdır. Bu tür örgütlerin sayısı alabildiğince artmıştır. Bu çetelerin
çalışmaları ulusal ekonominin normal işleyişini etkileyebilecek ve hatta
değiştirebilecek düzeye gelmiştir. Trilyoner işadamı Nesim Malki’nin
öldürülmesinden sonra el değiştiren paranın 600-700 milyon dolar olduğu
yolundaki açıklamalar ve bir bankanın özelleştirilmesi sırasında bu tür
örgütlerin oynayabileceği rolün bazı kasetlerdeki sergilenme biçimi yukarıda
belirtilen yargının ne kadar doğru ve haklı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Devlet
yönetimi içinde tam bir çıban başı haline gelen bu olay, bu tür bir kişinin
devlet dairesini basarak ihale komisyonu almaya çalışmasından, ulusal
ekonominin düzlüğe çıkması için toplumun kıt kaynaklarıyla yaratılan ve kamu
hazinesine milyarlarca dolara mal olmuş ekonomik kurum ve kuruluşların
özelleştirilmesinde kamu yöneticileri tarafından verilecek kararları
etkileyecek tehdit, şantaj, yaralama ve adam öldürme boyutlarına ulaşmıştır.
“Çeteler”
devlet ve kamu yönetiminde çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun en açık ve çarpıcı bir
şekilde kanıtlanmasından başka bir şey değildir. “Çeteler” ve çetelerin
etkinlikleri kamu yönetiminde dibe vurmaktır, çökmektir ve yıkılmaktır
Emniyet
Genel Müdürlüğü’ne göre, Türkiye’de yeraltı suç örgütlerinin türü 56’yı ve bu
tür örgütlerin istihdam ettiği kişi sayısı 23.000’i bulmuştur. Jetondan,
kokoreçe, yuva yıkmaktan, mezar yerine kadar değişebilen çetelerde her elemanın
Ağustos 1999 itibarıyla aylık gelirinin 300 milyon lira civarında olduğu
sanılmaktadır. Buna göre, çetelerin yıllık gideri 80 trilyon lirayı aşmaktadır.
Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı bir başka açıklamayla çeşitli illerde etkinlik
gösteren 299 çetenin ortaya çıkarıldığını bildirmiştir.
Çeteler
kurumsallaşmış ve “yazılı çete hukuku” ortaya çıkmıştır. Kahramanmaraş’ta bir
kömür tüccarını yaralayan ve oğlunu kaçırıp fidye isteyen gasp çetesinin
yakalanmasıyla yeraltı suç örgütleri arasında imzalanan yazılı anlaşmanın
varlığını kanıtlayan belge ele geçirilmiştir. “İş sözleşmesi” başlığı verilen anlaşma gasp edilen paranın hakça
paylaşımını güvence altına almayı amaçlamaktadır. Sözleşmeye göre, işi bulan
yüzde 60, tahsilatı yapan yüzde 40 pay alacaktır. Eğer tahsilat birlikte
gerçekleştirilmişse bulanın payı yüzde 80 olacaktır. Tahsilat çek ya da dolar
olarak gerçekleşmişse işi bulanın payı yüzde 50 olacaktır. İşin birlikte
yapılması durumunda işi bulanın payı yüzde 70’e çıkmaktadır. Taraflar arasında
bağlayıcılığı sağlamak için şu hükme sözleşmede yer verilmektedir: “Taraflar istediği zaman ayrılabilir. Polise
yakalanan kişinin, diğer kişiden hiç bir talep hakkı yoktur. Yakalanıp da
polise isim veren cezasına razı olacak”.
Kurumsallaşmanın
boyutları ise, gazetelere verilen ilanlarda açıklıkla ortaya çıkmaktadır. 2
Temmuz 1999 günü gazetelere verilen yarım sayfalık bir ilan şöyle: “DUYURU. Son birkaç yıldır; Hakkımda
kamuoyunda çıkan haksız sıfat ve yakıştırmalardan dolayı tanımadığım bazı
kişiler vatandaşlara ismimi kullanmak suretiyle eziyet ve haksızlık
yaptıklarını üzüntüyle duymaktayım. Bu tip olaylara muhatap olanlar; İlanımın
sonunda belirteceğim avukatlarıma telefon açmaları halinde yapacakları yasal
takibatlarda avukatlarımın ücretsiz olarak yardımcı olacaklarını belirtir ve
duyururum.”
Çetelerin
bürokrasi içindeki gücü ise insanı hayrete düşürmektedir. Dönemin Başbakanı
Mesut Yılmaz bir açıklamasında şunları söylemiştir: “Hükümeti devraldığımızda inanılmaz bir keşmekeş vardı. Çeteler her
tarafa dal budak salmışlar. Hatta tayinini istedikleri bazı komutanların
isimlerini sağa sola söylemeye cüret edenler olmuş... Çakıcı, Türkiye’deki
ihalelere yurt dışından müdahale ediyordu. MİT ve Emniyet içindeki adamları
sayesinde kendisini yakalamak üzere düzenlenen operasyonları öğrenip yer
değiştiriyordu.” [131]
Dönemin
Başbakanı Mesut Yılmaz, çeteleşme konusunda kendinden önceki hükümeti
suçlamakta ve şunları söylemektedir: “Kendi
döneminde işlenen yüzlerce cinayete karşı hiç bir şey yapmayacaksın, çeteler
devleti yönetmeye kalkacak, engel olmayacaksın, şimdi mücadeleyi yapan hükümeti
engellemeye çalışacaksın. Bizi korkutup bu mücadeleden vazgeçirmek istiyorlar.
Ama içinden kim çıkarsa çıksın kararlılığımızdan geri durmayacağız. Bizi
bunlarla irtibatlı göstermeye çalışıyorlar… Kimi zaman ganimet paylaşmışlar,
kimi zaman gırtlak gıtlağa gelmişler. Milliyetçiliği kullanmışlar, milliyetçi
diye kimseyi koruyamazsınız bu işlerde. Bunların siyasi destekçileri var…
Çetelerin büyüyüp serpilmesi, devleti yönetmeye kalkması devletin zaafıdır.
Yeraltı suç örgütleri korkunç bir güç haline gelmiştir. Buralarda konuşulan
rakamlar bütçe rakamları gibi. Daha dün Nesim Malki’nin bir kasası açıldı.
İçinden 100 trilyonluk çek ve senet çıktı. Ama Susurluk kazası Allah’ın
Türkiye’ye bir lütfudur. Tüm pisliklerin ortaya dökülmesine neden olmuştur.” [132]
Çetelerle
ilgili bazı gazete başlıkları:
“İmam
çetesi: 4 yıl önce …’de öldürülen F.K.’nın, aralarında iki imamın da bulunduğu
Kaplancılar tarafından infaz edildiği ortaya çıktı. Almanya’da cami yaptırma
derneği başkanıyken Kaplancılar için de para toplayan K’nın, bu paraları
zimmetine geçirmekle suçlanarak öldürüldüğü belirtiliyor.”
“Ankara
çetesine 21 yıl: Aralarında 2 subayın da bulunduğu 7 sanık bir akaryakıt
istasyonu sahibini kaçırmaktan yargılanıyordu.”
“Üniformalı
çete davası başlıyor: Yüzbaşı C.B.’ın da aralarında bulunduğu beşi asker, altı
kişi hakkında ‘çete oluşturmak ve taammüden adam öldürmek’ suçundan açılan dava
bugün başlıyor.”
“Üniformalı
çeteye idam istendi.”
“Çeteye
rekor ceza: Ömür boyu hapis.”
“Çete
tanığı öldürüldü: Aralarında subay ve astsubayların bulunduğu ‘Ç. çetesi’
davasında düğümü çözecek kişi olarak gösterilen tanık K.T.’ün esrarengiz
kişilerce evinden kaçırılarak öldürüldüğü açıklandı.”
“Adana’da
çek-senet mafyasına darbe.”
“Saadettin
Tantan: Polisin içinde hainler var.”
“Olay
müdüre 3 yıl hapis istemi.”
“Antalya’da
polis-çete işbirliği.”
“Poliste
mafya haracına soruşturma.”
“Tahsilat
çetesinde 15 polis”.
“Polise
çete parası: Antalya’da 20 polis memurunun kira, elektrik ve kredi borçlarının
çek senet tahsilatçısı tarafından ödendiği ortaya çıktı.”
“Babaların
babası benim: K. çetesinin reisi ‘N. lakaplı N.E., 64.5 yıla kadar hapis
istemiyle yargılandığı davada, ‘Beni çete reisi diye değerlendirmeyeceksiniz.
Ben babayım, babaların babasıyım’.”
“5
kentte 5 çete daha: K.’de astsubay çetesinin lideri kadın çıktı. Çeşitli
organize suçlara karışan dört çete daha ele geçirildi.”
Türkiye’de
çetelerin bu oransız büyümesinin önemli nedenlerinden biri de “çek-senet”
olaylarının sayıca çoğalmasıdır. 1986 yılında çek mevzuatında yapılan
değişiklik sırasında mahkemelerde görülmekte olan çek-senet davası sayısı
yalnızca 10.000 civarında idi. 2000 yılına girilirken bu sayı 200.000’e
ulaşmıştır. Mahkeme ve hakim sayısının aynı dönemde bu oranda artmaması çek ve
senet uyuşmazlıklarının mahkemeler yoluyla çözümlenmesini güçleştirmekte ve
yüksek enflasyon nedeniyle dava sonuçlanıncaya kadar anlaşmazlık konusu
meblağın gerçek ekonomik değerinde önemli düşmeler olmaktadır. Bu nedenle, taraflar yargı ve hukuktan umut
kesince suç örgütlerine yönelmekte ve bu ortamda yeni suç örgütleri doğma ve
filizlenme olanağı bulabilmektedir. Bu durum, ülkemizde “çek-senet” ile
ilgili yasal ve hukuksal düzenlemelerin bir an önce ele alınmasını kaçınılmaz
kılmaktadır.
Ancak,
Türkiye’de, trajikomik bir gerçek olarak olarak çıkan ilginç olaylardan biri de
çete olgusunun zaman zaman çok yanlış şekilde ele alınması ve uygulanabilmekte
olmasıdır. Örneğin, Gaziantep’te baklava çalan bir çocuklar da ‘hırsızlık
amacıyla çete kurmak’ suçundan yargılanmış ve hapis cezasına çarptırılmıştır.
Gerçek çeteler ortada dururken, birbirlerinin taraftarlarının bulunduğu yerlere
karşılıklı silahlı baskın düzenleyerek ölüme ve yaralamaya neden olurken,
birbirlerine tehdit ve hakaretlerde bulunurken, bu çerçevede haraç, tehdit ve
şantaj çalışmalarını sürdürürken ve bunlar karşısında etkili önlemler
alınamazken baklava çalan çocukları çete olarak kabul etmek ortaya ilginç bir “irony” çıkarmaktadır. Bu gibi
çelişkiler toplumda adalet duygusunun rencide olmasına neden olmaktadır.
Çeteleşme ile mücadele konusunda alınan önlemler
arasında bulunan “Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri ile Mücadele Yasası” ve bu yasaya
koşut olarak yürürlüğe konulması planlanan bir yönetmelikte açıklanmaktadır. Bu
düzenleyici metinlerde geliştirilen mücadele yöntemlerinin şunlar olduğu
anlaşılmaktadır:
·
suç örgütlerinin içine ajan sokmak
·
muhbir kullanmak
·
itirafçılar ve tanıklar için ABD benzeri koruma
sistemi kurmak
·
suç örgütü üyelerinin para ve mallarına el koymak
·
yargıç kararıyla ikametgahlara gizli kamera
yerleştirmek
·
telefonları yargıç kararıyla dinlemek
Hükümetin bu konuda aldığı
önlem ise, Başbakanlık’ta bazı bakanlıkların kıdemli müfettişlerinden oluşan ve
Başbakan adına hareket etme yetkisi verilen özel bir ekip oluşturmak olmuştur.
Bu ekip 2000 yılının Kasım ayında çalışmalarına başlamıştır.
Öneriler
Devlet
yönetiminde yozlaşmanın, rüşvet ve yolsuzlukların önlenmesi için alınması uygun
olabilecek önlemler aşağıda belirtilmiştir.
Herşeyden
önce, ehliyet, liyakat ve kariyer
sistemlerinin güçlendirilmesi sağlanmalı ve bu sistemler belirgin bir işlerliğe
kavuşturulmalıdır.
Kamu ekonomisinin yönetimi yeniden yapılanmalı ve bu
amaca yönelik kurumsal düzeltimler
yapılmalıdır.
Mevzuat sadeleştirilmeli
ve basitleştirilmelidir.
Keyfi
yönetimin önüne geçilmesinin tek ve güvenli yolu hukuk devleti ilkesinin tam anlamı ile geçerli kılınmasıdır. Bu
bağlamda, daha önce sözü edilen, kamu
denetçiliği/gözlemciliği (ombudsman)
gibi kurumların yararlı olacağı bilinmekle birlikte asıl güvencenin Türk halkının büyük güven beslediği devlete
inanma ve güvenme duygusunun devam ettirilmesinde aranması gerektiği
açıklıkla kabul olunmalıdır.
Ruhsat ve izin işlemleri gözden geçirilmeli ve gereksiz
olanlar kaldırılmalıdır.
Ekonomik
çalışmalarla ilgili yönetsel süreçler
sadeleştirilmeli ve saydamlaştırılmalıdır.
Kamunun
ekonomideki payı ve rolü küçültülmelidir.
Kamuda istihdam politikası bu bağlamda yeniden
düzenlenmelidir.
Kamu
personelinin yıllık değerlendirmesi
başarım ilkesine yöneltilmelidir.
Kamunun
satın alma işlemi rüşvet ve
yolsuzlukları önleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.
Kamu finansal yönetiminde düzeltim yapılmalıdır.
Denetim etkili kılınmalıdır.
Yargı
düzeltimi yapılmalıdır.
Yargıçların görev güvencesi kadar etik davranışları de düzenleme konusu
olmalıdır.
Devlet yönetiminde keyfiliğe karşı etkili bir yargı
güvencesi sağlanmalıdır.
Aşağıda
belirtilen ilkeler yurttaşların
korunması gereken temel değerleri olarak kabul edilmelidir:
·
Yurttaşları etkileyen
konularda yurttaşların kamusal kurum ve kuruluşlarda karar almaya katılma veya
temsil edilme hakkının kamu yönetimi ve yöneticileri tarafından
benimsenmesi ve geliştirilecek yönetsel süreçlerle yönetime katılma ilkesine işlerlik
kazandırılması,
·
Yürürlükteki yasaların herkes için aynı düzeyde bağlayıcı olmasının ve herkes için aynı
sonuçları doğurmasının hukuk devletinin en temel ilkesi olarak benimsenmesi
ve bu bağlamda devlet birimlerinde eşit muamele görme hakkının güvence altına
alınması,
·
Yurttaşların kendileri ile ilgili konu, sorun ve çözüm yollarını bilme ve
öğrenme hakkının düzenlenecek ‘yönetsel usul yasası’ ile güvence altına
alınması ve bu yolla yurttaşların yönetim karşısındaki haklarının korunması ve
bilgi edinmelerini kolaylaştıracak bir bilgilendirme
sisteminin oluşturulması,
·
Güç odaklarının kamusal yetkileri kötüye
kullanmasının önüne geçilmesi için karşılıklı koruyucu dengelerin oluşturulması,
·
Kamu çıkarını korumak durumunda olan kamu
görevlilerinin ahlaki davranış
zorunluluğunun güvence altına alınması.
Dürüst ve saydam bir devlet yapısı oluşturulmalıdır. Bu amaçla
halkın bilgi alma, bilgiye ulaşma ve bilgilendirilme hakkı tam anlamı ile
güvence altına alınmak gerekir. Halkın kamu yönetimlerini etkili bir şekilde
denetleyebilmesi konusunda var olan kurumsal eksiklikler giderilmeli ve yurttaşlara
yerel yönetim meclislerine karar önerme hakkı verilmelidir.
Kamu görevlilerinin hukuksal
sorumluluğunu gerektiren ve genellikle önemli düzeyde suç olarak kabul olunan
vatana ihanet, rüşvet ve sahtekarlık gibi suç konularına ‘kötü yönetim’ kavramı da eklenmelidir.
Önümüzdeki yıllarda ortaya çıkması olası suç çeşitleri olan
konut dokunulmazlığının siyasal amaçlarla ihlali, siyasal amaçlarla elektronik
gözlem ve haber alma yollarına başvurulması, telefonların dinlenmesi ve
mektupların açılması gibi yol ve yöntemlerle haberleşmenin gizliliği ilkesinin
ortadan kaldırılması, resmi belgelerin ortadan kaldırılması, karapara aklama
işlemlerine yardımcı olunması ve aracılık yapılması, siyasal rakiplere karşı
vergi denetimlerini tahrik etme gibi devlet olanaklarının kullanılması, siyasal
rakiplerin devletle ilişkilerinde açıklarının kollanması ve bunlardan
yararlanılmaya çalışılması, siyasal rakiplerin kamu ile ilgili iş ve
işlemlerinde sorunlar çıkarılması ya da siyasal rekabeti ortadan kaldırmak için
devlet olanaklarının kullanılmasına göz yumulması ve aracı olunması gibi suçlar
şimdiden düzenlenmeli ve Türk Ceza
Kanunu içine aktarılmalıdır.
Yolsuzlukların soruşturulması
ve kovuşturulması ile ilgili olarak Yargıtay’da ve il savcılıklarında
uzmanlaşmayı sağlayacak şekilde özel
birimler kurulmalı ve yine bu konu ile ilgili olarak haber alma
örgütlerinde de bu amaca yönelik özel birimler/gruplar oluşturulmalıdır.
Kamu hizmetinde ahlakiliğin düzenlenmesi ve geliştirilmesi
için yeni yasal düzenlemeler yapmak ve mevcut yasaları daha da geliştirmek
gerekmektedir. Göreve yeni başlayanlar için var olan ‘yemin’ sistemine işlerlik ve anlamlılık kazandırılmalıdır.
Kamu Hizmeti Ahlak Yasası adı altında saydam devlet
kavramını tanımlayan, bürokratik etik değerlerin normlarını belirleyen ve bu
normlara aykırı davranışlara karşı yaptırımlar geliştiren bir yasa hazırlanmalı
ve bu yasanın uygulanması bir komisyona bırakılmalıdır.
Saydam devlet tanımında siyasal iktidarların kendilerinden önceki
dönemlerin uygulamalarını açıklığa kavuşturmalarına olanak verecek
düzenlemeler yer almalıdır.
Hiç bir toplumda ve bu arada
Türkiye’de yolsuzluk girişimlerini tümüyle ortadan kaldırmak olanaklı değildir.
Alınacak önlemler yolsuzluğu azaltmaya
yönelik olmalıdır.
Bu bağlamda alınabilecek
önlemlerin bir kesimi olmak üzere yolsuzluk eylemleri ile ilgili yasal yaptırımlar ağırlaştırılmalıdır.
Her kurumun teftiş birimi içinde ‘yolsuzluk
araştırma-soruşturma üniteleri’ kurulmalıdır. Bu amaçla örgüt içi denetim
yeniden düzenlenmelidir.
Yolsuzluk olasılığı içeren kararlara ilişkin süreçler gözden
geçirilmeli ve bu süreçler yeniden oluşturulmalıdır.
Kamu işlemlerinin basitleştirilmesi ve hızlandırılması
sağlanmalıdır.
Yolsuzluğa karşı kamuoyu oluşturulmalıdır.
Bazı yöneticilere tanınan
-kontenjan gibi- yetkiler kaldırılmalı
ve yönetimin kullanacağı takdir yetkisinin en fazla ölçüde nesnel iyiniyet
kuralları çerçevesinde kullanılması güvence altına alınmalıdır.
Ükemizde yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerden
oluşan düzenleyici metinlerin sayısı
oldukça çoktur. Yönetimin ve yöneticinin hareket serbestisini ve takdir
hakkını oldukça kısıtlayan bu olgu aynı zamanda yurttaşların bu kuralları tüm
ayrıntıları ile bilebilmelerinin olanaksızlığı nedeniyle yönetimde keyfiliğin
ve duyarsızlığın boyutlarını artıran bir rol oynamaktadır.
Mevzuatta sıksık yapılan
değişiklikler sorunu daha da yoğunlaştırmaktadır. Bu nedenle, mevzuatın sık sık değiştirilmesinin
önüne geçilmelidir.
Bu
amacın gerçekleştirilebilmesi aşağıda sayılan ilkelerin kamu hizmetinin temel ilkeleri olarak kabul edilmelerine
ve işlerlik ve geçerliliklerinin güvence altına alınmasına bağlıdır:
·
Kamu görevi kamu
güvenidir.
·
Tüm kamu görevlileri öteki tüm yurttaşlar gibi
yasalara tabidir ve hiç kimse yasaların
üstünde ve ötesinde değildir.
·
Ülkenin iyi ve etkili yönetimi yasama organının
kamu yönetimi üzerinde etkili bir
denetim yapmasına bağlıdır.
·
Ülkenin doğru yönetimi için kanunların yorumunda
ve uygulanmasında son söz hakkı yargıya
ait olmalıdır.
·
Ülkenin doğru yönetimi, kamu hizmetlerinde, ulusal
güvenlik gereksinimini ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin güvence
altına alınmasını da dikkate alan, en
üst düzeyde saydamlığın gerçekleşmesine bağlıdır.
·
Kamu işlerinde en yüksek etik standartların oluşturulması esas olmalıdır.
·
Sorumlu bir kamu hizmeti için yüksek nitelikli politikacıların ve güçlü ve profesyonel kariyer hizmetlerin varlığı vazgeçilmez bir ön
koşul olarak kabul edilmelidir.
·
Kamu görevlileri resmi görevleri nedeniyle sürekli olarak kamuya karşı sorumlu olmalı
ve bu sorumluluğu güvence altına alacak düzenlemeler oluşturulmalıdır.
·
Açık,
özgür ve dürüst bir seçim sistemi, demokratik toplumun ön
koşuludur. Devlet hiç bir şekilde bu ilkelerin tahribi ile sonuçlanacak şekilde
yönetilmemelidir. Bürokrasinin bu tehlikeden uzak tutulması için gerekli
önlemler alınmalıdır.
·
Etkili bir hükümet için rekabete dayalı bir parti sistemi gereklidir, ancak, bürokrasi her türlü siyasal destek arama
endişesinden kurtarılmalıdır.
·
Kariyer sistemi bir bürokratik erdemlilik (meritokrasi) sistemi olarak öngörülmeli
ve her türlü politik baskı ve kötüye
kullanmalardan (spoils system) ve
‘ganimetin paylaşılması’ amacından uzak tutulmalıdır.
·
Kariyer sisteminin erozyona uğramasının önlenmesi için şu yöntemler uygulama alanına
konulmalıdır:
·
Kariyere yapılacak atamalarda siyasal yönden onay, uygun görüş ya da öneri aranmamalıdır.
·
‘Sadık’ personelin göreve atanması için kariyere
eleman seçme ve işe yerleştirme
süreçleri kötüye kullanılmamalıdır.
·
Nesnel iyiniyet kurallarına uygun olarak
kullanılması gereken personel yönetimi yetkilerinin siyasal tercihlerin yönlendirilmesi amacıyla kullanılması
önlenmelidir.
·
Siyasal kayırma sonucu oluşabilecek olan kamu
görevlilerinin kendilerine olan güvenlerini kaybetmelerinin ve moral (iş yapma) güçlerini azaltmalarının ve
yine aynı nedenle oluşabilecek olan toplumun
devlete karşı güveninin azalmasının önüne geçilmelidir.
·
Üst düzey yöneticilikte kariyer olan ve kariyer
olmayan kamu görevleri için yeni bir statü
oluşturulmalıdır. Böyle bir statü oluşturulduktan sonra bu kadrolara yapılacak
atamalar için aranacak kariyer mensuplarının niteliklerinin uygun olup olmadığının bağımsız bir komisyon aracılığı
ile irdelenmesi sağlanmalıdır.
·
Kariyere mensup personelin ücret, görev ve
statülerinde diğerlerine oranla üstünlük,
yumuşaklık ve elastikiyet sağlanmalıdır.
·
Kariyer personele görevleri ile ilgili olarak kesin güvenceler sağlanmalı ve bu tür
personelin siyasal tercih ve kayırmaların dışında kaldıkları bir çalışma ortamı
yaratılmalıdır.
·
Çetelerle mücadele konusunda gerçekten etkili
yetkiler ve önlemler getiren ‘Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Yasası’nın
uygulanmasına içerik ve derinlik kazandırılmalıdır.
·
Pişmanlık Yasası ve kurumu süreklilik
kazanmalıdır.
·
Yargı
bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır.
·
Kamu
bankaları özelleştirilmelidir.
·
Siyasetin
finansmanı ilkelere bağlanmalı ve bu ilkeler
kurumsallaştırılmalıdır.
·
Devlet
ihale sistemi değiştirilmelidir.
·
İtirafçılar için
etkin bir tanık koruma programı, cezayı hafifletme ya da tümüyle ortadan
kaldırma da dahil olmak üzere, esaslı
şekilde geliştirilmeli ve uygulama alanına konulmalıdır.
·
Devlet yönetiminde “hesap verme sorumluluğu” anlayışı gerçekleştirilmelidir.
·
Rüşvetin önlenmesi için kesin ve etkin çözüm üreten yasal düzenlemeler en kısa zamanda
yürürlüğe konulmalıdır.
·
Bu bağlamda, OECD tarafından geliştirilen, Avrupa
Birliği’nin bu konudaki düzenlemelerine koşut hükümler içeren “Uluslararası
Ticari İlişkilerde Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi” için iç mevzuatta sağlanması
gereken uyum en kısa zamanda
gerçekleştirilmelidir.
·
Ulusal ekonominin yönetimi için alınacak kararlarda saydamlık sağlanmalıdır.
·
Bankacılıkta
saydamlık sağlanmalıdır.
·
İhalelelerde uluslararası
denetime olanak verilmelidir.
·
Kamu
Yönetimi Ahlak Yasası hazırlanarak yürürlüğe konulmalıdır.
·
Servet
beyanı işlevselleştirilmelidir.
·
Özel
sektör için açıklık ve hesap verme yükümlülüğü getirilmelidir.
·
Rüşvet, kaçakçılık, işkence, yargısız infaz ve
karapara aklama gibi suçlar birlikte ele alınmalı ve bu işlere karışan kamu
görevlileri kamu hizmetinden
uzaklaştırılmalıdır.
·
Güvenlik
güçlerinin eğitiminde, devlet yönetiminde yolsuzluklar konusuna özel
bir önem verilmelidir.
BÖLÜM 8
GÜNEYDOĞU,
TERÖR VE
İÇ GÜVENLİK
Güneydoğu
Bu
kitabın yazarının son yıllardaki en büyük özlemlerinden biri Güneydoğu’da
yaşanan terör olaylarının sona ermesi olmuştur. Bölgedeki doğal kaynakların
sınırlılığı, yörenin büyük tüketim piyasalarına ve ham madde kaynaklarına olan
uzaklığı ve sermayenin kar yetersizliği endişesiyle bölgeye yatırım yapmaktan
uzak durması nedenleriyle bu bölge istenilen ekonomik kalkınma hareketini
başlatamamış ve hızla artan nüfus nedeniyle işsizlik çığ gibi büyümüştür.
Bütün
bunlara terörle mücadele için silah ve iç güvenlik hizmetlerine harcanan
paralar da eklenince, yöresel ekonominin içinde bulunduğu olumsuz koşullar
ulusal ekonomi için de geçerli olmuştur. Ülke, çok önemli düzeye erişen can
kaybı yanında, ekonomi alanında da büyük kayıplar vermiştir. Kısacası, hem yöre
geri kalmış ve hem de ulusal ekonomi çok ciddi sorunlar içine sokulmuştur. Bu
ekonomik sorunların başında da yüksek enflasyon hızı ve çok büyük boyutlara
ulaşan iç ve dış borçlar gelmektedir.
Önce
PKK terörü sonra da Hizbullah terörü büyük çapta sona ermiş görünmektedir. Bu
görüntünün ne kadar doğru olduğu belirli bir zaman sonrasında anlaşılacaktır.
Ancak, ülkemizin son 15 yılına damgasını vuran ve toplumun her kesiminde
yarattığı sıkıntı ve rahatsızlıklar nedeniyle ülkenin en önemli sorunlarından
biri konumuna gelen Güneydoğu sorununun devam etmekte olması, demokratik
rejimin ve devlet yönetiminin işlerliğinin ve gelişmişliğinin sağlanması
açısından kuşkusuz hala en önde gelen engellerden biridir.
Ülkemiz
açısından çok sakıncalı bir konuma gelmiş olan bu sorunun gerçek niteliği ile
ilgili olarak bugüne kadar pek çok çevre ve kişi tarafından çeşitli görüşler
ileri sürülmüştür. Güneydoğu sorununun bir insan hakları sorunu olduğu, burada
yaşayanların kimliklerini arama ve ortaya çıkarma gereksinimi içinde olduğu,
bir bölgesel azgelişmişlik ve geri kalmışlık olayının yaşanmakta olduğu,
bölgedeki petrol kaynaklarının paylaşımının Güneydoğu olaylarının arkasındaki
ana etmen olduğu ya da bölgede görülen
terör olaylarının uluslararası alanda Türkiye’nin gelişmesini istemeyen dış
odakların bir “düzeni” olduğu yolunda
pek çok görüşler ileri sürülmüştür.
Kanımca,
bugüne kadar açıklıkla ve cesaretle ortaya konulamayan, ancak, sorunun özünü
oluşturan asıl gerçek yukarıda belirtilen görüşlerden çok daha farklıdır. Bana
göre, asıl gerçek, İran, Irak, Suriye ve
Türkiye’de yaşamakta olan etnik bir grubun, kendilerine bir devlet yaratma ve
bu devletin üzerinde yer alacağı bir toprak parçası üzerinde siyasal egemenlik
oluşturma amaç, istek ve hedefidir. Bu mücadele daha önce İran’da ve
Irak’ta verilmiştir. Sıra Türkiye’ye gelmiştir. Dış odakların konuya ilgi
göstermeleri bu nedenledir. Bu odaklar, bölgede bir kürt devleti kurulması
yolundaki çabaların dünyanın bu yöresinde uluslararası barış ve güvenliğin
gelişmesine katkıda bulunacağına inanmaktadırlar. Güneydoğu’daki bu yalın
gerçeğin tüm çıplaklığı ile görülememesi ve farklı nitelendirmelerle soruna
çözüm yolu bulunmaya çalışılması yapılan çalışmaların yetersiz kalmasındaki ana
nedendir.
Kuşkusuz
bu durum ülke açısından çözümü son derecede zor bir sorunun ortaya çıkmasına
yol açmakta ve bir anlamda sorunu çözümsüz bırakmaktadır. Ancak, bilinmeli ve
kabul edilmelidir ki, sorunun tüm gerçeği ile ortaya konması bir çözümsüzlük
değil, aslında, doğru ve etkili çözüm yolunun geliştirilmesi yolunda atılacak
en önemli adım olacaktır. Güneydoğu’da görülen PKK kaynaklı terörün altında
yatan temel neden, bir etnik grubun egemenliğine dayalı bir devlet kurulması
amacıyla gereksinim duyulan toprak sorununun çözümlenmeye çalışılmasıdır. Bu
çaba yörede İran, Irak ve Suriye ile birlikte Türkiye’den de toprak almayı
amaçlamakta ve böylelikle de Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü tehdit altına
girmektedir. Ekonomik azgelişmişlik, bölgelerarası gelişme dengesizliği,
kültürel haklar, özerklik ve federasyon söylemlerini de içerebilecek olan bu
istemlerin gerçek hedefi, son aşamada, Türkiye topraklarının bir bölümünün
“misakı milli” sınırları dışına çıkarılmasıdır.
Bu gerçeğin Türkiye kamuoyuna
ve özellikle de bu yolda bir gelişmenin bölgede geleceğe yönelik potansiyel bir
ilerleme yaratacağı görüşünde olan batılı ülkelere yeterince anlatılamaması ve
Türkiye’de siyasal kararlılığın sarsılmasının bölge ve dünya kararlılığını ne
ölçüde olumsuz olarak etkileyebileceğinin tam bir netlikle bu ülkelere kabul
ettirilememesi sorunun çözümünde geciktirici ve engelleyici bir rol oynamaya
devam etmektedir.
Açıklıkla bilinmeli ve önlemler
o şekilde ele alınmalıdır ki, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde, İspanya’nın
Bask ve Catalonia, İngiltere’nin Kuzey İrlanda ve Sri Lanka’nın Tamil
bölgesinde yaşananlara benzer nitelikli ayrımcı
ve bölücü bir şiddet hareketinin varlığı söz konusudur. Ve, bu durum PKK
adlı terör örgütü aracılığıyla yaşama geçirilmek istenmektedir. PKK’nın kuruluş
toplantısı Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice İlçesi’ne bağlı Fis Köyü’nde
yapılmıştır. Toplantı sonucunda, Marksist-Leninist temellere dayalı bir
Kürdistan Devleti’ni silahlı mücadele yoluyla kurmayı hedefleyen PKK, Abdullah
Öcalan’ı başkanlığa getirmiştir.
Güneydoğu’yu kana bulayan
eylemlerin başlangıcı 15 Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli baskınlarıdır. Stratejik
yönden saldırı gücüne ulaştığını varsayan örgüt, kendine hedef olarak 2000
yılında Şırnak, Siirt ve Kuzey Irak’ın bir parçasından oluşan kurtarılmış bir
bölge yaratmayı seçmiştir. Kent merkezlerinde ayaklanma tertipleri içine giren
örgüt ilk denemesini 1992 yılında Nevruz nedeniyle Cizre’de yapmaya
kalkışmıştır. Kasabalara ve köylere yönelik toplu katliamlar, karayollarını
denetim altına alma girişimleri ve halktan vergi adı altında para toplama
çabaları hep bu stratejinin yeni bir aşaması olarak düşünülmüş ve uygulanmaya
çalışılmıştır. Örgüt, 1993 yılından sonra bir yandan ülke içinde kitle
örgütlerine sızma ve siyasal parti haline gelme mücadelesi verirken; öte
yandan, yurt dışı büroları açarak dış destek arama ve sağlama çalışmalarına
başlamıştır.
TSK’nin 15 yıl süren yoğun ve
çok yüksek maliyetli uğraşından sonra örgüte son bir darbe vurarak örgüt
liderini Suriye’den ayrılmaya zorlaması, uzun bir izleme sürecinden sonra
liderin Kenya’da yakalanması ve Avrupa’daki PKK eylemlerinin şantaj, tehdit, yaralama
ve öldürmeye dayalı gerçek yüzünün ortaya çıkması nedeniyle bu ülkelerde örgüte
karşı oluşmaya başlayan sempatinin durma ve gerileme noktasına gelmesi örgütün
-bugün için- çökmesi ile sonuçlanmıştır. Gelecek için henüz bir yargıya varmak
olanaklı olmamakla birlikte, günümüz koşulları içinde Güneydoğu’daki ayrılıkçı
ve bölücü terörün bitme noktasına yaklaştığı anlaşılmaktadır.
Bu bağlamda, daha önce
başlatılan ancak tam olarak uygulanamayan önlemlere ek olarak, bazı yeni
önlemler alınması gerekmektedir.
Türkiye, bu ayrılmaz vatan
parçasının sosyo-ekonomik yönden
kalkınmasını ve gelişmesini bir an önce sağlamalıdır. Zira, terör ile
mücadelede en etkili silahlardan biri
insanların geleceklerinden emin, yaşamlarından mutlu olmaları ve sahip
oldukları bu değerlere zarar verilmesini istememeleri olacaktır.
Bu amaçla, Olağanüstü Hal Kanunu içinde düzenlenen
‘ekonomik amaçlı Olağanüstü Hal Rejimi’ bölgede uygulama alanına konulmalıdır.
Bu öneri yürürlükteki yasaların da öngördüğü bir yönetim biçimidir.
Güneydoğu sorunu yasal meşruluk
sınırları zorlanmadan ve insan haklarına saygılı bir yaklaşım içinde ele
alınmalıdır.
Bu çerçevede, bölgenin genel ve
özel yönetimiyle ilgili kurumsal,
yönetsel ve örgütsel zayıflık noktaları açıklıkla saptanmalı ve
giderilmelidir.
Bu bağlamda, terörün ve şiddet
olaylarının önlenmesine yönelik olarak kurulan
‘Olağanüstü Hal Rejimi’ne son verilmelidir. Türkiye’nin bu yöresinin de
öteki yöreleri ile aynı yönetim sistemi içinde yönetilebileceği tüm dünyaya
gösterilmelidir.
Bölge valiliği, olağanüstü
halin yürütülmesi için bir yönetim modeli olmaktan çıkarılmalıdır. Bu amaçla
bölge valiliği sistemine son verilmeli ve sorunun çözümü -daha önce
açıklanan- ‘güçlü il valiliği’ yaklaşımı içinde tüm illerin yönetiminin
güçlendirilmesinde aranmalıdır. ‘Güçlü il valiliği’ yaklaşımı içinde, il
valilikleri ekonomik ve güvenlik işlevleri açısından daha etkili ve yetkili bir
konuma getirilmelidir.
Her demokratik ülkede olduğu
gibi, Türkiye’de de devletin kendisini
her türlü ayrımcılığa ve bölücülüğe karşı korumak durumunda olduğu ve bu
amaçla çıkarılmış olan yasaları uygulamak zorunda olduğu batılı ülkelere
anlatılmalıdır.
Türkiye’de bu yolda yürürlükte
olan mevzuatın pek çok batılı ülkede aynı tür eylemler konusunda var olan suç
tanımlarına ve ceza yaptırımlarına büyük
çapta benzediği ve hatta onlara göre daha hafif olduğu görülmektedir. Ancak, bu
alanda yapılan karşılaştırmalı hukuk çözümlemelerinin yetersizliği bu savın
yabancı ülkelere yeterince açıklanamaması ile sonuçlanmaktadır.
Türkiye’de siyasal kararlılığın
ayrımcı ve bölücü girişimler nedeniyle ya da bu nedenin yol açabileceği
anti-laik yaklaşımlarla bozulması herşeyden önce Türkiye’yi böyle bir
tehlikenin içine atan ülkelere zarar verecektir. Türkiye içinde yer aldığı bölge için bir
denge ve kararlılık unsuru olmak durumundadır.
Bu dengenin sarsılması yalnızca bölge barışının değil aynı zamanda dünya
barışının da tehlike içine atılması anlamına gelecektir. Bu çıplak gerçeğin
yabancı ülkelere net olarak açıklanması gerekmektedir.
Terör
Türkiye,
Güneydoğu’daki teröre 35.000 şehit vermiştir. Bu çok önemli bir sayıdır. Terör
nedeniyle hiç bir ülke bu kadar can kaybetmemiştir.
Türkiye,
terör nedeniyle ekonomik alanda da büyük kayıplar vermiştir. Ulusal ekonomi,
terörün önlenmesi amacıyla yapılan harcamalardan büyük yara almıştır. Yüksek
enflasyon kronikleşmiş ve iç ve dış borç artmıştır. Ülkenin ekonomik ve
toplumsal kalkınması gecikmiş ve altyapı ve kamu hizmeti üretiminde meydana
gelen gecikmeler bu hizmetlere olan talebin hizmet arzının çok önüne geçmesi
ile sonuçlanmıştır.
Ancak,
Türkiye’de PKK dışında sayıları 20’yi bulan başka terör örgütleri
bulunmaktadır. Aşırı soldan, şeriatçı devlet kurmak isteyen çizgiye kadar
değişen bu terörist örgütler, Türkiye’de iç huzurun ve siyasal kararlılığın
sağlanmasında ve devamlı kılınmasında en önemli engel olarak ortaya
çıkmaktadır.
Bununla
birlikte, gerek Güneydoğu’da ve gerekse ülkenin öteki kesimlerinde uzun süre
devam eden ve sona ermekte olan gerek bölücü ve gerekse dinci terör de ülkede
demokrasinin gelişmesi ve devlet yönetiminin işleyişi bakımından önemli bir
sorun kaynağı olmak durumundadır.
Açıklıkla
kabul edilmeli ve tüm dünyaya duyurulmalıdır ki, terör ve şiddetle mücadele her devletin en doğal hakkıdır ve
bu hakkı kendisinde görmeyen hiç bir devlet yoktur. Türkiye’ye eleştiri
yönelten ülkelerin tümünün ceza yasalarında ülkelerini ve yurttaşlarını tehdit
eden suç ve eylemlere karşı çeşitli ceza yaptırımları yer almaktadır.
Nitekim,
ABD’de Teksas Eyaleti’nin ABD’nin bir parçası olmadığını savunan iki ayrılıkçı
federal kurumları tehdit etmekten suçlu bulunarak 24 yıl hapis cezasına
çarptırılmıştır. Oklahoma City’deki kanlı katliamın sorumlusu Timothy McVeigh
idam cezasına çarptırılmıştır. Aynı olay, İspanya’nın Bask Bölgesi’nde ve Kuzey
İrlanda’da da yaşanmaktadır.
Türkiye’de
terörle mücadele çalışmaları kapsamında ise bazı yöntem ve yaklaşım sorunları bulunmaktadır.
Türkiye’nin
terörle mücadele etmek hakkına sahip olduğu, pek çok ülkede terörle mücadele
konusunda yasal düzenlemelerin yürürlüğe konulmuş bulunduğu, geçerliliği tüm
uluslar tarafından kabul edilmiş uluslararası bir standart var olmamakla
birlikte, bunların bir örneğinin de
Türkiye’de bulunduğu [133] ve PKK
ile olduğu üzere terörle mücadele çalışmalarının da mevzuata uygun olarak
yürütülmekte olduğu ikna edici bir şekilde dış odaklara
anlatılamamaktadır.
Bununla
birlikte, terörle mücadelenin hukuk kuralları çerçevesinde yapılması gerektiği
ilkesi de açıklıkla kabul edilmelidir.
Koşullar ne olursa olsun terörle mücadele eden güçlerin hukuk devleti
anlayışının dışına çıkmaları kabul edilmesi asla olanaklı olmayan bir olgudur.
Bu
çerçevede, kamuoyuna yargısız infaz
olarak yansıyan bazı uygulama biçimlerinin terörle mücadeleye gölge düşürdüğü,
dış ülkelerde aleyhte propagandaya olanak verdiği ve hukuk devleti anlayış ve
ilkesine zarar verdiği açıklıkla görülmelidir.
Öte
yandan, terörle mücadele kapsamında bir ana
planın geliştirilememiş olması, çalışmalarda itici gücün silahlı kuvvetlere bırakılmış olması, sivil güvenlik
güçleri ile askeri güçler arasında kimi zaman görülebilen işbirliği ve eşgüdüm eksiklikleri, köy korucularının statüsü ve kır
polisinin kurulamamış olması gibi nedenler terörle mücadelede başarıyı
sınırlandıran etmenler olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu
alanda başarıyı güvence altına alacak unsurlardan birinin de bölgenin toplumsal ve ekonomik azgelişmişlik
zincirini kıracak önlemler olduğu içtenlikle kabul edilmelidir.
Türkiye’de terör bugünkü
koşullar çerçevesinde, esas itibarıyla, güneydoğudaki bölücü terörle
özdeşleşmiş durumdadır. Bu nedenle, güneydoğu ile ilgili olarak söylenenler
terör için de geçerli olacaktır.
Terörün önünün alınması için
uygulama alanına konulması gereken önlemlerin bazılarına aşağıda değinilmiştir.
Türkiye’nin terör suçu ile
mücadele için sahip olduğu mevzuat, kendisine yöneltilen eleştirileri haksız
çıkaracak şekilde, öteki ülkelerin mevzuatından geri ve kötü değildir. Buna
karşın, olağanüstü hal ve terör suçları ile ilgili mevzuat insan hakları ve uygulanan yaptırımlar açısından gözden
geçirilerek uygun görülecek değişiklikler yapılmalıdır.
Terörle mücadelede örgütlenme, yönetme, planlama, eşgüdüm
sağlama, işbirliği kurma ve denetleme işlevleri bugünkünden çok daha etkili
bir yetkinlik düzeyine
çıkarılmalıdır.
İtalya’da “Carabinieri” ve jandarma geleneğine sahip öteki ülkelerde “rural police” olarak bilinen ‘kır polisi’ Türkiye’de de
kurulmalıdır. Terör sona erdikten sonra
da geçici köy korucularına olan gereksinim devam edeceğinden bu gücün düzenli
güvenlik gücü konumuna getirilmesi açısından kır polisi uygun ve geçerli bir
model olacaktır. Kır polisi, zaman içinde, jandarmanın yerini almalıdır. Bu
geçiş süreci içinde düzenli birliklerin oluşturulması, örgütlenmesi, çalışma
süreçlerinin geliştirilmesi ve personelin eğitimi silahlı kuvvetler tarafından
sağlanmalıdır.
Geçici köy koruculuğu
sisteminin iç güvenlik sistemi ile uyumlu düzenli birlikler şekline dönüşmesine
kadar geçecek zaman içinde koruculuk sisteminin Köy Kanunu’nun 68-82 maddelerine dayalı olan ve son derecede belirsiz
ve zayıf bir konumda bulunan yasal
temelleri geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir.
Herşeye karşın, Türkiye’de demokratikleşme çabaları sürdürülmelidir. Demokratikleşme
terörü tek başına önleyebilmek durumunda değildir; ancak, bilinmelidir ki,
terör nedeniyle demokratikleşmenin geciktirilmesi Türkiye’nin düşmanlarına koz
verilmesi anlamına gelecektir.
İç Güvenlik ve Haber Alma
Türkiye’de iç güvenlik
birimleri son yıllarda önemli başarılar
elde etmiştir. “Apo” başta olmak üzere, PKK’nın üst düzey sorumlularının yurt
dışında yakalanarak ülkeye getirilmeleri, “Hizbullah”, “İBDA-C”, “Tevhid”
grubları başta olmak üzere dinci terör örgütlerinin, sayısı binleri bulabilecek
olan “faili meçhul” cinayetlerin ve “şeriata dayalı devlet” kurma kurma
girişimlerinin eylemcisi olarak ortaya çıkarılmaları ve geçmiş yıllarda işlenen
siyasal nitelikli ve eylemcisi bilinmeyen cinayetlerin aydınlatılmış olmaları
gerçek anlamda büyük başarılardır.
Ancak, iç güvenlik örgütleri,
aynı zamanda, önemli sorunlar içinde
bulunmaktadır.
Bu bölümde iç güvenlik olgusu,
başarılı ve başarısız yanlarıyla irdelenmeye ve bu olgunun ülkedeki devlet
yapısının işlerliği ve demokrasinin gelişimi üzerindeki önemli rolü
vurgulanmaya çalışılacaktır. İç güvenlik birimlerinin içinde bulunduğu
kurumsal, örgütsel ve yönetsel sorunların anlaşılmalarını kolaylaştırmak
amacıyla, iç güvenlik hizmetlerinin yönetimiyle ilgili olarak basına yansıyan
pek çok örnek olaydan yalnızca bir kesimi, ileride yapılacak çözümlemelere ve
geliştirilecek önerilere temel oluşturmak
üzere aşağıda özetlenmiştir.
“Narkotikçi Barış’ın sırrı.
Emniyet’in ‘başarılı’ komiser yardımcısının rüşvete karşı çıktığı için
vurulduğu öne sürüldü.”
“Zehir operasyon. Uyuşturucu
taciri iki kardeşi öldürmekle suçlanan Hüseyin Uzun’un ifadesi üzerine
Tankuş’un şoförü gözaltına alındı.”
“Gözaltında intihar. Uyuşturucu
çetelerinin polis bağlantılarını açıklayan Hüseyin Uzun dün akşam İstanbul
Emniyet Müdürlüğü tuvaletinde asılı bulundu.”
“6. kattan ölüme uçtu. Altın
Hilal denilen İran-Afganistan-Pakistan üçgenindeki bölgeden temin edilen 166
kilo eroini Hollanda’ya kaçırmak isteyen şebekenin organizatörü olduğu
iddiasıyla gözaltına alınan M.S., Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nün 6.
kat penceresinden düştü. Betona çakılan S., hastaneye kaldırılamadan olay
yerinde öldü.”
“Gözaltında bir intihar daha…
Eminönü’nde 10 gram eroinle yakalanarak gözlem altına alınan Somali uyruklu bir
kişi, Narkotik Şube’nin 5. katındaki tuvalet penceresinden atlayarak intihar
etti.”
“Hücre evi bilmecesi. Adana,
Yüreğir’de hücre evi diye basılan iki ayrı evde iki kişi öldü, bir kişi
yaralandı. Ancak kanlı baskınla ilgili çelişkiler, kafa karıştırıyor. Polis:
Hücre evi 3 aydır izliyoruz. Eşi öldürülen kadın: Biz örgüt nedir bilmeyiz.”
“Bakan İrtemçelik ‘çat kapı’
infazı değerlendirdi: Adana olayı herkesi yaraladı. İnfaz sabit, ceza yok. 10
polise dava açıldı.”
“İnfaza 150 yıl istendi.
Adana’da ‘hücre evi’ diye bastıkları evde temizlik işçisi M.B.’yi öldüren ‘çat
kapı infazcı’ altı polis hakkında dava açıldı. İddianamede ‘kasten adam
öldürmekle’ suçlanan polislerin ‘gerekli araştırmayı yapmadan operasyon düzenledikleri’
belirtildi. Sanıkların eve ‘Teslim ol’ çağrısı yapmadan, kapıyı kırarak
girdikleri ve B’yi ateş açarak öldürdükleri öne sürüldü.”
“Göktepe için yürüdüler.”
“Bir MİT’çi çetemiz eksikti.
Çeteler ülkesi Türkiye’de enteresan bir çete daha çökertildi! Ankara’da
işadamlarını tehdit ederek para toplayan üçü Milli İstihbarat Teşkilatı mensubu
beş kişi tutuklandı.”
“Susurluk-2 sır. Polis 23
villalı eski polisi yakalayamıyor.”
“Kızılay meydan muharebesi.
Polis, eylem yapan mahkum yakınlarını copla, panzerle dağıttı. Eylemcilerle
ülkücülerin çatışmasına ise seyirci kaldı. Kendi eylemine başladı.”
“İstanbul’da kendileri yürüdü.
Polis kazan kaldırdı. Teröre iki kurban veren Çevik Kuvvet Müdürlüğü’ne bağlı 4
bin polis, dün Emniyet Müdürü ve Vali’yi hiçe sayıp, tekbir sesiyle İstanbul
sokaklarını inletti.”
“Emniyet Müdürü, polis
yürüyüşünün perde arkasını açıkladı! ‘Cenazeye giderken yolu şaşırdılar’.”
Bu ve benzeri uygulamalar uzun
bir süreden bu yana devam etmekte ve emniyet güçleri bir çok olayda yargısız
infaz yapmakla suçlanmaktadır. Olaylar yargıya iletilmekte ve yapılan
yargılamalar sonucunda bazı polisler suçlu bulunurken bazı olaylarda iddialar
kanıtlanamamaktadır. Bu yoldaki iddiaların bir kısmı anımsatmak üzere aşağıda
belirtilmiştir:
1991 Hasanpaşa Operasyonu: Kadıköy Hasanpaşa’da yasa dışı
örgüt üyesi oldukları belirtilen H.D. ve İ.O. operasyon sırasında öldürüldü.
1993 Perpa: Perpa’da bir kafeteryaya operasyon düzenleyen
polis Emniyet’te hiç kaydı olmayan bir çocuk annesi kasiyer S.Ç. da dahil olmak
üzere beş kişiyi öldürdü. 5 kişinin öldüğü olayla ilgili dava altı yıl sonra
sonuçlandı. Aralarında Susurluk’un kilit isimlerinden A.Ç.’da bulunduğu 5 polis
‘yasal sınırı aşarak faili belli olmayacak şekilde 5 kişiyi öldürmekten’ önce
idam cezasına çaptırıldı. Ceza daha sonra 3 yıl 10 ay 20 gün hapse indirildi.
1998 Fatih: Polis Fatih Çarşamba’da PKK’lı oldukları
gerekçesiyle bir eve baskın düzenledi. Çatışma sırasında 14 yaşındaki bir genç
ile ailenin konuğu olan bir kişi öldü.
1998 Çağlayan: M.Ç. ve A.D., çaldıkları otomobille polisten
kaçarken öldüler. Gençlerin uçuruma yuvarlanarak öldükleri yönünde rapor
tutulurken, daha sonra silahla vuruldukları ortaya çıktı.
1998 Adana: Polis Adana Kiremithane’de bir eve baskın
düzenledi. Çatışma sırasında yasa dışı oldukları belirtilen üç kişi öldü.
1997 Esenler: Pankart astıktan sonra kaçtığı iddia edilen N.D.
bir apartmanın bodrum katında ölü bulundu. Polis, D.’nin intihar ettiğini
söylerken, aile oğullarının öldürüldüğünü iddia etti.
1997 Küçükköy: Polisin düzenlediği operasyonda yasa dışı örgüt
üyesi olduğu iddia edilen S.Ö. 48 kurşunla öldü. 7 polis hakkında dava açıldı.
İç güvenlik güçleri ile ilgili
bir başka önemli zayıflık noktası da
bazı kişilerin karıştıkları yolsuzluk
olaylarıdır. Bu olaylara ait bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır:
“23 villalı polis şefi!
Hakkında kesinleşmiş bir yıl hapis cezası olduğu için eski Emniyet Müdürü’nü
polis arıyor. Araştırmada müdürün 23 yazlık villasının bulunduğu saptandı.”
“Rezil polisin sonu: Görevi:
Emniyet amiri. Marifeti: İşadamından alacağını mafyayla tahsil etmek. Sonu:
Gerçek polise yakalandı.”
“Her polisin TBMM’de grubu var.
Ankara Emniyet Müdürü polislerin tayinini politikacıların yaptığını söyledi ve
‘bir polis memurunun arkasında en az 20 milletvekili var’ dedi.”
“Emniyet’te tayin bombası! 4
milyon dolar rüşvetle tayin ettirildiğini ileri süren polis şefi görevden
alındı.”
“Üç polis işkenceden cezaevine
gönderildi.”
“Hortum’un, İngiltere’de
tiyatrosu bile yapılmış.”
“Çete reisi polis memuru çıktı.
İzmir’de çek-senet tahsilatı yapan çetenin reisinin Şanlıurfa’da Çevik
Kuvvet’te görev yapan polis olduğu belirlendi.”
“Tahsilatçı polis. Gaziantep’te
çek senet imzalatmak, tahsil etmek ve memuriyeti kötüye kullanmak suçlarından
15 yıl hapis cezası istemiyle yargılanan polis memuru 13 yıl 4 ay ağır hapis
cezasına çarptırıldı.”
“Ve Eymür konuştu: Yeşil devlet
güvenlik güçlerinin kullandığı bir şahıstır. Güvenlik güçlerinin verdiği
talimatlar doğrultusunda bir takım şeyler yapmıştır…”
“Çakıcı olayında ilk somut
ipucu. Kırmızı pasaportun izi Pekin’de çıktı. Alaatin Çakıcı’nın üzerinde
taşıdığı son kırmızı pasaportun Pekin Büyükelçiliği’nden çalındığı
belirlendi..”
Hiç kuşkusuz polisle ilgili olarak son yılların ve
hatta Cumhuriyet tarihinin en önemli olayı 12-13 Aralık 2000 tarihlerinde
çeşitli büyük kentlerimizde meydana gelmiştir. İstanbul polisi, 10 Aralık 2000
günü olağan sokak devriyesi hizmeti sırasında yasa dışı bir örgüt adına afiş
yapıştıran bir grupla çatışmaya girmiş ve çıkan çatışmada afiş asan gruptan bir
kişi ölmüş ve iki kişi yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olayın ertesi günü
Çevik Kuvvet’e ait bir minibüs teröristlerce taranmış ve iki polis şehit edilmiştir.
Bu olaydan bir gün sonra İstanbul’da yaklaşık 4 bin kadar Çevik Kuvvet polisi,
üniformalı ve silahlı olarak izinsiz yürüyüş yapmış, yürüyüşün durdurulması
için amirlerinin verdiği emirleri dinlememiş, amirlerini protesto ederek
yuhalamış, yürüyüş sırasında aşırı sağ ideoloji ile özdeşleşen ve içerikleri
hükümet, Başbakan ve bakanlar aleyhine olan sloganlar atmış, kep çıkarmış ve
silah göstermiştir. Aynı gün, Ankara’da
ölüm oruçları nedeniyle sağ ve sol gruplar arasında çatışma çıkmış ancak polis
bu iki grubu ayırma için bir çaba göstermemiş ve polisin sağ grupla birlikte
hareket ettiğini gösteren davranışlar topluma yansımıştır. Daha sonraki gün
Bursa, Adana, Mersin, Gaziantep ve İzmir’de benzer nitelikli polis yürüyüşleri
yapılmış ve bu yürüyüşlerde de benzer sloganlar atılmıştır.
Polislerin yürüyüş sırasında attığı
sloganların bazıları şunlardır: “Dişe
diş, kana kan. İntikam, intikam”, “Başbakan istifa”, “Rahşan’ın affı polisi
vurdu”, “Hükümet affını al, başına çal!”, “Adalet Bakanı istifa”, “Tantan
uyuma, polisine sahip çık”, “Ya Allah, bismillah, Allahu Ekber”, “Bizi satanı,
biz de satarız” ve “Özgürlük polisin kanıyla olmaz”.
Bu olay, Türk siyasal tarihinde polisin karıştığı
en büyük skandaldır. Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki bazı olaylara çok
benzeyen bu olay, ülkede polisin
yönetimi ve eğitimi konusunda çok ciddi yetersizlikler bulunduğu,
polislerin belirli bir siyasal görüşün
yanlıları arasından seçildiği ve polisin toplumsal olaylarda yanlı davrandığı yolundaki eleştirilere destek verici
olmuştur.
Atılan
sloganların içeriği ise bundan daha vahimdir. Polis, attığı
sloganlarla amirlerini ve hatta bunun da ötesinde hükümeti, bakanları ve
Başbakan’ı eleştirmekte ve korumak durumunda olduğu devleti sorgulamaktadır.
Bir anlamda, huzur ve güvenliğin ve kamusal düzenin sağlanması ve korunmasından
sorumlu polis toplumsal düzeni bozan bir konuma gelmiştir.
Olay, polisin kendi iç mevzuatına aykırı olması yanında,
Türk Ceza Kanunu’nun memurların toplu halde görevden çekilmelerini düzenleyen
326 ncı maddesine, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na ve 171 sayılı Toplantı
ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun’a da ciddi aykırılıklar taşımaktadır.
Olay, bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olması açısından çok önem taşıyan bir noktaya
gelmiştir.
İrdeleme
İç güvenlik birimlerine yönelik
eleştiriler özellikle şu noktalarda
yoğunlaşmaktadır:
·
Siyasal ilişkiler, iç güvenlik yönetiminde siyasallaşma, siyasal kadrolar
oluşturma ve iç güvenlik güçlerinin iç
politikada kullanılması
·
Kurumsallaşma
sorunları
·
Yetersiz ve yanlış örgütlenme
·
Yönetim
politikalarının (toplam kalite yönetimi, iç güvenlikte hizmet
standartlarının oluşturulması gibi) ve yönetim yetkinliklerinin (planlama,
yürütme, işbirliği, eşgüdüm, iletişim ve denetleme) yeterince gelişmemiş olması
·
Siyasal ve ekonomik çıkar amaçlı kayırmacılık
·
İnsan
hakları kavramına karşı duyarsızlık
·
Teknik
altyapının yetersizliği
·
İşkence
ve hatta adam öldürme
·
Yasa
dışı eylemlerde bulunma
·
Gözaltına alınanların can güvenliğini sağlayamama
·
Yönetimde yozlaşma,
rüşvet ve yolsuzluklar
·
Etik
kavramında görülen eksiklikler
·
Yasa dışı kişilerle ve çetelerle içiçe olma, yasa dışı kişileri kullanma eğilimi
·
İnsan
kaynakları (işyükü, işgücü çözümlemeleri, yetenek boşluğu analizi)
yönetiminde görülen yetersizlikler
·
Görevde yükselmelerde ehliyet, yeterlik ve kıdem ilkelerinin dikkate alınmaması
·
Yönetimde verimlilik,
etkililik ve ekonomiklik endişelerinin yeterince dikkate alınmaması
·
Hizmet öncesi
ve hizmet içi eğitimde yetersizlikler
·
İç güvenlik yönetiminde
“polis” teknik, taktik ve stratejilerinin yeterince gelişmemiş olması
·
Oransız ve aşırı güç kullanma
·
Suç ve delil karartma
·
Görev
ihmali ve görevin kötüye kullanılması
·
“Gayretkeşlik”
ve “başarılı” görünme için
abartılı operasyonlar düzenleme
Emniyet örgütünün “çürümüş”
olduğunu açıklıkla ifade eden polis yöneticileri de vardır. Bunlardan biri olan
Bursa Emniyet Müdürü Aydın Genç şunları söylemektedir: “Geldiğimden
beri, gözlediğim kadarıyla buradaki teşkilat çürümüş. Bunu düzetmek için
çalışacağım…” [134]
Aynı yolda bir başka yakınma
DGM Savcısı Mete Göktürk’ten gelmektedir. Kolluk güçlerinin, gözüne girmeye
çalıştığı iktidarın görüşüne muhalif gruplara yönelik gözaltı operasyonları
yaptığını ve bu yönde gayretkeşliklerin işkence iddialarına gerçeklik kazandırabildiğini
belirten Göktürk “Değişen politik
rüzgarlara göre görevden alınırlar, yerleri ve görevleri değişir. Emniyet
içindeki kadrolaşmadan, hatta çeteleşmeden bu nedenle söz ediliyor. Çünkü bu
görevlilerin tek güvencesi amirlerinin gözüne girmekten, amirlerinin güvencesi
ise siyasi iktidarın gözüne girmekten geçiyor. Bunu da o günkü siyasi iktidarın
yandaşı olan kişileri incitmemek ve küstürmemek koşuluyla, özellikle o siyasi
görüşün hoş görmediği suçları işleyenler başta olmak üzere, mümkün olduğunca
çok sayıda suçlu ya da şüpheli yakalayıp başarılı görünmek ve kendilerini
kanıtlamak oluyor. Onun içindir ki suçlu mu, suçsuz mu oldukları henüz belirsiz
olan kişiler yargı önüne çıkarılmadan medya önüne çıkarılıp suçlu ilan
edilebiliyor. Yine başarı kazanmak uğruna gayretkeşliğin bir sonucu olarak
gözaltındaki kişilere kötü muamele ve işkence iddiaları yoğunluk ve gerçeklik
kazanıyor.” [135]
Emniyet Örgütü’nün siyasal ideolojilerle ilgisi
zaman zaman endişe konusu olmuştur. Sağ ve sol ideoloji yanında dinci akımlarla
da ilişki içinde olan emniyet mensupları olduğu bilinen bir gerçektir. 1990’lı
yıllara gelirken gümüş yüzük takan ve ütülü pantolon giymekten kaçınan bir grup
varlığını açıkça ortaya koymuştur. Bu bölünmenin arkasındaki itici gücün
emniyeti denetim altına alarak kendi konumlarını göreli olarak üstün kılmak
isteyen siyasetçiler olduğu açıklıkla bilinmektedir.
Bu nedenle, Emniyet Örgütü her devirde siyasetçi
için kritik önem taşıyan bir nokta olmuştur. Siyasetçi bu amacını
gerçekleştirebilmek için ehliyet, liyakat ve hatta kıdem ilkelerini bir kenara
iterek kendi açısından güvendiği kişilere örgütü teslim etmek istemiştir.
İçişleri Bakanlığı üzerindeki
siyasal baskılara değinen İçişleri Bakanı Sadettin Tantan sorunlarla ilgili
olarak şu saptamaları yapmaktadır: “Siyasetçiler
emniyet teşkilatından ellerini çekmediği için bu noktalara geldi.” [136]
Telefonların dinlenmesi
konusunda hukuksal düzenleme olmadığını belirten Tantan, telefon dinleme olayı
konusunda da şunları söylemektedir:
“Telefon dinleme konusunda teknolojik imkanlar, kamu güvenliği için
kullanılabilir, ancak disipline edilmesi zorunlu. Batı ülkelerinde de kamu
yararı için telefon dinleme gereklidir. Dinleme elzem, ama hukuki sisteme
dayanmalı.” [137]
Son yıllarda yapılan önemli atılımlara karşın
özellikle büyük kentlerin varoşlarında iç güvenlik birimlerinin denetim gücü
belirli bir ölçüde sınırlanmış bulunmaktadır. Terör olayından farklı olarak,
olağan iç güvenlik sistemlerinde de belirgin bazı sorunlar yaşanmaktadır.
Kentsel güvenlik gücü olan polisin büyük kentlerin merkezden uzak ve özellikle
yasallığı sağlanamamış olan “gecekondu” türü yerleşim bölgelerinde varlığını
yeterince duyuramaması ve benimsettirememesi devletin işlerliği açısından sakıncalar
yaratmaktadır.
Polisin benzer toplumsal
olaylarda farklı siyasal düşünce gruplarına farklı yaklaşımlar göstermesi
polisin tarafsızlığı ile ilgili imajın bozulmasına ve çifte standart
iddialarının ortaya atılmasına neden olmaktadır.
Polisin toplumsal olayları
önlemede izlediği yöntemlerde insan onuruna gerekli saygıyı gösterdiğini
kanıtlar biçimde yaklaşması kamuoyunda önemli bir beklenti olmak durumuna
gelmiştir.
Öte yandan, kırsal kesimde
güvenliğin sağlanmasında ana unsur olan jandarma ile mülki idare amirleri
arasındaki ilişkilerde yeniden düzenlemeyi gerekli kılan kimi olumsuzluklar
yaşanmaktadır. Jandarma
ile mülki idare amirleri ve özellikle kaymakamlar arasında yürürlükteki
mevzuatın çelişkili hükümler içermesinden kaynaklanan önemli görev, yetki ve
sorumluluk paylaşımı sorunları vardır.
Jandarmanın kırsal kesimin güvenlik gücü olarak devamı mülki idare ile
ilişkileri açısından sakıncalar yaratmaktadır. Son yıllarda aynı durum,
emniyet-mülki idare amiri ilşikilerinde de ortaya çıkmaya başlamıştır.
Ülkemizdeki jandarma gücünün oluşumu ve gelişimi
ile benzer özellikleri paylaşan ve aynı kökenden gelen öteki ülkelerin
jandarmalarında, önemli bir çağdaş gelişme örneği olarak ortaya çıkan ve
personel kaynağı olarak ‘silahlı kuvvetlere dayanmama’ yolunda giderek güçlenen eğilimlerin Türkiye’de
kırsal güvenliğin ve jandarmanın gelecekteki konumunun planlanmasında özellikle
dikkate alınması gerekmektedir.
Jandarmanın personel kaynağının
sivil ve profesyonel kesimden çok hala orduya dayalı olması ve kır polisinin
geçici köy korucularının sorunlarını da giderecek şekilde henüz kurulamamış
olması iç güvenlik sisteminde yeniden
yapılanmayı kaçınılmaz kılmaktadır.
Bu çerçevede, terörle mücadelede önemli bir rol
oynayan geçici köy korucularının terör sonrası “istihdam” sorunları konusu
üzerinde de özellikle durulmalıdır.
Genel
Nitelikli Bazı Öneriler
Yukarıda
belirtilen sorunların çözümlenebilmesi için alınması uygun olabilecek önlemler
aşağıda belirtilmiştir:
Polis,
bilimsel teknik ve yöntemlere uygun olarak yeniden
örgütlenmeli ve düzenlenmelidir. Hazırlanması yararlı olabilecek olan bir
‘Güvenlik Hizmetlerinin Kurumsal Açıdan Geliştirilmesi Projesi’
çerçevesinde hem polisin görev alanları,
sorumlulukları ve teknik yetkinlik düzeyi ele alınmalı ve hem de jandarmanın
kentsel alandaki rolü ve işlevleri gözden geçirilmelidir.
Polisin
siyasal tarafsızlığı ve siyasal
ideolojilerden arıtılması mutlaka temin edilmelidir.
Güvenlik
uygulamalarında çifte standart
iddiaları kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır.
Polisin
siyasetçi ile çıkar ilişkisi ve
dayanışması olasılığı tümü ile ömnlenmeli ve polis günlük siyasetten
etkilenmeyen bir konuma getirilmelidir.
Polisin
toplumsal olayları önlemede ve toplumla ilişkileri sırasında insan haklarına tam ve kesin bir inançla
bağlı ve insan onuruna saygılı olduğu açıklıkla kanıtlanmalı ve
sergilenmelidir.
Anti-terör timlerinin oluşturulmasına ivme ve genişlik
kazandırılmalıdır.
BÖLÜM 9
YARGI
Giriş
Yargı,
ülkenin demokratikleşmesi ve insan haklarının güvence altına alınması açısından
en önde gelen devlet organıdır. Toplumsal barış, esenlik ve güvenlik için
bireylerin adalet duygusunun var olduğu ve etkili çalıştığı yolunda inanç ve
güvenleri gerekmektedir. Ancak, Türkiye’de
yasama ve yürütme organlarında yaşanan sıkıntılar yargı organında da
yaşanmaktadır.
Türkiye’de demokratik rejimin
daha iyi işler kılınmasında ve devlet organlarının işlerliğinin sağlanmasında yargının içinde bulunduğu koşullar özel bir
önem taşımaktadır. Yargı ile ilgili olarak pek çok sorun alanı
saptanmıştır. Yargı ile ilgili sorunlar şu temel noktalar üzerinde
odaklanmaktadır:
·
hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin
geçerlilik düzeyi
·
adaletin toplumda gerçekleştirilebilme düzeyi
·
yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi
·
Anayasa yargısı ile ilgili temel sorunlar
·
“en yüksek yargı yeri” konusunda tartışmalar
·
yönetsel yargıya ilişkin nitelik sorunu
·
yargı bürokrasisi: yargının hızlı, etkili ve
verimli işlemekte olduğu yolunda duyulan endişelerin yoğunluğu
·
yargının örgütlenme sorunları
·
yargılama süreçlerinin yetersizliği
·
yargıda ücret ve insan kaynakları yönetimi sorunu
·
yargıda yolsuzluk ve rüşvet
·
sav-savunma-yargıç ilişkilerinde yaşanan
sıkıntılar
·
ceza ve tutukevlerinin içinde bulunduğu ortam
·
“Devlet Güvenlik Mahkemeleri”
·
“Yargısal Kolluk”
Yukarıda
yer alan listenin de işaret ettiği gibi, ülkemizde yargı sistemi çok ciddi
sorunlar içinde bulunmaktadır. Bu bağlamda, Yargıtay başkanlarının adli yıl
açılışlarında yaptığı konuşmalar artık birbirinin kopyası konumuna gelmiştir.
Yavaş ve geç işleyen adalet, hakkın ve haklının zamanında ve isabetli olarak
ortaya çıkarılamaması, yargılama ve infaz sistemlerindeki kabul edilemez
oluşumlar ve daha birçok yakınma, Türkiye’de yargı erkinin tam bir sorunsal içinde olduğunu göstermektedir. Bu
acı gerçekler yargının en başındakiler tarafından dahi itiraf edilebilmektedir.
Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğü İlkelerinin Geçerlilik Düzeyi
Türkiye’de
hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin geçerlilik düzeyi konusunda
ciddi duraksamalar belirtilmektedir. Bu görüşler, hem ülkenin bu alandaki en
saygın hukuk temsilcilerinden ve hem de aydınlarından gelmektedir.
Yargı
temsilcilerinden sözleri dikkatle izlenmesi ve incelenmesi gerekenler bu yolda
önemli eleştirilerde bulunmaktadırlar. Bu bağlamda, son zamanlarda yapılan iki
çıkış oldukça önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi Yargıtay Başkanı Doç. Dr.
Sami Selçuk tarafından adli yılın açılışında ve diğeri de Cumhurbaşkanı Ahmet
Necdet Sezer tarafından başkanı olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş
yıldönümünde yapılmıştır.
Sami
Selçuk şunları söylemektedir: “Tanılarımızı
doğru koyabilmek için, toplum mühendisliği özentilerinden arınmış,
indirgemecilikten uzak, tartışma, deneme, sınamaya dayanan eleştirel
akılcılıkla, nesnel yansızlıkla sorunları irdelemek ve bu soruyu yanıtlamak
zorundayız. Böyle bir yaklaşım bizi şu saptamaya ulaştıracaktır. Türkiye,
devlet ve toplum olarak, kendisine Kara Avrupası ülkelerini, özellikle
Fransa’yı, bir ölçüde de Almanya ve öbür ülkeleri örnek almıştır. Bu etkinin en
çarpıcı örneği 1961 ve 1982 Anayasalarının 2. maddelerinde görülüyor. Bu
maddelerde Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken ‘hukuk devleti’nden söz
ediliyor, ‘hukukun üstünlüğü’nden değil. İki ilkenin birbirinin yerine
kullanıldığı da var. Oysa bunlar farklı anlayışların ürünüdür. ‘Hukuk devleti
ilkesi’ Kara Avrupalı, özellikle Fransız ve Alman kökenli, ‘Hukukun üstünlüğü
(egemenliği, önceliği) ilkesi’ Anglo-sakson kökenli. Her iki ilkenin nedenleri
de sonuçları da başkadır. ‘Hukuk devleti ilkesi’nin boy verdiği Kara Avrupası
ülkelerinde, özellikle de Fransa’da ‘devlet merkezci’ bir yönetim, cumhuriyet
vardır. Devlet her yerde hazır ve nazır, Jakoben. Bu ülkelerde hukuku üreten
temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yanadır. Devlet kendi
yarattığı hukuk nedeniyle yurttaşlarla sürtüşme içinde ve bu hukuku aracı
kılarak pek çok şeye el atmış durumda. Sıkışınca başvurduğu kavramlardan biri
‘kamu yararı’. İçeriği belirsiz ve tartışmalı olan bu kavramla hukuk, zaman
zaman mistikleştirilmiş, hukuku siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuş.
‘Kamu yararı’, ‘yönetimin takdir hakkı’ ağırlıklı kavramlarla beslenen bir
yönetim, hukukta etkisini göstermiş, ‘özel hukuk’ ve ‘kamu hukuku’ ayırımı
ortaya çıkmış. Buna koşut olarak ‘yargılama birliği’ ilkesinden sapmış. Toplum
ve hukuk, devletin vesayetinde ve edilgin. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya
doğru düzenlediği makro anlamda bir toplumsal sözleşme var. Adı Anayasa. Bu ne
ölçüde başarılırsa, Kant’tan Rousseau’dan esinlenilen ‘hukuk devleti’ne,
dolayısıyla demokrasiye ancak o ölçüde ulaşılabilecek… Bütün bunlar, Kara
Avrupası ülkelerinde devleti, birey zararına karşı dokunulmaz bir nesneye
dönüştürmüştür. Savaş bu dokunulmazlığı sarsma savaşıdır. Bunun sonucu olarak,
Kara Avrupası’nda toplum devletçi kurallara bağlı, içine kapalıdır. İktidar
tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler, güçler ayrılığından ne kadar
söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası
bir türlü bitmemiştir. Görülüyor ki, ‘hukuk devleti’ küresindeki savaşım,
devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç,
kanımca, ‘az devlet, çok hukuk’ formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu.
Buna karşılık, ‘hukukun üstünlüğü ilkesi’nin boy verdiği Anglo-Sakson
ülkelerinde toplum, sözleşmeci, uzlaşmacıdır. Kendi kendini düzenler. Saydam ve
dışa açıktır. Birey yarışmacıdır. Girişim gücü devlette değil, bireyde ve sivil
toplum örgütlerindedir, devlet merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan
iktidar tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin bir
kesim temel görevlerini de üstlenmişler. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, iş
bölümünü yaratmış, toplum kendi hukukunu üretiyor. Devletin karşısında özerk
bir hukuk var. Herşey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülüyor. Bireyle
devlet bu hukukun karşısında eşit konumda. İkisi de toplumun ürettiği ve
dayattığı hukuka bağlı. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güç hukuk.
Devlet ikincil planda. Hukuk yaşanarak, Sokratik yöntemle öğretiliyor,
uygulanıyor. Somuttur, esnektir ve devletten de bağımsızdır. Toplum devletin
vesayetinde değil, devlet toplumun içindedir... Bunun sonuçları ise ortadadır:
Hukuk devletten bağımsız. Yargı da bağımsız ve çok güçlü. Yargı birliği
örselenmemiş. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrımına gidilmemiş. Tek
bir Yüksek Mahkeme var. Çünkü hukuk birliği sağlanmış. Hukukta özel hukuk, kamu
hukuku gibi katı kavramlara yer yok. Her derecedeki mahkeme, bir yasanın
anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup olmadığına karar
verebiliyor. İktidar, çoğulcu toplum gereği, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru
biçimleniyor. Geniş bir ufuktur, bu. İşte Türkiye’nin talihsizliği, hukukun
üstünlüğünün yeşerdiği ülkeleri değil, hukuk devletinin uç verdiği ülkeleri
örnek almasıyla başlıyor. Demokrasimiz tökezledikçe, dünya üstümüze geldikçe
kendi konumumuzu Anglo-Sakson demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak
Fransız Cumhuriyeti’ne göre değerlendiriyor, ülkemizi aklamaya çalışıyoruz...
‘Hukuk devleti’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerinin boy verdiği ülkeleri
anlatırken, Kara Avrupasını ve özellikle Fransa’yı değil de sanki Türkiye’yi
anlatıyormuşum duygularını yaşadığınızı biliyorum.” [138]
Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, 26 Nisan
2000’de Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada şunları
söylemektedir: “…Hukuk devleti, çağdaş
demokrasilerde devletin belirleyici niteliğidir. Anayasa’nın 2. maddesinde,
demokratik bir hukuk devleti olarak nitelenen Türkiye Cumhuriyetinde de ‘hukuk
devleti’ ilkesinin evrensel standartlara uygun olarak gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi
ve korunması zorunludur… Anayasa’nın 11. maddesinde, Anayasa’nın bağlayıcılığı
ve üstünlüğü öngörülmüştür. Hukuk devleti, Anayasa’nın üstünlüğü ve
bağlayıcılığının aracı, hatta güvencesidir. Bu bakımdan, hukuk devleti ilkesi,
Cumhuriyetin diğer niteliklerinin de güvencesi olmak bakımından önem
kazanmaktadır… Anayasanın üstünlüğü, anayasanın hukuk düzeni içinde, en yüksek
hukuk kurallarını içermesi demektir. Anayasa kurallarının kendisinden sonra
gelen, tüm yasa kurallarından üstün olması, bu kuralların tümünün anayasa
kurallarına uygun olması zorunluluğunu doğurur… Düzenli aralıklarla seçim
yapılması, ülkedeki yönetimin mutlaka ‘demokratik hukuk devleti’ olduğunu
göstermez... Toplumsal örgütlenmenin çeşitli aşamalardan sonra ulaştığı en
ileri ve çağdaş düzey, çoğulcu, demokratik ‘hukuk devleti’dir. Demokratik hukuk
devleti, kurallar ve kurumlar rejimidir; bu kural ve kurumlar bir bütündür.
Demokrasilerde toplumu yönetmek isteyenlerin herkesten önce demokrasinin bir
kuralsızlık, keyfilik yönetimi olmadığını bilmeleri gerekir… Hukuk devleti,
‘hukuku olan devlet’ demek değildir... Hukuk devleti, devletin hukukla
bağlanması ve yönetimde kuralların egemen olmasıdır... Hukuk devletinin gerçekleşmesinde, yasaların
Anayasaya uygunluğunun denetiminin belirleyici bir işlevi bulunmaktadır.
Anayasa’da yasama organının hukuka bağlılığını sağlamak üzere Anayasa
Mahkemesi; yürütme organı ile idarenin eylem ve işlemlerini denetlemesi için de
idari yargı yerleri ve Danıştay öngörülmüştür... ‘Hukuk devleti’ ya da ‘hukuka bağlı devlet’,
yönetenlerin de yönetilenler gibi hukuk ile bağlı kılınmasıdır. Devletin üstün
otoritesinin hukuka bağlılığının sağlanmasının ilk koşulu, yargı denetiminin
devletin tüm organlarını kapsamasıdır. Hukuk devleti, ancak tüm devlet
organlarının yargısal denetime tabi tutulmasıyla gerçekleşebilir. Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu
idarenin yargısal denetimidir…” [139]
Kamuoyuna
yansıyan tartışmalardan Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin yeterince
kurumsallaşmadığına ilişkin şu örneklerin verildiği anlaşılmaktadır:
·
Süleymaniye Camii’ne normal yurttaşların
defnedilmesine izin verilmemesi, ancak bazı tarikat mensupları için bakanlar
kurulunun özel defin izni vermesi.
·
Sorunların çözümünde adaletin devre dışı kalması.
·
Yargılamanın uzun sürmesi ve mahkemelerin çok geç
karar vermesi.
·
Özelleştirme ile ilgili pek çok örnek olayda
olduğu üzere, mahkeme kararlarının uygulanmaması ve sorumlu kamu yönetimlerince
yargı kararlarının yeterince ciddiye alınmaması.
·
Haklarında yargı kararı bulunmasına karşın
Atatürk’e hakaretten hükümlü bazı belediye başkanlarının göreve devam etmesi.
·
Bazı yargıçların yargıladıkları kimselerle yakın
ilişki kurmaları ve emekliye ayrılarak
bu kişilerin yanlarında çalışmaya başlamaları.
·
Cezaların caydırıcılığını yitirmesi ve sık sık
çıkarılan af yasaları nedeniyle ceza sisteminin yıpratılması.
·
Cezaevlerinin içinde bulunduğu ortam.
·
Milletvekillerinin aylıkları ile ilgili
düzenlemenin sekiz kez Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine karşın
Parlamento’da yeni bir deneme içine girilmesi ve bu kez kapsam içine yüksek
yargıçlar ile yüksek bürokratların alınması ve irtica ile ilgili konularda bazı
siyasal gruplara ödünler verilmesi.
·
Anayasa Mahkemesi’nin karar verdikten aylar sonra
kararını açıklaması.
·
Yolsuzluk ve usulsüzlüklerin üzerine yeterince
gidilememesi ve yasa dışı eylemlerin yapanların yanına kar kalması.
·
Bazı siyaset adamlarının ve devlet görevlilerinin
yasa dışı kişilerle işbirliği yapması.
Bu
örnekler de göstermektedir ki, ülkemizde hukuk elbisesi artık topluma dar
gelmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 75 yıl boyunca dünya ile
birlikte Türkiye de değişmiştir. Bu süre boyunca genelde statik kalan Türk
hukuk ve yargı sistemi artık toplumun dinamiklerini yeterli etkililikte
yönlendirememektedir. Hukuk düzeltimi bu kitabın kapsamı dışındadır. Ancak,
özünde bir kamu hizmeti olan ve kamu yönetiminin çok esaslı bir kesimini
oluşturan yargı sistemi mutlak şekilde düzeltime uğratılmalıdır.
Adaletin
Toplumda Gerçekleştirilebilme Düzeyi
Toplumda
adaletin doğru, çabuk ve etkili işlemekte olduğu yolunda kuşkular vardır. Bu kuşkular gerçektir ve aslında Adalet Bakanlığı
tarafından da kabul ve itiraf edilmektedir.
Adalet Bakanlığı, 1998 yılı bütçesini TBMM’ne sunarken ve yeni yıl için
ödenek isterken temel gerekçesini ülkede adaletin yozlaşması olgusu üzerine
oturtmuştur. Adalet Bakanlığı’nın “resmi” belgesi olan Bütçe Raporu’nda şu
görüşler yer almaktadır: “Her yıl çok
büyük miktarda borç düyuna kalmakta, adliyelerin hizmetinde kullanılan araç
şoförleri ve bilirkişiler ücretlerini alamamakta, bu nedenle göreve
gelmemektedirler. Avrupa Topluluğu’na girmeye çalışıldığı bir dönemde bu amaçta
yasal düzenlemeler bir bir gerçekleşirken adliyelerin yargılama yapabilmek için
mutlaka ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlerin alımı için gerekli ödeneklerin
kısılması tam anlamıyla çelişki olup, yapılan çalışmaları boşa çıkarmaktadır.
Son yıllarda ödeneklerin kısılması nedeniyle, yazışmalar yapacak posta pulu
bulamayan, keşiflere götürdüğü şoför ve bilirkişi ücretlerini ödeyemeyen,
hizmet içi eğitim kurslarını düzenleyemeyen adliyelerimizde yargılama sadece bu
nedenlerle son derece yavaşlamış, bir çok adliyemizde duruşmalar kağıt
yokluğundan ertelenmeye başlanmıştır. Zamanında haklarını alamayan
vatandaşlarımızın ise, yargıya ve dolayısıyla devlete olan güveni azalmaya
başlamış, yasa dışı yollarla hak arama yolu açılmış ve çek senet mafyası vb.
gibi son dönemlerde basında sıkça görülen çeteler yargının yerini almaya
başlamıştır. Bu ise devletimizin geleceği açısından tehlikeli bir durumdur.” [140]
Yukarıya aktarılan “resmi” nitelikli görüşler
büyük bir itirafın kabulü anlamına gelmektedir. Adalet Bakanlığı’nın yargı ile
ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu görünüm üzerinde çok düşünmek gerekir.
Açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmelidir ki, Türkiye’de, yargı işlemez
durumdadır ve kamuoyunun büyük bir bölümü “adalet” denilen kutsal olgunun
yerinde ve zamanında gerçekleştiğine inanmamaktadır.
Bu nedenle de, hak sahibi olduğuna inananların bir
kesimi ya kendileri haklarını bizzat gerçekleştirmenin yolunu aramakta ya da
ücret karşılığında bu işi yapacak kişileri kullanmaktadırlar. Bunun sonucu ise,
anarşi ve toplumsal kaostur.
Yargı
Bağımsızlığı ve Yargıç Güvencesi
Türkiye’de
yargının bağımsız olmadığı sıklıkla ve en yetkin kimseler tarafından dile
getirilmektedir. Yargıtay eski başkanlarından Mehmet Uygur 1997 adli yılı
açılış töreninde şunları söylemektedir: “Yargı
bağımsız olmalıdır. Bağımsız yargı; yeri ve zamanı geldiğinde yasamanın ve
yürütmenin kendi mensupları için de sığınılacak en sakin limandır. Siyaset ve
hukuk tarihimiz, bunu bilmezliğin veya bilmezlikten gelmenin hazin ve ibret
verici örnekleriyle doludur. Bu bağlamda Türk yargısına döndüğümde üzüntülüyüm.
Çünkü göğsümü gere gere, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ülkemde tam ve
eksiksiz olarak vardır deme mutluluğuna sahip değilim.” [141]
Yargıtay
Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk da, 1999 yılı adli yıl açılış töreninde bu konuda
şunları söylemektedir: “Demokrasinin
kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak, hukuk adına her olayda
hukukun ne dediğini nesnel mantıkla söyleyecek bir erke, güce de gereksinme
vardır. Bu bağımsız yargıdır… Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı
bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargı, ne
denli duyarlı olursa olsun, kirli adalet salgılar… Kurul üyesi seçimlerinde
yürütmenin, siyasal organın etkisine açık, girişim gücü Adalet Bakanlığı’na
bağımlı, bakan ve müsteşarı doğal üye sayılan, ayrı bütçesi, birimleri ve
çalışma yeri bulunmayan, oturumları gizli ve yönetsel kararları yargı yoluna
kapalı olan bir Kurul ve denetimi bakanlıkça yapılan bir yargı, yürütme ve
yasamanın karşısında bağımsız olamaz… Eski deneyimler gözetilerek yasamanın ve
yürütmenin Kurulun oluşmasında etkisi, payı olmamalıdır. Yasamanın Kurula üye
seçimi geçmişte başarısız olmuş, yargıya yasama ve yürütmenin etkisini,
kısacası politikayı sokmuştur… Kanımca yargının özlükten denetimine değin bütün
işleriyle ilgili olarak bağımsız bir Yüksek Yargı Kurulu oluşturulmalı, adli ve
idari yargı alt kurulları bulunmalı, seçimlerde yasama ve yürütmeye pay
verilmemeli, Kurulun kararlarına karşı yargı yolu açık olmalıdır.” [142]
Adalet
eski Bakanı Hasan Denizkurdu şunları söylemektedir: “Yargının siyasallaştığı bir ortam yaşıyoruz. Son 15 yılda bunun
örnekleri yaşandı. Yargıçlar siyasetin gölgesi altında karar vermeye
zorlanıyorlar. Yargıtay’da dahi siyasi nitelikte kararlar veriliyor. Bundan
yargı çok büyük zarar gördü.” [143]
Benzer
sözleri nedeniyle soruşturma geçiren, hakkında ceza ve hakaret davaları açılan
ve DGM’den alınarak bir ilçe adliyesine atanan Savcı Mete Göktürk savunmasında
şunları belirtmektedir: “Türkiye’de
yargının bağımsızlığına inanmadığımı, yargının bağımsız olmadığı bir toplumda
demokratik hukuk devletinden asla söz edilemeyeceğini, hakimlik güvencesinin
tanınmadığını, Yargıtay’da seçilen kurul üyelerinin bu görevlerini ikinci iş
olarak yaptıklarını, önlerine gelen bir kararı inceleyip, haksızlık yapılıp yapılmadığını
bilemeyeceklerini, bu olanağın bakanlığın elinde bulunduğunu, yargının önünde
bazı engeller olduğunu anlattım. Yargıyı yücelttim.” [144]
Adalet
Bakanlığı tarafından adalet kurumlarına gönderilen bir genelge yargıçların
bağımsız olmadığı yolunda yukarıda belirtilen eleştirileri haklı çıkarır
niteliktedir. Genelgede “özgürlük,
sansür, devrim, federe devlet, işçi bayramı” gibi kelimelerin
kullanılmasının sakıncalı olduğu belirtilmektedir. Genelgede, Bakanlık
tarafından başlatılacağı duyurulan hizmet içi eğitim programlarında yargıçlarla
savcılara yönelik olarak “kullanılacak
temalar” ile “sakıncalı temalar”ın
bir listesi de yer almaktadır.
Genelgenin
kullanılacak temalar başlığı altında şu konular yer almaktadır: Komünizm iflas etmiştir. Memurlar
bölücülerin, yıkıcıların oyununa gelmesin. Komünist yönetimlerde halk devletin
esiridir. Bir başkasının hak ve hürriyetlerini hiçe sayanlar, tek işi bölücü
fikir üretmek olanlar fikir suçlusu sayılamazlar. Aşırı solcular yarattıkları
anarşi ve terörden halkımızı kurtarmak için müdahale eden Silahlı
Kuvvetlerimize ve emniyet güçlerimize karşıdırlar. Birlik, beraberlik,
kardeşlik ve Türklük ruhu esastır.
Sakıncalı
temalar başlığı altına ise şu konular yer almaktadır: Devrim, kirli savaş, özgürlük, halkların özgürlüğü, işçi bayramı,
federe devlet, etnik yapı, emeğin sömürülmesi, emekçi hakkı, herkese eşit, iş
eşit kazanç, halkların kardeşliği, işçi sınıfı, memur kesimi, çiftçi kesimi,
sağcı, solcu, Türk aydınları, insan haklarının savunucuları solcudur,
Türkiye’de başka halklar olduğu, bu halkların kendi dil ve kültürünü yaşatması
gerektiği… [145]
İstanbul Barosu, yargı bağımsızlığı ve yargıç
güvencesi ilkeleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle bu genelgenin iptali için İdare
Mahkemesi’nde dava açmıştır. Ancak, bu genelge siyasal iktidarların bağımsız
olması gereken yargıyı yönlendirme girişimi içinde olabildiklerinin bir kanıtı
olarak kabul edilmelidir.
Politikacının
yargıya açık müdahalesini kanıtlayan bir başka olgu da Merve Kavakçı ile DGM
savcısı Nuh Mete Yüksel arasında geçen olayda ortaya çıkmıştır. TBMM
Başkanlığı’nın, bu kişinin milletvekili olmadığını belirten yazısı üzerine
hakkındaki soruşturma nedeniyle savcılığa getirtilmesini istediği Kavakçı’nın
evine güvenlik güçlerini gönderen Yüksel, burada Kavakçı’nın mensup olduğu
Parti’nin milletvekilerince engellenmiş ve Yüksel’in olay yerine gelmesine
karşın yargı emri yerine getirilememiştir. Olay bununla bitmemiş, hükümet
yetkilileri, daha sonra, Yüksel’i açık bir şekilde kınamışlar, Adalet
Bakanlığı, savcı hakkında soruşturma açtırmış, bu arada savcının görev yerinin
değiştirilmesi önerilmiş, olayın ele alındığı YHSK’da ise savcıya uyarıda
bulunulması karar altına alınmıştır.
Bu
çerçevede bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Uygulayıcıların daha dikkatli olması lazım.
Burası hukuk devletidir. Hukuk devletinin icaplarına tam uyulmasını istiyorum.
Bu husustaki ikazımı yaptım” [146] derken Başbakan Bülent Ecevit
de “Ben şimdiye kadar yargının işlerine
hiç karışmadım ve karışmayı doğru bulmam. Biz Merve Kavakçı olayını Meclis
çatısı altında çözdük. Artık daha fazla üstüne yürümenin, hele geç saatlerde
polislerle kapıya dayanmanın, gece geç vakit bir hanımı gözaltına almaya
çalışmanın, hele bu gözaltı işlemini bizzat Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete
Yüksel’in üstlenmiş olmasını son derece yadırgadığımı belirtmek isterim” [147]
demiştir.
Açıkçası,
yargının yasal bir ödevi yerine getirmesi siyaset adamlarının eylemli direnişi
ve yürütmenin girişimi ile sonuçsuz bırakılmıştır. Konu hakkında görüşlerini
dile getiren dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman şunları söylemektedir: “Bunlar yargı görevini engelleme
niteliğindedir. Ama, olayın en acı yanı, yapılan açıklamalarla yargıya ağır bir
müdahale olmasıdır. İdarece, polisin olay mahallinden çekilmesi emrini vermek
açık bir müdahaledir… Bu tutum ve davranışlar sonucu ifade alma engellenmiş,
arama kararının da kaldırılması gerekmiştir. Hala, yargıya müdahalede
bulunulmadığını söylemek çok zordur. Bugün ortaya çıkan sonuca göre, Savcı’nın
takip etmesi gereken bir suç bulunmasına rağmen, Savcı’nın ne dokunulmazlığı
kaldırmayı talep etme ne de bizzat suçu soruşturma imkanı bulunuyor. Bu durum
ne dokunulmazlığı bulunan milletvekili ne de vatandaşlar için geçerliliği
olmayan bir mutlak dokunulmazlık rejimi ortaya çıkarmıştır.” [148]
Bu
açıklamalar göstermektedir ki, yargı ile ilgili temel sorunlardan biri yargının tam bağımsızlığı ilkesinin henüz
tüm vecibeleri ile birlikte gerçekleştirilememiş olmasıdır. Özellikle,
Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşum biçimi ile birlikte, Kurul’da
Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı müsteşarının yer alması, bu sınıf içine
girenlere görev yeri güvencesinin verilememiş olması ve kendileri ile ilgili
soruşturmaların Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yerine Adalet Bakanlığı
müfettişlerince yerine getirilmesi yargının tam anlamı ile bağımsız kabul
edilmesini güçleştirmektedir.
Adli
yargı ile yönetsel yargının tek bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bağlı
olması da sakıncalar yaratmaktadır. Bu iki ayrı yargı türünün ayrı bir Kurul’a
sahip olmasının ve adli yargı yargıç ve savcılarının birlikte ele alınmaya
devam etmesinin yargı bağımsızlığına katkıda bulunabileceği düşünülmelidir.
Bu bağlamda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na
seçilecek yargıçların asıl görevleri ile bağlarının sürdürülmesi,
yargıçların Kurul’da geçirecekleri görev
sürelerinin belirlenmesi ve
Kurul’a yargıç sınıfı dışındakilerin atanmasının önlenmesi ile ilgili
sorunlar yapılabilecek yeniden düzenleme
çalışmalarında değerlendirmeye konu edilmelidir.
Hakimler
ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bağımsız
bir binaya ve sekreteryaya sahip olmaması yargı bağımsızlığı açısından
önemli bir eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır.
Yargının
tam bağımsızlığı hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilebilmesi için bir ön
koşuldur. Hukuk devleti ilkesinin tam ve eksiksiz olarak gerçekleşmesi
demokratikleşme sürecinin tamamlanması yolunda bir dönemeç taşıdır. Hukuk devletinin tam olarak oluşturulması
demokratikleşme açısından kritik bir öneme sahiptir. Mahkemelerin görevlerinde bağımsız ve
yargıçların mesleklerinde güvenceli olmaları yargı bağımsızlığının temel
göstergeleri olarak kabul edilmelidir.
Ancak, yargı bağımsızlığı kariyer mensupları
arasındaki yarışma ve sorumluluk olgularını ortadan kaldırmamalıdır. Bu
bağlamda, Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek yargı organlarında geçirilebilecek en
fazla sürelerin belirlenmesi ve sınırlanması önem taşımaktadır.
Yurttaşların yargı ile ilgili şikayetlerinin
ortadan kalkması ve çok önemli bir devlet organı olan yargının işlerliğe
kavuşması için yargılamanın adil, kolay ve çabuk yapılması amacına ulaşabilmeyi
engelleyen her türlü yönetsel, akçal ve hukuksal neden derhal ortadan
kaldırılmalıdır.
Belirtilen
bu nedenlerin genel bir sonucu olarak, ülkede bir yandan “yargıçlar devleti”nin ortaya çıkması gibi bir endişe yaşanırken
öte yandan hukuk devletinin tüm
gereklerinin yerine getirilememesi gerçeği ile
karşılaşılabilinmektedir.
Anayasa Yargısı ile İlgili Temel Sorunlar
Anayasa
Mahkemesi’ne yönelik olarak ileri sürülen eleştirilerin başında Anayasa yargısında statüsel sınırın aşılması,
kararların geç yayınlanması ve Anayasa’nın öngörmediği tercihlere yer verilmesi
ile ilgili kimi görüşler gelmektedir.
Yasaların
Anayasa’ya uygunluğunun ön denetimi ile
ilgili sistemin kimi yönlerinin yeniden düzenlenmesinde bazı hukuk çevrelerince
yarar görülmektedir.
Anayasa
yargısında değişikliğe konu olması istenen düzenlemeler arasında, üye seçim koşullarının ve görev sürelerinin
yeniden ele alınması, yüksek yargı organlarına kendileri ile ilgili konularda
Anayasa Mahkemesi’nde dava açma hakkı verilmesi, kararların en geç yazılma ve
yayınlanma sürelerinin belirlenmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma
kararı verme yetkisine açıklık getirilmesi, yetki kanunlarının iptal edilmesi
durumunda yetki kanununa dayalı olarak çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin
durumu, Fransa’daki benzerinde olduğu üzere ve ülkemizde Danıştay Kanunu
uyarınca Danıştay tarafından yapılması gerektiği halde yeterince yapılamayan
“yasaların Anayasa Mahkemesi’nin ön denetimi”nden geçirilmesi ve “Yüce Divan”
olarak görev yapmak ve “siyasal parti hesaplarını incelemek” gibi işlevlerin
başka yargısal kurumlara aktarılması olasılıklarının gözden geçirilmesi
gibi hususlar yer almaktadır.
Ülkemizde,
anayasal yargı ile ilgili olarak ortaya çıkan son önerilerden biri “anayasa yakınması” kurumudur.
Özellikle Almanya ve Avusturya’da uygulanan bu sistemde, ülke içindeki ulusal
yargı yollarını bitirenlerin son bir hak arama yeri olarak Anayasa Mahkemesi’ne
başvurmalarına izin verilmektedir. Bu sistemin kabülü durumunda Anayasa
Mahkemesi’nin işyükü oldukça artacak ve -belki de- Mahkeme’nin iç örgütlenme
düzeninde Avrua İnsan Hakları Mahkemesi’ne koşut bir yapılanmaya gidilmesi
gerekebilecektir.
Anayasa
yargısı ile ilgili en ilginç gelişmelerden biri ise 2001 yılının Ocak ayında
yaşanmıştır. Siyasal partilerin kapatılmasının olanaksız denebilecek kadar
zorlaştırılmasını öngören ve Anayasa Mahkemesi’nin siyasal parti kapatma
kararlarını üçte iki çoğunlukla almasını öngören Anayasa değişikliği tasarısı
TBMM’nin ilgili komisyonlarında kabul edilmiş ve Genel Kurul gündemine alınma
aşamasına gelmiştir. Bu arada, önce Başbakan ile görüşen Anayasa Mahkemesi
Başkanı ve bazı üyeler yapılmak istenen Anayasa değişikliğinin Cumhuriyet’i
savunmasız bırakacağını öne sürerek koalisyon hükümetinin bu Anayasa
değişikliğinden vazgeçmesini istemişlerdir. Anayasa Mahkemesi, daha sonra, bir
basın açıklamasıyla bu isteğini
kamuoyuna da duyurmuştur. Bu açıklamadan bir kaç gün sonra yapılan Mili
Güvenlik Kurulu toplantısından hemen sonra,
hükümet, yapılan uyarılarda haklılık payı bulunduğunu belirterek tasarıyı
askıya aldığını açıklamıştır.
Bu
gelişme, ülkenin siyasal yapısı ve Anayasa yargısı bakımından çok önemli bir
gelişmedir. Pek çok düşünür bu gelişmeyi “tarihi”
olarak nitelemiştir. Bu tanımlama oldukça yerindedir. Zira, ilk kez Anayasa Mahkemesi böyle bir tutum içine girmektedir. Bazı
düşünürler de bu durumu “postmodern
muhtıra” ya da “ultimatom” olarak
nitelendirmişlerdir.
Bu
olay, Anayasa yargısı ile ilgili olarak pek çok tartışma konusunu da gündeme
getirmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin görevleri içinde bu tür açıklamalar yapmak
yer almamaktadır. Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi’nin düşüncelerini kamuoyuna
açıklamasının bir “muhtıra” ya da “ultimatom” olarak kabul edilmeli midir?
Daha da önemlisi, bu durum “ihsası rey”,
yani Mahkemenin karar öncesinde ve yargılama aşamalarını henüz tamamlamadan
görüş ve kanısını belli etmesi midir?
Mahkemenin yürütmeye yol gösterme hakkı var mıdır? Ayrıca, bu açıklama, yasama
organının yetkilerine yargının müdahalesi anlamına gelmekte midir? Yasama
yetkilerinin TBMM’den başka bir organa devredilmesi olanaksız olduğuna göre bu
istek nasıl açıklanacaktır? Yoksa, bu durum Mahkeme’nin kendisine Anayasa ve
kuruluş yasası ile verilmiş yetkilerine sahip çıkması mıdır?
Bu ve benzeri sorular ülkede Anayasa yargısının
-aradan geçen 40 yıllık süreye karşın- hala
yerine oturmadığını göstermektedir.
Bu
gelişmenin daha da ilginç yanı ise Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’ın bir
açıklamasında yer almaktadır. Yılmaz bu gelişmeler üzerine yaptığı
açıklamada, Anayasa Mahkemesi
Başkanı’nın Başbakan Ecevit ile görüşmesinde şu sözleri kullandığını
belirtmiştir: “Fazilet Partisi davasında
Anayasa Mahkemesi’ne bir güvensizlik seziyoruz. Eğer böyle birşey varsa toplu
olarak istifa ederiz”. [149]
Kanımca,
bu son gelişme diğerlerinden daha
olumsuzdur. Anayasa Mahkemesi’nin ‘göreve devam etmesi için mevcut
hükümetin güvenine sahip olması’ gibi bir düzenleme Anayasa’mızda yer
almamaktadır. Anayasa Mahkemesi,
hükümetlerin güvenine sahip oldukları ölçüde çalışabilir anlamına gelen bu
görüş son derecede yersiz ve yanlıştır. Anayasa Mahkemesi, görevi gereği,
hükümetlerin güvenine sahip olmasa da yasalarla kendisine verilen görevleri
yerine getirmek durumunda olmalıdır. Görevden topluca istifa etmek gibi bir
olasılıktan söz edilmesi ise anlaşılması olanağı bulunmayan bir ifadedir.
Başkan, daha sonra, bu haberi yalanlamış ve görüşmede böyle bir ifadenin
kullanılmadığını açıklamıştır.
Bu
gelişmeler, aslında, Anayasa yargısının
Türkiye’de ne kadar ciddi sorunlar içinde bulunduğunu göstermektedir.
En Yüksek Yargı Yeri Konusunda Tartışmalar
Öte
yandan, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında iki önemli konuda ciddi görüş
ayrılığı yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi, ülkede ‘en yüksek yargı yeri’nin Anayasa Mahkemesi mi yoksa Yargıtay mı
olduğu ve ikincisi de “Yüce Divan”
olarak görev yapma yetkisinin bu iki
mahkemeden hangisine ait olması gerektiğidir.
‘En
yüksek yargı’ yeri olmak konusunda her iki mahkeme de karşı tezleri ileri
sürmekte ve kendilerinin en yüksek yargı yeri olduklarını belirtmektedirler.
Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa’yı korumak ve
Yüce Divan olarak işlev yapmak yolundaki özellikleri kendilerini ülkenin en
yüksek yargı yeri olmasını sağlamakta ve buna karşılık Yargıtay çevreleri de
ülkedeki yargısal örgütlenmenin en üst düzeyinin Yargıtay olması nedeniyle
Yargıtay Başkanı’nın en yüksek yargıç olarak kabul edilmesi gerektiğini
belirtmektedirler.
Yüce
Divan konusunda da iki ayrı görüş vardır. Örneğin, Yargıtay 11 inci Ceza
Dairesi eski Başkanı ve Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcısı Sabih Kanadoğlu, Yüce
Divan görevinin Yargıtay’a verilmesi gerektiğini söylemekte ve “ceza yargılaması hiç bir uygar ülkede ceza
hukukunda bilgisi, birikimi ve deneyimi bulunmayan kimselere bırakılmaz” [150]
demektedir.
Buna
karşılık, Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin
oluşum biçimine dikkatleri çekerek, 11 kişilik kurulda 3 ceza hukukçusunun yer
almasının ceza ve usul hukuku konusunda ortaya çıkabilecek sorunların çözümünde
gerekli güvenceyi sağlayabileceğini belirtmektedir.
Yargı Bürokrasisi: Yargının Hızlı, Etkili ve Verimli İşlemekte Olduğu
Yolunda Duyulan Endişelerin Yoğunluğu
Türkiye’de yargının istenilen düzeyde olmamasının
yargı bürokrasisinin yetersizliği ile yakından ilişkisi vardır. Yargı
bürokrasisi, ya da bir başka anlatımla yargının altyapısı yetersizdir. Bu
durum, yasal çerçevenin yetersizliği yanında personel, bina, teknik donanım ve
araç-gereç yetersizliklerini de kapsamaktadır.
Yasaların eksikliği konusunda pek çok örnek vermek
olasıdır. Bunlardan birisi çete olgusu ya da başka bir anlatımla “çıkar amaçlı suç örgütleri” ile
ilgilidir. Bu amaçla, yeni bir özel yasa yürürlüğe girmiştir. Ancak, TCK’da bu
tür örgütlerle ilgili olarak bir düzenleme yer almamaktadır. Bu suç türü için
TCK’nun 313 üncü maddesi zorlanarak uygulanabilmektedir. Bu maddede yer alan
tanım bu tür örgütleri tam olarak kapsamamaktadır. Maddede öngörülen yaptırım
1-3 yıl hapistir ve infaz sistemine göre bir yıl hapis cezası alan suçlu dört
ayda cezaevinden çıkabilmektedir. Dava dosyalarının içeriği yasal açıdan
yetersiz olunca bu sanıklar kolaylıkla serbest kalabilmektedir. Hatta, hapse
giren çete mensupları burada kendilerine yeni ‘yol arkadaşları’ bile bulabilmektedir.
Öte
yandan, bu konuda önemli bir adım olan “Karaparanın Aklanmasına Dair Kanun” da
istenilen amacı ve etkililiği sağlayamamış görünmektedir. İçişleri Bakanı
Tantan, bu konuda, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Maliye Bakanlığı’na bağlı Mali Suçları Araştırma Kurulu, karaparanın
peşinde. Kurul bu amaçla kurulmuş ancak uygulamada ülke menfaatine bugüne kadar
hiç bir verim elde edilemediği görülmüş. Bu sistem Emniyet Genel Müdürlüğü’ne
bağlanmalı. Türkiye’deki mal ve para hareketlerini kontrol edecek bir sistemimiz
yok.” [151]
Sayıları
hızla artan ve karara bağlanamadıkları için giderek biriken dava dosyaları yargısal kararın geç alınması sonucunu yaratmakta
ve geciken adalet ise toplum vicdanında
önemli yaralara yol açmaktadır.
Yargının
sahip olduğu temel sorunlar arasında mevzuatın
toplum tarafından kolaylıkla anlaşılır bir dille yazılmaması gerçeği de yer
almaktadır. Mevzuatın kolay anlaşılabilir bir dille yazılmaması dava sayısının
önemli ölçüde artması ile sonuçlanmaktadır.
Yargılama
sürecinde görev yapan meslek memuru ve
yardımcı personel açığı önemli boyutlara ulaşmıştır. Personel açığı yargıda
işyükünün boyutlarını büyütmekte ve davaların karara bağlanabilme süresini
uzatmaktadır.
Yargı
sisteminin önemli oranda bina ve donanım
eksikliği içinde bulunduğu bilinmektedir. Bina ve teknik donanıma ilişkin
altyapı eksiklikleri yargılamanın istenilen hız ve kalitede
gerçekleştirilmesini önemli ölçüde engellemektedir.
Hemen
belirtmek gerekirki, sayıları hızla artan hukuk
fakültelerinde altyapı ve öğretim elemanı yetersizlikleri nedeniyle eğitim
kalitesinde önemli ölçüde düşme olduğu gözlemlenmektedir. Gerek hukuk
fakültelerindeki eğitimin ve gerekse hakim ve savcılara yönelik hizmet içi
eğitimin yetersizliği yargıya çok
pahalıya mal olmaktadır. Maliyet, Yargıtay’dan bozularak geri dönen
dosyaların oranının yüksek olması, yeniden yapılan yargılama nedeniyle harcanan
ek zaman ve akçal kaynaklar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Adalet Bakanlığı Adli
Sicil Genel Müdürlüğü verilerine göre, 1996 yılında sona eren davalarla ilgili
olarak mahkemelerce verilen kararların sadece yüzde 12’si Yargıtay tarafından
onaylanarak kesinleşmiştir ve yüzde 88’i
bozularak mahkemesine iade edilmiştir. Bu gerçek, yargıda eğitim yetersizliğinin ve personel kalitesi sorunun çok olumsuz
bir sonucu olduğunu ve topluma çok pahalıya mal olduğunu göstermektedir.
Son
olarak belirtmek gerekirki, davaların daha kısa sürede bitirilmesinde bilgisayarlar, veri bankaları ve modern
iletişim teknolojileri çok önemli sayılması gereken potansiyel olanaklar
sunmaktadır. Türk adalet sisteminin bu olanakları yeterince tanıdığını ve kullanmakta olduğunu söyleyebilmek olanağı
yoktur.
Bütün
bu etmenlerin bir sonucu olmak üzere yargıda işyükü hızla artmakta ancak buna
karşılık yargı sisteminin altyapısı aynı oranda iyileşmediği ve gelişmediği
için yargılama sürecinde önemli darboğazlar
oluşmaktadır. Ülkenin toplumsal, ekonomik ve demografik koşullarında meydana
gelen hızlı gelişmeler içinde bulunulan sorunsalı kötüleştirici etkiler yaparken teknolojinin getirdiği ve önerdiği kolaylaştırıcı olanaklardan yeterince
yararlanılamaması sorunun çözümsüzlüğe
itilmesinde önemli bir pay sahibi olmaktadır.
Bu
bağlamda, hızlı nüfus artışına koşut olarak yoğunlaşan ticari etkinlikler,
sayıları hızla artan işletmeler, ticaret yapanların önemli bir bölümünde belge
ve sözleşme kültürünün yokluğu, ticari işlemlerin söze dayalı olarak yapılması
alışkanlığının sürdürülmesi, ekonomik krizler ve dalgalanmalar ve bu
dalgalanmalara işletmelerin uyum gösterememesi ticari anlaşmazlıkların çoğalmasına ve bu nedenle de ceza ve
ticaret mahkemelerinin işyükünün
artmasına neden olmaktadır. Ekonominin
dışa açılması patent, marka ve haksız rekabet konularında dava sayısını
artırmaktadır.
Bu arada, yeni
yasal düzenlemeler de yargının işyükünün artmasına katkı sağlamaktadır.
Örneğin, 4077 sayılı ‘Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’ bunlardan biridir.
Sadece cep telefonu faturalarında yer alan “sabit ücret tesisi” adlı fatura
kaleminin iptali ve alınan paraların geri ödenmesi istemiyle açılabilecek
davaların sayısı 10 milyona yaklaşma potansiyeli taşımaktadır. Ticaret ve ceza
mahkemelerinin bu işyükünün altından kalkmasına olanak bulunmamaktadır.
İstanbul’da bulunan “Asliye Ticaret” mahkemelerinde 1988 yılında toplam 22.608
dava açılmıştır. 1997 yılından devreden davalarla birlikte toplam 34.065
dosyaya bakılırken, bu davaların ancak 19.215’i karara bağlanabilmiştir. 14.850
dosya ise 1999 yılına devretmiştir.
Türkiye’deki
adalet örgütünün kadro, personel ve altyapı sıkıntısının adil yargılamayı
olanaksız kılacak boyutlara ulaştığı Adalet Bakanlığı tarafından yapılan
araştırmalarda açıklıkla görülmektedir. Bu konuda hazırlanan bir rapora göre,
ülke genelinde hakim ve savcı açığı yaklaşık 5.000’dir. Bunların dışında,
yaklaşık 8.000 zabıt katibine, 800 mübaşire ve 1.000 kadar yardımcı hizmetliye
gereksinim vardır. Rapora göre, adliyelerin büyük bir kesimi kirada
oturmaktadır. 1.000 kadar adliyeden yaklaşık 100’ü Adalet Bakanlığı’nın
mülkiyetindedir. Bu durum hakim ve savcıları güç koşullarda hizmet vermeye
zorlamaktadır.
Acil
olarak kurulması gereken mahkeme sayısı 2.500 civarındadır. Bu bağlamda, 44
“DGM”, 17 “ağır ceza”, 358 “asliye ceza”, 251 “sulh ceza”, 60 “iş”, 177
“ticaret”, 576 “icra tetkik”, 455 “çocuk” ve 7 “kadastro” mahkemesine acil
gereksinim bulunmaktadır.
Yargının
teknik donanım açısıdan geliştirilmesi konusunda dikkat çekici bir çıkış
İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dan gelmiştir. “Organize Suçların Finans Kaynakları” konulu panelde bir konuşma
yapan Bakan Tantan, emniyet güçlerinin yanısıra savcı ve yargıçların da
eğitilmeye gereksinimi olduğunu belirterek “Savcıların
koltuğunda oturur şekilde değil, uygulamada polisin önünde olması gerekir. Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu’ndaki savcı ağırlığı uygulamasının öne geçmesinden
yanayız. Bilgisayar teknolojisi içerisinde internet aracılığıyla da işlenen
suçlar konusuna süratle yaklaşmazsak (bu durum) insanları ve ülkemizi tehdit
etmeye devam edecektir. Hizbullah’ın kullanmış olduğu yöntemler, tamamen
bilgisayar ortamı içindedir... Suç örgütleri bu uygulamayı yaparken, bunlarla
mücadele edecek güvenlik güçleri, hakim ve savcılar yeterli derecede
eğitilmişler midir? Savcılar, daha çok evrak üzerinden takip yapıyorlar” [152]
demiştir.
Bu
durum, artık pek çok savcı ve yargıç tarafından kamuoyu önünde dile getirilmeye
başlamıştır. Örneğin, Milas Yargıcı Salih Günay, Milas’da halka karşı yaptığı
bir konuşmada, “Dünya bilgisayar
döneminde. Biz hala, bırakın daktiloyu, daktilo şeridi bile bulamıyoruz.
Politikacılar yargıyı ve adaleti ağzından düşürmüyor. Adalet için ne yaptınız?
Biz yargıcız. Benim köylüm bir sepet yumurtasını satıp dosya parası yatırarak
bizden adalet bekliyor. Bu şartlarda görev yapıyoruz. Komedyen değiliz. Adalet
dağıtıcısıyız” demektedir.
Ladik
C. Savcısı Beşir Çiflik de bir gazetede, Bakan Tantan’ın konuşmasında
belirttiği hususlara yanıt vermek amacıyla, şunları yazmaktadır: “İçişleri Bakanımızın ‘Cumhuriyet savcıları
koltuklarında oturmayıp suç örgütlerine karşı emniyet teşkilatının önünde
yürüyerek soruşturmaları gerekir’ sözünün neler ifade ettiğini, haklılığını,
yargının içinde bulunduğu durumu ve burada ifade edemeyeceğimiz, sizin de
bildiğiniz, diğer sıkıntıları kamuoyuna duyurmanız arzusuyla bu satırları
gönderiyorum. Sayın İçişleri Bakanımız, suç örgütlerinin bilgisayar gibi bütün
teknik verileri kullanarak sistemli bir şekilde çalıştığını belirtmektedir. Bu
suç örgütlerinin içine sızdığı bilinen devletimizin bütün kurumları da -adliye
hariç- bu teknik olanaklarla donatılmıştır. Adliyeler ise hala 1960’lardaki
daktilolarla, güneş ışığına hasret mahzenlerde küflü dosyalar üzerinde çoğu
zaman ödeneği bile gelmeyen posta pulu yardımıyla delilleri toplayıp soruşturma
ve yargılama yapmak gayretindedir. Bu tür örümcek ağı gibi toplumu saran suç
örgütleriyle ve ayrım yapmaksızın kanunları ihlal eden diğer eylemlerle
kıyasıya mücadele etmek için; adli kurumlara delil toplanması, suçluların
yakalanıp adalete teslim edilmesi, bazı güçlerin delilleri karartmaması için
kolluk kuvvetlerinin adli-idari şeklinde bir sınıflamaya tabi tutulup bu
şekilde teşkilatlanması adli polislerin sicil ve özlük haklarının cumhuriyet
savcılarında toplanması bizden çok geri diye hakir gördüğümüz bir çok ülkede
bile gerçekleştirildiği halde ülkemizde gerçekleşmemiştir. Yıllardır hakim ve
savcıların ve adliye personelinin büyük bir maddi sıkıntı içinde olduğu,
üzüntüyle ikrar edildiği gibi vicdanı ile cüzdanı arasında sıkıştığı bu durumun
devran döndüğünde, bugün adaletsizlikten medet umanların bir gün mutlaka talep edeceği
adaletin asli unsuru olan yargı bağımsızlığını zedelediği bilinen bir
gerçektir… Kendi lehlerine olan bir yasanın iptal edilmemesi için, yargının
birlik ve beraberliğini bozmak pahasına, az sayıdaki yüksek yargı hakimlerini
yasaya dahil edip onların umutlarını da Anayasa’nın ‘hakim ve savcıların özlük
hakları kanunla düzenlenir’ hükmüne rağmen, Maliye Bakanlığı’ndaki birkaç
bürokratın -miktarı belirtmesi için- iradesine terk edilmiştir. Bugün devletin
her kademesine sızıp güçlü bir mali kaynağa sahip olduğu bilinen suç
örgütleriyle mücadele için Adliye’nin çok küçük bir teknik donanıma, kolluk
güçlerinin yeniden teşkilatlanmasına, çağa uygun sevk araçlarına ve iletişim
kaynaklarına ihtiyaç vardır... Bugün cumhuriyet savcılarının yüzde 95’inin
şehirlerarası görüşme imkanı yoktur. Yargılama ve soruşturmanın en önemli
unsurlarından olan keşif ve otopsilere ödenekler geç gönderildiği için en eski
minibüslerle pazarlıklarla ve ricalarla gidilebilinmektedir. Devletin her
kademesinde bir makam arabası saltanatı yaşanırken, Yargıtay üyeleri bile eski
servis otobüsleri ile gelip gitmektedirler... Taşradaki birçok hakim ve
savcının masa ve koltukları o makamın yüceliğini bilen yerel teşkilatlarca
sağlanmaktadır.” [153]
Nitekim,
TÜSİAD tarafından hazırlattırılan “Yargılama Düzeninde Kalite” başlıklı bir
raporda bu konuda şu görüşlere yer verilmektedir: “TÜSİAD tarafından yaptırılan bir ankete göre, yargılama hizmetinin
etkin olmadığı kesin olarak anlaşılmakta ve yargılama sisteminin temel
sorunlarının bulunduğu vurgulanmaktadır. Yargılamanın kalitesinde yükselme,
sadece yargılama örgütü, personeli, araçları ve usullerinde iyileştirme
yapılmak suretiyle sağlanamaz. Bu bir toplumsal ve bütüncül iyileştirme, eğitim
ve uygulamanın ürünü olacaktır… Siyasal etki, baskı ve tartışmalar, hakimler ve
savcıların çalışmalarını zorlaştırmakta, bağımsızlıklarını zedelemektedir.
Yargılama çok yavaş işlemekte, buna karşılık uyuşmazlık sayısı artmakta, çözüme
kavuşturulamayan ve mahkemelerde yıldan yıla devredilen dosyaların sayısı
giderek kabarmaktadır. Teknik altyapı noksanlıkları giderilememiştir. Bina,
araç ve gereç yetersizliklerinin, yargılama işlevinin etkin bir şekilde
yürütülmesine, adil, saygın, süratli ve doğru hükümlere ulaşabilmesine engel
teşkil ettiği görülmektedir. Personel sorunları da kaliteli eleman sağlama
açısından çözümlenememiştir. Bu personelin eğitim düzeyi, maaşları, çalışma
koşulları kaliteli bir kamu hizmetinin yürütülmesine elverişli değildir.” [154]
Yargılama
Süreçlerinin Yetersizliği
Davaların
sayıca çok artmasının önemli bir nedeni Türk hukuk sisteminde yargılama öncesi uzlaşma sisteminin
yeterince gelişmemiş olmasıdır. Usul yasalarının hazırlanması sırasında
uzlaşmaya yeteri kadar yer verilmemiş olması hukuksal sürecin basitleştirilmesi
açısından önemli bir eksiklik olarak görülmelidir.
Uzlaşma
gibi zorunlu tahkim sisteminin
gelişmemiş olması da Türkiye’de dava sayısının artmasında önemli bir rol
oynamaktadır. Oysa, özellikle kira, kamulaştırma ve tazminat davalarında dava
açılmadan önce tarafların zorunlu tahkim yöntemine başvurmak zorunda
bırakılmaları dava sayısını önemli derecede azaltacaktır.
Dava
sayısının artmasında önemli rol oynayan bir başka etmen de kesin nitelikli yargı kararlarının kapsamının dar tutulmuş
olmasıdır. Mahkemelerin daha geniş bir alanda kesin karar verebilmesi yargı
üzerindeki işyükünü önemli ölçüde azaltacak nitelikte görülmektedir.
Dava
sayısının azaltılması açısından bir başka engel de kişisel dava kapsamına giren konuların genişletilmemiş olmasıdır.
Takibi şikayete bağlı suçların çeşidinin artırılması açılan dava sayısını
yakından etkileyecektir.
Öte
yandan, yargı süreci içinde bilirkişilik
kurumunun istismara varacak ölçüde yoğun kullanımı yargı üzerindeki
duraksamaları artıran ve dava süresini uzatan bir başka unsur olmak
durumundadır.
Bu
arada, Adalaet Bakanlığı tarafından yeniden hazırlandığı öğrenilen yeni Ceza
Muhakemeleri Usul Yasası ile önemli bazı değişikliklerin sisteme dahil edilmek
istendiği anlaşılmaktadır. Tasarıda yer aldığı anlaşılan yeniliklerin bir
kesimi şunlardır:
·
İstinaf mahkemelerinin kurulması. Yargıtay’ın
içtihat mahkemesi konumuna dönüştürülmesi. Alt kademe yargı yerlerine karşı
itirazın Yargıtay’a değil istinaf mahkemelerine yapılması.
·
Mahkemelerin hukuk ve ceza mahkemeleri olarak önce
ikiye bölünmesi ve daha sonra da uzmanlık mahkemelerinin oluşturulması.
·
Uzmanlık alanlarının aile hukuku, gayrimenkul
hukuku, istimlak, iş hukuku olması.
·
Ceza mahkemeleri sisteminin korunması. Asliye
cezaların yargı görevi genişletilirken, ağır cezaların esas olarak cinayet ve
benzeri suçlar konusunda uzmanlaşmasının sağlanması.
·
Davaların tek duruşmada görüşülerek karara
bağlanması için evrakın yargıcın önüne hazır olarak gelmesinin sağlanması.
·
Jüri sistemine geçilmesi.
·
Yargılamada çapraz sorgulama sistemine geçilmesi.
·
Faksla çağrıya izin verilmesi.
Yargıda Ücret
ve İnsan Kaynakları Yönetimi Sorunu
Yargı
sistemi içinde insan kaynakları iyi
yönetilememekte, her türlü büropatoloji burada da genel çalışma iklimine egemen
olmakta, ücretler oldukça yetersiz düzeyde kalmakta ve siyasal baskıların
her türüne rastlanabilmektedir.
Bu
konudaki en çarpıcı anlatım “Siyasetçiler,
yargıya PKK’dan daha fazla zarar veriyor” suçlaması ile Yargıtay Başsavcısı
Vural Savaş’tan gelmektedir. Savaş, “Yargı
hiç bu derece aşağılanmadı. Siyasilerin yargıya verdiği zarar, PKK’lıların ve
siyasal islamcıların bu ülkeye verdiği zarardan daha fazladır. Yargı çökerse
Türkiye Cumhuriyeti de çöker… Yargı tıkanmaya gidiyor. Bu tıkanma çeteleri de,
huzursuzluğu da artırır. Adalet mülkün temelidir. Hakim açığı kapatılamıyor.
Türkiye büyüyor, davaların sayısı artıyor” demiştir.
Adalet
Bakanlığı eski Müsteşarı olan Yargıtay 8 inci Ceza Dairesi üyesi Yusuf Kenan
Doğan, Adalet Bakanlığı’nca düzenlenen bir seminerde “Laiklik
Bildirisi”ne imza atan 80’e yakın il savcısından -olayın üstünden geçen
dört yıl sonra- ancak 10’unun görevde kalabildiğini ve diğerlerinin tasfiye
edildiğini iddia etmektedir. Doğan’a göre, Genelkurmay Başkanlığı tarafından verilen “İrtica Brifingi”ne katılımı
engellemek için Ankara’daki yargıç ve savcılara yazı yazan kamu görevlileri ise
Adalet Bakanlığı’nda en üst görevlere getirilmişlerdir. Bir polemiğe benzese
dahi, bu tür iddia ve görüşler üzerinde özellikle durmak gerekmektedir.
Erkek meslektaşlarının baskılar nedeniyle davadan
çekildiği gazeteci Metin Göktepe davasını üstlenen ve sanık polislerden dördünü
tutuklayan bayan hakim Fatma Nilgün Uçar görev süresi dolmadan başka bir ile
atanmıştır.
Yargıda
ücret sorunu vardır. Yargıtay’da
düzenlenen adli yılın açılış töreninde yaptığı konuşma ile yargının “vicdan ile cüzdan” arasında sıkıştığını
belirten Yargıtay eski Başkanı Mehmet Uygun emekliye ayrılırken yaptığı
açıklamada “Baba mirasım olmasa kümese mahkumdum” diyerek bu durumu dile
getirmektedir: “Bıçak kemiğe dayandı.
Eğer babasından kalanları satıp başını sokacak daire almamış olsa, kümese
mahkum olacak. İşte yargının durumu bu… Hak dağıtan hakim, hak arar duruma
düştü. Bilinmelidir ki, vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışan hakimin kararının
tam ve en sağlıklı olacağını düşünmek insan aklına ve doğasına ters düşer.” [155]
22 Mart
2000 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden bir haber: “Yargı, iktidara kazan kaldırdı. Yargıtay, tarihinde ilk kez iktidara
hakim ve savcıların maaşları konusunda isyan etti. Bakanlar Kurulu hakim ve
savcı maaşlarına özel kanunla yargıya yakışır düzenleme yapmazsa, Yargıtay
üyeleri toplu istifa, toplu emeklilik, iş bırakma ve maaş iadesi gibi bir dizi
eylem yapacak.”
Karşı
yönde bir açıklama ise, Savcı Mete Öztürk’ten gelmektedir: “Yargının en önemli sorunları karşısında duyarsız kalan, bu konuda
çözümler içeren düşüncelerini açıklayan yargı mensuplarına disiplin cezaları
yağdıran HSYK üyeleri … para konusu gündeme gelince, aşırı duyarlılık içine
girdiler. Yargıç ve savcıları hangi hakla temsil ettiklerine bakılmaksızın, bir
sendika gibi talepte bulunma hakkını hangi yasadan aldığını düşünmeksizin, 6
Eylül’e kadar süre tanıyıp, hükümeti tehdit etmişler. Oysa ki ben, ‘yargının
isyanı’ başlığını okuyunca, yargı reformu ve temel sorunlar, bunların çözümleri
ile ilgili toplu sesler yükseldiğini sanmış ve heyecanlanmıştım… Bugün birinci
sınıfa ayrılmış yargıç ya da savcının eline geçen para bir genel müdür, bir
general hatta bir valinin eline geçenden hiç az değildir. Bugün parasızlıktan
yakınacak en son kesim yargıçlar ve savcılardır… Yargının sorunlarını,
yargıçların ekonomik sorunlarıyla sınırlı görmek, yargıçlar hakkında ‘vicdanı
ile cüzdanı arasına sıkışan kişiler’ benzetmesi yapmak, yargıçlara yapılan
çirkin bir aşağılamadan başka bir şey değildir.” [156]
Yargıda insan kaynakları ile ilgili bir başka
sorun alanını da yargı elemanları arasındaki irtica eğilimi oluşturmaktadır. Danıştay eski Başkanı Erol Çırakman
bu konuda şunları söylemektedir: “Yargıya
kaliteli, bilgili, yetişmiş kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler
alınmaz... Belli görüşe angaje olmuş kişiler hakim ve savcı alınamaz. İmam
Hatip’te verilen bilgiler islam dinine ilişkindir. Din dogmalara dayanır. Oysa,
yargı dogmalara değil normlara dayanır. Hakim ve savcı olmak için açık fikirli
olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı zayıflatır... Türkiye Cumhuriyeti
kurulduğundan beri Avrupa’nın laik yapısını benimsemiş, hukuk sistemini de buna
göre kurmuştur. Düşünün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hakim...
Düşüncesi bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok
zor... En güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hakime bir dokunulmazlık
tanımışızdır ki; somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz.” [157]
Yargıda
Yolsuzluk ve Rüşvet
Yargıda
yolsuzluk ve rüşvet olayları çok
ileri boyutlara ulaşmıştır. Sahip olduğu kısıtlı olanaklar nedeniyle davaların
uzun sürmesi pek çok sorunlara yol açarken, öte yandan adalet dağıtan bazı
hakim ve savcıların uyuşturucu kaçakçısı gibi yasa dışı sanıklardan rüşvet
aldıklarının ortaya çıkması yargı sisteminde derin yaralar açmaktadır.
Yargıda
yaşanmakta olan yolsuzluk olaylarının boyutlarını gösteren bazı örnek olaylara
aşağıda yer verilecektir. Bu bölümde aktarılacak bilgi, belge ve yorumlardan
ilk ikisi kanımca son derecede önemlidir.
Çok örnek bir yargı kararı: Aşağıdaki
ifadeler yazar Emin Çölaşan’ın günlük bir yazısından alınmıştır: “Sevgili okuyucularım, bugün size bir yargı
kararından söz edeceğim. Adalet mekanizmasında neler olduğunu görecek ve
herhalde hayret edeceksiniz... İstanbul’da bulunan … isimli bir şirket,
kumarhane açmak istiyor. Bunun yolu belli. Turizm Bakanlığı’na başvurup izin
alacaksınız. Şirket bunu yapıyor. Ancak bakanlık bu isteği reddediyor. Şirket
bunun üzerine dava açıyor ve bakanlık işleminin iptalini istiyor. Davaya Ankara
1. İdare Mahkemesi bakıyor, şirketi haklı buluyor ve bakanlığın işlemini iptal
ediyor. Turizm Bakanlığı bunun üzerine temyiz mahkemesi olan Danıştay’a
başvuruyor. Danıştay davayı inceliyor ve bakanlığı haklı bularak Yürütmenin
Durdurulması kararı veriyor… Dolayısıyla, dava bitinceye kadar şirketin
kumarhane açma izni yok! Buraya kadar herşey normal ve düzgün… Talih oyunları
şirketi, Danıştay’ın kendi aleyhine verdiği bu karar sonrasında büyük bir
cingözlük yapıyor! Şirket, Danıştay kararını yürürlükten kaldırmak amacıyla
İstanbul Adiyesi’nde dava açıyor.! Olacak şey değil. İşte hadise, bu aşamadan
sonra sapıtıyor!.. Çünkü o konuda karar verme yetkisi idari yargıda. Adli yargı
bu işe karışamaz. Adli yargı idari yargının, idari yargı adli yargının kararını
değiştiremez… Evet, şirket dava açıyor. İddia şöyle: ‘Anayasa uyarınca mahkeme
kararları gerekçeli olmalıdır. Danıştay’ın verdiği yürütmenin durdurulması
kararında gerekçe yoktur. Bu durumda Anayasa çiğnenmiştir. Danıştay 6. Dairesi
tarafından verilen yürütmenin durdurulması kararının kaldırılmasına karar
verilmesi…’ Davaya İstanbul 11. Asliye Hukuk Mahkemesi bakıyor... Evet,
İstanbul 11. Asliye Hukuk Mahkemesi bu başvuruyu inceliyor ve 3 Kasım 1997
tarihli, 1997/25 karar sayılı kararında özetle şöyle diyor: ‘Danıştay kararında
gerekçe yoktur. Bu nedenle Danıştay kararının kaldırılmasına, kumarhanenin 500
milyon lira teminat yatırılarak işletmeye açılmasına…’.” [158]
Adli yargıda yolsuzluk araştırması: İkinci
örnek olay ise İstanbul Barosu tarafından Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz’e
yaptırılan bir anket ve bu ankete dayalı olarak baro tarafından yayınlanan “Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması”. [159]
Kitaptan
bazı alıntılar:
·
Araştırmaya katılan 666 avukatın yüzde 94.9’u adli
yargıda yolsuzluk olduğunu, yüzde 63.1’i yolsuzluğun adliyenin temel
sorunlarından birisi olduğunu, yüzde 96.1’i ise yolsuzlukların yeterince ortaya
çıkarılamadığını belirtmektedir.
·
Yolsuzluğa, sıklık derecesi bakımından sırasıyla,
karakollarda, icra dairelerinde, savcılık ve mahkeme kalemlerinde,
bilirkişilerde, savcı ve hakimlerde rastlanmaktadır.
·
Adli yargıda en yaygın yolsuzluk türleri rüşvet ve
kayırmadır.
·
Adli yargıda örgütlü yolsuzluk olduğu görüşünde
olan avukatların sayısı dikkat çekicidir.
·
Yargıtay’da da yolsuzluklar görüldüğünü deneklerin
yüksek oranda bir kesimi açıkça dile getirmektedir.
·
Adli yargıda iş başına verilen paranın miktarı 2-7
milyon lira arasındadır. En yüksek düzey 30-70 milyon lira arasında
değişmektedir.
Yapılan araştırmada, yolsuzlukların nedeni olarak şu etmenlerin saptandığı
belirtilmektedir: iş hacminin adliyenin kapasitesinin çok üstünde olması,
devlet memurluğunun iş ahlakı ilkeleri ve değerleri hakkında yeterli bilinç
düzeyine ulaşılamaması, yolsuzluğun kamuoyunca meşru sayıldığı yolunda bir kanı
bulunması, yurttaşların hak arama bilincinin yetersizliği, yargıya ilişkin
yolsuzluk olaylarının açıklanmasına gösterilen aşırı çekingenlik, adalete
ayrılan bütçe payının sürekli düşük ve yetersiz bir düzeyde kalması.
Rapora
göre, yolsuzluğun sonuçları ise şunlar: yurttaşların yargıya güvenlerinin
kaybolması, yurttaşlık bilincinin yıkılması, toplumda ve bireylerde
duyarsızlaşma, şiddetin özendirilmesi, bireylerin kendi haklarını kendilerinin
almalarının özendirilmesi, çıkar amaçlı suç örgütlerinin özendirilmesi.
Önce beraat ettirdi sonra avukatı oldu: 45 yıl
hapsi istenen dövizciyi serbest bırakan ağır ceza reisi, emekli olunca ...
Döviz’de avukat olarak işe başladı. [160]
Askeri hakime dört yıl hapis cezası: Görevini
kötüye kullanmak, ihmal etmek ve irtikaba kalkışmak suçlamasıyla yargılanan
deniz hakim, üç yılı ağır hapis olmak üzere dört yıl dokuz ay hapis cezasına
çarptırıldı. Hakim, Nesim Malki cinayetine adı karışan Erol Evcil’in
yargılandığı davada, irtikaba kalkışmak suçundan suçlu bulundu.
Polis tarafından aranan işadamı, DGM Başsavcısı
ile kaza geçirdi: Otomobiliyle İstanbul’dan Ankara’ya gelen ...
Marketler zinciri sahibi M.G., aşırı hız nedeniyle İncek Köyü yakınlarında
şarampole yuvarlandı. Kazada, M.G. hayatını kaybederken BMW’de bulunan İstanbul
DGM Başsavcısı yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Başsavcının izinsiz olarak
Ankara’ya gittiği belirtildi. Başsavcı hakkında soruşturma açıldı. Kazada ölen
kişinin tutuklama kararıyla arandığı ortaya çıktı. M.G.’nin İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’ndeki “sakıncalılar”
listesinde yer aldığı da ortaya çıktı. Başsavcının, Şişli’de görevli iken,
Banker Bako’nun saklandığı bir başka savcıya ait evin aranması için gerekli
izni vermediği iddia edildi. Başsavcı, Adalet Bakanı’nın emri ile geçici olarak
görevden uzaklaştırıldı. Sonra da bir başka ilçeye atandı. [161]
Rüşvetçi savcıyla hakime tutuklama: Y.
İlçesi’nde, rüşvet aldıkları iddiasıyla meslekten atılan Cumhuriyet Savcısı ile
Hakim için tutuklama kararı verildi.
Sav-Savunma-Yargıç
İlişkilerinde Yaşanan Sıkıntılar
Yargı
sisteminin önemli bir halkası olan avukatlarla ilgili olarak çeşitli sorunlar
yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi avukatlar ile yargıç ve savcılar arasındaki
ilişkilerde ortaya çıkan kopukluk,
soğukluk ve uzaklıklardır. Bu
üçlü arasındaki ilişkiler, özellikle yargıç ve savcılar açısından, korku ve güvensizlik temeline
oturmuştur. Bu durum yargıda verimliliği
azaltmaktadır
İkinci
sorun avukatların eğitimi sorunudur.
Bir yandan, hukuk fakültelerinin içinde bulunduğu yetersizlik, öte yandan,
avukatlık stajının içinde bulunduğu koşullar avukatların yeterli eğitim almadan
kariyere girmeleri ile sonuçlanmaktadır. Çeşitli mahkemelerde ve bir avukat
yanında stajdan oluşan bir yıllık hazırlığın yeterli düzeyde meslek formasyonu
veremediği anlaşılmaktadır.
Üçüncü
sorun avukatların mesleğe giriş biçimi
ile ilgilidir. Mezun olduktan sonra bir yılı yukarıda belirtilen şekilde
geçiren herkes doğrudan avukat olarak görev yapmaya başlayabilmektedir.
Avukatların mesleğe giriş biçiminin değiştirilmesi ve zorlaştırılması
gerekmektedir. Davada taraf temsil edebilme yetkinliği ile dosya hazırlama
işlevlerinin birbirlerinden ayrılması ve davada taraf temsil edebilmek için
dosya hazırlamada -profesyonel koşullarda- uzun bir süre geçirmek ve Türkiye
Barolar Birliği tarafından iller bazında hazırlanacak kotalar (noterlikte
olduğu gibi) çerçevesinde zorlu bir sınav sonrası mesleğe giriş zorunlu
kılınmalıdır.
Dördüncü
sorun ise, bazı avukatların içinde bulunduğu meslek etiğine ilişkin sorunlardır. Avukatlar zaman zaman
mesleklerinin etik kurallarının dışına çıkabilmektedir.
Ceza ve
Tutukevlerinin İçinde Bulunduğu Ortam
İnfaz
sistemi hiç kuşkusuz yargının en önemli unsurlarından birisidir. ABD’de, bu
sistem içinde çalışanlara verilen genel isim sistemin özünü ortaya koymak
bakımından oldukça çarpıcıdır. ABD’de, bu sistem içinde çalışanlara “correction officer” ve ceza ve
tutukevlerine de “correction center”
adı verilir. Yani, “davranış düzeltme” birimleri, ya da memurları. Toplumsal
kurallara göre yanlış oldukları için cezalandırılan ve bu nedenle toplumla
gerekli uyumun yeniden sağlanması için düzeltilmesi gereken davranış
kalıplarının varlığı görüşünden hareket eden bu yaklaşım, ceza ve
tutukevlerinin sahip olması gereken temel felsefeyi de yansıtmaktadır:
cezalandırılan kişileri, davranış değişikliğine zorlayarak yeniden topluma
kazandırmak.
Bu
bakış açısından Türkiye’deki sistem ele alındığında, böyle bir anlayış
biçiminin sisteme egemen olmadığı görülmektedir. Cezalandırılan kişilerin bir
süre toplumla ilişkilerinin kesilmesinden ibaret olan bu sistem, kalın duvarlar
arkasında doğru yönde bir düzeltmeyi değil bozuk davranışların kökleşmesine
yardımcı olmayı öngörmektedir.
Türkiye’de
uygulanan koğuş sistemi bu olumsuz sonucun ana nedenidir. Türkiye’deki
cezaevlerinde suçlular toplu şekilde yaşadıkları için buralarda yeni toplumsal
yaşam biçimleri oluşmakta ve yeni toplumsal davranış kalıpları ve değerleri
edinilmektedir. Kamunun ve kamu görevlilerinin bu gibi kişilerin topluma
kazandırılması yolunda herhangi bir programının, çabasının ve katkısının
olmaması ise suçlu bireylerdeki yeni toplumsal ve psikolojik oluşumların
toplumca genelde kabul görmeyen değerler ve davranış kalıpları şeklinde ortaya
çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Bu
bağlamda, cezaevleri yeraltı suç örgütleri için bir lojman ve örgütlü suç
çeteleri için bir insan kaynağı olmaktadır. Cezaevlerinde sık sık ortaya çıkan
çatışmalar sonucunda tutuklular öldürülmekte ya da yaralanmaktadır. Yasak
olmasına karşın uyuşturucu, silah ve cep telefonu gibi haberleşme aygıtları bu
duvarlar arkasına rahatlıkla geçebilmektedir. Rüşvet ve yolsuzlukların her
türlüsüne buralarda sıklıkla rastlanmaktadır.
Devletin
cezaevlerini yönetemediği ve denetleyemediği bizzat sorumlu bakanlar tarafından
itiraf edilmektedir. Cezaevlerini içerideki hükümlü ve tutuklular
yönetmektedir. “Haraç” son derecede önemli bir kurumdur. Hükümlü ve tutuklular
cezaevi “patron”larına haraç vermek zorundadırlar. Haracın kim tarafından
alınacağı ve nasıl paylaşılacağı ise kanlı hesaplaşmalar sonucunda
belirlenmektedir. Cezaevlerinde mahkumlara sağlanan her yasa dışı olanak
karşılığında ücret alınmaktadır. Her olanağın bir ücret tarifesi oluşmuştur.
Burada kalan hükümlüler, dışarıdaki adamlarını cep telefonlarıyla kolaylıkla
yönetebilmektedirler. Bu koşullar altında, ancak masum ve güçsüz insanlar
cezalarını çekmek zorunda kalmakta, buna karşılık suç şebekeleri korunmakta ve
çıkar amaçlı suç örgütleri özendirilmektedir. Alınan her türlü önlem sonuçsuz
kalmaktadır. Koğuş kapıları kapatılmakta ancak bu kez duvarlar yıkılarak öteki
koğuşlara geçilmekte ve geçilen koğuşlarda cinayet işlenebilmektedir. Ödenek
yetersizliği nedeniyle mahkumlara üç öğün yemek verilememekte ve dışarıdan her
gün tonlarca tüketim maddesi getirtilmek zorunda kalınmaktadır. Bu işlem
sırasında her türlü yasa dışı madde içeriye rahatlıkla sokulabilmektedir.
Suçlular, gardiyanların kafasına silah çekip kapalı kapıları açtırabilmektedir.
Cezaevlerine dışarıdan kadın fahişeler çağrılmakta ve bunların içeri girişinin
engellenmesi üzerine cezevinde isyan çıkmaktadır. Aynı şekilde, cezaevine giren
travesti mahkumlar gece yarısı öteki mahkumların koğuşlarına geçmekte ve burada
cinsel ilişki kurmaktadırlar. Terör suçlusu bir bayan mahkumun cezaevinde iken
hamile kaldığı basın ve yayın organlarında günlerce yer almıştır.
Gardiyanlar
ve cezaevi yöneticileri hem kendileri ve hem de aileleri söz konusu edilerek
sürekli olarak tehdit edilmektedir. Bu kişiler yeraltı suç örgütlerini
karşılarına almaya cesaret edememektedirler. Bu görevliler arasında rüşvet ve
yolsuzluk oldukça yoğunlaşmıştır. Yasa dışı bazı malzemelerin bu kişiler
aracılığıyla ve para karşılığında içeri sokuldukları bilinmektedir.
Kasım-Aralık
2000 aylarında cezaevlerinde başlatılan ve cezaevleri dışında da bazı toplumsal
güçler ve hükümlü yakınları tarafından destek bulan ölüm orucu tutma girişimi
sırasında, tutuklu ve hükümlüler ölüm orucundan vazgeçme için şu koşulları öne
sürmüşlerdir: F tipi cezaevlerinin iptal edilmesi, F tipi cezaevlerinde
koğuşların 20 kişilik olması, Terörle Mücadele Yasası’nın tümüyle kaldırılması
ve hükümetin bu yolda güvence vermesi, Sağlık, İçişleri ve Adalet bakanlıkları
arasında oluşturulan üçlü protokolün kaldırılması, Devlet Güvenlik
Mahkemeleri’nin kaldırılması, cezaevleri için izleme komitesi kurulması,
cezaevi olaylarına karışan sorumluların yargılanacağına dair güvence verilmesi,
cezaevinde işkence yapan görevlilerin yargılanacağına dair güvence verilmesi ve
hasta ve sakat tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması.
Bu
durum, ülkemizde cezaevlerinin konumu ve yönetimi konusunda içinde bulunan
koşulların son derecede olumsuz ve karamsar olduğunu açıklıkla ortaya
koymaktadır.
Konuyu
biraz daha yakından irdeleyebilmek için bazı gazete başlıklarına kısa bir
gözatmakta yarar vardır.
“Geçtiğimiz
ay ikinci müdürü rüşvet alırken yakalandığı Adana E Tipi Kapalı Cezaevi’nde bu
kez öteki ikinci müdür mahkumlara satmak üzere esrar satın alırken suçüstü
yakalandı. Adana DGM’ye sevkedilen ikinci müdür tutuklandı”.
“Koğuşta
infaz. Uyuşturucu sanığı E.S., 48 kilo kayıp eroinin hesabını yatmakta olduğu
Bayrampaşa Cezaevi’nde ‘şişle infaz’ edilerek hayatıyla ödedi. E.S. ve suç
ortağı Y.A., önce Özel Tip Cezaevi’nin İ Blok’una getirildi. Saatlerce
sorgulandı. Yüzlerce tutuklu önünde dövüldü. Defalarca şişlendi. Cesedi A
Blok’un önüne atıldı.”
“Cezaevinde savaş.
Bayrampaşa Cezaevi’nde Ç.’nin adamı vurulunca kan gövdeyi götürdü. 7 ölü”.
Haberin ayrıntıları ise daha ilginç: “Kalaşnikofla kilit kırdılar. Ç.’nin adamı
A.G.’in cezaevi ikinci müdürünün odasında H.Ç. tarafından öldürülmesiyle
başlayan olaylarda kalaşnikofların kullanıldığı, bu silahlarla iki demir
kapının kırılarak açıldığı idda edildi.”
“Merkez üssü
Bayrampaşa. İstanbul’da, 55 kilo eroin ve 7 kilo kokainle ele geçirilen
şebekenin Bayrampaşa’dan telefonlarla yönetildiği ortaya çıktı. Uyuşturucu
operasyonunda yakalanan 2 ayrı şebekenin, cezaevi yakınında kiraladıkları
evlere yerleştirdikleri telefon güçlendiricileri sayesinde hapisteki patronları
tarafından yönetildikleri ortaya çıktı.”
“Travesti skandalı.
Kartal Cezaevi, gardiyanların travesti tutuklulara tecavüz ettiği iddiasıyla
çalkalanıyor. 2 gardiyan açığa alındı.”
“Cezaevinde Karagümrük Susurluk kapışması.
Eskişehir Özel Tip Cezaevi, K. Çetesi’yle S. Çetesi’nin kapışmasına sahne oldu.
Y.Ö. ve H. K.’nın adamları olduğu öne sürülen tutuklular, kapalı görüş
sırasında yakınlarıyla görüşen K. Çetesi’nin elebaşıları N. E., V. E. ve
yeğenleri Ö.M.’ya kurşun yağdırdı.”
“5 ölü.
Uşak E tipi Cezaevi’nde af bahanesiyle isyan başlatan N. ve adamları
rakiplerinin koğuşunu bastı: Biri fabrikatör beş kişiyi öldürdü. Öldürüp
alınlarına kanla ‘N’ yazdılar.”
“İşkence
yöntemleri. ‘N. Çetesi’nin, cezaevinde işkence yaptığı Ö.D., kardeşi ve
arkadaşı için 20 milyar lira ödeyerek canlarını kurtardıklarını söyledi. D., …
kardeşlerin falaka, dayak, kaş traşı, idrar içirme gibi yöntemler
kullandıklarını anlattı.”
“Uşak
Valisi Ayhan Çevik, K. Çetesi elebaşısı N.E.’nin, isyan sırasında kendisine
‘Cezaevlerinde bir paket sigara için adam öldürecek onlarca insan var. Ben
bunlara binlerle ifade edilen yeşil dolarları saydım mı hepsi bir numaralı
adamım oluveriyor’ dediğini söyledi. Çevik, cezaevlerinin iyi yönetildiğini,
huzur ve güven ortamının sağlandığını söylemenin mümkün olmadığına dikkati
çekerek, şöyle konuştu: ‘Devletin cezaevi yönetimindeki acizliğini kabul
ediyorum. Düşünün ki adam, sabahın üçünde telefon açıyor, talimatla, ‘Cezaevi
müdürü yanıma gelsin çabuk’ diyor. Ve müdür, karısının yanından kalkıp, adamın
huzuruna gidiyor. Gitmese ne olacak? Böyle birşey olamaz.”
“15 gün
işkence yaptı, 5 kişiyi katletti, istediği yere gitti. Yazıklar olsun. Jiletle
‘N’ yazıp yazıp göz oymuş.”
Ödenek
yetersizlikleri cezaevi yönetimlerini mahkumlardan ödünç para almaya
zorlamakta, alınan bu borçlarla mahkum sevkleri yapılmakta ve ödenek gelince de
bu kişilere paraları geri ödenmektedir.
İstanbul
Başsavcısı “Bayrampaşa Cezaevini kontrol
etmek güç” demektedir. [162]
Aynı
itiraf, TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda açıklamalarda bulunan Adalet Bakanlığı
Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun tarafından da
yinelenmektedir: “Cezaevlerini
teröristler yönetiyor.” Genel Müdür
şunları belirtiyor: “Özellikle terör
cezaevlerinin bazılarında aramalar istenilen şekilde yapılamıyor. Çoğunlukla
jandarma içeri sokulmadığından bizim personelimiz tarafından yapılıyor, bu da
arzulanan şekilde bu işlerin yapılmadığını gösteriyor. Bazen günlerce sayım
alamadığımız oluyor. İdarenin bilgisi dışında koğuşlara gidip gelmeler
olmaktadır. Hangi koğuşta kimin kalacağına idare değil, cezaevlerindeki
suçlular karar veriyor. Koğuşlarda komün yaşamı sürdürülmekte, üst birimlerce
siyasi eğitim programı uygulanmakta, bu eğitimler sonucunda içeri bir
sempatizan olarak girenler, azılı birer terörist olarak çıkmakta, dışarı
çıktıklarında da daha büyük ve kanlı eylemlere girişmekteler.” [163]
Tüm
Yargı-Sen isimli Sendika’nın Başkanı şunları söylüyor: “Cezaevi yeraltı suç örgütleri için cennet haline getirilmiş durumda.
Buralarını 5 yıldızlı otel gibi kullanıyorlar. Kendi koğuşlarına kokoreç
makinesi sokabilen mahkumlar var. Yeraltı suç örgütleri liderleri devletin
gözünün içine baka baka içeriye silah, cep telefonu sokabiliyor. Devletin gözü
önünde dışarıdaki kanunsuzlukları cep telefonu ile yönetebiliyorlar. Devlet
bunları görmezden geliyor.” [164]
Aynı
sendikanın Bayrampaşa temsilcisi de cezaevinde büyük rant döndüğünü söylemekte
ve cezaevinde öldürülen G.’nin cebinden beş bin dolar, yastığının altından da
bir trilyon liraya yakın para çıktığını iddia etmektedir.
Bir
başka yargı çalışanları sendikası olan Yargı-Sen’in Başkanı, Ulucanlar
Cezaevi’nin içinde bulunduğu koşullarla ilgili olarak son derecede çarpıcı
açıklamalar yapmaktadır. Cezaevlerinde çeteler ve sürgün edilme korkusu
nedeniyle isimlerini açıklamak istemeyen 50 gardiyan adına konuştuğunu söyleyen
Y., … Cezaevi Müdürü’nün, bir milletvekilinin yeğeni olan F.B.’nin sağ koluna
“kadın ayarladığını” ileri sürmektedir. Yıldız, kadınlar koğuşunda kalan bir
tutukludan söz ederek bunlar “Cezaevi
Müdürü’nün odasında birlikte oldu. Bu defalarca tekrarlandı. En sonunda kadın
gardiyanlar, (kadın mahkumun) bir
gece tekrar getirilmesi istenince karşı çıktı ve koğuştan çıkmasını engelledi.
Gardiyanlar bu nedenle tehdit edildi” demektedir. Y., dolandırıcılıktan tutuklu bir kişinin
Cezaevi Müdürü’ne 750 milyon lira para yardımında bulunduğunu belirterek
müdürden başka, bazı gardiyanların da bu işin içinde olduklarını idda
etmektedir. [165]
Türkiye Barolar Birliği, cezaevlerinin bugünkü
haliyle birer örgüt yuvası ve suç okulu haline geldiğini belirtmektedir. Birlik
açıklamasında, mevcut ve geçmiş hükümetlerin bu konuda hiç bir şey yapmadığı
belirtilerek devlet otoritesinin ve denetiminin olmadığı toplumlarda anarşinin
hakim olacağı bildirilmiştir.
Yeraltı
dünyasının ünlü isimlerinden birinin elini kolunu sallayarak kaçtığı Burdur
Cezaevi Müdürü daha sonra şu açıklamaları yapmıştır: “K.Y.’yi ziyarete gelenler arasında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı, vali,
savcı ve belediye başkanları da vardı.
K.Y’nin gelmesiyle birlikte moral gecelerine ünlü sanatçılar gelmeye başladı.
K.Y. cezaevinde istediği gibi dolaşıyor, görevliler ise sadece ona refakat
ediyorlardı. Revir özel odaya dönüştürülmüştü ve anahtarı K.Y.’nin cebindeydi.
İstediği zaman dışarıya çıkar, gelirdi.” [166]
Kartal
Cumhuriyet Başsavcısı da şunları söylemektedir: “Ç.’nin koğuşunun bulunduğu koridorlar, öldürülme tehlikesine karşı,
kameralarla sürekli izleniyor. Ç.’nin yemekleri de zehirlenme riskine karşı
önceden kontrol ediliyor... İnfaz koruma memurları, E.E.’nin hesabından,
imzasını taklit ederek para çekti… K. Çetesi’nin elebaşı N.E.’de iki, Ç.’nin
adamı M.G.’de bir cep telefonu yakalandı. Cep telefonları, cezaevinin mutfak
bölümünün penceresinden aşağıya sarkıtılan ipe bağlanarak yukarıya çekiliyor...
Açık görüşe gelen kadınlar, detaylı aranmadığı için uyuşturucu sokuyor.
Kadınlar uyuşturucuyu genellikle iç çamaşırları içerisinde getiriyor…” [167]
Bazı tutuklar cezaevine özel berberi, özel aşçısı
ve korumaları ile girmektedir. Böyle bir mahkum cezaevine 12 buzdolabı, 2 derin
dondurucu, 3 çamaşır makinesi, 2 bulaşık makinesi, 2 dikiş makinesi, 17
televizyon, 20 müzik seti, koltuk ve yatak odası takımı hibe edebilmektedir.
Terör
suçluları için de durum aynıdır. Birarada barındırılan terör suçluları burada
silah kullanmayı ve yapmayı öğrenmekte, eylem planları hazırlamakta, kuramsal
ve uygulamalı eğitim çalışmaları ve törenler düzenlemekte, kendi mahkemelerini
oluşturmakta, bu mahkemeler örgütler adına kararlar almakta ve kararlar infaz
edilmektedir. Koğuş duvarları yasa dışı örgütlerin poster, resim, flama ve yazılarıyla doludur.
Metris
Cezaevi’nde toplanan İBDA-C mensuplarının başkanı yıllarca Türk yargısını
tanımadığını uluorta söyleyerek duruşmalara çıkmamıştır. Birlikte kaldıkları
koğuşa güvenlik güçleri uzun süre girememiştir. En ufak bir müdahale
olasılığında isyan çıkaran bu grup cezaevini tam bir eğitim yuvası şekline
dönüştürmüştür. Tutuklu örgüt üyelerinin çıkardığı bir isyan sırasında 68
jandarma yaralanmıştır. İBDA-C ile hapishane yönetimi sekiz saatlik pazarlık
sonucunda isyanın durdurulması için anlaşma sağlanabilmiştir. Yapılan bir
operasyonla İBDA-C koğuşuna girebilen güvenlik güçleri koğuşlarda yaptıkları
aramalarda alev makinaları, amonyum nitratdan yapılmış bomba, pil ateşlemeli
tabanca ve molotof kokteylleri bulmuşlardır.
Bandırma
Cezaevi’nde, yine İBDA-C mensuplarının kaldığı koğuşta yapılan aramada, silah
olarak kullanılabilecek çok sayıda kesici ve delici aletle dört cep telefonu
ele geçirilmiştir. Yapılan açıklamada, dört cep telefonunun yanında, 24 şiş, 6
kama, 3 pala, 68 sopa, 3 molotof kokteyli, 10 alev makinesi haline
dönüştürülmüş 12 kiloluk mutfak tüpü, dört bomba düzeneğiyle 2.226 yasa dışı
kitap ve örgütsel dökümanın ele geçirildiği belirtilmiştir. Yasa dışı örgüt
üyelerinin, pankartlardaki yazılarından Bandırma Özel Tip Kapalı Cezaevi’ni
kendi aralarında ‘Bandırma Terör Yüksek
Akademisi’ olarak adlandırdıkları anlaşılmıştır.
Bu
bölümde son olarak, Ulucanlar Cezaevi’nde 26 Eylül 1999 günü meydana gelen bir
olaydan söz etmek gerekmektedir. 2 Eylül 1999 günü cezaevinde direniş başlatan
hükümlülere karşı 26 Eylül günü güvenlik güçlerince müdahale edilmiş ve çıkan
olaylar sonucunda 11 hükümlü ölmüş ve 26 hükümlü de yaralanmıştır. Olayın ilk
günlerinde olayın içerden açılan ateşe güvenlik güçlerinin karşılık vermesi
sonucunda oluştuğu ve cezaevinden kaçmak için bir tünel kazıldığının ortaya
çıkarıldığı belirtilmiştir. Olayın araştırılması için kurulan TBMM Araştırma
Komisyonu’nun vardığı sonuçlar ise bundan hayli farklı ve oldukça önemli: “Komisyonumuz; güvenlik güçlerinin
zorunluluk halinde, yasalar çerçevesinde silah kullanmasını anlamaktadır; ama,
ölümüne güvensizliği anlamakta güçlük çekmektedir. Netice itibarıyla Ulucanlar
Cezaevi’nde silah kullanılmıştır. 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayı koğuş
sorunu ile izah etmek mümkün değildir. Burada yılların birikimi vardır. Tutuklu
ve hükümlüler güvenlik güçlerini, güvenlik güçleri de tutuklu ve hükümlüleri
düşman olarak görmektedir. Jandarmanın almış olduğu eğitimin bu tür olaylara
müdahale için uygun olmadığı ortadadır. Asker, yaptığı işin gereği olarak
karşısındakini, düşman olarak görmekte ve eğitimi düşmanla karşı karşıya kaldığında
onu imha etmeyi gerektirmektedir… Asker dağlık bir alanda müsadereye giriştiği
terörist grubuna davrandığı gibi davranmıştır… Duvarlarda çok sayıda mermi
izinin bulunması hedef gösterilerek ateş edildiğini göstermektedir. Kanaatimiz
odur ki, tutuklular koğuş işgali yaparak hem yasaları hem de 7. koğuşta kalan
kişilerin haklarını ihlal etmişlerdir; gerginliği tırmandırmışlardır. Bunun
yanında cezaevi ve Adalet Bakanlığı yetkilileri de benzer eylemlerde
sergiledikleri, uzlaşmacı tavrı sergilememişlerdir; daha sonra yapılan müdahale
de amacını aşacak şekilde ağır olmuş, tutukluları ağır derecede darp
etmişlerdir. Adli Tıp Kurumu’ndan alınan raporlar ve bu raporlar üzerinde
komisyonumuz tarafından görevlendirilen adli tıp uzmanının yorumu ceset ve
yaralılarda darp izlerinin sopalarla vurma ve sürüklenme olduğunu ortaya
çıkartmıştır. Raporlarda şişle yaralanan tek bir güvenlik elemanı yoktur. Hem olaylara katılanlar, hem de dışında kalan
ve olayı gören hükümlüler yoğun şekilde dövme ve işkence yapıldığını ifade
etmişlerdir. Yine cesetlerde ve yaralı hükümlülerde alev yanığı olmayan yanık
izlerine rastlanmıştır. Adli Tıp uzmanları bu yanık izinin alev ya da haşlanma
olmadığını; dehidrate bir yanık olduğunu ve sülfirik asit ya da nitrik asitle
olabileceğini bildirmişlerdir. Ayrıca cesetlerde hem kurşun yarası, hem de
yaygın darp izleri bulunmaktadır. Bunlar olayda amacını aşan şiddetin
kullanıldığı, işkence edildiği kuşkusunu doğurmaktadır.” [168]
Komisyon
Başkanı Sema Pişkinsüt de, olayların görüntülerini izledikten sonra şunları
söylemektedir: “Üç-dört mahkumun sırtı
saçmadan elek gibi olmuş. Ayrıca, adli tıp raporlarında ayrıntılı olarak
belirtilmeyen, deri altı kanamalardan ve yanıklardan oluşan geniş otopsi
bulgularına rastladık. Otopsi raporlarının sistemli ve beklenen nitelikte
olmadığını düşünüyorduk. Görüntülerden sonra bu kanaatimiz daha da pekişti.
İzler, geçiştirilmiş. Çoğunda eller kapalı ama yakından çekilen görüntülerde
parmaklar şişmiş. Bunlar raporda belirtilmemiş. Darp izleri, ölümden önce mi,
sonra mı olmuş belli değil. Görüntüler adli tıp raporlarının eksik olduğunu
gösterdi. Alevli bir yanma sonucunda
olmadığı anlaşılan bu izler soru işaretlerine yol açtı. Normal bir yanma olayı
değil. Asitten kaynaklanan yanma sonucunda ortaya çıkan izlere çok benziyor…”
Yukarıda
açıklanmaya çalışılan olgular hukuk devleti ilkesi açısından kabul edilemez
sonuçlardır. Ama ne varki, bu sonuçların bedelini ödemek durumunda olan bu
suçları işleyenler değil, yukarıdaki çalışmaları yapan TBMM İnsan hakları
Komisyonu Başkanı Pişkinsüt olmuştur. Pişkinsüt, “Partim vefalı, beni harcamaz” dese
bile, başkanlık görevini koalisyonun MHP’li bir başka üyesine bırakmak zorunda
kalmıştır.
2000
yılının son günleri cezaevlerine yapılan devlet müdahalesine tanıklık etmiştir.
Müdahalenin ertesi günü bir gazete olayları şu şekilde okuyucularına
duyurmuştur: “Devlet 10 yıl sonra girdi.
Terörist örgütlerin sığınağı haline gelen ve 10 yıldır girilemeyen cezaevlerine
devlet nihayet girdi. Güvenlik güçleri en büyük direnişle Ümraniye ve Çanakkale
cezaevlerine karşılaştı. Her iki cezaevinde jandarma birer şehit verdi. 15
mahkumun kendini yakarak öldürdüğü operasyonlarda 14 asker de yaralandı.
Teröristler kalaşnikofla ateş açtı. Lider talimatı: Bir arkadaş kendini
yaksın.” Bu haber günümüzde cezaevlerine egemen olan koşulları en iyi şekilde
özetlemektedir.
Yargının
Örgütlenme Sorunları
Uzmanlık mahkemelerinin yetersizliği çok
önemli sorun kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Uzmanlık mahkemelerinin
ülkemizde sayıca çok az olması, mahkemelerce verilen kararların yüzde 88 gibi
büyük bir kesiminin Yargıtay tarafından bozulması ile sonuçlanmaktadır. Bu
durum ise, davaların görülme süresini
uzatmakta ve kaynak israfına yol açmaktadır.
Dava
sayısının azaltılmasına olanak sağlanması açısından “istinaf mahkemeleri” kurulması yolunda güçlü isteklerin ortaya
çıktığı ve bu yolda çeşitli yasa taslakları hazırlama çalışmaları olduğu
bilinmektedir. Ancak, bu amaçla yapılmakta olan çalışmalar çerçevesinde
“istinaf mahkemeleri”nin kurulmasının Yargıtay’ın temyiz mahkemesi olarak sahip
olduğu işyükünde yol açacağı önemli azalma yanında yargısal içtihatlarda
yaratılabilecek çelişkiler ve Yargıtay’da kalacak olan içtihadı geliştirme ve
birleştirme işlevinin önemli bir işyükü oluşturmayacağı ve bu nedenle de Yargıtay’ın işlevsiz kalıp kalmayacağı
hususunun yeterince incelenmediği anlaşılmaktadır. Söz konusu yetersizlik
‘yargıtay-istinaf mahkemeleri’ ikileminin çözümlenmesini zorlaştırmaktadır.
Yargıda
görülmekte olan önemli yapısal değişikliklerden biri de yönetsel yargı alanında yaşanmaktadır. Son zamanlarda, bu alanda
meydana gelen iki ayrı gelişme oldukça dikkat çekicidir. Bunlardan biri “tahkim” ile ilgili değişiklikler ve
diğeri de “Memurların Yargılanmasına
Dair Kanun”dur. Tahkim konusunda yapılan anayasa değişikliği ve bu
değişikliğin yasalara yansıması için Danıştay Kanunu’nda yapılmak istenilen
değişikliklerle yönetsel yargının yetki alanının daraltılmak istendiği anlaşılmaktadır. Bu eğilim, Memurların
Yargılanmasına Dair Yasa’ya da yansımış ve getirilen yeni sistem ile
Danıştay’ın memur yargılamasındaki yetkisi hemen hemen kaldırılmıştır.
Bu iki
eğilim, Türkiye’de yargının temel örgütlenme biçimi konusunda önemli sorunların
varlığına işaret etmektedir Hatta, bir anlamda, yönetsel yargının kaldırılması
anlamına gelebilecek bazı istemlerin ortaya çıktığı anlamına gelmektedir
Yargısal Kolluk (Adli Polis)
Yargısal
kolluk kurulması ve bu gücün savcıların ve Adalet Bakanlığı’nın yönetiminde
olması yolundaki bir öneri yaklaşık 50 yıldan bu yana tartışılmaktadır.
Günümüzde de aynı tartışma varlığını sürdürmektedir. Özellikle, ceza ve
tutukevlerinde yaşanan son derecede olumsuz koşullar, sorunun tek çözüm yolu
olarak böyle bir gücün kurulması önerisini ön plana çıkarmaktadır. Bu görüş
sahiplerine göre, böyle bir gücün kurulmasıyla, cezaevlerinde olay çıktığında
jandarma çağrılmayacak ve bu güç görev yapacaktır. Bu güç cezaevlerinin iç
düzenini sağlarken, öte yandan da cezaevi binalarını dışardan gelebilecek
tehdit ve tehlikelere karşı koruyacak işlevleri yerine getirecektir.
Uzun
tartışma geçmişine karşın, yargısal kolluk
“kavramı”nın ya da “kurumu”nun anlamı, amacı, kapsamı, işlevleri,
yetkileri ve sorumlulukları Türk kamu yönetimi çevreleri için herhangi bir
açıklık, netlik ve kesinlik göstermemektedir.
Konuyu gündeme
getirmek isteyenlerin hemen hepsi yargısal kolluk kavramını farklı şekilde
algılamakta, ele almakta, irdelemekte ve çözüme yönelik öneriler
geliştirmektedir. Bu bağlamda yargısal kolluk ile ilgili betimlemeleri, çok
bilinen bir anekdotta olduğu üzere,
körlerin göremedikleri bir fili tanımlamaya çalışmalarına benzetmek
olanaklıdır. Görmeyenler filin ancak dokunabildikleri kısımlarını
betimleyebilirler ve bu betimlemeler de
genellikle birbirlerinden çok farklı olurlar. Sonuçta anlatılanlardan
ortaya çıkan algılamanın gerçek anlamda bir fille uzaktan ya da yakından bir
benzerliği olmadığı anlaşılır.
Yargısal
kolluk gücünün kurulmasını isteyenler bu savlarını daha iyi eğitilmiş personele
ve daha gelişmiş teknolojik olanaklara sahip kılınacak bir kolluk örgütünün
kurulmasının yargısal soruşturma ve kovuşturma çalışmalarında daha olumlu
sonuçlar vereceğini ve böylelikle de temel insan hak ve özgürlüklerinin daha
iyi koşullar altında korunabilmesi için esaslı bir temel oluşturulacağını öne
sürerler. Bu savı savunanlara göre mevcut koşullar altında çalışmakta olan
kolluk güçleri bu iki temel öncelik açısından önemli yetersizlikler ve
zayıflıklar içerisindedir. Bu bağlamda suçun soruşturulmasından ve
kovuşturulmasından sorumlu olan yargı unsurlarına böyle bir olanak verilmesinin
yargılama sürecinin kısaltılmasına ve yargılamanın daha olumlu koşullar altında
gerçekleşebilmesine olanak sağlayacağı öne sürülür.
Yargısal
kolluk kurulmasından yana görüş belirtenler bu kolluk gücünün niteliklerini
belirlemede yeterli düzeyde fikirsel birlikteliğe ve ortak bir tanıma
ulaşamamışlardır. Türkiye’de yargısal kolluk kavramı ile anlatılmak istenen
oluşumları üç ayrı gruba ayırabilmek olanaklıdır:
·
Ayrı, farklı ve genel kolluktan bağımsız ve
yalnızca savcının yönetiminde olan alternatif bir kolluk gücü oluşturmak.
·
Genel kolluk içinde yalnızca yargısal işlevlerle
yükümlendirilmiş özel bir birim oluşturmak.
·
Genel kolluk içinde yargısal nitelikli işlev
yapacak ve yetki kullanacak olanların daha seçkin ve yetkin kamu görevlileri
arasından seçilmelerini güvence altına almak ve bu kişilerin kullanabilecekleri
yetkilere açıklık ve kesinlik kazandırmak.
Bazı
düşünürler yargısal kolluğu genel kolluktan ve önleyici zabıtadan ayrı tutarlar
ve savcıya bağlı ayrı ve özel bir kolluk gücünün oluşturulmasından söz ederler.
Bu görüş, yönetsel polis ya da önleyici kolluktan farklı olarak bir yargısal
polis örgütü ya da soruşturmacı/kovuşturmacı bir polis gücü kurmak
anlamına gelmektedir.
Ayrı
bir kolluk gücü oluşturmak istemeyen bazı düşünürler de yargısal kolluğu genel
kolluk içinde kovuşturma işlevlerinde uzmanlaşmış ve daha yetkin bir konuma
getirilmiş özel bir birim olarak görürler. Bu görüşü savunanlar ayrı bir kolluk
gücü oluşturmak yerine genel kolluk içinde özel bir kolluk türü yaratmak
isterler.
Yargısal
kolluk yanlısı bir başka görüşün savunucuları da soruşturma, kovuşturma ve
yargılama süreci içinde yargısal yetkiler kullanacak olan kamu görevlilerinin
niteliksel bir ayrıma uğratılarak daha özel bir konuma kavuşturulmasını
yargısal kolluk için yeterli görürler. Buna göre, genel kolluk içinde kalmak
koşuluyla kimi yargısal yetkileri kullanacak görevlilerin temel insan hak ve
özgürlüklerinin daha iyi korunmasını güvence altına alabilecek şekilde
tanımlanması ve bu kişilere verilecek yetkilerin daha açık ve kesin bir şekilde
belirlenmesi yargısal kolluk için yeterlidir.
Kişisel kanıma göre, bu görüşlerin hiç biri yeni
bir ‘yargısal kolluk örgütü kurulması’ için yeterli ve haklı sayılabilecek
gerekçeleri oluşturamamaktadır. Bu bağlamda hemen belirtilmesi
gerekirki, genel kolluk içinde yönetsel kolluk-yargısal kolluk ayrımı yapmak;
genel kolluk gücünden ayrı olarak bir yargısal kolluk gücü oluşturmak ve bu
yeni gücü yönetimi savcılara bırakılmış bir güç olarak görmek kolluk güçlerinin
etkili ve verimli bir şekilde yönetilmesi açısından uygun, doğru ve isabetli
bir çözüm yolu olmayacaktır.
Belirtilen
kolluk ya da polis kavramları genel kolluğun iki önemli dalı olan emniyet ve
jandarma birimlerini birlikte kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Zira,
emniyet güçleri ile jandarma güçleri arasında kolluk işlevi açısından hiç bir
fark yoktur. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı güçler genellikle kentleşmiş
alanlarda genel güvenliğin sağlanmasından sorumlu iken Jandarma Genel
Komutanlığı’na bağlı güçler kırsal kesimde aynı işlevi yerine getirmeye
çalışmaktadırlar.
Aralarında,
personel kaynağı dışında, hiç bir yapısal farklılaşma yoktur. Her iki güç de
yetkilerini Türk Ceza Kanunu’ndan ve Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’ndan
alırlar ve görevlerini CMUK ile öteki tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen şekil
ve biçim koşullarına uygun olarak yerine getirirler. Bu anlamda kolluk bir
bütündür.
Belirtilmesi
gereken bir başka önemli unsur da önleyici kolluk ile soruşturmacı kolluk
işlevlerinin birbiriyle içiçe, birbirlerinden ayrılamaz ve farklılaştırılamaz
bir bütünlük içinde olmalarıdır. Dünyanın hiç bir ülkesinde bu iki işlevin açık
ve kesin çizgilerle birbirinden kopartılabildiği görülmemiştir. Zira, bu iki
işlevin yapay yöntemlerle birbirinden ayrılması yönetim pratiği açısından
olanaklı görülmemektedir.
Türkiye’de
yargının içine düşmüş olduğu sıkıntıların temel ve tek nedeni yargısal kolluk
gibi bir kurumun eksikliği değildir. Türkiye’de yargı bütünüyle ve bir sistem
olarak önemli yapısal yetersizlikler ve
açmazlar içindedir. Yargı sistemi bir bütün olarak ele alınmadığı; sistemin
yalnızca belirgin bazı alt sistemlerinin iyileştirilmesi ile yetinildiği ve
yargının temel sorunlarına etkili ve geçerli çözüm yolları bulunamadığı
takdirde yargı ile ilgili yakınmaların da sonu gelmeyecektir.
Etkili
ve verimli çözüm yolu bulunması gereken temel yargı sorunları mesleki ve
yardımcı personel açığı, yargılama süreçlerinin teknik gelişmişlik düzeyinin
yetersizliği, yargılama sürecinin uzunluğu, bilirkişilik gibi bazı yargısal
olanakların kötüye kullanılması, yargıçların değerlendirilme sistemlerindeki
yetersizlikler, tahkim ve yönetsel inceleme gibi dava sayısının artmasını
önleyecek bazı yasal önlemlerin alınamamış olması ve herşeyden önce yargının
iyileştirilmesi gerektiği yolunda ulusal bir siyasal iradenin henüz oluşturulamamış olmasıdır.
Yargıya
ilişkin sorunlar bu denli büyük boyutlara ulaşmış iken yalnızca soruşturma ve
kovuşturmadan sorumlu bazı kamu görevlilerinin niteliksel yönden
geliştirilmesinin ve bazı teknolojik kolaylıkların devreye sokulmasının
yargının temel sorunlarını ortadan kaldırabileceği hiç bir zaman düşünülmemek
gerekir.
Kaldıki,
böylesine bağımsız ve alternatif kolluk gücünün oluşturulması kolluk sistemi
içinde iki başlılığa, güçler arasında anlamsız bir rekabete, çok büyük
israflara ve ekonomik olmayan çözüm modellerinin ortaya çıkmasına yol
açacaktır. Bugünkü yargı sistemimiz içinde cezaevi gardiyanlarının tümüyle
savcılıklara bağlı olması ve onlar tarafından yönetilmesi cezaevlerindeki
koşulları ne denli iyileştirdiyse yargısal kolluk gücünün oluşturulması da
insan hak ve özgürlüklerinin gelişmesine o denli katkı sağlayacaktır. Yargısal
kolluğun gardiyanlık kurumundan çok daha farklı, daha üstün ve daha başarılı
olacağını güvence altına alabilecek hiç bir ussal gerekçe ortada
bulunmamaktadır.
Yukarıda
belirtilen gerçekler karşısında yargısal kolluğun ayrı bir örgüt oluşturmak
değil; fakat, genel kolluk içinde ayrı ve özel bir kolluk türü oluşturmak
anlamına geldiği öne sürülürse bu takdirde dahi yargısal kolluk “kurmaktan”
söz edilememek gerekir. Zira, Türk hukuk ve kamu yönetimi sistemi içinde,
kolluk güçlerinin suçun işlenmesinden hemen sonra savcının emir ve yönetimine
girmesi anlamında, yargısal kolluk çok uzun bir süreden bu yana vardır.
Türkiye’de polis ve jandarmadan oluşan genel kolluk hem suçun işlenmesini
önleyici nitelikte görevler yapmakta ve hem de suç işlendikten hemen sonra
soruşturma ve kovuşturma çalışmalarında görev ve sorumluluk almaktadır.
Suç
işlenmeden önce vali ve kaymakamların emri ve yönetimi altında olan kolluk
güçleri suçun işlenmesinden hemen sonra derhal nitelik değiştirerek savcının
emrine ve yönetimine girmektedir.
Nitekim,
CMUK’nun 154 üncü maddesi “Bütün zabıta
makam ve memurları C. Savcısı’nın adliyeye ilişkin işlerle ilgili emirlerini
yerine getirmekle yükümlüdür” demektedir.
Bu
yükümlülüğü yerine getirmeyen kolluk güçlerinin karşılarına çıkacak olan temel
yasal düzenleme de yine aynı maddede yer almaktadır: “Kanun tarafından kendilerine verilen veya kanun dairesinde
kendilerinden istenen adliyeye müteallik vazife veya işlerde suistimal veyahut
ihmal ve terahileri görülen devlet memurları ile Cumhuriyet Müddeiumumiliğinin
şifahi veya yazılı talep ve emirlerini yapmakta suistimal ve terahileri görülen
zabıta amir ve memurları hakkında müddeiumumilikçe doğrudan takibatta bulunulur”.
Açıkça
görüldüğü üzere, savcılarla kolluk
güçleri arasındaki ilişkiler yasal zemin üzerinde son derece net ve açık bir
şekilde kurulmuş bulunmaktadır. Bu bağlamda, bugüne değin hiç bir savcı
kolluk güçlerine verilen emrin yerine getirilmediğini iddia edebilmek durumunda
olamamıştır. Esasen emrin yerine getirilmemesine de olanak yoktur. Zira, emri
yerine getirmeyenler için uygulanacak yasal yaptırımlar oldukça ağır bir
biçimde Türk Ceza Kanunu’nda belirtilmiştir.
Yargısal
kolluktan amaç genel kolluk içinde daha iyi eğitilmiş ve daha iyi teknik
donanım koşullarına kavuşturulmuş özel bir örgütlenmeye gitmek ise buna hiç bir
kimsenin itirazı olmamak gerekir.
Zira, polisin yalnız soruşturma ve kovuşturma işlevlerinde değil; fakat, tüm
kolluk yetkilerinin kullanılmasında daha iyi eğitim koşullarına ulaştırılması
ve teknik donanım düzeyinin iyileştirilmesi gerekmektedir. Yalnızca eğitim
koşullarının ve teknik altyapının iyileştirilmesi bu bağlamda yeterli
olmayacaktır.
Polisin
ve doğal olarak jandarmanın daha etkili olarak örgütlenmesi ve daha verimli
yönetilmesi ve planlama yetkinliklerinin güçlendirilmesi de bu bağlamda yerine
getirilmesi gereken ön koşullar olarak ortaya çıkacaktır. Yargıda olduğu gibi
kolluk gücünde de sistem bir bütün olarak ele alınmalı ve kurumsal gelişme
teknikleri kullanılarak sistem iyileştirilmelidir.
Yargısal kolluk kavramının yalnızca yargısal
kolluk mensubu olarak nitelendirilen görevlilerin yeniden tanımlaması ve
kendilerine bu yönde görev verilenlerin yetkilerinin yeniden düzenlenmesi
anlamına geldiği öne sürüldüğü takdirde de yargısal kolluk gücü kurmaktan söz
edebilmek olası değildir. Bu yaklaşım da yalnızca sistemin ıslahı amacına
yöneliktir. Konu ile ilgili hiç bir uzmanın böyle bir yaklaşıma hayır
diyebilmesi olanağı yoktur. Soruşturma ve kovuşturma yetkisi verilen kimselerin
bu yetkileri kullanmalarında yetersizlikler varsa ya da söz konusu yetkiler
yeterli açıklıkta değilse elbette bu konularda gerekli iyileştirici önlemler
alınmalı ve yürürlüğe konulmalıdır. Ancak, bu durum hiç bir zaman ayrı ve özel
bir yargısal kolluk gücü kurulması anlamına gelmeyecektir.
Özetle
belirtmek gerekirki, yargısal kolluk
esasen Türk hukuk sistemi içinde yer almaktadır. Kolluk gücü hem önleyici
ve hem de soruşturmacı niteliklere sahiptir. Birbirini tamamlayarak bir bütün
oluşturan bu iki sistemin birbirinden
kopartılması kolluk gücünün işlevselliğine, etkililiğine ve verimliliğine büyük
darbe vuracaktır. Mevcut sistemin aksayan yanlarını düzeltmek ve
geliştirmek için her türlü önlem alınmalıdır. Ancak, geçersiz, isabetsiz ve
haklı olmayan gerekçelerle sistemin parçalanmasına da göz yumulmamalıdır. Zira,
yargısal kolluk sisteminin ülke genelindeki demokratikleşme istek ve idealleri
ile ilgisi oldukça sınırlı görünmektedir.
Daha
demokratik bir ülke konumuna ulaşabilmek herşeyden önce tüm yargı sisteminin ve
bununla birlikte tüm kolluk sisteminin daha etkili çalışma, örgütlenme ve
yönetilme koşullarına kavuşturulmasında aranmalıdır. Özcesi, yargısal kolluk örgütü kurulmamalıdır.
İçişleri
Bakanlığı’nın -haklı nedenlerle- sürekli olarak karşı çıktığı bu görüşe
karşılık Adalet Bakanlığı bu yolda çeşitli yasa tasarıları hazırlamaktadır.
Adalet
Bakanlığı tarafından hazırlanan taslaklardan birinde yargısal kolluk için şu
temel parametrelerin oluşturulması öngörülmektedir:
·
Yargısal kolluk müfettişler, yargısal polis ve
yargısal jandarmadan oluşacaktır.
·
İl ve ilçe cumhuriyet başsavcılıklarıyla DGM
başsavcılıkları emrinde, iş durumlarına göre Adalet Bakanlığı tarafından
belirlenecek miktarda “soruşturma müfettişliği” birimi oluşturulacaktır.
·
Her polis karakolunda, “yargısal polis kısmı”, her
emniyet müdürlüğünde “yargısal polis şubesi”, her jandarma karakolunda
“yargısal jandarma kısmı”, her ilçe jandarma bölük komutanlığında “yargısal
jandarma takımı”, her il jandarma alay komutanlığında “yargısal jandarma
bölüğü” kurulacaktır.
·
Yargısal jandarma, yargısal polis teşkilatı
kurulmayan veya il ve ilçe belediye sınırları dışında kalan yerlerde yargısal
kolluk görevini yerine getirmek üzere yeteri kadar subay, astsubay, uzman erbaş
ve erden oluşacaktır.
·
Yargısal kolluk bulunduğu yer cumhuriyet
başsavcısının yönetim ve denetimine tabi olacak, onun yazılı ve sözlü
emirlerini yerine getirmekle yükümlü olacaktır. Hazırlık soruşturması yürüten
cumhuriyet savcıları da yargısal kolluğa doğrudan emir verebilecektir.
·
Soruşturma müfettişlerinin sicillerini o yer
cumhuriyet başsavcısı düzenleyecektir. Yargısal polis amir ve memurları ile
jandarma üst ve astlarının sicil raporları hakkında ise kendi kuruluşlarının
sicil mevzuatı uygulanacaktır.
Yukarıda belirtilen görüşler
çerçevesinde, yargısal kolluk örgütlenmesine gidilmesinden çok, kolluk güçleri
içinde yargısal kolluk ihtiyacını karşılayacak uzmanlık birimlerinin kurulması
ve kolluk güçlerinin birliği ilkesinin zedelenmemesi daha uygun bir çözüm yolu
olacaktır.
Devlet
Güvenlik Mahkemeleri
Hukuk
sisteminin kurumsal yapısı açısından özellikle insan hakları konusunda duyarlı
kesimlerin üzerinde özenle durmakta olduğu konulardan biri de Devlet Güvenlik
Mahkemeleri olgusudur. Bu görüşe yakın olanlar Terörle Mücadele Kanunu
kapsamına giren suçların kovuşturulması ve yargılanması için kurulmuş olan bu
mahkemelerin özel bir yargı kuruluşu olmaları ve bu nedenle de genel yargı
yerlerinden farklı olarak ayrı bir yargılama rejimine sahip olmalarının “doğal yargıç” ve “yargıç güvencesi” ilkelerine aykırı olduğunu ve yargıç
güvencesinin olmadığı ortamlarda temel insan hak ve özgürlüklerinden ve hukuk
devletinden söz edilemeyeceğini ileri sürmektedirler.
Buna
karşılık, bazı hukukçular da anayasal temeli olan bu kurumun ülke gerçeklerine uygun düştüğünü ve bu
tür suçların yargılanmasında çabukluk ve
sürate özellikle gereksinim duyulduğunu savunmaktadırlar.
Bazı özel suçlar nedeniyle olsa
dahi, bazı suç sanıklarının genel mahkemelerin ve doğal yargıç ilkesinin dışına
çıkılarak özel bir yargı yeri olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanmak
durumunda olmalarının ülkede demokratikleşmenin önünde bir engel oluşturduğu
yolundaki görüşler giderek daha çok ağırlık
kazanmaya başlamıştır.
Nitekim, TÜSİAD tarafından
hazırlanan “Yargılama Düzeninde Kalite” adı raporda şu görüş yer almaktadır: “DGM’lerin mevcut görevlerinin ağır ceza
mahkemelerinin görmemesi için bir neden yoktur. Kaldı ki, DGM’lerin adil
yargılama hakkı çerçevesinde mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi
yönünden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu, Avrupa İnsan Hakları
Divanı’nca tespit edilmiştir.” [169]
Konunun bir başka yönü de, DGM
yargıç ve savcıları için zaman zaman ortaya atılan yolsuzluk iddialarıdır. Bunların bir kısmına daha önce değinilmiş
bulunmaktadır.
Bu iddialar ve görüşler çerçevesinde, gerekli
anayasal ve yasal değişiklikler yapılarak, Devlet
Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılmasının
sağlanması ve bunun yerine terör suçları konusunda uzmanlaşmış ve
Anayasa’nın öngördüğü doğal yargıç ilkesini güvence altına alan özel uzmanlık
mahkemeleri kurulması önerisi gündeme gelmektedir.
Yapılan bu tartışmaların sonucu
olarak, hükümet 1999 yılının ortalarında TBMM’ne bir anayasa değişikliği
önerisinde bulunmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin asker üyelere sahip
olması nedeniyle bağımsız olarak kabul etmediği DGM’lerin sivilleştirilmesini
öngören değişiklik önerisi ile Anayasa’nın 143 üncü maddesi halkoyuna başvurma
zorunluluğunu ortadan kaldıran bir oy çoğunluğu ile değiştirilmiş ve bu
mahkemelerdeki asker üyeler devre
dışına alınmıştır.
Anayasa değişikliğinin
gerçekleşmesinden sonra, DGM Kuruluş ve Çalışma Usulü Hakkındaki Yasa da
değiştirilmiş ve DGM’ler sivilleştirilmiştir. Ancak, yapılan bu şekilsel
değişikliğin DGM’lerle ilgili eleştirileri ne ölçüde ortadan kaldırabildiği
duraksama konusudur.
Buraya
kadar yapılan açıklamalar açıklıkla göstermektedir ki, yargı çok büyük sorunlar
içindedir ve hatta çökmek üzeredir.
Öneriler
Adaletin tam anlamı ile “tecelli ettiği” kanısının yerleşmesi
ve “yargının bağımsızlığı” ile “yargıç güvencesi” kavramlarının daha
sağlam bir şekilde Türk demokratik yaşamına aktarılabilmesi için alınması
gereken bazı önlemlere aşağıda değinilmiştir:
·
Anayasa
yargısının etkililiğini ve verimliliğini artırmak üzere
sistemik değişiklikler yapılmalıdır. Bu bağlamda;
·
Anayasa Mahkemesi kararlarının gerek
yazılması ve gerekse
yayınlanması, bazı durumlarda, uzun zaman almaktadır. Alınacak yönetsel önlemlerle
bu durumun önüne geçilmelidir. Bu amaçla
Anayasa Mahkemesi Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’da gerekli düzeltmeler
yapılmalıdır.
·
Anayasa’nın 153/1 maddesinde yer alan “iptal
kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” hükmüne karşın, Anayasa
Mahkemesi’nin gerekçe yazılmadan kararı açıklaması ve bu eylemini kararın
‘açıklanması’ olarak değil fakat ‘topluma özet bilgi sunulması’ olarak
nitelendirmesi -kanımca- doğrudur ve bu uygulama sürdürülmelidir.
·
Anayasa Mahkemesi’ne aday üyelerde aranmakta olan
bazı koşullarda değişiklikler yapılarak daha geniş bir alandan seçime olanak
verilmeli ve üyelerin görev süreleri sınırlanmalıdır.
·
Anayasa Mahkemesi son yıllarda konu üzerinde yasal
ya da anayasal bir kural olmamasına karşın kanunların yürürlüğünün durdurulması
yolunda kararlar vermede kendini yetkili görmektedir. Oysa, bu kararlara karşı
itirazın olanaklı olup olmadığı, kararın süresi, resen verilip verilemeyeceği
gibi hususlar belirsiz durumdadır. Mahkemeye bu yetki koşulları da belirlenerek
Anayasa ya da yasa ile verilmelidir.
·
Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açabilme hakkı
1982 Anayasası’nda sayılanlara ek olarak yasama meclisindeki siyasal parti
gruplarına, son milletvekili genel seçimlerinde geçerli oyların en az yüzde
10’unu alan siyasal partilere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile
sendika ve kooperatif birliklerinin üst organlarına ve hatta temel hakları yasa
ile veya bir kamusal işlemle çiğnenen kişilere de tanınmalıdır.
·
Anayasa Mahkemesi’ne yasaların ön denetimi
konusunda Anayasal görev verilmelidir. Yasaların TBMM’de kesinleştirilmesinden
önce Anayasa Mahkemesi tarafından ön incelemeden geçirilmesi ve yasa
tasarısı/teklifi konusunda TBMM’ne önerilerde bulunulması anlamına gelen
‘yasaların ön denetimi sistemi’
kurumsallaştırılmalıdır.
·
Anayasal yargı denetimini sınırlandıran
Anayasa’nın geçici 15 inci maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılmalıdır.
·
Ayrıca, bu maddede yer alan ve 12 Eylül
yönetiminin ve yöneticilerinin yargılanamayacaklarına ilişkin hüküm
demokratikleşme çabaları çerçevesinde yeniden ele alınmalı ve bu konuda kesin
bir karara varılmalıdır.
·
Kanun Hükmünde Kararnamelerin çıkarılmasına esas
oluşturan yetki kanununun iptal edilmesine karşın kanun hükmünde kararnamenin
iptali için ayrı davalar açılması gerekmektedir. Ayrı bir dava açılmadığı
takdirde yetki kanunu iptal edilse dahi kanun hükmünde kararname yürürlükte
kalmaktadır. Hukukun genel ilkeleri açısından kabul edilmesi oldukça güç olan
bu uygulama türünün önüne geçilmeli ve yetki kanunu iptal edildiği takdirde
yetki kanununa dayalı olarak çıkarılan tüm kanun hükmünde kararnameler iptal edilmiş
sayılmalıdır.
·
“Anayasa yakınması” sistemi kurulmalıdır.
·
Anayasa’daki, Anayasa Mahkemesi’nin işin esasına
girerek verdiği ret kararlarının Resmi Gazete’de yayınlanmasından sonra 10 yıl
geçmedikçe aynı yasa hükmünün Anayasa’ya aykırılığı savıyla yeniden başvuruda
bulunulamayacağına ilişkin kural değiştirilmelidir. Mahkeme kararlarına
kararlılık kazandırmak amacıyla getirilen bu süre çok uzundur. Mahkemelerin
toplumun dinamik yapısının ve değişen değer yargılarının etkisinde kalması
gerçeği karşısında kararlarına 10 yıl gibi çok uzun sayılacak bir süre için değişmez
bir nitelik kazandırılması isabetli olmamıştır. Toplumun dinamik yapısı, değer
yargılarının ve koşullarının değişken niteliği olayların uzun süreli değişmez
yargısal kalıplar halinde algılanmasıyla bağdaşmaz. Mutlaka bir süre konulması
gerekiyorsa bu süre 5 yılı aşmamalıdır.
·
Hakimler
ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları ile Askeri Şura kararları yargı denetimine tabi
olmalıdır.
·
İstinaf
Mahkemeleri’nin kurulması Yargıtay’ın üzerindeki işyükünü
azaltacaktır. Ancak, istinaf mahkemelerinin kurulması durumunda Yargıtay’ın
görev, rol ve sorumlulukları ile işyükünde meydana gelebilecek nitelik
değişikliğini saptayacak bir araştırmanın yapılmamış olması önemli bir eksiklik
olarak görülmeli ve bu konudaki kesin yargıya yapılacak bu çalışmadan sonra
varılmalıdır. Ancak, yol gösterici olarak belirtilmelidir ki istinaf
mahkemeleri davaların ikinci kez görüşüleceği bir üst yargı yeri olmaktan çok
bir bölgesel yargıtay ya da üst düzey yargı yeri olarak önerilmektedir. Bunların verecekleri
kararların çok azına karşı Yargıtay yolu
açık tutulmalıdır. Yargıtay daha çok bölge mahkemeleri kararları arasındaki
aykırılıkları gidermek ve genel ilkeleri belirlemekle görevli kılınmalıdır.
·
Yargıya ek yükler getirmesi itibarıyla, mevzuatın herkes ve özellikle gelecek
kuşaklar tarafından anlaşılır bir dil ile yazılması dava sayısının
azalmasına önemli ölçüde katkıda bulunacaktır.
·
Dava sayısının azaltılabilmesi için usul
yasalarının hazırlanmasında dava öncesi
uzlaşmaya yeteri kadar yer verilmelidir.
·
Mahkemelerce verilen kesin nitelikli karar türlerinin genişletilmesi de dava sayısının
azaltılmasında ve dava süresinin kısaltılmasında önemli ölçüde rol
oynayacaktır.
·
Kişisel
dava kapsamına giren suç konularının sınırlı olması takibi şikayete bağlı suçların çeşidini
azaltmakta ve bu durum da dava sayısının yükselmesine neden olmaktadır. Bu
nedenle kişisel dava kapsamına giren suç türleri artırılmalıdır.
·
Yargılama süreci içinde bilirkişi kurumunun istismara varan ölçüde kullanılması dava
süresinin uzamasında önemli rol sahibidir. Söz konusu sorun alanının ortadan
kaldırılması için yargıçların kendi güvencelerini sağlamak üzere bilirkişilik
kurumunu kötüye kullanmalarının önüne geçilmelidir.
·
Dava sayısının artmasının ve yargılama sürelerinin
uzamasının önüne geçilebilmesinin en önemli yolu meslek memuru ve yardımcı personel açığının kapatılmasıdır.
·
Yargının içinde bulunduğu bina ve donanım koşullarının iyileştirilmesi bir ana plan
çerçevesinde ele alınarak çözümlenmelidir.
·
Çağdaş
ve modern bilgi işlem ve iletişim teknolojisinin
düzeyinin artırılması yargıda etkililik ve verimliliği artıracak kesin çözüm
yollarından biri olarak görülmelidir.
·
Davaların yürütümünde etkililiğin daha iyi
gerçekleştirilebilmesi için ‘yargı-sav-savunma’
ilişkileri yeniden düzenlenmeli ve avukatlar ile yargıç ve savcılar arasındaki
ilişkiler daha iyi bir düzeye getirilmelidir. Avukatlık mesleğine geçişte ve tarafları davada temsil edebilme
yetkisine kavuşmada kimi ülkelerde uygulanmakta olan ve biri dava hazırlamak ve
diğeri temsil yetkisine sahip olmaktan oluşan iki aşamalı sistemin Türkiye’ye
uyarlanması sağlanmalıdır. Bu alanda Avrupa Birliği’nin normları esas
alınmalıdır.
·
Hukuk
eğitiminde kalitenin hızla yükseltilmesi için gerekli iyileştirici
önlemler belirlenmeli ve uygulama alanına konulmalıdır. Öte yandan,
kendilerinden istenilen sonuç alınamayan adli yüksek okul ve liselerde de
gerekli yapısal iyileştirmeler bir an önce gerçekleştirilmelidir.
·
Yargıç
güvencesi ve yargı bağımsızlığı, yargıdan ve yargıçtan önce
devletin, toplumun ve bireyin güvencesidir. Adalet, ancak, bağımsız ve
güvenceye sahip yargıçlarla sağlanabilir. Yargıçların bağımsız olduğunun
yazılması yargının bağımsızlığı için yeterli değildir. Bu bağımsızlığı
sağlayacak çarelere ve güvencelere gereksinim vardır. Bu güvencelerden en
önemlisi Anayasa’nın 159 uncu maddesinde yer alan “Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu”dur. Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu’nda köklü değişikler yapılarak, adli ve yönetsel yargıya mensup yargıç
ve savcılar yönünden ayrı ayrı kurullar oluşturulmalıdır. Adalet Bakanı’nın
kurul üyeliğine son verilmelidir. Kurullarda görev alacak üyelerin üçer üyesi
Yargıtay ve Danıştay’dan doğrudan doğruya seçilen yargıçlardan, üçer üyesi de
birinci sınıf yargıçlardan en kıdemli olup hiç bir disiplin cezası almamış olanlar
arasından seçilmelidir. Seçilmiş üyeler üç yıl süre ile görev yapmalıdır.
Seçimler doğrudan doğruya ilgili genel kurullarca yapılmalı, kurulun asıl
üyelerinin yüksek mahkeme ile ilişkileri geçici olarak kesilmeli, ayrı ve
bağımsız bir bütçesi ve sekreteryası olmalıdır. Kurul Adalet Bakanlığı’ndan
bağımsız bir yönetsel yapıya kavuşturulmalı ve adalet müfettişliği doğrudan
kurullara bağlanmalıdır. Ayrıca, Adalet Bakanlığı “Hakim ve Savcılar Eğitim
Merkezi” ya da kurulabilecek olan “Türkiye
Adalet Akademisi” gibi hizmet öncesi ve hizmet içi eğitim kuruluşu da yeni oluşturulacak olan kurullara
bağlanmalıdır. Bu bağlamda, avukatların eğitiminin de buralarda
yapılabilmesinin yolları aranmalıdır.
·
‘Yargıç bağımsızlığı ilkesi’ yanında ‘yargıçların göreve dayalı sorumluluğu ilkesi’ de yaşama
geçirilmelidir. Yargıçlar bu ilke çerçevesinde davaların gereksiz yere
uzatılmasından, kişilerin gereksiz yere tutuklanmalarından, keyfi niteliği ağır
basan ve çelişkili kararlarından ötürü sorumlu tutulabilmelidir.
·
Çeşitli konularda uzmanlık mahkemeleri uygulamasına işlerlik ve genişlik
kazandırılmalıdır.
·
Yargının
mahkeme türleri ve yargı çevreleri bakımından yeniden oluşturulmasını
sağlayacak şekilde kurumsal açıdan yeniden örgütlenmesine ve yargı süreci
içinde yönetsel verimliliğin ve etkililiğin geliştirilmesine özel
bir önem ve öncelik verilmelidir. Bu
bağlamda;
·
Yargının anayasa yargısı, adli yargı (Devlet
Güvenlik Mahkemeleri dahil), yönetsel yargı, askeri yargı, askeri yönetsel
yargı, uyuşmazlık yargısı, savcılık kurumu, Adli Tıp Kurumu ve infaz
kurumlarından (cezaevi, tutukevi ve islahevi) oluşan örgütlenme düzeninin yeniden yapılandırılmasına özel bir önem ve
öncelik verilmelidir.
·
İnfaz
sistemi ve mevzuatı gözden geçirilmelidir. Bu çerçevede özgürlüğü
bağlayıcı cezalara getirilen infaz indirimleri ile adalet kavramıyla
bağdaştırılamayacak düzeye kadar gerilemiş olan para cezaları olması gereken
düzeye getirilerek ceza adaleti konusunda toplumda yerleşmeye başlamış olan
olumsuz kanı ortadan kaldırılmalıdır.
·
Askeri
yargının genel bir yargı yetkisi yerine disiplin işleri gibi
askeri hizmetlerin gerekleriyle sınırlı özel bir yetki kullanmaları
sağlanmalıdır.
·
Askeri
Yüksek İdare Mahkemesi’nin görevleri Danıştay’a aktarılmalıdır.
·
Mahkemelerin ve özellikle Yargıtay’ın çalışma takvimi gözden geçirilmeli ve
bu konuda sıkı bir denetim sağlanmalıdır. Bu çerçevede, adli tatil süresinin
yeniden gözden geçirilmesi, adli tatil süresinin başlama ve sona erme
tarihlerine mutlaka uyulması ve dosya devri adı altında uygulamada geliştirilen
adli ara vermeye son verilmesi sağlanmalıdır.
·
Birikmiş dava sayısının azaltılması ve dava
sayısının artmasının önüne geçilebilmesi bakımından yargılama sürecinde çağdaş yönetim biliminin önerdiği
kolaylıklardan, veri otomasyonundan, gelişmiş iletişim ve haberleşme araç ve
sistemlerinden ve ses ve görüntü kayıt olanaklarından en fazla ölçüde
yararlanılmalıdır. Buna koşut olarak, dava dosyalarının arşivlenmesi ve
saklanmasında da mikro-film gibi çağdaş olanaklardan yararlanılmalıdır.
·
Yargı sürecinde alışılmış yazışma kalıpları gözden geçirilmeli ve geliştirilecek yeni
süreçlerle basit ve zaman israfına yol açmayan
yazışma yöntemleri düzenlenmelidir.
·
Avrupa
Birliği ve bu Birliğe bağlı yargı sistemi ile hukuksal ve
kurumsal açıdan gerekli uyumun sağlanmasını öngören kurumsal önlemler uygulama
alanına konulmalıdır.
BÖLÜM 10
İNSAN HAKLARI,
DEMOKRATİKLEŞME,
ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ
VE
ARA REJİMLER
Giriş: İnsan Hakları ve Demokratikleşmeye İlişkin Temel Sorunlar
Bu
bölüme başlarken vereceğim örnek olay gerçek ve yaşanmış bir olaydır. Önemsiz
gibi görünmesine karşın ayrıntılarında çok önemli mesajlar içermektedir.
Toplumumuzun bu örnek olaydan çıkarması gereken çok dersler olduğuna içtenlikle
inanıyorum.
Fadime
Usta. 20 yıl önce Almanya’ya işçi olarak giden Hakkı Usta’nın 7 çocuğundan
biri… 17 Ağustos depremini duyar duymaz memleketine ve yakınlarına yardım için
hemen Bolu’ya gelmiş... Başbakan Ecevit’in köy meydanında konuşma yaptığını
duymuş... Fadime Usta köy meydanına gider ve Başbakan’a bir kaç soru sorar. Ve,
hemen, polisler tarafından yaka paça karakola götürülerek gözaltına alınır.
Olaylardan
sonra, Fadime’ye bu soruları neden sorduğu sorulur. Fadime Usta “Demokrasi var zannettim!” der. [170]
İşte,
bu yanıt, kanımca, çok önemlidir. Almış olduğu eğitim, aydın sayılmasına
yetmeyecek düzeyde olan, ancak yaşam değerlerini özümsediği ve geliştirdiği
büyüme ve olgunlaşma yıllarını batılı ülkelerde geçiren bir kadınımızın içten
yanıtı: “Demokrasi var zannettim!”. Fadime daha fazla konuşmak istemez. Bu
kez bunun nedeni sorulur: “Konuşamam,
korkuyorum; çünkü yurt dışına çıkarmayacaklarını söylediler. Ya gidemezsem
evime, işime bir daha…” [171]
Bu
korku, birincisinden de önemlidir. Topluma ve yönetime güven duymamak, geçersiz
ve hukuk dışı nedenlerle baskı altına alınmak, özgür iradesinin ve düşüncesinin
gerektirdiği davranışta bulunmaktan bu tür baskı ve korkular nedeniyle uzak
kalmak...
Türkiye
demokratikleşme ve insan hakları konusunda pek çok yandan ve kaynaktan gelen
eleştirilere konu olmaktadır. Bunların hepsi bir yana, asıl üzerinde durulması
gereken Fadime Usta’nın durumu. Fadime, Başbakan’a soru sormak istiyor,
Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu varsaydığını ancak hayal kırıklığına
uğradığını söylüyor. Ve, yine Fadime, düşüncelerini açık sesle
söyleyemeyeceğini çünkü yetkililer tarafından bir daha yurt dışına
çıkarılmamakla, evine ve işine geri gönderilmemekle tehdit edildiğini
belirtiyor. Ve, Fadime korkuyor.
İşte
ülkemizin, demokratikleşme ve insan hakları bakımından durumunu açıkça ortaya
koyan tablo budur. Fadime’nin diğer sözleri de çok ilginç ve ülkenin durumunu
yalın, kısa, öz ve kolay anlaşılır cümlelerle özetliyor: “Biz orada her yere girip çıkabiliyoruz. Başbakanla, en üst düzeyle
rahatça konuşuruz. İnsanların konuşma özgürlüğü
var orada… En azından şunu öğrendim. Düşüncemi söyleme özgürlüğüm yokmuş
meğer…”
“Orada polis konusunda büyük fark var. Halkla
polis içiçe. Polis halka karşı değil. Hakaret de etmiyor, hatta yardım ediyor…
Onlar bizim oylarımızla işbaşındalar. Oy kullansaydım Ecevit’e oy verecektim.
Çünkü, Ecevit halkın derdinden anlayan bir başbakandı. İşçinin başbakanıydı
ama şimdi durum farklı. Şimdi gördüm ki
konuşmak hataymış. Dayak yemedim ama kolumdan çok canım yandı. Çok hakaret
ettiler. Polis nasıl olur da bir kadına böyle muamele yapar… Bize orada insan
gibi davranıyorlar… İnsanlar susarak sorunlarını çözemezler ki… Felaket
yaşadık, demokrasi şimdi daha çok lazım… Türkiye’ye bir daha gelmeyi
düşünmüyorum. Oysa, 3-4 yıl sona kesin dönüş yapacaktım… Orada yabancıyım ama
mutluyum. Eşim, işim ve evim var. Beni insan yerine koyuyorlar. Bu yetiyor
bana…” [172]
Türkiye’de
demokrasinin genel koşullarını ve insan haklarının uygulamada gerçekleşme
düzeyini iyileştirmeyi amaçlayanlar, tüm kuramsal, akademik, iç ya da dış
kaynaklı görüş, öneri ve eleştirileri bir yana bırakıp, Fadime Usta’nın
durumunu incelemeli, irdelemeli ve sonuç çıkarmalıdırlar. Bana göre, temel hak
ve özgürlükler ve demokratik gelişim düzeyi konusunda Türkiye’nin içinde
bulunduğu, ortamı, koşulları ve durumu en iyi özetleyen sözlerdir bunlar.
Ve,
altında Günter Grass, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Zülfü Livaneli gibi isimlerin
imzalarının bulunduğu “aydınlar dilekçesi”nden bir paragraf: “Uygar dünyanın bir parçası olarak
gördüğümüz Türkiye’nin insan hakları ve çağdaş demokrasi konusunda ciddi
sorunları olduğunu herkes biliyor. Bu durumu devlet yöneticileri de ifade
ediyor. Atılacak demokratik ve uygar bir adımın Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve
kültürel olarak çok güçlendireceğine, zenginleştireceğine inanıyoruz. Biz de
Cumhurbaşkanı, Başbakan, parlamento ve hükümet başta olmak üzere bütün
yetkililere sesleniyoruz, lütfen Türkiye’yi bu ayıptan kurtarın…” [173]
Dokuzuncu
Cumhurbaşkanı Demirel şu yargıyı ortaya koymaktadır: “Demokratikleşemedik… Bu 50 yıl, Türkiye’nin en dalgalı yıllarıdır.
Türkiye’nin büyük transformasyon yıllarıdır. İmparatorluğun bıraktığı iyi
şeyleri koruma, başka dünyalarla bağdaşabilme, geleneksel değerlerden evrensel
değerlere geçme zamanıdır. En önemlisi demokrasidir. Cumhuriyetten, demokratik
cumhuriyete geçmeye çalıştık. Ama yapamadık. Yine de kurumlarımızın çoğunu
demokratik hale getirebildik…” [174]
Türkiye’de toplumsal huzurun sağlanması bakımından
önde gelen sorunlardan birini de insan hakları ile ilgili yoğun tartışmalar
oluşturmaktadır. Bugün açıklıkla kabul etmeliyiz ki ülkemizde insan haklarının
tam ve mükemmel olarak gerçekleştirilmesi idealine erişen yol üzerinde bazı önemli engeller vardır. Özellikle, çoğu
müttefik olan batılı ülkelerde ve uluslararası örgütlerde bu konuda egemen olan
endişe ve kaygılar üzerinde ısrarla durmak ve çağdaş batılı demokratik toplum
normlarına Anayasa’nın ikinci maddesinde belirtilen devletin niteliklerine ve “devletin tekliği, vatanın bölünmezliği ve
ülkenin birliği” ilkelerine zarar vermeksizin ulaşmak gerekmektedir.
1982 Anayasası, gerek birinci kuşak haklar olan
temel haklar ve özgürlükler, gerek ikinci kuşak haklar olan sosyo-ekonomik
haklar ve gerekse üçüncü kuşak haklar olan dayanışma hakları açısından ele
alındığında çağdaş anayasalara göre eksikliği fazla olmayan bir Anayasa olarak
ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları konusunun ortaya çıkmasına yol açan
nedenlerden birincisi bu haklar üzerine getirilmiş olan sınırlayıcı kayıtlar ve
bu kayıtların bir kesiminin yasal temele oturtulmuş olması ve ikincisi de
uygulamada ortaya çıkan yanlışlıklardır.
Anayasa’da 1995 yılında yapılan değişikliklerle
temel hak ve özgürlükler üzerinde var olan anayasal sınırlama olanaklarının
kaldırılmış olması bu yolda önemli bir olumlu gelişme yaratmıştır. Ancak,
anayasa değişikliğine karşın ilgili yasalarda gerekli değişikliklerin
yapılmamış olması ve Anayasa ile yasalar arasında uyumun sağlanamamış olması
uygulamada sorunların devam ettiği anlamına gelmektedir.
Demokratik rejimin
geliştirilmesi bakımından en önemli unsurlardan biri olan insan haklarının
Türkiye’de tam ve eksiksiz olarak uygulandığı konusunda iç ve dış çevrelerde
önemli rezervler vardır. Anayasa’da ve bazı yasalarda yer alan ve temel hak ve
özgürlüklerin kullanılmasını izne bağlayan, kısıtlayan veya yasaklayan hükümler
demokratik gelişme yolunda engel oluşturmaktadır.
Bu çok temel sorunun
çözümlenmesi için Anayasa’da ve yasalarda yer alan ve içeriğinde olumsuzluk
hükümleri barındıran yasa maddeleri ayıklanmalıdır. Bu amaçla, ‘Uluslararası
Çağdaş Devlet Normu’ başlıklı bölümde belirtilen ilkeler özenle Türk toplumuna
uyarlanmalıdır. Bu çerçevede özellikle ve öncelikle düşünce ve fikir özgürlüğü
ile anlatım özgürlüğü üzerindeki engeller ele alınmak gerekir.
Öte yandan, yasalarda yapılacak
iyileştirmeler, yürütme erkinin ve özellikle iç güvenlik kuruluşlarının
uygulamalarında günlük yaşama aktarılmalı ve Türkiye dünya kamuoyundaki imajını
iyileştirmelidir.
Ancak,
bu bağlamda hemen belirtmek gerekirki, devletin ve demokrasinin korunması
görevi de kendisinden vazgeçilemeyecek devlet işlevleri arasındadır. Buna uygun olarak, devletin birliğini, ulusun
bütünlüğünü ve ülkenin bölünmezliğini kendisine karşı hedef olarak seçen
unsurlara karşı gerekli yasal ve yönetsel önlemler, her demokratik ülkede
olduğu gibi, Türkiye’de de mutlak şekilde alınmalıdır.
Ülkede
demokratikleşme yolunda olumlu ve önemli adımlar da atılmaktadır. AB’ne
adaylığın açıklanmasından sonra, tam üyelik için önemli bir unsur olan insan
hakları konusunda ‘İnsan Hakları Danışma Kurulu’ kurulmuştur. Kurulda, insan
hakları örgütleri ile devlet yetkilileri bir arada çalışmaktadır. Kurul
bünyesinde İnsan Hakları Başkanlığı, İnsan Hakları Danışma Kurulu ve İnsan
Hakları Koordinatör Üst Kurulu yer almaktadır. Söz konusu düzenlemeyi içeren
kanun hükmünde kararname, çalışmalarını bir süredir yürüten İnsan Hakları
Koordinatör Üst Kurulu’na yasal çerçeve hazırlamaktadır. Kurul, AB ile insan
hakları konusunda uyum çalışmalarını yürütmekte, kamu kurum ve kuruluşlarının
insan hakları sicilini denetlemekte ve bakanlıklar arasında eşgüdümü
sağlamaktadır. Buna koşut olarak, yapılan son düzenlemelerde, illerde valilerin
ve ilçelerde de kaymakamların başkanlığında il ve ilçe “İnsan Hakları
Komiteleri” kurulması öngörülmektedir. Bu komiteler, görev yaptıkları
bölgelerde insan hakları ile ilgili gelişmeleri izleyecekler ve yapılması
gerekenler hakkında vali ve kaymakamlara
önerilerde bulunacaklardır.
İdam Cezası
Türkiye’de, insan hakları konusunda süregelmekte
olan önemli tartışma konularından birini
idam cezasının kaldırılması yolundaki istemler oluşturmaktadır. Avrupa
Birliği’ne üye ülkelerin tümü ile AB’ne aday ülkelerin, Türkiye hariç, tümü
idam cezasını kaldırmışlardır. İdam cezasını kaldıran son aday ülke Polonya
olmuştur. Avrupa Birliği’nin genişleme ile ilgili Kopenhag Ölçütleri de idam
cezasının kaldırılmasını AB’ne katılmak için bir ön koşul olarak görmektedir.
Buna karşılık, idam cezasının kaldırılması yolunda
oluşan toplumsal isteklerin ilk kez kesin mevzuat hükümleri şekline
dönüştürüldüğü ABD’de, idam cezasını daha önce kaldırmış olan bazı eyaletlerin
bu cezayı yeniden oluşturdukları ve yürürlüğe koydukları gözlemlenmektedir.
Türkiye’de ise idam cezasının kaldırılması yolunda
geniş bir oydaşlık ortaya açıkmış gözükmektedir.Yaklaşık son 20 yıl içinde
TBMM’nin hiç bir idam cezasını onaylamamış olması bu oydaşlığın kanıtı olarak
ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, idam cezası Türk Ceza Kanunu içindeki yerini
korumaktadır. Ülkenin idam cezasını kaldırması konusundaki tek engel ise, PKK
liderinin kesinleşmiş idam cezasının infaz edilip edilmemesi ile ilgilidir.
İdam cezasının kaldırılmasına karşı olduklarını söyleyenler dahi bu cezanın infaz edilmesinden sonra idam cezasının
kaldırılmasına yandaş olduklarını belirtmektedirler.
Nitekim, 3.10.2001 günlü ve 4709 sayılı Yasa’nın
15 inci maddesiyle gerçekleşen Anayasa değişikliği ile ölüm cezasına ilişkin
olarak şu hüküm Anayasa’ya girmiştir: “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve
terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez”. Bu ilke Avrupa
Birliği normlarına oldukça yakın bir ilkedir. Türkiye, bu Anayasa değişikliği
ile idam cezasını -belirli koşullar dışında- kaldırmıştır.
İşkence
Türkiye’de
işkencenin varlığıyla ilgili olarak
gazetelere yansıyan haberlerden bazı örnekler:
“Filistin
askısı Savcı’da… TBMM İnsan Hakları Komisyonu, İstanbul Küçükköy Karakolu’nda
bulunan ‘Filistin Askısı’nı resmi talep üzerine Gaziosmanpaşa Cumhuriyet
Başsavcılığı’na gönderdi. Komisyon Başkanı Pişkinsüt, Adalet Bakanı’ndan
işkencede beraat eden 16 polis hakkında kararın bozulması için çalışmasını
istedi.”
“Resmen
işkence. TBMM İnsan Hakları Komisyonu, 1998 ve 2000’de, karakol ve
cezaevlerinde tespit ettiği işkence olaylarını bir kitapta topladı. Komisyon
tarafından hazırlanan raporlara göre, Türkiye’de yaygın olarak kullanılan
işkence ve kötü muamele yöntemleri şunlar: Hakaret: küfür, tehdit ve kaba
dayak. Taciz ve aşağılama: Herhangi bir işkence yapılmadan ya da diğer işkence
yöntemleri uygulanırken çırılçıplak soyma. Falaka: En klasik ve yaygın yöntem.
Bir çubuğa ayakların bağlanarak sopayla vurulması. İz kalmaması için tuza basma
gibi değişik yöntemler eşliğinde yapılıyor. Soğuk su: Gece uykusundan uyandırıp
su dolu bidonda uzun süre bekletme, hortumla su tutma. Askı: Özel olarak
yaptırılmış ağırlığı taşıyabilecek kalınlıkta, üzerine açılmış deliklere geçirilen,
iz bırakmaması için özel olarak üretilmiş kalın iplerle desteklenmiş aletlerin
hemen her karakolda rahatlıkla bulunan ve iş bittikten sonra iz kalmamasını
sağlayan iki dolap arasına konularak kollardan, ya da ayaklardan asıp sarkıtma.
Elektrik verme: Şehir hattındaki yüksek voltajın öldürücü etkisi nedeniyle
manyetolu telefon aracılığıyla ayak ve el parmakları, tırnak dipleri, cinsel
organlar gibi hassas bölgelerden elektrik verme.”
“İşkencede
vali ve savcı ihmali. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, tutukevleri ve
karakollardaki işkencenin hala sürdüğünü tespit ederek rapor hazırladı.
Raporda, ‘vali ve savcılar, sorumlulukları bulunduğu halde görevlerinde
zaafiyet gösteriyorlar’ denildi.”
“Albaydan
sürpriz ifade. CHP Hakkari eski Milletvekili E.C.’nin kaçırılarak öldürülmesi
olayında yeni bir gelişme ortaya çıktı. Albay K.O., Canan’ın Yüksekova Çetesi
davasının kilit ismi Yarbay M.E.Y. ve ekibi tarafından öldürüldüğünü ileri
sürdü.”
“Zincirleme
işkence: İşkence sonucu öldüğü iddia edilen S.Y.’nin, kendisini gözaltına alan
polisler hakkında, iki yıl önce ‘işkence’ iddiasıyla dava açtığı ortaya çıktı”.
“İki
kadın iki iddia: A.Y.: Eşim işkenceyle öldürüldü. M.A.: Sağcı mahkumlar ateş
etti.”
“Yargıtay:
Evet, işkence var. Ceza Genel Kurulu karar verdi: Manisalı gençler davasında
sanık polisler suçludur.”
“Bebeğimi
işkencede düşürdüm. İkinci Manisa Davası sanığı D., ‘13 gün beni tekmelerle dövdüler. İşkenceye
dayanmak için bebeğimle konuşup ona ‘Dayan’ dedim. Ama o dayanamadı, bebeğimi
düşürdüm’.”
“Liseli
kızlara işkence raporu. İ. Emniyeti’nde coplu tecavüze uğradıklarını öne süren
iki liseli, ‘iş göremez’ raporu aldı.”
“Manisa’dan
beter. Gözaltında ‘copla tecavüz’ dahil ağır işkence yapıldığı belgelenen 16 ve
19 yaşındaki iki kıza 30 yıl da ağır hapis cezası verildi.”
“Çocuklarımız
suçsuz: Emniyette sorgulanırken ‘coplu tecavüze’ uğradıkları belgelenen, yasa
dışı örgüt üyeliği suçundan 30 yıl hüküm giyen liseli kızların aileleri
çocuklarının suçsuz olduklarını söyleyerek yargıya başvuracaklarını
açıkladılar.”
“Başkomiser
‘işkence’den açığa alındı. İ. Emniyet Müdürlüğü’nce bir cinayet soruşturması
kapsamında gözaltına alınıp, koma halinde hastaneye kaldırılan ve
kurtarılamayan 37 yaşındaki A.Y.’nin ölümüyle ilgili soruşturma kapsamında bir
başkomiser açığa alındı.”
“İşkenceciye
8 yıl hapis. Hükümet, işkence yapanlara 8 yıl ağır hapis öngören bir yasa
tasarısını TBMM’ye sevk etti. TCK’nın ilgili maddesini değiştiren tasarı
benimsenirse cezaları artacak işkenceciler memurluktan atılacak. İşkenceyi
gizleyen doktorlara da 8 yıla kadar hapis verilecek.”
“Ben
işkence yapmak için para alıyorum. Meclis’in İnsan Hakları komisyonu,
‘işkencenin 7 nci kitabı’nı oluşturacak raporunu tamamladı. ‘Utanç raporu’,
işkence mekanlarını, işkence türlerini anlatırken işkencecilerin dehşet verici
itiraflarına da yer veriyor: ‘Ben işkence yapmak için para alıyorum, hiç bir
zaman burada Avrupa standartlarında muamele beklemeyin.”
“Hamileyken
10 gün boyunca copla tecavüz ettiler... 31 yaşındaki hemşire N.T. ‘...
kimliğime, mesleğime ve cinsime saldırı yapıldı. Filistin askısına alındım, her
çeşit işkenceye maruz kaldım. En sonunda da, ‘Hamileyim’ dememe rağmen, copla
tecavüze uğradım. Bu, 10 gün boyunca devam etti. Çıkarıldığım DGM’de serbest
bırakıldım... 5 günlük işkence raporu aldım. Ama, bana tecavüz eden polisler
beraat etti. Hatta, duruşmaya bile gelmediler. Davam ortada kaldı’ dedi.”
“Türkiye’de
işkence Avrupa’da da kitap. Nazi işkencelerine maruz kalanları tedavi eden
İngiliz uzman Bamber acı konuştu: Türkiye’deki işkence yöntemleri bizi şok
etti. İngiliz Bamber başkanlığındaki vakfın çıkardığı kitabın adı da çok
çarpıcı: Şans eseri hayatta kalmak; İşkenceyi yaşayan İngiltere’deki
Türkler...”
Türkiye’de
işkencenin varlığı konusunda son sözü dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel
söylemektedir: “Türkiye’de işkence yoktur
demek doğru değildir, vardır. Ancak devletin politikası değildir. İşkence
suçtur. Bunu kim işlerse işlesin, kim olduğuna bakılmaksızın hakkında tahkikat
yapılır ve cezaya çarptırılır. Hiç olmaması için büyük gayretler sarfediliyor.”
[175]
Uluslararası
Af Örgütü ise, 1999 yılı Raporu’nun Türkiye ile ilgili bölümünde, Türkiye’de
işkencenin azaldığını ancak düşünce üzerindeki baskının, gözaltındaki ölümlerin
ve faili meçhul cinayetlerin sürdüğü belirtilmektedir.
Düşünce Özgürlüğü, Anlatım Özgürlüğü, Kitle
İletişim Araçları ve Basın Özgürlüğünün İçinde Bulunduğu Koşullar
İngiliz filozofu Harold Laski’ye göre, temel insan
hak ve özgürlükleri arasında en fazla önem taşıyanı düşünce özgürlüğüdür. [176]
Laski’ye göre, düşünce özgürlüğünün olmadığı toplumlarda öteki özgürlüklerin
varlığının herhangi bir anlamı olmayacaktır. Laski’nin bu yargısının iki temel
sonucu vardır. Bunlardan biri anlatım özgürlüğünün güvence altına alınması
zorunluluğudur. Zira, “açıklanamadığı” takdirde düşünce özgürlüğünün varlığı
anlamlı bir sonuç yaratmayacaktır. İkinci sonuç, eğitime ilişkindir. Düşünce
özgürlüğünün olmazsa olmaz koşulu, eğitimin propagandadan tümüyle uzak olması
gerekliliğidir. Eğitim tam ve mutlak olarak propagandaların yanıltıcı ve
yönlendirici etkisinden uzak tutulmadıkça düşünceler propagandanın etkisi ile
yapay olarak şekillenecek ve gerçeklerden uzaklaşacaktır.
İşte, bu noktada basının önemi ortaya çıkmaktadır.
Zira, kitle iletişim araçları kitlelerin eğitimini sağlayan en etkili ve en
önemli eğitim materyalleridir. Bu materyallerin, gerçekler yerine propaganda
unsurları üzerinde yoğunlaşması ve zihinleri bilgilendirmek yerine istenilen
yönde şekillendirmeye yönelmesi düşünce özgürlüğünün varlık ya da yokluk sorunu
olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, kitle iletişim sistemlerinin çalışma
alışkanlıkları ve koşulları (düşünce ve anlatım özgürlüğü ile olan yakın ilgileri
bakımından) toplumların demokratikleşmesi olgusu ve süreci açısından son
derecede önem taşımaktadır. Toplumların demokratikleşmesi süreci ile
uğraşanların basının içinde bulunduğu sorunları özel olarak ele almaları ve
irdelemeleri gerekmektedir.
Türkiye’deki düşünce özgürlüğü konusundaki
görüşlerini Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada dile
getiren onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, düşünce özgürlüğünden söz
edilebilmesi için, Anayasa başta olmak üzere bir çok temel yasanın
değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir. “Özgürlüklerin
bulunmadığı yerde demokrasi yoktur” görüşünü dile getiren Sezer
konuşmasında şunları belirtmiştir: “1982
Anayasası ile düşünceyi açıklama özgürlüğünün önündeki engeller aşılamamış,
düşünce suçlarına yönelik yasal düzenlemeler yapılamamıştır… Düşünceyi açıklama
özgürlüğüyle bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Kişinin iç
dünyasında kalan, açıklamadığı veya açıklayamadığı düşüncelerin korunması,
düşünceyi açıklama özgürlüğü olarak kabul edilemez. Asıl özgürlük, düşüncelerin
serbestçe açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir. Çoğulcu demokrasilerde azınlığa
‘çoğunluk durumuna geçebilme’ hakkı tanınır. Bu hak, kendisine bağlı olarak
düşünceyi açıklama özgürlüğüyle birlikte diğer tüm hak ve özgürlükleri de
beraberinde getirir… Düşünceyi açıklama özgürlüğüne getirilen diğer bir
sınırlama nedeni de dil konusundadır. Anayasa’nın 26’ncı maddesinin üçüncü
fıkrasında, ‘düşüncenin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dil kullanılamaz’ denilmektedir. Oysa, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında belli bir dilin
kullanılmasının yasaklanabileceğine
ilişkin sınırlayıcı bir kurala yer verilmemiştir. Kişinin sahip olduğu
dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlüklerin özüne dokunulup,
tümüyle kullanılmaz duruma getiren kısıtlamalar, demokratik toplum gerekleriyle
uyum içinde sayılmaz... Çoğulcu, özgürlükçü demokrasilerde düşünce suçuna yer
verilmemekte, faşist, ırkçı, ayırımcı, savaş kışkırtıcı propagandayla suç
işlemeye tahrik eylemleri ise düşünceyi açıklama özgürlüğü içinde
değerlendirilmeyerek suç sayılmaktadır… Soyut bir düşünce açıklamasıyla yasaya
aykırı eylemlere çağrı niteliğindeki her türlü düşünce açıklamalarını
birbirinden ayırt etmek gerekir… Dernekler Kanunu, Yüksek Öğretim Kanunu,
Siyasi Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt
Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Sıkıyönetim Kanunu, Basın
Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu düşünceyi açıklama
özgürlüğüne aykırı kurallar içermektedir.” [177]
Türkiye’de bu açılardan ciddi sancılar
yaşamaktadır. Sancıların simgesi durumuna gelen örnek ise Flash TV’ye yapılan
saldırı olayıdır. Bu, olay ülkemizde basının içinde bulunduğu sorunları
anlatabilmek bakımından çarpıcı bir örnektir. Flash TV’ye yurt dışından
telefonla katılan Çakıcı, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve eşi hakkında ağır
suçlamalarda bulunmuştur. Ertesi gün Flash TV’nin Beyoğlu Tepebaşı’ndaki
binasına giren 10-15 kişilik grup çevreye kurşun sıkarak kameraları ve eşyaları
tahrip etmiştir. Naklen yayın odasına dalan saldırganlar, yayına hazırlanan
spikere “Akşamki programı sunan spiker
nerede?” diye sormuşlar ve ateş açmaya başlamışlardır.
Basın ve yayınla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan
diğer gelişmelerden alınan bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır:
“Sansür.
Depremin faturası Kanal 6’ya çıktı. RTÜK, Kanal 6 televizyonuna ‘depremle
ilgili yayınları’ nedeniyle yedi gün kapatma cezası verdi. Kanal 6’ya ayrıca
‘toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk edecek ve toplumda nefret
duyguları oluşturacak yayınlara imkan verme’ maddesinden uyarı cezası verildi.”
“Sipa-MİT tartışması. Demirkent: Söylemedim. Yeni
Binyıl: Bantta var. Yeni Binyıl Gazetesi’nin Nezih Demirkent’in ağzından
verdiği ‘Sipa’yı MİT kurdu’ manşeti basında yeni bir tartışma başlattı.”
“MİT’çi gazeteci için kanıt aranıyor TGC Başkanı
Nail Güreli, ‘Suça bulaşmış gazeteciler bulunduğu’ iddiaları ve ‘Bazı
gazetecilerin MİT’in ücretli elemanı olduğu’ yönündeki yayınlar üzerine
İçişleri Bakanı ile MİT Müsteşarı’na birer mektup yazdı.”
“Reklam için şantaja hayır. İlan gelirini artırmak
için reklam kuruluşlarına ve reklam veren firmalara şantaj yapıldığı iddiaları
büyük tepkilere neden oldu. Gazete Sahipleri Birliği ‘İlan alabilmek için
şantaj yöntemini benimsemenin kabul edilemeyeceğini’, Türkiye Gazeteciler
Cemiyeti de, gelişmelerin ‘Basının saygınlığı açısından endişe verici olduğunu’
bildirdi.”
“TGC: Gazete fiyatlarında damping haksız
rekabettir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, yazılı basındaki
damping uygulamasının haksız rekabete yol açtığını bildirdi. Zararına satış
pahasına fiyat indirimine giden gazeteler olduğuna dikkat çeken TGC, ‘Zararına
satışı karşılayacak ekonomik gücün kaynağı, basının bağımsızlığı ve kamu
hizmeti işlevi üzerinde kuşku yaratmayacak biçimde saydam olmalıdır’ dedi.”
Basın ile ilgili sorunlardan bir başkası da bazı gazetecilerin sermaye
kesimi ile olan ekonomik ve siyasal ilişkileridir. Bu tür gazeteci ve köşe
yazarları ellerinde bulundurdukları kitlelere hitap etme ve kitleleri
yönlendirebilme olanağını kötüye kullanmakta, özel çıkar sahiplerine haksız
ekonomik ve siyasal edinimler kazandırabilmekte ve bundan kendileri de pay
alabilmektedirler.
Bu
yoldan elde edilen payların milyon dolarlar düzeyine çıkabildiğini gösteren son
örnekler basın özgürlüğünün içinde bulunduğu koşulları açıklıkla ortaya
koymaktadır.
Kürtçe Sorunu
Türkiye’de
demokratikleşme konusunda üzerinde en fazla durulan konulardan biri de Kürtçe
konusudur. Özellikle, AB’ne giriş sürecinde Kopenhag ölçütlerine uyumun
sağlanması yolunda yapılan görüşmelerde bu konu sıklıkla gündeme gelmekte ve
tartışma konusu olmaktadır. Bu olgunun hem siyasal ve hem de hukuksal yanı
vardır. Hukuksal açıdan olaya bakıldığında konu ile ilgili görüşlerin iki ana
gruba ayrıldığı görülmektedir: uygun bulanlar ve bulmayanlar. Her iki görüş de
gerekçesini konu üzerindeki temel yasal düzenelemeler olan Lozan Anlaşması’na,
Anayasa’ya ve yasalara dayandırmaktadırlar.
Kürtçe konuşmada yasal
olarak hiç bir engel bulunmadığını öne sürenler Lozan Anlaşması’nın 39 uncu
maddesinin 4 üncü ve 5 inci paragraflarına atıfta bulunmaktadırlar: “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel,
gerekse ticari ilişkilerinde, din, basın, ya da her çeşit yayın konularıyla
açık toplantılarında, dilediği dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama
konulmayacaktır... Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir
dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri
bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Bazı düşünürler, bu
hükümlerden hareket ederek Türkiye’de her Türk vatandaşının dilediği dilde
radyo ve TV yayını yapmak özgürlüğüne sahip olduklarını savunmaktadırlar. Bu
görüşlerini desteklemek üzere de Anayasa’nın 26 ncı maddesinin 3 üncü fıkrası
ile 28 inci maddesinin 2 nci fıkrasına gönderme yapmaktadırlar: “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında
kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz.” ... “Kanunla
yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayın yapılamaz”. Anayasa’nın yukarıya
alınan iki maddesinde de kanunla yasaklanmış olan durumda bazı dillerde yayın
yapılamayacağı ilkesi kabul edilmektedir. Ancak burada soru, “Türkiye’de
kanunla yasaklanmış bir dil var mıdır?” şekline dönüşmektedir. 12 Eylül askeri
yönetiminin bu yolda çıkardığı bir yasa vardır. 2932 sayılı bu yasa “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak
Yayınlar Hakkındaki Kanun”dur. Yasa’ya göre “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi
dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması
yasaktır”. Bu yasanın bütünü, daha sonraki yıllarda çıkarılan “Terörle Mücadele Yasası”nın
“yürürlükten kaldırılan hükümler” bölümünde yapılan bir düzenleme ile ortadan
kaldırılmıştır. Şu anda yürürlükte bulunan tek yasal hüküm olan RTÜK Yasası ise dolaylı bir anlatım
içermektedir. Bu yasa evrensel kültür ve
bilimin oluşmasına katkısı olan diller aracılığıyla yayım yapılabileceği
ilkesini getirmektedir. Kürtçe’nin bu kapsam içinde görülüp görülemeyeceği ise
yargının yorumuna bağlıdır.
Buna karşılık, bazı
düşünürler, Lozan’da geçen azınlık deyiminin temel ölçütünün ‘din’ olduğunu
ileri sürmekte ve ‘etnik’ ya da ‘dil’ ölçütüne dayalı bir azınlık kavramına
Lozan’da yer verilmediğini işaret ederek Türkiye’de Kürtçe’nin bir dil olarak
kullanılamayacağı savını ileri sürmektedirler.
Bu gerekçelerden ve
dayanaklardan yola çıkan her iki görüş sahipleri, Kürtlerin bir azınlık olarak
Lozan’da kabul edilmedikleri ve toplumun asıl unsurlarından biri olarak
görüldükleri noktasında birleşmekte; ancak, Kürtçe’nin kullanılması konusunda
birbirinden tamamen farklı sonuçlara ulaşmaktadırlar.
Konu siyasal partiler
arasında da görüş ayrılıklarına neden olmaktadır. Devletin önde gelen
kuruluşları bu çerçevede açıklamalar yapmaktadır. MİT, yaptığı bir açıklama ile
“MİT ve asker Kürtçe TV’ye karşı değil”
demektedir. MİT Müsteşarı’nın bu açıklaması daha sonra Genelkurmay tarafından
reddedilmiş ve Üniversitelerarası Kurul Başkanı da YÖK’ün Kürtçe eğitime karşı
olduğunu ve böyle bir uygulamayı Anayasa’da öngörülen ulusal birlik ilkesine
aykırı bulduğunu açıklamıştır.
Bu bağlamda, 8 Kasım
2000 günü açıklanan AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, nüfus idarelerinin Kürtçe
isimler üzerindeki yasaklayıcı tavırlarının azalmasının olumlu bir gelişme
olduğu belirtilmekte ve Kürtçe dilinin kullanılmasıyla
ilgili olarak şu koşula yer verilmektedir: “Türk
vatandaşlarının TV ve radyo yayınlarında ana dillerini kullanmalarını
yasaklayan tüm yasal hükümlerin kaldırılması.”
AKP hükümeti tarafından geliştirilen son Anayasa değişikliği paketinde
ise, TRT yanında öteki tüm radyo ve televizyon kuruluşlarının Kürtçe yayın
yapabilmesine olanak tanınmaktadır. Ayrıca, yine bu pakette herkesin dilediği
ismi alması hakkı Anayasal güvenceye kavuşturulmaktadır.
Haberleşme Özgürlüğü Üzerinde
Engeller: Telefon Dinleme
Ülkemizde
insan hakları üzerindeki fütursuz davranış örneklerinden biri haberleşme
özgürlüğü üzerinde yaşanmaktadır. Bir anlamda, henüz Türkiye’de, Anayasa’nın
ilgili maddelerindeki açık hükümlere karşın, haberleşme özgürlüğünün önemi,
içeriği ve koşulları anlaşılamamış ve kavranamamış bulunmaktadır. Bir taraftan
kamu yönetimleri suç işlenmesini önlemek gerekçesiyle, öte yandan siyasal ve
ekonomik çıkar örgütleri kendilerine göreli üstünlük ve rakiplerine zayıflık
sağlamak amacıyla ve bir yandan da merak nedeniyle kişilerin özel yaşamlarının
kutsal parçası olan haberleşme özgürlüğüne tecavüz olaylarına sıklıkla
rastlanabilmektedir.
Yasalarımızda
konuyla ilgili olarak yer alan düzenlemelerin Anayasa’nın konu ile ilgili
buyruklarını güvence altına almaktan uzak oldukları görünmektedir.
Yasalarımızda mektupların açılmasını suç olarak belirleyen hükümlere
1930’lardan bu yana rastlanılmasına karşın telefon dinlemelerinin suç kapsamına
alınması konusunda henüz ciddi bir adım atılamamıştır. Bu yasal boşluk içinde
telefon dinleme olayları giderek artmaktadır. Ankara DGM yedek hakimliğinden
1993 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından alınan bir kararla polisin tüm
ülkede telefon dinleme konusunda genel bir yetki almış olması, bu yolda -hem de
yargı eliyle- atılan en tehlikeli adım olmuştur. 1993 yılında terör ve suçla
mücadele ve ülke güvenliğinin tehlikede olması gerekçe gösterilerek verilen bu
karar hala yürürlüktedir. Bu kararın sonucu olarak, hem polis ve hem de MİT
sürekli olarak telefonları dinleyebilmekte ve herhangi bir özel yargı kararına
da gereksinme duymamaktadır. Telekom’un da vatandaşların telefon konuşmalarını
izlemesi ve kaydetmesi olanaklıdır. Tüm bu anayasa dışı etkinlikler üzerinde
bir denetleme söz konusu değildir. Bu
durum, hiç kuşkusuz, insan hak ve özgürlükleri açısından kabul edilebilir bir
olgu değildir.
Gazetelerden
konuyla ilgili bazı haberler:
“Tele
tecavüz. K.’de müstehcen telefon konuşmalarını banda kaydettikleri 23 kadına
şantaj yoluyla tecavüz eden beş Telekom memuru yakalandı.”
“Tecavüzün
yıktığı evlilik. Telekom çalışanı 5 kişinin tecavüzüne uğrayan G.K.’yı kocası
S.K. tek celsede boşadı. S.K., karısını çok sevdiğini ancak çevrenin baskısına
dayanamadığını söyledi. O. İlçesi’ndeki Telekom çalışanı beş kişinin 23 kadına
tecavüz etmesinin yankıları sürüyor. Sanıklar, Jandarma’da verdikleri ifadeyi
mahkemede reddettiler... Ancak, ortaya çıkan dört kadın, Telekomcuların
kendilerine bir yıldır … şantaj yoluyla tehdit ettiklerini söylediler ve
sanıkları teşhis ettiler. Geçtiğimiz şubat ayından itibaren köydeki her evin
telefonu meçhul kimselerce aranmaya başlamış. Adli yetkililer, tecavüze uğrayan
kadınların yaşlarının 14 ile 28 arasında değiştiğini belirttiler”.
“
‘Tele-tecavüz’ çetesi siyasileri de dinledi. … Valisi, kamuoyuna ‘tele-tecavüz
çetesi’ olarak yansıyan olayın sanıklarının 18 Nisan seçimleri öncesinde bazı
milletvekili adaylarının telefonlarını dinleyip şantaj yaptıklarını açıkladı…
Telekom görevlilerinin 1994 yerel seçimlerinde DYP adayı H.D. lehine telefon
dinleyerek bazı kişileri şantaj yoluyla elde ettiği öne sürüldü. O tarihte CHP
adayı olan ve 18 Nisan’da ANAP adayı olarak Belediye Başkanı seçilen O.K., ‘Bu
çete yüzünden seçimi kaybettim. 18 Nisan’da ise önlem aldım’ dedi.”
“Derin
soruşturma. Genelkurmay’dan sonra Çankaya’nın telefonlarının dinlendiği de
iddia edilince, İçişleri Bakanı çok geniş bir soruşturma için emir verdi. Bakan
‘Çankaya Köşkü’nün dinlendiği iddiaları, Genelkurmay’ın bir süre önce ortaya
attığı iddialarla paralellik taşıyor. Başlatacağımız soruşturma, Çankaya Köşkü
ile ilgili iddiaları da kapsayacak. Araştırmayı çok yönlü sürdüreceğiz’ dedi.”
“Demirel
Erbakan’ı tam iki kez uyarmış. Cumhurbaşkanı Demirel’in, Emniyet’in ordu içine
casus soktuğu anlaşılınca, dönemin Başbakanı Erbakan’ı biri yazılı, biri de
sözlü olmak üzere iki defa uyardığı ortaya çıktı. Türk Watergate’i ile ilgili
olarak suskunluğunu dün ilk kez bozan Demirel, Hürriyet’e, ‘Ben gereğini
yaptım’ dedi.”
“Ismarlama
karalama raporu. Eski CHP’li Belediye Başkanı Doğan Taşdelen için hazırlanan ve
DGM dosyalarına giren bir rapor, haber alma birimlerinin ‘ısmarlama raporlar’
da hazırladığını ortaya koydu. Raporu kimin ısmarladığı belli değil. Kayıtlarda
böyle bir raporla ilgili bilgi de yok. NOT başlıklı ‘izlemede’, karalamanın her
çeşidi bulunuyor. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e gönderilen raporda, DSP’den
Ankara Büyük Şehir Belediye Başkan adayı olan, ancak seçilemeyen Taşdelen’in
‘mezhepçilik-ayrımcılık yaptığı’, ‘sağcı personele yıldırma harekatı
uyguladığı’, ‘yasa dışı örgütlere kadro verdiği’ öne sürüldü… Raporda ‘sağ
adayların durumuna göre Taşdelen’in seçilme şansının yükseldiği’ bile
vurgulandı…”
“Telekulağa
tazminat. Mahkeme kararı olmadan telefonları dinlenen Yargıtay Daire Başkanı
Naci Ünver’in İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı dava sonuçlandı. Mahkeme,
Ünver’e 7.5 milyar lira tazminat ödenmesine karar verdi… Mahkeme, İçişleri
Bakanlığı’nı, telefon dinleme olayında ‘ağır hizmet kusuru’ olduğu gerekçesiyle
tazminat ödemeye mahkum etti... ‘Mahkeme kararı olmadan yapılan telefon
kayıtlarının mahkumiyete esas delil oluşturmayacağına’ ilişkin tarihi kararı
veren dairenin başkanı Ünver’in, hukuk savaşı başlatarak İçişlerini mahkum
ettirmesi de ilginç bir tesadüf oluşturdu.”
“15
milyar tazminat ödeyecek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Hürriyet Gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ile Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’in ‘gizli
telefon konuşmalarını’ basın toplantısı düzenleyerek açıklayan İçişleri eski
Bakanı Meral Akşener’i 15 milyar tazminat ödemeye mahkum eden kararı onadı.”
“Kulağa
zapturapt. Telefon dinlenmesini denetim altına almak için MİT’in inisiyatifiyle
özel bir yasa tasarısı hazırlanıyor. MGK’da ele alınacak tasarıyla, MİT,
Emniyet, Genelkurmay ve JİTEM’e dağıtılmış telefon dinleme faaliyeti merkezi
bir yapıya oturacak.”
Yukarıda
yer verilen örnekler ülkemizde telefon dinleme yoluyla haberleşme özgürlüğünün
çiğnenmesi olgusunun yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Anayasa’da da
emredildiği üzere, açıklıkla bilinmelidir ki, hiç bir kimsenin ve makamın
yurttaşların telefonlarını dinleme hak ve yetkisi yoktur. Aksi yöndeki
davranışlar yurttaşlara karşı işlenmiş bir anayasa suçu anlamına gelir. Ülke
güvenliği ve asayiş hizmetlerinin gereksinim duyması gibi nedenlerle telefon
dinleme ve mektup açma olaylarının önemini azaltabilmek olanağı yoktur.
Demokrasinin
en önde gelen özelliği yurttaşlarının özgürce, serbestçe ve dilediği şekilde
haberleşebilmesidir. Bu özgürlük, çağdaş kolaylıkları ve gelişmeleri de
kapsamak durumundadır. Yurttaşların elektronik ortamda ve internet üzerinden
yaptıkları haberleşme de her türlü sansür, izleme ve dinlemenin dışında
kalmalıdır. Bu durumun tek istisnası, her bir olaya özgü ve özel olmak
koşuluyla ve yargıç kararına dayalı olarak yapılacak dinlemelerdir. Bunun
dışında kalan her türlü çözüm ve yasal düzenleme Anayasa’ya aykırıdır.
Milli Güvenlik
Kurulu
Avrupa
Birliği ile Türkiye’nin bütünleşmesi için uygulanacak olan Kopenhag Siyasal
Ölçütleri açısından önemli bir sorunun MGK’nun sivil yaşamda oynadığı rol
olacağı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal konumu
bazı tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Milli Güvenlik Kurulu,
Anayasa’nın ve MGK Kuruluş Yasası’nın kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde
ulusal güvenlik politikasını hazırlamakla görevlidir. Bu bağlamda, TSK’nin en
önde gelen yöneticileri ile sivil siyasal erki temsil eden hükümet
temsilcilerinin Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında bir araya gelmesi, aynı
zamanda, ülkenin en iyi örgütlenmiş ve bürokratik yozlaşmadan en uzak kurumu
olan TSK ile sivil yöneticilerin görüş alışverişinde bulundukları tek hukuksal
ve anayasal platform olmak özelliğini de taşımaktadır. Bu nedenle, MGK
Türkiye’de genel yönetimin çok önemli bir aktörü olarak ortaya çıkmaktadır.
Üstelik, bu Kurul’a ulusal güvenlik politikasının hazırlanması gibi bir
sorumluluğun da verilmiş olması bu önemi daha da artırmaktadır. MGK, bu
sorumluluk bağlamında, sivil yaşamı yakından ilgilendiren bir dizi işlev
yapmaktadır. Bunların başında, ülkenin ulusal güvenlik sorunlarını izlemek ve
alınması gerekli görülen önlemleri hükümete bildirmek, ‘Milli Güvenlik Siyaset
Belgesi’ni hazırlamak, irticaya karşı önlem almak ve ekonomik gelişmeleri
izlemek gibi işlevler gelmektedir.
Bunlardan
‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ hazırlamak adı verilen işlevin içinde
bulunduğu anayasal ve yasal durum çeşitli görüş ayrılıkları içermektedir. Bazı
basın organları tarafından, “Devletin gizli Anayasası” olarak nitelenen bu
Belge, devlet yönetimine ışık tutan ve yol gösteren bir tercihler sistemi
olarak ortaya çıkmaktadır. Son olarak, Kasım 1997’de basına yansıyan
haberlerden bu belgede bazı değişiklikler yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapılan
değişiklikler sonrasında şu hususların ön plana çıktığı belirtilmektedir:
·
Bölücü
ve irticai etkinlikler eşit ve birinci derecede önceliklidir.
·
Siyasal
islam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir.
·
Türk
milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü
görüşe sahip yeraltı suç örgütleri bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir
tehdit unsuru oluşturmaktadır.
·
Aşırı
sol yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Ancak, bir yumuşama içinde
olduğu görülmektedir.
·
Türk
cumhuriyetleriyle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin
yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır.
·
Yunanistan’la
ilişkilerde tehdit algılanmasına dikkat edilmelidir. Türkiye’nin bir tercihi
olmamasına karşın, Yunanistan ile bir çatışmanın çıkabileceği gözden
kaçırılmamalıdır.
·
Yunanistan
ile çıkabilecek bir çatışma halinde, Suriye’de Türkiye ile çatışmaya girebilir.
·
Türkiye’nin
komşusu olan ülkelerle ilgili öncelikli değerlendirmeler aynen korunmalıdır.
·
Kamusal
alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine
yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.
·
Adalet
ve devletin yönetim sistemindeki eksiklik ve aksaklıklar acilen giderilmelidir.
·
Türkiye’nin
Batı’ya tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak, bazı Avrupa
ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları gözardı edilmemelidir.
·
Türkiye’nin
dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar
artırılmalıdır.
Yukarıya aktarılanlar, gazetelere yansımış
haberlerden derlenmiştir. Bunların doğru olup olmadıkları ve hatta bu tür bir
belgenin gerçekten bulunup bulunmadığı dahi tarafımızdan bilinmemektedir.
Ancak, belge pek çok önemli hükmü içinde
taşımaktadır. Hükümler, içerikleri açısından, hükümetlerin yetkileri içinde
kalan işlevlerdir. Bu bağlamda, MGK’nın hükümetin yerine geçmesi gibi anayasal
açıdan kabul edilemez bir durum ortaya çıkmaktadır. Zira, MGK’nın herhangi bir
sorumluluğu bulunmamaktadır. Ancak, öte yandan, kendisine ulusal güvenliği
korumak yolunda Anayasa ve yasayla görev verilmiş olan bir Kurul’un
çalışmalarına ışık tutacak bir ilkeler listesi hazırlamasında da herhangi bir
sakınca bulunmamaktadır. Ortaya çıkan bu çelişkili durum, MGK’nın statüsünün
gerek Anayasa’da ve gerekse Yasa’da açıklıkla tanımlanmamış ve betimlenmemiş
olmasından kaynaklanmaktadır. Yeni Anayasa değişikliklerinde sorun bu yönüyle
yeniden ele alınmalıdır.
MGK,
irtica girişimlerinin önlenmesi konusunda da benzer etkinliklerde
bulunmaktadır. Aşağıda, -basından öğrenildiği kadarıyla- MGK tarafından 28
Şubat 1997 tarihinde alındığı ileri sürülen bir başka politika belgesinin özeti
yer almaktadır:
·
Anayasa’mızda
Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasa’nın 4 üncü
maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve
hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiç bir ayrım
gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulama yetersiz görülüyorsa yeni
düzenlemeler yapılmalıdır.
·
Tarikatlarla
bağlantılı özel yurt, vakıf ve okulları devletin yetkili organlarınca denetim
altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince Milli Eğitim Bakanlığı’na
devri sağlanmalıdır.
·
Genç
nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet
sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı
doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması
bakımından;
·
8
yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalıdır.
·
Temel
eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği
Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde etkinlikte
bulunmaları için gerekli yönetsel ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
·
Cumhuriyet
rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları
yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun
özüne uygun gereksinim düzeyinde tutulmalıdır.
·
Yurdun
çeşitli yerlerinde yapılan dini kuruluşlar belli çevrelere mesaj vermek
amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tür
kuruluşlara gereksinim varsa bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek
mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek
gerçekleştirilmelidir.
·
Mevcudiyetleri
677 sayılı Yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu Kanun’da belirtilen tüm
unsurların etkinliklerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal
hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.
·
İrticai
etkinlikleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı
Kuvvetleri’nden ilişikleri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yı
dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının Silahlı Kuvvetler
ve mensupları aleyhindeki yayınları denetim altına alınmalıdır.
·
İrticai
etkinlikleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen
personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile özendirme unsuruna
olanak verilmemelidir.
·
TSK’ya
aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan
tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer
eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da
uygulanmalıdır.
·
İran
İslam Cumhuriyetinin ülkemizdeki rejim aleyhtarı etkinlik, tutum ve
davranışlarına mani olunmalı, İran’a karşı yıkıcı ve zararlı etkinliklerini
önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.
·
Aşırı
dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda
kutuplaşmalara neden olacak tehlikeli etkinlikleri önlenmelidir.
·
TC
Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler
Yasası’na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal
ve yönetsel işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalıdır.
·
Kıyafetle
ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme
yöneltecek uygulamalara mani olunmalıdır.
·
Çeşitli
nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis
ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, özellikle pompalı
tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.
·
Kurban
derilerinin, akçal kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim
aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalıdır.
·
Özel
üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal
işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve yasa ile öngörülmemiş bütün özel
korumalar kaldırılmalıdır.
·
Ülke
sorunlarının çözümünü “millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alarak
sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak
onları cesaretlendiren girişimler yasal ve yönetsel yollardan önlenmelidir.
·
Büyük
kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen
suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat
verilmemelidir.
MGK’nın
“Milli Siyaset Belgesi” hazırlama işlevine siyasal partilerin bir kesimi olumlu
bakarken diğer bir kesimi tepki göstermektedir.
MGK tarafından alındığı basın organlarınca belirtilen bir MGK kararıyla
ilgili olarak dönemin Başbakanı Yılmaz “Çıkarılacak
bütün yasalarda ve kararnamelerde bu kararlara uyulacak” güvencesi
verirken, DYP Lideri Çiller “Bir ara
dönemde, bir atanmış iktidara bunları yaptırmaya çalışırsanız, bu ara dönemin
ve demokrasiye ara verilişinin yazılı tesçili olur” demektedir. CHP Lideri
Baykal ise, “MGK’dakilerin böyle bir hata
yapacağını hiç sanmıyorum. MGK’ya katılan insanlar sorumluluklarını, hukuku ve
Anayasa’yı bilen insanlardır. MGK’nın hazırladığı herhangi bir belgenin
TBMM’nin üzerine çıkması, Anayasa’nın yerini alması söz konusu olamaz. Böyle
bir kurulda gizli anayasa oluşturulamaz” demektedir. RP Kayseri
Milletvekili Abdullah Gül de Yılmaz’ın sözlerini hukukun üstünlüğünün ve
demokrasinin ayaklar altına alınması olarak nitelendirmektedir. [178]
Bir
başka önemli unsur olarak, Kurul ile ilgili olarak Anayasa’da yer alan “bildirir” kelimesinin demokratik
anlayışla bağdaşmasının olanaklı olmadığı ve böyle bir kurumun sivil demokratik
yetkinin askeri kesimle paylaşılması anlamına geldiği ileri sürülmektedir.
Nitekim MGK tarafından alınan bir kararın son cümlesi aynen şöyledir: “Bu konularda alınacak ve alınması gereken
tedbirler uygun bulunarak bu tedbirlerin Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine
karar verilmiştir.” [179] Bu cümle, yapısı ve içinde yer
alan “uygun bulunarak” ve “bildirilmesine” kelimeleri itibarıyla, MGK’nın
bakanlar kuruluna bir talimatı/emri olarak algılanabilmek özelliğine sahiptir.
MGK içinde Başbakan ve bazı bakanların yer alması ve bu kararlara onların da
katılmaları nedeniyle bakanlar kurulunun esasen bu kararları benimsediği karşı
görüşü öne sürülebilirse de, MGK’nın hükümet üstü bir konumda bulunduğu
yolundaki görüşlerde de haklılık payı bulunmaktadır.
Bu
konuda iki örnek hemen akla gelmektedir. Bunlardan biri, 8 yıllık kesintisiz
eğitim nedeniyle alınan karara imza koyan dönemin Başbakanı Necmettin
Erbakan’ın sahip olduğu siyasal iradenin alınan karardan farklı olduğu, ancak
karara isteksiz ve gönülsüz olarak imza koymak zorunda kaldığı yolunda daha
sonra yaptığı açıklamalardır. Nitekim, Erbakan önce “Bu kararı asla imzalamam” demiş, sonra hükümet ortağı Tansu
Çiller’e tasarıyı imzalayacağını söylemiştir. Erbakan’ın yardımcısı olan
Asiltürk ise “Biz RP olarak Meclis’te 8
yılı tüm gücümüzle reddederiz” yolunda bir açıklamada bulunmuştur. Bu
çelişki, siyasal erki temsil etmesi gereken Başbakan ile MGK’nın aynı düşüncede
olmayabileceğini ve hükümete ve hatta yasama organına karar “empoze”
edebileceğini göstermektedir.
İkinci
örnek ise, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Özden’in “MGK, Anayasa Mahkemesi üzerinde değildir” sözleriyle ortaya
konmaktadır. Özden, RP’nin kapatılmasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “MGK, Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde
değildir. Genekurmay’ın emriyle dava açılmış, davanın sonu belliymiş deniliyor.
Benim bilmediğim şey nasıl olur?” [180]
TSK’nın
MGK ile ilgili tavır ve tutumu resmi bir açılamaya konu olmamıştır. Ancak,
basına verilen bir demeçte yer alan şu yorumun bu yolda bir belirti olabileceği
anlaşılmaktadır: Türkiye, dünyanın belki de en sorunlu bölgesindedir. Bu durum
iç ve dış tehditleri doğurmaktadır. MGK bu tehditlere karşı kurulmuş anayasal
bir kurumdur. Görevi, tıpkı ABD Başkanı’nın ulusal güvenlik danışmanlarının
olduğu gibi, milli güvenlik konularında görüş belirtmektir. Kanun yapmak veya
yürütmek değildir. Benzer kurumlar dünyanın pek çok ülkesinde mevcuttur. [181]
Milli Güvenlik Kurulu, gerçekten, ulusal ve
uluslararası kriz anları için düşünülmüş ve geliştirilmiş bir sistemdir. Bu
kurula duyulan gereksinim bugün de devam etmektedir.
Ancak, Kurul’da özellikle ana muhalefet partisi
liderinin bulunmaması ve sivil kesimin şimdikinden daha fazla oy sayısına ve
çokluğuna sahip olabileceği bir oluşum biçiminin gerçekleşememiş olması bir
eksiklik olarak görülmelidir. Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşum biçimi gerek
sivil temsilcilerin daha fazla temsiline ve gerekse ana muhalefet partisinin
yer almasına olanak vermemesi nedenleriyle Kurul’dan beklenen yararların
sınırlanması ile sonuçlanmaktadır.
Esasen, Milli Güvenlik Kurulu’nun ele aldığı,
sorumlu ve görevli olduğu konular doğrudan devlet işlevleridir. Bu nedenle,
Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkartılmalı; ancak, yürütme
organının özel ve üst düzey bir eşgüdüm kurulu olarak kendisinden beklenen
işlevini sürdürmelidir. Bu değişiklikler yapılırken Kurul’un oluşum biçimi
üzerinde de durulmalı ve kurulun başkanı, bugün olduğu gibi, yine Cumhurbaşkanı
olmalıdır.
Bu konuda meydana gelen son
gelişmeler askerlerin MGK konusundaki önerilere katılmakta olduklarını ve gerek
Kurul’un statüsünde ve gerekse bileşiminde gerekli
değişikliklerin yapılmasından yana olduklarını göstermektedir. Bazı basın
organlarına göre, MGK ile ilgili olarak Anayasa’da yer alan “hükümete bildirir”
kelimelerinin “bir danışma organı olarak bakanlar kuruluna tavsiyelerde
bulunur” şeklinde değiştirilmesine TSK karşı değildir. Aynı şekilde, MGK
bileşiminin değiştirilebileceği ve Adalet, Maliye ve Hazine’den sorumlu devlet
bakanının Kurul’a üye olarak alınabilecekleri belirtilmiştir. MGK Genel
Sekreterliği’ne Adalet, Dışişleri ve İçişleri bakanlıklarından daha fazla
eleman aktarılması konusuna da sıcak bakıldığı belirtilmiştir.
Bu konuda bir açıklama yapan
Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu “İsterse
yüz sivil üye olsun. Hiç sakıncası yok” sözlerini kullanmıştır. [182]
4709 sayılı Kanunla 3 Ekim 2001
tarihinde gerçekleşen Anayasa değişikliği ile MGK’nun statüsünde de
değişiklikler olmuştur. Anayasa’nın 118 inci maddesinin 1 inci kıkrasında
yapılan değişiklikle Kurul’un üye sayısı genişletilmiş ancak ana muhalefet
partisi lideri yine Kurul’da yer bulamamıştır. Değişik metin şu şekildedir: “Milli Güvenlik Kurulu;
Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan
yardımcıları, Adalet, Millî Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz
ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur.”
Sorunun esasını oluşturan 3
üncü fıkra ise değişiklikle şu şekli almıştır: “Millî Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik
siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları
ve gerekli koordinasyonunun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar
Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü
ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını
zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.”
Görüldüğü üzere, metindeki “bildirir”
sözcüğü saklı tutulmuş ve MGK kararlarının niteliğini açıklamak üzere “tavsiye
kararları” sözcükleri madde metnine alınmıştır. Ancak, bu değişikliğin
AB’ni tatmin etmediği ve AB’nin Kopenhag siyasal ölçütleri bağlamında MGK’nın
bütünüyle kaldırılmasını istediği anlaşılmaktadır.
Askeri Müdahaleler, Ara Rejimler ve Asker-Sivil Yönetim İlişkileri
Türkiye’de demokratik rejimin gelişmesini önleyen
ve engelleyen temel nedenlerden biri de, kendisini ortaya çıkmaya zorlayan
etmenler ne olursa olsun demokratik rejimin işleyişine Anayasa’da öngörülmeyen
süreç ve güçlerin yön vermeye kalkışmasıdır. Demokratik rejimin, tüm öteki
siyasal sistemlerde olabileceği gibi, zaman zaman sıkıntılara ve bunalımlara
düşmesi olanaklıdır. Demokrasinin gelişmesi ve demokratik terbiye ve kültürün
yerleşmesi bu engellerin ancak demokratik yol ve yöntemlerle aşılmasında elde edilecek
başarı oranında gerçekleşebilecektir. Oysa, sıkıntıların aşılmasında zaman
zaman başvurulan müdahale yöntemi ve bu müdahaleler sonucunda ortaya çıkan ara
rejimler demokratik gelişim sürecini en azından geciktirmektedir. Bilinmelidir
ki, iktidarları belirleyen asıl güç ve yetki yalnızca ulusa aittir ve ulusun bu
gücünün üzerinde başka hiç bir gücün meşru olarak kabul edilmesi olanaklı
değildir.
Kendisini ortaya çıkmaya
zorlayan koşullar ne olursa olsun, Anayasa’da öngörülmeyen bazı süreç ve
güçlerin ülkeye yön verme girişiminde bulunması ülkede demokratik gelişmeyi
engellemekte ve sorunları aşma bakımından demokratik deneyim, alışkanlık ve
süreçlerin gelişmesini geciktirmektedir.
Demokratik rejimlerde tek ve en
son karar yetkisinin ulusal egemenliğe dayalı olduğu ilkesine ters düşen
uygulamalar hem ülkenin demokratikleşmesi yolunda engeller yaratmakta ve hem de
dış dünyada ülkenin demokratik imajına olumsuz katkıda bulunmaktadır.
Demokratikleşme süreci
açısından üzerinde durulması gereken tek konu askeri müdahaleler değildir.
Askerin ülke yönetimi üzerindeki rolü ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasal
sonuçlar üzerinde de durmak gerekmektedir. TSK İç Hizmet Tüzüğü’nde yer alan “durumdan görev çıkarmak” ilkesi ve bu
ilkenin ülkenin genel yönetimine uygulanması bu yoldaki tartışmaların odağını
oluşturmak durumundadır.
Yine, basında yer alan bazı
haberlerden, TSK’nın bu konudaki görüşünün şu şekilde olabileceği izlenimi
ortaya çıkmaktadır: Osmanlı’nın yıkıntıları arasından dünyanın en güçlü
devletlerine karşı Kurtuluş Savaşı yapılarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde, Ordu
çok önemlidir. Yeni Cumhuriyetin kuruluşu ile dini kendilerine alet eden birçok
kişi iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu tip kişilerin eskide olduğu gibi laiklik
ve demokrasi karşıtı devrim hevesi ve çabası içinde olması ordunun önemini
bugün de artırmaktadır. İşte, Anayasa’mızca Genelkurmay’ın başbakana bağlı
olması bu tarihsel nedenlerde saklıdır. [183]
TSK’nın konu ile ilgili çeşitli etkinliklerde bulunduğu
gözlemlenmektedir. Bu etkinlikler kitap ve broşür yayımlamaktan kamu
görevlilerine birifing vermeye ya da sakıncalı görülen sivil kişiler hakkında
bilgi toplama ve arşivlemeye kadar değişen özellikler göstermektedir. Örneğin,
Harp Akademileri Komutanlığı, son yıllarda, öteki yayınlarının yanında,
Türkiye’de laiklik ve irtica konularını işleyen iki kitap yayımlamıştır. “Türkiye’de
İrtica Hareketleri ve Terörizm İlişkileri” adlı kitapta Nurcular,
Süleymancılık, Işıkçılar gibi topluluklar ile dini motifli terör örgütleri
hakkında bilgiler verilmektedir. İncelenen örgütler arasında Hizbullah, İslami
Hareket Örgütü, İBDA-C, Vasat Örgütü, Malatyalılar Grubu, Tevhid Grubu, Akabe
Grubu, Hizbullahi Vahdet Grubu, Milli Görüş ve Anadolu Federe İslam Devleti
gibi kuruluşlar yer almaktadır.
2000 yılının 17 Ocak günü,
polis tarafından yapılan bir baskınla ortaya çıkarılan Hizbullah Örgütü’nü ve
aynı yılın bahar aylarında yapılan çalışmalarla kimliği kamuoyu tarafından daha
yakından öğrenilen Tevhid Grubu gibi eli kanlı ve çok sayıda cinayet, adam
kaçırma, haraç toplama, işkence yapma ve bunlardan daha önemli olarak laik
Cumhuriyeti silahla yıkarak yerine şeriat esaslarına dayalı yeni bir devlet
kurmayı amaçlayan ve sempatizan sayısı 20.000’e yakın olduğu belirtilen
grupların daha bu kanlı yüzleri ortaya çıkmadan çok önce TSK tarafından bu
şekilde açıkça ortaya konmuş olması ve gerçek amaçlarının doğruya en yakın
şekilde saptanmış bulunması son derecede dikkat çekicidir.
“Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin Laiklik İlkesinin Devamlılığının Sağlanması İçin Yapılması Gereken
Faaliyetler” adlı kitapta ise şu saptamalar ve öneriler yer
almaktadır: [184]
·
Laiklik
yalnızca dinle devletin ayrılığı değil, dini çevrelerin de kontrol altına
alınmasıdır.
·
Devlet
laik devrime karşı çıkanların güçlenmesine izin veriyorsa o iktidar laik
olmayan bir iktidardır.
·
Devlet
içindeki irticai kadrolaşmanın önlenmesi ve mevcut kadroların irticai
beyinlerden arındırılması vakit geçirilmeden yapılmalıdır.
·
Laik
cumhuriyeti tehdit eden irticaya karşı, kararlılık ve azimle yeni bir “kurtuluş
savaşı” başlatılmalıdır.
·
Özellikle
tarikatlar son on beş yıl içinde büyük canlılık göstermiş, tekke ve zaviyeler
neredeyse Cumhuriyet öncesi işlerliklerine ulaşmıştır.
·
Kuran
kurslarında demokratik sisteme ve laik cumhuriyete tepkili olarak yetiştirilen
çocukların, devletin resmi ortaöğretim kurumlarına geçişinin sağlaması
irticacıların önde gelen gayretidir.
·
RP’nin
kapatılmasıyla irtica savunmaya geçmiştir. Savunma, bir sonraki taarruz için
hazırlanma dönemidir.
·
Akılcı
bir yaklaşımla tehdidin yetiştiği ve beslendiği kaynakların kurutulması daha
doğrudur.
28
Şubat 1997’de alınan MGK kararlarından sonra Batı Çalışma Grubu adı altında bir
oluşum gündeme gelmiş ve TSK irticai etkinliklere karşı eylemli ve örgütlü bir
tavır içine girmiştir. Bu tavrın özelliklerini belirtmek üzere, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’na ait bir belge basında yer almıştır. Bu belgede şu
sözlere yer verildiği görülmektedir: “1-
Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak, ilgi ile gönderilmesi istenen
bilgi ve raporlara ilave olarak, aşağıda belirtilen bilgilerin de derlenmesi
ihtiyacı doğmuştur. İl ve ilçelerdeki; a. Tüm dernekler, vakıflar, meslek
kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları, b. Yüksek
öğrenim kurumları (fakülte, yüksek okul ve enstitüler), c. Yurtlar (Kredi ve
Yurtlar Kurumu’na bağlı, kurum ve kuruluşlara bağlı, özel yurtlar), d. Üst
düzey yöneticiler (Vali, Kaymakam, Büyükşehir Belediye Başkanları, Belediye
Başkanları) ile diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere (Müdür, Daire
Başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüş/yönleri, e. İl
Genel Meclis ve Belediye Meclis üyeleri, f. Siyasi parti il ve ilçe
teşkilatları yönetim kadroları, g. Yerel TV, radyo, gazete, dergi ve diğer
basın-yayın kuruluşları. 2- Anılan bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami
dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği
yapılabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek’te
belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak, yazılı ve
disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na GİZLİ/KİŞİYE ÖZEL
gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler;
teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir. Arz/rica
ederim. Deniz Kuvvetleri Komutanı namına/emriyle.”
Batı
Çalışma Grubu (BÇG) çalışmalarına daha sonra ara vermiştir. Dönemin Başbakanı
Mesut Yılmaz, bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: “Batı Çalışma Grubu vardı. Çalışmalarını askıya aldı… Bu çalışma grubu
bizden önceki hükümet zamanında Milli Güvenlik Kurulu’nda da dile getirilen, o
zamanki hükümet zamanında önlem alınmayan bir takım rahatsızlıklardan dolayı
kurulmuştur. Bize ifade edilen, bizim hükümetimizin kuruluşu ile birlikte artık
bu görevin ilgiye dönüştüğüdür. TSK bunu kendi ilgi alanında görmektedir. İlgi
alanı olması da yasalarından, kendi iç görev yönetmeliklerinden kaynaklanıyor.
Dolayısıyla her zaman ilgi alanı içindedir... Benim kendilerine söylediğim
şudur: Bu konuda Anayasa’daki yükümlülüklerinin bilincinde olan bir hükümet
işbaşındadır. Geçmişte bu konuya olan ilginizi doğal karşılıyorum. Bu konuda
elinizde ne bilgi varsa aktarılır, hükümet olarak gereğini yapmak bizim
görevimizdir.” [185]
Bazı
siyasetçiler, tartışılmakta olan sorun bağlamında, siyasal iktidarla orduyu tam
anlamıyla karşı karşıya getirmiştir. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener,
Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığıyla Deniz Kuvvetleri’nden edindiği bilgilere
dayalı olarak şu açıklamayı yapmıştır: “Silahlı
Kuvvetler’de yasal dayanağı olduğu bilinmeyen ve hiyerarşi dışı bir
gruplaşmanın teşekkül ettiği duyuldu. Araştırılan husus, Silahlı Kuvvetler
içinde oluşabilecek yasa dışı bir teşebbüstür. Genekurmay’da oluşturulan Batı
Çalışma Grubu’nun örgütlenmesinin hukuki dayanağı olmadığı yolunda ciddi
endişeler vardır. Batı Çalışma Grubu’nun varlığı, hükümet tarafından ilk kez bu
belgede öğrenildi. Belge Cumhurbaşkanı’na iletildikten sonra grubun varlığı
açıklanmıştır. Organizasyonun irticaya karşı mücadele için kurulduğu ifade
edilmektedir. Belgede çalışmaların irtica ile sınırlı olmadığı görülmektedir.
Tartışılması gereken darbe ihtimalidir ve bu işte dahli olanlardır. Emniyet
teşkilatı, demokrasimizin bozuk siciline bir kahramanlık sayfası açmıştır… Bu
gelişmelerin öğrenilmesi, bir devlet görevinin başarıyla yapılmasıdır…
Demokrasilerde otokontrol budur… 1971’lerde Mahir Kaynak, MİT adına ordu
içindeki ‘Madanoğlu Cuntası’nı tespit etmiştir. Böylece rejime yönelik tehdit
ortadan kaldırılmıştır ve kimse bu olayı, TSK’ya yönelik bir casusluk faaliyeti
olarak nitelendirmemiştir.” [186]
Bu
açıklamaya oldukça sert bir yanıtla karşılaşmıştır: “Açıklamalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan bugüne kadar
oluşan devlet geleneğinin nasıl gözardı
edildiğini, organları arasında nasıl güvensizlik yaratıldığını açıkça ortaya
koydu. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun ek 7. maddesi, iddia edildiği
gibi, diğer devlet kuruluşlarını hedef alarak ve buralarda talimatlandırılmış
elemanlar kullanıp belge elde etme ve çalma yetkisi vermez. Polisin diğer
devlet kurumu aleyhine istihbaratta bulunması kesinlikle yasaktır. Silahlı
Kuvvetler hiyerarşiye bağlı bir emir komuta birliği içindedir. Akşener’in kendi
icraatını masum göstermek amacıyla ima ettiği gibi, içinde hiç bir yasa dışı
örgüt ve örgütlenme söz konusu değildir.” [187]
Bu
çatışmayı özetleyen en dikkat çekici irdeleme ise bir bürokrata ait: “170 bin polis var, askeri darbe olmaz!...” Bu
yargı ordu-sivil yönetim ilişkilerinin olası potansiyel sonuçlarını işaret
etmesi bakımından özellikle üzerinde durulması gereken bir irdelemedir.
Bu
konuda bir açıklama yapan dönemin Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı
İsmet Sezgin, Türkiye’nin, Refahyol hükümetinin istifasından bir gün önce,
askeri müdahalenin eşiğinden döndüğünü belirtmiş ve “Anayasal düzene karşı tehlike 12 Mart ve 12 Eylül günlerinden çok daha
büyüktü. Müdahale olmamasının nedeni ordunun komuta kademesinin demokrasiye
bağlılığıdır” demiştir. [188]
Bu
gelişmelerin ortaya çıkmasından sonra oluşan tepkilerin bir kesimi şöyle
özetlenebilir:
Kenan
Evren: “Tek kelimeyle iğrenç, büyük
rezalet. Değil Emniyet, Genelkurmay’ı MİT’in bile dinlemeye yetkisi yoktur.
Olayın içine köstebek olarak basit bir erin karıştırılması ise büyük rezalet.”
Abdullah
Gül: “Türkiye’deki bütün Anayasal
kurumların itibarı vardır. Tek kurumun itibarını koruyup, diğerini sıfırlamak
mümkün değildir. Emniyet’e haksızlık yapılıyor. Adamlar görevlerini yapmışlar.”
İsmet
Sezgin: “Bunları söyleyenin cezai
ehliyeti yoktur.”
Turhan
Güven: “Ne askerin, ne de bir başka
kurumun diğerini dinleme hakkı yoktur.”
Askerler,
zaman zaman, ülkenin siyasal durumu hakkında görüşlerini de açıklamakta ve
bazen bu açıklamalar hükümetleri istifaya zorlayabilmektedir. Refahyol hükümeti
Başbakanı Erbakan’ın bu açıklamalar nedeniyle istifa ettiği bilinmektedir.
Artvin’de yaptığı konuşma ile Başbakan Erbakan’ı ağır bir dille eleştiren
Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek bu yetkililerden
biridir. Hürriyet Gazetesi’nden Sedat Ergin bu olay konusunda özetle şu
haber-yorumu veriyor: “RP’yi eleştiren
Tuğgeneral Osman Özbek’e üst kademe komutanlardan da destek geldi. Özbek Paşa
için herhangi bir işlem yapılmayacağını belirten ve ‘Hükümet gitmezse, daha
ağır açıklamalar gelecek, buna hazır olun’ diyen üst düzey komutanlar, artık
bıçağın kemiğe dayandığını söylediler. RP’nin boy hedefi haline gelen Özbek’le
girilen bu kuvvetli dayanışma, aynı zamanda Ordu-Refah ilişkilerinin kopma,
daha doğrusu ‘kontrolden çıkma’ noktasına geldiğini de gösteriyor. Ordu
içindeki rahatsızlığın son günlerde ciddi bir tırmanışa geçmesinin ardında iki
somut olay var. Bunlardan birincisi, RP yanlısı bir grubun sahnelediği ve halkı
açıkça orduya karşı silahlanmaya teşvik eden tiyatro oyunu. İkincisi ise RP’nin
hacca yaptığı çıkartmayla birlikte Suudi Arabistan’dan televizyonlara yansıyan
görüntüler… Ordunun beklentisi, arzusu sır değil. Askerler, RP’li koalisyonun
Meclis içinden bulunacak bir çözümle bir an önce sona ermesini istiyorlar:
‘Çözümü muhalefet parlamento içinde getirmeli. Ancak Meclis’in içinde daha çok
iş takipçiliği ile meşgul olanlarda ne yazık ki bu hassasiyeti görmüyoruz’.” [189]
Ege
Ordusu Komutanı Orgeneral Doğu Aktulga emekliye ayrılması nedeniyle yaptığı
konuşmada, TSK’nın devletin iskeleti olduğunu belirterek, ülke yönetimi ile
ilgili görüşlerini açıklıkla ortaya koymaktadır: “İskelet çökerse devlet de çöker. İskeletin böylesine saptırılmış,
yozlaşmış demokrasi anlayışı ve bir türlü kavranamayan düşünce ve ifade
özgürlüğü kaosunda çok sağlam olması, ulusun çağdaş yaşamı için ön koşuldur.
Hele bir çok yönetim yetersizliklerinin ve umursamazlığın, tehdit algılamadaki
beceriksizliğin kol gezdiği koşullarda, bu görev daha titiz bir bakış açısı ve
yaklaşımı zorunlu kılmaktadır… Temelin çimentosu olan laiklik, hayati bir değer
taşır. Bu çimentoyu atarsanız devlet depremdeki şehirlere döner, tanımı
felakettir… Bizim ülkemizde, özellikle şeriatçı saldırılar başta olmak üzere,
bölücülük gibi ciddi tehditler vardır. Dolayısıyla ürettiğimiz güvenlik hizmeti
olağanüstü değer taşır.”
Bu
açıklamalar, zaman zaman, en üst kademelerden de gelebilmektedir. Genelkurmay
Başkanı Kıvrıkoğlu, Marmara Depremiyle ilgili olarak basınla yaptığı sohbet
toplantısında 28 Şubat ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’ndan 18
maddelik bir karar çıkmıştır. Burada tavsiye edilen 18 karardan temel eğitim de
dahil olmak üzere yalnızca 4 tanesinin kanunu çıkmıştır. Ancak diğerlerinin de
çıkmasını teşvik edici bir durum görmüyoruz. Bir de ‘28 Şubat’ bitmiştir’
şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. 28 Şubat bir süreçtir. 1923’te
başlamıştır ve bu tarihten bu yana irticaya endeksli olarak sürmektedir. Bunu
müdafaa olarak kabul ediyoruz. 28 Şubat gerekirse 10 sene sürecektir. Bu
gerekirse 100 sene, gerekirse 1000 sene devam edecek bir süreçtir. Meclis 1
Ekim tarihinde açıldığında 28 Şubat’ın kalan diğer kanun tasarılarını hızla ele
alınmasını bekliyoruz.” [190]
RP ve
daha sonra FP yetkilileri de asker-sivil ilişkileri konusunda çeşitli
yorumlarda bulunmaktadırlar. FP Genel Başkan Yardımcısı Veysel Candan, askeri
çevrelerin 28 Şubat kararlarının yasalaştırılması için ısrarcı olduklarını
söylemekte ve “Kimsenin Meclis’e şu yasa çıksın diye söylemeye hakkı yoktur. Burada
yetki aşımı var. Asker, sivil herkes kendi görevini yapmalıdır... Askeri
çevrenin 28 Şubat tavsiyelerinin yasalaşması için ısrarları var. Yasaları
TBMM’de milletvekilleri teklif eder. Hükümetler de tasarı getirir. Bunun
dışında kimsenin yetkisi yoktur” demektedir. Refahyol döneminin ‘irtica
brifingleri’ne de gönderme yapan Candan, yargıya dayatmaların kabul
edilemeyeceğini söylemektedir. 28 Şubat’tan bu yana milletin devlete güveninin
kalmadığını savunan Candan, 28 Şubat önerilerine esas olan raporların sağlıklı
olmadığını belirtmektedir. Candan, irtica ile ilgili raporların Diyanet İşleri,
asayişle ilgili olanların da İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanması
gerektiğini belirtmekte, Anayasa ve hukuk değişiklikleri yapılana kadar
asker-sivil herkesin bunlara uymak zorunda olduğunu ileri sürmektedir.
Yukarıda
yapılan değerlendirmeler ülkenin demokratikleşmesi açısından çok önemli
unsurları içinde barındırmaktadır. Konu bir anlamda, içinden çıkılamayacak
kadar karmaşıktır. Bir yandan ülkede,
devlet düzenini bozmak ve Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in temel
niteliklerini değiştirmeyi amaçlayan güçlerin varlığı ve bu güçlerin din gibi
son derecede stratejik bir silahı kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmaları
ve öte yandan Anayasa’nın ve Atatürk devrim ve ilkelerinin korunması ve
sürdürülmesi kararlılığı bu çelişkinin iki temel dinamiğini oluşturmaktadır.
Avrupa
Birliği üyeleri gibi, pek çok demokratik ülkede askerle ilgisi olmayan bir konu
olarak kolay bir şekilde çözümlenebileceği savunulan konu, Türkiye’nin
kendisine özgü toplumsal gerçekleri devreye girdiğinde yanıtsız ve çözümsüz
kalmaktadır. Ancak, yeni bir yüzyıla giren ve Avrupa Birliği’ne üye olmayı
temel hedef olarak benimseyen Türkiye’de, yönetime müdahale etmek kabul
edilemez bir davranıştır. Bunun yanında hemen belirtilmelidir ki, çok önemli
bir toplumsal güç ve ülkenin en iyi örgütlenmiş kesimi olarak TSK’nın ülke
sorunları konusunda görüşlerini açıklamalarındaki yarar da hiç kimse tarafından
yadsınmamalıdır.
12 Eylül’ün Yargılanması ve Ara Dönemde Çıkan Yasaların Geçerlilik
Durumunun Sorgulanması
12 Eylül rejimi ülkemizde tartışma konusu olmaya
aradan geçen 20 yıla karşın hala devam etmektedir. Anayasa’nın geçici 15 inci
maddesi bu konuyu düzenlemiş olması nedeniyle giderek artan bir yoğunlukta
değişim isteklerine konu olmaktadır. Bu madde, iki bölümden ibarettir. Birinci
bölümü, bu dönemde çıkarılan yasaların Anayasa’ya aykırılıklarının öne
sürülemeyeceği ve ikinci bölümü de 12 Eylül yöneticilerinin herhangi bir suç
iddiası ile yargı önüne çıkarılamayacakları hükmünü öngörmektedir. Her iki bölüm
de, doğal olarak, hukuk devleti ve demokrasi ilkeleri açılarından ciddi
eleştirilere konu olmaktadır.
Bir
kere, 1982 Anayasası’nın geçici 15 inci maddesi 12 Eylül döneminde çıkarılan
yasaların Anayasa’ya aykırılığının öne sürülemeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bu nedenle “değiştirilemez” ve
“yargılanamaz” özellikleri taşıyan bu yasaların diğer yasalardan farklı bir
konumda olması anti-demokratik bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Aradan
geçen yaklaşık 20 yıllık süreden sonra bu yasaların Anayasa Mahkemesi
tarafından incelenmesine olanak verilmesi konusunda kamuoyunda fikir oydaşlığı ortaya çıkmıştır. Bu
gereksinim, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından da bir kaç kez açıkça
yinelenmiştir. Siyasal partilerde de, bu yolda genel bir fikir birlikteliği
gözükmektedir. FP, MHP ve DYP geçici 15 inci maddenin tümüyle kaldırılmasını
istemektedir.
Tartışılan
ikinci konu ise 12 Eylül askeri darbesini yapanların yargılanmaları isteğidir.
Benzer bir durum Yunanistan’da yaşanmıştır. Yunanistan’da darbe ile işbaşına
gelen Papadopulos ve ekibi daha sonra yargı önüne çıkarılmıştır. 12 Eylül
yöneticilerinin yargılanmasını isteyenler aynı olgunun Türkiye’de de
yinelenmesinin demokratikleşme yolunda önemli bir adım olacağını
belirtmektedirler. Bu bağlamda, ANAP ve DSP 12 Eylül yasalarının yargılanmasına
olumlu bakarken, 12 Eylül yöneticilerinin yargılanmasına olumsuz
bakmaktadırlar. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk bu konuda şu değerlendirmeyi
yapmaktadır: “Eğer maddenin tamamı
kaldırılırsa, o dönemde görev yapanların tümünden hesap sorulmasına kadar
gidebilir. Bu da Türk toplumunda nasıl bir gerilime yol açar düşünün. Maddenin
tamamının kaldırılması toplumsal rövanşizme yol açar.” [191]
Ancak,
ülkede demokratikleşme ve Anayasa değişikliği çalışmaları yoğunluk kazanırken
bu partilerin görüşlerinde zaman içinde değişiklik yaptıkları
gözlemlenmektedir.
Ekim
2001’de gerçekleşen Anayasa değişikliği bu konuda önemli hükümler getirmiştir.
Yukarıda yer alan çözümlemeye koşut olarak, 12 Eylül döneminde çıkarılan
mevzuata ilişkin olarak anayasal yargı denetimi yolu açılmış ancak 12 Eylül’ü
gerçekleştirenlerin yargılanmasıyla ilgili engelleyici hüküm saklı tutulmuştur.
Anayasa Mahkemesi’nin bu bağlamdaki ilk kararları ortaya çıkmaya başlamıştır.
Demokratik
Katılım Süreçleri
Türkiye’de siyasal tıkanıklığın temel nedenleri
arasında gösterilen çok önemli etmenlerden biri de ülkedeki demokratik katılım olanaklarının
yetersizliği ve denetim süreçlerinin eksikliğidir. Bu alandaki
eleştirilerin başında yurttaşların örgütlenme
hakkının sınırlanması ve kullanılmasının izne bağlanması gelmektedir. Bu
bağlamda, özellikle kamu personelinin sendikalaşması, toplu sözleşme yapması ve
grev hakkını kullanması üzerindeki kısıtlamalar dikkat çekmektedir.
1995
yılında gerçekleştirilen anayasa değişikleri kapsamında yapılan değişiklikler
bu yolda önemli ve olumlu sonuçlar getirmiştir. Değişiklikler çerçevesinde,
siyasal partilerin kadın ve gençlik kolu kurmaları yolundaki anayasal engel
kaldırılmış, üniversite öğretim üyelerine siyasal partilerin genel merkez
organlarına katılabilme yolu açılmış ve yüksek öğrenim öğrencilerinin siyasal
partilere üye olabilmelerine olanak verilmiştir. Ancak, anayasal değişiklerin
bir anlam içermesi, bu konuda hazırlanması gereken yasaların bir an önce
yasalaştırılarak yürürlüğe konmasına
bağlıdır. Yapılan bu değişikliklerle demokratik siyasal katılımın
genişletilmesine daha fazla olanak verilmiştir. Ancak, bu yolda varlığı bilinen
öteki engellerin de kaldırılması yararlı olacaktır.
Yukarıda
belirtildiği üzere, 1995 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle, seçme yaşının
18’e indirilmesi önemli bir olumlu gelişme olarak ortaya çıkmıştır. Bu
çerçevede seçilme yaşının indirilmesi konusu üzerinde de durulması
gerekmektedir.
Öte
yandan, göreve seçimle gelmiş görevlilerin kendisini göreve getirenler
tarafından geri çağrılması -yani, görev sürelerini tamamlamadan görevlerine son
verilebilmesi- gibi kurumların yokluğu ve referandum gibi kurumların etkili bir
şekilde kullanılamaması seçilenlerin yeterince denetlenememesine ve
yurttaşların demokratik görev ve ödevlerinin yalnızca oy verme günüyle
sınırlanmasına neden olmaktadır.
Demokratik
katılım ve denetim konusunda ortaya çıkan sorunlardan bir başkası da vatandaşa
karşı duyulan güvensizliktir. Kamuda yapılmakta olan işlemlerde esas itibarıyla
vatandaşa karşı güvensizlik anlayışı egemendir. Bu nedenle yurttaşların beyan
ve açıklamalarının doğruluk derecesinin belgelenmesi istenmektedir. Bu durum
yurtttaşları demokratik katılım ve denetim süreçlerini daha yoğun olarak
kullanmak konusunda cesaretsizlendirmektedir.
Sivil Toplum
Kuruluşları: Üçüncü Sektör
Demokratik
katılımı sınırlandıran başka bir neden de, sivil
toplum örgütlerinin ve hükümet dışı gönüllü kuruluşların yeteri kadar
gelişmemiş olmalarıdır. Bu durum, demokrasinin en önde gelen koşullarından
biri olan örgütlü toplumun ortaya çıkmasını engellemektedir. Demokrasi,
yurttaşların karar alma sürecine en fazla ölçüde ve en doğrudan katıldıkları ve
kendileri adına yönetim kademelerine getirilmiş olanları en fazla
denetleyebildikleri rejimin adıdır. Toplumların demokratik olma düzeylerini
gösteren ölçütlerin başında katılım ve denetim yetkilerinin güçlülüğü
gelmektedir.
Bu amaç ve hedeflerin
Türkiye’de elde edilebilme düzeyini saptayabilmek açısından bu tür örgütlerin
önde gelenleri ile ilgili olarak kamuoyuna yansıyan haberlerden bazı örnekler
aşağıda verilmiştir:
“TÜSİAD demokrasi ofisi açıyor.
Demokratikleşme önündeki engellerin aşılması için hükümet üzerinde baskı gücü
oluşturmaya hazırlanan TÜSİAD, bu amaçla Ankara’da bir ofis kuracak.”
“THK’da vurgun.”
“Emniyetçilere vakıf sorgusu.
Ankara Cumhuriyet Savcısı ‘Türk Polisini Güçlendirme Vakfı’nın gelirlerini
kişisel çıkarları için kullandıkları’ gerekçesiyle haklarında soruşturma
başlattığı (sorumluların) ifadesini aldı…”
“Meclis’ten zehir zemberek
Kızılay raporu.”
“THK kazdıkça batıyor.”
“THK da kayyuma gidiyor.”
“Sivil başkaldırı. Halk gücünün
farkına vardı. Vatandaş, deprem felaketi ve af rezaletinde demokrasi dersi
verdi. Kıvılcım deprem felaketinde çaktı. Yardıma koşan sivil toplum
kuruluşları Ankara’nın olumsuz tavrına karşı ‘ortak akıl’ üretti. Sağcısı, solcusu
101 kuruluş devlete ‘gölge etme’ çağrısı yaptı. Hareketin öncüsü, lideri yoktu.
Deprem ‘sivil uyanış’ için milat oldu. İkinci direniş ‘Af Yasası’nda
gerçekleşti. Bu kez bireyler sahneye çıktı. Çetelerin affedilmesine, katillerin
salıverilmesine telefonla, faksla, mektupla isyanlarını dile getirdiler...”
Üçüncü sektör ya da sivil
toplum kuruluşları ile ilgili olarak ortaya çıkan temel sorunları şu
şekilde sıralamak olanaklıdır: kişisel çıkarların ön plana alınması,
yolsuzluklar, rüşvet, benmerkezcilik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, toplumun
güveninin kaybolması, niteliksiz eleman bolluğu, kötü yönetim, planlama
eksikliği, hantal örgütsel yapılar, iç yönetimde demokratik süreçlerin
işleyememesi, temel politikaların ve stratejik planların yokluğu, hiyerarşik
merkezi yapının egemenliği, topluma karşı yabancılaşma, muhasebenin saydam
olmaması, resmi devlet kimliği ile bütünleşme, kuruluşu rant sağlama aracı
olarak görme, gerçek amaçlardan uzaklaşma, proje bazında hizmet üretememe,
politikacıların dayanılmaz ağırlığı, politik güdüler ve tercihler, öteki sivil
toplum kuruluşlarıyla işbirliği ve eşgüdüm içine girmeme, statükoculuk,
değişimi ve yenilenmeyi sağlayamama, denetim eksikliği, iletişim kopukluğu…
Öneriler
Daha önceki bölümde ayrıntıları ile belirlenen sorunlarla ilgili olarak
uygulanması yararlı sonuçlar doğurabilecek olan bazı çözüm önerileri aşağıda
belirtilmiştir:
Herşeyden önce belirtilmelidir ki, “devletin tekliği, ulusun bütünlüğü ve
vatanın bölünmezliği” temel ve değişmez ilkelerdir.
Ancak, buna karşılık, ülkede daha demokratik bir
toplumsal ve siyasal ortama geçilmesi yolunda hem gerçekçi bir gereksinim ve
hem de bu gereksinimin yukarıda belirtilen temel ilkelere zarar gelmeksizin
gerçekleştirilebilme olanakları vardır. Bu konuda ana hedef, daha önce sözü
edilen, “Fadime Sendromu’nu ortadan
kaldırmak olmalıdır. “Fadime”ler devlet kurumlarına tam bir güven duygusu
içinde ve yüreklerinde hiç bir korku olmaksızın meydanlara inebilmeli, -yanlış
ya da doğru- isteklerini ve dileklerini cesurca başbakanlarına iletebilmeli,
bunların dikkate alınacağından emin olmalı ve söylediklerinden ötürü Devletin
kendilerine haksız, yersiz ve yasa dışı baskı ve yaptırımlar uygulayabileceği
endişesinden uzak olmalıdır.
Devlet yönetiminde tam bir saydamlık sağlanmalıdır.
İnsan hakları tam ve mükemmel koşullar altında güvence altına alınmalıdır. Yukarıda
belirtilen temel ilkeler saklı kalmak koşuluyla, hiç bir gerekçe Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşlarının doğuştan sahip oldukları ve devredilemez ve
bölünemez nitelikli insan haklarını tam olarak kullanmasının önünde geçiktirici
ve engelleyici bir etmen olarak ortaya çıkmamalıdır.
İdam
cezası bütünüyle kaldırılmalıdır.
İşkence insanlık suçudur. İşkencenin her türü kesinlikle önlenmelidir.
Türkiye’de işkencenin varlığını kabul etmek; ancak, bunun bir devlet politikası
olmadığını söylemek işkencenin önlenmesi açısından yeterli değildir. Devletin
ana görevi işkenceyi önlemektir. Bu nedenle, devlet işkenceyi önlemeyi
amaçlayan önlemleri almak ve uygulamaya koymak zorundadır. Bu önlemler
işkenceye uğrayanların yeniden topluma kazandırılması önlemlerini ve
uğradıkları maddi ve manevi zararların devlet tarafından tazmin edilmesini de
içermelidir. Ödenecek tazminatlar işkenceyi yapanlara rücu edilmelidir.
Kürtçe dilinde yayın yapılabilmeli ve herkes
dilediği ismi alabilmelidir.
Haberleşmenin
mutlak özgürlüğü esas olmalıdır. Devlet, hiç bir şekilde
yurttaşların haberleşme özgürlüğünü kısıtlamamalı ve sansür etmemelidir. Telefon
ve mektup haberleşmesi -elektronik ortamda
gerçekleştirilen iletişim de dahil olmak üzere- izlenmemeli, açılmamalı ve
dinlenmemelidir. Kamu görevlilerinin ya da özel bazı kurum ve kuruluşların aksi
yöndeki eylem ve davranışları -Watergate örneğinde olduğu üzere- görevin kötüye
kullanılması ve özgürlüklerin kullanılmasının sınırlanması suçu kabul edilerek
kovuşturulmalıdır. Bu durumun tek istisnası, bu bölümün başında belirtilen
ölçütler ışığında, her bir olay için ayrı ve olaya özgü kalmak koşuluyla yargıç
kararının elde edilmiş olması hali olmalıdır.
MGK anayasal bir kurum olarak saklı tutulmalı ve
ana işlevi ulusal güvenlik politikasının hazırlanması, uygulanmasının izlenmesi
ve değerlendirilmesi olmalıdır. Ancak, MGK esas olarak bir danışma kurulu olarak düzenlenmeli, oluşum biçimi genişletilmeli, hem bazı yeni bakanların Kurul’a
katılmaları sağlanmalı ve hem de ana muhalefet partisinin lideri Kurul’a üye
olmalıdır. Kurul, görüşlerini hükümete “bildirmek” yerine “önermek” durumunda
olmalıdır. Bu değişiklik gerçekleşmiştir.
Demokratik rejimin işleyişine hiç bir şekilde müdahale edilmemelidir. Ara rejimler ve
yönetime el koyma girişimleri demokrasi ile bağdaşmayan uygulamalardır. Silahlı
kuvvetlerin ülkenin yönetimi ile ilgili görüş ve önerilerini yasal yollarla
ilgili kurumlara bildirmeleri elbette
son derecede doğal ve haklı bir yöntemdir. Ancak, bu haklılığın kullanılma
şekli, ülkede son sözün söylenme
hakkının seçilmiş ulus temsilcilerinin bütününün oluşturduğu TBMM’ne ait
olduğu ilkesini gölgede bırakacak ve TBMM’nin mutlak iradesini sorgulanabilir
duruma düşürecek biçem ve koşulların ortaya çıkmasına yol açmamalıdır.
Haber alma örgütleri birleştirilmelidir. Bunun
olanaklı olmaması durumunda ise, bu örgütler arasında işbirliği ve eşgüdüm
kesin olarak güvence altına alınmalı, bu örgütlerin birbirleriyle yarışmaları
ve birbirlerine düşmanlıkları önlenmeli ve farklı siyasal odakların kendi
kamusal haber alma örgütlerini kurma girişimleri ya da bu örgütleri kendi çıkarları ve amaçları doğrultusunda
kullanma istek ve girişimlerine kesin olarak olanak verilmemelidir.
12
Eylül yasaları Anayasa Mahkemesi denetimine tabi olmalıdır. Bu
amaçla, Anayasa’nın Geçici 15 inci maddesi değiştirilmelidir. Bu öngörü Ekim
2001’de gerçekleşmiştir.
Gerek ulusal düzeyde ve gerekse yerel düzeyde demokratik katılım süreçleri çeşitlenmeli,
zenginleştirilmeli ve kolay uygulanabilir kılınmalıdır. Seçilme yaşının
düşürülmesi, referandumun geliştirilmesi, kamusal nitelikli bazı kurum ve
kuruluşların yasa ve karar önerme yetkisine kavuşturulmaları, yerel meclislerin toplantılarının halka açık
olma ilkesinin kabulü ve seçilmiş organların görev süreleri dolmadan geri
çağrılabilmeleri bu yolda düşünülebilecek seçenekler arasındadır.
Hükümet dışı gönüllü kuruluşlar demokratik katılımı sağlayan ana
unsurlar olarak desteklenmeli, güçlendirilmeli ve özendirilmelidir.
Düşünce ve fikir yayma özgürlüğü mutlak güvence altına alınmalıdır. Ancak,
düşünce ve fikri yayma özgürlüğünün bazı kişiler tarafından “propaganda” yapmak
ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmasına da olanak verilmemelidir. Devlet,
özgür olmaları gereken basın ve yayın organları üzerinde yasa dışı hiç bir güç
ve yaptırım kullanmamalı, basının
otokontrolü esas olmalı ancak otokontrol gerçekçi bir işlerliğe ve
caydırıcı yaptırımlara kavuşturulmalıdır.
Toplumun daha kolay bir şekilde örgütlenebilmesi ve görüşlerini daha iyi
duyurabilmesi için Anayasa’da yer alan ve ilgili yasalarla pekiştirilen
kısıtlamalar ortadan kaldırılmalıdır. Dernek kurma hakkı ile ilgili olarak
Anayasa’da yapılan son değişiklikler bu yolda önemli bir açılım getirmiş
olmakla birlikte aynı yaklaşımın üzerinde kısıtlama uygulanan öteki kesimlere
ve toplantı ve gösteri yürüyüşü ile ilgili hak ve özgürlüklere yansıtılması
ülkede demokratikleşmenin geliştirilmesi bağlamında önemli yararlar
sağlayacaktır.
Özel sektörde çalışan işçilerin sendikal haklarını daha kolay
kullanabilmeleri için mevcut yasalarda var olan ve hakkın kullanılmasını
zorlaştırıcı ve güçleştirici nitelikte olan engeller ortadan kaldırılmalıdır.
Siyaset yapması yasaklı gruplar kavramı ortadan kaldırılmalıdır. Bilim adamları ve öğrenciler üzerindeki
yasakların Anayasa değişikliği ile kaldırılması önemli bir gelişme yaratmıştır.
Söz konusu değişikliklerin anlamlı sonuçlar üretmesi bu konuda çıkarılacak
yasalara bağlı kılındığından konu ile ilgili yasaların bir an önce yürürlüğe
konulması sağlanmalıdır.
Öte yandan,
kamu görevlilerinin yerel yönetim meclislerinde yer alamamaları ile ilgili
düzenlemelerin gözden geçirilmesi ve en azından bu kişilere yerel yönetim
meclislerinde üye olmak hakkının verilmesi gerekmektedir.
Türk toplumu çok genç bir nüfus yapısına sahiptir.
Seçme ve seçilme yaşının yüksekliği önemli büyüklükteki nüfus gruplarının
demokratik haklarını kullanamamaları ile sonuçlanmaktadır. 1995 yılında yapılan
Anayasa değişikliği ile seçme yaşı 18’e indirilmiş ancak seçilme yaşında bir
değişiklik yapılmamıştır. Seçilme
yaşının aşağıya çekilmesi demokratik katılımın gençleşmesine yol açacaktır.
Devlet organlarının vatandaşlarla ilişkilerinde
egemen olduğu gözlemlenen güvensizlik
ortamı belirgin bir güven ortamına dönüştürülmeli ve bu ortamın yaratılması
için bu yolda mevcut mevzuatta yer alan hükümler düzeltilmelidir.
BÖLÜM 11
TÜRKİYE’DE
SİYASET,
SİYASETÇİ
VE
SİYASAL PARTİLER SORUNU
Görünüm
Siyasal
partilerimizden ve politikacılarımızdan topluma yansıyan bazı olaylar…
“Uzlaştılar ve kurtuldular. CHP’nin hem Yılmaz’ı,
hem de Çiller’i Yüce Divan’a gönderme hesabını, ANAP’la DYP arasındaki yeni
hükümet pazarlıkları bozdu. İki parti, liderlerinin Yüce Divan’a gitmesini
önlemek için son anda uzlaştı. Çiller’in Malvarlığını Soruşturma Komisyonu’nun
dünkü toplantısında FP, ANAP, DYP ve DSP birlikte hareket etti. Çiller’in Yüce
Divan’a gitmesi, 2 CHP’linin kabul oyuna karşılık 12 oyla reddedildi. Aynı
saatlerde Başbakan Mesut Yılmaz’ın Malvarlığını Soruşturma Komisyonu’nda da benzer
manzara yaşandı. FP’nin ve CHP’ye destek vermesine karşın Yılmaz’ın Yüce
Divan’a gitmesi 5’e karşı 10 oyla kabul edilmedi.”
“Hoca
meğer üyeymiş. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, RP lideri Erbakan’ın, başında
Kaddafi’nin bulunduğu Uluslararası İslam Halk Komutanlığı’na üyeliğini resmen
doğruladı.”
“Yüce
Divan yolu. Selçuk Parsadan’ın mahkumiyetini dün onaylayan Yargıtay 6. Ceza
Dairesi, örtülü ödeneğin 5.5 milyar lira dolandırıldığını da tesçil etti.”
“Flash
TV baskınında DYP kuşkusu. TBBM Araştırma Komisyonu’nun raporunda ‘dönemin
DYP’li Ulaştırma Bakanı’nın başından beri olayların içinde olduğu kuşkularının
arttığı’ belirtildi.”
“Telefon
dinleme skandalı. Anayasa’nın 22’nci maddesini ihlal edip, gizlice
kaydettirdiği Doğan Holding ve Hürriyet Gazetesi yöneticilerinin özel telefon
görüşmelerini açıklayan DYP Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener suç işledi.
Bu suçun hatırlatılması üzerine sinirlenen Akşener, ‘Ben de bedelini öderim’
dedi.”
“Konak’taki
çete ‘tele-kulakla’ yakalandı. … Partisi Konak İlçe Başkanı İzmir’de çete
kurarak ihaleleri alıp haraç topladığı iddiasıyla gözaltına alındı.”
“…
Meclis’te kadın dövdü. … Milletvekili, döner kapıdan yavaş geçtiği gerekçesiyle
… adlı kadını bir tokatta yere serdi.”
“
‘İllallah’ dedirten … milletvekili. Torpilleriyle bürokratları canından
bezdiren milletvekili, bir düğünde ortalığı ayağa kaldırdı. Milletvekili,
peşpeşe silah sıkıp panik yaşatırken, yanına gelen polisleri de ‘Siz kim
oluyorsunuz da neşemizi bozuyorsunuz?’ diye kovdu.”
“Milletvekili
trafik polisini dövdü.”
“… İl
Başkanı bakanlıkta oda bastı. İl Başkanı, Sağlık Bakanlığı Personel Genel
Müdürü’nü, kendisiyle görüşmediği gerekçesiyle odasını basarak tartakladı.”
Yukarıda,
yalnızca bazı örnekleri verilen olayların da işaret ettiği üzere, Türk siyasal
rejimini ve demokratik düzenini yakından etkileyen sorun alanlarından birinin
siyasal parti sisteminin yozlaşması olduğu hiç bir kuşkuya ve duraksamaya yer
bırakmayacak kadar açık bir olgudur.
Siyasal
parti sisteminin yozlaşmasına yol açan nedenlerin başında siyasal partilerde
kamu yararını gerçekleştirme amaç, ideal ve anlayışının terkedilmesi ve parti
yöneticilerinin ve üyelerinin siyasal ve ekonomik gelecek beklentilerinin
sisteme egemen olması gelmektedir.
Bunun
yanında, sistemin önemli oranda israfa yönelik olması ve siyasal uzlaşmayı
zorlaştıran niteliklere sahip olması da üzerinde ısrarla durulan sorun odakları
arasında yer almaktadır. [192]
Siyasal
Partilerin Kurumsallaşamaması Sorunu
Demokrasilerin
vazgeçilmez kurumunun siyasal partiler olduğu sloganı kuşkusuz doğrudur. Doğru
olan bir başka yargı da siyasal partilerin kurumsal yapılarının sağlıklı ve
güçlü olduğu ölçüde demokrasinin de o ölçüde güçlü ve sağlıklı olacağıdır. Bu
açıdan bakıldığında ülkemizde siyasal
partilerin kurumsallaşma düzeyinin yeterince güçlü ve sağlıklı olmadığı
görülmektedir. [193]
Bu savı
doğrulayan önemli kanıtlardan birini Fazilet Partisi ortaya koymuştur. Sıkı bir
otorite anlayışına ve tek kişinin değişmez liderliğine (‘de iure’ ya da ‘de facto’)
dayalı olan bu Parti, son Genel Kurulu’nda partinin lideri ve genel merkezi
tarafından onaylanmayan ikinci bir genel başkan adayının ortaya çıkması üzerine
bu adayı saf dışı bırakmak amacıyla Parti Tüzüğü’nde ani ve parti örgütüne
yeterince duyurulmayan değişiklikler yaparak parti organları için yapılacak
seçimlerde uygulanması gereken ilke ve kuralları değiştirmiştir. Yargıtay
Başsavcılığı da bu değişikliği yasaya aykırı bularak Kongre’nin hukuksal açıdan
geçersiz olduğunu açıklamıştır.
Bu
durum, ülkemizde birinci parti konumuna gelmiş partilerin dahi yeterince kurumsallaşamadığını
göstermektedir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, tüm siyasal partiler, parti
içi demokrasi, tartışma özgürlüğü ve üyelerin liderden farklı davranabilmeleri
açılarından önemli sınırlılıklar
içinde bulunmaktadır.
CHP’nin eski Genel Başkanı Altan Öymen döneminde
hazırlıklarına başlanan yeni parti tüzüğü çok eski bir parti olmasına karşın
CHP’ye bazı yeni ilkesel yenilikler
getirmek istemiştir. Parti’nin kurumsal yapısını güçlendirmeyi amaçlayan
yeniliklerin bir kesimi şöyle: genel seçimlerde başarısız olan parti
yönetiminin görevden ayrılmak zorunda bırakılması, mal ve servet beyanı ilkesi,
seçim ve kampanya harcamalarında saydamlık ilkesi, kamu kurumlarıyla ekonomik
ve ticari ilişkide bulunmamak ilkesi, ocak örgütlenmesi ilkesi, kadınlara kota
ilkesi ve üye aylıklarının ödenmesi zorunluluğu.
Pek çok batılı demokraside siyasal partilerin
genel alışkanlıkları ve yazılı kuralları içine girmiş bu ve benzeri kavramların
ülkenin en eski partisi olan CHP ile
yeni tanışmakta olması ülkemizdeki siyasal partilerin kurumsallaşma düzeyinin
ne denli geri olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Bu
konuda en önemli değerlendirmelerden biri 10 uncu Cumhurbaşkanı Sezer’den
gelmiştir. Sezer, parti içi demokrasi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türkiye’de demokratikleşmeyi istiyorsanız
bunu önce Siyasi Partiler Kanunu’ndan başlatın. Bugün Türkiye’de
demokratikleşmenin önündeki engellerden biri Siyasi Partiler Kanunu’dur. Bunun
en kısa zamanda değişmesi gerekir. Milletvekillerini biz mi seçiyoruz, halk mı
seçiyor? Liderler seçiyor. İşte bu ve benzeri maddelerin değişmesi gerekir.” [194]
Türkiye’de Politik Etik ve Politikacının Etik
Anlayışı
Ülkemizde politik sistemin
içinde bulunduğu etik çerçevenin anlaşılabilmesi için ilginç örnek olaylar
ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu örnek olayların irdelenmesi politikanın ahlak profilinin belirlenmesi
bakımından önem taşımaktadır.
İncelenmesi gereken örnek
olaylardan birincisi, süresi dolan dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’in süresinin
uzatılması için iktidar partileri tarafından geliştirilen ve muhalefet
partileri tarafından da büyük çapta benimsendiği anlaşılan yöntemdir. Burada,
bizim açımızdan önemli olan nokta, kimin ne kadar süre ile Cumhurbaşkanı olması
değil fakat bu önemli sorunun
çözümlenmesi için geliştirilen modelin etik boyutlarıdır. Geliştirilen
çözüm modeline göre, Anayasa’da değişiklik yapılarak, Cumhurbaşkanı’nın görev
süresi yedi yıldan beş yıla indirilecek ancak buna karşılık aynı kimsenin iki
kez arka arkaya aynı göreve seçilebilmesi olanaklı olacaktır. Kuşkusuz, bu bir
siyasal çözümdür ve eleştirilebilecek bir yanı yoktur.
Ancak, yine Anayasa’ya göre, bu
önerinin referanduma gitme zorunluluğu olmadan kabul edilebilmesi için gerekli
oyu iktidar partileri sağlayamamakta ve ayrıca da miletvekillerinin gizli
yapılacak oylamada nasıl oy kullanacakları bilinememektedir.
Bu şüphelerin aşılabilmesi için
ve Cumhurbaşkanlığı ile ilgili Anayasa değişikliği önerisinin gerçekleşmesini
sağlamak amacıyla geliştirilen yöntem iki konuda ödün verilmesinden
oluşmaktadır. Bunlardan biri, milletvekilleri aylıklarının doğrudan TBMM tarafından
belirlenmesine ve böylelikle de milletvekillerinin istedikleri kadar aylık
alabilmelerine olanak sağlayan Anayasa değişikliğidir. İkinci ödün de,
Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava
açılmış olan Fazilet Partisi’ne mensup üyelerin oylarının alınabilmesi için
Anayasa’nın siyasal partilerin kapatılması ile ilgili hükümlerinin parti
kapatmanın olanaksız derecede zorlaştırılmasını sağlayacak düzeyde
değiştirilmesidir. Her iki önerinin, Cumhurbaşkanı’nın seçimi ile ilgili
değişiklikle birlikte ve bir arada oylanması öngörülmüştür. Böylelikle,
Cumhurbaşkanı’nın süresinin uzatılması güvence altına alınacaktır. Bunun
karşılığında, milletvekilerine ve milletvekili emeklilerine sınırsız aylık
artışı ve kapatılması öngörülen bir partinin kapatılmasının olanaksız duruma
getirilmesi ödün olarak verilecektir. İşte bu formül Türkiye’de politikanın
etik çizgisini ortaya koymak bakımından büyük bir önem taşımaktadır.
Konuya ilişkin görüşlerini
açıklayan Mümtaz Soysal şunları yazmaktadır: “15 Şubat (2000) günü Zimbabwe’de halkoylaması yapıldı ve önerilen bir
anayasa değişikliği yüzde 55 çoğunlukla reddedildi. Değişiklik, Cumhurbaşkanı
Robert Mugabe’nin altışar yıllık iki dönem daha başkanlık yapmasını
öngörmekteydi… Halkoylamasında ‘evet’ çıksın diye, oya sunulan aynı metne
Anayasa’nın 57. maddesini değiştiren bir hüküm eklemişler; buna göre,
değişiklik kabul edilirse, İngiliz yönetiminden kalan beyazların elindeki topraklar
da kamulaştırılacakmış. Yine de sonuç ‘hayır’ çıkmış. Beş milyon seçmenin 3
milyon 700 bini sandık başına bile gitmemiş… Türk demokrasisinin düne kadar
sömürge durumunda olan bir Kara Afrika ülkesiyle aynı paralele düşmüş olması
hazin bir olaydır. ‘Beş artı beş’ formülünü Meclis’ten geçirmek için kuyruğuna
‘kıyak emeklilik’ ve ‘parti kapatmayı zorlaştırma’ maddelerini eklemeye
kalkışmanın başka anlamı var mı?” [195]
Üzerinde durulması gereken bir
başka örnek olay da, milletvekili
emeklilerinin aylıklarını artırmak üzere geliştirilen siyasal çözüm modelidir. 1984
yılından beri 17 kez gündeme getirilen, 9 kez Cumhurbaşkanı tarafından iade
edilen, 8 kez Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği düzenleme TBMM tarafından bir
kez daha kabul edilmiştir. Ancak bu kez, yasanın kapsamı değiştirilmiş ve yargı ile birlikte bazı üst düzey
bürokratlar da yasa kapsamı içine alınmıştır.
Tasarının yasalaşması için de özel bir yöntem kullanıldığı
anlaşılmıştır. Önerinin, TBMM Kanunlar ve Kararlar Dairesi’nce incelenmesine
izin verilmemiş, olması gerekenin aksine, hükümetin görüşü sorulmamış, “spekülasyonlara
yol açmamak için” öneri basına dağıtılmamış ve aniden geldiği Bütçe ve Plan
Komisyonu’nda görüşülmeksizin kabul edilmiştir.
TBMM’de görüşülmesi sırasında
öneriyi savunan Komisyon Başkanı Metin Şahin’in şu sözleri dikkat çekicidir: “Eğer milletvekillerine hizmetlerin
karşılığı olan maaşı vermezseniz sıkıntı çeker ve gelir getirici başka
arayışlara girer.” [196]
Güngör Uras, bu olayla ilgili
yorumunda şunları yazmaktadır: “Bundan
önce Anayasa Mahkemesi’nin 8 defa iptal ettiği ve de sadece kendilerini
ilgilendiren bir kanunu milletvekillerinin ‘allayıp, pullayarak ve de şeklini
değiştirerek’ bir daha kanunlaştırmaya çalışmaları ‘kanuna karşı’ hiledir... Bu
defa milletvekilleri ‘hile’nin de ötesine geçerek kanunun Anayasa Mahkemesi’nde
iptalini önlemek için ‘rüşvet’ dağıtmaya kalkmış durumdadır. Milletvekilleri
için çıkarılacak ‘kıyak emeklilik’ kanununun Anayasa Mahkemesi tarafından
iptalini önlemek için ‘milletvekillerine sağlanan kıyaklar’ yanında, Anayasa
Mahkemesi üyeleri ile yüksek rütbeli subaylara da ‘kıyak ödeme’ yapılması için
kanuna eklemeler yapılmış… Kasım ayının sonlarında milletvekillerimiz ‘Deprem
oldu… Bu depremden zarar görenlere yardım için ek vergi çıkaralım’ dediler...
Depremden yürekleri yanan Türk halkı ‘deprem vergisini’ ‘gık çıkarmadan’ içine
sindirdi. Deprem vergisi tebliği… yayınlandı… Tabloya bakıyorum. Köyde yaşayan
bir bakkalın, bir minibüsçünün yıllık geliri 31 milyon 800 bin lirayı aşıyor
ise vatan borcu olarak 1 milyon 590 bin lira ‘deprem vergisi’ ödeyecek…Ücretler
üzerindeki ‘deprem vergisi’ ile ilgili maddeyi okudum. 1998 yılında ücret
geliri 12 milyar lirayı aşmayanlardan deprem vergisi alınmayacak diye madde
konulmuş… Köydeki bakkal… yıllık geliri 31 milyon lirayı aştı diye vergi
veriyor da ücretli 12 milyar lira için neden hiç vergi ödemiyor?… Öğrendim ki,
1998 yılında milletvekillerimize ‘ücret’ adı ile yapılan ödemelerin toplamı 12
milyarı geçmiyormuş. Diğer ödemeler ‘tazminat’, ‘yolluk’ gibi başka isimlerle
yapılıyormuş. Bunun için 12 milyar liranın altındaki ücretler vergi dışında
kalınca saygıdeğer milletvekilerimiz deprem vergisi ödemekten kurtulmuş.
Bazıları buna kanuna karşı hile, bazıları da ‘ayıp’ diyor.” [197]
Oysa, bu olayın içinde yer
aldığı mali yılın Bütçe Kanunu, enflasyonla
mücadeleyi gerekçe göstererek, tüm kamu çalışanlarının aylık artışlarını yüzde
25 ile sınırlandırmış ve gerek halktan ve gerekse özel sektörden enflasyonla
mücadele hedefinin tutturulması için azami özveri istemiştir.
Buna karşılık, dünyanın bir çok
ülkesinde yasama organı üyelerinin kendi aylık ve ödeneklerini kendilerinin saptamadığı görülmektedir.
Örneğin, İsrail’de aylıklar bağımsız bir komite tarafından saptanmaktadır. Bir
çok ülkede de, yapılan artışların bir sonraki dönem itibarıyla yürürlüğe
gireceği hüküm altına alınmaktadır.
Türkiye’de politikacının
davranışlarını uzun yıllardan bu yana belirleyen bir başka etmen de, din olmuştur. Yurttaşların dinsel
eğilimlerini partileri açısından oya dönüştürmek isteyen politikacılar dinden,
din akımlarından, dinsel nitelikli örgütlenmelerden ve din adamlarından sürekli
olarak yararlanmak istemişlerdir. Toplumun eğitim düzeyinin yetersizliği ve
dinsel inançların bireysel davranışları belirlemedeki gücü bu yoldaki
yönlendirmeleri kolaylaştıran bir unsur olmuştur.
Nitekim, Meclis Anayasa
Komisyonu, türbanın Meclis Genel
Kurulu’nda giyilmesinin yasak olduğunu karar altına almaya cesaret edememiştir.
Yaşanan son türbanlı bayan milletvekili nedeniyle, İçtüzük’ün 52 nci maddesinde
değişiklik yaparak bayan TBMM üyeleri ile görevlilerinin başı açık olarak görev
yapmalarını öngören girişim komisyonda kabul görmemiş ve önerge 5’e karşı 10
oyla reddedilmiştir.
Yine, TBMM tarihinde ilk kez
olmak üzere, Cuma namazı nedeniyle Genel
Kurul çalışmalarına ara verilmiştir. Oysa, üzerine yemin edilen laiklik
ilkesi din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngörmektedir.
Dini değerleri ön plana
çıkararak politika yapan bir siyasal partinin mesleği giysi tanıtmak olan bayan mankenleri, yani bir anlamda
cinselliği, politik çıkar ve destek amacıyla kullanmaya çalışması, ülkemizde siyasal etik anlayışının düzeyini
göstermesi bakımından dikkatle irdelenmek durumunda olan bir başka politik
davranış biçimidir.
Siyaset
adamı ile yakın ilişkili bir başka önemli kavram da, tarikat kavramıdır. Türkiye, geçmiş 50 yılında, bu olgu ile sık sık
yüzyüze gelmiştir. Siyaset adamları tarikat liderlerinden sürekli olarak oy
beklemişlerdir. Bunun bedeli ve karşılığı da Cumhuriyet’in Anayasa’da sıralanan
özelliklerinden ve “devrim yasaları”ndan ödün verilmesi olmuştur.
Politikanın ve politikacının
etik anlayışını belirleyen bir başka etmen de politikacı-işadamı ilişkileridir. İşadamlarının bürokrasi ile ilişkilerini düzenleyen ve
sermayenin yasal ya da yasal olmayan işlerini parasal karşılık sağlayarak takip
eden millet temsilcilerinin varlığı hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte
bir gerçektir.
Bu durum bizzat TÜSİAD
yöneticileri tarafından da dile getirilmektedir. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı
Erkut Yücaoğlu, seçilen milletvekilerinin meclise para kazanmak amacıyla
gittiğini savunarak şunları söylemektedir: “Biz
milletvekillerinin gerekli yasal düzenlemeyi yapmalarını beklerken, onlar iş
takip etmek, para kazanmak için meclise gidiyor”. [198]
Bazı işadamları ise bu görüşü
çok daha ileri götürerek milletvekillerinin parayla satın alınabildiğini
süylemektedirler. Kanal D’de yayınlanan “Teke
Tek” programında Fatih Altaylı’nın sorularını yanıtlayan Jet-Pa Holding’in
sahibi Fadıl Akgündüz kamuoyu önünde şunları ileri sürmüştür: “İsteseydim Sergen’e verdiğim parayla
milletvekili satın alırdım. Ben dedim ki, bazı şirketler var ki gizliden
gizliye gidip milletvekili satın alıyor. Bunu herkes konuşuyor… Eğer isteseydim
şirketimin bir yatırımı olarak, Jet-Pa’nın ihtiyacı olsaydı, Sergen’e yaptığım
yatırımla 20-25 tane milletvekili alırdım. 10 milyara, 50 milyara, 30 milyara
milletvekili alıyorsun.” Altaylı’nın “O
kadar ucuz mu? sorusuna Akgündüz şu yanıtı veriyor: “O kadar ucuz. Seçimden sonra da göreceksiniz ne kadar hareket olacak
Meclis’te.” [199]
Soruna kendi açılarından çözüm
getirmek isteyen TÜSİAD, “iş ahlakı ilkeleri”ni yenilemek üzere çalışmalara
başlamış ve yeni ilkeler arasına politikacı-işadamı ilişkilerini de almıştır: “Şirketler, yan kuruluşları, iştirakleri ile
bağlı oldukları şirket veya kuruluşlarında, aktif görevde olan
milletvekillerini ve kamu görevlilerini istihdam etmezler, yönetim, denetim ve
diğer hiç bir organlarında görev vermezler. Kendilerinden ne ad ve nam altında
olursa olsun danışmanlık, temsilcilik, aracılık, bilirkişilik vs. hizmet talep
etmezler. Böyle bir ilişki içinde olmaz ve kanunların elverdiği şekil ve
limitlerin dışında maddi yardımda bulunmaz, açıkça bir siyasi partiyi ya da
politikacıyı desteklemezler. Siyasi parti üyelerini çıkar beklentisi ile
istihdam etmezler. Çalışmalarının siyasi partilerle olan ilişkilerini kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirmez ve bu ilişkilerden çıkar elde etmeye
çalışmazlar.” [200]
Nitekim, DYP eski Genel Başkanı
adayı Köksal Toptan “Balina
Operasyonu’nun lideri M.N.’dan 100 milyar değil 15 milyar aldım” diyerek
politikacı ile işadamları arasındaki parasal ilişkileri açıklayan ilk kişi
olmuştur. Toptan, politikanın finansmanı konusunda şu itirafta bulunmaktadır: “Türkiye’de kendi öz serveti olmayan
milletvekilleri, seçim ve kongre masraflarını eş dost yardımları ile
karşılıyorlar. DYP Genel Merkezi geçen yıl teşkilatlara para gönderemiyordu.
Seçim ve kongre masrafları adayların üstünde kalıyordu. Sayın M.N. de o
çerçevede bana bir miktar yardımda bulunmuştur.” [201]
Türkiye’de
siyasetin çok olumsuz yönlerinden bir başkası da, siyasetçi-yeraltı suç örgütleri-işadamı üçgeni arasında kurulan
ilişkilerdir. Ülkede, hepsi olmasa dahi, bir kısım siyasetçinin, ekonomik
gücünü sermaye sahiplerinden ve vurucu gücünü de yasa dışı ve yeraltı
etkinliklerde bulunan gruplardan almaya çalıştığı yolunda güçlü bir inanç
vardır.
Siyasette
güçlenebilmenin ve yükselebilmenin yolu ve koşulu olarak para ve kaba güç
etmenleri ön plana çıkmaktadır. Kuşkusuz, bu olanaklar siyasetçiye karşılıksız
olarak sunulmamakta ve desteğin faturası zaman zaman önlerine konulmakta ve
desteğin bedeli ödetilmektedir. Türkiye’de siyaset yapma pratiğinin özünde ve
temelinde yer alan bu olgu siyaseti ve
dolayısıyla da demokrasiyi kirletmektedir.
Bu konuda bir açıklama yapan
TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan, “yeraltı
suç örgütleri-siyasetçi zincirini kırın” çağrısı yapmaktadır. Kayhan, “Siyasette reformu iş dünyası rastgele
gündeme almadı. Mevcut siyasal sistemden herkes rahatsız… Meclis’te farklı
kompozisyonlar içinde de olsa, siyasal reformlara destek bulmak mümkün. Siz
iktidarı çeteleri temizleme taahhüdü ile aldınız. İlişkiler ağının uç
noktalarında bazı isimler yakalanıyor ve adalete teslim ediliyor, ama zincirin
halkaları bir türlü tamamlanamıyor. Susurluk bilmecesi çözülemediği gibi, ülke
hergün yeni bilmecelerle yüz yüze kalıyor. Bu bilmecelerin kamu vicdanını
tatmin edecek biçimde çözülmesi için yeraltı suç örgütleri ile siyasetçi
bağının kalıcı olarak koparılması zorunlu. Bu bağ koparıldığında, yeraltı suç
örgütleri mensuplarının işadamı kılığında meşrulaşma çabalarına destek sağlayan
her türlü siyasi rant operasyonunun da damarları kesilmiş olacaktır” demektedir.
[202]
Ülkemizde politik etiğin içinde
bulunduğu koşullar açısından bir başka belirleyici örnek olay da, yargılanmaları gereken bazı siyasal
liderlerin karşılıklı anlaşma ve destek yoluyla birbirlerini aklamaları ve
böylelikle de hesap vermekten sıyrılmaları olgusudur.
Bu örneklerden en sonuncusu
ANAP Lideri Mesut Yılmaz ile DYP Lideri Tansu Çiller’in birbirlerini aklama
operasyonudur. DSP Lideri Bülent Ecevit de çeşitli gerekçelerle bu aklama
içinde rol ve pay sahibi olmuştur. Böylelikle, her iki lider de haklarında alınan
Yüce Divan’a “gönderilmeme” kararı ile hesap vermek zorunluluğundan
kurtulmuşlardır.
Politik etik düzeyini
belirleyen bir başka unsur da milletvekillerinin partiler arasında yaptıkları transferlerdir. Bir anlamda,
kendilerini ve sahip oldukları siyasal düşünceyi parlamentoda temsil etmeye söz
verdikleri seçmenlerin oylarına ihanet etmek anlamına gelen bu eylem türü
ülkemizde politikacının bireysel çıkarlarının bir savunma aracı olarak
kullanılmaktadır.
Partisi ile açmaza düşen
milletvekili kendisine oy veren
yüzbinlerce insanın oyunu kendisine oy verilmemiş bir başka partiye
taşıyabilmektedir. Bu eylem türü yüzbinlerin kandırılmasından, ancak beş yılda
bir kullanabildikleri demokratik haklarının gasbından ve oylarının boşa
çıkarılmasından başka bir şey değildir. Ekonomik ve siyasal çıkar sağlamak
amacıyla bu tür bir davranışın sergilenebilmesi ve bu eylemin sıradanlık
niteliği kazanması ülkemizde politikanın ve politikacının etik anlayışını
sergileyen bir başka olgudur.
Etik anlayışın bir başka
görüntüsü de, yasama görevinin yerine
getiriliş biçimidir. Temas ve incelemelerde bulunmak üzere yurt dışına
giden yasama heyetlerinin bir kısım üyelerinin bu çalışmalarda bulunmak yerine
zamanını eğlence yerlerinde geçirdiği anlaşılmıştır. Bir görevlinin şu sözleri
dikkat çekicidir: “Heyeti gezdirmekle
görevli kişiler emir kuludur. Söylenileni yapmak durumundadırlar. Bu tür
eğlence yerlerine gitmek her gelen heyette alışkanlık olmuş”. [203]
Nitekim, temiz siyaset için yasama dokunulmazlığının sınırlandırılmasını isteyen ve bu amaçla
Anayasa’da değişiklik yapılmasını öngören tasarısına TBMM Genel Kurulu’nda
ancak 300 evet oyu verilebilmiş ve referanduma gidebilmek için gerekli olan 367
oy toplanamamıştır.
Milletvekilleri, dokunulmazlıklarının
kaldırılmasını ve hatta sınırlandırılmasını istememektedirler. Bu nedenle,
dokunulmazlıkların kaldırılması için yapılan Anayasa ve Adalet Komisyonu
toplantıları sıklıkla kavgalara sahne olmaktadır. Bu bağlamda en sık kullanılan
yöntemlerden biri de dokunulmazlık
dosyasının karara bağlanmasının yasama dönemi sonuna bırakılması, yani rafa
kaldırılmasıdır.
Türkiye’de siyasetin
kirlendiğini ve Türk halkının parlamentoya güvenmediğini belirten MHP Genel
Başkan Yardımcısı Bülent Yahnici’nin ABD ve İngiltere’den bazı parlamenterleri
TBMM’ne davet ederek “Siyasi Etik Nedir?” konulu konferanslar verdirtmesi ülkemizde
bu konuda karşılaşılan en ilginç güncel olaylardan birisi olmuştur. Yahnici bu
girişimle ilgili olarak, “Yürütme, yargı
ve yasama erkinden TBMM’yi çıkarttığınız takdirde demokratik cumhuriyetten
bahsetmek mümkün değil. TBMM güçlü ve itibarlı olmak zorundadır. Parlamento,
ahlaklı ya da ahlaksız diye vasıflandırılamaz. Parlamenter ahlaklı ya da
ahlaksızdır. Parlamenterler örnek teşkil etmeli. Soygun, vurgun, rüşvet ve
ahlaksızlığa değil, bunlarla mücadeleye örnek olmalıdır. Türkiye’de etik ile
ilgili yasalar var ama bunların düzgün uygulanması lazım” demiştir. [204]
Siyasi ahlak konusunda
İstanbul’da bir konferans veren İsrail Meclisi “Knesset” üyesi Abraham Poraz kendi ülkesinde geçerli etik anlayışı
konusunda şu örnekleri vermektedir: “İzak
Rabin, Washington Büyükelçiliği yaptığı dönemde karısı adına açtığı birkaç bin
dolarlık banka hesabı yüzünden başbakanlıktan istifa etmişti. İsrail yurttaşlarının yabancı bankalarda
hesap açmaları yasaktır… Rabin’in bir tarihte açtığı sonradan unuttuğu bu küçük
banka hesabı 1977 yılında ortaya çıktı. Rabin derhal istifa etti. Eşi de para
cezası ödemeye mahkum oldu… Netanyahu ve karısı hakkında da benzer bir
soruşturma devam ediyor. Yasa gereği, resmi sıfatınızla aldığınız ...
hediyelerin değeri 100 doları aşıyorsa o hediye devletindir. Makamınızdan
ayrılırken bırakmanız gerekir. Netanyahu ve eşinin bu tip hediyeleri yanlarında
götürdükleri iddia ediliyor… Yakın bir tarihte bir eski İçişleri Bakanımız
rüşvet almaktan hapse girdi… Milletvekilleri … otobanlarda 110 kilometrelik hız
limitini aştıklarında veya araçlarını yanlış yere park ettiklerinde mahkemeye
veriliyor, cezası neyse ödüyorlar. Yasal soruşturmayı gerekli kılan hallerde
milletvekili dokunulmazlığı engel teşkil etmiyor… Milletvekilleri, yasama
görevi dışında herhangi bir iş yapamazlar İsrail’de… Yapabileceğimiz tek iş kitap
yazmak. Eğer yeteneğiniz varsa opera da yazabilirsiniz. Meclis üyeleri
maaşlarını kendileri belirleyemiyor. Kendi kendilerine kıyak yapabilecekleri
düşüncesiyle. Bağımsız bir komite tarafından saptanıyor maaşlar. Şu an net 3
bin dolar civarında maaş alıyoruz.” [205]
Siyasal etik sorunu, kuşkusuz,
yalnızca ülkemize özgü bir sorun değildir. Rusya’da Yeltsin, Almanya’da Kohl,
İsrail’de Netanyahu ve Weizman içinde bulunduğumuz günlerin dünya çapında
konuşulan konularıdır.
Günümüzde, özellikle,
gelişmekte olan ülkelerde yoğunlaşan siyasal etik sorunu bakımından ülkeleri
etik sorunu olanlar ya da olmayanlar şeklinde ikiye ayırmanın yanlış olduğu
anlaşılmaktadır. Doğru olan ayrım ise siyasal etiği koruma altına alacak güvencelerin
geliştirilmiş ya da geliştirilmemiş olduğudur. Tüm gelişmekte olan ülkeler gibi
ülkemiz de ikinci grupta yer almaktadır.
Türkiye’de kurumsal politikanın
etik çizgisi yukarıda temel özellikleriyle belirtilmeye çalışılmıştır.
Ancak, bu konuda Ocak 2001’de
meydana gelen bir olaya özellikle değinmek gerekmektedir. TBMM Genel
Kurulu’nda, İçtüzük değişikliği ile ilgili olarak yapılan görüşmeler sırasında
iktidar ve muhalefet partilerine mensup milletvekilleri arasında yaşanan kavga
ve tartışmalar sırasında, Şanlıurfa milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu büyük bir
olasılıkla aldığı yumruk darbeleri sonucunda kalp krizi geçirerek yaşama veda
etmiştir. Bu somut olgu, yasama ve etik sorununun ülkemizde ne denli büyük bir
açmaz içinde olduğunu açıklıkla ortaya koymaktaır.
Türkiye’de
siyaset yapma sürecinin en başta gelen sorunlarından birini etik kavramının göreli yokluğu
oluşturmaktadır. Ulusal ve yerel siyaset adamları arasında sıklıkla görülen,
Machiavelle’ci davranış ve yaklaşımlar, bireysel çıkarların her şeyin önünde ve
üstünde tutulması, yurttaşların kanun önünde eşitliği ilkesini bozan ve
yasalara aykırı kayırmalara çıkar karşılığı göz yumulması ve hatta yardımcı
olunması, Türkiye’de siyasetin uygulanma koşulları çerçevesinde etik kavramının
önemsiz ve değersiz bir kavram ve olgu olarak gözardı edilmesi ve bir yana
bırakılması ile sonuçlanmaktadır.
Yukarıda
verilen bazı örnek olaylar, ülkede sıklıkla görülen ve halk vicdanında da uzun
yıllardan bu yana sürdürüldüğüne inanılan bu olumsuz ve tehlikeli olgunun sayısız örneklerinden yalnıza bir kaçıdır.
Arı
Düşünce ve Toplumsal Gelişim Derneği tarafından hazırlanan “Ahlaki Yeniden
Yapılanma ve Toplam Ahlaka Doğru: 3- Siyasal Ahlak” başlıklı raporda, siyasal
ahlakın bozulması ve siyasal yozlaşmanın giderek yaygınlaştığı, bunun da tüm
toplum üzerinde etkili olduğu belirtilmektedir. Raporda, siyasal karar alma
sürecinde yaşanan yozlaşmaların günümüz modern toplumlarında rüşvet, irtikap,
zimmet, ihtilas ve adam kayırmacılıkla sınırlı olmadığı; hizmet kayırmacılığı,
oy ticareti, lobicilik, rant kollama, siyasal manipülasyon ve benzeri
yozlaşmalar da yaşandığı işleri sürülmektedir. Raporda, “Temiz siyaset arayışındaki toplumlarda kamu yönetiminde yeniden
yapılanma reformu mutlaka yapılmalıdır” denilmektedir. [206]
Oligarşik Yönetim Yapısı
“Partilerde oligarşi var” diyen Prof. Dr. Hurşit Güneş
şunları belirtmektedir: “Bence yaşanan
bir ideal ve fikir erozyonu. Siyasi partiler fikri farklılıklarını büyük ölçüde
erozyona uğratarak birbirlerinden oy çalmaya çalıştılar. Bu siyasi partileri
yozlaştırdı, kendi ideolojik köklerinden kopardı... Aslında demokrasiye siyasi
liderler gölge düşürüyor. Çünkü siyasi partilerin içinde demokrasi yok,
oligarşi var. Eğer içlerinde demokrasi olsaydı, siyasi partiler demokrasiyi
yerleştirme, güçlendirme mücadelesi verebilirdi.” [207]
Bu
durum bizzat liderlerin yaptığı itiraflarla da ortaya çıkmaktadır. Bir parti
genel başkanının parti yöneticileriyle yaptığı bir konuşmada söylediği şu
sözler bu açıdan çok anlamlıdır: “Beni
savunanların önünü açmadım mı? Onları bakan yapmadım mı?... Bizi savunanlarla yola devam ederiz. Bundan
sonra beni savunanı ön plana çıkaracağım, bakan yapacağım. Beğenmeyen de burada
oturmaz.”
Parti İçi Demokrasinin Yetersizliği
Part
içi demokrasi siyasal partilerde önemli ölçüde kaybolmuştur. Fazilet Partisi’nin ilk Genel Kurul toplantısında
yaşanan gelişmeler bu eksikliği açıkça ortaya koymaktadır.
Her ne
kadar yapılan gelen kurul toplantısında oldukça demokratik bir sahne
sergilenmişse de, bu noktaya kadar geçen aşamalar içindeki olgular parti içi
demokrasinin gerçek koşulları konusunda daha farklı görünümler ortaya
koymaktadır.
Abdullah
Gül’ün, Parti’nin yenilikçi kanadının adayı olarak ikinci genel başkan adayı
şeklinde ortaya çıkması parti içinde dayanılmaz sancılar yaratmıştır. Bu
sancılar, ancak, Gül’ün seçimi kazanamayacağı anlaşılınca dinmiştir.
Bu
bağlamda, Parti örgütüne genelgeler gönderilmiş ve genelgede “Bizim kongrelerimizde iki aday çıkması
davaya ihanettir. Bunu yapan ahirette cayır cayır yanar” [208] gibi
skolastik, anti-demokratik ve otokratik görüşlere yer verilebilmiştir.
Fazilet
Partisi’nin ilk genel kongresinin yapılmasına iki gün kala yapılan Tüzük
değişikliği ile parti içi demokrasi rafa kaldırılmıştır. Yapılan değişikliğe
göre, herhangi bir kongre üyesi ne kadar oy alırsa alsın seçilen genel başkanın
önerdiği listede yer almıyorsa seçilmiş sayılmayacaktır.
Bu
durum, hem Anayasa açısından sağlıklı bir durum değildir ve hem de hukukun
genel ilkelerine aykırıdır. Çünkü, bu uygulama biçimi içinde part içi muhalefet
tümüyle ortadan kalkmış olacaktır.
Aynı
durum, Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle MHP’de de yaşanmıştır. Devlet
Bakanı Sadi Somuncuoğlu, Cumhurbaşkanlığı için aday olmuş ancak bu girişimi
partisinin bazı milletvekilleri tarafından önlenmek istenmiş, kendisine
partisinin töreleri anımsatılmış,
hakarete uğramış ve bu girişiminin bedelini bakanlık görevinden azledilmekle
ödemiştir.
Yasa
Dışı Uygulamalar: Ganimetin Paylaşılması, Yolsuzluk, Rüşvet ve Bağış Sorunu
Türkiye’de
“ganimetin paylaşılması” sistemi yürürlüktedir. Devlet olanakları siyasal
partiler, siyaset adamları ve
milletvekilleri aracılığıyla kötüye kullanılmaktadır. Siyasal partiler yasalara
aykırı uygulamaların içine de girebilmektedir.
Sabah
Gazetesi’nin görüşlerini yansıtan “Sabah Diyor ki” köşesinde Sabah Gazetesi
“Kara Para” başlıklı yorumda şu konuyu gündeme getirmektedir: “Bugün çoğu Fazilet’li olan 88 Refah Partisi
yöneticisi zimmetlerine 2 trilyon lira geçirmekle suçlanıyor! Paranın büyük
kısmını Hazine yardımı ve partiye bağışlar oluşturuyor. Yasalar ‘Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatılan siyasi partinin bütün malları Hazine’ye geçer’
hükmünü taşıyor. Hazine avukatları, Refah yöneticilerinin bu parayı Hazine’ye
kaptırmamak için iç ettiklerini öne sürüyor. Paranın bir kısmı sahte
makbuzlarla parti örgütlerine dağıtılmış gibi gösterildi, bir kısmının hiç izi
bulunamadı. Bu paranın faiziyle geri alınması için açılan davaya bakmaya
başlayan Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi dün, Necmettin Erbakan’ın da
aralarında bulunduğu 10 parti yöneticisinin malvarlıklarına ihtiyati tedbir
konulmasına karar verdi… Kayıt dışı para demek, kanun dışı ve ahlak dışı
faaliyetin finansmanı demektir. En azından oy satın almak için kullanılır.
Böyle bir para, parti yöneticilerini illegal faaliyetlere özendiren tahriklerin
kaynağıdır. Demokraside kara para kullanan parti olmaz. Neden?... Çünkü... Kara para ile aydınlık işler
yapılmaz.” [209]
MHP
eski Genel Başkanı Türkeş’in, son günlerde ortaya çıkan yurt dışı hesapları bu
partinin kapatılması olasılığına karşı o günlerde çeşitli önlemler alındığını
göstermektedir. Bu paranın kaynakları, geliş biçimi, harcanma koşulları ve daha
sonra da tümüyle yok olması Türkiye’deki siyasal parti gerçeğini tüm
açıklığıyla ortaya koymaktadır. Evrensel standartların egemen olduğu demokratik
bir ortamda, bu tür ilişkilerin varlığı
söz konusu olamaz.
Partilerin ve siyaset adamlarının devlet ve kamu
olanaklarının yağmalanmasına yönelik eylem ve girişimlerinin trajikomik
örnekleri artık Türkiye’de sıradan günlük olaylar konumuna gelmiştir. “Ahtapot”
operasyonundan, “Beyaz Enerji” operasyonuna, “Deli Dana” skandalından “AKTAŞ”
skandalına ve “Paraşüt” operasyonuna kadar sayısı artık yüzleri bulan büyük
kapsamlı soygun olaylarının bir tek aktörü sabittir ve de hiç değişmemektedir:
siyasetçi.
Türkiye’de siyaset kirlenmiştir. Siyaset, rant sağlama eksenine oturmuş ve siyasetçiler ve siyasal
partiler ortak çıkarları gerektirdiğinde siyasal etik kurallarını bir yana
iterek birbirlerine yardımcı olma yarışına girmişlerdir. Siyasal partiler,
ortak çıkarları gerektirdiğinde, Anayasa’dan ve yasalardan ödün verebilmektedirler.
Siyasetçinin Kalitesi
Ülkemizde
siyaset yapma gerçeğiyle ilgili tartışmaların bir başka önemli boyutu da, siyaset adamının kalitesi ile
ilgilidir.
Türkiye,
hem kaliteli politikacı yetiştirememekte ve hem de eğitsel, kültürel ve
davranışsal kalitesi yetkin ve yeterli olan unsurları politika yapma süreci ve
uğraşı içinde tutamamaktadır. Bu yolda bir deneme yapmak isteyenler de, kötü
paranın iyi parayı piyasadan kovması gibi, bir süre sonra dışlanmakta ve
politika dışına itilmektedir. Bu sürecin sonucu olarak, ülkede politika yapma
işlevi parası ve ekonomik gücü olan ancak genel yetkinliği ve yeterliliği
kuşkulu kişilere ve kliklere kalmaktadır.
Siyasal Partilerin Kapatılması Sorunu
Yukarıda
yapılan açıklamalar, demokratik yaşamın en önemli ve vazgeçilmez aktörü olan
siyasal partiler olgusunun yozlaşma içinde bulunabileceklerini göstermektedir.
Bu durumda ortaya çıkan sorun ise yozlaşmanın yaptırımının ne olacağıdır.
Demokratik
açıdan gelişmiş ülkelerde bu açıdan herhangi bir sorun yoktur. Zira, sorun
yasalarla tam olarak düzenlenmiş ve konulan kurallar da toplum ve siyaset
odakları tarafından benimsenmiştir. Bu nedenle, bu ülkelerde siyasal partilerin
kapatılması gibi demokrasi açısından sakıncalı bir durum ortaya çıkmamakta
ancak yasaya aykırı davranan kişiler hakkında hukuksal yaptırımlar
uygulanmaktadır.
Türkiye’deki
durum oldukça farklıdır. Bir kere, demokrasisi gelişmiş ülkelerde kurulu düzeni
kökten değiştirme ve hatta yıkma amacına yönelik olarak kurulan siyasal
partiler yoktur. Oysa, Türkiye’de hem bölücü ve hem de dinci amaçları açıklıkla
bilinen siyasal partiler vardır. İkincisi, mevcut bir “Siyasi Partiler Kanunu”
vardır; ancak, bu Yasa siyasal partilerin ve seçimlerin finansmanı konularında
yeterli düzenlemeler içermemektedir. Üçüncüsü, bu Yasa parti içi demokrasinin
güvence altına alınması ve lider sultası ya da oligarşik yapı olarak nitelenen
sakıncalı durumun önlenmesi konularında yeterli düzenlemeler içermemektedir.
Bu
nedenlerle, Türkiye’de, siyasal partilerin kapatılması konusu sıklıkla gündeme
gelmektedir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nde Fazilet Partisi’nin kapatılması ile
ilgili davanın iddianamesinde şu görüşlere yer verilmektedir: “FP yöneticileri, kamu kurumlarında ve
üniversitelerde başörtüsü ile ilgili mevzuatı uygulayan görevlilerin laikliğe
aykırı davranışta bulunduğunu ve suç işlediklerini iddia ederek, halkımızın bir
bölümünü devletimize karşı kışkırtmayı alışkanlık haline getirmişlerdir.
Seçimlerden önce türbanını hiç bir şekilde çıkarmayacağını söyleyen Merve
Kavakçı’nın Meclis’te yapacağı eylemi tüm FP milletvekilleri ve parti
yöneticileri önceden biliyordu. Basın toplantısına FP’li milletvekillerinin
katılması eylemin planlandığı ve teşvik edildiğinin delilidir. RP’li
yöneticilerin FP’yi kurdurduklarını çocuklar dahi bilmektedir. Habis bir ur
gibi demokrasimizin sağlıklı işlemesini engelleyen, Anayasal düzenimiz için
daima açık ve yakın tehlike oluşturmuş bu çeşit partilerin kapatılması Türkiye
Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar yaşatabilmenin vazgeçilmez koşuludur.” [210]
Kapatılan
Refah Partisi ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararında şu hüküm yer almaktadır: “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri
nedeniyle Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler
Yasası’nın 101. maddesi B bendi ve 103. maddenin 1. fıkrası gereğince, Refah
Partisi’nin kapatılmasına … oy çokluğu ile karar verilmiştir.” [211]
Bu
gelişmelere karşın, 18 Nisan 1999 seçimleriyle oluşan parlamento siyasal
partilerin kapatılması konusunda daha zorlaştırıcı bir sistemi benimsemiştir.
FP’nin, “tahkim” ile ilgili hükümet düzenlemelerine destek verme karşılığında
hükümetin FP’ye Siyasi Partiler Yasası’nda istediği değişiklikleri vermesiyle
gerçekleşen süreç sonucunda “yasak
eylemler odağı olmak” kavramının yeni bir tanımı yapılmıştır. Buna göre,
bir siyasal parti, “yasak eylemin odağı”
haline “parti büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya TBMM grup
yönetim ve genel kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi ve parti
organlarınca kararlılıkla işlenmesi durumunda” gelmiş sayılacaktır. [212] Bu
değişiklik, siyasal partilerin kapatılmasının olanaksız denebilecek düzeyde
zorlaştırılması anlamına gelmektedir.
Siyasi
Partiler Yasası’nda yapılan öteki değişiklikler ise şunlardır: partilerin mal
edinmelerinin denetim altına alınması, partilerin gençlik ve kadın kolları ile
yurt dışında temsilcilik açmalarına izin verilmesi, seçmen yaşının 21’den 18’e
düşürülmesi, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile işçi ve işveren
sendikaları ile bunların üst kuruluşları, dernekler, vakıflar ve kooperatiflere
bağış yasağının kaldırılması, bir kişinin aynı yıl içinde bir partiye
yapabileceği bağış miktarının 50 milyon liradan 2 milyar liraya
çıkarılması, yurt dışındaki Türk
işçilerden bağış alınabilmesi yolunun açılması, partilerin kredi ve borç
almalarının yasaklanması, belgesiz yapılacak harcamaların üst sınırının 5 bin
liradan 5 milyon liraya yükseltilmesi, yasaya aykırı olarak edinilen mal ve
kazançların Hazine’ye gelir kaydedilmesi, partilerin kapatılmasına neden
olanlara verilen 10 yıllık siyaset yasağının 5 yıla indirilmesi, Anayasa’ya
aykırı eylemde bulunanların partiden ihraç edilmesi, yasa dışı bağışların cezalandırılması
ve para cezalarının yükseltilmesi.
Bu
bölüme Fazilet Partisi’nin kapatılma davası nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne
verdiği savunmanın özetiyle son vermek gerekiyor. Fazilet Partisi savunmasında
şunları ileri sürüyor: “... Demokrasi
toleranstır, çoğulculuktur. Laik demokratik Cumhuriyet bu milletin başardığı
bir modernleşme projesidir ve millet bunu tutmuştur, benimsemiştir. 76 yıl
sonra sanki dün dikilmiş bir fidan gibi, mahallenin birkaç yaramaz çocuğunun
itelemesiyle söküleceğini, devrileceğini, söylemek 76 yıllık zamana haksızlık
olur. Şüphesiz her toplumda her fikrin, inancın, ipe sapa gelmezleri vardır.
Siyasi partiler bir anlamda bunların enterne edildiği demokratik
platformlardır. FP bir gerçekliktir. FP’nin olmaması durumunda bunun siyasi
tabloya yansıması nasıl olacaktır? Türkiye acaba gittikçe gelişme istidadı
gösteren şovenizme dört nala at koşturmaz mı? Bir kaç beyandan, birkaç kişinin
çirkin görüntüsünden yola çıkarak, siyasete müdahale doğru sonuçlar
vermemiştir. Kapatma konusu bu çerçevede istisnai olarak düşünülmelidir. Kapatmak
için acil toplumsal ihtiyaç olmalıdır.” [213]
Öteki Ülkelerden Örnekler ve Türkiye İle Karşılaştırılmaları
Ülkemizdeki
siyasal partilerle Avrupa’daki siyasal partiler birlikte ele alındığında temel
bir çelişkiyle karşılaşılmaktadır. Avrupa’da, siyasal partilerin popüler
geçerlilikleri azalırken kamusal ayrıcalıkları artmaktadır. Buna göre,
Avrupa’da, siyasal partilerden hoşnutsuzluk ve partilere güvensizlik artmakta,
partiye bağlılık ve bir parti ile özdeşleme duygusu azalmakta, partilerin üye
sayısı gerilemekte, siyasal partilerin karar ve hareket alanları daralmakta ve
siyasal partiler arasındaki ideolojik farkılıklar daralmaktadır.
Buna
karşılık, bir partinin iktidara ortak olma şansı -koalisyonlar nedeniyle-
eskiye oranla artmakta, partiler akçal ve personel kapasiteleri bakımından
zenginleşmekte ve partilerin patronaj kaynaklarını kullanma olanakları
artmaktadır.
Ülkemizde
ise siyasal patilerin konumu toplumun genel örgütlenme biçimine uygun
özellikler taşımaktadır. Toplumumuzun siyasal örgütlenmesi tepeden aşağıya
doğrudur. Yani, hiyerarşiktir. Siyasal partilerimiz de bu yapıyı
yansıtmaktadır.
Öte
yandan, siyasal partiler, sempatizanlarına oy karşılığında rant sağlayan
araçlar olmak konumundadır. Bu nedenle, rant kavgası önce partilerin kendi
içlerinde olmaktadır.
Dış
rekabetten çok, iç rekabet belirleyicidir.
Partiler,
liderlerine aşırı bağlıdır.
Yönetimleri
dar kadrolara dayanmaktadır.
Partilerin
örgütsel etkinlikleri sadece büyük kongre ve kurultaylarda ve seçim
dönemlerinde görülmektedir.
Ülkeyi
belli bir modele ve felsefeye göre değiştirme yerine pragmatik olmayı tercih
etmektedirler. Bu yüzden sempatizan
odaklı (clientalist) olmaktadırlar.
Bir
seçim şirketi gibi işlev görmektedirler.
Ülkemizde,
siyasal partiler ekonomik temellere değil daha çok sosyo-kültürel temele
dayanmaktadırlar. Ülkemizdeki siyasal partiler 1990’lardan sonra oluşan yeni
toplumsal talepleri karşılayamamaktadır.
Ayrıca,
partiler kendi geleneksel ideolojik köklerinden kopmuşlar ve birbirlerinden oy
kapmaya çalışan örgütler durumuna gelmişlerdir. Ancak, oy kapma yarışı sol ve
sağ bloklar arasında değil blokların kendi içindekiler arasında cereyan
etmektedir.
Siyasal partilerimize kurumsal açıdan bakıldığında
şu olgular dikkati çekmektedir:
·
Cumhuriyet döneminde kurulmuş parti sayısı -22
hülle partisi hariç- 171’dir. Bunların 5’i tek parti döneminde, 166’sı ise çok
partili dönemde kurulmuştur. Bu partilerden 44’ü 1950-99 arasında yapılan 13
genel seçime katılmış, sadece 23’ü parlamentoya girebilmiştir.
·
Partilerin kuruluş dönemlerine bakıldığında 38’i
1945-60 arasında, 51’i 1960-80 arasında ve 77’si ise 1980-99 arasında
kurulmuşlardır.
·
Halen 33 parti yaşamaktadır.
·
Cumhuriyet tarihi boyunca 55 parti kapatılmıştır.
·
Çalışmalarına kendiliğinden son veren parti sayısı
68, kendiliğinden dağılanların sayısı ise 32’dir.
Ülkemizde siyasal partiler ile ilgili temel
sorunların üzerinde yoğunlaştığı alanlar şu şekilde sınıflandırılabilir:
·
parti içi demokrasinin işlememesi
·
üyelik kurumunun sağlıklı olmaması
·
üretimlerinin sınırlı olması
·
toplumla aralarındaki bağların kopuk olması
·
toplumun kendilerine güven duymaması.
Siyasal
partilere finansal destek sorunu, demokrasisi gelişmiş ülkelerde de
yaşanmaktadır. Ancak, bu ülkelerde, özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinde siyasal partilerin finansmanı konusunda
oldukça ciddi önlemler alınmıştır. Bu konuda bazo önemli örnek olaylara
aşağıda işaret edilmiştir.
ABD’de
ortaya çıkan ve Başkan Nixon’ın yargılanmasına kadar gelişen olaylar dizisinin
başlangıcında bir siyasal partinin telefonlarının bir başka siyasal parti
tarafından dinlenmesi olgusu vardır. Ancak, suç saptanmış ve suçlular bedelini
en ağır şekilde ödemiştir.
Almanya’da
Hristiyan Demokrat Parti ve Kohl olayı bir başka önemli olaydır. Almanya’da 16
yıl Başbakanlık yapan ve iki Almanya’nın birleştirilmesinde önemli rol oynayan
Hristiyan Demokrat Birlik Partisi Lideri Helmut Kohl, 1993-1998 yılları
arasında yaklaşık 2 milyon mark nakit bağış aldığını ve bu bağışları parti
hesaplarına yansıtmadığını itiraf etmiştir. Bu itiraf, hem ceza kovuşturmasının
başlatılmasına neden olmuş ve hem de Kohl’ü partisinin onursal başkanlığından
etmiştir.
Belçika’da
yaşanan Willy Claes olayının temeli de, siyasal partilere yasanın öngördüğü
koşulların dışında akçal yardım sağlanmasıdır. İtalyan Augusta ve Fransız
Dassault firmalarından alınan bağışların yolsuzluk suçu oluşturması nedeniyle
tecilli hapis cezasına çarptırılmalarından sonra, Belçikalı sosyalistler
aldıkları rüşveti iade etmişler ve suçlular çok ağır şekilde
cezalandırılmışlardır.
Aynı
şekilde, ABD Kongresi’nde, Başkan Clinton için açılan soruşturmada da, Başkan,
Monica Lewinski olayı nedeniyle değil fakat
büyük jüri önünde yalan söylemek
ve adalete engel olmak eylemlerinden ötürü suçlu bulunmuştur.
Clinton, ancak, suçunu itiraf ederek ve özür dileyerek cezadan
kurtulabilmiştir.
Öneriler
Demokratik
rejimlerde siyasal partiler demokratik yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak,
hemen belirtmek gerekirki, demokrasilerde
asıl vazgeçilmez olan halkın iradesidir. Siyasi partiler bu iradenin en iyi
şekilde yansımasını sağlamak zorunluluğu içindedir. Bunun da ötesinde, siyasal
partiler en iyi ve yeterli kadroların ortaya çıkarılmasında temel bir ortam
oluşturmak durumundadırlar. Bunların gerçekleşememesi ya da engellenmesi durumunda gerekli
düzeltici önlemler alınmalıdır.
Yukarıda
belirtilen sorunların önlenmesi ve demokratik rejimin sağlıklı bir biçimde
işlerliğinin sağlanması için siyasal partiler konusunda alınması gereken temel
önlemler aşağıda belirtilmiştir:
Herşeyden
önce, parti içi demokrasiyi güvence
altına alacak parti içi yönetim ve denetim süreçleri geliştirilmelidir.
Partiler
için tek tip örgütlenme modeli ilkesi
terk edilmeli ve halka en yakın yerleşim yerlerinde dahi örgütlenebilmelerine
izin verilmelidir. Partiler sorun odaklarında özellikle örgütlenebilmeli ve
merkez ile taşra birimleri arasındaki yetki bölüşümü açıklık ve kesinlik
taşımalıdır.
Partilere yeni yönetim alışkanlıkları
kazandırılmalıdır. Bunlar arasında ‘genel başkanlık’ ve ‘genel sekreterlik’
ilişkilerinin gözden geçirilmesi, ‘tek adam’ın yönetimi ilkesi yerine ‘eşgüdüm’
sağlayan lider prototipinin ortaya çıkarılması, genel merkez ile meclis grubu
arasındaki dengenin yeniden kurulması ve parti içi seçimlerde ‘göreli temsil’
ilkesinin uygulanması üzerinde özellikle durulmalıdır.
Üye kayıt sistemi yeni ilkelere bağlanmalı, üyelik hakları yeniden
düzenlenmeli ve kongrelerde yapılan seçimlerin yargıç denetiminde yapılması
sağlanmalıdır.
Partiden
ihraç kurumu sıklıkla ve kolaylıkla
başvurulan ve muhalifleri sindirmek için kullanılan bir kurum olmaktan
çıkarılmalıdır.
Parti içi disiplin kavramı yenileşmeyi ve fikir tartışmalarını
önleyecek şekilde kullanılmamalıdır.
Parti
üyeleri dışlanmak ya da cezalandırılmak korkusu ile görüşlerini açıklıkla
ortaya koymaktan uzaklaştırılmamalıdır.
Genel
merkezlerin il ve ilçe kurullarını görevden
alma yetkisi parti içi yönetimde katılımcılığın gelişmesini, parti
yönetiminde demokratikleşmenin güçlenmesini ve keyfi yönetim tehlikesinin
azalmasını sağlayacak şekilde yeni yasal düzenlemelere bağlı kılınmalıdır.
Siyasi
Partiler Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılarak
parti içi örgütlenmenin parti içi demokrasiyi geliştirecek şekilde
yapılması güvence altına alınmalıdır.
Parti
genel başkanlarının seçimleri ve görev statüleri ile ilgili koşullar yeniden
düzenlenmelidir. Siyasi parti yönetiminde ‘sadakat’
yerine ‘ehliyet’ ilkesini ön plana çıkaran düzenlemelere yer verilmelidir.
Siyasi
parti sistemlerinin yozlaşmasında en önde gelen nedenlerden olan parti aracılığı ile çıkar sağlama amacının
önüne geçebilecek şekilde yoğun bir eğitim çalışması yapılmalı ve bu tür
girişimler için caydırıcı etki yapabilecek yaptırımlar geliştirilmelidir.
Siyasi
parti hesaplarının Anayasa Mahkemesi
tarafından denetlenmesi sistemine devam edilmelidir.
Siyasi
parti liderleri malvarlıklarının
yönetimini özel kayyumlara devretmelidir. Bu suretle liderlerin servetleri
sorunu toplum vicdanında rahatsızlık yaratan bir konu olmaktan çıkarılmalıdır.
BÖLÜM 12
SEÇİM SİSTEMİ
Giriş
Bir
ülkede uygulanan seçim sistemi, yani
oyların partiler arasında dağılımının parlamentoda sandalye sayısına
dönüştürülmesinde uygulanan yöntem ve matematiksel çalışma şekli, o ülkenin siyasal kararlılığının temel
belirleyici unsurudur. Bu konuda uygulanan farklı yöntem ve hesaplama
formülleri aynı oyu almakla birlikte, parlamentoda birbiriyle hiç ilişkisi
olmayan sandalye dağılımlarının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.
Demokratik
rejimimizle ilgili temel sorunlardan bir
başkasının, seçim sistemi ve bu sistemi düzenleyen yasalar olduğu açıklıkla
görülmektedir.
Ulusal
iradenin ortaya çıkmasında temel unsur olan seçim sisteminin, ulusal iradeyi
parlamentoya yansıtmadaki başarı derecesi partilerin oy oranlarının
parlamentodaki sandalye dağılımını belirlemedeki rolü ile kararlı ve parlamento
çoğunluğuna dayalı hükümetlerin kurulabilme olasılığı arasındaki ilişkiye
bağlıdır.
Bu
anlamda, yasama organının çalışmalarındaki sorunların önemli bir belirleyicisi
de seçim sistemidir. Yasama organında temsil oranlarının belirlenmesinde çok
önemli bir rolü olan seçim sistemi, siyasal kararlılığın sağlanması ve devamı
açılarından olağanüstü düzeyde öneme sahiptir.
Seçim
yöntemi, uygulanacak aritmetik formül ve bunların yaratacağı siyasal görünümler
arasındaki farklılıklar konusunda Hikmet Sami Türk ve Erol Tuncer tarafından
yapılan bir denemede bu yolda oldukça ilginç sonuçlar elde edildiği
görülmüştür. [214]
Temel Sorun
Alanları
Seyfettin
Gürsel de, TÜSİAD için hazırladığı raporun bir özetini verdiği, “İstikrar ‘iki turlu’da” başlıklı yazısında [215]
şunları belirtmektedir: “Oyların başlıca
7 parti arasında aşırı biçimde dağıldığı koşullarda, halen yürürlükte olan
yüksek ülke barajlı (yüzde 10) ve göreli ‘d’Hont’ seçim sisteminin ortaya
çıkardığı milletvekili dağılımı, siyasal ve demokratik açıdan sorun yaratıyor…
Bu sorunları dört noktada özetleyebiliriz: 1. Partiler arasında oylar öylesine
dağınıktır ki, parlamentoda çoğunluğu ancak 3 partinin yakalayabilmesi en
yüksek olasılıktır. Ülkemizin koşullarında üç partili koalisyon hükümetlerinin
tutarlı ve istikrarlı bir yönetim sergilemeleri oldukça zordur. 2. En yüksek oy
oranına sahip parti parlamentoda 7-8 puan daha yüksek bir paya sahip
olmaktadır. Bu partinin, seçmenlerin büyük çoğunluğu tarafından istenmeyen bir
parti olması durumunda, parlamenter teamüllere ve Meclis aritmetiğine göre
kurulması gereken hükümetin, seçmenlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmeyen
bir hükümet olması durumu ortaya çıkmaktadır. 3. Partileri seçim öncesinde
aralarında ittifak oluşturmaya teşvik edecek mekanizmalar mevcut değil.
Seçimden sonra Meclis aritmetiğine göre ve seçmenin hiç bir şekilde onayını
almamış pazarlıklarla koalisyon hükümetleri kurulabiliyor. Seçmenlerin en çok
nasıl bir koalisyon hükümeti istediklerini ortaya çıkaracak mekanizmalar mevcut
seçim sisteminde yok. 4. Yönetimde istikrar gerekçesiyle yüzde 10 gibi aşırı
yüksek ülke barajı 1995 seçimlerinde 2 milyonun üzerinde oy alan (oy oranı
yüzde 8.2) MHP’yi Meclis’in dışında bırakmıştı. Ama bu dışlanma anti demokratik
olmasının yanı sıra yönetim istikrarına da hiç bir katkıda bulunmamıştı. Bu
durumun MHP ya da başka partiler için tekrar yaşanmayağının hiç bir garantisi
yoktur.” [216]
Seçim
sistemiyle ilgili temel sorun alanını belirleyen şu önemli sözler ise dokuzuncu
Cumhurbaşkanı Demirel’e aittir: “Ben
halkın devlet idaresine daha çok el koymasını istiyorum. Demokrasinin en önemli
kurumu seçimdir. Ya halkı rejime dahil edeceksiniz, ya da halkın
yabancılaşmasına göz yumacaksınız. Halk rejime dahil olmadığı zaman sandık
başına gitmez. Çünkü kendisinin nasıl olsa kaale alınmadığı gibi bir kanaata
saplanır.” [217]
Bölge Genişliği, Baraj Düzeyi, Tur Sayısı ve İkinci Tercihlere İlişkin
Sorunlar
Bu kitabın amacı ülke için bir seçim sistemi
önermek olmayıp ülkenin daha demokratik hale gelmesi yolunda üzerinde
çalışılması gereken ana sistemik unsurları belirlemektir. Bu nedenle,
Türkiye’de nasıl bir seçim sistemi uygulanması gerektiği konusu burada ele
alınmayacak ve esas olarak seçim sisteminin demokratikleşme süreci üzerindeki
önemi üzerinde durulacaktır.
Bu
bağlamda, FP Lideri Recai Kutan şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “TBMM’den seçim sistemi değişikliğinin
çıkabileceğine inanmıyorum. İki turlu sistem büyük partilere avantaj sağlar.
Özellikle düşük oy potansiyeline sahip sosyal demokrat partiler ise çok olumsuz
etkilenir. İki turlu sistemin yerel seçim için kullanılması halinde CHP ve
DSP’nin belediye başkanı çıkarması çok güç. Bu sistemde sona kalan partiler FP,
DYP ya da ANAP olacak. Sosyal demokratların tek belediye çıkarma şansı
olmayacak. Genel seçimlerde milletvekili çıkarma şansları bile tehlikeye
girecek. Bu nedenle bu partilerin böyle bir sisteme yanaşmaları mümkün değil.
Bu konuda ikinci bir önemli sorun dar bölge sistemidir. Biz iki turlu ve dar
sisteme varız diyoruz. Ancak sosyal demokratların ve milletvekili az olan
partilerin itirazlarını önlemek için iki turlu sistemde ikinci turda iki
partinin değil üç partinin yarışmasından yanayız.” [218]
Mevcut
sistem yüzde 25 oranında oy alabilen bir partinin, kuramsal da olsa,
parlamentonun çok büyük bir kesimini denetleyebilmesine olanak vermektedir.
Ancak, bu kuramsal gerçeğe karşın, Türkiye’de artık herhangi bir partinin tek
başına iktidara gelebilmesi olasılığı da oldukça azalmış görünmektedir. Buna
karşılık il, seçim bölgesi ve ülke barajları çok önemli bir oy potansiyelinin
dikkate alınmaması ile sonuçlanabilmektedir.
“Herkesin iki tur hesabı farklı” diyen
Günseli Önal şu ilginç çözümlemede bulunmaktadır: “Demirel: İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerinin yüzlerce
trilyon liraya ulaşan bütçe gücünün FP’nin elinden alınması için iki turlu
seçim istiyor… Askerler: Yerel seçimlerin iki turlu yapılması konusunda
eğilimlerini MGK’da dile getiren askerler, bu doğrultuda düzenleme yapılmazsa
seçimlerde FP ve bazı merkezlerde HADEP’in zaferle çıkacağını düşünüyor… FP:
FP, karşısında oluşacak blokla elindeki belediyeleri kaybedeceği ve bunun genel
seçimlere de yansıyacağı endişesini taşıyor… ANAP: İkinci tura FP’yle
kendisinin kalacağını ve bu yarışta en şanslı parti olacağını hesaplıyor. DYP: Karşı çıkıyor… Bu karşı çıkışın arkasında,
ikinci turda ANAP’ın gerisinde kalma kaygısının yattığı öne sürülüyor… DSP:
Hükümete kadar iki turluya karşı olan DSP, grafiğinin yükselmesi üzerine modele
sıcak bakmaya başladı. CHP: İki turlu
seçimin sağ partileri güçlendireceğini düşünen CHP … Türkiye’nin önemli bir
bölümünde ikinci tura kalamadığını dikkate alıyor.”
Bu
konuda görüşlerini açıklayan Cumhurbaşkanlığı eski Danışmanı Safa Reisoğlu da [219]
şunları belirtmektedir: “Yürürlükteki
sistem korunarak gidilecek bir seçimin parlamentonun sayısal yapısını ‘iktidar
sorununu’ çözümleyecek bir şekilde değiştirmesi uzak bir olasılıktır. Toplumun
büyük çoğunluğunun iradesi yönünde sürekli ve güçlü bir iktidarın oluşmasını
istiyorsak, milli iradeyi ‘sandık’ yoluyla iktidara taşımayı arzu ediyorsak,
seçim sistemini değiştirmeli, ‘dar bölgeli - iki turlu’ bir sistemi
benimsemeliyiz. Merkez sol partilerin ‘dar bölgeli - iki turlu’ seçim sistemine
yönelik kaygılarını gidermek üzere, Almanya’daki uygulamadan da esinlenerek,
milletvekillerinin yarısının ‘dar bölgeli - iki turlu’ sistemle, diğer
yarısının ise ‘nisbi temsil’ sistemiyle seçilmesini öngören bir yaklaşım da
partilerarası uzlaşmayı sağlamaya yönelik bir çözüm olarak düşünülmelidir.
Belediye başkanlarının seçiminde iki turlu bir sistemin benimsenmesi ise,
geçmiş deneyimlerden sonra, duraksamaya yol açmaması gereken bir zorunluluktur.
Bir şehrin belediye başkanının yüzde 20-25 oyla seçilmesi, o şehirde yaşayanların
çoğunluğunun desteğine sahip bir belediye başkanının göreve gelmesine imkan
verilememesi, çeşitli ciddi sakıncaların yanında, o şehirde yaşayanlara
duyulması gereken saygıyla, onların haklarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımdır.”
Yerel
seçimlerde iki turlu seçim sistemine gidilmesi gerektiğini en fazla
savunanlardan biri de dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’dir: “Mesele
şu: Yerel seçimde yüzde 25 alan başkan oluyorsa, geride bir de ona oy vermemiş
olan yüzde 75 var. Birinci gerekçe, halka hizmet verecek olanların halkın
desteğine sahip olmaları gereğidir. Demokraside milli irade tecelli edecekse,
halkın çoğunluğuna yaklaşmak lazım. Milleti azınlık idare etmemelidir. Artık,
‘çoğunluk herşeye yetkilidir’ diyen jakoben zihniyet de geride kalmıştır.
Çoğunluğun istediğini yapabilmesinin de sınırları vardır ki, bunların özüne
dokunulamaz. O noktada çoğunluğun kararı da yeterli olmaz. Azınlığın tahakkümü
yanlış olduğu gibi, temel hakların özüne dokunulduğu noktada çoğunluğun
tahakkümü de sınırlıdır. Hep azınlığa iktidar veriyorsunuz. Oysa halkın büyük
kesimini idareye ortak etmek gerekir. Hükümette güven oyu ararken, Meclis’in
çoğunluğunun onayını arıyorsunuz. Cumhurbaşkanı seçimi söz konusu olduğunda,
aynı şekilde Meclis’in yarısının oyunu şart koşuyorsunuz. Belediyeye gelince
direk seçiyorsunuz. Ayrıca başkanın belediye meclisinin içinden çoğunlukla
seçilmesi gibi bir yönetimi de benimsemiyorsunuz. İki turlu seçim bu nedenle
demokrasiye atılan bir adımdır. Demokrasilerde halkın rızası esasdır. İki turlu
seçim hem halkın rızasının hakim olmasını sağlar, hem de istikrar getirir.” [220]
Seçimlerin
Finansmanı Sorunu
Seçim
sistemi kadar önemli olan bir başka nokta da, seçimlerin ve kampanyaların
finansmanı sorunudur. Kuşkusuz günümüzde seçimi, ideolojik üstünlük ve seçim
platformu zenginliğinden çok, ekonomik
ve akçal üstünlüğü olan siyasal partiler kazanmaktadır.
Bir
yandan kitle iletişim araçları yoluyla yapılan propaganda ve zihin
şekillendirme çalışmalarının yoğunluk düzeyi ve öte yandan seçmenlere sağlanan
bireysel akçal avantajlar seçimlerin sonucu üzerine daha fazla ve önemli bir
rol oynamaktadır.
Bu
nedenle seçimlerin finansmanı sistemi demokratik yönden gelişmiş ülkelerde sıkı
kurallara bağlanmış ve bir çok ülkede bu yolda çok ciddi düzenlemeler
yapılmıştır. Ülkemizde ise bu yolda hemen hemen hiç bir düzenleme yer
almamaktadır.
Adayların
Nitelikleri
Demokratik
zorunluluklar nedeniyle adaylarda okur-yazarlık
dışında bir başka nitelik aranamaması ilkesi yasama organında ve yerel
yönetim meclislerinde nitelik arayışlarının çoğalmasına ve nitelik
düşüklüğünden yakınmaların artmasına neden olmuştur.
1982
Anayasası’nın milletvekili seçimleri ileri ilgili olarak getirdiği “ilkokul”
bitirmiş olmak koşulu kanımca yerindedir. Bu koşul, “temel eğitim” olarak da
düşünülebilir.
Yerel
yönetim seçimlerinde de benzer bir tercihte bulunulması kanımca anti-demokratik
bir yaklaşım olmayacaktır. Zira, seçilenlerin bu önemli demokratik haklarının
güvence altına alınması kadar önemli olan bir başka unsur, seçmenlerin seçilenlerin sunacakları hizmetin
niteliğinden emin olmalarının güvence altına alınmasıdır.
Eğitim düzeyinin yüksekliği bu güvenceyi sağlayan
tek ve salt unsur olmayabilir. Ancak, bu yolda çok önemli bir etmen olduğu da
gözde uzak tutulmamalıdır.
Ulusal
siyaset düzleminde, ikinci meclis olarak “Senato” kavramına yeniden dönülmesini
istemenin arkasında da bu düşünce yatmaktadır.
Seçilenlerin
Temel Öncelikleri
Mevcut
seçim sistemi, ülke sorunlarını ülkenin bütünü açısından ele alacak
milletvekili tipi yerine, çalışmalarında esas ağırlığı seçildikleri bölgenin
sorunlarına veren milletvekili tipinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.
1982
Anayasası bu yaklaşımı kesinlikle reddederek, milletvekillerinin tüm ülkeyi
temsil etmekle yükümlü oldukları ilkesini yinelemiştir.
Ancak,
Meclis’te sandalye sayısının 450’den 550’ye çıkmasıyla sonuçlanan “Türkiye
milletvekilliği” serüveninin ortaya çıkmasını zorunlu kılan gerekçeler hiç bir
zaman gözden uzak tutulmamalıdır.
Anayasa’nın
açık hükmüne karşın milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu kendilerini esas
olarak seçildikleri yörenin temcilcisi olarak görmekte ve çalışmalarını buna
göre yürütmektedirler.
Partiler Arası
Dayanışma
Partiler arası dayanışma (ittifak) olasılığının
ortadan kalkmış olması da siyasal uzlaşmaya ortam bırakmaması bakımından
üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.
Demokratik açıdan gelişmiş ikiden fazla partili
ülkelerde demokratik istikrarın sağlanması açısından partiler arası dayanışmaya
olumlu bakılmaktadır. Ülkemizde de bu yolda yeni düzenlemeler yapılması yararlı
olacaktır.
Seçimlerin
Yenilenme Süresi
Öte yandan, seçimlerin
yenilenmesi için öngörülen beş yıllık sürenin çok uzun olduğu ve bu nedenle de
dört yıllık eski süreye geri dönülmesinin sorunu çözebileceği konusunda çeşitli
görüşler ileri sürülmektedir.
Kanımca, seçimlerin
yenilenmesi için beş yıllık süre oldukça
uzun bir süredir. Türkiye gibi hızlı toplumsal ve ekonomik değişimler
gösteren bir ülkede, siyasal tercihler de kısa zaman aralıklarında
değişebilmektedir. Bu nedenle, seçim döneminin kısaltılması yararlı olacaktır.
Öneriler
Yukarıda
belirtilenler seçim sisteminin yeniden düzenlenmesini ve bir yandan ulusal iradeyi parlamentoya eşite en yakın
düzeyde yansıtabilen ve öte yandan da kararlı
hükümetlerin kurulması şansını ortadan kaldırmayan ve aynı zamanda da
bireylerin seçilme hakkını rahatlıkla
kullanabilmelerine olanak veren bir sistemin yürürlüğe konmasını gerekli
kılmaktadır.
Ancak,
hemen belirtmek gerekirki, dar bölge ya da iki aşamalı seçim gibi ilk bakışta
yeniliği nedeniyle çekici görülebilecek önerilerin son çözümlemede
yaratabileceği tüm siyasal sakıncaların da önceden açıklıkla belirlenmesi
gerekmektedir.
Tüm
bunların sonucu ise demokratik rejimin vazgeçilmez unsurları olan siyasal
partilerden rejimin beklediği yararların elde edilememesi olmaktadır. Böyle bir
sonuç siyasal rejimimiz açısından önemli bir kayıp olarak nitelendirilmelidir.
Demokratik rejimin işlerliğinin
sağlanmasında siyasal parti rejimleri kadar seçim sisteminin de önemi vardır.
Oysa, Türkiye’de uygulanmakta olan seçim sisteminin bu açıdan önemli bazı
sorunlara sahip olduğu bilinmektedir.
Demokratikleşme süreci
açısından önem taşıyan seçim sistemi ile ilgili önemli sorunların
çözümlenebilmesi için aşağıdaki önlemlerin
alınması yararlı olacaktır:
Seçim sisteminin değiştirilmesi gerekmektedir. Yeni
seçim sistemi bir yandan siyasal
kararlılığı korurken öte yandan azınlık oylarının siyasal kararlılığa engel
olmayacak biçimde adil olarak değerlendirilmesine olanak sağlamalıdır.
Bir başka anlatımla, yeni seçim
sistemi, temsilde adaleti ve yönetimde
kararlılığı sağlayıcı nitelikte olmalıdır.
Bu bağlamda, her şeçimde yeni
bir seçim sistemi uygulaması yerine, kalıcı
ve değiştirilemeyen bir seçim sistemi oluşturulmalıdır.
Seçme ve seçilme haklarının en demokratik şekilde kullanılmasını
sağlamak yapılacak düzenlemelerin diğer önemli hedefi olmalıdır. Bu çerçevede
seçim sistemi herhangi bir siyasal partinin ve görüşün çıkarlarına hizmet
etmekten kurtarılmış olacaktır.
Ulusal ve yerel seçim
sistemlerinin yenilenmesinde, değişik ve ilginç olmaları açısından çekici
olabilecek görüşler yerine, fizibilite
etüdü yapılmış ve geçerliliği anlaşılmış sistemler tercih edilmelidir.
Ancak, siyasal parti sayısının
artması gerçeği karşısında, düşük oy oranları ile seçilmeyi önlemek ve
seçmenlerin en az yarısının güvenine sahip kişilerin seçilmesini sağlamak
bakımından, belediye başkanı seçimi gibi, seçim sonucunda tek kişinin seçileceği
seçimlerde iki turlu sistem
uygulanmalıdır.
Partilere Hazine yardımına devam edilmelidir. Ancak, özellikle
belirtilmelidir ki, bu alanda ipin ucu
kaçırılmak üzeredir. Yapılan ve kamuoyunun dikkatinden kaçan bir
değişiklikle partilere yardım miktarı iki misli artırılmılştır. Bu durum hazine
üzerinde büyük akçal yük yaratacaktır. Ayrıca, hazineden yapılan yardımın belli
bir oranının eğitim ve araştırma
çalışmalarına ayrılması yasa ile güvence altına alınmalıdır.
Ancak, partilerin ya da
adayların seçim kampanyalarına yapılacak bağışlar
belirli koşullara bağlanmalıdır. Bugün var olan tavan sınırlamasına ek
olarak bağışın nakit değil çek yoluyla yapılması, kampanya giderlerinin fatura
karşılığı yapılması, kampanya gelir ve gider muhasebesinin yeminli mali
müşavirlikler aracılığı ile yürütülmesi, seçim sonucunda bağışta bulunanların
ve hesap bilançosunun topluma açıklanması ve kampanyadan artan paraların
Hazine’ye devredilmesi gibi koşullar da seçim sistemi içine alınmalıdır.
Ülke ve seçim bölgesi ile
ilgili baraj sistemleri ve oranları yeniden gözden geçirilerek
çok önemli sayıda seçmenin görüşlerinin siyasal iradenin oluşmasının dışında
bırakılmasının önüne geçilmelidir.
Parlamentonun niteliklerinin
iyileştirilmesi için özel bazı niteliklere sahip adayların kontenjanlar yolu ile parlamentoya alınmasına olanak verilmeli ve
bu yolda olumlu sonuç verebilecek yeni düzenlemeler geliştirilmelidir.
Seçimlerin yenilenme süresi dört yıl olarak kabul edilmelidir.
Partilerin seçim dayanışması yapmasını engelleyen yasal hükümler yürürlükten
kaldırılmalıdır.
Seçim maliyetinin azaltılması
ve rekabet koşullarının iyileştirilmesi bakımından kampanya sırasında
yapılabilecek etkinliklere sınırlamalar
getirilmesi üzerinde düşünülmeli ve seçim maliyeti kabul edilebilir düzeye
çekilmelidir.
Seçim yönetim sistemi yeniden düzenlenmeli ve örgütlendirilmelidir.
Seçimlerin yargıç denetiminde yapılması ilkesi kuşkusuz devam ettirilmeli ancak
Yüksek Seçim Kurulu’nun işlevlerinde değişikliklere gidilmelidir. Bu Kurul’a
bağlı olan Seçmen Kütükleri Genel Müdürlüğü yalnızca kütük yazımı ile ilgili
işlevlerden değil fakat seçim ile ilgili tüm işlevlerden sorumlu olacak Seçim
İşleri Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmeli ve Yüksek Seçim Kurulu yönetsel
işlevlerinden uzaklaştırılarak en üst düzeyde yönetim ve karar organı olarak
yeniden düzenlenmelidir.
Seçimin sağlıklılık düzeyinin
artırılması ve sonuçların bir an önce alınabilmesi için, sürdürülmekte olan
seçmen kütüğü veri otomasyonu
çalışmaları bir an önce tamamlanmalı ve elektronik
aygıtlarla oy kullanabilme olanakları geliştirilmelidir.
Kamu görevlilerinin ulusal ve
yerel seçimlerde aday olabilmeleri için istifa
etmelerini zorunlu kılan yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir. Bazı
kamu görevlilerinin bu olanağı kendi siyasal görüşlerini “deşifre” etmek ve bu
yolu siyasal ilişki kurmak amacıyla
kullanacağı bilinse bile, daha liberal bir yaklaşım benimsenmeli, istifa
zorunluluğu kaldırılmalı ve seçimlerde ulusal iradenin TBMM’ne en yüksek ve
ussal şekilde yansıması sağlanmalıdır.
BÖLÜM 13
EKONOMİK KOŞULLAR
VE
ULUSAL EKONOMİNİN
YÖNETİMİ
Giriş
“Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye, 1965-1998
döneminde yıllık ortalama yüzde 4.3’lük büyüme hızıyla, kapsama alınan 30 büyük
ekonomi içinde Japonya ve Brezilya ile birlikte yedinci oldu. Büyüme hızında yılllık ortalama yüzde 8.6’lık
büyüme hızıyla birinci olan Çin’i, yüzde 8.1 ile Güney Kore ve yüzde 7.3 ile
Tayland izledi… Çin bu dönemde reel bazda milli gelirini 15, kişi başına milli
gelirini ise 8.8 katına çıkardı. Türkiye de bu dönemde ekonomisini dörde katladı
ama hızlı nüfus artışı nedeniyle kişi başına milli gelirini iki katına çıkardı.
Milli gelir 1965-1998 döneminde 1998 fiyatlarıyla 50 milyon dolardan 200.5
milyar dolara, kişi başına milli gelir ise 1.590 dolardan 3.160 dolara
yükseldi. Bu dönem yıllık ortalama yüzde 4.3’lük büyüme gösteren Türkiye’nin
büyüme oranının yüzde 2.2’si nüfus artışına gitti. Oysa, aynı dönemde sadece
yüzde 3.7 ortalama büyüme yakalayan İtalya’nın, nüfusunun yerinde sayması
nedeniyle kişi başına milli geliri her yıl ortalama yüzde 2.5 arttı.”
Anadolu Ajansı’nın bir
haberinden yukarıya alınan bu ilginç bölüm aslında Türkiye’nin son 50 yıllık
büyük uğraşında elde ettiği başarı düzeyinin sayılarla açıklanmasıdır. Bu
kitapta irdelemesi yapılacak konu ise bu sonuca yol açan makro-ekonomik
politikaların nitelik ve nicelikleri değil; fakat, bu olgunun, yani ekonomik
büyüme ve kalkınma olgusunun kurumsal ve yönetimsel koşullarının içinde
bulunduğu özellikler olacaktır.
Ulusal ekonomiler, en liberal
ülkelerde dahi, kendi başlarına yürümezler, ulusal ekonominin sorumluları,
yetkilileri ve yöneticileri tarafından yönetilir, yönlendirilir ve
eşgüdümlenirler. Her siyasal kararın ekonomik bir sonucu vardır. Ulusal ekonomi
bu kararlara göre şekillenir. Bu kararların alınma ve uygulama biçiminin
incelenmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesi gerekmektedir. Özellikle, Türkiye
gibi, son 15-20 yılda yüksek enflasyona dayalı ekonomik büyüme stratejisini
benimsemiş bir ülkede bu durum özellikle ve öncelikle incelenmelidir. Ekonomik
kararlar nasıl alınmaktadır? Hangi kurumlar ekonominin yönetiminden sorumludur?
Ortak politika var mıdır? Bu politika hangi süreç içinde şekillenmektedir?
Sorumluluk kime aittir? Bu ve bunun gibi daha pek çok soru yanıt beklemektedir.
Biraz önce belirtilen başarı
öyküsüne karşılık, İstanbul Sanayi Odası tarafından yaptırılan “Türkiye’nin 500
Büyük Sanayi Kuruluşu Anketi”, Türkiye’de makro-ekonominin içinde bulunduğu
koşullar konusunda oldukça önemli ancak olumsuz nitelikte ipuçları vermektedir.
Anket sonuçları, aslında, bir ekonomik krizin belgelendiğini göstermektedir.
Anket, ülkede, üretim yaparak kar etmenin artık olanaklı olmadığını
belirtmekte, parasal yapısı güçlü, üretim dışı kaynakları olan sanayi
kuruluşlarının faiz geliri elde ederek, ayakta kaldıklarını göstermektedir.
Sanayi faizde büyümekte, ancak üretimde ve ulusal gelire katkıda küçülmektedir.
Ankete göre, 1998 yılı içinde ülkenin en büyük 500 sanayi kuruluşu gelirlerinin
yüzde 87.7’sini “ana çalışma alanı dışı” karlardan, yani, faizden, elde
etmiştir. Anket sonuçlarını açıklayan Oda Başkanı Hüsamettin Kavi şunları
söylemektedir: “Satış karlılığı yüzde
8.3’ten yüzde 4.8’e düşüyor, daha da çarpıcı olanı üretim faaliyet karı yüzde
0.0’a düşmüştür. Yani, artık üretim yaparak kar etmek mümkün değildir.”
Devletin ekonomiden çıkmamakta direndiğini belirten Kavi “Devlet batmaz, bütçe açığını finans eder. Ancak, sanayiciler
batabilir” [221] demektedir.
Nitekim, Türkiye ekonomisi 1999’un ilk üçte
birinde Cumhuriyet tarihinin en büyük küçülmelerinden birini yaşamıştır: yüzde
8.4. Üretim durmuş ve sanayici faizle geçinmeye başlamıştır. Ekonomi, üretim
gelirinden rant gelirine yönelmiştir. Bu durumun depremle de ilgisi yoktur,
zira veriler deprem öncesi döneme aittir. Bu dönemde üretimin ulusal gelir
içindeki payı yüzde 10.3 olurken, faiz gelirlerinin payı yüzde 57.9 olmuştur.
Aynı dönemde ithalat vergisi de yüzde 23.5 gerilemiştir. Sanayici bu dönemde üretim
yapmamış, parasını faizde değerlendirmiş, isşizlik artmış ve gelir
adaletsizliği büyümüştür.
1999’un ilk yarısı bittiğinde
karşılaşılan manzara şudur: 1999’un ilk yarısında 20 katrilyon lira iç borç
ödenmiştir. 1999 sonuna kadar vergiden beklenen para 14 katrilyon liradır. 1999
bütçesinde faize ayrılan pay 10.3 katrilyon liradır. Sosyal güvenlik
açıklarının geldiği nokta ise 2 katrilyon lira. 1999 bütçesinde 9 katrilyonluk
açık bulunmaktadır. Devlet maaş ve öteki borçlarını ödeyebilmek için bir gün
önceden borçlanmaktadır. Bir günde 2 katrilyon lira borçlanma zorunluluğu
vardır. Dış borçlanma zor olduğu için devlet iç borç almak zorunda kalmakta ve
bu zorunluluk bankaları faizi yükseltmeye itmektedir.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel
bu duruma ilşikin olarak “Ekonomi SOS
veriyor” demiştir. İstikrarın sağlanabilmesi için Maastricht Anlaşması ile
belirlenen ölçüt olan yıllık yüzde 3 enflasyon oranına ulaşılması gerektiğini
söyleyen Demirel, “istikrarsızlığın” ekonomik nedenlerden değil, akçal
nedenlerden kaynaklandığını söylemektedir. “Eğer
devletin topladığı vergiler borcunun faizine bile yetmiyorsa, bu gerçek
SOS’dir. Bir başka tehlike işareti de borç ödemede, borçları faizli para alarak
ödemektir. O zaman da kamu maliyesini bir yere götüremezsiniz.” [222]
Nitekim, konu Milli Güvenlik Kurulu’nda da ele
alınmış ve MGK uluslararası alanda görülen ekonomik krizin Türkiye’ye de
bulaştığını belirterek ekonomide yapısal düzeltimler yapılması gerektiğini
bildiren hükümete destek vermiştir.
Bu özellikler taşıyan bir
ulusal ekonomi yönetimi tablosundan topluma yansıyan somut olgular ve sonuçlar
şunlardır:
“Dövizzede” ve “bankazede”
oarak bilinen kişiler, aslında son 20 yılda izlenen ekonomik yönetim kaosunun
ana kurbanlarıdır. Ulusal ekonomiyi yönetenlerin belirgin hataları nedeniyle
bir çok insan batık bankalara para kaptırmışlar ve tüketim için dövizle
borçlanmışlardır.
“Bankalar”, içleri soyularak batırılmış ve mevduat güvencesi
olmadığından halk bu paraları kaybetmiştir. Daha sonra mevduata tam güvence
getirilmiştir.
“Dolara el sürenin eli yanar”
denmiş, ancak daha sonra dolar bir gecede son derecede büyük değer kaybına
uğramış ve dövizle borçlananlar bu borcu ödeyemez duruma gelmişlerdir.
Ekonominin yöneticileri, bu
kimselerin sorunlarına karşı duyarsız kalmış; ancak, “off-shore” bankalarda
büyük faiz beklentisi uyarınca mevduat güvencesi olmamasına karşın para
batıranların kayıplarının tazmin edilmesine karar vermiştir.
Çalışanların aylıklarından
kesilen ödentilerden oluşan ve “zorunlu
tasarruf fonu”nda biriken paralar yok olma tehlikesi içine düşmüştür.
Ekonomi yöneticileri bu parayı geri ödeme olanağının olmadığını açıklamış ve
sonunda bu Fon için yapılan kesintilere son verilmiştir. Fonda toplanan 2.3
katrilyon liralık paranın geri ödenemeyecek durumda olması, aslında Hazine’nin
iflas ettiğini söylemek ile eşdeğerdedir.
Oysa, bu Fon’un kuruluş amacı
belliydi: çalışanların gelirlerinden kesinti yapmak, işverenin de katkıda
bulunmasıyla oluşacak bir fonda toplanan paraları doğru ve etkili bir
kullanarak daha da çoğaltmak ve çalışanların ekonomik düzeylerinin gelişmesine
katkıda bulunmak. Bunun için gerekli olan tek koşul bu paranın doğru dürüst bir
şekilde işletilmesinden ibaretti. Ancak, iç borç faizlerinin ve memur
aylıklarının ödenmesinde güçlük çeken ekonomi yöneticilerinin ellerinin
altındaki bu Fon’u amacına aykırı olarak kötüye kullanmaları sonucunda toplanan
para iyi bir şekilde değerlendirilememiş ve Fon iflas noktasına gelmiştir. Bu
ulusal ekonominin yöneticilerinin tam anlamıyla başarısızlığıdır. Fonun sona
erdirilmesiyle bu başarısızlık da tesçil edilmiştir.
Aynı şekilde, bir başka
ekonomik yönetim başarısızlığı da konut edindirme yardımında yaşanmıştır. 1986
yılında “Memurlar ve İşçiler İle
Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkındaki Kanun” ile
kurulan Fon’da 3 milyon çalışana ait 400 trilyon lira birikmiştir. Ancak,
ekonomik yönetimde başarısızlığın bir başka temel göstergesi olmak üzere, önce
1996 yılında Fon’a yapılan kesintiler durdurulmuş ve Fon Aralık 1999’da
çıkarılan KHK ile sona erdirilmiştir. Bu paranın nasıl geri ödeneceği belli
değildir. Esasen yüksek enflasyon, Fon’da toplanan paranın değerini her geçen
gün daha da eritmektedir. Böyleikle, çalışanlar ile ilgili bir başka ekonomik kurum daha iflas etmiştir.
Keza, “vergi iadesi” sisteminin içinde bulunduğu durum da yukarıdaki
örneklere çok benzemektedir. Sosyal içerikli olan ve bir yandan KDV toplama
oranını en üst düzeye çıkarırken öte yandan dar gelirlilere ek akçal olanak
sağlayan vergi iadesi sistemi de, üzerindeki parasal yük artıkça ve kamu
maliyesi bozuldukça önce amacından saptırılmış ve daha sonra da simgesel düzeye indirgenmiştir.
Hazine, bir taraftan kamuda “moratoryum” anlamına gelen “konsolidasyon” kelimesini kullanmaktan
ısrarla ve dikkatle kaçınırken, ses çıkarma olanağı yasal olarak bulunmayan
çalışanlar kesiminin borçlarının ödenmeyeceğini -belki emeklilik sırasında
olabilir denilerek- açıkça söyleyebilmektedir.
Ancak, ulusal ekonominin ve
özellikle kamu maliyesinin içinde bulunduğu koşullar o kadar elverişsizdir ki,
bu tür olumsuzluklara her gün bir başkası eklenmektedir.
Nitekim, bir başka örnek
Ağustos 1999 depreminden sonra yaşanmış ve ekonomiden sorumlu bakan deprem için toplanan yardımlarla memur
aylıklarının ödendiğini açıklayıvermiştir. Her ne kadar, daha sonra, bu
açıklamanın “yanlış anlaşıldığı” ve
olayın bir “dil sürçmesi” [223] olduğu
belirtilmişse de aslında gerçek durumun bu olduğu açıklıkla ortaya çıkmıştır.
Maliye Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı “böyle gitmez” genelgeleri de ulusal
ekonominin başarım göstergelerinin iyi olmadığını açıklıkla ortaya koymaktadır.
2000 yılının bütçe çağrısı genelgesinde Maliye Bakanı Sümer Oral, faiz ve
personel harcamaları nedeniyle bütçedeki esnekliğin giderek azaldığını, bütçenin
finansmanında borçlanmanın payının büyümesinin kamu hizmetlerinin maliyetini
ciddi boyutlarda artırdığını ve ekonominin sağlıklı bir yapıya
kavuşturulmasının, akçal dengelerin yeniden ve süreklilik arzeden biçimde
kurulmasına bağlı olduğunu açıkça belirtmektedir.
İşte, 1999 yılı bütçesinin ara değerlendirmesi: yatırıma 1, faize 13. 1999 yılının ilk altı ayında devlet
bütçesinden iç ve dış borç faizi için toplam 5.3 katrilyon lira ödenirken,
yatırımlara ancak 397 trilyon lira harcanabilmiştir.
Bu gelişmeler, bazı yeni ekonomik deyimlerin de icadına
neden olmaktadır. Maliye Bakanlığı uzmanları, kamu maliyesindeki başarım
düzeyini ölçmek için yeni bir gösterge yaratmak zorunda kalmışlardır: “faiz dışı bütçe fazlası”. Bir başka
anlatımla, önce faiz ödemelerinin bir kenara bırakılması ve bundan sonra
kamunun gelir ve gider sonuçlarının karşılaştırılması. Bu açıdan ele
alındığında, gelirler artmakta ve giderler azalmaktadır. Bu durum, kamu
maliyesini yönetenlerde sevinç yaratmaktadır. Bu yaklaşımın, faiz ödemelerini
görmemek için başı kuma sokmaktan
farklı olmadığı açıktır.
Ulusal ekonominin içinde
bulunduğu koşullarla demokratik rejimin ve devlet yönetiminin işleyişi arasında
sıkı bağlar bulunduğu her türlü açıklamadan uzak olmak gerekir. Güçlü ekonomi, gelişmiş bir demokratik süreç
ve iyi işleyen bir devlet yapısı için önemi inkar edilemeyecek bir unsurdur. Bu
kavramlar arasında doğru yönlü ve güçlü ilişkiler vardır.
Oysa, genel ekonomik
parametreler açısından ülke ekonomisi önemli sorunlar içinde görünmektedir.
Kalkınma hızı yavaşlamış, iç ve dış borçlar oldukça artmış ve enflasyon hızı
kabul edilemez bir düzeye erişmiştir. Devlet bütçesinde borç faizleri için
ayrılan miktar ilk kez memur aylıklarının önüne geçmiştir. Vergi toplamada
yeterince başarılı olunamamış, kayıt dışı ekonominin vergilendirilmesinde
istenilen noktaya gelinememiş ve dış ticaret dengesinde umut verici ve sorun
çözücü gelişmelerin kısa zamanda elde edilebilmesi olasılığı oldukça
azalmıştır.
Bu durum devlet yönetiminde çok
önemli sorunların ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri olarak kabul
edilmelidir.
Bu ve benzeri gelişmeler ve
ortaya çıkan sonuç ve olgular doğal olarak şu soruları akla getirmektedir: “Bu
nasıl bir ekonomi politikasıdır?”, “Bu kadar önemli düzenlemeler içine giren,
büyük hedefler ortaya koyan ancak hepsinde başarısız olan bu tür politikalar
hangi koşullar altında ve hangi kurumsal yapılarla yönetilmektedir?”, “Bu
ekonomik yapılar neden kurulmuştur?”, “Amaçları yanlış mıdır?” “Nasıl bir
yönetim düzeni öngörülmüştür?”, “Başarızlığın nedenleri nelerdir?”,
“Başarısızlığın sorumlusu kimdir?”, “Başarısızlığın yaptırımı nedir?”, “Ulusal
ekonomi ile oynamak bu kadar kolay mıdır?” ve “Bundan sonra oluşturulacak
ekonomik nitelikli yeni örgütler için kamu güveni nasıl sağlanacaktır?”.
Ulusal
Ekonominin Yönetim Açmazı: Aktör ve Rol Bolluğu
Ulusal ekonominin yönetiminde
bir “rol” tartışması. “Eğilmez: Hazine
yetkilerini kısıtladı, sıra siyasilerde. Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez,
ekonomide radikal değişiklikler öngören programını Hürriyet’e açıkladı. Bunları
yakında hükümete sunup onay isteyeceğini kaydeden Eğilmez, bu kararların
uygulanmasının şart olduğunu belirterek ‘Siyasiler de artık kendilerini
bağlamalı. Biz Hazine olarak kendi yetkilerimizi kısıtlıyoruz. Tüm siyasiler
de, lütfen, kendi yetkilerinizi kısıtlayın’ dedi.” Eğilmez, “rol”lerle
ilgili olarak şunları söylüyor: “Planladığımız
tedbirlerden ilkini açıkladık; Hazine ile Merkez Bankası protokol imzaladı…
Elbetteki mali programın en önemli ayağı Maliye Bakanlığı’ndadır. Vergi
düzenlemeleri, harcama ayakları Maliye Bakanlığı yetkisinde, nakit yönetimi
yetkisi Hazine’dedir…” [224]
İşadamları da, sıklıkla, bu
temel sorunsalı dile getirmektedirler. Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer
Çağlayan’ın ulusal ekonominin planlanması, örgütlenmesi, yürütümü, denetimi,
iletişimi ve eşgüdümü, kısacası yönetimi ve Anayasa’sı konusundaki görüşleri
şöyle: “Gelişmiş ülkeler 2020 yılının
programını yaparken, biz 3 ay sonrasının hedeflerini ortaya koyamıyoruz.
Türkiye’nin en büyük sıkıntısı yapısal reformları yapamamasıdır. Devlet
özelleştirme ile banka satarken, yeni bankalar geliyor. Türkiye’nin belki de
bir ekonomik anayasaya ihtiyacı var.” [225]
Ulusal ekonominin yönetiminde uzun bir süreden bu
yana süregelen roller ve aktörler arası çatışmanın en canlı örneği DPT ile
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında yaşanmıştır. Enerji ve Tabii
Kaynaklar Bakanlığı, “yap-işlet-devret” (YİD) modeli ile yabancı şirketlere
yaptırdığı bazı enerji santrallerinin ihale sözleşmelerinde rayiç uluslararası
fiyatın çok üstünde birim fiyata elektrik satın almak için güvence vermiştir.
DPT Müsteşarı da bu durumu basına açıklamıştır. Müsteşar’ın verdiği bilgilere
göre, YİD projeleriyle gerçekleşen imtiyaz anlaşmalarıyla yabancı şirketlere
Avrupa ortalamasından üç-dört kat daha pahalı elektrik alımı için söz
verilmiştir. Bu yaklaşımın 7 milyar dolar zarara neden olabileceğini söyleyen
Müsteşar, 2005 yılında enerji fazlasıyla karşılaşılacağını, bu durumda 7 milyar
doların boşa gideceğini ve pahalı elektrik girdisi nedeniyle de Türk
ekonomisinin batılı ekonomilerle rekabet gücünün azalacağını belirtmektedir.
Enerji Bakanlığı’nın bu
projelerine DPT’nin karşı çıkması üzerine patlak veren tartışmada Enerji Bakanı
Cumhur Ersümer’in şu sözleri dikkatle incelenmelidir: “DPT Müsteşarı devletin memurudur. Müsteşarlığını yapsın. Orası siyaset
yeri değildir... Biz yanlış yapmışız. Tahkimi çıkartmaya, Danıştay’daki süreyi
kısaltmaya çalışacağımıza, DPT’nin onay yetkisini kaldırmamız gerekirmiş...
Meğer Türkiye’nin önündeki engel DPT imiş.” [226]
Öte yandan, enflasyonla
mücadele bağlamında Hazine Müsteşarlığı tarafından geliştirilen yeni bir kurum ve kavram daha
geliştirilmiştir: piyasa yapıcılığı.
Devlet borçlanmasında faiz düşüşü ve piyasa likiditesi sağlamak için öngörülen
piyasa yapıcılığı sisteminde bir yıl boyunca 19 bankanın görev yapması
planlanmıştır. Devletin iç borçlanmasında ana kurum olacak piyasa yapıcıları
Hazine Müsteşarlığı tarafından yeni ekonomik düzenin önemli aktörlerinden biri
olarak ulusal ekonominin yönetim sistemi içine alınmaya çalışılmaktadır.
Bu gelişmeler, aslında,
sorunsalın içinde barındırdığı açmazı da yeterince açıklamaktadır. Yukarıdaki
cümleler içinde sadece dört ana kurumun adı geçmiştir. “Siyasal erk”, “Hazine
Müsteşarlığı”, “Maliye Bakanlığı” ve “Merkez Bankası”. Acaba “aktör” sayısı
bunlarla sınırlı mı? Kuşkusuz hayır. İşte diğerleri: Devlet Planlama Teşkilatı,
Yüksek Planlama Kurulu, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Sermaye Piyasası Kurulu, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Enerji Yüksek Kurulu. Ve, daha niceleri…
Bu karmaşık kurumsal yapı ve bu
kurumsal düzen içinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan politika belirleme,
planlama, yürütme, yönetim, uygulama, denetleme, işbirliği ve eşgüdüm sorunları
nasıl çözümlenecektir? Kısacası, ekonominin yönetiminde “patron” kimdir?
“Sorumlular” kimlerdir? Ortaya çıkan mevcut durum bu sorulara şu yanıtı
vermektedir: Tek bir patron yoktur,
patronlar vardır ve sorumluluk bu birimler arasında dağıtıldığından sorumlu
yoktur.
Buraya kadar yaptığımız
açıklamalarda ekonomik politikalar üzerinde değil fakat ekonominin yönetimi ve
kurumsal sorunları üzerinde durulmuştur. Bu kitabın amacı da uygulanan ulusal
ekonomik politikaların makro ya da mikro düzeyde doğruluk ya da isabetlilik
düzeyini tartışmak değildir. Amaç, ulusal ekonominin yönetimindeki yetersizlik,
yanlışlık ve aksaklıkları belirlemek ve bunların ortadan kaldırılmasını
sağlayacak önerilerde bulunabilmektir.
Bu açıdan bakıldığında ve
yukarıda sıralanan somut olgular ve örnekler dikkate alındığında, Türkiye’de
ulusal ekonominin yönetiminde tam bir yetersizlik, karmaşa ve gelişigüzellik
egemen görünmektedir. Ekonomi yönetiminin bu şekilde örgütlendirildiği, kurumsallaştırıldığı,
planlandığı ve yürütüldüğü bir toplumda hangi içerikte olursa olsun, ekonomik
programların uygulanmasında başarı beklenemez.
Nitekim, 1999’un ikinci
yarısından sonra döviz fiyatının Merkez Bankası tarafından sabitlenmesi,
kiraların ve ücretlerin yasa ile dondurulması ve özel sektörün gönüllü fiyat
denetimi yapması politikalarına dayalı enflasyonla mücadele programı da aynı
açmaza düşmüştür.
Bu durum, yukarıda sayılan
aktörler tarafından da bilinmektedir.
Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında Başbakan tarafından yapılacak
bir konuşmaya ön hazırlık olması amacıyla DPT tarafından hazırlanan “hizmete
özel” nitelikli gizli bir bilgi notunun yanlışlıkla basına dağıtılması
sonucunda elde edilen bilgiler bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Başbakan’a iletilen gizli notta şu içten görüşlere yer verilmektedir: “Yıl sonu enflasyon hedefi tutmayacaktır,
faizler ileriki aylarda artabilecektir, ekonomik büyüme yüzde 5.5’in altında
kalabilecektir ve bir yıl sonra döviz kurları serbest bırakıldığında
develüasyon zorunluluğu ortaya çıkabilecektir.”
Bu görüşler, uygulanan ekonomik
program için ilk olumsuzluk belirtileri olmuştur. Öte yandan, bazı çevrelerce
ortaya atılan ‘ince ayar’ önerileri, özel sektöre yönelik haksız zam iddiaları,
bu suçlamalara özel sektörden verilen yanıtlar ve ithalatta meydana gelen yüzde
107’lik patlama ekonomik programın uygulama alanına konulmasından daha bir yıl
geçmeden tartışılmaya başlandığını göstermiştir.
Ve, 19 Şubat 2001 krizi ile bu
ekonomik program da -beklendiği üzere- tam bir başarısızlıkla sonuçlanmış,
“çıpalı döviz” politikasından vazgeçilmiş, döviz piyasada dalgalanmaya
bırakılmış, lira en az yüzde 40 oranında değer kaybetmiş ve ülke yeni bir kurtarıcı
ve yeni bir ekonomik politika daha aramaya başlamıştır.
Esasen, bu bölümde açıklanmaya
çalışıldığı şekilde yönetilen bir ekonomiden farklı sonuçlar beklemek de
olanaksızdır.
Ancak, herşeye karşın
belirtilmelidir ki, bu anlatım, enflasyonun yüzde 100’lerden, yüzde 40’lara
indirilmesinin önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmemektedir.
Önemli olan, başarıyı kalıcı ve
sürekli kılmak ve gerçek bir ekonomi başarısı elde edebilmektir. Bu tür bir yönetimle, kurumsallaşmayla ve
örgütlenme düzeniyle bu hedefin gerçekleştirilmesinin çok zor olduğu hiç bir
kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir kez daha görülmüştür.
Ekonomi
ve Devlet: Devletin Ekonomideki Rolü
“Temiz toplum istiyorsak, devletin ticaretten ve ekonomiden elinin
çekilmesi sağlanarak menfaat dağıtır olmaktan çıkarılması ve asli görevlerine
dönmesi gerekir… Ticaret ve sanayi, piyasa kurallarına göre kar etme ilkesi ile
çalışan, teknolojisini yenileyebilen, değişen koşullara kolaylıkla uyum
sağlayabilen dinamiğe sahip, yatırım ve diğer ticari-idari kararlarını
verimlilik ve karlılık ilkelerine göre, zamanında verebilen özel sektöre
bırakılmalıdır. Müteşebbislerimizin, yatırımcılarımızın teşebbüs ruhu, arzusu
ve gayreti tüm dünyanın hayranlığını kazanmıştır. Ülkemizde böyle bir
potansiyel varken, burada devletin bundan sonraki görevi, artık yatırım
altyapısını kurmak ve bu alanda fırsat eşitliği sağlamaktır. Esasen, gerçek bir
demokrasinin başarısı, bireyi güçlendiren, teşebbüs kabiliyetini teşvik eden ve
herkese fırsat eşitliğini telkin edebilen bir yapılanmaya sahip olabilmesidir.”
[227]
Yukarıdaki sözler Devlet Bakanı
Yüksel Yalova’ya aittir. Ancak, özünde, devletin genel yapılanmasıyla ilgili
bir endişeyi ve endişenin çözümüne yönelik bir siyasal felsefeyi
yansıtmaktadır.
Endişe, devletin ulusal
ekonomik yaşamdaki rolü, kamu sektörünün ulusal ekonomi içindeki payının görece
yüksekliği, kamusal iş ve hizmetlerin özel sektör tarafından yapılabilirliği,
kalkınmanın önderliği ve ulusal sermayenin oluşum biçimi ve gücü ile ilgilidir.
Çözüm ise, devletin ekonomideki
payını olabildiğince azaltmak, devleti ana görevlerine çekmek, kamu
hizmetlerinin sunumunda hem özel sektörün rolünü artırmak ve hem de pazar türü
araçlardan daha fazla yararlanmaya olanak hazırlamaktır.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi
Başkanı Bülent Eczacıbaşı’nın “Ekonomik
önlemleri almaktaki başarının, son derecede bozuk olan siyasi sistemimizde
yapılacak reform konusunda da tekrarlanmasına ihtiyacımız vardır. Bir süre
sonra reformlar öncesi duruma dönmemiz olasılığı belirecektir” [228] derken
bir anlamda kastetmek istediği budur.
Ülkemizde demokratik rejimin
işleyişini güçleştiren önemli nedenlerden bir başkası da devletin ekonomideki ağırlığıdır. Özellikle, Cumhuriyetin ilk
kuruluş yıllarında, ulusal burjuvazinin oluşturulması ve bu kesimin serbest
piyasa ekonomisine dayalı ekonomik gelişmenin sürükleyici gücü olması yolundaki
temel tercih yanında ulusal sermaye birikimi yetersizliği nedeniyle temel
üretim kurumlarının ancak devlet sermayesi ile kurulabilmesi zorunluluğu da
devletin ekonomik alanda önemli bir pay almasını zorunlu kılmıştır.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı
Süleyman Demirel’in bir konuşmasında söylediği şu sözler oldukça dikkat çekici:
“Enflasyona dokunduğunuz zaman bunun altı
var. Bunun altı birinci derecede kamu maliyesidir. Çünkü devletin personeli
çoktur, devlet israf içindedir. İktisadi devlet teşekkülleri devlete büyük
zararlar vermeye başlamıştır. Tarım kesiminden gelen bu yükleri devlet,
bankalar taşımaktadır. Bütün bunlardan çıkan netice, devlet elbisesine
sığmamaktadır.” [229]
Ülkenin ekonomik açıdan azgelişmiş yöreleri
gözönüne alındığında günümüzde bazı yöreler için geçerliliğini hala sürdüren
kalkınma çabalarına kamunun önderlik yapması yolundaki temel tercih, ülkenin
bütünü bakımından ele alındığında sahip olduğu geçerlilik düzeyi, kendisinden
beklenen işlevin büyük çapta tamamlanmış olması, ekonomik ganimetin siyasal
çıkar odakları tarafından yağmalanmasına olanak vermesi ve üretkenlik yerine
ranta dayanması açılarından artık sorgulanmaya
başlanmıştır.
Bugün açıklıkla görülen gerçek,
devletin ekonomik yaşamda sahip olduğu payın gereksiz şekilde büyük olduğu ve
ekonomik gelişmeye öncülük yapma rolüne artık eskisi kadar gereklilik
kalmadığıdır. Türkiye’de, özel sektörün ulaşmış olduğu sermaye birikimi ve
gelmiş olduğu teknolojik düzey itibarıyla bu rol ve sorumluluğu devir almaya
hazır olduğu görülmektedir. Devlet işletmeciliğinin rekabet gücünün eksikliği,
üretim maliyetinin yüksekliği ve yönetim kapasitelerinin sınırlılığı kamu
işletmelerinde görülen verim düşüklüğünün temel nedenleri olduğu
anlaşılmaktadır.
Bu açık gerçeğe karşın devletin
ekonomik alandaki rolünün aynı şekilde devam etmesi serbest piyasa sistemi
içinde tam rekabet koşullarının oluşmasını önlemekte ve bu nedenle de
demokratik rejimin işleyişinde önemli tıkanmalara yol açmaktadır. Bir başka anlatımla,
siyasal liberalleşme eğilimi ekonomik liberalleşme ile elele
ilerleyememektedir.
Öte yandan, bu durum ülkede
serbest piyasa düzenine geçişin tam ve kesin olarak sağlanması hedefleri
açısından engel yaratmaktadır. Devletin ekonomide tekel yaratmasının önüne
geçilmesi ve rekabet koşullarının geliştirilmesi de devletin ekonomik yaşamdaki
rolünün azaltılması kadar önem taşımaktadır.
Son
yıllarda ortaya konulan ve başarsızlıkla sonuçlanarak ülkeye çok ağır bir
bedele mal olan ulusal ekonomik politikayı burada biraz daha irdelemek
gerekmektedir. 2001 Şubat’ında iflas ettiği açıklanan bu ekonomik istikrar
politikası, döviz fiyatlarındaki artışı 1999-2000 yılları için yüzde 20 ile
sınırlandırmak ve piyasadaki fiyat artışlarının bu düzeyde kalmasını “umut”
etmek politikası olarak gündeme getirilmiştir. Ancak, bu politikanın kimin
politikası olduğu hiç bir anlaşılamamıştır. Programı, bağımsız olduğu
varsayılan, Merkez Bankası Başkanı açıklamıştır. Ancak, dönemin ekonomiden
sorumlu devlet bakanının bir kaç üstü kapalı sözünden başka bir siyasal destek
hükümetten gelmemiştir. Program, sanki, olası bir başarısızlık durumunda “Bu, hükümetin politikası değildir, Merkez
Bankası Başkanı’nın ve Hazine Müsteşarı’nın kişisel girişimleridir”
denilecekmiş gibi [230] bir
ortam içinde ekonomiye sunulmuştur. Ancak görülen şudur: Merkez Bankası bu süre
içinde dövizin değerini en fazla yüzde 25 oranında artıracaktır. Piyasadaki
diğer fiyatların da bu oranda artması beklenecektir. Ücretler bu düzeyde
artacaktır, kiralar bu düzeyde artacaktır ve genel enflasyon yüzde 25’e
indirilmiş olacaktır.
Bu,
gerçekleşmesi çok istenilen ancak gerçekleşmesi olanağı olmayan bir
politikadır. Herşeyden önce, arkasında gerçek ve güçlü bir siyasal destek
yoktur. İkincisi, bu kadar çok başlı bir ekonomi yönetimi içinde programı hangi
kurumların uygulayacağı belli değildir. Belli olan yalnızca Merkez Bankası’nın
sorumluluğudur. Nitekim, Merkez Bankası döviz artışını yüzde 20 ile
sınırlandırırken, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı devlet ihalelerinde
uygulanacak eskelasyon oranını bunun çok üzerinde saptamıştır. Üçüncüsü, bu
politika, oyunun kurallarına aykırıdır.
Bu
durumu en iyi şekilde Güngör Uras açıklamaktadır: “Nasıl ki kadının ‘az hamile’si olmaz ise ekonominin de az serbesti
olmaz. Ekonomi ya ‘tam serbest’tir ya da ‘fiyat ve ücret’ kontrolü vardır.
Döviz fiyatını tek başına dizgine bağlayamazsınız, Onu bağladınız mı, ücreti
kirayı ve giderek faizi de bağlamanız ‘kaçınılmaz bir zorunluluk’tur… Merkez
Bankası dövizin bir yıllık fiyat artışının yüzde 20 kazığa bağladığını ilan
etti. Hükümet de bir yılda fiyatlardaki artışın yüzde 25’i geçmeyeceğini ilan
etti... Döviz fiyatını tutmak Merkez Bankası’nın elinde ama fiyatların yüzde
25’ten fazla artmamasını hükümet nasıl tutabilir ki?’ Doğal olarak, buna şunu
da eklemek gerekli, yeteri kadar döviziniz varsa. 100 milyar dolardan fazla dış
borcu bulunan bir ülkede en iyimser dönemlerde 20 milyar dolar düzeyinde olan
rezerv yeterli sayılırsa…” [231]
Türkiye’de,
devlet, ulusal ekonomide hala çok önemli bir paya sahiptir. Bu payın büyüklüğü
ülkede pazar ekonomisinin tüm kural ve süreçleri ile gerçekleşmesi yolunda
önemli bir engel yaratmaktadır.
Devletin ekonomi içindeki rolünün belirlenmesinde şu dört unsur temel yol
gösterici olmalıdır: Birincisi, ‘ekonomik planlama’ ilkesidir. Yani, beş yıllık
ulusal kalkınma planları yoluyla ulusal ekonominin planlanması ve yönetilmesi
ilkesi vazgeçilmez bir esastır. İkinci ilke ‘denge’ ilkesidir. Bu ilke,
ekonomideki iç ve dış finansman dengelerinin güvence altına alınmasının
yanısıra bölgelerararası dengeli kalkınmanın da güvence altına alınmasının
kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir. Bu güvenceler gerçekleştirilemediği
takdirde ekonomik büyümenin enflasyonu daha da körükleyeceği kabul edilmelidir.
Bu nedenle, bir yandan iç ve dış finansman dengeleri güvence altına alınırken;
öte yandan, bölgelerarası dengeli büyüme güvence altına alınmalıdır. Üçüncü ilke ekonomide
‘kararlılık’ ilkesidir. İnişli ve çıkışlı ve hatta zikzaklı ekonomik
politikaların yurt içindeki girişimcinin yanısıra dış sermayedarların ülkeye
yatırımlarını engelleyeceğinin bilinmesi ve siyasal ve ekonomik kararlılığa en
büyük önceliğin verilmesi gerekmektedir. Dördüncü ilke ‘güven’ ilkesidir. Para,
sermaye ve mal piyasalarında devlete güven duygusunun pekiştirilmesi mutlak
zorunluluktur.
Herşeyden
önce, açıklıkla belirtmek gerekirki, ülkemizde 1980’lerin ortalarından bu yana,
planlı kalkınma ilkesi önemli sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. 80’li yıllarda
planın ülke ekonomisinin yönetimindeki ağırlığı azalmıştır. Beş yıllık kalkınma
planı yerine, ‘ardışık’ (“rolling”,
yani bir dönem bitince arkasına yeni bir beş yıllık dönem değil sadece bir
yıllık dönem eklenen) plan kavramı tartışılmaya başlanmıştır.
Bu
bağlamda yapılan çalışmalar arasında, DPT’yi tümüyle kaldırmak seçeneği de yer
almaktadır. Başbakanlık’a sunulan bir DPT kararnamesinde DPT’nin adının
değiştirilerek ‘Stratejik Araştırma ve Planlama Kurumu’ olarak yeniden
yapılandırılması ve kurumun “müsteşarlık”tan “başkanlık”a dönüştürülmesi
öngörülmektedir. Kararnamede, ayrıca, bir “Yüksek Danışma Kurulu” kurulması ve
“Yüksek Planlama Kurulu” ile “Para-Kredi Koordinasyon Kurulu”nun yanı sıra
“Ekonomik ve Sosyal Konseyi”n yeni kurumun bünyesine alınması istenilmektedir.
Bu
kararname dahi ekonomik aktörlerle
ilgili kurumsal karmaşanın devam etmekte olduğunu açıkça ortaya
koymaktadır.
Azgelişmiş
bölgelerin geliştirilmesi ve bölgelerarası
ekonomik gelişmişlik alanında denge ve eşitliğin sağlanması için devletin öncü
rol oynama ihtiyacı devam etmektedir. Ancak, bölgelerarası dengesizliğin
giderilmesi yolunda yapılan çalışmaların sınırlı kaldığı ve etkili olmadığı
görülmektedir.
Devletin genel olarak ekonomide
sahip olduğu payın büyüklüğü ekonomide liberalleşmeyi
önlemekte, arz ve talep süreçlerinin
ekonomik dengeyi sağlamasını engellemekte, “ganimet” sisteminin oluşmasına olanak vermekte ve ekonomide üretkenlik yerine rant gelirleri
tercihinin egemen olmasına yol açmaktadır.
Bu çerçevede, KİT’lerin rekabet gücü azalmıştır,
yüksek maliyet ile üretim yapmaktadır, çalışmaları önemli ölçüde verimsizdir ve
örgütlenme ve yönetim açılarından kurumsal sorunları vardır.
Devletin ekonomideki payı ve
yarattığı tekeller serbest piyasa ve tam rekabet koşullarının oluşmasını
engellemekte ve -bu nedenle de- siyasal liberalleşme ile ekonomik liberalleşme
birlikte ilerleyememektedir.
Bu durum, çözümlenmesi güç bir
ekonomik ikilem yaratmaktadır.
Devletin ekonomik gelişme yetersizliği görülen bazı yörelerdeki öncü rolünün
devam etmesi buna karşılık ülkenin büyük bir bölümünde bu role önemli
sınırlamalar getirilmesi gerekmektedir. Bu yolda yapılacak son tercihin
içeriğinde bazı temel unsurların yer alması gerekmektedir. Bir kere, geri
kalmış bölgelerin ekonomik açıdan kalkındırılması ve bölgelerarası ekonomik
dengenin sağlanması zorunludur. İkincisi, Devlete ait kamu iktisadi
kuruluşlarının daha fazla büyümesinin önlenmesi, yeni KİT’ler yaratılmaması ve
elden çıkarılamayan KİT’lerle ilgili olarak, kurumsal gelişme yöntemlerine
dayalı, rehabilitasyon projelerinin devreye sokulması çalımalarının
başlatılması sağlanmalıdır. Üçüncüsü, özel sektöre devredilmesi olanaklı olan
kamu iktisadi kuruluşlarının bir an önce elden çıkarılmaları ve ‘özelleştirilme’leri güvence altına
alınmalıdır.
Ülkemizde, ekonomi yönetiminde yetki ve sorumluluklar iyiden iyiye dağılmış ve
devletin akçal bütünlüğünü anlatan bütçe ve hazine birliği ilkesi ortadan
kaldırılmıştır. Dünyanın her ülkesinde uygulanan ve Türkiye’de 1984 yılına
kadar geçerli olan devletin tüm malvarlığına sahip olma, malvarlığını koruma ve
kollama ve bu varlık üzerinde eylem ve işlemde bulunma görev ve yetkisinin tek
elde bulundurulması ilkesi bozulmuştur.
Bu tür uygulamaların uzun zaman
dilimi içinde süregelmesi, sonuçta, ulusal
ekonominin yönetiminde önderliğin, planlamanın, politika üretme ve uygulamada
etkililiğin, kurumlarararası işbirliğinin ve eşgüdümün yok olması, ekonomik ve
yönetsel kararsızlıkların ortaya çıkması, toplumsal güvenin kaybolması ve
yukarıda sözü edilen kritik önemde temel dengelerin bozulması anlamına
gelmiştir.
Yukarıda
belirtilen unsurlar gözönünde tutularak, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetimi ve devletin genel
ekonomi içindeki yerinin belirlenmesi ile ilgili olarak şu genel nitelikli, önerilerin yapılmasında yarar
görülmektedir.
Ekonomi
yönetiminde yeniden yapılanmaya
gidilmelidir. Bu çerçevede, “bütçe” ve “hazine birliği” sağlanmalı ve akçal
disiplin gerçekleştirilmelidir.
Başbakanlık
örgütünde yer alan ekonomi yönetimine dahil tüm müsteşarlıklar ile Maliye
Bakanlığı bir bütün olarak düşünülmeli ve yeniden yapılanma çalışmaları
çerçevesinde ‘Ekonomi Bakanlığı’
kurulması fikri üzerinde özellikle durulmalıdır.
Merkez Bankası’nın özerkliği değil bağımsızlığı sağlanmalı;
ancak, hükümet içinde yeni bir hükümet oluşturulmasından kaçınılmalıdır.
Devletin
ekonomiye müdahale olanakları
sınırlanmalıdır. Bu bağlamda, emisyon, kur ve faiz konularında serbest
piyasa ekonomisinin koşullarının belirleyici rol oynamasına ve bu durumun
sürekliliğinin güvence altına alınmasına öncelik verilmelidir.
Ekonomi
yönetiminde görev alan her birimin
görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin çerçeve doğru çizilmeli ve eşgüdüm
yeri isabetli bir şekilde belirlenmelidir.
Bunlara ek olarak, devlet asıl işlevlerine geri dönmeli ve
akçal yük yaratan ekonomik girişimler özel sektöre, yerinde görülmesi daha
ekonomik ve verimli olan kamu hizmetleri
yerel yönetimlere ve özellikle belediyelere devredilmelidir. Devlet,
KİT’ler aracılığı ile üretim yapan devlet olmaktan uzaklaştırılmalıdır. Devlet,
şayet kar amaçlı şirketler kuracaksa, bu şirketlere menkul kıymetler borsasında
kota edilmek koşulu getirilmelidir.
Özelleştirme
Türkiye ekonomisinin içinde
bulunduğu açmazların en büyüklerinden biri de özelleştirmedir. Özelleştirme
çalışmalarının yönetimi ve kurumsal açıdan içinde bulunduğu sorunlar ekonomi
yönetiminin en büyük sıkıntı kaynaklarından biri olmak durumundadır.
1980’lerin ortalarına doğru
“Toplu Konut ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı” olarak kurulan ve daha sonra
iki ayrı kurum olarak ayrılmasıyla bağımsızlaşan bu kurum aradan geçen 15 yıl
sonra elde ettiği performans, yüksek enflasyon hızının indirilmesine katkısı ve
ekonomik iyileşme açısından gerçekleştirmek zorunda olduğu hedefleri
gerçekleştirebilme oranı bakımından tartışma konusudur.
Özelleştirmede hedefler
tutturulamamıştır. Bu duruma yol açan nedenler ise hukuki sorunlar ve
ihalelerdeki şaibelerdir. 179 KİT’in özelleştirme kapsamına alınmasıyla 1986
yılında fiilen başlayan özelleştirmeden Aralık 1998’e ancak 4.5 milyar dolar
gelir sağlanmıştır. 113 KİT’in satışından sağlanan bu gelirin 3.5 milyar doları
1997 yılına kadar olan döneme aittir. Bu 11 yıllık dönemde her yıl başına 4-5
milyar dolarlık hedefler açıklanmasına karşın gerçekleştirilen yıllık
özelleştirme 300 milyon dolarda kalmıştır.
Gelinen bu durum özelleştirme
için “sil baştan” kararı alınmasına neden olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit,
şimdiye kadar özelleştirmeden beklenen ‘yeterli, olumlu ve uyumlu’ sonuç
alınamadığını itiraf etmiş ve bu sonuca Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın
değil, Anayasa ve diğer yasal engellerle, şimdiye kadar uygulanan politikaların
yol açtığını söylemiştir. Özelleştirmeden sağlanan kazançlarla, özelleştirme
için yapılan harcamaların eşdüzeye geldiğini, böylece özelleştirmenin anlamını
yitirdiğini savunan Ecevit, özelleştirmede tüm sistemin baştan aşağı gözden
geçirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Türk-İş Başkanı Meral’a göre,
bugünkü özelleştirme bir “bataklık”tır ve bu bataklık cumhuriyeti tehlikeye
sokacak kadar kokmaya başlamıştır.
Merhum işadamı Ayhan Şahenk, “özelleştirme sınıfta kaldı” demiştir. Son olarak POAŞ ve Türkbank
ihaleleriyle bu işin tesçil olduğunu kaydeden Şahenk, şu eleştirilerde
bulunmuştur: “Özelleştirme deyince dosya
alıp gidiliyor. Böyle olmaz. Bir sisteme dayanması gerekir. Yap şartnameyi,
dosyayı tetkik et, yeterlik belgesi ver, sonra da telefon et. Bürokrata
verilmeli bu işler. Merkeziyetçi ve devletçi yapı var. Bu nedenle özelleştirmelerden
zaman zaman geri dönülüyor. Bu işi halka bile anlatamadılar’.”
Son yıllarda özelleştirme ile
ilgili olarak gazetelere yansıyan
haberlerden bazıları aşağıda verilmiştir:
“CHP, Korkmaz Yiğit ile
Çakıcı’nın ‘telefonda banka pazarlığı’ bandını açıkladı.”
“Türkbank ihalesinde görevimizi
yaptık. Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, ‘Türk Ticaret Bankası satışıyla aynı
günlerde Korkmaz Yiğit’in olağanüstü yüksek bedeller önererek, birçok basın
yayın organını satın almaya girişmesi üzerine konuyla ilgilenme gereğini’
duyduk. Çete bağlantıları olabilecek bazı işadamlarının bazı banka ve medya
kuruluşlarını olağanüstü bedellerle satın alma girişimleri, bir yandan medya ve
finans kesimini ele geçirme, bir yandan da karapara aklama amaçlarını akla
getiriyor.”
“Yılmaz yanlış yaptı. TÜSİAD
Başkanı Muharrem Kayhan, ‘Başbakan Mesut Yılmaz’ın Türkbank ihalesinde kamu
olanaklarını kullandırdığına inanmıyorum. Ama, ne olursa olsun bir Başbakan’ın
ihaleye katılanlarla olumlu veya olumsuz bu kadar yakın ilişki içinde olması
toplumda tereddütlere neden oluyor’ dedi.”
“Türkbank ihalesi için 9
sanıklı dava açıldı. İstanbul DGM Başsavcılığı, Türkbank’ın satışıyla ilgili
ihaleye ‘fesat karıştırdıkları’ gerekçesiyle 9 sanık hakkında 6 aydan 6 yıla
varan hapis cezaları istemiyle dava açtı.”
“Özelleştirmede kara leke.
Özelleştirilen kuruluşlara şaibe karışması ÖİB Başkanı’nı isyan ettirdi: Bayar
‘Sadece paralarını almayalım, bu insanları doğru dürüst araştıralım’ dedi.
Petrol Ofisi ihalesi Ankara 6. İdare Mahkemesi kararıyla, anayasaya ve özelleştirmenin
tabana yayılması ilkesine aykırılık nedeniyle durduruldu. POAŞ’ı alan girişim
grubu, İdare Mahkemesi’nin kararı ve özelleştirmede sorunlu bir dönemin
başlamasından dolayı ihaleden geri çekilmeyi düşünüyor.”
“Aktaş için zehir gibi rapor.
Danıştay savcısı, İstanbul’un Anadolu yakasındaki elektrik dağıtımının Aktaş
Elektrik’e devredilmesini özelleştirmeye aykırı buldu ve ‘Şirkete haksız kazanç
sağlandı’ dedi.”
“El konulan Aktaş, devlete 26
trilyon lira borç taktı.”
“Üç kez sözleşme imzalandı.
Enerji Bakanlığı yargı kararı ile yönetimine el koyduğu Aktaş Elektrik ile
hakkındaki tüm şikayetlere rağmen üç kez sözleşme yeniledi.”
“Hükümet depremde iç çamaşırı
üretiyordu. Deprem felaketinin Türkiye’de özelleştirmenin gerektiğini bir kez
daha ortaya koyduğunu belirten Bayar, ‘Hükümet iç çamaşırı üretimi ya da
KİT’lerin yönetim kurullarında kimlerin yer alacağını tartışıyordu. Bu yüzden
deprem felaketine etkili müdahale edilemedi. Ancak bu değişmeli, KİT’ler biran
önce özelleştirilerek hükümet asli işlevlerine geri dönmelidir’ dedi.”
Yukarıda yer alan alıntılar
ülkemizde özelleştirme çalışmalarının içinde bulunduğu koşulları açıklıkla
ortaya koymaktadır: Türkiye özelleştirme
çalışmalarında başarısız olmuştur. Tesisler elden çıkmış, ancak elde edilen
gelir yalnızca özelleştirme çalışmalarının finnasmanında kullanılmıştır. Elden
çıkan tesislere karşın ülkeye ekonomik bir girdi sağlanamamıştır.
Özelleştirme çalışmaları açısından başka büyük bir
aksama da özelleştirilmek istenen
kurumlardan sağlanan siyasal ve ekonomik rantın paylaşımında yaşanmaktadır.
Özelleştirmenin içine düştüğü durum devletin ulusal ekonomi içindeki rolünün
önemini ve payının büyüklüğü sorununu bir kez daha gündeme getirmektedir.
Kamunun gerek merkezi birimleri ve gerekse yerel
yönetimler aracılığıyla sahip olduğu ekonomik kuruluşların karşılaştıkları
zararın kamu bütçelerinden karşılanması zorunluluğunun yarattığı iç finansman
yükü ve verimli ve karlı çalışma yolunda sahip oldukları yapısal sorunlar genel
ve yerel ekonomik koşullar üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır.
İç finansman ihtiyacının azaltılabilmesi
bakımından kamu sektörünün üzerindeki bu ağır yükün hafifletilmesi
gerekmektedir. Bu özelleştirme ile
sağlanabilir. Bu amaçla yapılan çalışmalar ise istenen sonuçları verememektedir.
Bu sonuç, ülkenin ulusal ekonomisinin yönetimi için yaşamsal öneme sahip bir
politikanın sorumlu ve yetkili “aktör”ler tarafından yerine getirilemediğini
ortaya koymaktadır. [232]
Kamunun
sahip olduğu ve kamu tarafından yönetilen ekonomik nitelikli işletmelerin
bugünkü koşullar altında sürdürülmesi olanaksızdır. Durumun mevcut koşullar
altında sürdürülmesi ekonomideki yapısal bozukluğun devamı anlamına gelecektir.
Sorunun giderilmesi için uygulanmaya çalışılan önlemlerden biri olan
özelleştirme çalışmalarında kamu çıkarını hiç bir şüpheye yer bırakmayacak
şekilde güvence altına alan (fiyat tespitinde temel yetkinin kamuda kalması ve
tekelleşmeye yol açılmaması gibi) önlemlerin ihmal edilmemesi ve satış
sürecindeki yavaş ilerlemenin önüne geçilmesi bir zorunluluk olarak ortaya
çıkmıştır.
Özelleştirme
konusunda önemli engellerden biri de, özelleştirme akımlarının pek çok ülkede
destek bulması ve bir anlamda uluslararası alanda oluşan ‘özelleştirilebilecek
kurumlar’ piyasasına arz edilen kurum miktarının bu alandaki mevcut talep
karşısında çok fazla sayılabilecek bir düzeye çıkması ve talep azlığı nedeniyle
bu kurumların gerçek anlamda özelleştirilebilme şanslarının oldukça sınırlanmış
olmasıdır.
Sorunun çözümlenmesi için bir
başka yöntem olan KİT’lerin kurumsal açıdan ıslahı ve yönetsel verimlilik ve
karlılık düzeylerinin artırılması konusunda gözle görülebilen ve kamuoyunu
tatmin edebilen bir çalışma ortaya çıkamamıştır.
Yukarıda özetlenen tablo,
Türkiye’de özelleştirme çalışmalarının geleceği açısından umut verici olmaktan
uzak görünmektedir. Özelleştirme çalışmalarında ortaya çıkan bilgi ve deneyim
eksikliği, yapılan hukuksal yanlışlıklar, siyasal tercihler, kayırmacılık ve
yanlış kararlar da söz konusu tabloyu daha çok bozan unsurlar olmak
durumundadır.
Nitekim, Dünya Bankası, geçmiş
dönemde, Türkiye için vermeyi düşündüğü “mali” sektör uyum kredisini, bazı kamu
kuruluşlarının özelleştirilmelerinde yaşanan gecikmeler nedeniyle askıya
aldığını açıklamıştı.
Bu konuda son bir uyarıyı IMF
ile Dünya Bankası tarafından yayınlanan bir raporda bulmak olanaklıdır.
‘Yolsuzluk ve Kalkınma’ başlıklı bu raporda örgütlenmiş suç odaklarının
özelleştirme ihalelerine yöneldikleri, bu tür suç örgütleri ile mücadelenin
‘siyasi kararlılık’ gerektirdiği, bunu yapacak olan siyasilerin ‘siyasi
intiharı göze alarak’ mücadele etmeleri gerektiği belirtilmektedir.
Sonuç olarak belirtmek
gerekirse, Türkiye hem özelleştirmeyi başaramamakta ve hem de bu tür
kuruluşların ıslahı için gerekli önlemleri alamamaktadır. Bu başarısızlık ise
Türkiye’de devletin ekonomik alandaki rolünün daraltılması yolundaki çok önemli
stratejinin gerçekleştirilememesi anlamına gelecektir. Özelleştirme stratejisi
yeniden belirlenmelidir. Bu amaçla TBMM’de grubu bulunan siyasal partiler
arasında özelleştirme için temel ilkeler konusunda ulusal bir uzlaşma
sağlanmalı ve bu uzlaşmaya dayalı özelleştirme ana planı yapılmalıdır.
Tahkim
Türkiye’de ulusal ekonominin yönetimine yeni bir
aktör daha katılmak üzeredir: uyuşmazlık çözücü hakemler, yani “tahkim” kurumu.
Son yıllarda üzerinde en çok konuşulan, Anayasa
değişikliği yapılan ve yasalaştırılması için Meclis’te uzun ve yoğun kulisler
yapılan bir konu olan “tahkim” kurumu, bir kesime göre ülkenin ekonomik yönden
kalkınmasına büyük hız verecek yabancı sermayenin ülkeye çekilmesindeki en
büyük engelin aşılması anlamına gelecek ve bazı kesimlere göre de bu kurum “düveli muazzamaya karşı yeni
kapitülasyonlar verilmesi”nden başka bir şey olmayacaktır.
Tahkim, esas olarak, sermaye yatırımlarından doğan
hukuksal uyuşmazlıkların, yargı organlarında değil, iki tarafça belirlenen bir
hakem ya da hakemler kurulu tarafından çözülmesi demektir.
Bu anlamda, tahkim, Türk Ticaret Kanunu tarafından
da öngörülmüş bir kurumdur. Ülke içi sorunların çözümünde uygulanmaktadır.
Hatta, Yargıtay’ın tahkim ile ilgili pek çok kararı vardır. Bu bağlamda tahkim,
ekonomik uyuşmazlıkları yargının uzun süren sürecinden uzaklaştırarak kısa
sürede çözülmesini sağlayan etkili ve verimli bir yöntemdir. Ulusal ilişkilerde
olduğu üzere, uluslararası ekonomik ve ticari uyuşmazlıklarda da bu yöntemin
kullanılması son derecede uygar ve çağdaş bir davranıştır.
Öyle ise bu tartışmalar neden? Bu kadar yoğun bir
tartışmaya gerek var mı? Evet, var! Zira, Türkiye’ye, Anayasa değişikliği
yapılarak, aktarılmaya çalışılan tahkim kavramıyla bundan farklı ve yalnızca “imtiyaz
devri” niteliğinde olan ve içinde “yabancı”lık unsuru bulunan
sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların hakem aracılığıyla çözümü sağlanmaya
çalışılmaktadır. Esasen var ve kullanılmakta olan bir kavramın yeniden
düzenlenmesi söz konusu değildir. Elde edilmek istenen bu yeni olanak Türk
hukuk sisteminde köklü ve kalıcı değişiklikler yapılmasını sağlamak amacını
gütmektedir.
Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak bakımından
şu kısa sonuçları kaydetmekte yarar vardır. Bir kere, bugün tartışma konusu
olan sorunsal, olağan ekonomik ve ticari anlaşmazlıkların yargı yerine hakem
aracılığıyla çözümlenmesi değildir. Bu esasen vardır. Türkiye 1958 New York
Anlaşması ile uluslararası tahkimi kabul etmiştir. “Uluslararası Ticaret Odası
Tahkim Divanı Anlaşması” ile “Devletler ve Diğer Devletin Vatandaşları
Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Hakkındaki Sözleşme” de Türkiye
tarafından imzalanmıştır. Türkiye, “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ile
“Helsinki Son Bildirisi”ni de imzalamıştır ve her iki belge de uluslararası
tahkimi öngörmektedir. Son olarak da uluslararası tahkimi öngören Avrupa Enerji
Sözleşmesi parafe edilmiştir ve TBMM’de onaylanmayı beklemektedir.
Bu bağlamda bugüne kadar 41 ülkenin
yatırımcılarına uluslararası tahkime gitme hakkı tanınmıştır. İkincisi,
uluslararası nitelikte olan ve içinde yabancılık unsuru bulunan ekonomik ve
ticari anlaşmazlıkların yargı yerine hakem aracılığıyla çözümlenmesi de
tartışılmamaktadır. Zira, bu durum da son derecede doğal karşılanmaktadır.
Üçüncüsü, tartışma konusu olan ana sorun “devletin imtiyaz haklarının devri”
niteliğinde olan ve içinde “yabancı”lık unsuru bulunan sözleşmelerden doğan
uyuşmazlıkların çözümünde ulusal yargı yerlerine tanınan yetkilerin
kaldırılarak ya da kısıtlanarak uluslararası hakeme gidilmesinin zorunlu
kılınmasıdır.
Bu bağlamda, “imtiyaz hakkı” kavramının kısaca
açıklanması gerekmektedir. Devlet, merkezi örgütlenmesi, bu örgütlenmenin taşra
birimleri ya da yerinden yönetim kuruluşları aracılığıyla toplumun ortak
nitelikli gereksinimlerini karşılamak üzere oluşturulmuş bir aygıtdır. Önüne
gelen herkesin aklına esen herşeyi yapmasının önlenmesi için bazı kamu
hizmetlerinin sadece ve yalnızca devlet ya da kamu tarafından üretilebileceği
ilkesi kabul edilmiştir. İşte, bu tür hizmetlere, yani kamu tarafından
yapılması gereken ve özel kişiler tarafından yapılmasına izin verilmeyen hizmet
konuları kamu açısından imtiyaz hakkı
oluşturmaktadır.
İmtiyaz hakkı, hizmetin mutlaka kamu tarafından
yapılmasını da gerekli ve zorunlu kılmamaktadır. Kamu yönetimleri, kamu
çıkarını saklı tutmak koşuluyla, zaman zaman gerekli gördüğü hizmet alanlarında
çalışma yapmak yetkisini özel sektör kuruluşlarına da devredebilir ve özel
sektör bu hizmeti yabancı ortaklarla da yapabilir. Örneğin, elektrik üretme,
dağıtma ve satma hakkı böyle bir imtiyazdır. Keza, içmesuyu üretme, dağıtma ve
satma hakkı da bir kamusal imtiyazdır. Maden çıkarma da bunlardan biridir. Hangi
alanlarda kamusal imtiyaz bulunduğu da yasalarla -örneğin, 1580 sayılı Belediye
Yasası- belirlenmiştir.
Bu gibi imtiyaz alanlarında yapılacak devir
sözleşmelerinde kamu çıkarının korunması zorunluluğu Anayasa ile zorunlu
kılınmış ve kamu çıkarının korunup korunmadığını araştırmak üzere de en yüksek
yönetsel yargı yeri olan Danıştay görevlendirilmiştir.
Tartışma konusu da burada başlamaktadır.
Danıştay’ın bu konuda vereceği kararların belirleyicilik ve kesinlik düzeyinin
azaltılması ve imtiyaz hakkı devri niteliğindeki uluslararası sözleşmelerde
hakemlik kurumunun tam ve tek yetkili kılınması için Danıştay’ın bu yoldaki
yetkilerinin kaldırılması ve böylelikle de ülkeye yabancı sermaye girişinde en
büyük engel olarak görülen bir sorunun giderilmesi amaçlanmaktadır.
Ağustos
1999’da, tahkim ile ilgili Anayasa değişikliği, TBMM’de referanduma gerek
bırakmayacak düzeyde bir oy çokluğuyla (448 kabul, 45 red, 11 çekimser) ve
parlamentoda temsil edilen tüm partilerin desteğiyle kabul edilmiştir.
Cumhurbaşkanı değişikliği onaylamıştır.
Buna göre,
Türkiye’de yatırım yapacak olan yabancılarla, devlet arasında yapılacak imtiyaz
şartlaşma ve sözleşmelerinde uyuşmazlık çıkması durumunda, sorun iki tarafça
belirlenecek hakem aracılığıyla çözümlenecektir.
Daha önce
“onay” makamı olan Danıştay ise bundan böyle yalnızca iki ay içinde görüş
bildirmek durumunda olan “danışma” kurumu olacak ve Danıştay’ın vereceği
kararın uygulanması zorunluluğu bulunmayacaktır.
Bu Yasa da, Ocak 2000’de, TBMM
tarafından kabul edilmiştir. Bu kez, muhalefet, Anayasa değişikliği
oylamasından farklı olarak, Yasa’ya karşı çıkmış, olumsuz oy kullanmış ve
tasarının kabul edilmesi üzerine Yasa’nın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne
gideceğini açıklamıştır. Ancak, aradan geçen uzun süreye karşın muhalefet henüz
Anayasa Mahkemesi’ne başvurmamıştır.
Bu arada, Yasa’nın
uygulanmasıyla ortaya çıkabilecek bazı gelişmeler de kendisini göstermeye
başlamıştır. Başbakanlık’dan İçişleri Bakanlığı’na gönderilen bir yazı,
Danıştay’ın kesinleşmiş kararıyla çalışması durdurulan Bergama Altın Madeni
İşletmesi’nin bu yolla işletmeye açılmak istendiğini göstermektedir. Gelişmeler
üzerine bir açıklama yapan TEMA Vakfı, tahkim yoluyla sorunun yeniden gündeme
getirilmesine karşı olduğunu açıklamıştır.
Uluslararası
Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası
Uluslararası Para Fonu ve Dünya
Bankası ile ilişkiler, ulusal ekonomi yönetiminin devletin uluslararası
saygınlığı açısından oldukça düşündürücü bir aşamaya ulaşmıştır. Ülkenin
ithalat giderlerinin karşılanması ve dış borç taksitlerinin ödenebilmesinde gereksinme
duyulan döviz girdilerinin sağlanabilmesi için bu kuruluşlardan kredi almak
zorunda kalınması ulusal egemenlik bakımından ciddi olumsuzlukların ve
sakıncaların ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.
Herşeyden önce belirtilmelidir
ki, Dünya Bankası, son yıllarda, oldukça yüksek faizle kredi satan bir kurum
haline gelmiştir. Dünya Bankası’nın şu anda Türkiye’ye uyguladığı yıllık döviz
cinsinden faiz, ‘libor artı yüzde 4.5 ya da 5’ oranındadır. Bu uygulama, yıllık
faizi, dolar cinsinden yüzde 10.5 ya da 11’e çıkarmaktadır. Ortaya çıkan bu
yüksek oran, uluslararası ortamda dolar için çok yüksek düzeyde faiz istemek
demektir.
Olay bununla kalmamakta, dış
para bulma kolaycılığı bu kuruluşa her türlü siyasal ödünün verilmesiyle
sonuçlanmaktadır. Bu kuruluş temsilcilerinin bir başka ülkenin yöneticilerine
söylemekte son derecede zorlanacağı görüşler Türkiye’de kolaylıkla açıklanabilmekte
ve bunun ötesinde bu tür görüşler kanıksanmış istekler olarak kısa zamanda ve
kolaylıkla kabul görmektedir.
2000 yılının Nisan ayı
başlarında IMF’e verilen niyet mektubunda bu yolda şu sözlerin verildiği
görülmektedir: “Tarım Satış
Kooperatifleri Birlikleri otonom duruma getirilecek”, “yedi adet bütçe içi fon
kapatılacak”, “kamu harcamalarının izlenebilmesi için entegre bilgisayar
muhasebe sistemi kurulacak”, “Türk Telekom’un yüzde 20 hissesinin satışı için
Nisan ayı sonunda ihaleye çıkılacak”, elektrik üretiminde devlet tekeli
kırılacak, özel sektörde toplu sözleşmelerin “istikrar” programına aykırı
olmaması temin edilecek…”
Dünya Bankası gibi uluslararası
kuruluşlarla Türk bürokrasisi arasındaki ilişkilerin niteliğini daha iyi
algılayabilmek için şu habere gözatmak yeterli olacaktır:
“Dünya Bankası bugün kanun
yazmaya geliyor. Dünya Bankası, Elektrik Piyasası Kanunu taslağının yazımına
‘yardımcı olmak üzere’ bugün Türkiye’ye bir enerji ekibi gönderiyor. Banka’nın
Enerji Bakanlığı’nın Deloitte-Touche adlı firmayla birlikte hazırladığı taslağı
tamamlandı. Ancak Dünya Bankası’nın bu çalışmadan hoşnut kalmadığı öğrenildi.”
Bu haber aslında bir yandan
Türk bürokrasisinin içinde bulunduğu teknik yetersizliği ve öte yandan da
uluslararası kredi ve finans kuruluşlarına karşı içine girilen teslimiyetçi
tutumu anlatmaktadır.
Nitekim, aşağıya alınan bir
başka gazete haberinde, bu durumun aslında Türk toplumu tarafından da bu
şekilde algılandığını ortaya koymaktadır:
“Baydur ile Okuyan ‘mertlik’
tartışması yaptı. TİSK Başkanı Baydur, Sosyal Güvenlik Yasası’nın IMF
baskısıyla çıkarıldığını, hükümetin bunu mertçe açıklayamadığını söyleyince
Bakan Okuyan sinirlendi. Okuyan ‘Hiç bir
hükümet dış dayatma ile kanun çıkarmaz. Hükümeti mert bulmamakla itham
etmenizden üzüntü duydum’ dedi... Baydur, yeni Sosyal Güvenlik Yasası’nın,
IMF’nin baskısı ile çıkarıldığını ileri sürdü. Baydur, Meclis’ten yıldırım hızı
ile geçtiğini söylediği yasanın, işvereni yatırım yapmamaya zorladığını, dış
dünyadan gelen ortaklıkları engellediğini iddia etti. Baydur, Ekonomik ve
Sosyal Konsey toplantısına Sosyal Güvenlik Yasası’nın geldiğini ifade ederken ‘Keşke o zaman hükümet bize dürüstçe,
mertçe, açıkça, berrakça ‘Ben IMF’ye mahkumum’ diye sıkıntısını anlatıp, ‘Gelin
bu yolda adım atalım’ diyebilseydi. Dünyanın dikte ettiği şeyleri bakalım ne
zaman bırakacağız’ diye konuştu.”
Başbakan Bülent Ecevit’in
ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında Dünya Bankası Başkanı’nın Başbakan ile
görüşmesine ilişkin tutumu ise bir skandal niteliğine dönüşmüştür. Konuyla
ilgili bir gazete haberi şöyle:
“Gitme, o gelsin! Başbakan
Bülent Ecevit’in ABD’de Dünya Bankası ile yapacağı görüşme, büyük bir skandala
dönüştü. Dünya Bankası Başkanı’nın randevu yeri konusundaki garip tutumu
nedeniyle, ilk kez bir Türk Başbakanı, bir banka yöneticisinin ayağına gidecek.
Böylece Türkiye Başbakanı ziyarette, ‘kabul eden’ taraf olmaktan çıkıp, ‘kabul
edilen’ taraf durumuna düşecek.”
Bu tepkiler ve gelişmeler
üzerine, Dünya Bankası Ecevit’i ikametine ayrılan resmi konutta ziyaret etmek
durumunda kalmıştır. Bu örnek olay, ulusal ekonominin içinde bulunduğu
koşulları yeterince açıklamak özelliğine sahiptir.
1999 sonunda IMF’ye yeni “stand-by” anlaşması için verilen niyet
mektubunda, ilk kez, IMF istekleri yolunda yapılacak çalışmalar değil, IMF
istekleri yolunda yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar yer almıştır.
Verilen niyet mektubunda, yeni kredinin onaylanması için geçen dönemde kabul
edilen yasalar ile yine bu dönemde alınan akçal önlemler dile getirilmektedir.
Türkiye’nin, IMF istekleri doğrultusunda başardığını belirttiği çalışmalar ise
şunlar: Tahkim Yasası’nın çıkartılması, SSK Yasası’nda değişiklik yapılması,
Sermaye Piyasası Yasası’nda değişiklik yapılması, Bankalar Yasası’nda
değişiklik yapılması, Bankalar Üst Kurulu’nun oluşturulması, banka
operasyonları, ek vergi yasasının çıkartılması, Telekom’u Türk Ticaret
Kanunu’na bağlı kurum durumuna getiren yasanın kabulü, tarım reformu bağlamında
yapılan çalışmalar ve ucuz kredilere son verilmesi. Şubat 2001 krizinden sonra,
bu listeye 15 yeni yasa eklenmiştir. Bunlar arasında Merkez Bankası, Şeker,
Tütün, THY, borçlanma ve devlet güvencesi verme yasaları bulunmaktadır.
Yeni niyet mektubunda
yapılacağı belirtilen çalışmalar ise şunlar: personel giderlerinin azaltılması,
tüm fonların kapatılması, yeni ek vergiler konulması, iç borç politikasında
değişklik yapılması, memur ücret artışlarının TÜFE’ye endekslenmesi, asgari ücretin
kısıtlanması ve piyasa yapıcılığı sistemine geçilmesi.
IMF, 2001 yılının bütçesi
hazırlanırken faiz dışı hiç bir harcamanın reel olarak artırılmamasını Maliye
Bakanı Sümer Oral’dan isteyebilmiştir. IMF gibi kuruluşların istekleri yalnızca
kamu sektörü ile sınırlı kalmamakta zaman zaman özel sektörü de kapsam içine
alabilmektedir.
Bu konudaki bir gazete haberi
şöyle:
“İş dünyası ücret ve fiyat
sınırlamasını konuşuyor. IMF’nin ücret ve fiyat artışlarının yüzde 25’le
sınırlanması önerisini değerlendiren iş dünyası bunun için toplumsal uzlaşma
gerektiği görüşünde. IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cotarelli’nin önceki gün İstanbul’da
özel sektör temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde, ücret ve fiyat artışlarının,
hükümetin 2000 yılı enflasyon hedefine paralel olarak yüzde 25’le
sınırlanmasını istemesi tartışma yarattı. Örgütlenmesini ağırlıklı olarak özel
sektör şirketlerinde gerçekleştiren DİSK Başkanı Vahdettin Karabay, IMF’nin
ücretlerde yüzde 25 ile sınırlanma teklifine sert tepki gösterdi.”
Ulusal ekonominin içine düştüğü
açmaz nedeniyle uluslararası finans kurumlarıyla içine girişilen ilişkilerde
Türkiye’nin karşılaştığı durum, Cotarelli’nin 2001 yılı ücret artışlarının da
2001 yılına ilişkin enflasyon hedefi doğrultusunda yapılmasını istemesiyle
toplumsal bunalıma dönüşmüştür. Toplumun ve işçi sendikalarının tepkisi
üzerine, Başbakan Bülent Ecevit bir açıklama yaparak Dünya Bankası Türkiye
Masası eski Şefi’nin susmasını istemiştir. Ecevit şunları söylemiştir: “IMF gibi destek istediğimiz kuruluşların
kaygılarını belirtmeleri veya tavsiyelerde bulunmaları doğal. Ama Türkiye’nin
ekonomi, finans ve sosyal politikalarını bu yabancı kuruluşlar değil, kendi
ilgili toplum kesimlerimizle birlikte devletimiz belirler.” [233]
Ancak, anlaşılan odur ki, Türkiye ekonomisi, esas olarak, IMF ve Dünya Bankası tarafından
yönetilmektedir. Nitekim, Kasım 2000 ve Şubat 2001’de ortaya çıkan büyük
ekonomik krizler sırasında Dünya Bankası Başkanı, Başbakan Ecevit’e bir mektup
göndererek Türkiye’nin güçlü bir tehdit altında bulunduğu belirtmiş ve
hükümetten “hafta sonuna kadar ve derhal”
bir açıklama yaparak IMF destekli ekonomik programın arkasında olduğunu en
güçlü anlatımlarla kamuoyuna duyurmasını istemiştir. Başkanın uyarısı hükümetin
programa sahip çıkmaması ve programın arkasına siyasal iradesini koymaması
anlamına gelmektedir. Olayların geldiği noktada, Dünya Bankası hükümetten
program konusundaki kararlılığını ve desteğini açıklamasını istemek zorunda
kalmaktadır. Hükümet bu isteklerin tümünü yerine getirmiştir.
Türkiye ekonomisinin yönetimiyle sorumlu
aktörlerin sayıca bolluğu ve aktörler arasında ilişkilerin belirsiz olması bu
alanda çok ciddi ölçüde yönetsel ve kurumsal açmazlara yol açmakta; ancak, bu
açmazlar ortamında para ve kredi veren
uluslararası kurumlar ulusal ekonominin yönetiminde egemen ve başat aktörler
olarak ortaya çıkmaktadır.
Nitekim, bu gerçek Başbakan Bülent Ecevit
tarafından da itiraf edilmiştir. Şubat 2001 ekonomik krizinden sonra bir
değerlendirme yapan Ecevit, bundan böyle IMF’den gelen her öneriye “evet”
denilmeyeceğini açıklamıştır.
Bankacılık
Sektörü
Bankalar, hiç kuşkusuz, liberal
ekonomilerde, ulusal ekonomilerin en önemli kuruluşlarıdır. Ekonominin her
türlü denetimi bankalar aracılığıyla sağlanır ve rantlar bankalar aracılığıyla
dağıtılır.
Bankacılık sistemi güçlü ve
serbest piyasa koşullarında çalışması durumunda yozlaşma tehlikesi azalır.
Ancak, gelişmekte ve ulusal sermayesini yeni oluşturmakta olan ülkelerde
yolsuzluk tehlikesi oldukça büyüktür.
Türkiye’de, bankalar,
gördükleri çok önemli ve yararlı işler yanında, ekonomik vurgun vurmanın temel
aracı olarak da işlev yapmaktadırlar.
Banka sahipleri, mevduata
sağlanan tam devlet güvencesi nedeniyle, bankalarından kendi şirketlerine
gerçek karşılığı olmaksızın kaynak aktarmaktadır. Bankaların finansal bunalım
içine düşmesi üzerine de bu bankalar Merkez Bankası tarafından yönetilen Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu’na aktarılmakta ve oluşan zarar kamu kaynaklarınca
karşılanmaktadır. Bu durum kamu maliyesi üzerindeki çok olumsuz etkiler
yaratmaktadır.
Ve, bazı banka olayları…
Interbank: İstanbul Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından
Interbank’tan kendisine ait 42 şirkete, 250 trilyon lira aktardığı iddiasıyla
hakkında beş yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan bankanın eski sahibi
Cavit Çağlar’ın şirket ortakları arasında görülen 33 kişi Bursa’da gözaltına
alınmıştır. Hakkında kırmızı bülten çıkarılan eski Bakan Çağlar, FBI tarafından
New York’da göz altına alınmıştır.
Sümerbank: Mevduat Sigorta Fonu’na devredilen Sümerbank’ın toplam
134.5 trilyon liralık alacağı için icra takibi başlatılmıştır. Bankanın eski
sahibinin 33 şirketi Sümerbank’ın önde gelen borçluları arasında bulunmaktadır.
Egebank: Bankanın eski sahibi ile altı yöneticiye, “hileli
faaliyetlerde bulunarak, zimmetlerine para geçirdikleri” gerekçesiyle suç
duyurusunda bulunulmuştur. Bankanın sahibi, tutuklanmıştır. Egebank eski Genel
Müdürü, İstanbul’da çıkarıldığı Ağır Ceza Mahkemesi’nde, Bankekspres’ten alınan
8.3 trilyon liralık kredinin, banka sahibinin hesabına aktarıldığını itiraf
etmiştir. Egebank’ın, yurt dışı kredileri, komisyonlu aracılar, naylon firmalar
ve “off-shore” yöntemleri kullanılarak dört ayrı koldan “hortumladığı” ileri
sürülmektedir.
Emlakbank: Gizlenen zararın 53.5 trilyon lira olduğu ileri
sürülmektedir. Banka’nın iki yıldır açıklanmayan zararının 1999 yılında 172.5
trilyon ve 2000’in ilk altı ayında 53.5
trilyon olduğu anlaşılmıştır. Alınan son ekonomik önlemler çerçevesinde
Emlakbank ve Halk Bankası, Ziraat Bankası ile birlikte ortak yönetime
alınmıştır.
Yaşarbank: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el konulan
Yaşarbank’ın 1999’da 585.3 trilyon lira, yani 1.1 milyar dolar zarar ettiği
açıklanmıştır. Yaşarbank’ın 1999 yılı zararı, bankanın İMKB verilerine göre
52.6 trilyon lira olan piyasa değerinin 10 katından daha yüksek bir rakama
ulaşmıştır. Yaşarbank’ın geçen yılki zararı, sektörün en büyük iki özel bankası
olan İş Bankası ile Akbank’ın aynı dönemdeki net kar toplamlarının üzerine
çıkmıştır.
Bağımsız denetim şirketlerinin
yaptığı incelemelere göre, el konulan Egebank, Esbank, Yaşarbank, Sümerbank ve
Yurtbank’taki zararın 6 milyar dolar olduğu anlaşılmıştır.
Bu gelişmeleri doğrulayan
dönemin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Önal, beş bankanın toplam zararının
1.6 katrilyon lira olduğunu açıklamıştır.
Son olarak, BDDK, Etibank ve
Bank Kapital’in mali bünyelerinin zayıfladığı yönündeki murakıp raporları
üzerine iki bankanın da Fon’a devredilmesine karar vermiştir.
Bu bağlamda, 1999 yılını “bankacılık
tarihinin en karanlık yılı” olarak isimlendiren DCR Türkiye Yönetim
Kurulu Başkan Vekili Selçuk Abaç, Türkiye Bankalar Birliği’nin açıkladığı
sektör bilançosunu, “Türk bankacılık
sektörünün tarihindeki en ağır sonuç’ olarak nitelemiştir. Abaç ‘... Artık mızrak çuvala sığmaz hale geldi.
Türk bankacılığı tarihinde ilk kez zarar ediyor. Bankalarımızın sermaye
yetersizliği ispat edildi. Aktif yapısı açısından en kötü görüntü ortaya çıktı.
Gelir, gider yapısı rasyonel değil ve karlılık oranları negatif. Kötü bir
görüntü var. Mevcut görüntü, mevcut yapısıyla birleştiğinde Türkiye’nin
uluslararası derecelendirmesini olumsuz etkiler. Enflasyonla mücadeleyi
zorlaştırır. Bankacılık kesimine olan güveni sarsar. Yapısal olan bu sorunların
çözülmesi için fondaki bankalar başta olmak üzere hemen tedbir alınmalı.
Fondaki bankalar, yönetmeyi başarabileceklere, satış fiyatına bakılmaksızın
devredilmeli” demiştir.
Bankalarla ilgili olarak
meydana gelen bu olaylara karşılık, Bankalar Yasası’na eklenen bir madde ile bu
gibi konularda haber yayanlara ağır hapis ya da yayın durdurma cezası verilmesi
hükmü getirilmiştir. Değiklik yapılan
maddede, “isimleri belirtilmese dahi
bankaların güvenilirliği konusunda kamuoyunda tereddüte yol açarak bankaların
akçal bünyelerinin olumsuz etkilenmesine neden olabilecek nitelikte haber
yayınlayan yayın kurumlarına 2 milyar liradan 4 milyar liraya kadar ağır para
cezası verilebileceği gibi bunların yayınları bir aya kadar geçici olarak
durdurulur” hükmü yer almaktadır.
Uluslararası Araştırma ve
Danışmanlık Şirketi, IBAR, ‘Türkiye’de Bankalar ve Bankacılık Sistemi 99’ adlı
araştırma raporunda bankacılık sisteminin alarm verdiğini belirtmektedir.
Araştırmaya göre, Türk bankacılığı ileri gelişmişlik düzeyine karşın, akçal
durum sektör bazında alarm vermektedir. Karlılık, sermaye yeterliliği, aktif
kalitesi gibi göstergeler, ancak belirli sayıdaki bankalar için yeterli
görülüyor… Enfasyonun üzerinde kar edebilen banka sayısı 15. Raporda, “Bankacılık sektörü üstlenilen riskleri
taşıyabilecek özkaynaklara sahip değil. Bu durum Türk bankacılığının yurt
dışındaki kredibilitesini olumsuz etkiliyor” [234]
denilmektedir. Türk bankacılık sektörünün saydamlaşması gerektiği belirtilen
raporda sektördeki banka sayısının ve özellikle banka şubesi sayısının çok
olduğu vurgulanmaktadır. Araştırmaya göre, bankaların bilanço risklerindeki
hızlı artışa karşılık, özkaynaklar reel olarak artmamıştır. Sektör bazında
dönem karı reel olarak azalırken, zararlarda çok hızlı artış olmuştur. Raporda,
çok yüksek oranlarda artan kredi ve kur isteklerine karşılık, yetersiz karşılık
ve artan zararlardan dolayı özkaynakların güçlendirilemediği, banka sisteminin
risk derecesinin yükseldiği ve sisteme sağlıklı akçal yapı kazandırılması
ihtiyacının en üst düzeye çıktığı belirtilmektedir.
Bankacılık Düzenleme ve
Denetleme Kurulu, batık bankalarda “hortumlanan” paranın 40-50 milyar dolar
olabileceğini açıklamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yatırımı olan
GAP’ın toplam maliyetinin 35 milyar dolar civarında olduğu ve aradan geçen yaklaşık
15 yılda yapılan harcamaların ancak 14 milyar doları bulduğu gözönüne alınırsa
“hortum”un ne denli büyük olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Bankacılık konusunda son
değerlendirmeyi dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’e bırakmakta yarar var: “Türkiye’nin kazancı, masrafına yetmemiştir.
Yetmeyince kamu maliyesi Türkiye pazarından, sermaye piyasasından para
almıştır. Almaya devam etmiştir. Ne olmuştur? Bankacılık, fonksiyonunu
yitirmiştir Türkiye’de. Çünkü bankada toplanan tasarrufları, bankacı plase
etmek için bir yere yatırmak, oradan alacağı nema ile faiz ödemek durumunda
değil. Nasıl olsa bankadaki paranın müşterisi var. Devlet. Yüksek faizle o parayı
devlet alıyor, devlet alınca ticaret ve sanayie yatırılacak para kalmıyor.
Devlet, bütün ticari işlerin içinden çıkması gerekir derken, bankaların da
içinden çıkması lazım.” [235]
Bu bölümde anımsanması gereken
bir başka son yargı ise, Türkiye’de bankacılık sektörünün “çürümüş” olduğunu uluslararası kamouyuna açıklayan Dünya Bankası
Ankara Temsilcisi Ajay Chibber’a ait sözler olmalıdır.
Yeşil
Sermaye ve Bankerlik Sorunu
Türk ekonomisinin önemli aktörlerinden ikisi,
Sermaye Piyasası Kurulu ile Rekabet Kurulu’dur. Giderek büyüyen özel sermaye,
oldukça büyük boyutlara ulaşan serbest piyasa hacmi, önemi artan tam ve serbest
rekabet koşullarının sağlanması ve tekelciliğin önlenmesi sorunu bu iki kurumu
stratejik açıdan önemli bir konuma getirmektedir.
Her iki “kurul”un işlevsellik ve başarım düzeyini
yeterince algılayabilmek için “yeşil sermaye” olarak bilinen ve “faiz-İslam
dini” ilişkileri nedeniyle özel bir önem kazanan olguya kısaca gözatmak
gerekmektedir.
Bir iddia: Tarikatlar kazanç kapısı. İstihbarat
birimlerinin hazırladığı ve basına yansıyan bir rapora göre, 7 büyük holding,
11 finans kurumu ve 4.123 şirkete sahip olan tarikat ve cemaatlerin 1
katrilyonluk gücü vardır. Köktenci dini grupların bu kadar büyük bir parasal
güce ulaşmasının ardında rant kavgasının
bulunduğu saptamasına yer verilen raporda şu görüşler dile
getirilmektedir: ‘Bu kadar çok sayıda
tarikat ve cemaatin bulunmasının nedenleri arasında, siyasal islamı Türkiye’de
egemen kılmada izlenen metot farklılığı birinci derecede rol oynuyorsa da,
1990’dan sonra meydana gelen gelişmelerde tarikat ve cemaatlerin yoğun ekonomik
etkinliklere girmesi de sayılabilir. Tarikat liderliği sermaye sahipliği haline
gelmiş, tarikat ve cemaatler artık bir rant paylaşımı ve üyeleri için de bir
kazanç kapısı haline dönüşmüştür.’ İrticai kesimlerin genel bir tasnifinin
de yapıldığı raporda, Hizbullah, İBDA-C, İslami Hareket, İCB, AFİD ve VASAT
terör örgütleri sayılıyor.
Raporda, köktenci dini gruplar arasında 24 ayrı
gruba yer verilmektedir.
Yeşil sermaye olgusu özellikle Almanya’daki Türk
vatandaşları arasında yaygınlık kazanmıştır. Almanya’daki gelişmelere ilişkin
bir gazete haberi aşağıda yer almaktadır:
“Allahın izni ile yüzde 37. Almanya’da çalışan
Türk işçilerinden yüzde 20 ile 40 arasında faiz (kar payı) ile para toplayan
holdinglerden birisi olan ve henüz bir yıllık geçmişi bulunan T. Holding yüzde
37 gibi olağanüstü bir faiz veriyor. Almanya’daki ortaklarına gönderdiği
mektupta, holdingin mülkiyet ortaklığı sistemi uyguladığı belirtildi. Holdingin
sahip olduğu menkul ve gayrimenkullerin değerlerinin mahkemeler aracılığı ile
değer artışı tespitinin her yıl için yeniden yapıldığı ve herkese sahip olduğu
hisse senedi oranında ek hisse senedi verildiği bildirildi. Şirket, kar payı
ile ilgili olarak ise şu açıklamayı yaptı: ‘1998 yılı kar payımız yüzde 37
olduğunu bildirir, bizimle ortak olmanın ayrıcalık olduğunu, Allah (c.c.)’ın
izni ve dostlarımızın dünden daha büyük destekleri ile ekonomideki bahar
güllerini beraber derlemek ümidiyle kalbi muhabbetlerimi sunar hiç bir emanetin
yanında zayi olmayacağı Allah (c.c.)’a emanet ederim’. Ayrıca daha önce U. AŞ
olan Şişecam Bayii de, şirketin adını K. Holding olarak değiştirerek mark
bazında yüzde 28 ile ortak topluyor. Ayakkabılar çıkartılarak girilen her iki
şirket gibi Uşak’da 1600 ortağı bulunan U. Holding de yüzde 21 getiri ile
kuracağı seramik fabrikasına yurt dışından temsilcileri aracılığıyla finansman sağlamaya
çalışıyor.”
Gazetelerden konuyla ilgili öteki bazı haber
örnekleri:
“Yeşil sermayenin pazar kavgası. Yaklaşık iki yıl
önce yüzde 50 ortaklık kurarak beraber hareket etmek kararı alan, ancak yolları
bir süre sonra ayrılan Jet-Pa ve Kombassan Holding Almanya’daki şirket
ortaklarını paylaşamıyor... Kombassan’ın Avrupa’da pazar ve şirket ortağı
kaybettiğini iddia eden Akgündüz, Kombassan tarafından gelen eleştirilerin
nedeninin de rekabet olduğunu belirtti... Akgündüz şöyle devam etti: ‘Siyasi rant peşinde olsam, partilerle
gizli ilişkiler kurar, adaylarımı partiye sokardım. Sergen’e vereceğim parayla
milletvekilleri alırdım. Bizimkisi memleket davası. Siyasi partilerle
diyaloğumuz devam edecek... Partiler gelip ‘Bizim adayımızı destekler misin?’
diye soruyorlar. Biz de adayları inceliyoruz’.”
“Partilere Jet-Pa çengeli.
Sermayesinin kaynağı konusunda SPK tarafından yakın takibe alınan İslami
holding Jet-Pa’nın patronu Fadıl Akgündüz, politik arenada söz sahibi olmaya
çalışıyor. Akgündüz’ün Siirt DYP’de milletvekilliği için 3 kontenjanı garantilemesinin
ardından ANAP ve FP’den de adamlarını Meclis’e sokmaya çalıştığı ortaya çıktı.
Jet-Pa’nın patronu, güçlü olduğu bölgelerde HADEP ve BBP’den de aday göstermeyi
planlıyor.”
“Frankfurt Savcılığı: Jet-Pa
paraları uçtu. Jet-Pa hakkında soruşturma yürüten Frankfurt Başsavcılığı Basın
Sözcüsü Job Tilmann, paralarını bu şirkete teslim eden kişilerin paralarını
geri almasının hemen hemen olanaksız olduğunu söyledi. Tilmann, ‘Paraların geri alınması için hukuki zemin
yok’ dedi.”
“Maliye’den Jet Fadıl’a 40 trilyonluk ‘jet’ haciz.
Maliye Bakanlığı beyan ettiği ve elde ettiği gelir arasındaki uçurum nedeniyle,
Fadıl Akgündüz’ün sahibi olduğu Jet-Pa Holding hakkında 40 trilyon liralık
ihtiyati haciz başlattı. Bakanlık, haciz işlemi için, Jet-Pa hakkında
sürdürülen vergi incelemesinin tamamlanmasını beklemedi.”
Bu örneklerde de görüldüğü
üzere, yeşil sermaye olgusu Türkiye’de ulusal ekonomiyi etkileyebilecek güce
ulaşmıştır. Bu ekonomik gücün siyasal alanda da etkisini artırmaya çalışması
beklenmesi gereken bir gelişme olmalıdır.
Yeşil sermaye ile ilgili bir başka tehlike
ise, dini inançları güçlü masum Türk vatandaşlarının dolandırılmaları
tehlikesidir. Bu tehlike giderek büyümektedir.
Ekonomik ve siyasal yaşamdaki
bu olumsuzlukları önlemek durumunda olan kamu kurumları Sermaye Piyasası Kurulu
ile Rekabet Kurulu’dur.
SPK çalışmaları ile ilgili
olarak belirgin bir işlevsellik görülürken, Rekabet Kurulu’nun ülkemizde henüz
işlevsellik kazanamadığı anlaşılmaktadır. SPK çalışmalarının içinde bulunduğu
koşulların bu kurumun hedeflerine uygun bir çalışma yöntemi geliştirdiği ve
çalışmalarına ivme kazandırmaya çalıştığı görülmektedir. Ancak, bu istence
karşın, ülkede ya da öteki ülkelerde yaşamakta olan yurttaşlarımızın dinsel
inançlarla “faiz” kavramından kaçınarak inançlarına uygun bir şekilde
tasarruflarını değerlendirmek istemelerini kullanan bazı çevrelerin iyi veya
kötü niyetlerle bu olgudan yararlanmak istedikleri ve bunda da önemli ölçüde
başarılı oldukları görülmektedir. Genelde “saadet zinciri” yaklaşımına dayalı
yeşil sermaye olgusu nedeniyle gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında
oldukça önemli oranda Türk yurttaşı zarar görmektedir. SPK’nın bu oluşumun
önlenmesinde elde ettiği başarı düzeyi kuşkuludur.
Borsa
Kuşkusuz, liberal ekonomi
düzeninin ayrılmaz kurumlarından biri “stock
exchange” adı verilen ve mülkiyet hakkının alınıp satılabildiği menkul
kıymetler borsalarıdır. Liberal ekonomiyi kendisine esas alan Türkiye de, bu
tür bir kurumu -İMKB- oluşturmuş ve işlevsel kılmıştır. Bu bağlamda, İMKB
ulusal ekonominin gelişmesi ve ticaretin ilerlemesi için çok önemli ve yararlı
işlevler görmektedir.
Bu nedenle, İMKB, Türkiye’de
ulusal ekonominin yönetiminde yer ve görev alan önemli bir başka “aktör”
olmaktadır. Bu “aktör”ün rolünü doğru ve etkili bir şekilde yerine getirmesi
ülke ekonomisinin ulusal ve uluslararası başarım düzeyinin geliştirilmesi açısından
son derecede önem taşımaktadır. Ancak, yukarıda belirtilen unsurlar duyarlı
dengelere dayalı bu sistemde bazı ciddi sorunların yaşanmakta olduğunu
göstermektedir.
İMKB ile ilgili sorunların
öncelikle üç konu üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir: hisse senetleri
piyasasında “manipülasyon” gerçeği, “insider trading” yani şirketlerin akçal
yapıları konusunda elde edilen bilgilerin hisse senetleri piyasasında kötüye kullanılması
ve suç işleyen aracı kurumların izlenmesi, denetlenmesi ve cezalandırılması
konusunda gerekli etkililiğin sağlanamaması.
Bunlardan ilk ikisinin İMKB
yönetimi ile bir ilgisi olmamasına karşın son konu İMKB yönetimini yakından
ilgilendirmektedir. Borsanın daha çok gelişmesi, esas olarak, ülkedeki
sermayenin aile bütünlüğü içinden çıkıp, toplumla bütünleşmesine bağlı olmakla birlikte
yukarıda belirtilen sorunların çözümlenmesinin bu yolda önemli katkı
sağlayacağı anlaşılmaktadır.
İMKB, bu yolda yapılan
uyarıları dikkate almalı, pazarda tam rekabetin aksamasına neden olabilecek
etmenleri belirlemeli ve alacağı önlemlerle bu gibi durumların önüne
geçmelidir.
Bundan daha çok önem taşıyan
nokta ise, bu “aktör”ün diğer “aktör”lerle ilişkilerinin sağlıklılık düzeyi ve
ilişkilerin eşgüdümünde mükemmelliğin güvence altına alınması zorunluluğudur.
İMKB, Türkiye’nin içinde yer
aldığı bölgedeki komşularıyla ve özellikle Ortaasya’daki Türksel Cumhuriyetler
ile bağlarını çok daha güçlü kılmalıdır.
Yüksek
Enflasyon ve Yaşam Pahalılığı
Türkiye, kronikleşmiş bir enflasyon hastalığı
içindedir.
Enflasyon, bir anlamda, vergi kavramıyla
özdeşleşmiştir. Bir başka vergi türü konumuna gelmiştir. Devletin temel gelir
kaynağı olan vergilerin toplanmasında yetersiz kalan ulusal ekonomi yönetimi,
devlet giderlerini ve kalkınmanın gereklerini finanse edebilmek için sürekli
olarak karşılıksız para basmaktadır.
Sonuç olarak, yüksek oranlı enflasyon uzun süreden
bu yana ülkede devam etmektedir.
Nobel ödüllü ekonomi profesörü
olan Merton Miller, 1985 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde enflayonun yıllık
yüzde 65 olduğunu gördüğünü belirterek “Bu
durum sonsuza kadar gidemez. Enflasyon ya kontrolden çıkacak ya sıfırlanacak
tahmininde bulundum. Yıllar içinde yanıldığımı gördüm. Türkiye’de enflasyon
var, her yıl istikrarlı olarak çift haneli devam ediyor. Bu gerçekten ekonomide
çözülmesi zor bir bilmecedir” demektedir.
Enflasyonun nedenlerinin
ekonomik değil, siyasal olduğunu söyleyen Prof. Miller enflasyonun her yıl
Türkiye’de Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 4’ünü yok ettiğini belirtmektedir:
“Başka bir deyişle, ürettiğiniz herşeyin
yüzde 4’ünü alıyorsunuz ve Boğaz’ın sularına bırakıyorsunuz. Bu gerçekten
ekonomistler olarak bizler için de bir bilmecedir. Bu durumun devam etmesinin
neden tolere edildiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Fakat buna daha çok
ekonomik değil, siyasi boyutta cevap verilebilecektir.” [236]
2000 yılının Nisan ayı
ülkemizde ilginç bir olaya tanıklık etmiştir. TOBB ve Türkiye İhracatçılar
Meclisi tarafından başlatılan ‘Türkiye Enflasyonu Yeniyor’ kampanyası
kapsamında hazırlanan ulusal anlaşma metni olan “Milli Ant”a ilk imzayı dönemin
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel koymuştur. Onuncu Cumhurbaşkanı Necdet Sezer de
daha sonra “ant”ı imzalamıştır. “Ant” şöyle: “Toplumun tüm kesimleri için, refah seviyesinin yükselmesinin ön
koşulu, enflasyondan kurtulmaktır. Enflasyonla mücadeleye, milletimizin sahip
çıkması ve denetlemesi, enflasyonun düşüşünü hızlandıracaktır. Enflasyonu
ortadan kaldırma mücadelesinin yürütülmesi ve denetlenmesinde devlet, başta
işçi işveren kuruluşları ve meslek odaları olmak üzere, tüm sivil örgütler,
medya, üniversiteler ve bunların hepsini kapsayan millet olarak bizler,
üzerimize düşen görev, sorumluluk ve hakların bilincindeyiz. Devlet, döviz,
para ve bütçe uygulamalarını, şeffaflık ve disiplin altında yürütmenin yanı
sıra, enflasyonu yenmenin ve kalkınmanın gereği olan yapısal reformlarda sosyal
adalet ilkelerini gözetmeyi, toplumun değişik kesimlerinden gelen uyarı ve
önerilere duyarlı olmayı görev bilir. Tüm sivil toplum örgütleri, medya,
üniversiteler ve yurttaş olarak bizler, devletin enflasyonla mücadele ve
yapısal reformlardaki uygulamalarını, ekonomideki fiyatlar başta olmak üzere
tüm gelişmeleri izlemeyi ve yasalar çerçevesinde denetlemeyi görev biliriz. Biz
aşağıda imzası bulunanlar, bu mutabakatın gereğini her koşulda hayata geçirme
azim ve kararlılığındayız.”
Bu tür ulusal kampanyalara
karşın enflasyon olanca hızıyla sürmektedir. Oysa, “işsizlik” sorunuyla
birlikte, yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığı rejimin iyi işlemesi yolunda
önemli birer engel olarak kabul edilmelidir. Yıllık enflasyon oranının yüksekliği,
üzerinde fevkalade önemle durulması ve derhal çözüm üretilmesi gereken
sorunların başında gelmektedir. Yüksek enflasyonun dar ve sabit gelirli kesim
üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, gelir dağılımı dengesizliği üzerinde
meydana getirdiği hızlandırıcı sonuçlar ve artan faiz hadleri nedeniyle
yatırımlar üzerinde ortaya koyacağı geciktirici ve önleyici etkiler siyasal
huzur ve barışın temel koşulu olan ekonomik kararlılığın sağlanması ve
sürdürülmesi bakımlarından büyük ve kritik bir önem taşımaktadır.
Yüksek enflasyon ve yaşam
pahalılığı, rejimin işlerliğini sınırlandıran en önemli etmenlerin başında
gelmektedir. Yüksek enflasyon gelir dağılımının daha da bozulmasına, dar ve
sabit gelirlilerin ekonomik gücünün zayıflamasına ve artan faiz oranları nedeniyle
özel sermaye yatırımlarının önemli ölçüde azalmasına yol açmaktadır.
Yüksek enflasyon nedeniyle
ekonomik ve siyasal kararlılığın sağlanamaması demokratik rejimin temellerini
sarsabilecek nitelikte görülmektedir. Yüksek enflasyonun, “stagflasyon” (ekonomik durgunluk içinde yüksek enflasyon) konumuna
gelmesi olasılığı ise rejimin kararlılığına yönelik tehlikelerin daha ciddi
boyutlara gelmesi ile eşanlamlı olacaktır.
Ancak, enflasyon ile mücadele
için önerilebilecek tek ve her koşulda başarılı olabilecek bir çözüm yolu da
mevcut bulunmamaktadır. Enflasyon olgusu karmaşık ekonomik ve finansal
koşullardan kaynaklanan bir sonuçtur ve çözümü de aynı ölçüde karmaşık ve birbirleri
ile ilintili olan bir dizi eylemin birlikte yürürlüğe konulmasını
gerektirmektedir.
Tüm bunlara karşın açıklıkla
bilinen tek şey Türkiye’de içinde bulunulan düzeyde bir enflasyonun devamına
olanak bulunmadığı ve bu yüksek oranın bir an önce daha makul ve kabul
edilebilir düzeylere indirilmesi gerektiğidir.
2000 yılından başlamak üzere,
uygulama alanına konulan ancak başarısızlıkla sonuçlanan son ekonomik paketde,
temel hedef, enflasyonun aşağıya çekilmesi, tüketici fiyatlarındaki yıllık
artış bazında yüzde 20’ye indirilmesi ve dövizin bu dönemde en fazla yüzde 25
oranında değer kazanması olarak olarak ortaya konulmuştu. Merkez Bankası’nın
2000 ve 2001 yılları için döviz fiyatlarını sabitleştirmesi bu programın gözle
görülür ilk güvencesi olacaktı. Programın ilk altı aylık uygulamasında ortaya
çıkan sonuçlar, enflasyon hızında bariz bir azalma olduğunu, programda
hedeflenen oranların elde edilemeyeceğini ancak enflasyonun 2000 yılı için
yüzde 35-40 arasında kalacağını göstermiştir. Yıllık enflasyon yüzde 39’a
düşürülebilmiştir. Ne varki, programın döviz ayarlaması dışında ortaya konulan
başka bir somut uygulaması da olmamıştır. Daha önce de belirttiğim üzere, döviz
stoklarındaki erime nedeniyle, IMF’in müdahalesi ile başarısızlığın faturası
bürokratlara çıkarılmış ve programa son verilmiştir.
Yapılan çözümlemeler açıklıkla
göstermektedir ki, enflasyonun en önemli nedenlerinden biri, ekonomik yönetimin
kurumsal azgelişmişliği ve yönetim koşullarının içinde bulunduğu
yetersizliktir. Enflasyonun düşürülmesi için alınması gereken önlemler açıklık
ve netlikle planlanmalı ve herhangi bir ödün verilmeksizin uygulama alanına
konulmalıdır.
Ancak, ülkede ekonomi
yönetiminin içinde bulunduğu olumsuzluklar bu tür çalışmaların yapılmasını
olanaksız kılmaktadır. Türkiye, bu temel nedenden ötürü, ekonomik sorunlarını
çözmede başarısız kalmaktadır. İyi bir ekonomi yönetimi kuruluncaya kadar bu sorunların
sürmesi -bana göre- kaçınılmazdır.
Enflasyonla mücadelede kanımca
şu temel ilkeler esas alınmalıdır:
Kamu kesiminde finansman dengesi mutlaka
sağlanmalıdır. Kamu harcamaları azaltılırken kamu gelirlerinin artırılmasının
yolları aranmalıdır. Kamu maliyesinde denge sağlanmadan enflasyonun önlenmesi
olanağı yoktur.
KİT’lerin özelleştirmeleri mutlaka gerçekleştirilmeli, KİT açıkları kapatılmalı ve KİT’lerin kamu maliyesi üzerinde yük olması
mutlaka önlenmelidir.
Yerel yönetimlerin ve özellikle
belediyelerin açık finansmanla iş
yapmaları engellenmelidir.
Fonların tümü kapatılmalıdır.
Tarım ürünlerinde açık finansmana neden olan destekleme
politikalarında yeni düzenlemeler yapılmalıdır.
Sosyal güvenlik sisteminin finansman açığı
vermesi önlenmelidir.
İç ve
Dış Borçlanma
Türkiye’nin bugün en önemli sorunu iç ve dış
borçların gelmiş olduğu düzeydir. Bu sorun yalnızca ve esas olarak, ekonomik ve
finansal değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal nedenleri ve sonuçları olan
bir sorundur. Türkiye’nin, tam ve
köktenci nitelikli bir devlet düzeltimi gereksinmesi içine girmesinin ana ve
temel nedeni iç ve dış borçlar nedeniyle kamu maliyesinin iflas noktasına
gelmiş olmasıdır.
Nitekim, son 20 yıldan bu yana
gizli gizli gelişen, kendisine yanıltıcı kılıf ve gerekçeler bulunan ve soruna
el sürmeye cesaret edemeyen hükümetler tarafından pembe tablolarla
geçiştirilmeye çalışılan bu sorun, bugün Türkiye’de
artık gizlenemez nitelikte temel bir sorunsal ve çözüm bekleyen gerçek bir
ekonomik olgu olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.
Nisan 1997’de Türkiye’nin iç
borç stoku 3.6 katrilyon liraya ve dış borç stoku ise -20 milyar doları kısa
vadeli olmak üzere- 80 milyar dolara dayanmıştır. İç borç, Temmuz 1998’de 8.4
katrilyon liraya ve dış borç stoku 94.4 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. Kasım
1998’de iç borç stoku 10.2 katrilyon lira yani 34 milyar ABD dolarıdır. İç borç stoku 1988 yılında 28.5 trilyon lira
iken Şubat 1999’da 6.2 katrilyon lira olmuştur.
Konsolide bütçenin bu dönemdeki
açığı 4.1 katrilyon iken devlet 2.1 katrilyon daha fazla borçlanmıştır. Bu
durum borçlanmanın bütçe açığı dışında da nedenleri olduğunu göstermektedir.
Aralık 1999 itibarıyla kamu
borçlarının içinde bulunduğu durum şöyledir:
ÇİZELGE 3
KAMU MALİYESİ
1999 *
I.
Toplam kamu borcu 39.588
1. Orta
ve uzun vadeli 39.558
a. Kamu
35.174
b. KİT
4.384
II. Özel
sektör borcu 40.282
1. Orta ve
uzun vadeli 18.537
a. Bankalar
3.867
b. Diğer
14.670
2. Kısa
vadeli 21.475
a. Bankalar
8.503
b. Diğer
13.242
III. Döviz mevduat
hesabı
11.132
1.Orta ve uzun vadeli 10.273
2. Kısa vadeli 859
GENEL TOPLAM 91.002
*
Milyar dolar
Kaynak:
Maliye Bakanlığı
Yukarıdaki çizelgenin incelenmesinden ortaya çıkan
ve 1980-2000 yılları arasındaki konsolide devlet bütçelerinin genel
parametrelerindeki eğilimlere ilişkin genel bulgular aşağıda sıralanmıştır:
·
Devletin vergi gelirleri hızla artmaktadır.
·
Ancak, artan verginin tümü faiz ve personel
giderlerine gitmektedir.
·
Cari harcamalarda
artış vardır.
·
Faiz ödemeleri inanılmaz bir hızla artmaktadır.
·
Personel giderleri de inanılmaz bir hızla
artmaktadır.
·
Bu artışın hizmet miktarındaki artıştan
kaynaklandığı kuşkuludur.
·
Personel giderleri personel sayısındaki gereksiz
artıştan kaynaklanmaktadır.
·
İşsizlik ve istihdam ana sorun kaynağıdır.
·
Vergi kompozisyonu hızla değişmekte ve dolaylı
vergilerin payı dolaysız vergileri önemli oranda aşmıştır.
·
Sosyal devlet ortadan kalkmıştır.
·
Yatırımlar giderek azalmaktadır.
·
Eğilimlerin dönüş tarihi 1980’li yılların
başlarıdır. [237]
Bazı gazete haberleri...
“Türkiye’nin 2000 yılı sonu itibarıyla toplam dış
borç stoku, 114 milyar 324 milyon dolara yükseldi.”
“İç borç stoku arttı. Hazine, mart ayı (2000)
sonunda iç borç stokunun 26 katrilyon 679.1 trilyon liraya yükseldiğini
açıkladı. Kurumdan yapılan açıklamada, stokun 24 katrilyon 881.1 lirasının
tahvil, 1 katrilyon 798 trilyon lirasının ise bonodan oluştuğu belirtildi. İç
borç stoku, 1999 sonunda 22.9 katrilyon, ocak ayı sonunda 42.2 katrilyon, şubat
ayı sonunda ise 28.9 katrilyon lira olmuştu. Bu arada, hazine, kamu
kurumlarınca ihraç edilen menkul kıymetlere verilen Hazine garantilerini
kapsayan garantili iç borç stokunun da 72 trilyon lira olduğunu açıkladı.”
“Dış borç stoku 111 milyar dolar. Türkiye’nin dış
borç stoku, 1999 yılı sonu itibarıyla geçici sonuçlarla 111 milyar 215 milyon
dolara ulaştı... Buna göre, 1988 yılı sonunda 103 milyar 861 milyon dolar olan
Türkiye’nin dış borç stoku, geçen yıl sonunda, yüzde 7.08 artışla 111 milyar
215 milyon dolara ulaştı. Hazine tarafından yapılan açıklamada konsolide bütçe
dış borç stokunun da geçen yıl sonu itibarıyla 33.1 milyar dolara ulaştığı
bildirildi.”
“Dış borç milli gelirin % 60’ına ulaştı. Bir
süredir iyileşme eğiliminde olan dış borç göstergeleri olumsuza döndü. Dış borç
stokunun 111.2 milyar dolara ulaştığı, milli gelirin ise 185.1 milyar dolara
gerilediği 1999’da dış borçların milli gelire oranı yüzde 60.1’e ulaştı. Bu
rakam 1998’de yüzde 51’di. Dış borç ödemelerinin, döviz gelirlerine oranı da
büyüdü. 1998’de döviz gelirlerinin yüzde 26’sı kadar bir borç servisi
gerçekleştiren Türkiye, geçen yıl döviz gelirlerinin yüzde 35’i kadar bir dış
borç servisi gerçekleştirdi. Olumsuz gelişme ödemelere de yansıdı. 1988’de
milli gelirin yüzde 8’i kadar dış borç anapara ve faiz ödemesi yapan Türkiye,
bu işlem için geçen yıl mili gelirin yüzde 10’unu kullanmak zorunda kaldı. Tek
başına faiz ödemeleri ise milli gelirin yüzde 3’üne çıktı.”
“İç borçlanma yine dış borçlara gitti. Türkiye’nin
dış borçlarını iç borçla finanse etmesine yol açan dış borçlardaki ‘net
ödeyici’ konumu, bu yıl daha da belirginleşti. Yılın ilk yarısında 6.6 milyar
dolarlık orta ve uzun vadeli dış borç bulabilen Türkiye, 9.3 milyar dolar
tutarında geri ödeme yaptı. Dış borçlanma ve geri ödemeler sonucu net 2.7
milyar dolarlık bir kaynak çıkışı yaşandı.”
Bu ve benzeri haberlere sıklıkla rastlamak günümüz
Türkiyesi için artık son derecede doğal bir olgudur. 1980 yıllarda başlatılan
monetarist kamu maliyesi politikasının Türk ekonomisine armağanı ağır olmuştur.
Türkiye Bankalar Birliği’nin 1999 yılında yaptığı bir araştırmada elde olunan
sonuçlar aşağıdaki çizelgede yer almaktadır.
ÇİZELGE 5
TÜRKİYE’NİN İÇ VE DIŞ BORÇ DURUMUNDA
GELİŞMELER (1980-1998)
1980 1985 1990 1995 1998
Kişi başına iç borç ($) 182 241
348 379 553
Kişi başına dış borç ($) 365 506
874 1209 1497
Kişi başına toplam borç ($) 547 748 1222 1589 2050
Kişi başına gelir ($) 1570 1356 2715 2788 3224
Kişi başına iç borç/kişi
başına gelir (%) 11.6 17.8 12.8 13.6 17.1
Kişi başına dış borç/kişi
başına gelir (%) 23.3 37.3 32.2 43.4 46.4
Kişi başına toplam borç/kişi
başına gelir (%) 34.9 55.2 45.0 57.0 63.6
Kaynak: Bankalar Birliği
Yukarıdaki çizelge Türkiye’nin 1980 sonrasındaki
iç ve dış borçlanmalarla ilgili başarım düzeyini kişi başına gelirle
karşılaştırarak ortaya koymaktadır. 20 yılın sonucu oldukça açıktır: iç ve dış
borçlanma olanca hızı ile büyümekte ve Türk halkı giderek daha borçlu bir
konuma sürüklenmektedir.
Bu durumu yorumlayan dönemin Cumhurbaşkanı Demirel
şunları söylemektedir: “Yönetimi
kötülüyor falan değilim. Yönetimdeki kötülük devletin büyümesiyle mütenasip
olarak kontrol edilemeyen bir takım unsurlardan geliyor. Kontrol edilemeyişinde
siyasi istikrarsızlığın da rolü vardır. Ne yapacaksınız? (Borcu) uzun vadeye
yayacaksınız. Ama bunu yaparken haksızlık yapmayacaksınız. Bunun da yolu
Türkiye’nin iç borcunu dış borca çevirmektir... Eğer borç sarmalından
kurtulabiliriz diyorsanız gerçeği budur. Borçları ödeyeceksiniz.” [238]
Tüm bu gelişmeleri yorumlayan TOBB ise hükümete
“konsolidasyon” önerisinde bulunmaktadır. TOBB tarafından 1998 yılında
hazırlatılan “Türkiye Ekonomisinde Daralma: Reel ve Finansal Gelişmeler ve
Öneriler” başlıklı raporda yer alan şu görüşler oldukça dikkat çekicidir: “Reel faizlerin inmesini sağlayacak ve
özellikle 1999 başlarında iç borçlanma konusunda rahatlama sağlayacak bazı
pazarlıkların bankacılarla yapılması gerekiyor. Bu bir anlamda konsolidasyonu
çağrıştırsa bile denemek gerekir. Çünkü Türkiye’nin uzun süreli bu kadar yüksek
faizlere dayanabilmesi güçtür. Türkiye’yi özellikle yabancıların gözünde riskli
kılan ‘Türkiye bir süre sonra iç borçlarını ödeyemez duruma düşecek, yani
Rusya’nın durumuna düşecek’ değerlendirmesidir.” [239]
ANAP Manisa Milletvekili Ekrem Pakdemirli de, 2000
yılı Maliye Bakanlığı bütçesinin görüşülmesi ile ilgili olarak ANAP adına
yaptığı konuşmada, IMF’den süratli şekilde kaynak sağlanamaması durumunda
Hazine’nin alacaklılarıyla konsolidasyona gitmesinin gerekli olduğunu
söylemektedir. [240]
Nitekim, 1999 yılı içinde,
Hazine ancak ortalama yıllık yüzde 100 oranında faizle borç bulabilmiş ve
Haziran 1999’da bu oran yüzde 140 olarak gerçekleşmiştir. 2000 yılı başında
uygulama alanına konulan ekonomik paket ile iç borçlanmada faiz oranı yüzde 40’lara
kadar gerilemiştir. Bu programın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra faiz
oranı yeniden yüzde 190’lara çıkmıştır.
Bu durum, zaman zaman, iç
borçları konsolidasyon yolu ile ödeme yerine, dış borç alarak iç borçları ödeme
seçeneğinin tartışma konusu yapılmasına neden olmaktadır. İç borç faizlerinin
yükseldiği dönemlerde daha ucuza gelebilecek dış borçlanma ile iç borçların
ödenmesi ve bu yolla Hazine’nin karşılıksız para basma zorunluluğundan
uzaklaşarak enflasyon hızının azaltılması önerisi ileri sürülmektedir.
Tartışılan bir başka konu ise,
Türkiye’nın net dış borç ödeyicisi yani dış borçların anaparalarını ödemeye
başlayıp başlamadığı ile ilgilidir. Bazı dönemlerde Türkiye gerçekten de dış
borç anapara geri ödemesi yapmaktadır; ancak daha sonra alınan yeni dış
borçlarla bu görünüm ortadan kalkmaktadır. Bugün gerçek olan nokta, Türkiye’nin
gerek iç borçta ve gerekse iç borçta hala borç almaya devam ettiği ve borçlanma
hızının azalmadan sürdüğüdür.
Ekonomik ve sosyal gelişmenin
sonucu olarak, devletin vergi gelirleri dışında kaynaklara gereksinim duyması
ve bunu ülke içindeki kaynaklara başvurarak çözümlemesi doğal ve normal bir
gelişmedir. Ancak, iç borçlanmada makul
ölçüler dışına çıkılması ve borcun yeni borç alınarak ya da emisyon hacmi
artırılarak ödenmesi ülke ekonomisinin geleceğini baskı ve hatta ipotek altına
almaktadır.
Ülkemizde bir anlamda iç
borçlanmanın sınırına gelindiği artık açıklıkla kabul olunmalıdır. İç borçların
makul bir düzeye indirilmesi ekonominin düze çıkarılması bakımından önem
taşımaktadır.
Kamu
borçlarının kanunla kamu adına tek bir kurum tarafından yapılması gerektiği
halde bütçe kanunlarına konulan hükümlerle bu kuralın dışına çıkılmaya
başlanmıştır.
Gerek
iç ve gerekse dış borçlanma için kamunun borç alma ve kamu güvencesi vermesi
ile ilgili koşullar ve esaslar en kısa zamanda çıkarılacak bir yasayla
düzenlenmeli ve denetim altına alınmalıdır.
İç ve
dış borçlarla ilgili bir başka sorunsal da, Devlet’in borçlarını saklaması ve
kamuya yanıltıcı olarak daha düşük borç rakamları açıklamasıdır. IMF bu olgu
nedeniyle Türk hükümetinin resmi açıklamalarını esas almamakta ve kendi
değerlerini kullanmaktadır.
Bu
konuda en önemli saptama en yüksek akçal denetim yeri olan Sayıştay tarafından
yapılmıştır. Sayıştay Genel Kurulu tarafından kabul edilen “2000 Yılı Mali
Raporu”nda bazı borç kalemlerinin yapılan resmi açıklamalarda yer almadığına
dikkat çekilmektedir. Sayıştay, yaklaşık 20 katrilyon liralık bir borcun
belgelere aktarılmadığını saptamıştır.
İç ve
dış borçlanmada borç yönetimi ayrı bir önem taşımaktadır. Bu amaçla alınması
gereken önlemler aşağıda
belirtilmiştir:
Hazine dışında kamu borçlanmasının yapılamayacağı kuralı
bozulmamalıdır.
Hazine kamu borçlarının yönetimi için gerekli
yapısal değişikliği bünyesinde gerçekleştirmelidir.
İç
borçların vadesi yeni özendirme
sistemleri getirilerek uzatılmalıdır.
Yeniden
hazine bonosu ve devlet tahvili ayrımı
getirilmelidir.
Alınabilecek
en fazla iç ve dış borçlar için ayrı
yasal sınırlamalar konulmalıdır.
Dış
borçlarda kur riski yönetimi
geliştirilmeli ve Hazineye bu konuda yetki verilmelidir.
Büyük
proje yatırımlarında kamunun iç ve dış borçlanmasına özel olanaklar
sağlayabilecek yöntemlerin oluşturulabilmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Ödemeler
Dengesi ve Dış Ticaret Hacmi
Türkiye’de, dış ticaret
açığında önemli olumsuzluklar vardır. 1999 yılının ilk üç aylık döneminde cari
işlemler dengesi 1 milyar 276 milyon dolar fazla vermiş iken, 2000 yılının aynı
döneminde açığın yüzde 387 oranında arttığı görülmektedir. Yapılan çözümlemeler
açığın büyümesindeki ana etmenin ithalatta meydana gelen önemli artış olduğunu
ortaya koymaktadır. Bu gelişme üzerine, DPT 2000 yılı için öngördüğü 2.8 milyar
dolarlık cari işlemler dengesi açığı hedefini 5 milyar dolara çıkarmıştır. Bu
durum, uzun yıllardan bu yana ülkenin değişmeyen bir ekonomik karakteristiğine
işaret etmektedir: daha fazla dış borç gereksinimi.
Kuşkusuz, kalkınmakta olan her
ülkede olduğu üzere, Türkiye’de de kalkınmanın gereksinim duyacağı gelişmiş
teknolojinin ve temel üretim girdilerinin elde edilmesi bakımlarından dış
ticaret dengesinde belli bir oranda açık verilmesi normal karşılanmalıdır.
Ancak, bu oran hiç bir şekilde ödenemeyecek düzeye ulaşmamalıdır. Öte yandan,
dış ticaret açığının ileride daha da bozulabileceği ve yeni darboğazlarla
karşılaşılabileceği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bu tür darboğazlar ve ödeme
dengesindeki aşırı bozulmalar dış sermaye ve uluslararası siyasal odakların
Türkiye’ye karşı pazarlık güçlerinin artması ve ülkedeki siyasal dengelerin
etkilenmesi anlamına gelecektir. Ödemeler dengesi açığında son yıllarda
gözlemlenen azalma eğilimi önemli olmakla birlikte, dış ticaret hacminde yeni
ve daha büyük hedeflerin programlanması Türkiye’nin büyümesi açısından zorunlu
duruma gelmiştir.
Türkiye dış ticaret için
kendisine yeni hedefler benimsemeli ve dış ticaret örgütünü de gözden geçirmeli
ve yapılandırmalıdır.
Dış
ticaret hacminin geliştirilmesinde örgütsel ve yönetsel yöntemlerin rolü
oldukça önemli olmasına karşın Türkiye’de kamu ağırlıklı yönetim biçiminin
özelleştirme de dahil başka alternatiflerinin denenmemiş, bu tür modelleri olan
ülkelerin incelenmemiş olması ve yanlış bir örgütlenmeye dayalı olan dış
ticaret örgütünün yeniden düzenlenmesi konusunun ele alınmaması önemli bir
eksiklik yaratmaktadır.
Mevcut
dış ticaret örgütlenmesinde, Dış Ticaret Müsteşarlığı, İhracatçılar Konseyi,
İhracatçılar Vakfı, ihracatçı birlikleri, İhracatı Geliştirme Merkezi ve Dış
Ticaret Derneği’nin yanısıra Odalar Birliği bünyesindeki Dış Ekonomik İlişkiler
Konseyi olmak üzere birbirinden kopuk ve dağınık bir yapılanma modeli
mevcuttur.
Ekonomi
yönetiminde olduğu gibi dış ticarette de yeniden örgütlenmeye ve dış ticaret
yönetiminin yenilenmesine gereksinim vardır. Öte yandan, çeşitli bakanlıkların
yurt dışı birimleri arasında önemli işbirliği ve eşgüdüm sorunları
yaşanmaktadır.
Yukarıda
belirtilen sorunların aşılması için Türkiye dış ticaret hacminin genişletilmesi
için yeni bir atak içine girmelidir. Bu çerçevede yapılması gereken
düzeltimlerden bazıları aşağıda belirtilmiştir:
Dış
ticaret örgütü bugünkü yapısının dışına çıkarılmalı ve olabildiğince
özelleştirilmelidir. Bu çerçevede tüm
dünyayı kapsayacak bölge müdürlükleri kurulmalı ve bu bölge müdürlüklerine
bağlı ülke büroları oluşturulmalıdır.
Ülke bürolarının çalışması, uygun ve gerekli görülürse bu ülkelerde
görev yapan özel şirketler ya da bu ülkelerin Türkiye tarafından istihdam
edilecek vatandaşları tarafından yürütülmelidir. Ücretleri verilerek istihdam
edilen bu personelin çalışma performansı dönemsel olarak gözden geçirilmeli ve
söz konusu ülke ile dış ticaret dengesinde istenilen hedef elde edilemediği
takdirde istihdam edilenler yenilenmelidir.
Dış ticaret merkez örgütü ise, dış ticaret
dengesinin iyileştirilmesi için izlenmesi gereken stratejileri geliştiren,
uygulama programları hazırlayan, yukarıda belirtilen şekilde kurulacak dış
ticaret sistemini yöneten, bölgelerin ve ülke bürolarının başarı düzeyini
değerlendiren, alınması gereken düzeltici önlemleri alarak uygulama alanına
koyan ve dış pazarlarla ülke özel sektörü arasında etkili bir köprü oluşturan
konumda olmalıdır.
‘Reeksport’ konusunda, ülke özel sektöründe ve hukuksal
altyapıda var olan bilgi, deneyim ve düzenleme eksiklikleri giderilmeli ve
Türkiye özellikle Ortaasya Türksel Cumhuriyetleri’nin tüm dünyaya açılma
sürecini ‘reeksport’ düzeni ile daha
etkili duruma getiren bir rol üstlenmelidir.
Yabancı
ülkelerdeki Türkiye bürolarının dış ticaret ile ilgili olarak aralarında
görülmekte olan eşgüdüm ve işbirliği sorunlarının çözümlenmesi için gerekli
hukuksal, kurumsal ve yönetsel düzenlemeler geciktirilmeden uygulama alanına
konulmalıdır.
Bölgelerarası
Gelişme Dengesizliği
Gelir dağılımındaki dengesizlik
kendisini bölgelerarası gelişme ve kalkınma alanında da göstermektedir. Doğu ve
Güneydoğu Anadolu’da, esas itibarıyla topografik, coğrafi ve klimatolojik
koşullara bağlı olmasına karşın, ülkenin öteki bölgeleri ile mukayese
edildiğinde daha geri bir ekonomi ve daha az gelir düzeyine sahip aileler
vardır. Bu durumun, bölgede yaşanmakta olan siyasal gerilimin temel
nedenlerinden biri olduğu içtenlikle kabul edilmelidir.
Son 20-30 yıl içerisinde, GAP
başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti bu bölgedeki altyapının büyük ölçüde
tamamlanmasında önemli bir başarı elde etmiştir. Aynı başarının ekonomik
gelişme alanında da sağlanması demokratik rejimimizin işlerliğe kavuşması ve
bölge halkının sorunlarının çözümlenmesi bakımından çok yararlı olacaktır.
MGK’nun yönlendirmesiyle uygulama alanına konulan yeni Plan, bu yolda atılmış
önemli ve olumlu bir adımdır.
Güneydoğu Bölgesi’nde yaşanan
terör olayı, hem ülkeye ve hem de bölgeye, çok ağıra mal olmuştur. Çeşitli
kurumlarca yapılan hesaplamalar, son 20 yılda terörle mücadele için harcanan
miktarın 80 ile 200 milyar dolar arasında olduğunu göstermektedir. Bu miktar,
ülke kalkınması açısından çok büyük bir bedeldir.
Son 20-30 yıl içinde elde
edilen önemli ilerlemelere karşın Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ekonomik
açıdan geri kalmışlıkları ve bölgeler arasında görülmekte olan gelişme
dengesizlikleri bazı iç ve dış merkezlerde, ayrımcı ve bölücü terörün gerekçesi
olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Bu gerekçenin ortadan kaldırılamaması
devletin işlerliğini ve demokratik rejimin sağlıklı olmasını yakından
ilgilendirmektedir. [241]
Ekonomi yönetiminin diğer
alanlarında olduğu üzere, bölge planlaması konusunda da ciddi kurumsal
yetersizlikler vardır. Gerek İmar Kanunu’na ve gerekse DPT’nin kuruluşu ve
görevleri hakkındaki mevzuata göre, Türkiye’de bölge planlaması yapmak görevi
bu kuruma verilmiştir. Ancak, bugüne kadar DPT hiç bir bölge planlaması
çalışması yapmamıştır. Türkiye’de bölge planlaması -yasal düzenlemelere ve
görevlere karşın- henüz yerine getirilmemiş bir görevdir. DPT’nin GAP bölgesi
için uluslararası ihale ile yaptırdığı bölge planı hariç tutulursa bölge
planlaması -yani, sektörel kalkınma planının mekan bazına uyarlanması- sorunu
uzun süreden bu yana ilgi ve çözüm beklemektedir.
Bu çerçevede ele alınması uygun
olabilecek üç temel öneri aşağıda belirtilmiştir:
Doğu ve Güneydoğu Anadolu
bölgelerinde, girdi-çıktı (input-output) çözümlemelerine
dayalı ve bölge ekonomilerinin gelişmesini ve öteki bölgelerin ekonomileri ile
bütünleşmesinin daha iyi ve etkili bir şekilde sağlanmasını amaçlayan bölge
planlama çalışmaları yapılmalıdır. Planlama çalışmalarının yürütülmesi
sorumluluğu kendisine verilmiş olan Devlet Planlama Teşkilatı bu görevine
işlerlik kazandırmalıdır. DPT’de son zamanlarda bu yolda başlamış olan ve
Erzurum’da ilk bölge planlaması ofisinin kurulmasını amaçlayan hareketlilik
desteklenmelidir.
Önceki yıllarda hazırlanmış
olan GAP Master Planı’nın bugüne değin elde ettiği gelişmeler ve halen içinde
bulunduğu koşullar gözden geçirilmeli ve planın aksayan yönleri saptanarak
sorunların giderilmeleri için gerekli önlemler alınmalıdır.
Bölge planlarının uygulanması amacıyla, ülkenin
mülki yönetiminin örgütlenme biçim ve koşulları da gözönünde tutularak ve bu
yönetimlerle gerekli uyumu sağlayacak şekilde,
‘Bölge Kalkınma Ajansları’ kurulmalı, bölgesel kalkınma çalışmalarında
bu ajanslar odak nokta durumuna getirilmeli ya da Olağanüstü Hal Kanunu’nun
ekonomik krizler nedeniyle uygulanabilme bu bağlamda ele alınmalıdır.
Bölgesel kalkınma konusunda iyi
örnekler olduğu bilinen ABD’deki “Tennessee
Valley Authority” ve güney İtalya’daki “Mezzo
Giornio” uygulamalarından bu amaçla yararlanılmalıdır.
Kamu
Maliyesinin Yeniden Düzenlenmesi
Türkiye’de kamu maliyesinin
içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyi, öteki bazı ülkelerle karşılaştırıldığında,
yeteri kadar gelişmemiş gözükmektedir. [242]
Türkiye’de kamu maliyesinin en
önde gelen sorununun iç ve dış borçlar olduğunu burada yinelemeye gerek
görülmemektedir. Ancak, salt bir yönetsel kurum olarak ele alınması durumunda
kamu maliyesinin -Hazine’nin yanında KİT’ler ve yerel yönetimler dahil- en
başta gelen sorununun saydamlık
unsuru taşımaması olduğu anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, kamu maliyesinin
yönetimi ve yürütümünde yapılacak düzeltimlerde ilk öncelik muhasebenin
saydamlaştırılmasına verilmelidir. Saydamlık hem bütçe uygulamalarında
akılcılığı ve hem de denetim kolaylığını getirecektir. Yalnızca merkezi
hükümetin yani Hazine’nin değil aynı zamanda KİT’lerin ve yerel yönetimlerin
(özellikle belediyelerin) muhasebeleri saydamlaştırılmalı ve gerek bütçenin
bileşim biçimi ve gerekse gelir-gider durumu açıklıkla ortaya konulmalıdır. [243]
Bu temel sorunun yanında kamu
maliyesinin başka sorunları da vardır. Herşeyden önce bütçe bir yönetim aracı olarak işlev görmekten uzaklaşmıştır. Bir
Anayasa emri olmasına karşın denk bütçe
yapılamamaktadır. Program bütçe anlayışı tam olarak yerleşmemiştir. Bütçe
gelirlerinin hesaplanma biçimi gerçekçi değildir.
Merkez Bankası’nın bağımsızlığı
yeteri kadar güvence altına alınamamıştır. Merkez Bankası’nın emisyon hacmini
ve kurları belirlemesi yönündeki yetkilerine siyasal nitelikli müdahaleler
yapılabilmektedir. Merkez Bankası Kanunu’nda Nisan 2001’de yapılan değişiklikler
Banka’nın tam bağımsızlığını güvence altına almamakla birlikte olumlu ve
önemlidir. Doğru yolda atılmış bir adımdır.
Hazine Müsteşarlığı ile Merkez
Bankası arasındaki ilişkilere net bir açıklık getirilememiştir. Bu örneklerin
sayılarının daha da artırılabilmesi olanaklıdır. Ancak, bu ve benzeri
sorunların çözümlenememiş olması kamu maliyesinin yönetimi açısından önemli
sakıncalar yaratmaktadır.
Bütçe gerçek niteliğine
kavuşturulmalı ve Devlet’in akçal yönetimin en etkili aracı konumuna
getirilmelidir. Bu çerçevede, Hazine
Müsteşarlığı aracılığı ile Dünya Bankası kredisi desteği altında yürütülmekte
olan uluslararası danışmanlık hizmetleri projesinden elde edilecek çözüm
önerileri bir an önce uygulamaya aktarılmalıdır. Yapılacak çalışmaların hedefi
bütçenin uygulanmasında ve muhasebeleşmesinde tam veri otomasyonunun sağlanması
ve bütçenin gerçek bir akçal yönetim aracı konumuna getirilmesi olmalıdır.
Anayasa’nın 163 üncü maddesinde yer alan “Cari yıl bütçesindeki ödenek artışını
öngören değişiklik tasarılarında ve cari ve ileriki yıl bütçelerine akçal yük
getirecek nitelikteki kanun tasarı ve tekliflerinde, belirtilen giderleri
karşılayabilecek akçal kaynak gösterilmesi zorunludur” ilkesine uyulması
kesinlikle sağlanmalı ve gerekirse TBMM İçtüzüğü’ne bu yolda engelleyici bir
hüküm konulmalıdır.
Vergi
Adaleti ve Yönetimi
Türkiye, geçtiğimiz yıllarda
ilginç bir olguya tanık olmuştur. Maliye Bakanlığı, gazetelere bir dizi ilan
vererek, ülke ekonomisinin ve kamu maliyesinin içinde bulunduğu açmazları
itiraf etmiştir. Bu kampanyadan yaklaşık bir buçuk ay önce TBMM tarafından
kabul edilen vergi düzeltimine yönelik eleştiri ve itirazlara karşı yanıt olmak
üzere hazırlanan ve gazetelerde günlerce yayınlanan ilanlardan birinde yer alan
bir grafiğe göre, 1994 yılı itibarıyla Türkiye’de ulusal gelir dağılımı son
derecede adaletsizdir ve vergi düzeltimi bu adaletsizliğin önüne geçmeyi
amaçlamaktadır. Bu grafiğe göre, ilk yüzde 20’lik dilim ulusal gelirin yüzde
54.9’unu alırken, öteki yüzde 20’lik dilimlerin payları sırasıyla şu şekilde
hesaplanmıştır: 19, 12.6, 8.6 ve 4.9.
İlanın metni de şöyle: “Vergi reformu çıkalı bir buçuk ay oldu. Bu
bir buçuk ayda, söylenmeyen kalmadı. Daha uygulanmaya bile başlanmadan, her
türlü olumsuzluğun nedeni olarak Reform gösterilir oldu. Borsa düşse... nedeni
Reform! Kriz çıksa... nedeni Reform! İşsizlik olsa... nedeni Reform... Faizler
yükselse... nedeni gene Reform! El insaf!
Vergi reformu neden hazırlandı? Devlet, vatandaşına sıkıntı olsun diye
yasa çıkarmaz. Ülkemiz, dünyadaki gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biri... 94
verilerine göre Türkiye’deki en zengin % 20’lik dilim Milli Gelirin % 55’ini
alıyor. Ortadirek kabul edilebilecek ikinci en zengin % 20’lik dilim % 19 pay
alıyor. Üçüncü sıradaki % 20, fakirlik sınırında: % 12.6. Toplumun geriye kalan
% 40’ı ise açlık sınırında. Üstelik en zengin % 20’lik toplumsal kesim, her
geçen yıl, diğerleri aleyhine zenginleşmeye devam ediyor. Bu pay bugün %
65’lere yükselmiş düzeyde. Böyle giderse toplum çalkalanacak. İşte Vergi
Reformu bu gidişe son vermek için çıkarıldı. Vergi Reformu... Daha adilce
paylaşan bir toplum için... Açlık sınırındaki halkın insanca koşullara
kavuşturulması için... Toplumsal dengelerin yeniden kurulması için... Huzurlu,
kalkınan Türkiye için... Hepimiz için...”
Böyle bir söylem, bir zamanlar,
sıradan bir insan için hapse mahkum edilme nedeni idi. Ancak, bu görüşlerin
Maliye Bakanlığı aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından
gazetelere verilen ilanlarda yer alması gerçekten çok çarpıcı oldu. Ne varki,
bu olay toplumda ve akademik çevrelerde yeteri kadar yansıma bulmadı ve
irdelenmedi.
Maliye Bakanlığı tarafından da
açıklıkla belirtildiği üzere, Türkiye vergi toplayamıyor. Daha da kötüsü,
enflasyon olgusunu bir vergi toplama aracı olarak kullanıyor. Yani, gelir ve
servet sahibinden alınamayan vergi yerine karşılıksız para basılarak devlet
giderlerinin karşılanmasına çalışılıyor. Bunun sonucunda da, para hızla değer
kaybediyor. Ancak, bu değer kaybetme eşit olmayanlar arasında eşitçe sağlandığı
için aslında eşitsizliğin devamı anlamına geliyor. Hatta, ilanda da
belirtildiği gibi, eşitsizlik, bir kesimin ücretleri konusunda söz söyleme
hakkına sahip olmamaları nedeniyle giderek artıyor.
Vergi yükü toplumsal katmanlar
arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmaktadır. Maliye Bakanlığı Gelirler
Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre, 1999 yılında tahsil edilen gelir
vergisinin yüzde 47.7’si ücretlilerden alınmıştır. Ücretliler, böylelikle toplam 5.7
katrilyonluk gelir vergisi toplamının 2.7 katrilyonunu ödemiştir. Buna karşılık
tahvil ve hazine bonosu sahipleri bu dönemde yalnızca 125 trilyon 854 milyar
lira gelir vergisi ödemiştir. Bu miktar,
toplam gelir vergisinin yüzde 2.2’sini oluşturmaktadır. Mevduat sahipleri ise
aynı dönemde toplam gelir vergisinin yüzde 12.8’ini ödemiştir. Repo
gelirlerinden alınan vergiler, toplam gelir vergisinin yüzde 3.3’üdür. Bu
durum, gelir vergisinin toplanmasında önemli toplumsal eşitsizlikler
yaşandığını ve vergi yükünü ücretlilerin taşıdığını açıklıkla ortaya
koymaktadır.
2000 yılında nüfusu 70 milyona
yaklaşan ülkede sadece 6-7 milyon vergi yükümlüsü vardır. Yükümlülerin hemen
hemen tümü de gelirlerini yeterli düzeyde beyan etmemektedir. Denetim eksikliği
ve sistemde yer alan öteki aksaklıklar nedeniyle de vergi denetimi
yapılamamaktadır. 1992 yılında denetlenen yükümlü sayısı altı milyona
ulaşırken, 1996 yılında bu rakam yüzde 35 azalarak dört milyon düzeyine
gerilemiştir.
Yapılan araştırmalar, ortaya
çıkan büyük vergi kaçağının temelinde yasaların yetersizliğinin değil,
uygulamadaki eksiklik ve aksaklıkların yattığını göstermektedir. Bir başka
anlatımla, asıl sorumlu vergi yönetimidir. Gelir yönetiminin günün koşullarına göre
düzenlenmemiş olması, vergi denetimlerinin sağlıklı yapılmaması, vergi
kaçıranların gerekli yaptırımlara çarptırılamaması vergi yönetiminin aksayan
noktalarının önde gelenleri arasında yer almaktadır.
Maliye Bakanlığı’nda 216 maliye
müfettişliği kadrosunun 110’u, 650 hesap uzmanı kadrosunun 361’i boş
bulunmaktadır. 900 kişilik gelirler kontrolörü kadrosunun 566’sı, 3.449 olan
vergi denetmen kadrosunun 1.542’si boş durumda.
Ayrıca, vergi kaçıranlara hapis
cezası uygulanmaması, uzlaşma sisteminin varlığı ve vergi davalarının yargıda
uzun sürede sonuçlanamaması Türkiye’yi bir vergi kaçırma cenneti yapmaktadır.
Zaman zaman çıkarılan vergi afları ise yükümlülerin yaptırımlar konusunda
duyarsız kalmalarına neden olmuştur.
Götürü vergi, istisna ve
bağışıklıklar da vergi yönetiminde zayıf noktalar olarak ortaya çıkmaktadır.
Maliye Bakanlığı tarafından
yapılan araştırmalarda, yükümlülerin vergi kaçırmak için kırka yakın değişik
yönteme başvurdukları saptanmıştır. Yasal belge düzenlememek, düşük tutarlı
belge düzenlemek, belgeleri muhasebe defterlerine eksik işlemek, kur farklarını
hesaplamamak, kişisel giderleri şirket hesaplarına aktarmak bunlardan yalnızca
bir kaç tanesidir.
Bir açıklama yapan TÜRMOB
Başkanı Mustafa Özyürek, Türkiye’de vergi kaçıran bir yükümlünün yakalanma
olasılığının yüzde 2 olduğunu belirtmekte ve “Bu ülkede, ücretliler dışında hemen herkesin vergi kaçırma hürriyeti
var” demektedir. [244]
Nitekim, Ömer Lütfi Topal’ın
1993-6 yılları arasındaki hesaplarını incelemeye alan Maliye Bakanlığı Hesap
Uzmanları Kurulu 1.593.000.000 dolarlık kazancın gizlendiğini ortaya
çıkarmıştır. Bu miktar, Marmara depreminde uğranılan zararın yaklaşık üçte biri,
deprem sonrasında yurt dışından yapılan parasal yardımların yarısı ve 488.000
prefabrik konutun bedelidir.
Kurul tarafından hazırlanan
raporda vergi kaçakçılığının açık senet ve çekler ile kredi kartıyla yapılan
ödemelerin paravan şirketlere aktarılması yoluyla gerçekleştirildiği
belirtilmektedir.
Maliye Bakanlığı tarafından yapılan öteki
araştırmalara göre, ihracatta KDV iadesi yöntemiyle önemli vurgunlar
yapılmaktadır. Yapılan bu araştırmalarda KDV iade taleplerinin yüzde 22.8’inin
sahte ve yanıltıcı belgelere dayandığı saptanmıştır.
İçişleri Bakanı Saadettin
Tantan’ın “yolsuzluk haritası” olarak nitelediği olumsuzluklar yumağında
ortaya çıkarılan ve çeşitli hayvan isimleri verilen polis operasyonlarında
ağırlıklı payı vergi iadeleri ve hayali ihracat olayları almaktadır. Tantan “Yolsuzluk, fahişelikten kötü. Akbaba
sürüsüne imkan ve fırsat tanımama azmindeyiz” demektedir. [245]
Ancak, hükümetler arasında
gerekli politika ve uygulama birliğinin sağlanamaması, yapılanların daha sonra
bozulması ile sonuçlanmaktadır. Daha önce çıkartılan vergi yasası ve “mali
milat” ile ilgili düzenlemeler DSP’nin bir başka koalisyon hükümetinde yasa
değişikliği yapılarak yürürlükten kaldırılmış ya da en azından ertelenmiştir.
Yapılan değişiklikler arasında “gelir” tanımının yeniden yapılması, “nereden
buldun” sorusundan bir süre için vazgeçilmesi, “mali milat”ın kaldırılması,
mevduat ve repo kazançlarında beyan zorunluluğunun kaldırılması, borsa
gelirlerinden alınacak gelir vergisinin ertelenmesi, uzlaşmada eski sisteme
geri dönülmesi ve peşin vergide sürenin altı aya çıkarılması gibi unsurlar yer
almaktadır.
Açıklıkla ve içtenlikle kabul
edilmelidir ki, Türkiye’de vergi adaleti sağlanamamıştır. Bu çerçevede vergi yükünün dar ve sabit
gelirlilerden daha yüksek gelir gruplarına kaydırılması ve özellikle vergi dışı
kalan rantiyelerden vergi toplanması gerekmektedir. Vergi yönetimi açısından
bir başka önemli sorun da, vergi toplama verimliliğinin sınırlı
kalmasıdır. Devlet vergi gelirlerinin ve
vergi dışı gelirlerinin tahsil edilme oranını artırmak yolunda çaba
sarfetmelidir.
Öte yandan, hem yerel
yönetimlere gelir bazı oluşturulabilecek yerel vergi olanağının getirilmesi ve
hem de yerel yönetimlerin çok yetersiz olan vergi toplayabilme yetkinliklerinin
geliştirilmesi gerekmektedir.
Çevre sorunlarının
önlenebilmesi açısından çok değerli bir ekonomik ve mali çevre yönetimi aracı
olabilme potansiyeline sahip olan çevre vergilerinin (yeşil vergiler, ekolojik
vergiler ya da çevre kirliliği vergileri) ve harçlarının yokluğu hem çevre yönetiminin
etkililiği açısından önemli bir eksiklik yaratmakta ve hem de önemli bir gelir
kaynağının değerlendirilememesi alamına gelmektedir.
Vergi yönetiminde düzeltim
konusunda eski bir hesap uzmanı olan Tahir Perek şunları yazmaktadır: “... Vergi yönetiminde bir idari reform
şart(tır)... Vergi idaresinin kapsamlı bir şekilde yeniden yapılanmasının ne
kadar zorunlu olduğu, arka arkaya patlak veren son olaylar nedeni ile bir kere
daha anlaşılmıştır. Kapsamlı bir vergi kaçakçılığının ortaya çıkarılmasında,
vergi incelemelerinin yanı sıra, şüphesiz Adliyeyi ve Emniyeti de ilgilendiren
yönler bulunmaktadır. Ancak ne yazık ki bu birimlerin hangi olaylarda nasıl bir
işbirliği içinde çalışacaklarını, hiyerarşik düzenlerini, yetki ve
sorumluluklarını belirten bir sistem ve yöntem bulunmamaktadır. Bu durumda,
önemli bir olay patlak verince, bir görev ve yetki kargaşası çıkmakta,
operasyonun ses getirmesi ya da bir miktar başarılı olması halinde, bazı kişi
ve kurumlar kendilerine prim çıkarmaya çalışmaktadırlar. Böyle çabalar ve hatta
bazı işgüzarlıklar, resmi kurumların birbirlerini suçlama ve rencide etme
boyutuna kadar varabilmektedir. Bunun vahim bir örneği son Balina operasyonunda
yaşanmıştır...” [246]
Tahir Perek, vergi yönetiminde
düzeltim yapılması konusunda da şunları söylemektedir: “Vergicilikte reform denilince üç türlü reform akla gelir. Birincisi,
vergi kanunlarında önemli değişiklikler yapmak, yeni vergiler, yeni usuller
koymak, yani vergilendirmede reform. İkincisi, vergi gelirlerini isabetli
yerlere sarf etmek için ‘harcama’ usul ve esaslarında köklü değişiklikler ve
yenilikler getirmek, yani harcamada reform. Üçüncüsü ise, vergi yönetiminde
önemli reorganizasyonlar yapmak, yani idari reform. Şimdiye kadar hep
vergilendirmede reforma gidilmeye çalışılmış ve uzun yıllar boyunca ancak bir
arpa boyu yol katedilebilinmiştir. Harcamada reformun ise ucu siyasetçilere
dayandığı için bunu yapmaya hiç bir iktidar yanaşmamaktadır. Bize göre, vergi
yönetiminde idari reform yapmanın … bugüne hala gerçekleşmemiş olması büyük bir
talihsizliktir...”
Türkiye’de akçal yönetimin
iyileştirilmesi çalışmaları çerçevesinde vergi yönetiminin de ele alınması ve
ülkede vergi adaletini sağlayıcı çalışmaların bir an önce tamamlanması
gerekmektedir. Vergi yönetiminin geliştirilmesi ve vergi adaletinin sağlanması
ile ilgili olarak alınması uygun olabilecek bazı çözüm yolları aşağıda belirtilmiştir:
Türkiye’de vergi yükünün sosyal
katmanlar ve gelir grupları arasında
daha adil olarak dağılımı
sağlanmalı ve vergi yükü tabana
yayılmalıdır.
Vergi yükümlüsü sayısı bugünkü düzeyinin çok üstüne çıkarılmalıdır. Bu
amaçla, ekonomik ve ticari işlev gören, bu yollardan gelir sahibi olan, ancak,
vergi kapsamı dışında kalanların vergi yükümlüsü konumuna getirilmeleri
sağlanmalıdır. Kayıt dışı olarak bilinen ve kendilerinden vergi alınamayanların
kaçırdıkları vergi miktarının önemli olduğu anlaşılmaktadır.
Vergi yükü esas itibarıyla dar ve sabit gelirliler üzerindedir. Bu
gruplar üzerindeki vergi yükü azaltılmalı ve rant ve faiz gelirlerinden daha
çok vergi alınmalıdır.
Uygulanmakta olan vergi oranları çok yüksektir ve vergi
kademeleri fazladır. Dünyanın en yüksek vergi oranlarından birine sahip olan
Türkiye’de vergi kaçağını tahrik etmekte
olan yüksek vergi oranları düşürülmeli, kademe sayısı azaltılmalı ve vergi
sistemi basitleştirilmelidir.
Çevre vergileri ve harçları getirilmelidir.
Merkezi ve yerel yönetimlerin vergi tahsil edebilme yetenekleri son
derecede sınırlıdır. Bu yönetimlerin ve özellikle yerel yönetimlerin vergi
tahsil edebilme beceri ve yetkinliklerinin geliştirilmesi için yoğun çaba
harcanmalıdır.
Anayasa’da gerekli değişiklik
yapılarak yerel yönetimlere -esas olarak, belediyelere- yerel vergi koyma yetkisi verilmelidir.
Kentsel rant vergi dışıdır. Kentsel rantın vergilendirilmesi
için gerekli süreçler geliştirilmeli ve hukuksal bir temele bağlanmalıdır.
Çok sayıda ve türde vergi
vardır. Bu nedenle vergi sisteminde basitleştirmeye
gidilmesi ve bu amaçla da Avrupa Birliği
ile uyum sağlayacak çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Vergi sisteminde uygulanmakta
olan götürülük sistemi ve
uygulamaları vergi disiplinini bozmaktadır. Götürülük sistemi belirli bir zaman
süreci içinde sistem dışına çıkarılmalıdır.
Vergi cezalarının caydırıcı etki yapması güvence altına
alınmalıdır.
Türk vergi sisteminin mevcut yapısıyla istihdamı
cezalandırdığı dikkate alınarak asgari
ücret vergi dışı bırakılmalıdır.
Akçal piyasaları özendirici bir vergi sistemi uygulamaya
konulmalıdır.
Vergi denetimi yapan personel sayısı artırılmalıdır.
Delil sistemi değiştirilmeli, karine ve kıyaslamaya dayalı vergilendirme sistemine geçilmelidir.
Ekonomik Yolsuzluklar ve Suçlar
Türkiye ekonomik vurgunlar ve yolsuzluklar ülkesi
konumuna gelmiştir. Ekonominin ve kamu maliyesinin içinde bulunduğu koşullar
vurgun ve soygunlara elverişli bir ortam yaratmaktadır. Bu tür olaylar azalmak
bir yana, miktarları büyüyerek devam etmektedir.
Bir haber: “300 trilyonluk vurgun. Hayali ihracat
operasyonunda 3500 beyannameye el kondu. Bir bankacı gözaltına alındı. Polisin
önceki gün başlattığı ve 14 kişiyi gözaltına aldığı hayali ihracat
operasyonunun parasal değerinin 100 trilyon lira dolayında olduğu belirlendi.
İhraç amacıyla ithal edilen ancak iç piyasaya sürülen mallar yüzünden devletin
vergi kaybının 200-300 trilyon lirayı bulduğu bildirildi. Hayali ihracat ve
karapara aklamayı da kapsayan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı olasılığı da araştırılan
olayda bazı valiler dahil bazı üst düzey bürokratların adı geçiyor…”
Böylesine büyük bir vurgunun, ekonomik yönetim kuruluşları arasında yer
alan kamu yönetimlerinin ve yöneticilerinin ilgisi ve desteği olmadan elde
edilmesi olasılığı ise hiç yok denecek kadar azdır.
Ülkede bu tür olayların sayısı oldukça fazladır.
Bu kitabın sınırlı hacmi içinde bu olayların tümünü sıralayabilme olanağı da
bulunmamaktadır. Burada yalnızca olayların türleri ve kapsamı hakkında kanı
oluşturmaya yardımcı olacak bilgiler verilecektir. Ancak, şurası
belirtilmelidir ki, ekonomik yolsuzlukların boyutları oldukça büyümüştür.
Maliye Bakanlığı tarafından yapılan son açıklamalara göre, hayali ihracat oranı
1999 yılında toplam başvuruların yüzde 37’sine ulaşmıştır.
Bu olaylar arasında en fazla dikkat çekeni,
hükümetler tarafından zaman zaman çıkartılan ‘gecekondu’ kararnamelerdir. Bu
kararnameler çerçevesinde, yürütme organı bir kararname çıkararak ya da bir
yönetmelik değişikliği yaparak gerekli hukuksal ortamı hazırlamakta, önceden
haberli olan gruplar gerekli bürokratik işlemleri derhal tamamlamakta ve amacın
gerçekleşmesinden sonra yapılan değişiklik geri alınarak eski sisteme geri
dönülmektedir. “Terlik” kararnameleri
ve “arsa” kararnameleri örnekleri
bunlar arasındadır.
Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanı Ömer
Gebizlioğlu, Türkiye’de “saklı ekonomi”nin ya da başka bir anlatımla, kayıt
dışı ekonominin büyüklüğünün 90-100 milyar dolar düzeyinde olduğunu
bildirmiştir. Gebizlioğlu, saklı ekonominin yeraltı, yasa dışı ve informal
ekonomi şeklinde oluştuğunu belirtmektedir.
Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak, MGK “Ulusal
Güvenlik Siyaset Belgesi”nde yapılan değişiklikle, ekonomik sorunlar MGK’nın
çalışma alanı içine alınmış ve ekonomik krizin izlenmesi ve ulusal güvenlik
üzerindeki etkilerinin belirlenmesi amacıyla, “Batı Çalışma Grubu”na benzer nitelikte “Ekonomik Çalışma Grubu” oluşturulması önerisi gündeme
gelmiştir.
Bu çerçevede, Genelkurmay Başkanlığı içinde bir
süreden bu yana çalıştığı belirtilen
“Yüksek Enflasyonla Mücadele Grubu”nun “Ekonomik
Çalışma Grubu” şekline dönüştürülmesi konusunda kararlar alındığı basına ve
kamuoyuna yansımıştır.
Öte yandan, Af Yasası tasarısının hazırlanması sırasında ortaya çıkan ve
‘ekonomik yolsuzluk suçlarını’ paranın geri ödenmesi koşuluyla affetmeyi öneren
yaklaşım kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Çalınan ekonomik değerin
geri verilmesi ya da çalınan paranın kurtarılması durumunda ekonomik yolsuzluk
suçunu işleyenlerin affedilmelerinin, Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik”
ilkesini zedeleyici nitelikte olduğu açıktır. Kaldıki, toplumun büyük
kesimlerinin son derecede sıkıntılı günler geçirdiği bir ülkede bu suçları
affetmeye yönelik girişimler kamuoyunu ciddi ölçüde endişeye yöneltmektedir.
Yolsuzluklar konusundaki en anlamlı kuşku ifadesi ise ABD’den gelmiştir.
Yeni ABD Başkanı Bush’a yakın uzmanlardan biri olan uluslararası stratejist
Scowcroft, Bush yönetiminin “siyasi
sistemdeki ahlaki çöküntü, yolsuzluk kuşkuları nedeniyle” Türkiye’ye
doğrudan kaynak vermekte duraksama içine düştüğünü söylemiştir. [247]
Kemal Derviş’in ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak atanmasından sonra,
uluslararası kuruluşlar ve dost ülkelerle başlatılan ekonomik yardım
diyaloglarında karşı taraflarca öne sürülen ilk koşul Türkiye’deki ekonomik
yolsuzlukların önlenmesi koşulu olmuş ve yolsuzlukların önüne geçilmeden
Türkiye’ye dış destek sağlanmayacağı anlaşılmıştır.
Scowcroft’un yorumunun, Bush yönetiminin duraksamasının ve dost ülkelerin
koşulunun haklılığı açıklıkla kabul edilmelidir.
Gelir
Dağılımı Dengesizliği: Sosyal Devlet
Bu bölüme bundan yaklaşık 35
yıl önce henüz Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir öğrenci iken yayınladığım bir
araştırmaya değinerek giriş yapmakta yarar görmekteyim. O tarihlerde Köy İşleri
Bakanlığı tarafından iller bazında hazırlanan köy envanterlerinden hareket
ederek ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yer alan 18 ilde tarımsal
toprakların aileler arasında dağılımından yola çıkarak gelir dağılımını
hesaplamış ve bölgede sürmekte olan çok ciddi gelir dağılımı eşitsizliğine
dikkat çekmek istemiştim.
Bu araştırmada yer alan pek çok
çizelge arasında en önemlisi tarımsal işletmeler arasında gelir dağılımını
gösteren çizelgedir. Bu çizelge aşağıda verilmiştir.
ÇİZELGE 6
ÜRÜN DAĞILIM ÇİZELGESİ [248]
Dönüm Ailelere
Aile Ürün Aile Baş. Ürün
Oranı (%) Sayısı En
Kötü En İyi En Kötü
En İyi
0-10 33.8 162.044 41.566
571.598 0.25 3.50
11-25 20.8 100.084 77.314 1.063.172 0.77
10.60
26-50 18.0
85.788 188.881
1.634.770 1.40 19.00
51-75 8.1 38.128 92.278 1.268.948 2.49
33.00
76-100 7.2
33.362 93.940 1.291.811 2.80 41.00
101-200 7.6 36.221
146.315 2.012.025 4.00
55.00
201 + 4.5
21.024 261.039 3.859.636
12.80 183.60
Yukarıdaki çizelge, ülkenin
önemli bir bölgesinde yıllar önce saptanan çok ciddi bir gelir dağılımı
dengesizliğini açıklıkla ortaya koymaktadır. Toplam ailelerin yüzde 33.8’ini
oluşturan çok az topraklı aileler, en kötü üretim koşullarında, aile başına ortalama
0.25 birim ürün elde ederken, toplam ailelerin yüzde 4.5’i aile başına 12.80
birim ürün elde etmektedir. Bu oran, iki aile türü arasındaki gelir dağılımının
50 kattan daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır.
Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti
kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içinde ulusal gelirini artırma yolunda
büyük bir başarı elde etmiştir. 1920’lerin yokluklar içindeki bir ülkesinden
1990’ların dünya sanayii içinde kendisine iyi bir yer sağlamış olan Türkiyesi’ne
gelinmiştir. Ancak, gelirin toplum katmanları arasında adil dağılımında aynı
başarı elde edilememiştir. Nüfusun az bir kesimi ulusal gelirin oldukça büyük
bir kesimini elde ederken nüfusun büyük kesimine ulusal gelirden düşen pay
oldukça azdır. [249]
Gelir dağılımının bu derecede
bozuk olduğu ülkelerde siyasal kararlılık ve iç huzur, potansiyel olarak, bir
baskı ve tehdit altında olacaktır. Rejimin geleceğinin güvence altına alınması
bakımından ulusal gelirin toplum katmanları arasında dağılımında önemli
iyileştirmeler yapılması çok önemli katkılar getirecektir.
Türkiye’de uzun yıllardan bu
yana devam eden gelir dağılımı dengesizliğinin son yıllarda giderek daha da
bozulması, demokratik rejimi ve siyasal kararlılığı tehdit eden ve hatta bozan
bir etmen olmak durumuna gelmiştir.
Nüfusun az bir kesiminin ulusal gelirin büyük bir bölümünü elde ettiği
toplumlarda siyasal huzurun sürekli kılınmasının önünde önemli engeller olması
doğal karşılanmak gerekir.
Ülkenin siyasal kararlılığını
yakından ilgilendiren gelir dağılımı sorununun çözümlenmesi için mevcut gelir
dağılımı kalıpları son veriler ışığında gözden geçirilerek yeni hedefler
geliştirilmeli ve bu hedeflere varılmasını sağlayacak hukuksal, ekonomik ve
finansal eylemler ve süreçler belirlenerek uygulama alanına konulmalıdır.
Ancak, herhalde, kayıt dışı
ekonomi ve rantlar denetim altına alınmalı ve faiz ve rant ekonomisinden reel
ekonomiye geçişin koşulları mutlaka sağlanmalıdır.
Bu bölümde, son bir
değerlendirme yapmak için Milliyet’te yer alan ve Dünya Bankası’nın Türkiye ile
ilgili bir raporuna değinen habere göz atmakta yarar var: “Dünya Bankası’nın
gizlenen raporu. Devlet yoksula ulaşmıyor. Türkiye’de fakirlere kaynak aktarılmadığını
vurgulayan rapor bir yıldır yayınlanmıyordu. Dünya Bankası’nın 1999 yaz
aylarında tamamlanan, ancak hükümetin ve Hazine’nin yayınlanmasına karşı
çıktığı için bekletilen raporunda Türkiye’deki bölgeler arası eşitsizlik gözler
önüne serildi. Raporda şu tespitlerde ... bulunuldu: Türkiye’deki adaletsiz
gelir dağılımı eşitsizliğin çok yüksek olduğu Rusya ve Peru gibi ülkelerle
yakın düzeye ulaştı. Türkiye’de nüfusun yüzde 36.2’si ekonomik kararsızlıktan
hemen zarar görebilecek sınırın altında yaşıyor. Tarım sübvansiyonu sistemi
büyük çiftçiler ve zengin bölgeler yararına işliyor. Eğitim sistemi fakirlere
uzanamıyor. Eğitimdeki adaletsiz dağılım, gelir dağılımındaki bozukluğun en
önemli nedeni. Devlet sübvansiyonları fakir nüfusa yardımcı olmuyor.”
Sonuç ve Ekonominin Yönetim Biçiminin Değerlendirilmesi
Ulusal ekonominin ele alındığı
bu bölümde yapılan çözümlemelerden ortaya çıkan birinci önemli sonuç, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetimi ile ilgili kurumların sayıca çok fazla
olduğudur.
Varılması gereken ikinci önemli sonuç ise, her biri bir
başka bakanlığa bağlı olan bu çok sayıdaki kurum ve kuruluş arasında işbirliği ve eşgüdüm sorunlarının, daha iyi
bir anlatımla da yönetsel sorunların ortaya çıkmasının kaçınılmazlığıdır.
Ancak, bunlardan daha önemli
olan üçüncü sonuç ise, ulusal
ekonominin yönetimi için politika
üretilmesinde güçlüklerle
karşılaşılmakta olmasıdır.
Dördüncü sonuç, üretilen politikaların uygulama biçim ve
koşullarının yeterince izlenememekte ve
denetlenememekte olmasıdır.
Beşinci ne sonuncu önemli sonuç ise, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kredi ve finans kuruluşlarının
bu karmaşık kurumsal yapı içinde ön plana çıkmaları ve ulusal ekonominin
yönetiminde dizginleri ele geçirmeleridir.
Kurumsal açıdan bakıldığında, örgütsel çok başlılık yanında, her
örgütün iç örgütlenme yapısı içinde
gözlemlenen yanlışlık, eksiklik, yetersizlik ve etkisizlikler ana sorun
alanları olarak ortaya çıkmaktadır.
Yönetsel açıdan en önemli sorun ise, başarım yönetimi, sonuç yönetimi ve
hedefe yönelik yönetim gibi yönetim tekniklerinin uygulanmamakta olmasıdır. Ulusal
ekonominin yönetiminde günlük, hatta anlık ve her olayın kendine özgü
koşullarına bağlı olarak şekillenen karar alma iklimi çalışma ortamına egemen
olmuştur. Ekonomik olgular ve süreçler
uzun zaman dilimleri göz önüne alınarak planlanamamakta, örgütlenememekte ve
yönetilememektedir.
Bu koşullar altında, doğal
olarak, sorumluluk yönetimi de
gerçekleşememektedir. Ekonomik programın unsurları tam olarak
saptanmadığından, çok sayıdaki ilgili ve yetkili kurumun program içindeki
rolleri ve işlevleri açık ve net olarak belirlenmediğinden ve karar alma ve
eşgüdüm süreçleri açıklık taşımadığından kurumlar ne yapacaklarını bilememekte,
birilerinin kendilerini yönlendirmesini beklemekte ve genellikle edilgen bir
ortamda gelişmeleri izlemekle yetinmektedirler.
Örneğin, çeyrek yüzyıldır
süregelen yüksek enflasyon hızının azaltılması için uygulama alanına konulan,
döviz satış fiyatlarının Merkez Bankası’nın denetimi altında sınırlı bir oranda
artırılmasından ibaret olan ancak başarısızlıka sonuçlanan son ulusal ekonomik
politikanın gerçek sahibi ve yöneticisinin hangi kurum olduğu hiç bir zaman
belli olmamıştır. Program, Merkez Bankası tarafından açıklanmıştır. Kesimsel
olarak da, Hazine Müsteşarlığı konuya
sahip çıkmıştır. Diğer ekonomik kurumların bu politika içindeki yerleri ve
rolleri belli edilmemiştir. Ekonomiden sorumlu devlet bakanı dahi programın
içeriği, etkinlikleri ve elde edilen gelişmeler konusunda kesin görüşler kullanmamıştır.
Bu eleştiriye karşı ileri
sürülebilecek olan DPT eliyle 5 yıllık kalkınma planları ve yıllık programlar
yapılmakta olması savı ise, vurgulamaya çalıştığımız eleştirileri yeterince karşılamamaktadır.
Yaklaşık çeyrek yüzyıldan bu
yana yüksek enflasyon hızı içinde yaşamak durumunda kalmış bir ülkede, ulusal
ekonominin yönetimi, beş yıllık plan ve yıllık program yapmanın çok ötesinde,
ekonomik olayları çok daha
yakından izlemeyi ve
alınması gereken kararları -uzun erimli hedefler gözönünde tutularak- hızlı, etkili ve kapsamlı bir şekilde
yönlendirmeyi gerekli kılmaktadır.
Bu sıkıntılı ortam, koalisyon
dönemlerinde kendisini çok daha fazla duyurmaktadır. Ekonominin yönetimi ile
ilgili kurumların koalisyon
partileri arasında dağılması ulusal ekonominin yönetimini daha da
zorlaştırmaktadır. Partiler bu kurumları kendileri için bağımsız egemenlik alanları olarak görmekte ve
siyasal çıkarları için kullanmaya çalışmaktadırlar.
Kemal Derviş tarafından
açıklanan son ekonomik yeniden yapılanma programı bu gerçeği resmen itiraf etmektedir. Kamu
bankaları ve Telekom gibi kurumlarda yaşanan örnek olaylar bu durumun tipik ve
somut örnekleridir. Türkiye’de uzun yıllardan bu yana koalisyon hükümetlerinin
varlığı ve bundan sonra da durumun bu şekilde olması gerçeği ise, ekonomi yönetimindeki
sorunları kronik bir konuma getirmektedir.
2000 yılı Kasım ayının
sonlarına doğru ortaya çıkan ekonomik bunalım sonucunda yabancı yatırımcılar
İMKB’den 6 milyar doları çekerek ayrılmışlar ve ekonomi tam anlamıyla uçurumun
kenarına gelmiştir.
Bu durum, Kasım 2000 sonunda
yaşanan olayların dönemsel bir dalgalanma olmadığını ve yapısal bir açmazla
karşılaşıldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır.
Bu dönemde, ülkenin kullanılabilir döviz rezervi 3 milyar
doların altına inmiştir. Kullanılabilir döviz rezervinin son derecede kritik
bir düzeye inmesi üzerine hükümet IMF’ye gece yarısı başvuruda bulunarak acil
döviz çekme hakkını kullanma talebinde (SRF) bulunmuş ve 5 milyar doların en
kısa Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir. Bu
hak, IMF’ye üye ülkelerin ancak döviz rezervlerinin bitmek üzere olması
durumunda kullanabildikleri bir haktır. Bu hakkın kullanılması için
başvuruda bulunulmuş olması, Türkiye ekonomisinin gelmiş olduğu durumu
açıklıkla ortaya koymaktadır.
Bu aşamaya varılmasının ana
nedeni, ulusal ekonominin yönetiminde ve örgütlendirilmesinde süregelmekte olan
kurumsal yetersizliklerdir. Türkiye,
ulusal ekonominin
örgütlendirilmesinde ve yönetiminde
köktenci ve acil nitelikte düzeltimler yapmak zorundadır.
Nitekim, Dünya Bankası Başkanı,
bu gelişmeler üzerine Başbakan Ecevit’e gönderdiği acil mektupta “Türkiye iç mali piyasalarda faiz
oranlarında keskin yükselişe ve dış rezervlerde düşüşe yol açmış olan son
sarsıntıdan kaynaklanan güçlü bir tehditle karşı karşıyadır” demiştir.
Gelişmeler üzerine, ABD’nin
devreye girmesi ve Türkiye lehine önemli bir ağırlık koyması sonucunda IMF
Türkiye’ye 10 milyar dolarlık acil durum kredisi sağlamıştır.
Türkiye’de yaşanan bu olaylar
yalnızca ülke ekonomisini etkilemekle kalmamış, başta Rusya, ABD ve Almanya
olmak üzere pek çok ülkenin borsası bu gelişmelerden olumsuz olarak
etkilenmişlerdir. Bu durum, Türkiye’deki ekonomik koşulları daha net olarak
ortaya koymaktadır.
Bu gelişmeler üzerine, 2001 yılına girerken, gerek
Merkez Bankası Başkanı ve gerekse Hazine Müsteşarı bu ekonomik programın
başarılı olabilmesi için “yapısal”
düzeltimler yapılması gerektiğinden söz etmeye ve “yapısal” düzeltimler
yapılamadığı takdirde programı
yürütmenin olanaklı olamayacağını itiraf etmeye başlamışlardır.
Takvimlerin 22 Şubat 2001
gününü gösterdiği günün erken saatlerinde hükümet tarafından yapılan ve IMF’in
isteği üzerine alındığı anlaşılan bir kararla, enflasyonun durdurulması için
temel politika olarak belirlenen, “kur
çıpası” olarak adlandırılan ve döviz kurunun belirli bir süre için Merkez
Bankası tarafından saptanmasını öngören ulusal ekonomi politikasına son
verildiği ve bunun yerine döviz kurunun serbest piyasadaki arz ve talep
dengelerine göre belirleneceği “dalgalı
kur” sistemine geçileceği açıklanmıştır.
Bir önceki ekonomik programın
başarısızlığı ve yetersizliği konularında önemli bir itirafta bulunan Başbakan
Yardımcısı Yılmaz şunları söylemiştir: “IMF
programına harfiyen uyduk, çöktük. Bu program Türkiye’nin mali sisteminin
yapısını doğru biçimde ele alan bir program değildi. Program çökmüştür.” [250]
Bu açıklama, 9 Aralık 1999 tarihinde başlatılan ve
toplumu tüm kesimleriyle büyük özveriye
zorlayan ulusal ekonomi politikasının
başarısız olduğunu ve iflas ettiğini göstermektedir. İflasın görünen nedeni
döviz stoklarının, artan ithalat ve azalan ihracat nedeniyle hızla
erimesidir.
Ancak, bu kitapta özellikle
vurgulandığı üzere, asıl iflas eden
ülkenin döviz stoku değil ekonomi yönetimi olmuştur. Varolan kurumsal
yapılanma biçimi ve yönetim koşulları altında daha farklı bir sonucun ortaya
çıkması -bu kitapta ayrıntılarıyla ortaya konduğu üzere- esasen olanaksız idi.
Yukarıda belirtilen koşullar
pek çok soruyu akla getirmektedir: Ekonomik politikalar nasıl geliştirilir? Makro hedefleri kim belirler? Uygulanmak istenen politikanın ekonomik, toplumsal ve
siyasal maliyeti nedir? Programın
belirlenen hedeflerine ulaşılması için izlenecek stratejiler, politikalar ve
yerine getirilecek işlevler ve etkinlikler nelerdir? İlgili kurumların rollerini kim belirler? Uygulama planını kim yapar? Uygulamanın izlemesi kim tarafından ve nasıl yapılır? Hangi
kurum programın hangi işlevlerini yerine getirmekten sorumludur? Hedeften sapma
ve uzaklaşmanın belirlenmesi durumunda hangi
kurum bu durumu saptayacak ve gerekli düzeltici önlemleri alacaktır? Ulusal
ekonominin örgütlenme düzeyi makro-ekonomik amaçların ve hedeflerin
gerçekleştirilebilmesi bakımından uygun ve yeterli midir?
Bu ve benzeri sorulara kısa
yoldan “DPT” yanıtını vermek geçerli ve yeterli değildir. DPT’nin ulusal
kalkınma planları hazırlanması yolundaki yetkileri bellidir. “Yüksek Planlama
Kurulu” ise yapısı ve oluşumu açısından üst düzey kararlar alan ancak çalışmalarını
günlük bazda yürütmeyen bir kurumdur. Bu
nedenle, ne DPT ve ne de YPK uzun erimli ulusal ekonomik politikaların kısa
süreli aşamalarını yürütmede istenilen etkililiği sağlayabilecek kurumlar
değildir.
Öteki kurumların ve kurulların
kendi görev ve yetki alanları içinde kalmaları zorunluluğu ise politika
geliştirme, izleme, denetleme, işbirliği ve eşgüdüm gibi ortak nitelikli
yönetsel işlevlerin yeterince yerine getirilememesi sonucunu doğurmaktadır.
Nitekim 2000 yılının sonu ve
2001 yılının başına gelindiğinde gazete başlıklarına yansıyan şu mesajlar
yukarıda açıklanan durumu bir kez daha doğrulamaktadır:
“Uçurum öncesi son çıkıştayız.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Bülent Eczacıbaşı, ekonomi için gereken
reformların savsaklandığını belirtti. Eczacıbaşı, ‘artık uçurumdan önceki son çıkıştayız. Kaybolan güven ortamını
sağlamaktan başka çaremiz yok’ dedi… Eczacıbaşı kamu bankalarının ‘hayallere sığmayan boyutlarda’
soygunlara alet edildiğini söyledi”. [251]
“Patronlar hükümete isyan etti. TÜSİAD’ın
Ankara’daki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında hükümeti eleştiri
bombardımanına tutan işadamları, Türkiye’nin önündeki son fırsatı da
kaybetmemesi için ‘kriz yönetimi’ uygulanmasını istedi.”
“İstanbul Ticaret Odası Başkanı
Mehmet Yıldırım, dün herkesi şaşırttı. Ekonominin kötü yönetildiğini belirten
Yıldırım, Milli Güvenlik Kurulu’na, ‘hükümete
müdahale edin’ çağrısı yaptı. Yıldırım, ‘MGK
eften püften şeylerle uğraşacağına, ekonomiye burnunu soksun. Hükümete
‘beceremediniz, bu işi beceren 15-20 bakan atayalım’ desin’ dedi.” [252]
Ve, bir başka açıklama…
İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birlikleri Yönetim Kurulu Başkanı
Oğuz Satıcı şunları söylemektedir: “Geçim
sıkıntısı büyüyor. Halk isyanından korkuyoruz. İşçi ve memur öyle bir noktaya
geldi ki, herkes elindeki kredi kartıyla 3-5 ay sonrasının parasıyla yaşamını
sürdürüyor… Ödemelerde zorluklar
başaldı. Artık şahsi ödemelerde de zorluklar yaşanıyor. Kredi kartlarında
ödemeler sıkıştıkça bireysel iflaslar olacak. Buna hazır olmalıyız… Tekstil
sektörü, Türk ekonomisinin yüzde 40’ı demektir. Biz batınca bankacılık
sistemiyle, siyasiler, tüm çalışanlar, sanayii batacak…” [253]
19 Şubat 2001’de Sezer-Ecevit
çatışmasından sonra başlayan büyük ekonomik krizin çözümüne yardımcı olması
amacıyla Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevinden ayrılarak Türkiye’de
ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve getirilen Kemal Derviş ile
ilgili olarak ABD’nin Ankara Elçisi, Başbakan’ı ve Başbakan Yardımcısı Yılmaz’ı
ziyaret ederek Derviş’e destek verip vermediklerini sormuştur. Bir elçi için
son derecede şaşırtıcı olan bu girişim nedeniyle Yılmaz şu açıklamayı
yapmıştır: “Büyükelçi bana da geldi.
Programa destek verip vermediğimizi sordu. Desteğimizin yüzde 99 değil, yüzde
100 olduğunu, çünkü bunun bizim programımız olduğunu söyledim. Hükümetin
başlattığı, Kemal Derviş’in bürokratlarla hazırlayıp hükümete getireceği böyle
bir programın arkasında siyasi irade olup olmadığını büyükelçinin tahkik
etmesini, ben de yadırgadım.” [254]
Bu çıplak gerçek, ülkenin
ekonomi yönetiminin hangi olumsuz koşullar
altında olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.
Bu nedenlerle, özellikle
vurgulanmalıdır ki, Türkiye’de ulusal
ekonominin yönetiminde acil çözüm bekleyen çok ciddi kurumsal ve yönetsel
sorunlar vardır. Bu sorunlar çözümlenmediği için ekonomi yönetiminde istenilen
başarım düzeyi yakalanamamakta, ekonominin her alanında başarısızlıklar ve
hatta skandallar birbirini izlemekte ve bu olumsuzluğun maliyetini geniş halk
kitleleri ödemektedir.
Açıklıkla kabul edilmelidir ki, Türkiye’de doğru ve etkili çalışan bir
ulusal ekonomi yönetimi yoktur. İçinde bulunulan koşullar altında ulusal
makro-ekonomik politikaların başarılı olması ve arzulanan hedeflerin elde
edilmesi olanaksız denecek kadar zordur. Türkiye, ulusal ekonomisinin
yönetiminde köktenci nitelikte düzeltimler yapmak zorundadır.
BÖLÜM 14
BİTİRİRKEN
VE
SONSÖZ
Genel
Saptamalar
Türkiye, kesin olarak, bir devlet
düzeltimi (reformu) gereksinimi içindedir. Bu gereksinim, yalnızca yürütme
erkini ya da yönetimi (idare) değil, aynı zamanda, yasama ve yargı erklerini de
kapsamaktadır.
Türkiye, yukarıda belirtilen temel
gereksinime koşut olarak, daha üst düzey standartları hedefleyen demokrasi
düzeltimine de gereksinim duymaktadır. Son 80 yılda önemli bir ivme kazanan ve
son 50 yılda yoğunlaşan demokratikleşme çabalarının vardığı aşama toplum
katmanları tarafından yeterli bulunmamakta ve daha geniş bir hoşgörüye ve
toplumsal uzlaşmaya dayalı demokratik bir siyasal yaşam istenmektedir.
Devletin yeniden yapılandırılması ve
demokratik standartların yükseltilmesi gereksinimleri, doğal olarak, yeni bir
Anayasa gereksinimi de beraberinde getirmektedir.
Ülkenin, başkanlık rejimi gibi, yeni
siyasal arayışlara ve çözümlere gereksinimi olmadığını düşünüyorum. Her siyasal
rejimin kendine özgü üstünlük ve zayıflıklara sahip olduğu bilinmektedir. Bu
nedenle, çözüm, bir siyasal rejimin diğerinin yerini almasında değil, oyunun
kurallarına göre oynanmasında aranmalıdır. Siyasal rejimde ani, sert, köktenci
değişiklikleri öngören önerilerden mucize iyileşmeler beklenemez. Dünyanın hiç
bir ülkesinde bu yolda elde edilmiş olumlu bir örnek yoktur.
Siyasetin yapılış biçiminin içinde
bulunduğu açmazlar yanında, günümüz Türkiyesi’nin en fazla dikkat çeken olumsuz
yanı rüşvet, irtikap, yolsuzluk ve kayırmacılıkların yol açtığı siyasal ve
bürokratik yozlaşmadır. Yozlaşmanın önlenmesi, devletin ve demokrasinin yeniden
yapılandırılması kadar önemlidir.
Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat
ilkeleri terk edilmiş, siyasal ve ekonomik çıkar gruplarına sadakat ilkesi bu
ilkelerin yerini almıştır.
Bu çok olumsuz noktaya gelinmiş
olmasının pek çok nedeni vardır. 80’li
ve 90’lı yılların monetarist, lükse yönelik israfçı ekonomik ve devlet
harcaması politikaları, Körfez Savaşı’nın yol açtığı ekonomik kayıplar, AB ile
bütünleşme sürecinde devreye giren “Gümrük Birliği” sürecinin ülke dövizini
yurt dışına kaçırması ve bölücü ve ayrılıkçı etnik örgüt PKK ile savaşımın
maliyeti bu etmenlerden bazılarıdır.
Ancak, bütün bu etmenlerin de bir sonucu
olarak bir başka temel etmen ortaya çıkmaktadır. Bu temel etmen diğerlerine
göre çok daha önemli ve çok daha belirleyicidir. Bu temel etmen, kamu
maliyesidir. Türkiye’de kamu maliyesi saydam değildir. Yapısal ve işlevsel
açıdan çöküntü içindedir. Devlet
gelirleri, giderlerini karşılayamamaktadır. Vergi gelirleri ile ancak borç
faizi ödenebilmektedir. Devlet bütçesi kamusal politikaların etkili bir aracı
olma niteliğini yitirmiştir. Bütçenin yarısından fazlası borç ve faiz
ödemelerine gitmektedir.
Bu gerçeğe karşın, ekonominin içinde
bulunduğu koşullar itibarıyla, devletin iç ve dış borçlanma gereksinimi devam
etmektedir. Borç sorunu, sonu olmayan kısır bir döngü durumuna dönüşmüştür.
Borçlar ve faizleri geri ödenememektedir. Borç ve faizleri ödemek için yeni ve
yüksek faizli borç alınmaktadır. Hatta, iç borçların ödenmesi için dış borçlar
alınmaktadır. Borç miktarı, yıllık ulusal hasılanın yüzde 60’ına ulaşmıştır.
Öte yandan, genç ve hızla artan nüfus,
giderek büyüyen kentleşme, iç göç ve işsizlik olgusu ve tüm toplumun ve
özellikle kentlileşmiş nüfusun daha çok, daha kaliteli ve daha çeşitli kamu
hizmeti arzı yolundaki beklentileri kamu maliyesi üzerinde olumsuz baskılar
oluşturmaktadır.
Tüm bu olumsuzluklara eklenebilecek
ancak en az bunlar kadar önemli olan bir başka olumsuzluk da, kamu yönetiminin
bir bütün olarak içinde bulunduğu geriliktir. Türkiye’de kamu yönetimi, yanlış
örgütlendirilmiştir; etkili ve verimli olmayan bir şekilde yönetilmektedir;
amaçları ve hedefleri belli olmayan ve bu nedenle kaynak ve çalışma planlaması
yapamayan bir konumdadır; yönetim ekonomisi ve hizmet maliyeti kavramları ile
tanışmamıştır; akçal yönetim tekniklerini ve maliyetin geri dönüşü kavramlarını
bilmeyen bir ortam içinde çalışmaktadır.
Kamu yönetiminde hedef, strateji ve
politika kavramları yoktur. Stratejik planlama kavramı kamu yönetimi içine
girmemiştir. İşbirliği ve eşgüdüm yetersizdir. Kamuda denetim, hala, biçimsel
yasallık ya da meşruluk ilkesi üzerine dayalıdır. Başarım düzeyi ve hizmetin
genel ya da birim maliyeti birer endişe kaynağı olarak ortaya çıkmamıştır. Kamu
sektörünün genel ekonomi içindeki payı büyüktür. Yetki ve otorite merkezde
-Ankara’da- yoğunlaşmıştır. “Devlet baba” anlayışı ve yaklaşımı, hala, geçerli
devlet yönetimi felsefesidir. Kamu yönetimleri, yurttaşların gereksinimlerine,
haklarına ve beklentilerine karşı duyarsızdır. Kamu hizmetinde standart kavramı
gelişmemiştir. Yönetimin, bir kurum olarak, kendini yenileme, aşma ve daha iyi
hizmeti daha ucuza üretme gibi bir çabası yoktur. Buna karşılık, kıt kamu
kaynaklarını siyasal sadakat ölçütüne göre yandaşlarla paylaşma ve bu
paylaşımdan ekonomik ve siyasal çıkar elde etme süreci tam olarak yönetim
iklimine egemendir.
Temel Değerlendirme
Yukarıda betimlenen tablo oldukça
karamsardır. Sorunlar birikmiş, yoğunlaşmış ve çözümlenmesi oldukça zor bir
aşamaya gelmiştir. Hiç kimsenin ve hiç bir kurumun bu bulgu ve sonuçların
önemini azaltmaya, “bunu da çözeriz”
cinsinden hafifliklerle sorunun boyutlarını küçültmeye ya da bazı “incremental” [255]
yaklaşımlarla sorunu çözüyormuş gibi yapmaya ve bu yolda izlenimler yaratmaya
hakkı yoktur. Zira, artık gecikmeye dayanabilmek olanağı bulunmamaktadır.
Sorunun çözümü gerçekçi, kapsamlı, iyi planlanmış ve siyasal irade desteğine
sahip köklü müdahalelerde aranmalıdır.
Bu bağlamda, açıklıkla belirtilmelidir
ki, Türkiye’de devlet yönetimi önemli darboğazlar, açmazlar ve sıkıntılar
içindedir. Yürütme organının ve yönetimin gerek merkezi hükümet, gerek yerel
yönetimler, gerek kamu iktisadi kuruluşları ve gerekse hizmet yerinden yönetimi
kuruluşları açısından yeniden düzenlenmeleri gerekmektedir. Bu kesin zorunluluk
yeterli bir şekilde yerine getirilmediği takdirde, bir yandan rüşvet ve
yolsuzluk gibi yozlaşma süreci güç ve ivme kazanırken, öte yandan, kıt ekonomik
ve akçal kaynakların israfı kaçınılmaz olacaktır. Bu, ekonomik bunalımın
süreklilik kazanması demektir.
Yasama, ülkenin sorunlarını çözme
yeteneğini önemli ölçüde yitirmiştir.
Ülkenin ve toplumun sorunlarına karşı duyarsızdır. İşlevini erozyona uğratmış
ve yürütmenin güdümüne girmiştir.
Siyasal etik anlayışı aşınmıştır.
Siyasetçinin kalite düzeyi toplumu memnun etmemektedir. Ülkede, siyaset yapma
olanak, kural ve süreçleri yeniden yapılandırılmak zorunluluğundadır. Yeniden
yapılanma süreci, bir yandan parlamentonun çalışmalarını daha etkili ve verimli
kılarken; öte yandan, siyasetin yapılış biçimini ve siyasal partilerin yönetim
süreçlerini de köktenci bir şekilde değiştirmelidir.
Bu önlemler alınmadığı takdirde, yasama
organı saygınlığını daha da yitirecek, parlamento daha da işlevsiz kalacak,
kamuoyunun siyasetçiye karşı beslediği güvensizlik duyguları pekişecek ve
ülkenin sorunları çözümsüz kalacaktır.
Bu, Türk toplumunun ödememesi gereken
ağır bir faturadır.
Yargıda düzeltim kaçınılmazdır. Yargı,
adaleti istenilen hızda, verimlilikte ve
etkililikte dağıtamamaktadır. Hukukta düzeltim, yargıda düzeltime oranla ikinci
derecede önem taşımaktadır. Ana sorun, yargının yönetim ve işleyiş biçiminin
olumsuz koşullar içinde bulunması ve bireylerin hak arama uğraşlarında yargı
sistemi dışındaki illegal güçlerden yardım bekleyişi içine girmiş olmalarıdır.
Bu durum, devleti devlet yapan en önemli
işlevlerden birinin yani adalet dağıtma işlevinin ortadan kalkması anlamına
gelmektedir.
Toplumda adalet duygularının ortadan
kalkması, devlete karşı güven duygularının sarsılması ve toplumsal
huzursuzluğun ülke çapında yaygınlaşması ile eş anlamlıdır.
Devlet başkanlığı sistemi ve
Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsü yeniden tanımlanmalıdır. Cumhurbaşkanı,
siyasal bunalımların aşılmasında ve siyasal sorunların çözümlenmesinde hakem
rolü üstlenebilmelidir. Parlamentonun feshinin daha işler kılınması bunu sağlayacak
önlemlerden biridir. Cumhurbaşkanı’nın yalnızca devleti betimleyen bir simge
olarak algılanması ve Başbakan’ın gölgesinde bırakılması önemli bir olanağın
ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı’nın yalnızca
bir dönem için ve halk tarafından seçilmesi önemli bir olumluluk kaynağı
olabilmek özelliğine sahiptir.
Türkiye’nin sorunlarının çözümlenmesinde
iç ve dış borç sorununun çözümlenmesi yaşamsal düzeyde önemlidir. İç borçlar
bir şekilde tasfiye edilmediği takdirde, ülkenin hiç bir sorununun çözümlenmesi
olanaklı değildir.
Bununla birlikte, ulusal ekonominin
yönetimi de örgütlenme biçimi ve yönetim koşulları bakımlarından zor koşullar
altındadır. Ulusal ekonominin yönetimi çok başlılıktan, karmaşadan ve aşırı
derecede bölünmüşlükten kurtarılmalıdır. Ulusal ekonominin yönetiminde sorumlu
ve yetkili kurumlar arasında işbirliği ve eşgüdüm olanakları
güçlendirilmelidir.
Bu koşullar altında, devlet düzeltimi ya
da en azından yönetim düzeltimi gereksinimi ülkenin acil çözüm bekleyen en
önemli sorunu durumuna gelmiş bulunmaktadır. Bu gereksinim, ülkenin diğer sorunlarından hatta çok büyük boyutlara
ulaştığı iç ve dış tüm ilgili kesimlerce kabul olunan ekonomik sorunlardan daha
önce ele alınmalı ve çözüme kavuşturulmalıdır.
İyi yönetilmeyen bir toplumda, yapılacak
öteki tüm düzeltim ve iyileştirme çalışmalarının boşa gitmeye mahkum olduğu hiç
bir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.
Temel Stratejiler
Düzeltim çalışmalarının temel stratejisi iki ayrı düzlemde ele
alınmalıdır: (1) devlet yönetiminde
yeniden yapılanma çalışmalarının izlemesi gereken strateji ve (2) daha demokratik siyasal bir yapıya
kavuşma amacıyla yapılacak çalışmaların stratejisi.
Devletin
yapılanmasında izlenmesi gereken temel strateji çok genel çizgileriyle ve özet
olarak aşağıda belirtilmiştir:
· Kamu
Sektörünün Büyüklük Düzeyi ve Yapısı
Kamu sektörünün ulusal ekonomi içindeki payı
küçültülmelidir. Kamunun üretim sisteminde sahip olduğu büyüklük tam rekabet
koşullarını olumsuz olarak etkilemekte ve yurttaşların alternatif hizmet ve
ürünler arasında seçim yapma hakkını sınırlamaktadır. [256]
· Merkezi
Yönetimin Rolü ve İşlevi
Merkezi
yönetimin temel işlevleri yeniden ve açıklıkla tanımlanmalı, ülkenin gelmiş
olduğu kalkınma düzeyi çerçevesinde merkezi yönetimin rolü
daraltılmalı ve merkezde
yoğunlaşmış yetkiler alana -periferiye- dağıtılmalıdır.
· Özelleştirme,
Ticarileşme ve Şirketleşme
Merkezde
yoğunlaşmış otoritenin periferiye yaygınlaştırılmasında izlenmesi gereken ilk
strateji yönetim sözleşmeleri de dahil olmak üzere ve kamunun özelleştirme
nedeniyle oluşabilecek tekel benzeri yapılanmaların yol açabileceği ekonomik
istismarını önleyecek önlemler alınmak koşuluyla, özel sektörden kamu hizmeti
üretmede daha fazla yararlanılmasıdır. Bu bağlamda, halen harç ve resim
karşılığı üretilen kamu hizmetlerinin ticari koşullar altında üretilmesine ve
halka sunulmasına olanak veren, ancak, yeni KİT’ler yaratılmamasını güvence
altına alan, ticarileşme ve şirketleşme eğilimlerinin desteklenmesi
sağlanmalıdır. Bir başka anlatımla, kamu kurum ve kuruluşlarının ne pahasına
olursa olsun elden çıkartılması anlayışı yerine özel sektörün kamu hizmeti üretmede
sunabileceği katkılardan en fazla ölçüde yararlanılmasını öngören bir anlayış
geliştirilmelidir. Ayrıca, konusu itibarıyla fiyatlandırılmaya olanaklı olan
kamu hizmetlerinin topluma kar ve zarar dengesini ya da en azından hizmetin
maliyetini gözeten kamu şirketleri aracılığı sunulması özendirilmelidir.
· Yerinden
Yönetim
Yerel
yönetimler, önce sistemik (belediye toplulaştırması, il özel idarelerinin
yeniden gözden geçirilmesi, büyükşehir
belediyesi sisteminin yeniden irdelenmesi ve köylerin yeni bir yönetsel statüye
bağlanması kapsamında) ve daha sonra da kurumsal açıdan (doğru örgütsel
yapılanma, üstün yönetsel kapasite ve etkili kaynak planlaması yetkinliği
bağlamında) yeniden düzenlenmeli ve güçlendirilmelidir. Bu düzenlemede
belediyelere öncelik ve ağırlık verilmelidir. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin kamu
kurumlarının yapılanmasında 1992 Maastricht Anlaşması’yla temel ilke konumuna
getirdiği “hizmette yerellik” (subsidiarity)
ilkesini yaşama geçiren bir yaklaşım ve anlayış içinde merkezi yönetim
tarafından yerine getirilen hizmetlerin önemli bir kesimi yerel yönetimlere
aktarılmalıdır.
· Yetki
Aktarımı/Göçerimi
Merkezde
oluşmuş yoğunluğun azaltılması yöntemlerinden biri de yetkinin merkezin
alandaki ajanlarına, yani, bölge, il ve ilçe kuruluşlarına aktarılmasıdır.
Aktarılacak işlevler arasında yerel bütçenin hazırlanması, iş ve çalışma
programlarının yapılması ve personel alımı da yer almalıdır. Taşra birimlerine
daha fazla yetki, görev ve sorumluluk verilmelidir. Sorunlar yerinde
çözümlenmeli ve Ankara yalnızca politika saptama, kaynak yaratma, standart
koyma ve denetim işlevleri ile yükümlendirilmelidir.
· Pazar
Türü Yönetim Araçlarının Genişlik Kazanması
“Hizmet
kuponu”, “kamu mülkiyeti anlayışının değiştirilmesi”, “kirletme kotaları” gibi
serbest piyasa koşullarına daha iyi uyum sağlayan ve kıt kaynakların ekonomik
açıdan daha verimli kullanılabilmelerine yardımcı olan “pazar türü yönetim
araçları” geliştirilmeli, uygulanmalı ve çeşitlendirilmelidir.
· Personel
Yönetiminde İyileştirme ve Ücret Sisteminde Köktenci Değişiklikler
Kamu
personel yönetimi sil baştan değiştirilmelidir. Bu süreç içinde, “insan
kaynakları yönetimi” kavramı ve modeli esas alınmalı ve başarıma ve üretime
dayalı ücret sistemine geçilmelidir. Devlet Memurları Yasası mutlaka
değiştirilmelidir.
· Yasa,
Tüzük ve Yönetmelik Gibi Düzenleyici Metinlerin Sayıca Azaltılması,
Kapsamlarının Daraltılması ve Daha Anlaşılır
Kılınması
Düzenleyici
metinlerin sayıca çokluğu yöneticilerin hareket yeteneklerini sınırlamakta ve
yönetimde bireysel sorumluluğun oluşmasını önlemektedir. Ayrıca, mevzuatın eski
dilde yazılmış olması genç nüfusa sahip Türkiye’de, insanların yönetildikleri
yasaları anlayamamaları ile sonuçlanmaktadır. Bu olumsuzlukların önüne
geçilebilmesi için mevzuat sadeleştirilmeli ve anlaşılır kılınmalıdır.
· Duyarlı
Bir Yönetim Oluşturma
“Devlet
baba” imajı değiştirilmelidir. Bu imaj, yalnızca, “sosyal devleti” simgelemek
için kullanılmalıdır. Yurttaşlara karşı üstünlük ifade eden, kutsallık duygusu
aşılayan ve bu nedenle de keyfilik ve sorumsuzluk yaratan bu kavramdan hızla
uzaklaşılmalıdır. Bunun yerine, yurttaşı kamu hizmetlerinin ana muhatabı ve
finansörü olarak gören ve bu nedenle de yurttaşların kamu hizmeti alırken elde
etmek istediği özelliklere ve kolaylıklara özel bir önem ve ağırlık vererek
bunu çalışmalarına yansıtan bir kamu yönetimi anlayışı benimsenmelidir.
· Bilişim
Teknolojisinin Kamu Yönetiminde Yaygınlık ve Genişlik Kazanması
“Dijital
devlet” olarak da bilinen ve bilgi işleme, elektronik ve haberleşme
teknolojilerinde gerçekleştirilmiş bulunan devrimleri kamu yönetimlerinin
günlük çalışma alışkanlıkları içine sokmayı amaçlayan bu hedef, devletin
yeniden yapılandırılması açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda,
kamuda, bir yandan bilgisayarlar yolu ile kayıt, bilgi toplama, derleme ve
işleme süreçleri geliştirilirken; öte yandan, “internet” aracılığı ile kurumların iç bünyelerinde, kurumlar
arasında ve kurumla toplum arasında iletişim sağlanmasına özel bir önem
verilmelidir.
· Başarım
Yönetimi
Türk
kamu yönetiminde bir zihniyet değişimine gidilmelidir. Türk kamu yöneticisinin
teknik kapasitesi sınırlıdır. Hedefe yönelik yönetim, başarım yönetimi ve sonuç
yönetimi gibi kavramlardan uzaktır. Bu yönetim teknikleri Türk kamu
yöneticisine en iyi şekilde öğretilmeli ve uygulanmalarını güvence altına
alacak şekilde kurumsallaştırılmalıdır. Bu bağlamda, kamu kurumlarının iç
örgütlenme biçimi de yeniden ele alınmalı ve süreç ağırlıklı kurumsal gelişme
tekniklerine uygun olarak yeniden örgütlendirilmelidir. Aynı şekilde, kamu
yöneticilerinin kaynak planlaması ve çalışma planlaması yapma yetkinliklerine
genişlik ve ivme kazandırılmalıdır.
· Sorumluluk
Yönetimi
Türk
kamu yönetiminde çalışmanın yasal kurallara uygun olarak yapılmamasının
yaptırımı vardır; ancak, yapılan işin uygun, doğru ve düzenli olarak
yapılmamasının bir yaptırımı yoktur. Bir başka anlatımla, hesap verme
sorumluluğu yoktur. Öte yandan, işin ya da hizmetin ekonomik, verimli ve olması
gereken şekilde yapılmamasının sorumluluğu en alt amirden en üst amire kadar
çeşitli kademeler arasında dağıtılmıştır. Herkes sorumlu olduğundan, aslında,
kimse sorumlu değildir. Bu nedenle de bireysel sorumluluk ve hesap verme durumu
ortaya çıkmamaktadır. Bu kavram, yani hesap verme sorumluluğu, Türk kamu
yönetimi içine kalıcı olarak sokulmalıdır. Bu hedefi gerçekleştirmenin
yöntemlerinden biri de, iş tanımlarının ve çalışma yönetmeliklerinin
hazırlanması ve iş anlaşmaları kavramının kamu yönetimi içinde yer almasının
sağlanmasıdır.
· Yönetsel
ve Teknik Süreçlerin İyileştirilmesi
Kamu
yönetimleri yüzlerce bürokratik süreci birarada ve birlikte yerine getirerek
kamu hizmeti üreten yerlerdir. Ancak, hizmetin üretilme süreci genelde yerleşik
alışkanlıklara, eski yöneticilerden öğrenilenlere ve edinilen deneyimlere
dayalıdır. Süreçler gelişigüzel ve rastgele şekilde ortaya çıkmıştır. Bilimsel
bir araştırma ve incelemeye dayalı değildir. Bu durumun doğal sonucu olarak,
uygulanmakta olan süreçler her zaman en verimli ve en ekonomik süreçler olmak
durumunda değildir. Bu süreçlerin daha ekonomik, verimli ve ussal sonuçları
güvence altına alacak şekilde yeniden tasarlanması ve uygulamaya konulması
olanaklıdır. Türk kamu yönetiminin yeniden yapılanmasında en fazla öncelik ve
ağırlık verilmesi gereken çalışma bu olmalıdır.
· Kamu
Hizmeti Standartları
Yurttaşlarla
kamu yönetimleri arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Yurttaşların kamu yönetimlerinden beklentilerinin saptanması ve kamu
çalışanlarının görevlerini daha iyi biçimde yerine getirebilmelerinin
sağlanması için kamu hizmetlerinde standartlar geliştirilmeli ve bunlar topluma
duyurulmalıdır. Bu standartlar, “yurttaş hakları”, “yönetsel usul yasaları” ve
“kamu kalite gözlemevleri” şeklinde düzenlenebilir. Bu standartlarda, işin
yapılış şekli, alması beklenen olası ve ortalama süre ve başvuranların hakları
gibi kavramlara yer verilmelidir.
· Denetim
Anlayışında Değişiklikler
Kamuda
denetim anlayışı değiştirilmeli ve yasallığı ya da meşruluğu araştıran denetim
anlayışı, paranın değer karşılığını araştıran ve elde edilen başarım düzeyini
irdeleyen başarımın (performansın) denetimi
anlayışı ile bütünleştirilmelidir.
· Avrupa
Birliği'ne Tam Üyelik Yükümlülüğü
Kopenhag
ölçütlerinin önde gelenlerinden biri de, üye ülkelerin kamu yönetimlerinin
örgütsel ve yönetsel yetkinliklerinin Ortaklık Sözleşmesi’nin öngördüğü
yükümlülükleri yerine getirebilme konusunda, Avrupa Birliği normları
çerçevesinde kabul edilebilir düzeyde olmasıdır. Bu bağlamda, “katılma
ortaklığı belgesi”nin AB tarafından yayınlandığı ve Türkiye’nin de buna “Ulusal
Program” ile yanıt verdiği bir ortamda kamu yönetiminin yeniden
yapılandırılması kaçınılmaz bir ödev ve sorumluluk olmaktadır. Bu durum,
ayrıca, kamu yönetiminde düzeltim yapılabilmesi için AB’nin teknik ve akçal
desteğinden de yararlanabilmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, AB ile kamu
yönetimi düzeltimi konusu öncelikle ele alınmalı ve bu yoldaki çalışmalar ortak
projeler çerçevesinde başlatılmalıdır.
· Erdemlilik
Yönetiminin Yeniden Oluşturulması ve Yönetimde Yozlaşmanın Önlenmesi
Türk kamu yönetiminin içinde bulunduğu koşullar
altında çözümü en fazla çaba isteyen sorunu bürokratik etik ortamının yeniden
oluşturulmasıdır. Bu ortamın oluşması ise siyasal yapıda etik kuralların
kurumlaşması ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda, rüşvet ve yolsuzluklarla en
yoğun şekilde mücadele edilebilmesine olanak veren siyasal irade oluşturulmalı
ve kurumsallaştırılmalıdır. Bu amaçla, “Kamu Yönetimi Kariyer Komisyonu”
oluşturulmalı ve üst düzey görevlere yapılacak atamalarda bu kurula etkili bir rol
verilmelidir. Bu komisyon üst düzey görevliler için iş tanımları hazırlamalı ve
atamaların bu tanımlara uygunluğunu denetlemelidir. Üst düzey yöneticilere
görev güvencesi verilmelidir. Atama ve nakillerde ehliyet ve liyakat ilkelerine
uyulması güence altına alınmalıdır. “Kamu Yönetimi Etik Normlar Yasası”
çıkarılmalıdır.
Demokrasinin
yeniden yapılanmasında izlenmesi gereken temel strateji de, yine, çok genel
çizgileriyle ve özet olarak aşağıda belirtilmiştir:
·
Yeni Anayasa
Demokratikleşme sürecinde öncelik yeni
bir Anayasa yapılmasına verilmelidir. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda yeni
bir sivil Anayasa yapılması olasılığı oldukça düşük olmasına karşın önceliğin
bu konu üzerinde tutulmasında yarar görülmektedir. Bununla birlikte, olanaklar
elverdikçe, siyasal sistemi iyileştirecek değişikliklere gitme yolu açık
tutulmalıdır.
· Daha Fazla Katılım
Demokratikleşme yolunda ikinci önemli
engelin geniş halk kitlelerinin siyasal karar alma mekanizmasına katılamamaları
olduğu anlaşılmaktadır. Seçim dışında kalan siyasal katılma mekanizmaları hem
ulusal ölçekte ve hem de yerel ölçekte yeniden düzenlenmeli, geliştirilmeli ve
toplumun kullanımına sunulmalıdır.
· Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri Alanında İlerleme
Temel insan hakları ve özgürlükleri
konusunda anayasal değişikliklerin yapılması,
demokratikleşme yolunda önemli bir olgu olarak kabul edilmelidir. 1982
Anayasası, yazılış biçimi itibarıyla, batılı demokrasiler içinde yer alabilecek
bir belgedir. Ancak, yürürlükte olan bazı yasalar ya da yasal düzenlemeye konu
olmamış alanların varlığı bazı anayasal hak ve özgürlüklerin uygulamada
anlamsız kalmasına neden olabilmektedir. Örneğin, 1995 yılında yapılan Anayasa
değişikliklerinin öngördüğü bazı yasalar hala çıkarılamamıştır. Bu bağlamda,
Avrupa Birliği tarafından yayımlanan “katılma ortaklığı belgesi”nde işaret
edilen demokratikleşme ve insan hakları alanında ilerleme isteklerine özel bir
önem verilmelidir.
· Hukukun Üstünlüğü
Kanımıza göre, demokratikleşme yolunda
izlenmesi gereken en önemli strateji hukukun üstünlüğü anlayışının tüm siyasal
kurumlarca ve yönetim birimlerince içtenlikle benimsenmesi ve uygulanmasıdır.
Yalnızca hukuk devleti ilkesinin değil; fakat, hukukun üstünlüğü ilkesinin tüm
veçheleriyle yaşama geçirilmesi demokratikleşme konusunda atılacak en önemli
adım olarak değerlendirilmelidir. Zira, Türkiye’de eksik olan unsurun yazılı
yasal düzenlemeler değil; fakat, bunların
uygulamada aldıkları şekil ve biçim olduğu açıklıkla görülmektedir.
Değişimin Yönetimi
Kamu sektöründe düzeltim yapmak isteyen ülkelerde
uygulanan yaklaşımları beş ana grupta toplamak olanaklıdır: “yapısal
değişimci/bütüncül” (transformational/comprehensive)
yaklaşım, “seçici köktenci” (selective
radical) yaklaşım, “fırsatçı parçacıl” (opportunistic
incremental) yaklaşım, “gelişmeci” (evolutionary)
yaklaşım ve “ince ayarcı” (finetuning)
yaklaşım. [257]
Devlet yönetiminde düzeltim çalışmalarının
yapıldığı dokuz ülkedeki deneyimlerden elde edilen bilgilerden, değişimin
yönetimi konusunda şu ilkelere dikkat edilmesinin yararlı olacağı
anlaşılmaktadır: Değişim sürecinde “parçacıl” yaklaşımlar yerine “bütüncül” yaklaşımlar tercih edilmelidir;
değişim konusunda siyasal irade güvence altına alınmalıdır; değişim sürecine
yol ve yön verecek güçlü bir lidere gereksinim vardır; değişim için muhalefet
partilerinin desteği sağlanmalıdır; bakanların tümünün değişim çalışmalarının
hedefleri konusunda kararlı ve ısrarlı olmaları büyük önem taşımaktadır;
değişim yolunda tüm kamu sektöründe ve kamu yöneticilerinde kararlılık
oluşturulmalıdır; değişimin amaç ve hedefleri oldukça açık bir şekilde ortaya
konulmalı ve kamuoyuna yansıtılmalıdır; son derecede güçlü stratejiler, program
içerikleri, yönetim biçemleri ve taktikler hazırlanmalı ve uygulama alanına
konulmalıdır; öncelikler belirlenmeli ve sıralanmalıdır; düzeltim çalışması
geniş bir alanı kapsayacağından uygulanan strateji ve taktiklerle yapılmakta
olan etkinlikler arasında uyum sağlanmalıdır; çok ayrıntılı olmasa bile
düzeltim çalışmalarının genel bir planı olmalıdır; başarıyı güvence altına
alacak kritik noktalar belirlenmeli ve bunlara uygun önlemler alınmalıdır; düzetim
çalışmalarını tehlikeye sokacak riskler belirlenmeli ve bu risklere karşı
etkili önlemler alınmalıdır; değişime karşı oluşacak direnç noktaları ve
eğilimleri önceden saptanmalı ve direnmenin önüne geçilmelidir; kamuoyunun
desteği mutlaka sağlanmalıdır; değişimden elde edilen olumlu sonuçlar
kanıtlarıyla birlikte kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır; çalışmalar sürekli
olarak izlenmeli ve gelişmelere ilişkin bilgiler ilgili tüm yanlara
iletilmelidir; değişim çalışmalarının sürekliliği güvence altına alınmalıdır ve
başarısızlıklardan gerekli dersler çıkarılmalıdır.
Sonsöz
Türkiye’de, devlet yönetimi ile genel ve yerel
demokrasi yeniden yapılandırılmalı ve insan hakları konusunda yeni bir açılım
sağlanmalıdır. Bu görev, en kısa zamanda ve en iyi şekilde yerine
getirilemediği takdirde, gelecek kuşakların sıkıntısı bugünkü ve geçmiş
kuşaklardan daha fazla olacaktır.
“Sonsözü”, 10 Nisan 2001 günü TOBB tarafından
yayımlanan önemli bir bildiriye bırakmak uygun olacaktır: “… (S)iyaset, Türkiye'de dibe vurmuştur. Sistem tıkanma noktasına
gelmiştir. Bunları toplum olarak düşünüp tartışmalıyız. Ülke bugün sistemi
sorgulama noktasındadır. Bu sorgulamanın konusu siyasi partiler, seçim
kanunları, yeniden düzenlenecek anayasa ve devletin yeniden yapılanmasıdır.
Siyasetin yeniden yapılanmasına karşı direnmek demokratik parlamenter rejimin
kullanımını zedelemektedir.” [258]
Toplumun önemli gerçeklerini ve önemli bir
kesiminin görüşlerini yansıtan bu sözler, Türkiye’de hem devletin ve hem de
demokrasinin yeniden yapılanmasını istemek anlamına gelmektedir. Bu istek,
artık, Türkiye’ye yabancı değildir. Devletin ve demokrasinin yeniden
yapılanması konusunda gerçek anlamda halk ve toplum iradesi oluşmuştur.
Bu isteklere kulak verilmeli ve gereği
yapılmalıdır.
Üstelik, bugünün dünyasında, bu konudaki başarılı
deneyimlerinden yararlanılabilecek ya da başarısızlıklarından gerekli dersler
alınabilecek pek çok örnek ülke ve örnek çalışma vardır.
Türkiye, bu gereksinimi giderebilecek güce
sahiptir.
Eksikliği duyulan
tek unsur, ulusal siyasal iradedir.
Türkiye’de devletin
ve demokrasinin yeniden yapılanması sorunu gündoğumu ya da günbatımı ile
eşdeğer önem düzeyindedir.
Mevcut düzenin
devamında ısrar etmek ya da yeniden yapılandırma çalışmalarında başarısız
kalmak ülke için günbatımıdır.
Devleti ve
demokrasiyi günün ve geleceğin gereksinmelerini çözecek şekilde yeniden
yapılandırmayı başarmak ise gündoğumu.
Türkiye, her gün
daha parlak doğan günlerin ülkesi olmalıdır…
Olacaktır…
KISA KAYNAKÇA
Adaman, Fikret ve
Ali Çarkoğlu, “Türkiye’de Yerel ve Merkezi Yönetimlerde Hizmetlerden Tatmin,
Patronaj İlişkileri ve Reform,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000,
s. 196.
Akdeniz,
Prof. Gıyas, “Türkiye’de Devlet Fonksiyonlarının Gelişme Seyri ve Devlet
Faaliyetlerinin Finansmanında Bazı Problemler”, İstanbul İktisadi ve Ticari
İlimler Akademisi, Maliye Enstitüsü Konferansları Dokuzuncu Cilt, Ayrı Bası,
Sermet Matbaası, İstanbul, 1964.
Akder, Halis
(co.), “Regional Development and Rural Poverty,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi,
İstanbul , 2000, s. 91.
Akder, A. Halis
ve Murat Güvenç (ko), “Yoksulluk, Bölgesel Gelişme ve Kırsal Yoksulluk, Kent
Yoksulluğu”, TESEV Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 183.
Alkan,
Türker, Prof. Dr.. “Siyasal Ahlak ve Ahlaksızlık”, Bilgi Yayınevi, Ankara, Ekim
1993, s. 474.
Alpkaya,
Gökçen, “AGİK Sürecinde İnsan Hakları”, Ankara, 1994, yayınlanmamış doktora
tezi.
Arın, Tülay,
Necdet Kesmez ve İhsan Gören, “Parlamento ve Sayıştay Denetimi,” TESEV, Devlet
Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 261.
Atiyas, İzak ve
Şerif Sayın (ko), “Kamu Maliyesinde Saydamlık”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi,
İstanbul 2000, s. 156.
Atiyas, İzak
(ko), “Devletin Düzenleyici Rolü”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 281.
Avrupa
Birliği Komisyonu, (2000) “2000 Regular Report From the Commission on Turkey’s
Progress Towards Accession”, 8 Kasım 2000, s.82
Bank,
John, “The Essence of Total Quality Management”, Prentice Hall, 1992, s. 203.
Başbakanlık,
İdareyi Geliştirme Başkanlığı, “2001 Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla
Girerken Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar”,
Mayıs 1994, Ankara, s. 274.
Berberoğlu,
Enis, “Kod Adu Yüksekova – Susurluk, Ankara, Bodrum, Yüksekova Fay Hattı”,
Milliyet Yayınları, 2. Baskı, Kasım 1998, s. 182.
Berkman,
A. Ümit, “Azgelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk ve Rüşvet”, TODAİE,
Ankara, s. xii+157.
Brudney,
Jeffrey L., Laurence J. O’Toole ve Hal G. Rainey, “Advancing Public Management
in Theory, Methods, and Practice, Nisan 2000, s. 304.
Caiden,
Gerald E., “Administrative Reform”, Aldine, Chicago, USA, 1969, s. xv + 239.
Çapoğlu,
Gökhan, “Türkiye İstikrar İçinde Nasıl Kalkınır?” Adım Yayıncılık, Ankara,
1992, s. 106.
Çapoğlu,
Gökhan, “Türkiye’de Siyasi Tıkanıklığı Aşmak İçin”, Stratejik Araştırmalar
Vakfı, Eylül 1994, Ankara, s. 112.
Çarkoğlu, Ali
(ko), “Siyasi Partilerde Reform”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000,
s. 271.
Ceyhun,
Ekrem, “2000 Yılında Türkiye”, Ankara, 1988, s. 136.
Çoker,
Ziya, “Merkezden Yönetim, İl Sistemi ve Yerel Yönetim Reformu”, Yeni Türkiye
Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 174-189.
Çoker,
Ziya, “Yönetim ve Siyaset - Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin Görüş ve
Anıları”, İstanbul, s. 301.
Danışman,
Zuhuri (hazırlayan), “Koçi Bey Risalesi”, MEB yayınları, İstanbul, 1997, s.127.
Defterdar
Sarı Mehmet Paşa, “Devlet Adamlarına Öğütler”, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, 1987, İstanbul, s.165.
Dinçer,
Nabi ve Turan Ersoy, “Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi (MEHTAP)
Tavsiyelerinin Uygulanma Durumunu Değerlendirme Araştırması”, TODAİE, 1974,
Ankara, s. viii+ 366.
DPT,
“Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi”, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel
İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, 1994, s. 45.
DPT,
“Mahalli Hizmetlerin Yerinden Karşılanması”, VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel
İhtisas Komisyonu Raporu, 1991, Ankara, s. 145.
DPT, “Kamu Mali
Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Mali Saydamlık", 8. Beş Yıllık
Kalkınma Planı, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, 2000, s.145.
DPT,
“Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Stratejisi”, Resmi Gazete, 6 Mayıs 1995.
Drucker,
Peter F., “Yeni Gerçekler”, Çev. Birtane Karanakçı, 4. Baskı, 194, Türkiye İş
Bankası Yayını, Ankara, s. vi+270.
Drucker,
Peter F., “Gelecek İçin Yönetim: 1990’lar ve Sonrası”, Çev. Fikret Üçcan, İş
Bankası Yayınları, Nisan 1995, s. 378.
Drucker,
Peter F., “Yönetim: Görevleri, Sorumlulukları, Uygulamaları”, Çev. Fatoş
Dilber, ODTÜ, 1994, s. 528.
Findley,
Carter, “Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform”, İz Yayıncılık, İstanbul,1994,
s. 474.
Findley,
Carter, “Kalemiyeden Mülkiye’ye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi”, Türkiye
Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1996, s. 335.
Finland,
Ministry of Finance, Public Management Department, “Public Management Reform
Policies”, 1994, s. 31.
Frederickson,
George H. (ed) ve Jocelyn M. Johnston (ed), “Public Management Reform and
Innovation: Research, Theory and Application”, Mayıs 1999, s. 392.
Geray,
Cevat, “Yerel Demokrasi, Özerklik ve Halk Katılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı
4, Mayıs-Haziran 1995, s. 72-75.
Goetsch,
David L., ve Stanley B. Davis, “Introduction to Total Quality”, Prentice Fall,
1997, s.660.
Gore,
Al, “Kırtasiyeden sonuçlara: Daha İyi İşleyen ve Daha Az Masraflı Bir Devlet
Yaratmak”, Eylül 1993, s. 414.
Gore,
Al, “The Best Kept Secrets in Government”, Random House, 1996, s.137.
Grishankar,
Navin, “Reforming Institutions for Service Delivery: A Framework for
Development Assistance with an Application to the Health, Nutrition and
Population Portfolio”, The World Bank, Policy Research Working Paper: 2039,
January, 1999.
Güler, Birgül
Ayman, “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi: Yapısal Uyarlama Politikaları”, TODAİE,
Ankara, Nisan 1996, s. 193.
Hayek,
Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen”, Türkiye İş
Bankası Yayınları, Çev. Atilla Yayla, Ekim 1996, s. 278.
Hayek,
Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun Siyasal Düzeni”,
Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Doç. Dr. Mehmet Öz, Şubat 1997, s. 313.
Hood,
Christopher, “The Art of the State: Culture, Rhetoric and Public Management”,
Nian 2000.
İnalcık,
Halil, “Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet”, Eren Yayıncılık, İstanbul 2000, s.
208.
İnan,
Kamran, “Siyasetin İçinden”, Milliyet Yayınları, Ocak1995, İstanbul, s. 131
Jenkins,
Kate ve William Plowden, “Keeping
Control: The Management of Public Sector Reform Programmes”, The British
Council, 1995, s. 32.
Keleş,
Ruşen, “Yerel Demokrasinin Neresindeyiz?”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4,
Mayıs-Haziran 1995, s. 66-71.
Kettl,
Donald F., “The Global Public Management Reform: A Report on the Transformation
of Governance”, Brookings Institute, Nisan 2000, s. 96.
Keykavus,
Kabusname, Milli Eğitim Basımevi 1974.
Kırca,
A. Coşkun, “Devlette Yozlaşmayı Yenmek”, İki cilt, Ekim 1994, Milliyet
Yayınları, İstanbul, s. 851.
Kunt,
I. Metin, “The Sultan’s Servants, The Transformation of Ottoman Provincial
Government 1550-1650, Columbia University Press, 1983, s. xxiii + 181.
Laski, Harold J.,
“The Rise of European Liberalism”, Londra, 1962, s. 192.
Mahalli
İdareler Eğitim Araştırma Merkezi, TBD ve Adenauer Vakfı, “21. Yüzyıla Girerken
Belediyelerimiz: Sorunlar - Çözümler”, Aralık 1993, s. v+103.
Mosher,
Frederick C., Report to the US Senate Watergate Committee, “Watergate:
Implications For Responsible Government”, 1974, New York, Basic Books, s.
xiii+137.
Mustafa
Nuri Paşa, “Netayic-ül Vukuat, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi”,
Sadeleştiren Prof. Dr. Neşet Çağatay, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek
Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, Ankara, iki cilt.
OECD,
“Administration as Service, The Public as Client”, Paris, 1987, s. 136.
OECD,
“Governance in Transition: Public Management Reforms in OECD Countries”, Paris,
1995, s. 171.
OECD,
“Responsive Government: Service Quality Initiatives”, Paris, 1996, s. 297.
OECD,
“Trends in Public Sector Pay in OECD Countries”, 1995, s. 165.
OECD,
Occasional Papers, 1994, No 3, “Performance Management in Government:
Performance and Results-Oriented Management”, Paris, 1994, s. 92.
OECD,
“Government of the Future: Getting from Here to There”, Paris, 2000, s. 247.
OECD,
“Ethics in the Public Service: Current Issues and Practice”, 1996, Paris, s. 59.
OECD, “Synthesis
of Reform Experiences in Nine OECD Countries: Change Management”, Belge no:
PUMA/SGF (99) 2, s. 18.
Ökçesiz,
Hayrettin Prof. Dr., “Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması”, İstanbul Barosu
Çevresi, 1999, s.176.
Öztuna,
Yılmaz T., “Türkiye Tarihi”, 12 cilt, Hayat kitapları, 1967, İstanbul.
Pollitt,
Christopher ve Geert Bouckaert, “Public Management Reform: A Comparative
Analysis”, Şubat, 2000.
Rao,
Ashok, Lawrence P. Carr, Ismael Dambolena, Robert J. Kopp, John Martin, Farshad
Rafii ve Phllis Fineman Schlesinger, “Total Quality Management: A Cross
Functional Perspective”, John Wiley and Sons, 1996, s. 630.
Sağlar,
Fikri ve Emin Özgönül, “Kod Adı Susurluk – Derin İlişkiler”, Boyut Kitapları,
6. Baskı, Aralık 1998, s. 399.
Sayıştay,
“2000 Yılı Mali Raporu.”
Schmidt,
Helmut, “Toplumda Ahlak Arayışı – Yeni Yüzyılın Eşiğinde Almanya”, Çev. Fatma
Artunkal, Sabancı Üniversitesi, 2002, s. ix + 226.
Steinberg,
Sheldon S. ve David T. Austern, “Hükümet, Ahlak ve Yöneticiler”, Çev. Turgay
Ergun, TODAİE, Ankara, Aralık 1995, s. 191.
Stratejik
Araştırmalar Vakfı, “Demokrasinin Tabana Yayılmasında Yerel Yönetimlerin
Önemi”, Uluslararası Konferans Raporu, Şubat 1994, Ankara, s. xii+114.
Şaylan,
Gencay, “Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi”, TODAİE, İnsan Hakları
Araştırma ve Deleme Merkezi, Ankara, 1998, s. 102.
Şaylan, Gencay,
“Kamu Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş: Kritik ve Reform
Önerileri”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 144.
Taşkent,
Savaş, “İnsan Haklarının Uluslararası Dayanakları”, İstanbul, 1991, s. 207.
Teziç,
Erdoğan, “Sorun Siyasi Rejim Yapılanması mı?”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4,
Mayıs-Haziran 1995, s. 7-12.
Titiz, Tınaz, M.,
(ko), “Türkiye’de Devlet Denetiminde Reformlar ve Başarılarının
Değerlendirilmesi”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 100.
TODAİE,
“Merkezi Hükümet Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri”, Merkezi Hükümet Teşkilatı
Araştırma Projesi Yönetim Kurulu Raporu, Nisan 1963, Ankara, s. 450.
TODAİE,
“İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve Öneriler”, İdari Reform Danışma
Kurulu Raporu, TODAİE, 1972, Ankara, xi+236.
TODAİE,
“Kamu Yönetimi Araştırması - Genel Rapor”, 1991, Ankara. s. 240.
TODAİE,
“Kamu Yönetimi Araştırması - Yerel Yönetimler Araştırma Grubu Raporu”, TODAİE,
1992, Ankara, s. vi+255+viii.
Turan, İlter
(ko), “TBMM’nin Etkinliği”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s.
152.
Tutum,
Cahit, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma”, TESAV Yayınları, 1994, s.160
Türk,
Hikmet Sami Prof. Dr. ve Erol Tuncer, “Türkiye İçin Nasıl Bir Seçim Sistemi?
Sistem Önerileri ve Seçim Uygulamaları”, TESAV Yayınları, No 6, 1995, s. viii+
iv+324.
TÜSİAD,
“Yerel Yönetimler: Sorunlar ve Çözümleri”, Mayıs 1992, İstanbul, s. 81.
TÜSİAD,
“21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Devlet Modeline Doğru: Optimal Devlet”, Şubat 1995,
İstanbul, s. 166.
TÜSİAD,
“Türkiye İçin Yeni Bir Seçim Yöntemi Tasarımına Doğru”, Mayıs 1995, İstanbul,
s. 248.
TÜSİAD,
“Yargılama Düzeninde Kalite”.
TÜSİAD,
“İnsan Hakları - TÜSİAD "Demokratik Standartların Yükseltilmesi
Paketi" Tartışma Toplantıları Dizisi – 5”.
TÜSİAD,
“Hukuk Devleti ve Yargı - "Demokratik Standartların Yükseltilmesi
Paketi" Tartışma Toplantıları Dizisi – 4.”
TÜSİAD,
Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri - “Demokratik Standartların Yükseltilmesi
Paketi” Tartışma Toplantıları Dizisi - 2”
TÜSİAD,
“Siyasi Partiler Yasası - “Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi”
Tartışma Toplantıları Dizisi - 1”
TÜSİAD,
“Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri”.
Wood
Robert ve Verena Marshall, OECD, Occasional Papers, “Performance Appraisal:
Practice, Problems and Issues”, Paris 1993, s. 36.
Yaşamış,
Doç. Dr. Firuz D., “Belediye
Yönetimi”, 1996, Ankara, s. 492.
Yaşamış,
Dr. Firuz D., “Bebek Ölümlerinin
Çevresel Nedenleri”, 1991, Ankara, 224
s.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler: “Administration”dan “Management”a”, Türk
İdare Dergisi, Ankara, 1997, Sayı 417, s. 1-28.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Hızlı Kentleşmenin Sonuçları ve Belediyelerin Kurumsal Örgütsel
ve Yönetimsel Olanakları”, Amme İdaresi Dergisi, cilt 24, sayı 3, Eylül 1991,
s. 163-188.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Belediye Reformu”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, cilt 2, sayı
2, Mart 1993, s. 11-24.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Belediyelerin Temel Gereksinimi: Örgütsel ve Yönetsel Yeniden
Yapılanma”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, cilt 1, sayı 5, Eylül 1992, s.
17-35.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Bölge Valiliği ve Bölge Planlaması Kavramlarının Tanıtılması
Üzerine Bir Çalışma”, Türk İdare Dergisi, yıl 50, sayı 360, Şubat 1979, s.1-15.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Cumhuriyetin 70. yılında Türkiye’nin Kurumsal Sorunları”, Türk
İdare Dergisi, yıl 65, sayı 401, Aralık 1993, s. 87-126.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Çukurova Projesi Deneyimleri Işığında Belediyelerde
Reorganizasyon ve Örgütsel Gelişme”, Türk İdare Dergisi, yıl 60, sayı 378, Mart
1988, s.435-446.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Büyük Şehir Sorunsalı”, Amme İdaresi Dergisi, Mart 1995, Cilt 28,
Sayı 1, Ankara, s. 93-111.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Üçüncü Bin Yılın Yönetim Teknolojisine İlişkin Gereksinimleri ve
Türk Belediyeleri”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s.
427-454.
Yaşamış,
Firuz Demir, “Oklokrasi ya da Devletin ve Demokrasinin Yozlaşması”, Yeni
Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 3, Sayı 13, Ocak-Şubat 1997, s. 123-131.
Yaşamış,
Firuz Demir, “İstanbul'un Yönetimine İliskin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm
Önerileri”, Türk İdare Dergisi, Ankara, Sayı 411, s. 71-92.
Yaşamış, Firuz
Demir, Terör: Türkiye ve ABD'deki Hukuksal Çerçevenin
Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, Türk İdare Dergisi, Ankara, Aralık 1994, Sayı 405, s. 1-31.
Yaşamış,
Firuz D., “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Gelir Dağılımı Açısından Toprak ve
İnsan İlişkileri Sorunu”, Kim Dergisi, Ankara, 22 Mart 1968, s. 8-10.9
[1] Şaylan, Gencay, Demokrasi
ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi, TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Deleme
Merkezi, Ankara, 1998, s. 102.
[2] Hürriyet, 29.9.1997
[3] Ibid
[4] Hürriyet, 2.10.1997
[5] Milliyet, 1.7.1999
[6] Milliyet, 11.11999
[7] Milliyet, 10.9.1999
[8] Ibid
[9] Mitolojik bir Yunan haydutu. Kurbanlarını demir bir yatağa yatıran
ve boyu kısa gelenlerin ayaklarını çekerek uzatan ve uzun gelenlerin
bacaklarını kesitren bir haydut. Katılık ve sertlik yanlısı devlet nitelemesi.
[10] Hürriyet, 20.12.1999
[11] Ibid
[12] Adli yıl açış konuşması, 6.9.1999
[13] Hürriyet, 27.10.1999
[14] Milliyet, 14.11.1998
[15] Milliyet, 26.9.1998
[16] Milliyet, 2.11.1998
[17] Hürriyet, 23.12.1998
[18] Hürriyet, 30.8.1999
[19] Hürriyet, 3.11.1998
[20] Hürriyet, 21.9.1999
[21] Hürriyet, 26.10.1999
[22] Milliyet, 23.101999
[23] TBMM, Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu.
[24] Yeni Türkiye Dergisi’nin “Demokratikleşme ve Yeni Anayasa” başlıklı
özel sayısı bu konudaki arayışların birlikte yeraldığı ilginç bir platform
oluşturmaktadır. Sorunla ilgili değişik görüşler için lütfen bu sayıya bakınız.
Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 30, Kasım-Aralık 1999, Ankara.
[25] Avrupa Birliği Komisyonu, (2000) “2000 Regular Report From the
Commission on Turkey’s Progress Towards Accession”, 8 Kasım 2000, s. 82.
[26] Ibid
[27] Ibid
[28] Hürriyet, 13.10.1999
[29] Hürriyet, 7.91999
[30] Hürriyet, 8.11.1998
[31] Milliyet, 9.11.1999
[32] Hürriyet, 13.10.1999
[33] Hürriyet, 5.11.1998
[34] Hürriyet, 8.9.1997
[35] Milliyet, 10.11.2000
[36] Güler, Birgül Ayman, “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi: Yapısal
Uyarlama Politikaları”, TODAİE, Ankara, Nisan 1996, s. 193.
[37] Hayek, Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun
Siyasi Düzeni” ve “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen”.
[38] Bkz. Yaşamış, Firuz Demir, Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler: "Administration"dan
"Management"a, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, Sayı 417, s. 1-28.
[39] Ceyhun, Ekrem, “2000 Yılında Türkiye”, Ankara, 1988, s. 136.
[40] Ibid.
[41] Jenkins, Kate ve William Plowden,
“Keeping Control: The Management of Public Sector Reform Programmes”,
The British Council, 1995, s. 32.
[42] Bu konuda OECD tarafından 2000 yılında yayımlanan bir sempozyum
raporu oldukça ilginç bilgiler içermektedir. Konu ile ilgili daha fazla bilgi
edinmek isteyenlerin bu kaynağa bakmaları yararlı olacaktır: OECD, “Government of the Future: Getting from Here
to There”, Paris, 2000, s. 247.
[43] Hürriyet, 18.9.1997
[44] İncioğlu, Nihal (ko), “Siyasal Rejim Tartışmaları”, TESEV, Devlet
Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 122.
[45] Hürriyet, 6.10.1999
[46] Milliyet, 5.12.1999
[47] Milliyet, 10.10.1998
[48] Mosher, Frederick C.,
Report to the US Senate Watergate Committee, “Watergate: Implications For
Responsible Government”, 1974, New York, Basic Books, s. xiii+137.
[49] Hürriyet, 21.5.2000
[50] Milliyet, 7.5.2000
[51] Yetki yasasının bu yolda bir yetki vermediğini belirten eden
görüşlerin varlığına dikkat edilmelidir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi bu yetki
Yasası’nı hem iptal etmiş ve hem de Yasa hakkında yürütmenin durdurulması
kararı vermiştir.
[52] Hürriyet, 11.8.2000
[53] Hürriyet, 27.8.2000
[54] Milliyet, 2.7.2000
[55] Hürriyet, 3.10.1999
[56] Hürriyet, 11.11.1999
[57] Hürriyet, 9.11.1999
[58] Milliyet, 14.10.1999
[59] Milliyet, 8.2.2000
[60] Yasa tasarısı taslağı
[61] Turan, İlter (ko), “TBMM’nin Etkinliği”, TESEV, Devlet Reformu
Dizisi, İstanbul, 2000, s. 152.
[62] Hürriyet, 16.1.1999
[63] Milliyet, 1.11.2000, 8.6.2000, 9.6.2000
[64] Hürriyet, 29.10.1999
[65] Hürriyet, 27.12.1997
[66] Arın, Tülay, Necdet Kesmez ve İhsan Gören, “Parlamento ve Sayıştay
Denetimi,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 261.
[67] Hürriyet, 4.6.2000
[68] Hürriyet, 4..6.2000
[69] Hürriyet, 9.6.2000
[70] Ülkemizde kamu hizmetlerinin optimallik ölçüsünü araştıran çalışma
sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak, uzun yıllar boyunca belediyelerde
yaptığım hizmet maliyeti araştırmaları bu konuda önemli bulgular üretmiş
bulunmaktadır. Bu nedenle, burada belirtilen yargı, esas olarak, beldiyelerde
elde olunan bulgulara dayanmakta ise de, merkezi yönetime bağlı birimlerin daha
farklı konumda olmadıkları da açıklıkla söylenebilir. Bu konuda lütfen bkz: Doç. Dr. Firuz D. Yaşamış, “Belediye Yönetimi”, 1996, Ankara, s. 492.
[71] Bkz. Aristotle, “Politika” ve Rousseau, Jean-Jack, “Toplumsal Sözleşme”, Üçüncü kitap.
[72] Bu rapor için lütfen bakınız: www.opacityindex.com
[73] Hürriyet, 15.3.2000
[74] Şaylan, Gencay, “Kamu Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları
Yönetimine Geçiş: Kritik ve Reform Önerileri”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi,
İstanbul 2000, s. 144.
[75] Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Üst Kurulu ve Rekabet Kurulu
gibi.
[76] Milliyet, 27.12.1997
[77] Milliyet, 1.6.1999
[78] Sabah, 13.11.1999
[79] Hürriyet, 7.12.1999
[80] Hürriyet, 12.7.1999
[81] Milliyet, 17.7.1999
[82] Hürriyet, 20.1.1998
[83] Ibid
[84] Titiz, Tınaz, M., (ko), “Türkiye’de Devlet Denetiminde Reformlar ve
Başarılarının Değerlendirilmesi”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000,
s. 100.
[85] Hürriyet, 6.7.1998
[86] Ibid
[87] Hürriyet, 21.7.1997
[88] Adaman, Fikret ve Ali Çarkoğlu, “Türkiye’de Yerel ve Merkezi
Yönetimlerde Hizmetlerden Tatmin, Patronaj İlişkileri ve Reform,” TESEV, Devlet
Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 196.
[89] Milliyet, 21.10.1999 ve 15.9.2000
[90] Milliyet, 20.8.1999
[91] Milliyet, 15.4.1999
[92] Milliyet, 19.9.2000
[93] Milliyet, 17.11.2000
[94] Yaşamış, Firuz Demir,
İstanbul'un Yönetimine İliskin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri, Türk
İdare Dergisi, Ankara, Sayı 411, s. 71-92.
[95] Hürriyet, 21.7.1997
[96] Samsun ve Kayseri büyük şehir belediyelerinin borcu yoktur.
Diyarbakır büyük şehir belediyesinin borcu ise oldukça azdır.
[97] Milliyet, 23.1.2000
[98] Milliyet, 24.3.2000
[99] Hürriyet, 1..6.2000
[100] Yerel yönetimlerde “özerklik” ya da “otonomi” kavramının ülkemizde
yanlış anlaşılmakta ve anlatılmakta olduğunu vurgulamakta yarar görmekteyim.
Türkiye’de yerel yönetim uzmanı olduğunu belirten yazarların tamamına yakını
-bir slogan gibi- yerel yönetimlerin yeteri kadar özerk olmadığından söz
etmekte ve bu eksikliğin gerek ülke demokrasisinin ve gerekse yerel
yönetimlerin Türkiye’de istenen düzeye gelememesinin ya da başarısızlıklarının
ana nedeni olduğunu savunmaktadırlar. “Otonomi” ya da “özerklik” kavramları,
bağımsızlık unsurunu içeren deyimlerdir. Herşeyden önce belirtmek gerekirki,
yerel yönetimler “bağımsız olma” anlamında “özerk” ya da “otonom” kuruluşlar
değildir ve olamazlar. Ülkenin ulusal yönetimi bir bütündür. Bu bütünlük,
yasalarla yapılan görev dağılımı çerçevesinde merkezi yönetimi ve yerel
yönetimleri ortaya çıkarır. Buna hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını da
eklemek olanaklıdır. Ancak, yerel yönetimleri merkezi yönetimden kopuk ve
merkezi yönetimin “karşıtı” ve “alternatifi” olarak görmek ve göstermek son
derecede yanlıştır. İkinci yanlış ve yanılgı ise belediyelerin içinde bulunduğu
başarısızlık ortamının temel nedeni olarak özerklik düzeylerinin yetersiz
olduğunu savunmaktır. Esas olan, bu iki yönetim arasında doğru, sağlıklı ve
dengeli ilişkilerin kurulabilmesidir. Özellikle belirtilmelidir ki, yerel
yönetimler açısından geçerliliği olan ilke özerklik yani “otonomi” ya da
ingilizce karşılığı ile “autonomy” değildir. Önemli olan kavram, yerel
yetkinlik yani “discretion” ya da daha doğru bir ifade ile “local discretion”
kavramıdır. Yapılması gereken şey yerel yönetimleri merkezi yönetimden kopuk ve
ondan bağımsız kılmak değil, yerel yönetimleri kendilerine yasalarla verilen
görev ve sorumlulukları tam olarak yerine getirebilecekleri örgütsel, yönetsel
ve akçal yetkinliğe kavuşturmaktır. Bu nedenle, yerel yönetimlerle ilgili
olarak özerklik kelimesinin daha dikkatli ve özenli kullanılması gerekmektedir.
[101] European Charter for Local Self-Government
[102] Hürriyet, 7.10.1999
[103] Milliyet, 21.7.2000
[104] Bu amacın uygulamada ne kadar başarılı bir şekilde
gerçekleştirildiği yolunda önemli kuşkular vardır.
[105] Hürriyet, 30 Mart 2002
[106] Hürriyet, 13.1.1998
[107] Sabah, 22.12.1999
[108] Milliyet, 12.11.1999
[109] Hürriyet, 10.11.1999
[110] Milliyet, 2.8.1999
[111] Milliyet, 2.3.1999
[112] www.yolsuzluklar.org
[113] Milliyet, 21.12.1999
[114] Hürriyet, 8.12.1999
[115] Hürriyet, 28.8.1998
[116] Hürriyet, 13.10.1998
[117] Hürriyet, 23.9.1998
[118] Keykavus, Kabusname, Milli Eğitim Basımevi 1974.
[119] Hürriyet, 5.10.2000
[120] Hürriyet, 29.10.1998
[121] Milliyet, 2.4.2000
[122] Sabah, 5.9.1998
[123] Hürriyet, 20.9.1999
[124] Hürriyet, 20.5.1997
[125] Hürriyet, 10.4.1999
[126] Hürriyet, 24.1.2000
[127] Hürriyet, 26.10.1997
[128] Milliyet, 28.11.1998
[129] Milliyet, 15.3.1999
[130] Hürriyet, 11.11.1998
[131] Hürriyet, 2.10.1998
[132] Hürriyet, 21.10.1998
[133] Yaşamış, Firuz, D., Terör: Türkiye ve ABD'deki Hukuksal Çerçevenin
Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, Türk İdare Dergisi, Ankara, Aralık 1994, Sayı 405, s. 1-31.
[134] Milliyet, 30.11.1999
[135] Milliyet, 3.10.1999
[136] Milliyet, 15.6.1999
[137] Ibid
[138] Adli yıl açış konuşması, 6 Eylül 1999
[139] Anayasa Mahkemesi'nin 38. Kuruluş Günü Törenini Açış Konuşması, 25
Nisan 2000.
[140] Hürriyet, 26.10.1997
[141] Hürriyet, 9.9.1997
[142] Adli yıl açış konuşması, 6 Eylül 1999
[143] Hürriyet, 11.12.1998
[144] Hürriyet, 9.9.1997
[145] Hürriyet, 22.121998
[146] Hürriyet, 20.10.1999
[147] Ibid
[148] Hürriyet, 25.10.1999
[149] Hürriyet, 24.1.2001
[150] Milliyet, 11.2.2000
[151] Milliyet, 28.2.2000
[152] Milliyet, 28.2.2000
[153] Hürriyet, 7.3.2000
[154] Bu rapor için lütfen TÜSİAD’ın web sayfasına bakınız.
[155] Hürriyet, 1.7.1999
[156] Hürriyet, 14.7.1999
[157] Hürriyet, 2.9.2000
[158] Hürriyet, 12.12.1997
[159] Ökçesiz, Hayrettin Prof. Dr., Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması,
İstanbul Barosu Çevresi, 1999, s.176
[160] Hürriyet, 20.12.1999
[161] Hürriyet, 4.5.2000
[162] Milliyet, 27.11.1999
[163] Hürriyet, 15.10.1999
[164] Milliyet, 19.12.1999
[165] Ibid
[166] Hürriyet, 11.3.1998
[167] Milliyet, 16.1.2000
[168] Milliyet, 14.3.2000, 2.5.2000, 3.5.2000
[169] Bu rapor için TÜSİAD’ın WEB sayfasına bakınız.
[170] Hürriyet, 4.9.1999
[171] Ibid
[172] Miliyet, 5.9.1999
[173] Milliyet, 13.10.1999
[174] Hürriyet, 14.9.1997
[175] Milliyet, 16.11.1999
[176] Laski, Harold J., “The Rise of European Liberalism”, Londra, 1962,
s. 192.
[177] Anayasa Mahkemesi'nin 38. Kuruluş Günü Törenini Açış Konuşması, 25
Nisan 2000
[178] Hürriyet, 2.12.1997
[179] Hürriyet, 4.11.1997
[180] Hürriyet, 6.9.1997
[181] Cumhuriyet, 8.1.1999
[182] Milliyet, 25.7.2000
[183] Cumhuriyet, 8.1.1999
[184] Ibid
[185] Hürriyet, 12.9.1997
[186] Hürriyet, 9.7.1997
[187] Ibid
[188] Hürriyet, 13.9.1997
[189] Hürriyet, 7.9.1999
[190] Hürriyet, 4.9.1999
[191] Milliyet, 10.10.1999
[192] Türkiye’de politikanın ve politikacının yozlaşması ile ilgili
ayrıntılı bilgi ve yorumlar için lütfen Yeni Türkiye Dergisi’nin iki ciltlik
“Siyasette Yozlaşma” özel sayısına bakınız. Bu özel sayıda yer alan yüzlerce
makalede ülkedeki yozlaşmanın ne denli geniş, kapsamlı ve derin olduğu
anlatılmaktadır. Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 13, Ocak-Şubat 1997, Ankara.
[193] Çarkoğlu, Ali (ko), “Siyasi Partilerde Reform”, TESEV, Devlet
Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 271.
[194] Hürriyet, 30.10.2000
[195] Hürriyet, 28.2.2000
[196] Hürriyet, 15.12.1999
[197] Milliyet, 16.12.1999
[198] Hürriyet, 4.3.1999
[199] Hürriyet, 26.2.1999
[200] Milliyet, 19.1.2000
[201] Hürriyet, 14.8.2000
[202] Hürriyet, 10.19.1998
[203] Hürriyet, 6.11.1999, 3.10.1999
[204] Milliyet, 6.11.1999
[205] Milliyet, 5.12.1999
[206] Milliyet, 30.6.1999
[207] Milliyet, 11.1.1999
[208] Milliyet, 20.1.1999
[209] Sabah, 26.10.1999
[210] Milliyet, 8.5.1999
[211] Hürriyet, 17.1.1998
[212] Milliyet,13.8.1999
[213] Milliyet, 10.2.2000
[214] Türk, Hikmet Sami Prof. Dr. ve Erol Tuncer, “Türkiye İçin Nasıl Bir
Seçim Sistemi? Sistem Önerileri ve Seçim Uygulamaları”, TESAV Yayınları, No 6,
1995, s. viii+ iv+324.
[215] Gürsel, Seyfettin, “İstikrar İki Turluda, Milliyet, 14.11.1998.
[216] Nitekim, aynı olay 1999 seçimlerinde CHP’nin başına gelmiştir.
[217] Hürriyet, 1.2.1999
[218] Milliyet, 16.9.1998
[219] Prof. Dr. Safa Reisoğlu,
Milliyet Gazetesi, 2.2.1999
[220] Hürriyet, 1.2.1999
[221] Milliyet, 14.7.2000
[222] Milliyet, 29.6.1999
[223] 17.10.1999
[224] Hürriyet, 4.8.1997
[225] Hürriyet, 15.1.1999
[226] Miliyet, 26.8.2000
[227] Hürriyet, 30.4.2000
[228] Milliyet, 15.12.2000
[229] Milliyet, 29.6.1999
[230] Nitekim, Şubat 2001’de yaşanan büyük ekonomik kriz sonucuna bu
politika çökmüş ve başarızılığın faturası iki kamu görevlisine çıkartılmıştır.
[231] Milliyet, 25.12.1999
[232] Atiyas, İzak (ko), “Devletin Düzenleyici Rolü”, TESEV, Devlet
Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 281.
[233] Hürriyet, 12.9.2000
[234] Hürriyet, 4.10.1999
[235] Milliyet, 10.10.1999
[236] Hürriyet, 29.6.1999
[237] Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş de aynı olgudan söz
etmekte ancak olumsuzluğun başlangıç yılları olarak 90’lı yılları işaret
etmektedir. Oysa, çizelgede de açıkça görüldüğü üzere, olumsuzluk trendinin
başlama yılları 1980’in ilk yıllarıdır.
[238] Milliyet, 27.11.1999
[239] Milliyet, 20.12.1998
[240] Hürriyet, 29.6.1999
[241] Akder, Halis (co.), “Regional Development and Rural Poverty,”
TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul , 2000, s. 91.
[242] Bknz. DPT, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Özel İhtisas Komisyonu
Raporu, “Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Mali Saydamlık”,
Ankara, 2000, s.145.
[243] Atiyas, İzak ve Şerif Sayın (ko), “Kamu Maliyesinde Saydamlık”,
TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 156.
[244] Miliyet, 1.7.1999
[245] Milliyet, 31.10.2000
[246] Hürriyet, 9.7.2000
[247] Milliyet, 27.3.2001
[248] Yaşamış, Firuz D., “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Gelir Dağılımı
Açısından Toprak ve İnsan İlişkileri Sorunu, Kim Dergisi, Ankara, 22 Mart 1968,
s. 8-10.
[249] Akder, A. Halis ve Murat Güvenç (ko), “Yoksulluk, Bölgesel Gelişme
ve Kırsal Yoksulluk, Kent Yoksulluğu”, TESEV Devlet Reformu Dizisi, İstanbul,
2000, s. 183. Bunun yanında, daha bir çok araştırma benzer bulguları ortaya
koymaktadır. Bunlar arasında, DİE ve DPT tarafından yapılan gelir dağılımı
araştırmaları ve TÜSİAD ve UNICEF tarafından yapılkan öteki araştırmalar
sayılabilir. Ayrıca, “Bebek Ölümlerinin Çevresel Nedenleri” başlıklı kitabımda
açıklanan ve Ankara ölçeğinde bir gelir dağılımı araştırması olan çalışma da
benzer sonuçlar üretmiştir.
[250] Hürriyet, 9.3.2001
[251] Hürriyet, 16.12.2000
[252] Hürriyet, 19.12.2000
[253] Hürriyet, 30.1.2001
[254] Hürriyet, 18.3.2001
[255] “Incremental” = parçacıl, ortaya çıkan küçük sorunların/parçaların
ele alınması şeklinde. “Gelişmeci” (evolutionary) ya da “aşamalı”
(step-by-step) anlamında değil.” “Bütüncül”
(comprehensive) ya da “köktenci (radical) kavramının karşıtı olarak.
[256] Genelde devletin ve özelde merkezi yönetimin kamu ekonomisi
içindeki payının büyüklüğü ve bu payın
giderek büyümesi konusunda daha fazla için lütfen bakınız: TÜSİAD, “21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Devlet Modeline
Doğru: Optimal Devlet”, Şubat 1995, İstanbul, s. 166.
[257] OECD, “Synthesis of Reform Experiences in Nine OECD Countries:
Change Management”, Belge no: PUMA/SGF (99) 2, s. 9.
[258] TOBB, Başkanlar Toplantısı Sonuç Bildirisi, Ankara, 10 Nisan 2001.