Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

31 Mayıs 2025 Cumartesi

 

 

 

 

 

 

 

 

TÜRKİYE’DE

DEVLETİN VE DEMOKRASİNİN

YENİDEN YAPILANMASI

 

 

 

SORUNLAR VE ÇÖZÜMLER

 

 

 

 

 

Doç. Dr. Firuz Demir YAŞAMIŞ

 

Mayıs 2001

İstanbul

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ISBN 975-95407-3-8

                  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İsteme adresi:     firuz@sabanciuniv.edu

Basıldığı yer: Doruk Matbaası, Galataderesi Cad., 8-10 Zincirlidere, İstanbul

(212) 283 72 06 – 283 55 27


İÇİNDEKİLER

 

ÖNSÖZ

 

 

BÖLÜM  1

 

TIKANMANIN NEDENLERİ,

ÇAĞDAŞ DEVLET NORMLARI 

VE DÜZELTİMİN TEMEL İLKELERİ
 

Giriş - Devletin Yeniden Yapılanması Gerekliliği – Cumhuriyet ve Demokrasinin Nitelikleri ve Devletin Rolü: Yönetemeyen Devlet ve İşlemeyen Demokrasi - Yeni Anayasa Gereksinimi - Yeni Anayasa Gereksiniminin Gerçek ve Sanal Nedenleri - Devlet Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve Aymazlıklar: Oydaşlık - Anayasa ile İlgili Olarak Uygulamada Meydana Gelen Gelişmeler - Demokratikleşme Gereksinimi - Temel İnsan Hakları ve Özgürlükleri Alanında Gelişme Gereksinimi - Devletin Rolü ve İşlevleri - Erkler Arası İlişkiler - Ortaya Çıkan Sonuç: Türkiye İçin Yeni Bir Anayasa - Siyasal Bunalımları Çözme Yetkinliğinin Sınırlılığı - Ekonomik ve Finansal Açmazlar - Alternatif Rejim Arayışlarının Yarattığı Baskılar: Din ve Devlet - Ayrımcı Akımlar - IMF ve Dünya Bankası’nın İstekleri - OECD Çalışmaları - Avrupa Birliği’nin Öngörüleri - Çağdaş Devlet Normları - Kopenhag Siyasal Ölçütleri Karşısında Türkiye’nin Durumu - Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Maastricht Anlaşması - Minimal Devlet, Yeni Sağ ve Hayek - Değerlendirme ve Sonuç - Temel Çözüm Önerileri - Gözönünde Tutulması Gereken Temel İlkeler -  Yönetim Düzeltimi (Reformu) ya da Düzeltimin Yönetimi - Düzeltim Çalışmalarında İzlenmesi Gerekli Metodoloji

 

 

 

BÖLÜM  2

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİ:

PARLAMENTARİZM

YA DA BAŞKANLIK VE

YARI BAŞKANLIK ÜZERİNE

TARTIŞMALAR

 

Giriş - Başkanlık ve Yarı Başkanlık Rejimi Arayışları - Başkanlık Rejimi ve Parlamenter Sistem Birbirinin Yerine İkame Edilebilir mi? – Cumhurbaşkanı’nın Anayasal Statüsü – Cumhurbaşkanı’nın Seçilme Şekli – Cumhurbaşkanı’nın Görev Süresi - Devlet Denetleme Kurulu - Değerlendirme

 

 

BÖLÜM  3

 

YASAMA:

ULUSAL EGEMENLİĞİN

SOMUTLAŞMA ODAĞI

YA DA POLİTİKANIN MEKKESİ

 

Giriş - Milletvekillerinin Sisteme Karşı Yabancılaşması - TBMM: Yasama Çalışmalarının Etkililiği, Yasama Bürokrasisi ve En Büyük KİT - Yasamanın Denetime İlişkin İşlevlerini Yerine Getirme Düzeyi - İçtüzük Engelleri - Milletvekili Sayısı - Meclis’in Feshi Sorunu - Mevzuat Sorunu - Öneriler

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM  4

 

YÜRÜTME VE YÖNETİM

 

Giriş - Yürütmeye İlişkin Temel Sorunlar - Kamu Hizmetlerinin İçinde Bulunduğu Başarım (Performans) Düşüklüğü - Ehliyet ve Liyakat İlkelerinin Yokluğu - Plutokrasi: Zenginlerin Yönetimi ve Toplumsal Adaletin Kaybolması – Kleptokrasi - Devlet Organlarının Çalışma Koşullarının İçinde Bulunduğu Verimsizlik ve Etkisizlikten Duyulan Sıkıntılar – Sonuçsuzluk  - Yürütmenin Dayanılmaz Ağırlığı - Kara Delikler: Kamuda Finansman Sorunu - Üst Düzey Yöneticilerin Yetkinlik Düzeyi - Kamu Personel Rejimi ve Yönetimi – Türk Kamu Yönetiminde Yönetim Becerisinin ve Yetkinliğinin Geliştirilmesi: Başarım Odaklı Yönetim Biçimine Geçiş Zorunluluğu – Kırtasiyecilik – İsraf - Yetki ve Sorumluluk Dağılımında Dengesizlikler - Yönetimde Denetim Anlayışının Değiştirilmesi Zorunluluğu - Verimli ve Etkili Devlet İçin Enformasyon Teknolojisi - Düzeltim Konusunda İstekler ve Özlemler - Öneriler

 

 

BÖLÜM  5

 

MERKEZİ HÜKÜMETİN

ÖRGÜTLENME BİÇİMİ

VE KOŞULLARI

 

Giriş: Merkezi Hükümetin Merkez Örgütlenmesi ve Yönetimi -  Merkezi Hükümetin Taşra Örgütlenmesi ve Yönetimi - Mülki İdare Amirliği Kariyeri - Bölgeleşme, Hızlı Kentleşme, Kentsel Büyüme ve Sonuçları - İstanbul’un Yönetimi Sorunu - Köy-Kent ve Merkez Köy Kavramları - İl ve İlçeler - Aşırı Merkezcilik ve Merkezde Oluşan Yoğunluğun Azaltılması - Öneriler

 

 

 

BÖLÜM  6

 

YERİNDEN YÖNETİM

VE SORUNLARI

 

Yersel Yerinden Yönetim Sorunları: Yerel Yönetimler - İl Özel İdareleri, Büyük Şehir Belediyeleri, Belediyeler, Köyler ve Mahalleler - Öneriler - Hizmet Yerinden Yönetimi - YÖK ve Üniversiteler -  Öneriler - Ve, RTÜK - Üst Kurullar

BÖLÜM  7

 

YÖNETİMİN YOZLAŞMASI

Susurluk Sendromu: Devlet Yönetiminin Temel Sorunu - Derin Devlet: Devlet ve Yeraltı Suç Örgütleri - Devletin Güvenilirliği - Devlete Güveni Sarsan Nedenler - Faili Meçhul Cinayetler ve Yasa Dışı Kişilerle İlişkiler - Kamu Yönetiminde Rüşvet, Yolsuzluk ve Karapara Aklama - Uluslararası Gelişmeler - Yozlaşma Örnekleri - Yozlaşmanın Ürünü: Çeteler - Öneriler

 

 

BÖLÜM  8

 

GÜNEYDOĞU,

TERÖR VE

İÇ GÜVENLİK

Güneydoğu – Terör - İç Güvenlik ve Haber alma – İrdeleme - Genel Nitelikli Bazı Öneriler

 

 

 

BÖLÜM  9

 

YARGI

 

Giriş - Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğü İlkelerinin Geçerlilik Düzeyi - Adaletin Toplumda Gerçekleştirilebilme Düzeyi - Yargı Bağımsızlığı ve Yargıç Güvencesi - Anayasa Yargısı ile İlgili Temel Sorunlar - En Yüksek Yargı Yeri Konusunda Tartışmalar - Yargı Bürokrasisi: Yargının Hızlı, Etkili ve Verimli İşlemekte Olduğu Yolunda Duyulan Endişelerin Yoğunluğu - Yargılama Süreçlerinin Yetersizliği - Yargıda Ücret ve İnsan Kaynakları Yönetimi Sorunu - Yargının Örgütlenme Sorunları - Yargısal Kolluk  (Adli Polis) - Devlet Güvenlik Mahkemeleri - Öneriler

 

 

BÖLÜM  10

 

İNSAN HAKLARI,

DEMOKRATİKLEŞME,

ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ

VE

ARA REJİMLER

 

Giriş: İnsan Hakları ve Demokratikleşmeye İlişkin Temel Sorunlar - İdam Cezası - İşkence - Düşünce Özgürlüğü, Anlatım Özgürlüğü, Kitle İletişim Araçları ve Basın Özgürlüğünün İçinde Bulunduğu Koşullar - Kürtçe Sorunu - Haberleşme Özgürlüğü Üzerinde Engeller: Telefon Dinleme - Milli Güvenlik Kurulu - Askeri Müdahaleler, Ara Rejimler ve Asker - Sivil Yönetim İlişkileri - 12 Eylül’ün Yargılanması ve Ara Dönemde Çıkan Yasaların Geçerlilik Durumunun Sorgulanması - Demokratik Katılım Süreçleri - Sivil Toplum Kuruluşları: Üçüncü Sektör - Öneriler

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM  11

 

TÜRKİYE’DE

SİYASET,

SİYASETÇİ VE

SİYASAL PARTİLER SORUNU

 

Görünüm - Siyasal Partilerin Kurumsallaşamaması Sorunu - Türkiye’de Politik Etik ve Politikacının Etik Anlayışı - Oligarşik Yönetim Yapısı - Parti İçi Demokrasinin Yetersizliği - Yasa dışı Uygulamalar: Ganimetin Paylaşılması, Yolsuzluk, Rüşvet ve Bağış Sorunu -  Siyasetçinin Kalitesi - Siyasal Partilerin Kapatılması Sorunu - Öteki Ülkelerden Örnekler ve Türkiye İle Karşılaştırılmaları – Öneriler

 

 

 

 

BÖLÜM  12

 

SEÇİM SİSTEMİ

 

Giriş - Temel Sorun Alanları - Bölge Genişliği, Baraj Düzeyi, Tur Sayısı ve İkinci Tercihlere İlişkin Sorunlar - Seçimlerin Finansmanı Sorunu - Adayların Nitelikleri - Seçilenlerin Temel Öncelikleri - Partiler Arası Dayanışma - Seçimlerin Yenilenme Süresi - Öneriler

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM  13

 

EKONOMİK KOŞULLAR VE

ULUSAL EKONOMİNİN

YÖNETİMİ

 

Giriş - Ulusal Ekonominin Yönetim Açmazı: Aktör ve Rol Bolluğu - Aktör ve Rol Bolluğu - Ekonomi ve Devlet: Devletin Ekonomideki Rolü - Özelleştirme – Tahkim - Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası - Bankacılık Sektörü - Yeşil Sermaye ve Bankerlik Sorunu – Borsa - Yüksek Enflasyon ve Yaşam Pahalılığı - İç ve Dış Borçlanma - Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret Hacmi - Bölgelerarası Gelişme Dengesizliği - Kamu Maliyesinin Yeniden Düzenlenmesi - Vergi Adaleti ve Yönetimi - Ekonomik Yolsuzluklar ve Suçlar - Gelir Dağılımı Dengesizliği: Sosyal Devlet – Sonuç ve Ekonominin Yönetim Biçiminin Değerlendirilmesi

 

 

 

BÖLÜM  14

 

BİTİRİRKEN

VE

SONSÖZ

 

Genel Sonuçlar – Temel Değerlendirme – Temel Stratejiler- Değişimin Yönetimi - Sonsöz

 

 

 

 

 

KISA   KAYNAKÇA

 

 



 

ÖNSÖZ

 

Bugüne kadar Türk kamuoyunun ve bilimsel çevrelerin bilgisine ve yararına sunmaya çalıştığım kitaplar arasında hazırlık süresi en fazla zaman alan çalışmam bu kitap olmuştur. 1990’ların ilk yıllarında başlayan konu ile ilgili olgu, belge ve bilgi arşivlemesi çalışmalarım zaman içinde rapor ve makale gibi çeşitli ürünler vermiştir. Çalışmalarım sırasında ulaştığım sonuçlar, yargılar ve değerlendirmeler hem ilgili birimlere ve hem de kamuoyuna iletilmiştir. Ancak, ülkede oluşan son gelişmeler üzerine, konu ile ilgili olarak bugüne kadar yaptığım çalışmaların bu gelişmeler ışığında gözden geçirilmesinde, bulguların yeni kuramsal gelişmelerle bir kez daha bütünleştirilmesinde ve çalışmalarımın son ürünü olacak bir kitap şeklinde topluma sunulmasında yarar gördüm. Bu konuda beni en çok ikna eden neden, devlet yönetimindeki aymazlıklarda ve ülkenin demokratik gelişme çizgisinin önündeki engellerde önemli bir artış olduğunu gözlemlemiş ve özellikle devlet yönetiminde artık yolun sonuna gelinmiş bulunulduğu kararına varmış olmamdır.

 

Elde ettiğim bulgular ve vardığım sonuçlar olumlu, iyimser ve umut verici değildir. Zira, ülkenin borç stoku gayri safi ulusal hasılanın tümüne ve yıllık faiz ödemeleri de yıllık vergi gelirlerinin hemen tamamına ulaşmıştır. Ülke, 80 yıllık cumhuriyet dönemi deneyimine karşın, hala yeterli ölçüde demokratik bir çizgiye ulaşamamıştır. Ancak, bu önemli sorunlar çözümsüz de değildir. Sorunların çözüm yolları ve izlenmesi gereken politika ve stratejiler bellidir. Bunlar, benimle birlikte, çeşitli araştırmacılar tarafından toplumun bilgisine sunulmuştur. Ancak, bu çabalar, önceki benzer çabaların bilinen kaderlerinin akıbetine uğramakta gecikmemektedir. Koçi Bey’den, Defterdar Sarı Mehmet Paşa’ya, Mithat Paşa’dan, Neumark, Barker, Podol ve Gıyas Akdeniz’e ve MEHTAP’dan KAYA’ya kadar değişen çizgide önemli bir sapma olmamıştır.

 

 2000’li yılların başında ülkenin içine düştüğü ekonomik yıkım esas  olarak kamu maliyesinin çökmüş olmasından kaynaklanmaktadır. Kamu maliyesindeki çökmenin önlenmesi kamu yönetiminde gerçekleştirilmesi gereken köktenci değişikliklere ve iyileştirmelere bağlıdır. Kamu yönetimindeki köktenci değişim, yasama, yargı ve demokrasi alanında yapılacak öteki köktenci değişimlerle bütünleştirilmelidir. Bunun adı, devletin ve demokrasinin yeniden yapılanmasıdır. Türkiye bunu başarmak zorundadır.

 

Yoğun bir emek ve uzun bir zaman alan bu çalışmamın Türk devlet yönetimine ve demokratik yaşamına önemli ve kalıcı katkılar getirmesini dilerim. Bu katkıları görmek benim için onur ve mutluluk kaynağı olacaktır.

 

Kitabın hazırlanmasında, son denetimlerinin yapılmasında ve basılmasında yardımlarını esirgemeyen dostlarımı burada anmak isterim. Değerli Hocam Prof. Dr. Cahit Tutum kitabın bu konuma gelmesinde görüş ve eleştirileri ile özverili katkılarda bulunmuştur. Devlet Denetleme Kurulu eski Başkanı Fahri Öztürk de değerli görüşlerini belirtmek zahmetine katlanmıştır. Grafik sanatçısı Ali Akdamar kapak grafiğinin hazırlanmasında ve metnin düzenlemesinde üstün nitelikli katkılarda bulunmuştur. Son olarak belirtmeliyim ki, bu kitabın yayımında iki önemli dostun benim açımdan unutulmaz nitelikte olan destekleri önemli pay sahibidir. Sabancı Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu’nun ve Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Ahmet Evin’in yaptığı katkılar benim için büyük bir anlam taşımaktadır. Tüm bu dostların katkıları yaşamımda bugüne değin karşılaştığım en güzel jestler olarak daima saygıyla anılacaktır.

 

 

Firuz Demir Yaşamış

Sabancı Üniversitesi Yerleşkesi

Tuzla, İstanbul

14 Nisan 2001

 

        BÖLÜM  1

 

        

 

TIKANMANIN NEDENLERİ,

ÇAĞDAŞ DEVLET NORMLARI 

VE DÜZELTİMİN TEMEL İLKELERİ

 

 
 
 
 
 
Giriş

 

Yirmibirinci yüzyıla girmek üzere olan dünya devletler topluluğunun seçkin ve saygın bir üyesi olmak hedefinde kararlı ve ısrarlı olan Türkiye’nin sahip olduğu anayasal, hukuksal ve yönetsel rejimin niteliklerini sorgulayabilmek için, hızla yaklaşmakta olan ve kendisinden önceki dünyaya göre çok değişik parametreler içeren küresel yeni ilişkiler demetinin çağdaş devletin sahip olmasını zorunlu kıldığı özelliklerini saptamak ve bu özelliklerle ülkenin sahip olduğu nitelikler arasında gerçekçilik ve ussallık temeline dayanan kıyaslamalar ve irdelemeler yapmak gerekmektedir.

 

Bu bağlamda, günümüz Türkiye’sinin en güncel ve en çok tartışılan özelliklerinin başında demokratik rejimin hızlı ve etkili karar alma ve çözüm üretme sürecinde içine düştüğü sıkıntılar ve devlet yönetiminin pek çok alanında ortaya çıkan verimli, ekonomik ve etkili olmayan uygulama biçimleri gelmektedir. İnsanımızı yakından etkileyen bu iki alanda önemli sorunların yaşanmakta olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmelidir.

 

Devlet yönetimlerinde çeşitli hastalıklar, bir başka anlatımla, “büro-patolojiler” vardır. Kırtasiyecilik, hizmet üretiminde yavaşlık, hantallık, haksızlık, rüşvet, yolsuzluk ve yönetimde keyfilik gibi “büro-patolojiler” aslında dünyanın her ülkesinde ortaya çıkabilen bürokratik hastalıklardır.

 

Türkiye’de de bu patolojik göstergeler vardır ve giderek artma ve derinleşme eğilimi göstermektedir. Bu durumda, hem demokratik rejimin ve hem de devlet yönetiminin işleyişine müdahale etmek ve her iki sistemi de iyileştirmek gerekmektedir.

 

Esasen, devlet yönetiminde iyileşme çabaları süreklilik isteyen çalışmalardır. Bu tür çalışmaların hiç bir zaman sona ermemesi ve devlet yönetiminin işleyişinde sorun yaratan konular üzerinde sürekli olarak düzeltme, iyileştirme ve geliştirme çalışmalarının yapılması gerekmektedir.

 

Ancak, doğru çözüm önerilerinin geliştirilebilmesi için öncelikle sorunları isabetli tanımlamak ve bu sorunları ortaya çıkaran nedenlere geçerli tanılar koymak gerekmektedir. Konulan tanıların doğruluğu oranında güçlü ve etkili çözümler üretebilmek olanaklı olabilecektir.

 

Ülkemizde, yeni devlet düzeni oluştururken sorgulanması gereken temel konular şunlar olmalıdır:

 

·     Türkiye’de, üçüncü bin yılın başlarında, devletin yasama, yürütme ve yargıdan oluşan tüm organlarının yeniden yapılanmasını ya da düzeltimini gerektiren nedenler nelerdir?

·     Türkiye’de demokrasinin daha iyi konuma getirilmesini gerektiren nedenler nelerdir?

·     Hem devletin yeniden yapılanması ve hem de demokratik kurum ve süreçlerin daha iyi bir konuma getirilmesi yolunda başvurulabilecek ve uluslararası geçerliliği olan normlar var mıdır?

 

Devletin Yeniden Yapılanması Gerekliliği

 

Türkiye’de devletin yeniden yapılanması konusunda oluşan gereksinimi en fazla ölçüde dile getirenlerden biri dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dir. Demirel, 1960 yılların önemli çalışması MEHTAP Raporu’nu hazırlayan kurulun üyesi olarak da görev yapmıştır. Belki de bu ilişki, Demirel’in, özellikle Cumhurbaşkanlığı görevine geldikten sonra, konu üzerinde daha fazla durması için temel neden olmuştur.

 

Demirel, Erciyes Üniversitesi’nin bazı kurumlarının açılması için Kayseri’de yaptığı bir konuşmada devletin düzeltime ihtiyacı olduğunu söylemiştir. Demirel, bu konudaki görüşlerini açıklarken, devletin daha iyi işlemesi ve ülkenin daha az masrafla ve daha iyi idare edilmesi gerektiğini belirtmektedir. Devlet yönetiminin tüm alanlarında reform yapılmasının kaçınılmaz olduğunu bildiren Demirel, yanlışlığı, verimsizliği ve ağır bürokrasiyi kimsenin savunmaması gerektiğini söylemekte ve bunun aksini yapmanın kendi kendini cezalandırmak ve kaynakları israf etmek anlamına geleceğine işaret etmektedir.

 

Türkiye’nin yönetiminde uzun yıllar görev  ve sorumluluk almış bir politikacının bu yargısı oldukça önemlidir. Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı’nda uzun yıllar geçiren bir kimsenin hem devletin ve hem de demokrasinin bir bütün ve toplu olarak yeniden kurulması yolundaki sözleri Türkiye’de bir devlet düzeltimine olan gereksinmeyi açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

O halde, düzeltimi gerekli kılan nedenler nelerdir? Düzeltimde göz önünde tutulması gereken ana ilkeler neler olmalıdır? Ne gibi çözüm yolları üzerinde durulmalıdır?

 

Bu kitabın amacı bu sorulara yanıt verebilen bir odak  noktası olabilmektir.

 

Cumhuriyet ve Demokrasinin Nitelikleri ve Devletin Rolü: Yönetemeyen Devlet ve İşlemeyen Demokrasi

 

Günümüz Türkiyesi, cumhuriyet ve demokrasi konusunda bazı önemli sorulara tatmin edici yanıtlar aramaktadır:

 

·     Anayasa’nın tanımladığı anlamda bir Cumhuriyet’e sahip miyiz?

·     Türkiye’deki demokratik anlayışın, evrensel demokratik anlayış karşısındaki yeri neresidir?

·     “Demokrasi” ile “cumhuriyet” arasında bir çelişki var mıdır?

·     Türkiye’de devlet yönetiminin içinde bulunduğu genel özellikler ve koşullar nelerdir?

 

Bu temel sorulara yanıt arayanların iki ana gruba ayrıldıkları görülmektedir. Bu tartışmaların ayrıntılarına girmeden hemen belirtmek gerekirki, Anayasa da dahil olmak üzere, yasal düzenlemelerde yer alan ilke ve kurallar Türkiye’nin hem bir cumhuriyet ve hem de bir demokrasi olduğunu göstermektedir. Cumhuriyet kurallar rejimi demektir. Cumhuriyet halkın halk tarafından yönetilmesi demektir. Cumhuriyet ulusal egemenlik demektir. Cumhuriyet egemenliğin bir aileye ya da zümreye ait olmasını ve egemenliğin miras yoluyla geçişini reddetmek demektir. [1]

 

Bunlar kuşkusuz Türkiye’de gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, demokrasi, esas olarak, ülkeyi yönetecek olanların siyasal partiler oluşturarak açık, serbest ve genel seçimlerle işbaşına geldikleri rejimin adıdır. Kuşkusuz, Türkiye’de bu da gerçekleşmiştir. Buna karşın, Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasi esaslı ölçüde sorgulanmaktadır.  Bu sorgulamanın temelinde ise cumhuriyet ve demokrasinin niceliksel yeterlilikleri değil niteliksel ve içeriksel yetersizlikleri irdeleme konusu yapılmaktadır. Cumhuriyet ve demokrasinin kuramsal yönü, yani kağıt üzerinde yazılanları değil, uygulamada ortaya çıkan biçimi sorgulanmaktadır.

 

Bu bağlamda cumhuriyet bir tartışma konusudur. Devletin temel özellikleri olan sosyallik, hukuk devleti olmak ve laiklik ciddi tartışmalara konu olmakta ve geliştirilmeleri yönünde ağır baskılar ortaya çıkmaktadır.

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyallik niteliğinin yeterli olmadığı söylenmektedir. Sosyal devlet, Avrupa Sosyal Şartı’nda da belirtildiği üzere, iş ve işçi ilişkilerinde köktenci nitelikte düzenlemeler getiren ve yurttaşların toplumsal gönencini en iyi şekilde gerçekleştiren devlettir. Türkiye’de bu düzenlemeler bazı eksiklikleri ile (örneğin kamu görevlilerinin grev ve toplu sözleşme hakkı gibi) gerçekleştirilmiş sayılabilir. Ancak, sosyal devlet aynı zamanda sınıflar arasında fırsat eşitliğini güvence altına alan, bireyler ve bölgeler arasında gelir dağılımı eşitliğini sağlayan ve toplumsal açıdan dezavantajlı grupları (bebek, çocuk, genç, kadın, yaşlı ve engelliler gibi) koruyup gözeten devlettir. 

 

Türkiye gelir dağılımı açısından dünyanın en olumsuz tablolarından birini sergilemektedir. Bireyler ve bölgeler arasında gelir dağılımı eşitsizliği, azalmak bir yana her geçen gün daha da artmaktadır. Yaklaşık son 30 yıla damgasını vuran enflasyonist ve monetarist maliye politikaları enflasyonu bir vergi aracı şekline dönüştürmüştür. Bireyler arasındaki gelir ve servet düzeyini gözönüne almaksızın herkese aynı oranda uygulanan vergi niteliğindeki enflasyon dar ve sabit gelirlilerin ya da emeklerini pazarlama olanağına sahip olmayanların ulusal gelir pastasından aldıkları payın azalmasına neden olmuştur. Emek değil, rant ön plana çıkmıştır. Çalışmak değil, çalışmamak esas olmuştur. Yatırım değil, mevduat gözde olmuştur.

 

Cumhuriyetin hukuk devleti olmak iddiası sıklıkla sorgulanmaktadır. Siyasallaştırılan yargı, uygulanmayan yargı kararları, küçük ve ödenebilir tazminatlarla keyfi yönetime yargı aracılığıyla olanak sağlanması, evlerinde aniden basılarak öldürülen insanlar, cezaevlerine yapılan baskınlarla katledilen mahkumlar, faili meçhul cinayetler, polis sorgusu sırasında meydana gelen ölümler, işkence ve kötü davranış ve verilebilecek pek çok örnek ülkede hukuk devletinin tam olarak yerleştirilemediğini ve hukukun üstünlüğü kavramından uzak bulunulduğunu göstermektedir. Hukuk devleti herşeyden önce keyfi yönetimden uzak olmak ve kurallara bağlı kalmaktır. Yönetimin ve yöneticinin keyfi davranmak hakkı cumhuriyet rejimi ile bağdaşamaz. Bu nedenle, “Anayasa’nın bir kez çiğnenmesi”, “yaptım oldu” anlayışı ve “verdimse ben verdim” yaklaşımı hukuk devletinin yetersizliğini kanıtlayan temel göstergeleridir. Çıkar, şiddet ve devlet üçlüsüne dayalı anlayış hukuk devletini değil çıkar devletini yaratır. Yönetim, “çete”lere boyun eğecek duruma gelir. Bu, hukuk devletinin esaslı ölçüde zarar görmesi demektir.

 

Cumhuriyetin sorgulanan bir başka temel özelliği de laiklik ile ilgilidir. Bazı düşünürler Türkiye’de din ve inanç özgürlüğünün olmadığını ve laiklik uygulamalarının din ve inanç özgürlüğünün yerine getirilmesini önlediğini ileri sürmektedirler. Başörtüsü simgesi ile ortaya çıkan gruplar, inançlarına uygun tarzda giyinemediklerini belirtmektedirler. Buna karşılık, devleti, “islam” dinini diğer dinlere göre daha fazla benimseyen ve yalnızca bir mezhebe göre dinsel kamu hizmeti veren ve öteki inanç türlerini dikkate almayan bir siyasal yapılaşma olarak gören ve bu durumu laiklik kavramıyla bağdaştırmayanlar vardır. Aynı noktada yer almakla birlikte pozitif hukuku kaldırarak dinsel esaslara dayalı bir yaşam biçimini gerçekleştirmeyi amaçlayan, bu amaçla silahlı gruplar kuran, yurt dışında eğitim veren, örgütlenen, yurt dışından akçalı yardım alan ve silahlı suikastler düzenleyen gruplar bu çizgiyi din ve inanç özgürlüğünün güvence altına alınması noktasından toplum ve devlet yaşamının dinsel inanç ve kurallara göre yeniden şekillenmesini isteyen bir çizgiye taşımaktadırlar. Son zamanlarda gündeme getirilen “ahkam hükümleri”, “pozitif hukuk” ve “irtica” tartışması bu iki aşırı noktayı dengelemeye çalışan bir sentez yaratma girişimi olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Cumhuriyet rejiminin temel ilkelerine yönelik bu sorgulamalar yanında, demokratik rejimin niteliksel yeterliliği de sorgulama konusudur. Önde gelen eleştirilerden biri demokrasinin çoğunluğun baskıcı yönetimi değil, azınlığın haklarını koruyan ve güvence altına alan bir sistem olması gerektiğidir. Özellikle güneydoğu sorunsalı üzerinde odaklanan bu tartışma etnik kimliğini Türk çizgisinden ayrı görenlere kendi dillerini konuşma, eğitim verme ve kendi kültürlerini yaşatma konusunda yeterli yasal olanakların verilmediğini ileri sürmektedir. Aynı şekilde, demokrasiye içerik ve zenginlik kazandıran çoğulculuğun da Türk demokratik sistemi içinde yeteri kadar gelişemediği belirtilmektedir. Demokratik hakların dört ya da beş yıl içinde yalnızca bir veya iki kez kullanılabildiğini belirtenler referandum, geri çağırma, kanun teklif edebilme ve karar almada daha geniş katılım (sosyo-ekonomik konsey gibi) istemektedirler. Bu savlar, bir anlamda, sivil toplum kuruluşları ya da hükümet dışı kuruluşlar olarak bilinen ve gönüllülük esasına dayalı örgütlenmelerin sayıca çoğalmasını ve yetkinleşmesini öngörmektedir. Ülke bir yandan AKUT gibi iyi örnekler yaşarken öte yandan Kızılay, Türk Hava Kurumu ve Türkiye Şoförler ve Otomobilciler Konfederasyonu gibi çok üyeli sivil toplum kuruluşlarının yönetimlerinin kayyuma bırakılması gerçeği ya da olasılığı ile karşı karşıya gelmiştir.

 

Bu bağlamda eksikliği öne sürülen kavramlardan biri de uzlaşmacı demokrasi kavramıdır. Farklı kültürleri ve anlayışları biraraya getirebilen, hoşgörü ve birbirlerinden şüphe etmekten çok karşılıklı güven anlayışına dayalı ve çelişkileri güç kaynağı şekline dönüştürebilen bir demokrasi anlayışı istenmektedir. Bu yolda verilen iki örnekden biri ABD ve diğeri de AB’dir. ABD bir “eritme potası” olarak çok farklı kimlikleri içinde barındırabilmiştir. AB ise Avrupa’nın çok farklı kimliklerini ve özelliklerini belirli bir siyasal rejim çerçevesinde uzlaştırabilmiştir. Şimdi de en büyük sınavına hazırlanmakta ve bir islam toplumunu, Türkiye’yi, kendi hristiyan anlayış biçimi ile bağdaştırmaya çalışmaktadır.

 

Türk demokrasisinin eleştirilen yönlerinden biri de siyasal yozlaşmaya ve ganimet sitemine açık olmasıdır. Demokrasinin ana aktörlerinin genel ve özel nitelikleri Türk demokrasisini paylaşma ve soygun olgusu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu bağlamda açıklıkla belirtilmelidir ki, demokrasilerde siyasal süreçler ulusal iradenin toplum ve halk çıkarlarına uygun olarak gerçekleşmesini sağlayabilmelidir.

 

Oy kaygısı ile Cumhuriyet’in temel niteliklerinden ödün vermek, elde kutsal Kuran ile siyasal nutuklar atmak, başörtüsü ticareti yapmak, “iyi” ya da “kötü” tarikat liderlerine ödünler vermek, meclis soruşturma komisyonlarında karşılıklı olarak birbirlerini aklamak, ihaleye fesat karıştırırken yakalanmak ve daha sonra af yasası yoluyla Yüce Divan’dan kurtulmak “demokrasinin cumhuriyeti öldürmesi” ya da “demokrasinin kendi kendini öldürmesi” olarak nitelendirilmektedir. Zira, yukarıda verilen örnekler hem cumhuriyet temsilcileri tarafından yapılmıştır ve hem de demokratik yoldan gerçekleştirilmiştir. Bu nedenle tartışma ortamına gelen soru “demokrasinin mi cumhuriyeti, yoksa cumhuriyetin mi demokrasiyi yönettiği” sorusudur.

 

Demokramiz, özellikle insan hakları ve hukuk devleti açısından eksiklikler taşımaktadır. Aslında, Cumhuriyet çok partili rejime yönelik olarak tasarlanmıştır. Cumhuriyetin demokratik yetersizliğinin nedeni, cumhuriyet rejiminin kendisi değil Cumhuriyet’in içini bugüne kadar yeterince dolduramayan yeteneksiz ve yetersiz siyasal kadrolardır. Bu bağlamda sorulması gereken bir başka temel soru da şu olmalıdır: Demokrasinin geliştirilmesi amacıyla da olsa Cumhuriyetin temel ilkelerini yıkma hak ve özgürlüğü var mıdır? Ya da, demokrasiyle iktidara gelip, demokrasi adına demokrasi ortadan kaldırılabilir mi?

 

Demokrasiye yönelik eleştiriler temel insan hak ve özgürlüklerinden, devlet yapılanmasında değişiklik yapılmasına, seçim sistemine ve siyasal partilere kadar değişen bir yelpazede yer alabilmektedir. Bu bağlamda ilginç çalışmaları olan TÜSİAD’ın birinci ve ikinci demokrasi raporlarında yapılan öneriler şu noktaları kapsamaktadır: milletvekili seçilme yaşının indirilmesi, yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, Genekurmay Başkanlığı’nın Başbakanlık yerine Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması, azınlıkların kendi dillerini konuşabilmeleri, düşünce ve anlatım özgürlüğünün önündeki tüm yasal engellerin kaldırılması (Terörle Mücadele Kanunu’nun 8 inci maddesi, TCK’nun 158, 159, 311 ve 312 nci maddeleri), siyasi parti kurma konusundaki yasaklar, siyasi partilerin örgütlenme biçimi konusundaki yasaklar, partiler üzerindeki denetim sistemi, siyasi partilere üye olma konusunda sınırlamalar, ön seçim sistemine ilişkin düzenlemeler, siyasi parti etkinlikleri üzerindeki yasaklamalar, siyasal partiler arasında dayanışma, iç güvenlik birimlerinin çalışma biçimleri, işkence, kişi dokunulmazlığı ihlalleri,  infaz sistemi, din öğretimi, Kuran kurslarının denetimi, dernek kurma hakkı, sendika kurma hakkı,  kamu görevlilerinin sendikal hakları, yargı bağımsızlığı, Devlet Güvenlik Mahkemeleri, yasama dokunulmazlığı, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin düzenlenmesi, idam cezasının  kaldırılması ve  kamu yönetiminin denetiminde etkililik. 

 

Türkiye’de devletin ve demokrasinin içinde bulunduğu yetersizlik ortamı çok ciddi eleştirilerin konusu olmaktadır. Devlet Başkanı’ndan başbakanlara, siyasal parti liderlerine, aydınlara ve sokaktaki isimsizlere kadar değişebilen hemen her kesim devleti, demokrasiyi ve insan haklarını ciddi yetersizlik, eksiklik ve  etkisizlikle suçlamaktadır.

 

Devlet hantaldır. 1999 Ağustos depremiyle bu gerçek gün gibi ışığa çıkmıştır. Hantallık konusundaki söylemi en geniş alana yayan ise dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel olmuştur. Demirel, devletin daha iyi işlemesi gerektiğini ısrarla söylemiştir. Bu yoldaki ilk çarpıcı açıklamaları yapan Demirel’in seçtiği slogan oldukça anlamlıdır: “Bu rejim, artık böyle gitmez”. Demirel “Türkiye daha iyi yönetilmeli. Artık, bu kargaşa ile bir yere gitmemiz mümkün değil. Devletin baştan sona reforma ihtiyacı var”  [2] demektedir. Demirel’in şu sözleri ise bu konudaki gereksinimi açıklıkla ortaya koymaktadır: “Tepeden tırnağa her şeyimizi düzenlemeliyiz. Siyasi sistemde siyasetten halkı uzaklaştıracak değil, sahip çıkacak şekilde düzeltmeler yapmalıyız.” [3] Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel, 1 Ekim 1997 günü, TBMM’yi açarken asıl hedefin “devlet reformu”nun gerçekleştirilmesi olması gerektiğini belirterek şu sözleri kullanmıştır: “Yürütmenin yasama karşısında bağımsızlaştırılmasını, aynı zamanda yasamanın da yürütmeyi daha iyi denetlemesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulması çağdaş demokrasilerde üzerinde durulan bir konudur. Bu meselenin ülkemizde de en geniş biçimde ve derinliğine tartışılmasında yarar bulunmaktadır… Demokrasiyi daha iyi işletmek ve hukuk devletini güçlendirmek, demokratik cumhuriyetin temel hedefleri olmalıdır.” [4]

 

Bir başka söylevinde de “iyi devlet” kavramını tanımlayan Cumhurbaşkanı, Churchill’in “gece yarısı alaca karanlıkta evinizin kapısını çalan, sabah içilecek sütü getiren sütçüden başka biri değildir” sözlerine atıfta bulunarak “gelen şerir veya eşkiya olmadığı takdirde devlet iyi devlettir” diyordu.  [5]

 

Yine bir başka konuşmasında Türkiye’de “idari devrim” yapılması gerektiğini söyleyen Demirel şu sözleri kullanmaktadır: “Biz üniter devletiz. Buna zarar gelir diye eyalet sistemini düşünmüyoruz. Düşünmediğimiz için de merkeziyetçiliğe saplanıp kalmışız.”  [6]

 

Demirel, Milliyet’den Hasan Cemal’e verdiği bir mülakakatta devlette yapılması gereken yapısal değişikliğin şu alanları kapsaması gerektiğini belirtmektedir: “…Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi… Türkiye’nin sade Ankara’dan yönetilir olmaktan çıkarılması... Devletin ekonomide küçülmesi. Yani devletin tam bir özelleştirmeyle bankalardan, üretimden elini ayağını tümüyle çekmesi… Bu konuda Demirel ‘bütün korrapsiyon, yani rüşvet, yolsuzluk bundan kaynaklanmakta’ diyor… Halkın siyaseti yakın markaja alabilmesi, sahiplenebilmesi için iki adım atılması: Cumhurbaşkanını mutlaka halka seçtirmek ve dar bölgeli seçim sistemini kabul etmek...  Devlette yapısal değişme. Ancak Devletin üniter yapısından vazgeçmemek…”  [7]

 

Demirel, bu önemli mülakatında Anayasa değişikliği için önerilerini de şu şekilde ortaya koymaktadır: “Demokratik kurumlar; hukukun üstünlüğü, kanun hakimiyeti, şeffaflık, katılımcılık, tüm insan haklarının ve özgürlüklerinin korunması, çağdaş evrensel değerlerdir… Bu değişikliklerin en önemlilerinden biri, toplumun bünyesinde çoğulculuğun yayılmasıdır… Örgütlü, belde, ülke ve dünya sorunlarıyla yakından ilgili, haklarını bilen, demokratik refleksi olan bir toplum, demokratik sistemin ön şartıdır. Devletin gücünü azaltıp, toplumun ekonomik gücünü büyütmek gerekecektir. Halkın tüm bilgi, haber ve enformasyona tam ve doğru sahip olabilmesi… demokrasinin iyi işlemesi için vageçilmez bir şarttır…” [8]

 

Bu konuda dikkat çekici görüşler belirten ve devleti “Prokrustes devlet” [9] olarak nitelendiren Mesut Yılmaz yaptığı çözümlemeler sonucunda “Devlet çürümüştür” yargısına varmakta ve şunları söylemektedir: “Katı merkeziyetçi, hantal devlet yapısının elindeki olanakların nasıl heba olduğu her gün görülüyor. Demokrasi sadece biçimsel değil, gerçek anlamda da güçlendirilmeli. Hak ve hürriyetlerin genişletilmesi devleti tehdit eden değil, devleti daha güçlü ve daimi kılacak temel unsur görülmeli.”  [10]

 

Yılmaz, devlet düzeltimi konusundaki ilginç söylemine şu şekilde devam etmektedir: “Asırlardır ‘Allah devlete zeval vermesin’ diyen milletimiz. ‘Allah devlet kapısına düşürmesin’ noktasına gelmiştir. Cumhuriyet amacına ulaşamamış, tek parti yapısı korunmuş, siyasi çoğulculuğa hoşgörü ile bakılamamış… Ekonomide de durum farklı değil. Yoksulluk radikalizmi getirmiş, irtica ile mücadelede yanlışlar, bölücü terör de devletin dengelerini bozmuş, radikalleşme derinleşmiş… Devlet yeniden yapılandırılmalı; kutsal değil, saygın devlet olmalı. Devlet odaklı kafalar değişmeli...”  [11]

 

Bir başka parti lideri olan Hüsamettin Cindoruk da konu üzerindeki görüşlerini “Çetelerin cirit attığı ülkede devletin sorgulanması gerekir” diyerek sloganlaştırmaktadır.

 

Adli yılın açılması nedeniyle yaptığı konuşmada, Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk yeniden yapılanmanın anayasa ile ilgili bölümüne dikkati çekmiş ve yürürlükteki Anayasa’nın “meşruluk debisinin sıfıra yaklaştığını, tehditle ve fesada uğratılmış bir iradeyle halka benimsetildiğini, kurşun yerine oy kullanılarak kabul ettirildiğini, ferman anayasası olduğunu, elbise dolabında bekleyen balo elbisesi olduğunu” belirterek Anayasa’nın meşruluktan yoksun olduğunu ve geçersiz olduğunu söylemiştir. Selçuk’a göre “Türkiye anayasalı devlettir; ama anayasal bir devlet değildir.” Bu söylem Türkiye’de devlet yönetiminin ve demokrasinin yeniden yapılandırılmasının gerekliliğini en açık şekilde ortaya koyan bir biçem içermektedir. [12]

 

1982 Anayasası, ciddiye alınması gereken, çevrelerce bütünüyle reddedilmektedir.

 

Bu görüş sivil toplum örgütleri tarafından da paylaşılmaktadır. “Demokrasi İçin Sivil Toplum Girişimi” adlı topluluk Türkiye’de yurttaş odaklı, sivil ve demokratik bir anayasaya gereksinim olduğunu belirtmektedir. Girişim tarafından yapılan çağrıda Türkiye’nin siyasal, yönetsel ve hukuksal yapısının köhneleştiği, demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yaşama geçirilmesiyle, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne dayanan bir düzenin kurulmasıyla ülkenin önünün açılabileceği belirtilmektedir.

 

Yargının bir başka önemli temsilcisi olan Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş ise “bu Meclis’le olmaz” diyerek yasama organının ülkenin sorunlarını çözme konusundaki yeterliliği ile ilgili kuşkularını dile getirmektedir. Savaş, Cumhuriyete sahip çıkmaları için vatandaşlara uyarıda bulunmakta ve yarının çok geç olabileceğini söylemektedir. Bu bağlamda yaptığı önerilerin bir kesimi, temel hak ve özgürlüklerin devlet çıkarlarını korumak için sınırlandırılmasını öngörse de, bu isteklerin aslında kendisinin İBDA-C’nin ölüm listesinde yer almasından ötürü duyulan tepkiyle açıklanması gerekmektedir. Bu bağlamda polise güçlü yetkiler verilmesini, basına sansür uygulanabilmesini, telefon dinleme ve posta incelemenin meşrulaştırılmasını, cezaevlerinin kurtarılmış bölge olmaktan çıkartılmasını, teröristlerin askeri cezaevlerine alınmasını ve TCK’nun 163 üncü maddesine benzer yeni bir düzenlemenin gerekli olduğunu belirten Savaş “parlamentonun bugünkü yapısıyla açıkladığım önlemlerin bir tekini bile aldıramayacağını ve bu yüzden terörün artarak devam edeceğini, faili meçhul cinayetlerin bu yüzden aydınlanamayacağını biliyorum” demiştir. Bu yaklaşım yargının, yasama hakkındaki kuşku ve eleştirilerinin ne denli büyük olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. [13]

 

Tartışmalara katılan sermaye temsilcileri de benzer sözler kullanmaktadırlar. Örneğin, Bülent Ezcacıbaşı TÜSİAD tarafından düzenlenen bir toplantıda Türkiye’de siyasi sistemin, yargı, yasama ve yürütme üçlüsü arasındaki dengenin bozuk olduğunun, kuvvetler ayrılığı ilkesinin artık kağıt üzerinde kaldığının herkes tarafından bilindiğini söylemekte ve “reform talebini toplum hissettirmeye başlamıştır” demektedir. [14]

 

Eczacıbaşı, TÜSİAD’ın siyasi sistemin iflas ettiğini tespit ettiğini açıkladığı toplantıda, TÜSİAD adına yaptığı konuşmada şunları söylemektedir: “Türkiye’de … Partisi sorunu yoktur, asker sorunu yoktur, basiretsiz liderler sorunu yoktur, sorumsuz politikacılar sorunu yoktur. Türkiye’de siyasi sistem sorunu vardır. Sorun, Türkiye’yi uzun vadeli siyasi istikrara kavuşturma sorunudur… Sorun milletin gerçek anlamda kendi temsilcilerini seçmesini ve görevlendirmesini sağlayacak sistemi oluşturmak sorunudur. Kökleri siyasetten beslenen yozlaşma tüm toplumu sarıyor.” [15]

 

Türkiye’nin vizyonunu tartışma konusu yapan Şükrü Elekdağ ise sistem düzeltimi gereksinimini şu sözlerle ortaya koymaktadır: “Türkiye, 21. asra Avrasya’da bölgesel bir güç olmaya aday bir ülke olarak girmelidir. Türkiye’nin tarihi misyonu budur. Ve Türkiye bu ulusal hedefi gerçekleştirebilecek potansiyele sahiptir. Türkiye’nin bu tarihi rolü üstlenebilmesinin ön koşulu siyasi istikrar ve etkin yönetimdir. Türkiye’nin önündeki dev boyutlu sosyo-ekonomik sorunlara cesaretle el atabilecek ve bunlara sağlıklı çözümler üretebilecek, devleti yeraltı suç örgütleri, çete ve rüşvet pisliğinden temizleyecek, uzun ömürlü, istikrarlı ve güçlü çoğunluk hükümetlerine ihtiyacı vardır. Bu amacı sağlamaya yönelik köklü bir sistem reformu Türkiye için yaşamsal önemdedir. Bu reformların, seçim sisteminin ve siyasi parti yasasının değiştirilmesine ilaveten yönetemez hale gelmiş olan demokrasimizin tüm aksak ve eksik yönlerinin düzeltilmesini öngörmesi zorunludur.”  Elekdağ siyasi sistem düzeltiminin şu alanları kapsaması gerektiğini belirtmektedir: “Nisbi seçim sisteminin çok parçalı siyasi parti ortamında uygulanması sürekli istikrarsızlığa yol açıyor… Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanamaması sistemin dejenere olmasına yol açıyor… Yürütme görevini yerine getiremiyor… Parti içi demokrasi yokluğu halkın siyasete katılımını engelliyor… Yüzde 10 baraj müthiş bir adaletsizlik yaratıyor.”  [16]

 

Sistemin çökmüş olduğuna inanan bir yazar olan Bekir Coşkun köşseinde şunları yazmaktadır: “Cumhuriyet’i çökerttiler. Kurum ve kavramlarını bir bir işlemez hale getirip, toplumu kendi sisteminden yaka silker hale soktular… İnsanların kaçıp sığınacakları hiç bir kurum yok. Parlamento, yargı, yürütme… Siyasetçilerin şebekeleştiği, bürokratların mafyalaştığı, güvenlik güçlerinin çeteleştiği bir sistem, ne olursa olsun ayakta durup yaşayabilir mi?.. 1930’larda, 1940’larda tıkır tıkır çalışan cumhuriyet 1980’lerde, 1990’larda çöktü…”  [17]

 

Benzer bir anlatım da, Washington Post’da yazan Bülent Alirıza’dan gelmektedir: “… Son dönemde girişim ruhu nedeniyle övülen Türk özel sektörü, becerilerini sadece hükümetle ilişkilerinde kullanır. Türkiye’de son 20 yılda harcanan tüm çabalara karşın devletin ekonomideki ağırlığı çok fazladır. Türk şirketler, politikacı ve bürokratlara ulaşmak için yasal ve ahlaki sınırlara pek aldırmaz. En güçlüler, ellerindeki gazete ve TV kanallarını kullanır. Yolsuzluk yerel bürokrasiye kadar indiği için yapı standartları uygulanmaz, depremler yüksek can kayıplarına yol açar…” [18]

 

Sermaye-siyaset ilişkilerinin, aynı zamanda yeraltı suç örgütleri-devlet ilişkilerinin de temel belirleyicisi olduğunu belirten Zeynep Atikkan, “crony” olarak nitelendirdiği kapitalizm türünde siyasal iktidarın kolladığı çevresine ulufe dağıttığını söylemekte ve Türkiye’de “crony”-yeraltı suç örgütleri türü bir sentezin egemen olduğunu belirtmektedir. Atikkan’a göre, “önemli ihaleler, özelleştirmeler hem hükümete yakın olan çevrelere hem de yeraltı suç örgütlerine” verilmektedir.  [19]

 

Atikkan, Türkiye’nin alışılagelmiş ve yürürlükte olan “normal” devlet ve yönetim normlarını sıraladığı bir yazısında da şu sözlere yer vermektedir:  “… (O) normaller fay hattının göbeğine en çürük binayı oturtmaktı. Belediyelerin rant kutusundan eşine dostuna avanta dağıtmasıydı. Bu avanta ve kırışma düzeninin ‘yerel yönetimler güçleniyor’ korosu tarafından uluorta savunulmasıydı… Güç odaklarının siyasi erkin çevresini sarıp çıkarlarını dayatmasıydı… Kayıt dışı ekonominin kayıtsız şartsız gücüydü. Arsızlığıydı. Kayda geçmemek için sürdürdüğü direnişi sağcı, solcu, milliyetçi, İslamcı her çeşit iktidara dayatmasıydı… Niteliksiz insanların yönetime gelmesi ve A tipi yağcılıkla pohpohlamasıydı. Sahte şöhretlerin ortada dolaşmasıydı… Deprem öncesi Türkiye normalleri Susurluk’tu. Susurluk’u boğuntuya getirme ittifaklarıydı. Hesaplarıydı. Türkiye’nin demokratikleşmesi ve şeffaflaşması için atılacak her adım karşısına Türkiye normalleri lobisinin dikilmesiydi… Düşüncenin cezalandırılmasının doğal karşılanmasıydı… Sırf vitrin süslesin diye siyaset sahnesine kadın lider indirmekti. Servetinin kaynağını açıklayamamış bir siyasetçinin başbakan olmasını sineye çekebilmekti... Ülkede her türlü fedakarlığın ücretli kesime yüklenmesine bağışıklık kazanmaktı. Gelir dağılımındaki bozukluğu görmezlikten gelmeye alışmaktı… Fay hattının üzerine dikilen gecekonduları, apartkonduları ‘işte gelişme’ diye yutturmaktı. Kanunları binalara uydurma yaratıcılığı ve vizyonuydu. ‘Anayasa bir kere delinse ne olur’a indirgenmiş liberalizmin Türkiye’nin ölçülerine çok uyacağını söyleyebilmekti… Bilim adamına ve uzmana aptal, fayın üstüne çürük bina dikene başarılı ve becerikli demekti. Ülkeyi bilim ve teknoloji ikliminin dışına itip ekonomiyi rantçılığın merkezi yapmaktı. Ve bununla gururlanmaktı…” [20]

 

Umutsuzluk belirtenlerden bir başkası olan Mümtaz Soysal, Ahmet Taner Kışlalı’nın öldürülmesi üzerine şunları yazmaktadır: “Ne yapmalıyız? sorusunu yanıtlamak kolay değildir. Ama, yanıtlamadan da olmaz… Aldatıcı, daha doğrusu avutucu yanıtlar eksik değildir. Anayasa değişikliği gibi. Oysa, bu konuda şimdiki meclise bel bağlamanın nafileliğini görmemek mümkün mü? Böyle siyasal kadronun yapacağı değişiklikten ya da ortaya koyacağı yeni Anayasa’dan kimseye hayır gelmeyeceği ve yapılanın eskisini aratacağı belli. Kamu hizmeti, idari yargı ve tahkim konularında yapılanlar ortada.” [21]

 

İleriki bölümlerde yeniden ele alınacak olmakla birlikte, devlet içine sızmış ve devlet olanaklarını kimi zaman devlet çıkarları adına ve kimi zaman kendi kişisel çıkarları uğruna yasa dışı yollarla kullanan örgütler de Türkiye’de devletin yeniden yapılanması konusunda son derecede ciddi nedenler ortaya koymaktadır. “Derin devlet” sıfatıyla simgeleştirilmek istenen bu olgu devlet yönetiminin tüm organları itibarıyla esaslı bir yozlaşma ve çürüme eğilimi içinde olduğunu göstermektedir.

 

Bu konudaki en çarpıcı açıklamaların yer aldığı belge ise, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinden sonra kurulan TBMM Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu’nun raporudur.  Bu komisyon 1975-1994 yılları arasında ülkede 908 faili meçhul cinayet işlendiğini saptamıştır.  En fazla ölümlerin ise 1992 ve 1993’de meydana geldiği anlaşılmaktadır. Komisyon Başkanı Sadık Avundukoğlu “O günden bu yana hiç bir şey değişmedi. Rapor Genel Kurul’da görüşülmeden kadük oldu. Meclis, kendi kurdurduğu komisyonun raporunu gündeme alamadı. Devlet alınması gereken önlemlere duyarsız kalıyor” [22] demektedir. Raporu hazırlayan hakim raportör Akman Akyürek’in şüpheli ölümü ve onlarca helikopter varken heyetin çalışmaları için helikopter verilmemesi, DGM’nin komisyona dosya gönderme istemlerini kabul etmemesi “devletin suçlandığı” iddia edilen raporla ilgili tutumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Raporun sonuç bölümünde yer verilen şu açıklamalar son derecede önemlidir: “yargı organlarınca soru sorulamayan bu örgütler istedikleri gibi devlet iradesine hakim olmakta ve devleti her türlü emellerine alet edebilmektedirler. Bu örgütler hiç bir yasal dayanağı olmamasına rağmen istedikleri insana silah taşıma izni verebilmekte ve gizli korucu adı altında görevlendirebilmektedir.” [23]

 

Yine ileride yeniden ele alınacak olmakla birlikte, burada belirtilmesi gereken bir başka önemli konu da ülkenin ekonomi-politik düzeniyle ilgilidir. Özellikle doğu blokunun çöküşünden sonra rakipsiz kalan liberal piyasa ekonomisi toplumsal adalet ve eşitlik bağlamında önemli eleştirilere konu olmaktadır. Türkiye ise liberal akımların kesin etkisinde kalmakla birlikte nasıl bir piyasa istediği konusunda henüz karar verememiş görünmektedir. Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkiler çerçevesinde uluslararası tahkim sistemi getirilmekte ve hatta tahkimin geriye dönük olarak uygulanması bile kabul edilmekte ve öte yandan fiyat, kira ve ücretlerin dondurulması gibi serbest piyasa işlevlerinden uzak düzenlemelere yer verilebilmektedir. Bankaların içi boşaltılırken, deprem nedeniyle -gerçekte, kamu finansmanı amacıyla- aynı olaydan iki kez vergi alınabilmekte, emeklilik yaşı ortalama yaşam süresine yakın bir düzeye yükseltilebilmekte ve kamu görevlilerinin yıllık ücret artışları yıllık enflasyonun çok altında kalan belirli  artış yüzdeleriyle sınırlandırılabilmektedir. Bu çarpıklıklar, ülkede bir kovboy ekonomisinin egemen olduğunu ve ciddi ve tutarlı bir ekonomik yönetim politikası olmadığını göstermektedir. İçinde bulunulan koşullarda önemli bir sermaye kesimi yeni yatırım yapmak yerine hiç bir ekonomik risk almayarak aşırı kar elde etme yolunu -yani, devlete borç verme yolunu- tercih etmiştir. Devletin borç sarmalı yeni bir piyasa türü ortaya çıkarmıştır. Bu, ne liberal bir piyasadır ve ne de devlet ekonomisidir. Devlet olanakları ile beslenen risksiz bir yatırım piyasası ortaya çıkmıştır. Üretimde bulunmadan büyük kazançlar sağlayan bu sistem beraberinde ciddi gelir dağılımı eşitsizliklerini ve toplumsal adaletsizliği getirmektedir.  Zira, bu yolu seçen yatırımcılar yalnızca kendi karlarını en üst düzeye çıkaracak ve bu sürecin toplumsal sonuçlarına karşı doğal olarak duyarsız kalacaktır. Ortaya çıkan sonuç vahşi kapitalizmdir. Bu bağlamda sermaye sınıfı örgütlenmiş bir şekilde siyaset ve devlet adamlarıyla her türlü pazarlığı yapabilirken emek sınıfı örgütsüzlüğü, güçsüzlüğü ve yanlış yönetimi nedeniyle bastırılmış şekilde sorunlarının çözümünü beklemektedir. Bu durum “Nasıl bir piyasa?” ve “Nasıl bir ekonomi?” sorularını da beraberinde getirmektedir. “Devletin ekonomideki rolü ne olacaktır?”, “Devletin temel işlevleri ne olacaktır?” gibi sorular yanında “Toplumsal sınıfları birlikte değerlendiren ve dengelendiren bir piyasa nasıl oluşturulacaktır?” sorusu da yanıtlanması son derecede zor bir soru olarak gündeme gelmiştir.

 

Cumhurbaşkanlarından, başbakanlara, yargının en önde gelen temsilcilerinden işadamlarına, bilim adamlarına, düşünadamlarına ve ülkenin önde gelen aydınlarına kadar hemen herkes ortak bir gerçeği dile getirmektedir: Türkiye’de devlet iyi işlememektedir, demokrasi yeterince etkili değildir. İçinde bulunduğumuz an, bu iki alanda önemli değişimler yapmak ve gelişmeler elde etmek zamanıdır.

 

Devlet ve demokrasi ile ilgili sorunları şu alanlarda yoğunlaştığı saptanmıştır:

 

·     Devlet örgütü iyi işlememektedir.

·     Devlet örgütü pahalı çalışmaktadır.

·     Devlet yönetimi israf içindedir.

·     Devlet örgütü verimsizdir.

·     Devlet yönetiminde bürokratik tıkanıklık ve kırtasiyecilik vardır.

·     Devlet hantaldır.

·     Devlet yönetiminde çeteleşme belirtileri vardır.

·     Hukuk devleti ilkesi güvence altında değildir.

·     Devlet polis devleti olmanın ötesine geçmiş ve bir suç devleti olmuştur.

·     Devlet çürümüştür.

·     Devletin sosyallik niteliği zedelenmiş ve sosyal adalet ortadan kalkmıştır.

·     Devlet ve kamu kaynakları yasa dışı yollarla soyulmaktadır.

·     Yolsuzluklar çok yaygın bir konuma gelmiştir.

·     Rüşvet yaygındır.

·     Devlet yönetiminde denetim yetersizdir.

·     Devlet karapara aklamanın önüne geçememektedir.

·     Siyasal etik aşınmıştır.

·     Yasama yürütmeyi denetleyememektedir.

·     Devletin merkezci yapısı devlet yönetimindeki aksamaların ana nedenidir.

·     Yerel yönetimler güçsüzdür.

·     Devletin ekonomideki payı büyüktür.

·     Halk siyaset yapabilmenin çok uzağındadır. Seçim sistemi bu sorunun ana kaynağıdır.

·     Halkın siyasal reflekslerini güçlü kılan kurumsal düzenlemeler yetersizdir.

·     Devlet saydam değildir.

·     Temel hak ve özgürlükler ile insan hakları konusunda sorunlar vardır.

·     Çoğulcu toplum ve siyaset yapısı kurulamamıştır.

·     Yurttaşların bilgi edinme hakkı güvence altına alınamamıştır.

·     Anayasa yetersizdir.

·     Parlamento işlevsiz durumdadır.

·     Faili meçhul siyasal cinayetler yeterince aydınlatılamamıştır.

·     Siyasal liberalizm yeterince gelişmemiştir.

·     Demokrasi yeterince katılıma olanak vermemektedir.

·     Yargı-yasama-yürütme arasında denge bozulmuş ve yürütmenin üstünlüğü sorunu ortaya çıkmıştır.

·     Siyasal partilerin yönetim biçiminde önemli sorunlar vardır.

·     Siyaset yozlaşmıştır.

·     Siyasetin finansmanı saydam değildir.

·     Siyasette paranın ve sermayenin belirleyici gücü egemen bir konuma gelmiştir.

·     Yargı çok ciddi bunalımlar içindedir.

·     Yargı, toplumda adaleti gerçekleştirememektedir.

·     Devlette görev alanların yeterlilik düzeyi sınırlıdır.

·     Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat ilkeleri terk edilmiş bunların yerini siyasal ve ekonomik sadakat ilkesi almıştır.

·     Devlet yönetiminde organlar ve birimler arasında işbirliği ve eşgüdüm ortamı ortadan kalkmıştır.

·     Devletin örgütlenme biçiminde yetersizlikler vardır.

·     Devlet yönetiminde başarım düzeyi düşüktür.

·     Sermayenin etik anlayışı sınırlıdır.

·     Sermayenin ulusal ve yerel yönetimler üzerindeki yönlendirici ağırlığı çok ileri boyutlara ulaşmıştır.

·     Devlet yönetiminde bazı gruplar yasa dışı güçlerle işbirliği içindedir.

·     Devlet ihalelerinin veriliş biçimi yolsuzlukların ana kaynağıdır.

·     Devlet yönetiminde ve kamu hizmetinde norm, gelenek ve standart yoktur.

·     Devlet yönetiminde bilimden ve bilimadamlarından yararlanılmamaktadır.

·     Kamu maliyesi iflas etmişir.

·     Devlet gelirleri, giderlerini karşılayamamaktadır.

·     İhracat gelirleri ithalat giderlerinin yarısına düşmüştür. Dış ticaret büyük ölçüde açık vermektedir.

 

Ortaya çıkan bu görünüm ve sorunlar listesi son derecede düşündürücü ve üzüntü vericidir. Bu kısa çözümlemeden ortaya çıkan ve hemen herkes tarafından benimsenen ortak görüş hem devletin yeniden yapılandırılması ve hem de demokratik düzenin insan hak ve özgürlüklerini daha sıkı güvence altına alacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerektiğidir.

 

Yeni Anayasa Gereksinimi

 

Türkiye uzun geçmişe sahip Anayasa deneyimleri süreci içinde 1876’dan başlayarak günümüze kadar çeşitli denemeler yaşamıştır. 1800’lerin ortalarında başlayan ve 2000’lerle başlayan yeni bir yüzyıla kadar geçen yaklaşık 200 yıllık süre içinde yaşanan bu olaylar aynı zamanda yakın Türk tarihinin temel aşamalarını ve dönemlerini de belirlemektedir.

 

Mutlak monarşiden sınırlı monarşiye ve oradan saltanatın kaldırılmasına; teokratik yönetimden dinsel azınlıkların hak ve çıkarlarının güvence altına alınmasına ve hatta hilafetin kaldırılmasına; çağı dışlayan bir devlet yönetimi anlayışından ve sisteminden devlet yönetiminde çağdaşlığı yakalamaya çalışan sistem arayışlarına; sınırlı monarşiden ve aristokratik yönetimden meclis/halk yönetimine ve ulusal kurtuluş hareketinin genel devlet yapısının oluşturulmasına; Anadolu Hareketi’nden ve ulusal bağımsızlığın kazanılmasından sonra ilk çağcıl devlet yapısının kurulmasına ve 1960’lı ve 1980’li yıllarda silahlı kuvvetler öncülüğünde başlatılan yeniden yapılanma arayışlarına kadar değişen bu deneyimler çizgisi günümüzde yeni bir arayış içine girmiş görünmektedir. [24]

 

Yaklaşık 200 yıllık bu hızlı devinim özünde çeşitli temel doğruları işaret etmektedir. Gelişen ve değişen siyasal, toplumsal ve ekonomik koşullar yeni kurallar, süreçler ve düzenler istemektedir. Kurallar, süreçler ve kurulu düzenler siyasal, toplumsal ve ekonomik ilişkileri doğru ve etkili bir şekilde yönlendirebilme potansiyelinin gerisinde kaldığında toplumlar ilişkileri yeniden düzenleyecek yeni sistemler, süreçler ve kurallar geliştirmek durumunda kalmaktadırlar.

 

2000’li yıllara girerken Türkiye gerçekten böyle bir durumla ve gereksinimle karşı karşıya mıdır? Bu soruya olumlu yanıt verenler çeşitli nedenler ileri sürmektedirler. Bize göre, Türkiye’nin yeni Anayasa girişimi içinde olmasını zorunlu kılan pek çok gerçek neden mevcut bulunmaktadır; ancak, kamuoyuna bu yolda yansıtılan nedenlerin önemli bir kesimi sanal niteliklidir.

 

Yeni Anayasa Gereksiniminin Gerçek ve Sanal Nedenleri

 

Özellikle Cumhuriyete yeni sıra numaraları vererek ortaya çıkan bazı görüşlere bakılırsa bu yolda ciddi gereksinmeler ortaya çıkmıştır. Bu görüş sahiplerine göre, ülke yeteri kadar demokratik değildir ve özellikle 1982 Anayasası içerdiği olumsuzluğa dayalı özgürlük tanımları nedeniyle daha özgür bir toplum yaratılması yolunda önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Bu anlamda, ‘cumhuriyet’, demokrasiye karşıdır ve ona zarar vermektedir.

 

Buna karşılık, toplumun temel bileşenlerini oluşturan unsurların kültürel haklarının geliştirilmesi ve dinsel grupların laiklik ilkesinin değişik ve farklı bir tanımının yapılması gerektiği yolundaki söylemleri, devletin ülkesi ve ulusu ile bölünmez bütünlüğü ve laik cumhuriyet ilkelerini herşeyin önünde ve üstünde tutan görüş sahipleri tarafından reddedilmekte ve asıl ve öncelikle tercih edilmesi gerekenin cumhuriyet olması gerektiği ve cumhuriyetin geleceğinin tehlikeye düşmesi durumunda esasen demokrasinin var olamayacağı görüşü ileri sürülmektedir. Bu görüşe göre, demokrasi, cumhuriyeti ortadan kaldırmak pahasına geliştirilemez.

 

Her iki görüş de, kendi söylemlerinin doğruluğunu göstermek ve desteklemek amacıyla İran İslam Cumhuriyeti örneğini vermektedirler.

 

Demokratik gelişimi ön plana çıkaranlar İran’ın siyasal sisteminin cumhuriyet ve buna karşılık devlet rejiminin teokratik olduğunu anımsatarak cumhuriyet rejiminin her zaman ve her durumda mutlaka gerçek demokrasiyi içermeyebileceğini ileri sürmektedirler.

 

Cumhuriyetin korunmasını demokratik değişime yeğ tutanlar da, aynı ülkeyi örnek vererek ve bu ülkedeki yoğun teokratik siyasal iklimi tanık göstererek, laik cumhuriyetin korunmaması ve devamının güvence altına alınmaması durumunda demokrasinin bütün unsurlarının ve temel insan hak ve özgürlüklerinin ortadan kalkabileceğini iddia etmektedirler. Bir simge durumuna gelen bu tartışmalar yanıtlanması kolay olmayan bir ikilemi de beraberinde getirmektedir: demokrasi ve cumhuriyet kavramları Türkiye özelinde birbirlerine karşı kavramlar ve kurumlar mıdır?

 

2000’li yıllara girerken Türkiye’nin yeni Anayasa arayışlarının başarısı yukarıda belirtilen ikilemin doğru ve sağlıklı şekilde algılanmasına ve çözümlenmesine bağlı görülmektedir.Bize göre, “cumhuriyetçilik-demokratlık” ikilemi üzerine oturtulmuş olan yeni Anayasa gereksinimi gerekçeleri sanaldır ve hatta bunun da ötesinde yapaydır.

 

Türkiye, yeni bir yüzyılın başlangıcında toplumsal, siyasal ve ekonomik bedenine dar gelmeye başlayan Anayasa elbisesini yenilemek durumundadır.

 

1982 Anayasası’nın dayandığı temel varsayımlar (toplumsal anarşiyi ve kan dökülmesini önlemek gibi) ve kabuller (temel hak ve özgürlükleri kolay kullanılır olmaktan çıkararak kullanılmalarını koşullara bağlamak gibi) aradan geçen 20 yıl içinde geçerliliğini büyük çapta yitirmiştir. Türkiye’de, Anayasa değişikliğini gerekli kılan gerçek neden budur.

 

Devlet Rejiminin İçinde Bulunduğu Açmazlar ve Aymazlıklar: Oydaşlık

 

Demokratikleşme ve insan haklarının geliştirilmesine ilişkin endişeler bir an için bir yana bırakılırsa, Anayasa’nın yeniden ele alınması için ikinci temel gereksinme alanını oluşturan devlet rejiminin içinde bulunduğu koşullar konusunda genel bir oydaşlığın topluma egemen olduğu görülmektedir.

 

Devletin işlemediği tezinden başlayarak devletin temel felsefesinin yeniden belirlenmesi gerektiğine kadar değişebilen unsurlar içeren bu çizginin neresinde olursa olsun, konuyla ilgili tüm düşünürler ve uzmanlar yasama-yürütme-yargı üçgeninin köşelerinde yer alan organların bütünü hakkında son derecede ciddi eleştiriler yapmakta ve gerek bu organların kendi işlevsel bütünlükleri içinde ve gerekse organlar arasındaki ilişkilerde büyük çaplı olumsuzlukların oluştuğu konusunda fikirsel birliktelik ve oydaşlık göstermektedir.

 

Türkiye’de hiç kimse, Devletin -tüm organları için geçerli olmak üzere- yeterli ve kabul edilebilir düzeyde verimli ve etkili olduğunu söyleyememektedir. Devletin işlemez durumda olduğu ve tüm devlet organlarının belirgin bir yozlaşmanın ve iflasın içinde olduğu açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmektedir.

 

Bu oydaşlık, bize göre, Anayasal sistemin değiştirilmesini özünde haklı kılan temel ve gerçek nedeni oluşturmaktadır. Buna karşılık “başkanlık” ve “yarı başkanlık” gibi gerekçeler sanaldır, yapaydır ve gündemi oluşturma ve meşgul etme amacına yöneliktir.

 

Yukarıda belirtilen gerçek nedenleri güçlendiren ve üzerinde oydaşlık bulunan iki öteki önemli olguyu da devletin temel rolü ve işlevlerinin tanımlanması ile kamu ekonomisinin genel ekonomi içindeki payının büyüklük düzeyinin yeniden sorgulanması oluşturmaktadır.

 

Kimi zaman ‘Devlet küçültülmelidir!’ sloganı ile ortaya konulan ya da buna ‘Devlet, küçültülmesi düşünülemeyecek kadar kutsaldır!’  sloganı ile karşılık verilen bu görüşler özünde genel ekonomik gelişme ve büyüme kalıpları içinde kamu sektörünün elinde bulunan anamal kaynaklarının ulusal ekonomi içinde ne ölçüde kullanılması gerektiği tartışmasıyla ilgilidir.

 

Kuşkusuz, bu tartışma da, kendi içinde çeşitli yapaylıklar barındırmaktadır. 2000’li yıllara girerken kimse devletin kasaplık yapmasını, çiftçiye tarımsal girdiler pazarlamasını, basma üretmesini ve pazarlamasını ve hatta otomobil lastiği üretmesini istememektedir. Buna karşın, hemen herkes, özel sektörün karlılık endişeleriyle gitmediği ancak kalkınma gereksinimi içinde olan yörelerde devletin kalkınma amaçlı öncü ve geliştirici roller ve sorumluluklar alması gerekliliğini yadsımamaktadır.

 

Ancak, uygulamada hala yürürlükte bulunan çeşitli dengesizlikler ve aşırılıklar gerçek birer olgu olarak ortada durmaktadır. Bu gibi durumlar devletin temel işlevleri ve kamu sektörünün genel ekonomi içindeki payının büyüklüğü konusunda yeni tanımlamalar yapılmasını gerekli kılmaktadır.

 

Öte yandan, özellikle uluslararası alanda meydana gelen gelişmeler bir yandan devlet tanımında yeni açılımlar getirirken bir diğer yandan da ulusal siyasal egemenlik kavramını mutlak olmaktan çıkartarak başka uluslarla paylaşılabilir bir niteliğe büründürmektedir.

 

Örneğin, “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ve “Helsinki Son Belgesi”, 2000’li yılların çağdaş devleti için yeni tanımlar, koşullar ve unsurlar getirmiştir. Avrupa Birliği’nin genişleme sürecinin belirleyicisi olan Kopenhag Ölçütleri devletin sahip olması gereken temel nitelik ve nicelikleri için tüm Avrupa tarafından ortaklaşa benimsenmiş temel ilkeleri ortaya koymaktadır. Avrupa Federalizmi’nin en az koşulu ulusal egemenliğin üstünde bir başka egemenliğin -Avrupa ortak egemenliği- varlığını kabul etmektir.

 

AB tarafından geliştirilmekte olan ve bir çok kesim tarafından ‘AB’nin Anayasası’ olarak nitelenen “Temel Haklar Sözleşmesi” de bu alanda önemli rol oynamak durumunda olan bir başka önemli yol gösterici belge olmak durumundadır. Bu belge temel insan hakları konusunda tüm ilgili öteki belgelerde yer alan ilkeleri biraraya getirmekte ve bazı konularda da yeni düzenlemeler içermektedir. Bu yeni düzenlemeler arasında azınlıkların kültürel hakları ve eşitliği, idam cezasının tümüyle ve kesinlikle kaldırılması ve AB’ye üye ülkeler arasında tam ve sınırsız dolaşım serbestliği ve kültürel ve dinsel farklılaşmaya tam saygı gibi konular yer almaktadır.

 

Yukarıda genel çizgileriyle belirtilen olgular ülkemizde yeni bir Anayasa yapılması için gerçek nedenleri oluşturmak durumundadır.

 

Anayasa ile İlgili Olarak Uygulamada Meydana Gelen Gelişmeler

 

Türkiye’de, yeni bir Anayasa hazırlanması yolunda bazı uygulama örneklerine de rastlanılmaktadır. Bunlardan bazıları yalnızca öneride bulunma ve ilke koyma şeklinde ortaya çıkarken bir kesimi de yazılı yeni anayasa taslakları ya da anayasa değişikliği taslakları şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan bir tanesi Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nden DYP’ye yanlışlıkla gönderildiği belirtilen ancak Cumhurbaşkanlığı’nın daha sonra hiç bir ilgisinin bulunmadığını açıkladığı taslaktır. İkinci ilginç taslak da Yargıtay Başkanlığı tarafından TBMM’e gönderilen, ancak daha sonra Yargıtay’ın görüşlerini yansıtmadığı açıklanan metindir.

 

Birinci taslak, tam anlamıyla bir yarı-başkanlık sistemi öngörmektedir. Bu metnin en ilginç maddesi birinci maddesidir. 1982 Anayasası’nın 7 nci maddesini değiştiren bu madde “Yasama yetkisi, Türk Milleti adına TBMM ve Cumhurbaşkanı’na aittir. Bu yetki devredilemez” hükmünü içermektedir.

 

Yunanistan Anayasası’nın 26 ncı maddesinde de var olduğu belirtilen bu hüküm Cumhurbaşkanı’nın yasa yapma yetkisiyle de donatılması ve yürütmede tek egemen gücün Cumhurbaşkanı olması anlamına gelmektedir. 18 esas ve 1 geçici maddeden oluşan bu taslağın geri kalan maddelerinde de bu felsefeye yakın anayasa değişiklikleri yapılmak istenmektedir.

 

Demokratikleşme Gereksinimi

 

Türkiye’nin daha demokratik bir yapıya kavuşması gerekmektedir. Çoğu kez, demokratikleşme ile insan hakları kavramları birbirlerinin yerine geçecek şekilde eşanlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda, demokratikleşme kavramı bazen insan haklarının geliştirilmesi kavramının yerine geçmek üzere kullanılmaktadır.  Oysa, bu iki kavram arasında temel farklılaşmalar vardır.

 

Bize göre, demokrasi, siyasal iktidarın halk tarafından, halk adına ve siyasal çoğunluğun siyasal azınlığın haklarını gözeterek kullanılması demektir. Bu tanım en az iki unsurun güvence altına alınmasını gerekli kılmaktadır. Bunlardan birincisi, halkın karar alma süreçlerine katılmasının daha kesin ve gelişmiş koşullarda uygulanmasının güvence altına alınmasıdır. İkincisi, bu bağlamda, halkın yeterli ölçüde siyasal karar verme ve siyasal tercih yapabilme yetkinliğine sahip olduğunun bir varsayım olarak kabul edilmesi ve bu irade üzerinde bir başka patronaj/sahiplik/üstünlük olgusunun bulunmaması gerekmektedir.

 

Bu iki unsurun gerçekleştirilebilme düzeyinin yüksekliği ülkenin demokratikleşme düzeyinin de o ölçüde gelişmesi anlamına gelecektir. 1982 Anayasası’nın, bu açıdan ele alındığında, bazı sınırlayıcı unsurlara (referandum dışında halkın yönetime ve karar almaya katılmasını kolaylaştıran süreçlerin yokluğu ve MGK’nun hükümet üstü görünümü gibi) sahip olduğu görülmektedir. Bu sınırlılıkların burada tek tek ele alınmasına gerek bulunmamaktadır.

 

Ancak, bu bağlamda, özellikle vurgulanması gereken nokta Türk halkının karar alma süreçlerine katılması için ülkede pek çok olanakların var olmasına karşın, halkın henüz demokrasinin gereklerini tam olarak yerine getirebilecek olgunluğa sahip olmadığı varsayımından hareket edenler bazı odakların halkın üzerinde başka bazı güçleri yol gösterici ve öğretici olarak kabul edebilmeleri gerçeğidir.

 

Bu çerçevede, Türkiye demokratik çizgisini daha yukarı düzeylere çekmek durumundadır. Bu yolda yapılması gerekli yeni düzenlemeler siyasal parti rejiminden seçim sistemine ve referandum türlerine kadar değişen pek çok alanı, konuyu ve kurumu kapsamak durumunda olacaktır.

 

1999 yılının Aralık ayında Helsinki’de yapılan ve Türkiye’nin tam üyelik için aday olduğunu karara bağlayan Avrupa Birliği toplantısından sonra yayınlanan ilk önemli Avrupa Birliği belgesi olan “2000 yılı Türkiye Raporu”nda [25] -kamuoyuna “katılma ortaklığı” belgesi olarak tanıtılması nedeniyle bundan böyle bu şekilde adlandırılacak- Kopenhag siyasal ölçütleri açısından Türkiye’de demokrasinin içinde bulunduğu durum şu şekilde özetlenmektedir: “Demokrasinin temel özellikleri varlıklarını sürdürmekle birlikte, Türkiye, demokrasiyi ve hukuk devletini güvence altına alacak kurumsal düzeltimleri yapmakta yavaş davranmaktadır.”  [26]

 

Raporda, bu bağlamda öne sürülen eleştiriler arasında, Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasal yaşamda önemli rol oynamaya devam etmesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın Başbakanlık’a bağlılığının sürdürülmesi, işkencenin sistematik olmamakla birlikte varlığını sürdürmesi, anlatım, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma ve dernek kurma özgürlüklerinin kamu yöneticileri tarafından uygulamada sınırlanması, Yüksek Öğretim Kurulu’nun ve YÖK Denetleme Kurulu’nun yüksek öğrenim kuruluşları üzerindeki denetleme yetkilerinin sürdürülmesi ve Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin olağanüstü yargı yeri olarak çalışmaya devam etmeleri sayılmaktadır.

 

Buna karşılık, Türkiye’nin “Uluslararası Sivil ve Siyasal Haklar Sözleşmesi” ile “Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi”ni imzalaması olumlu gelişmeler olarak kaydedilmektedir.

 

Raporda, Türkiye’nin imzalaması beklenen öteki insan hakları belgeleri olarak şunlar sıralanmaktadır: “Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi”nin idam cezasını yasaklayan 6 nolu Protokolu”, “Irk Ayrımının Her Türlüsünü Reddeden Sözleşme”, “Ulusal Azınlıkların Korunması İçin Avrupa Çerçeve Sözleşmesi” ve “Uluslararası Ceza Adalet Divanı Tüzüğü”. [27]

 

Temel İnsan Hakları ve Özgürlükleri Alanında Gelişme Gereksinimi

 

Bu gereksinimi yalnızca kültürel haklar ve din ve inanç özgürlüğü kavramının tanımında aramak ve bunlarla sınırlamak kuşkusuz son derecede anlamsızdır. 1961 Anayasası’nda yer alan ancak 1982 Anayasası’nda sözü edilmeyen “özgürlüklerin özü kavramı” bu alandaki eksiklikleri en iyi açıklayabilecek kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi verdiği bir kararla bu kavrama çok isabetli bir açıklama getirmiştir. 1982 Anayasası dönemine girildikten sonra en önemli değişiklik insan hakları kavramı üzerinde olmuştur.

 

1961 Anayasası temel insan haklarına olumlu bakış açısına dayalı tanımlar getirirken ve geliştirilmelerini öngörürken 1982 Anayasası -1970 ile 1980 arasında yaşanan anarşinin fazla özgürlükçü anayasal ortamdan kaynaklandığı gerekçesi ve öngörüsü ile- temel insan hak ve özgürlüklerini olumsuz bakış açısına dayalı bir tanımla ele almayı yeğlemiştir. Bu ele alış çerçevesinde temel insan hakları ve özgürlükleri, geliştirilmesi gereken kavramlar olarak değil fakat sınırlanması gereken kavramlar olarak ortaya çıkmıştır. “Temel hak ve özgürlüklerin özü” kavramı özgürlükler konusunda mutlak dokunulmazlık alanı kavramını getirirken 1982 Anayasası’nda yer alan “özgürlüklerin koşulları ve sınırları” kavramı bunun tam tersi bir anlayışı ortaya koymuştur. Bu kavramsal farklılaşma iki Anayasa arasındaki temel ayrım çizgisini oluşturmaktadır.

 

Ancak, hemen belirtmek gerekirki, 1982 Anayasası’nda yer alan “hakkın özü” kavramı, bir anlamda, 1961 Anayasası’nda yer alan “özgürlüklerin özü” kavramının yerini almak üzere oluşturulmuştur. “... Temel hak ve hürriyetlerle ilgili genel ve özel sınırlamalar demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaz” şeklinde getirilen düzenlemeyle Anayasa Mahkemesi’ne iç hukuku, gelişmiş demokrasilerin standartlarına göre geliştirme fırsatı verilmiştir. Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasası döneminde pek çok kararını bu düzenlemeye dayanarak vermiştir.

 

Kanımızca, 2000’li yıllara girerken Türkiye’nin insan hakları konusundaki açmazını kültürel haklar ya da din, vicdan ve inanç özgürlüğü gibi kavramlar üzerindeki tartışmalar değil, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin “özü” kavramı oluşturmaktadır. 

 

Bu nedenle, insan hak ve özgürlükleri konusundaki temel sorun hangi hak ve özgürlüklerin ne derecede kullanılabilir olduğu değil; fakat, hak ve özgürlüklerin dokunulmazlık alanını ve kapsamını belirleyen “öz” (ister “özgürlük”lerin ve isterse “hak”ların) kavramının yeniden tanımlanması gerekliliğidir.

 

Bu konu AB 2000 yılı Katılma Ortaklığı Belgesi’nde de ele alınmakta ve Türkiye’de insan hakları üzerinde önemli sınırlamalar bulunduğu belirtilmektedir. Raporda, bu tür sınırlamalar arasında işkence, azınlık haklarının yeterince gelişmemesi, etnik azınlıkların kendi dillerini kullanmaları konusundaki sınırlılıklar, Kürtçe dilinde eğitim yapılamaması ve Kürtçe TV ve radyo yayınları üzerindeki engeller, çocuklara Kürtçe isim konulamaması ve sünni mezhebinden olmayan müslümanların ibadet özgürlükleri üzerindeki engellerden sözedilmektedir.

 

Devletin Rolü ve İşlevleri

 

Türkiye Cumhuriyeti’nin son 80 yılı tam bağımsızlığa sahip ulus devletinin kurulması ve toplumsal ve ekonomik kalkınmanın çağdaş yaşam koşullarına ulaşmayı sağlayacak şekilde gerçekleştirilmesi uğraşları içinde geçmiştir. Kuşkusuz, kamu anamallarının kullanılması yoluyla gerçekleştirilmeye çalışılan bu süreç içinde çok önemli yollar alınmış ve başarılar elde edilmiştir. Bunun en önemli göstergesi ülkenin AB üyeliği için adaylığının kesinleşmiş olması ve gelecek ilk on yıl içinde elde edilebilecek üyelik nedeniyle Avrupa düzeyinde gelişmiş bir iç pazar ve ekonomi içinde tam rekabet koşullarına sahip bir ekonomik güce ulaşılabilmiş olmasıdır. Aynı şekilde, ihracat bileşimi içinde tarımsal ağırlığın yerini endüstriyel ağırlığa bırakmış olması ve adı henüz duyulmaya başlayan “G-20” ülkeleri arasına Türkiye’nin de girmiş olması da aynı gerçeği işaret etmektedir.

 

Bu konuma gelmiş bir siyasal, ekonomik, toplumsal ve kurumsal yapı içinde devlet aygıtının üstlendiği ve sürdürmeye çalıştığı işlevlerin geçerlilik düzeyi kuşkuyla karşılanmaktadır. Halen devlet eliyle yürütülmekte olan pek çok ekonomik ve toplumsal nitelikli işlevin yeterli parasal kaynağa ve insangücü donanımına ulaşmış özel sektör tarafından yapılabilir olması son derecede olağan bir konuma gelmiştir.

 

Kuşkusuz, bu kitapta bu alanların neler olabileceği tartışması içine girilmeyecektir. Ancak, devletin temel iş ve işlevlerinin sınırlandırılması ve Başkent’de oluşmuş olan yoğunluğun ‘merkez-kaç’ ya da ‘yerinden yönetim’ güçlerine aktarılması gerekliliği açıkça ortadadır.

 

Sözünü etmeye çalıştığımız bu ‘merkez-kaç’ güçlerden birincisi özel sektördür. Pek çok toplumsal ve ekonomik nitelikli işlev devletden alınarak özel sektöre aktarılabilir durumdadır. Bu amaç yalnızca özelleştirme yöntemleriyle değil fakat aynı zamanda piyasa türü yönetim araçlarının da geliştirilmesiyle elde edilebilecek bir sonuçtur.

 

İkinci tür merkez-kaç güç ise kurumsal ve yönetsel ağırlıklıdır. Merkezde aşırı ölçüde yoğunlaşmış yetki, görev ve sorumluluklar bir yandan en önemli yersel yerinden yönetim kurumu olan belediyelere aktarılırken öte yandan hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına devredilmeli ya da en azından merkezdeki yoğunluk yetki devri yolu ile merkezin taşradaki/alandaki temsilcilerine bırakılmalıdır.

 

Yukarıda genel çizgileriyle ortaya konulan bu gereksinim devletin temel işlevlerinin gözden geçirilmesini ve sorunun aday üyesi olduğumuz Avrupa Birliği’nin bu konudaki temel ölçütü olan “hizmette yerellik” (subsidiarity) ilkesi çerçevesinde çözümlenmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

 

Erkler Arası İlişkiler

 

Yeni Anayasa gereksinimini ortaya çıkaran gerçek nedenlerden bir başkası da yasama-yürütme-yargı arasındaki göreli farklılaşmanın artık ortadan kalkmış olmasıdır. Özellikle siyasal parti disiplini ve milletvekillerinin sisteme yabancılaşması süreci sonucunda yürütme erki hem yasama ve hem de yargıya egemen olmuştur.

 

Yasamanın yürütme üzerindeki denetleme yetkisi tümüyle ortadan kalkmış ve göstermelik duruma gelmiştir. Hatta, yürütme yasama organının içinde bulunduğu yetersizliğin sonucu olarak hem hazırladığı yasa tasarılarını parti disiplini yoluyla yasama organına benimsetmek ve hem de yetki kanunları ve kanun hükmünde kararnameler yoluyla yasama organını “by-pass” etmek konumuna gelmiştir.

 

Yürütme, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu aracılığıyla ve yargıçların özlük hakları üzerindeki parasal gücüyle ve atama yetkisiyle yargıyı da denetim altına almıştır.

 

Bu organlar arasında kuramsal olarak oluşturulan “fren ve denge” sistemleri uygulamada işlememektedir. Ayrıca, bu her üç organ da, yönetsel yetkinliklerinin yetersizliği nedeniyle kurumsal açıdan etkisizlik ve verimsizlik sorunu içine düşmüş bulunmaktadırlar.

 

Bunun da ötesinde, üç organ da, başta yolsuzluk ve rüşvet gibi etik eksiklikler olmak üzere ciddi büropatolojler içinde bulunmaktadırlar. Yürütme, hukukun üstünlüğü ilkesini tam olarak yaşama geçirememiş; yasama, ülkenin sorunlarını çözebilmek yeteneğinin gerisinde kalmış ve yargı, adalet dağıtımında sıkıntılar içine düşmüştür.

 

Bu bağlamda, parlamenter sistemin yerini almak üzere yapılan sistem önerileri sanal ve yapay olmanın ötesine geçememektedirler. Şekilsel değişikliklerden mucizeler beklenmektedir. Oysa, gerçek neden bu arayışların çok dışındadır ve özünde sistemlerin yozlaşması süreciyle ilgilidir. Anayasa, bu nedenlerle, yeniden düzenlenmek durumundadır.

 

Kuşkusuz bu ilişkilere eklenebilecek bir başka unsur da Cumhurbaşkanı’nın durumudur. Gerek, Cumhurbaşkanı’nın siyasal bir simge olmaktan, sorun çözücü yansız hakem olmasına kadar değişen kimlik bunalımına son vermek zorunluluğu ve gerekse yasama, yürütme ve yargı üzerindeki yetkilerinin yeterlilik ve etkililik düzeyi bu makamın da yeniden tanımlanmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

 

Ortaya Çıkan Sonuç: Türkiye İçin Yeni Bir Anayasa

 

Anayasalar toplumların siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal çatısını kuran temel belgelerdir. Bu nedenle de, toplumların içinde bulundukları ve yakın gelecekte içine girecekleri dinamiklerle uyum içinde bulunmalıdırlar. Bu bağlamda, Türkiye’de halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası’na bakıldığında Anayasa ile temel toplumsal-siyasal-ekonomik dinamikler arasında belirgin uyumsuzluklar görülmektedir. Anayasa elbisesi hem topluma dar gelmekte ve hem de toplumun eriştiği dinamikleri yeterince yönlendirememektedir.

 

Ülkemizde, Anayasa değişikliğini bir gereksinim durumuna getiren bir başka gerçek neden budur. İleri sürülmeye çalışılan sanal nedenler ise yeni bir düzenlemede daha avantajlı siyasal ve ekonomik konum elde etmek isteyenlerin bu isteklerini gizlemek için türettikleri yapay nitelikli ve çözüm üretebilme yetenekleri sınırlı çözüm önerilerine dayanak yapılmak istenen fikir topluluklarıdır.

 

Siyasal Bunalımları Çözme Yetkinliğinin Sınırlılığı

 

Türkiye siyasal bunalımlara gebe ve aday bir ülke olmak durumundadır. ‘Göreli çoğunluk sistemi’nin seçim sistemi olarak kabul edildiği her parlamenter sistemde çok sayıda siyasal partinin ortaya çıkması ve parlamentoda ikiden çok fazla partinin temsil edilmesi doğal bir sonuçtur. Bu durumun yarattığı bir başka doğal sonuç da, iktidarın çok partiden oluşan koalisyon hükümetlerinden oluşmasıdır. Ortaya çıkan siyasal sonuç ise siyasal bunalımların kaçınılmazlığıdır. Kuşkusuz demokrasilerde siyasal bunalımlar ve hatta çatışmalar olacaktır. Ancak, siyasal sistemin bu sorunlara karşı etkili çözümler getirecek yöntemleri kurumsallaştırmış olması gerekir. Bu açıdan Türk Anayasası’na ve devlet yapılanmasına bakıldığında sorun çözme yetkinliğinin sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. 12 Eylül askeri girişimi Cumhurbaşkanı’nın parlamento tarafından seçilememesi üzerine yapılmıştır. Bülent Ecevit’in 1998’de kurduğu azınlık hükümeti bu çözümsüzlüğün bir başka örneğidir. Bu gibi geçmişte ortaya çıkan ve gelecekte her zaman ortaya çıkabilecek bunalımlar, partiler üstü bir hakemin ya da sorun çözücü kurumların ve süreçlerin yokluğu, eksikliği ya da yetersizliği (Cumhurbaşkanı, sosyal ve ekonomik konsey, meclisin feshi ve seçimlerin yenilenmesi gibi) sorununu gündeme getirmektedir.

 

Ekonomik ve Finansal Açmazlar

 

Türk ekonomisi ve kamu maliyesi 2000’li yılların başında tam bir açmaz içindedir. Kamu maliyesinin içinde bulunduğu iç ve dış borç durumu nedeniyle konsolidasyon ve moratoryum ilan etme aşamasına gelinmiştir. İş başındaki tüm yetkililer bunu bilmekte ancak siyasal ve ekonomik sonuçları açısından çıplak gerçeği söylemeye ve gerekli önlemleri almaya cesaret edemektedirler. Yaklaşık 30 yılı bulan monetarist, enflasyonist ve populist ekonomik yönetim politikası artık kayaya çarpmış durumdadır. Deniz bir anlamda bitmiştir. Bu noktaya gelinmesinin temel nedenlerinden biri ve hatta başlıcası ekonominin yönetim biçiminin içinde bulunduğu açmazlardır. Bu kitabın son bölümünde açıklandığı üzere, Türkiye’de etkili bir ekonomi yönetimi yoktur. Ekonomik yönetim çok başlıdır. Koalisyon partileri arasında paylaşılmıştır. Bu kurumlar arasında etkili ve doğru bir işbirliği ve eşgüdüm yoktur. Kurumlararası ilişkilerde rekabet egemendir. Sonuç ise ekonominin yönetilemez duruma gelmiş olmasıdır. Bu durum ulusal ekonominin yönetim biçiminin yeniden ele alınması zorunlu kılmaktadır.

 

Alternatif Rejim Arayışlarının Yarattığı Baskılar: Din ve Devlet - Ayrımcı Akımlar

 

Türkiye’de devlet sisteminin yeniden yapılanması zorunluluğunu ortaya koyan baskılardan biri de alternatif rejim arayışlarıdır. Devletin laiklik niteliğini ortadan kaldırmak ve olabilirse hilafeti geri getirmek isteyen gruplar ortaya çıkmaya başlamıştır. Din ve inanç özgürlüklerinin geliştirilmesi söylemiyle başlatılan bu girişim daha sonraları tekke, zaviye ve tarikatlara ilişkin yasakların kaldırılması, TCK’nun 163 üncü maddesinin kaldırılması, tarikat gösterilerine izin ve siyasal destek verilmesi, tarikat önderlerinin Başbakanlık Konutu’na davet edilmeleri, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Ahmet Taner Kışlalı gibi laik devlet düzeninin önde gelen savunucularının suikast sonucu öldürülmeleri ve İBDA-C, Cemal Kaplan (Karases) ve Hizbullah gibi örgütlerin ortaya çıkması ile çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır. Anadolu Devrimi’nin anti-tezi olan bu eylem türleri Cumhuriyet’in temel unsuru olan laikliği din düşmanlığı olarak algılamakta ve Atatürk’ü kıyamet günün habercisi olan Deccal’e benzetmektedirler. Bu kişiler Türkiye Cumhuriyeti’ne alternatif bir rejim arayışı içindedir ve bu uğraşlarını silahlı suikast ve savaşım düzeyine kadar getirebilmişlerdir.

 

Türkiye’de İslam Devleti kurma amacı artık açıkça dile getirilmeye başlanmıştır. Özellikle, bazı milletvekillerinin hac gezileri sırasında söyledikleri açıklıkla ortadadır. İslam Devleti kurmak için Hazreti Muhammed’in sabrının gösterileceği [28] şeklindeki sözler oldukça anlamlıdır.

 

Nitekim, Refah Partisi’nin Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılması bu nedenle olmuştur. Ancak, İslam Devleti kurma yolundaki çabalar sadece bu parti ile sınırlı da kalmamış ve başka partiler tarafından da sahnelenmiştir.

 

Türkiye Barolar Birliği Başkanı’nın şu sözleri oldukça dikkat çekicidir: “… tarikatın esas gayesinin, şeriat düzenine dayalı bir devlet kurmak olduğu, bunun gelecek kuşakları kendi emelleri doğrultusunda eğitmek suretiyle gerçekleştirme yolunu seçtikleri, bu gayelerinin açığa çıkmasını önlemek için yandaşlarına takıyye yapmayı öğütledikleri ortaya çıkmıştır.”  [29]

 

Aynı şekilde, bazı siyaset adamlarının Cezayir’de islam devletini kanla kurmaya kararlı olan “FIS” adlı “İslami Kurtuluş Cephesi” örgütüyle ilişkili olduğu öne sürülmektedir. [30] Yine, özellikle bazı dinsel çevreler tarafından öne sürülen “ahkam ayetleri”ne dönüş yapılması isteği konusunda açıklamalar yapan dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel, “230 adet ayetin yerini almış pozitif hukuk kuralı vardır … ve ahkam ayetlerine dönüşü önermek irticadır” diyerek bu tehlikeli gidişin önünü kesmek istemiştir. [31]

 

Bu çerçevede, Başbakanlık’da kurulan “Sivil Çalışma Grubu” üyeleri, 1997 yılı içinde cumhuriyete karşı çok ciddi savaş verildiğini ve önceki hükümetler sırasında devlet içinde “paralel devlet” yaratılmak istendiğini belirtmişlerdir.

 

İslam devleti kurma amacı bazı yazılı ve basılı yayın organları tarafından açıkça ortaya konulmaya başlanmıştır. “Furkan” adlı bir derginin Eylül 1999 sayısında “Türk devletine karşı açıkça savaş ilan edildi”ği belirtilmiştir.  Dergide yer alan şu sözler dikkat çekicidir: “Şeriatın kılıcını kellelerine çalmadan durmayacağız… Nefretimiz dağlar gibidir. İşgalci laik-Kemalist düzene karşı, aşkımız deniz gibi şeriata karşı…”  [32]

 

Yurt dışında örgütlenen bazı şeriat yanlıları ise işi daha ileri götürmüşler ve 18 Nisan 1992’de “Anadolu Federe İslam Devleti”ni ilan etmişlerdir. Devletin ismi içinde yer alan ve kurulmak istenen devletin niteliğini belirten “federe” kelimesi ise anlamının saptanması bakımından üzerinde özellikle durulması ve düşünülmesi gereken kelimedir. Kurmak istedikleri devletin “hilafet” devleti olacağını açıklamaları da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı yaratılmak istenen seçeneklerin neler olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır. [33]

 

Aynı grubun, Ankara’da “puthane” olarak niteledikleri Anıtkabir’e intihar uçuşu yapmak üzere girişimde bulunması ise kararlılıklarının göstergesi olarak yorumlanmalıdır.

 

Bazı siyaset adamlarının bu akımlara karşı sempatik tavrı zaman zaman maddi destek sağlama şekline de dönüşmüştür.

 

Dinin siyasal amaçlarla kullanılması 1980 darbesinden sonra görev alan yöneticiler tarafından da denenmiştir. Olayın trajik olan yanı da budur. Bu konuda ilginç açıklamalar yapan eski Deniz Kuvvetleri eski Komutanı Güven Erkaya şunları söylemektedir: “Evren sola karşı maalesef dini kullandı. Gayet iyiniyetle dinin ve din kültürünün devlet tarafından vatandaşa öğretilmesi amacını güttü. Bunu sadece islam dini için değil bütün dinler için istedi. Ancak, Kenan Evren’in bu yaptığı anayasamızın vicdan ve din özgürlüğü maddesine aykırıdır. Toplumu ve kişileri din öğrenmeye zorlayamazsınız.”  [34]

 

İslam devleti kurmaya yönelik çalışmalar yalnızca düşünsel düzeyde kalmamakta, aynı zamanda uygulama alanına da konulmaya çalışılmaktadır. Eski bir Anayasa Mahkemesi başkanına yönelik tehditler ve hatta bir yeraltı unsuru ile suikast konusunda pazarlık yapıldığı yolunda bizzat bu kimse tarafından ortaya konulan anlatımlar, Sincan Belediyesi’nde yaşanan olaylar, içki ve hindi satışının bu belediye tarafından yasaklanması, belediye başkanının siyasal islamı amaçlayan sözleri, belediye elemanlarınca sahnelenen tiyatro eserleri, bazı tarikat liderlerinin iftar yemeği için Başbakanlık Konutu’na davet edilmeleri ve burada kendilerine dinsel ve siyasal etiketler yapıştırılmak ve siyasal malzeme şekline dönüştürülmek istenmeleri ve TBMM’de “türban”la Genel Kurul’a girilmesini önleyen İçtüzük değişikliği önergesinin komisyon üyeleri tarafından reddedilmesi üzerinde düşünülmesi gereken son derecede önemli ve somut olgu ve olaylardır.

 

Özellikle, Ocak 2000 yılında ortaya çıkarılan “Hizbullah” olayı laik düzen karşıtı tehlike ile ilgili tüm çıplak gerçekleri açıkça ortaya koymuştur. Örgüt evlerinde bulunan onlarca ceset ve din adına işlenen bu cinayetlerin arkasındaki örgütlenme düzeninin sahip olduğu derinlik, gizlilik perdesi ve yoğunluk laik cumhuriyet düzenine karşı tepkilerin artık silahlı mücadele aşamasına geldiğini göstermektedir.

 

Nitekim, yakalanan bazı sanıkların mahkemelerde yargıç önünde verdikleri şu söz oldukça düşündürücüdür: “İslam’da kan dökmek yoktur diyenler yalan söylüyor. Heveslisi değiliz. Ama  Resulullah’ın öğretisinde bu vardır. Cemaatin adam öldürdüğünü zannetmiyorum. Ama yapmışsa doğrudur, haktır. Aramızda ajanlar  varsa, sorgu ve işkence hakkı vardır.”  [35]

 

Bazı dinsel cemaatlerin sahip olduğu akçal ve ekonomik olanaklar ise oldukça ilginç özellikler göstermektedir. Bu yolda açılan bir davanın iddianamesinde, sistem içinde kalan kurumlara ilişkin olarak şu sayısal değerlere yer verilmektedir: Türkiye’de, 88 vakıf, 20 dernek, 128 okul, 218 şirket, 129 dersane, 500 öğrenci yurdu, 17 yayın organı, ortalama 250 tirajlı bir gazete, 2 radyo istasyonu, 1 sigorta şirketi ve 1 faizsiz finans kuruluşu. Yurt dışında, 6 üniversite ve yüksekokul, 236 lise, 2 ilkokul, 8 yabancı dil ve bilgisayar kursu, 6 üniversiteye hazırlık kursu ve 21 öğrenci yurdu. Bu sayısal değerler, alternatif rejim arayışlarının ne kadar geniş bir kitleye yayılmak istendiğini açıkça göstermektedir.

 

Öte yandan, PKK ile başlayan ve başlangıçta “kültürel kimliğin tanınması” ve “kültürel özerklik” verilmesi istemlerine dayalı olan etnik ayrımcı ve bölücü hareket, daha sonraki yıllarda asıl ve gerçek amacını “ulusu var olan, ancak toprağı bulunmayan bir etnik gruba toprak sağlayarak devlet kurma ve bu hedefini silahlı güç kullanma yoluyla elde etme” şekline dönüştürmüştür.

 

Ülke, bu savaşım sonucunda yaklaşık 30.000 yurttaşını kaybetmiştir. Asıl kayıp ise ekonomik alanda verilmiştir. Enflasyon çok ileri boyutlara ulaşmış, iç ve dış borçlar artmış, yatırım olanakları azalmış ve çok ciddi bir kaynak askeri amaçlara tahsis edilmiştir. Bu savaşımın maliyeti daha uzun yıllar Türk ekonomisini etkileyecektir. Bu ayrımcı hareketin temel hedefi de, Türkiye’de yürürlükte olan devlet rejiminin değiştirilmesidir.

 

IMF ve Dünya Bankası’nın İstekleri

 

Buraya kadar sayılan iç baskıların yanında çeşitli dış baskılar da Türkiye’de devletin yeniden yapılanması yolunda istekler öne sürmektedir. Örneğin, IMF ülkede yalnızca ekonomik yönetimin değiştirilmesini istememekte emeklilik yaşından kamuda çalışanların sayısına, özelleştirme uygulamalarına, memur aylıklarının düzeyine kadar ekonomik ve toplumsal yaşamın her alanıyla ilgili değişiklik istemlerinde bulunmaktadır. “Stand-by” anlaşmaları öncesinde IMF’e verilen niyet mektuplarının incelenmesi bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

OECD Çalışmaları

 

Üyesi bulunduğumuz OECD pek çok alanda çalışmalar yapmakta ve küresel yaşamın sahip olması gereken ideal çizgisine ulaşması için çeşitli projelere kaynak ayırmaktadır. Kamu yönetiminden çevre sorunlarına ve uluslararası ticari ilişkilerde yabancı görevlilere rüşvet verilmesini önlemekten enerji ve öteki altyapı sorunlarının çözümlenmesine kadar değişebilen bir çok alanda çalışmalar yapan OECD, üzerinde anlaşmaya varılan konuların gerçekleşmesi yolunda üye ülkelerden gerekli önlemleri almalarını istemektedir.

 

Türkiye OECD tarafından geliştirilen pek çok anlaşmaya taraf olmuş ve gerekli uyum çalışmalarının gerçekleştirilmesi yolunda yükümlülük altına girmiştir. Bu yükümlülüklerin yerine getirilebilmesi için mevzuatta ve yönetsel sistemde önemli değişiklikler yapılması gerekmektedir.

 

Avrupa Birliği’nin Öngörüleri

 

Bu tür dış baskıların Türkiye açısından en fazla önem taşıyanı ise Avrupa Birliği ile ilişkilerdir. Türkiye, Avrupa Birliği’ne tam üyelik için aday ülke olarak kabul edilmiştir. Avrupa Birliği, ulus devlet ve ulusal egemenlik kavramlarından farklı bir siyasal felsefeye dayalıdır. “Ulus devleti” kavramının yerini “Avrupa türü bir federalizm” ve “ulusal egemenlik” kavramının yerini ise “Birlik egemenliği” kavramı almaktadır. “Ulus devlet”, Avrupa “devletler birliği”nin yetki ve sorumlulukları olan “bir üyesi” ve “ulusal egemenlik” de “Avrupa Birliği karar organlarını aldığı kararlara uymak durumunda olan bir egemenlik türü”ne dönüşmektedir.

 

Türkiye, adaylık başvurusunu yaparken bu temel koşulları kabul etmiştir. Bu kabullenme, Türk devlet sisteminin her türlü kestirimi zorlayacak derecede geniş kapsamlı, başarılması önemli çaba isteyen ve uzun yıllar alacak çalışmalar yapmak yoluyla geliştirilmesi anlamına gelmektedir. Özü itibarıyla da, Türk devlet sisteminin sil baştan yeniden yapılandırılması demektir.

 

Yukarıda sayılan temel iç ve dış baskılara doğru çözümler üretmek, isabetli cevap vermek, verilen cevabın anayasal ve hukuksal düzen içinde kurumsallaşmasını sağlamak ve böylelikle oluşturulan yeni devlet sistemine kararlılık kazandırmak devlet organlarını bu yeni döneme hazırlayan yöneticilerin en önde gelen ödevi olmalıdır.

 

Bu gereklilik, esas ve öz olarak, Türkiye’de devletin ve demokrasinin yeniden yapılandırılması, iyileştirilmesi ve geliştirilmesi demektir. Devlet düzeltimi (reformu) demektir. Demokrasi düzeltimi demektir. Türkiye’nin gerçek gereksinimi budur.

 

Yeni bir anayasa yolunda ortaya konan ve yukarıda özetlenen gerekçeler, aslında devletin işlerliği olan bir şekilde yeniden yapılandırılması ve demokrasinin yine işlerliği olan şekilde yeniden düzenlenmesi yolundaki isteklerin ortaya konulması anlamına gelmektedir. Anayasa’nın yeniden düzenlenmesi bu açıdan elbette önemlidir. Ancak, unutulmaması gerekirki, anayasalar sadece norm, kural, süreç ve rolleri belirleyen yazılı belgelerdir. Önemli olan, devlet ve demokrasi düzeltimi konusundaki baskıları ortadan kaldıracak gerçek çözüm dinamiklerini -çağdaş devlet normlarına uygun olarak- bulmak, uygulama alanına koymak ve bu uygulamaların içerik ve derinlik kazanmalarını sağlamaktır.

 

Çağdaş Devlet Normları

 

Yirmibirinci yüzyıl devleti, kuşkusuz temellerini dünya siyasal evriminin bugüne kadar geliştirdiği ana ilkelere dayandıracaktır. 1789 Fransız Devrimi’ne yol açan siyasal felsefe ile bu Devrim’in insanlığa yerleştirdiği evrensel değer yargıları geçerliliklerini ve önemlerini sürdüreceklerdir. Aynı şekilde, gerek Birleşmiş Milletler ve gerekse Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’ne dayalı temel hak ve özgürlükler gelecek yüzyılların da temel değerleri olacaktır. Benzer şekilde, Avrupa Sosyal Şartı’nda açıklamasını bulan ve bireyin toplumsal yaşamın her alanındaki ilişkilerine gerçek bir içerik ve anlam kazandıran hak ve özgürlükler de vazgeçilmezliklerini ve tartışılmazlıklarını sürdüreceklerdir.

 

Belirtilen bu uluslararası norm belgelerinden ‘Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’ ile ‘Avrupa İnsan Hakları Konvansiyonu’ çok bilinen belgeler olduğundan burada ayrıca açıklanmalarına gerek bulunmamaktadır. Kaldı ki, birinci kuşak haklar olarak kabul edilen bu haklar ve normlar Türk Anayasası’nda da yer almaktadır.

 

Ancak, 1961 yılında imzalanan ve 1965 yılında yürürlüğe giren ‘Avrupa Sosyal Şartı’nın, sosyal devletin normlarını belirlemesi bakımından daha yakın bir inceleme altına alınmasında yarar bulunmaktadır. Şart’ın orijinal metni ile Şart’a daha sonra yapılan eklerle ortaya çıkan sosyal devlet normunun genel özellikleri, başlıklar şeklinde, aşağıda verilmiştir:

 

·     Çalışma hakkı

·     Adil çalışma koşullarının oluşturulmasını isteme hakkı

·     Sağlıklı ve güvenli çalışma koşullarını isteme hakkı

·     Adil ve eşit ücret hakkı

·     Örgütlenme hakkı

·     Toplu pazarlık hakkı

·     Çocuk ve genç işçilerin korunması hakkı

·     Çalışan kadınların korunması hakkı

·     Mesleki eğitim hakkı

·     Sağlığın korunması hakkı

·     Sosyal güvenlik hakkı

·     Sosyal ve tıbbi hizmet elde etme hakkı

·     Sosyal gönenç hizmetlerinden yararlanma hakkı

·     Fiziksel ve zihinsel yönden engelli insanların mesleki eğitim ve rehabilitasyon hakkı

·     Öteki ülkelerin topraklarında kazanç getirici iş kurma hakkı

·     Göçmen işçilerin ve ailelerinin korunması ve yardım görmesi hakkı

·     İşe almada ve iş yaşamında cinsiyet ayrımı yapılmaksızın eşit olanaklara sahip olma ve eşit işlem görme hakkı

·     Bilgi alma ve danışma hakkı

·     Çalışma koşullarının ve iş çevresinin belirlenmesi ve geliştirilmesi çalışmalarına katılma hakkı

·     Yaşlıların sosyal açıdan korunması hakkı.

 

Yirmibirinci yüzyıl çağdaş devletinin yukarıdaki temellere dayalı normları iki ana uluslararası belgede belirtilmiştir.  Bu belgeler 19-21 Kasım 1990 tarihleri arasında yapılan toplantı sonucunda imzalanan ‘Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı’ ve 1975 yılında imzalanan ‘Helsinki Nihai Senedi’dir.  Her ikisi de ‘Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’ sürecinin ve uluslararası yeni bir düzen oluşturma çabalarının birer sonucu olan bu belgeler çağdaş devletin ulusal ve uluslararası platformda taşıması gereken temel normları açıklıkla belirlemektedir. ‘Helsinki Nihai Senedi’ çağdaş devletin uluslararası normlarını geliştirirken ‘Paris Şartı’, genelde, ulusal koşullara ilişkin normları saptamıştır.

 

‘Paris Şartı’na göre yeni yüzyılda çağdaş bir devletin en önemli özelliği demokratik bir devlet olmaktır. Demokrasiyi kurmak, geliştirmek, sağlamlaştırmak ve güçlendirmek en temel ve en önde gelen devlet ödevidir.

 

Bu temel ödevin yerine getirilmesi düzeyi ile ilgili ölçütler de yine Paris Şartı’nda yer almaktadır. Yaklaşık yirmi kadar olan bu koşullar aşağıda özetlenmiştir.

 

·     Çağdaş devlet, insan haklarının ve temel özgürlüklerin vatandaşların doğumlarından itibaren sahip oldukları ve vazgeçilemez nitelikteki hakları olduğu ilkesini benimsemek ve bu ilkeyi yasalarla güvence altına almak durumundadır. Devlet bu hak ve özgürlükleri korumak ve geliştirmekle ödevlidir.

·     Özgür ve adil seçimler çağdaş devletin vazgeçilemez nitelikleridir. Demokrasi ancak bu niteliklere sahip ve düzenli aralıklarla yenilenen seçimlerle halkın iradesini gösterdiği rejimin adıdır.

·     Çağdaş devlet, hukukun üstünlüğü ilkesini güvence altına almalıdır. Bu niteliği itibarıyla çağdaş devlet kamu görevlilerinin yasalara uyma zorunluluğunu da içerecek şekilde ve hiç kimsenin yasaların üstünde bir konumda olmasına izin vermeksizin tarafsız olarak adalet dağıtan bir kurum olmak zorundadır.

·     Devlet,  bireylerinin, ayrım gözetmeksizin, düşünce, vicdan, din, inanç ve  anlatım özgürlüklerini tam ve kesin olarak güvence altına almalıdır. Bu çerçevede, örgütlenme ve toplanma özgürlükleri ile seyahat ve dolaşım özgürlükleri de temel insan haklarının bir parçası olarak aynı güvence sistemi içinde yer almalıdır.

·     Toplumun her kesimine karşı geniş bir hoşgörüye sahip olmak gelecek yüzyıllarda devlete ışık tutan temel ilkelerden biri olacaktır.

·     Vatandaşlara karşı her türlü kötü davranışı önlemek devletin esas ödevlerindendir. Bunlar arasında, özellikle, işkencenin önlenmesi, keyfi olarak tutuklama ve gözaltına alma ve bireylere karşı aşağılayıcı işlemde bulunma ve ceza verme öncelikle önlenmesi gereken eylem örneklerinin başında gelmektedir.

·     Herkesin haklarını bilme ve öğrenme özgürlüğüne sahip olduğu açıklıkla kabul edilmelidir.

·     Herkesin adil seçimlere katılma  ve oy kullanma özgürlüğü vardır.

·     Yine, herkesin, bir suçla suçlanmaları durumunda adil ve açık şekilde yargılanma hakları vardır.

·     Herkesin bireysel olarak ya da topluca mülk sahibi olma ve kendi bireysel ekonomik girişimlerini oluşturma hakkı vardır. Devlet, bireylerin ekonomik ve ticari özgürlüğünü geliştirmek ve herkese fırsat eşitliği sağlamak durumunda olmalıdır.

·     Herkesin, ekonomik ve sosyal haklar kadar kültürel haklardan da yararlanma hakkı vardır.

·     Devlet, ulusal azınlıkların etnik, kültürel, dil ve dini kimliklerinin korunmasını sağlamak ve bu hakların korunması ile ilgili koşulları geliştirmek zorundadır.

·     Devlet, haklarının çiğnendiğini ileri süren herkese gerek ulusal ve gerekse uluslararası  yollara başvurma ve hakkını arama olanağını vermek ve bu hakkın kullanılma koşullarını iyileştirmek zorundadır.

·     Devlet, toplumsal gönenci sağlamalıdır. Toplumsal gönencin ön koşulları ise ekonomik özgürlüğü, sosyal adaleti ve çevre sorumluluğunu gerçekleştirmektir.

·     Ekonomik özgürlüğün, ancak, bireylerin ekonomik girişim serbestliğine sahip olmaları ve ülkede tam bir pazar ekonomisinin kurulması ile sağlanabileceği açıklıkla kabul edilmelidir.

·     Devlet, dengeli ekonomik gelişmeyi, ulusal gelirin adil dağılımını, sosyal adaleti ve istihdamı geliştirmeyi ekonomik alandaki ödevlerinin en önde gelenleri olarak kabul etmelidir.

·     Devlet, çevrenin korunması sorumluluğunu yerine getirmelidir. Bu amaçla, devlet, çevreyi koruma ve geliştirme çabalarını yoğunlaştırmalı, vatandaşların çevre konusunda bilgilendirilmesini, zararlı çevresel etkilerin halka açıklanmasını, çevre konusundaki toplum bilincinin geliştirilmesini, toplumun bu yolda eğitilmesini, temiz ve az atıklı teknolojilerin geliştirilmesini ve bu yoldaki yasal ve yönetsel düzenlemelerin iyileştirilmesini ve geliştirilmesini sağlamalıdır.

·     Devlet, ırkçı ve etnik nefretle, yabancı düşmanlığıyla, ayrımcılıkla ve dini ve ideolojik gerekçelere dayanan zulümle mücadele etmek zorunluluğunda olmalıdır.

·     Çağdaş devlet, hükümet dışı kuruluşların, gönüllü örgütlerin karar alma sürecine katkıda bulunma düzeylerinin artırılmasını sağlamak zorunda olmalıdır.

 

Yukarıda belirtilen ve çağdaş devletin temel ilkelerini belirleyen bu temel normlar yanında çağdaş devletin uluslararası ilişkilerdeki temel davranış normları da ‘Helsinki Nihai Belgesi’nde yer almaktadır. ‘Helsinki Nihai Belgesi’ esas itibarıyla on temel ilkeye dayalıdır. Ancak, Belge’ye eklenen ‘ek ilkeler’ de temel normların belirlenmesi açısından büyük bir önem taşımaktadır.

 

‘Helsinki Nihai Senedi’nde yer alan on temel ilkenin ve ek ilkelerin çözümlenmesinden ortaya çıkan temel normlar aşağıda belirtilmiştir:

 

·     Çağdaş devletler arasındaki ilişkilerde egemen eşitlik ve egemenliğin özündeki haklara saygı ilkesi esas olacaktır. Egemen eşitlik kavramı devletin hukuksal eşitliği, toprak bütünlüğü, ulusun özgürlüğü ve siyasal bağımsızlığı kavramlarını içerir.

·     Tehdide veya kuvvet kullanmaya başvurmama çağdaş devletin temel ilkesidir.

·     Çağdaş devlet, başka devletlerin sınırlarını dokunulmaz sayar ve bu sınırlara saldırıda bulunmaktan kaçınır.

·     Devletlerin ülke bütünlüğüne saygı göstermek çağdaş devletin önde gelen özelliklerindendir.

·     Anlaşmazlıkların barışçı yollarla çözümü karşılıklı ilişkilerde esastır.

·     Çağdaş devlet, bir başka devletin gerek içişlerine ve gerekse dışişlerine karışmaktan kaçınan devlettir. Çağdaş devletin temel özelliği ırk, cinsiyet, dil ve din ayrımı gözetmeksizin herkesin düşünce, vicdan, din ve inanç özgürlüklerini de kapsamak üzere, insan haklarına ve temel özgürlüklerine saygı göstermektir. Bu haklar insan kişiliğinin özündeki onurdan doğar. Çağdaş devlet, kişinin özgür ve tam gelişmesi için zorunlu bulunan, yurttaşlık hak ve özgürlükleriyle, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel hak ve özgürlüklerinin gelişmesini geliştiren ve destekleyen devlettir.

·     Çağdaş devlet, uluslararası ortamda, halkların haklarının eşitliğine ve kaderlerini kendilerinin saptama hakkına saygı gösteren devlettir.

·     Çağdaş devlet, Birleşmiş Milletler anlaşması çerçevesinde, devletler arasında işbirliğini geliştirmeye çalışan ve katkıda bulunan devlettir.

·     Çağdaş devlet, devletler hukuku ya da uluslararası anlaşmalar uyarınca üzerine aldığı yükümlülükleri iyiniyetle yerine getiren devlettir.

·     Çağdaş devlet, başka devletlere güven getirici önlemlere ve güvenlik ve silahsızlanma ile ilgili düzenlemelere uyan devlettir. Bu bağlamda, çağdaş devlet, büyük çaptaki manevralarını önceden ilgili devletlere duyuru konusu yapar, gözlemci değişimi yapılmasını önerir, büyük çaptaki askeri kuvvet kaydırmalarından önce ilgili devletlere bilgi verir ve güven artırıcı öteki önlemlere uymayı kabul eder.

·     Çağdaş devlet, uluslararası alanda ticari değişimlere önem veren ve geliştiren devlettir. Bu bağlamda, bireyler ve kurumlar arasında iş temaslarını kolaylaştırır, ekonomik ve ticari bilgi dolaşımını sağlar ve pazarlama etkinliklerinin geliştirilmesine yardımcı olur.

·     Çağdaş devlet, uluslararası alanda endüstriyel işbirliğini sağlar ve ortak çıkarlı projelere destek verir. Bu bağlamda, standartların uyumlu kılınması için çaba gösterir, hakemlik kurumunun gelişmesine yardımcı olur ve belirli konularda ikili düzenlemeler yapılması ile ilgili koşulları kolaylaştırır.

·     Çağdaş devlet, uluslararası alanda bilimsel ve teknolojik işbirliğini geliştirme olanaklarını araştırır, işbirliği yapılması olanağı olan alanları saptar ve çeşitli yol ve yöntemlerle bu işbirliğinin gelişmesini sağlar.

·     Çağdaş devlet, çevrenin korunmasının bugünkü ve gelecek kuşakların çıkarına olduğuna inanarak çevre konusunda uluslararası alanda işbirliği yapar ve bu yoldaki çabaları destekler.

·     Çağdaş devlet, uluslararası alanda ulaştırmanın geliştirilmesi, turizmin geliştirilmesi, göçmen işgücünün ekonomik ve sosyal sorunlarının çözümlenmesi ve ekonomik kalkınmanın desteklenmesi ve kolaylaştırılması amaçlarıyla uluslararası alanda işbirliği yapar.

·     Çağdaş devlet, kişiler arasında aile bağlarına dayalı temasları ve düzenli buluşmaları, ailelerin birleştirilmesini, çeşitli devletlerin vatandaşları arasında evlenmeleri, kişisel ya da mesleksel gezilerin kolaylaştırılmasını, tek başına ya da topluca yapılacak turizm etkinlikleri için koşulların iyileştirilmesini, gençler arasında temasları ve sportif ilişkileri de kapsayacak şekilde insancıl amaçlı uluslararası işbirliği çalışmalarını destekler.

·     Çağdaş devlet, yazılı ve sözlü bilgi yayımının herkese açık tutulması ve bilgi alışverişinin geliştirilmesi ilkelerine bağlı olarak bilgileşim alanında uluslararası işbirliğini ve gazetecilerin çalışma koşullarının iyileştirilmesi görüşünü destekler ve bu yolda yapılacak çalışmalara katkıda bulunur.

·     Çağdaş devlet, kültür alanında uluslararası ilişkilerin geliştirilmesini, ulusların ve bireylerin birbirlerini daha iyi tanımalarını, bu amaçla kültürel alışveriş ve yayımda bulunmalarını, kültürel yapıtların tam olarak tüm insanlara açık tutulmasını, bu amaçlara yönelik olarak yapılacak temasların ve işbirliğinin desteklenmesini, bununla ilgili olarak işbirliği alanlarının ve olanaklarının artırılmasını ve ulusal azınlıklar ve bölge kültürlerinin tanıtılmasını benimseyen ve destekleyen çalışmalarda bulunur.

·     Çağdaş devlet, eğitim alanında işbirliği ve değişim yapan, bu alandaki uluslararası ilişkilerini genişleten, kendi bilim kuruluşlarını öteki ülke yurttaşlarına açık tutan ve bu alanda değişimde bulunan, bilimsel işbirliği ve değişim çalışmalarını destekleyen, yabancı diller ve uygarlıklarla ilgili inceleme ve öğrenme çalışmalarına katkıda bulunan, öğretim yöntemlerinin geliştirilmesi konusunda uluslararası işbirliğinde bulunan ve ulusal azınlıkların veya bölge kültürlerinin eğitim ve bilim alanındaki etkinliklerini kolaylaştıran devlet olmak durumundadır.

 

1993 tarihli Kopenhag Ölçütleri ise Avrupa Birliği’ne aday ülkelerin taşımaları gereken temel nitelikleri belirlemektedir. Bu açıdan çağdaş devleti belirleyen en önemli normlar olmak anlamına gelmektedir.  Bu çerçevede, AB’nin, genişleme için üyeliğe aday olan ülkelerde aradığı koşullar anlamına gelen “Kopenhag Ölçütleri”, “siyasal ölçütler”, “ekonomik ölçütler”, “üyeliğin gerekleri” ve “yönetsel kapasite” olmak üzere dört ana bölümden oluşmaktadır. Bunlar aşağıda sıralanmıştır:

 

Siyasal ölçütler

 

·     Demokrasiyi, hukuk devletini, insan haklarını ve azınlıkların korunmasını güvence altına alan kurumsal kararlılığın varlığı

·     Birlik içinde piyasa güçlerine ve rekabetin yaratacağı baskılara karşı koyabilecek kapasiteye sahip işlevsel piyasa ekonomisinin varlığı

·     Siyasal, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere üyeliğin gereklerini yerine getirebilme yeteneklerinin varlığı

 

Ekonomik ölçütler

 

·     Piyasa güçlerinin serbest çalışması tarafından ortaya çıkan arz ve talep arasındaki dengenin varlığı

·     Liberal fiyat sisteminin oluşması

·     Piyasaya giriş ve çıkışlar konusundaki engellerin yokluğu

·     Mülkiyet hakkının düzenlenmesi de dahil olmak üzere yerleşik hukuk sisteminin varlığı; yasaların ve sözleşmelerin uygulanabilirliği

·     Fiyatların kararlılığı ve sürdürülebilir kamu finansmanı ve dış borçlar da dahil olmak üzere, makro-ekonomik kararlılığın gerçekleştirilmiş olması

·     Ekonomik politika konusunda geniş bir fikir birlikteliğinin varlığı

·     Birikimleri yatırıma yönlendirebilecek kadar gelişmiş finans sektörünün varlığı

 

Üyelik yükümlülükleri

 

·     Sınırları olmayan iç piyasanın varlığı

·     Tam rekabetin varlığı

·     Siyasal, ekonomik ve parasal birlik de dahil olmak üzere Avrupa Birliği Sözleşmesi’nde yer alan tüm hedeflerin kabul edilmesi

·     Ortak dış ve iç güvenlik politikalarının kabul edilmesi

·     Bilgi toplumu, eğitim, öğretim ve gençlik programlarında yenilikler, araştırma ve teknoloji geliştirme programlarının varlığı

·     Sektörel politikalarla uyumun sağlanması: endüstri, tarım, enerji, su ürünleri, ulaşım, küçük ve orta ölçekli girişimler

·     İstihdam politikaları arasında uyum ve bölgesel/toplumsal uyumun sağlanması

·     Çevre politikalarının uyumlaştırılması

·     Tüketicinin korunması

·     Yargı ve iç güvenlik politikalarının  uyumlaştırılması

·     Dış ilişkilerde uyum: dış ticaret, uluslararası ekonomik ilişkiler, gümrük

 

Yönetsel Kapasite

 

·     Yönetsel yapıların uygunluk ve kabul edilebilirlik düzeyi

·     Yönetsel kapasitenin uyum düzeyinin yeterliliği

·     Yargısal kapasitenin uyum düzeyinin yeterliliği

 

Avrupa Birliği, aday ülkelerin Birliğe uyumlarını kolaylaştırmak üzere, öncelikle Polonya ve Macaristan’da uygulanmak üzere hazırlanan ekonomik bütünleşmenin kolaylaştırılması programını (PHARE) tüm aday ülkelere yaygınlaştırma kararı almıştır.

 

Öte yandan, AB’ne üye olmak isteyen ülkelerin hukuk devleti ilkesini benimsemekle kalmamaları ve bu ilkeyi günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası durumuna getirmeleri beklenmektedir. Bu gereklilik iyi işleyen bir yargı sistemi gibi bazı kurumsal yapıların varlıklarının ve sürekliliklerinin güvence altına alınmasını zorunlu kılmaktadır. Hukuk devleti ilkesinin yasama, yürütme ve yargı organlarında egemen kılınması ve yolsuzluklarla ve rüşvetle mücadele edilmesi de siyasal öçütler arasında yer almaktadır.

 

İnsan haklarına saygı AB için bir ön koşuldur. Bu bağlamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yetkilerinin kabul edilmesi ve anlatım ve basın özgürlüklerinin güvence altına alınması gerekmektedir.

 

AB tarafından kabul edilen “Ulusal Azınlıkların Korunması Çerçeve Anlaşması” ise ulusal azınlıkların medeni, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel nitelikli her türlü haklarının korunmasını ve güvence altına alınmasını öngörmektedir.

 

Kopenhag ölçütleri arasında yer alan en az düzeydeki ekonomik rekabet koşulunun gerçekleşmiş sayılması için aşağıdaki unsurlara bakılacaktır:

 

·     Ekonomik unsurların kararlı ve önceden kestirilebilir bir ortam içinde karar almalarına olanak verecek düzeyde makro-ekonomik kararlılığın varlığı

·     Enerji, ulaşım ve telekomünikasyon da dahil olmak üzere yeterli düzeyde insan ve fiziksel sermayenin, eğitim ve araştırma çalışmalarının varlığı

·     Rekabetin yönlendirilmesine olanak verecek ticaret politikası, rekabet politikası, devlet yardımları ve küçük ve orta ölçekli girişimler için destekleme politikasının varlığı

·     Üye ülkelerle yapılmakta olan ticaretin hacmi ve niteliği

·     Küçük şirketlerin ekonomi içindeki payı

 

Bu bağlamda, AB’ye yeni giren ülkelerin AB para birimi EURO’ya geçiş için gerekli hazırlıkları yapmayı kabul etmeleri gerekmektedir. Bunlar arasında, merkez bankasının bağımsızlığı, ekonomik politikaların eşgüdümü, Sözleşme’nin ekonomik kararlılık ve büyüme ile ilgili maddelerinin kabul edilmesi, tüm kamu sektörü açıklarının merkez bankası tarafından finanse edilmesi ve sermaye hareketlerinin liberalleştirilmesi, para değişim kurumları ile daha etkili işbirliği yapılması ve paranın dalgalanmaya bırakılmaktan sakınılması ekonomik ölçütler arasında yer almaktadır.

 

Ayrıca, AB mevzuatının yalnızca iç hukuk kuralları olarak kabul edilmemesi aynı zamanda bu kuralların uygulanır ve yürütülür kılınması da gerekmektedir. Bu zorunluluk, yeni yönetsel kurumların kurulmasını ve mevcut kamu yöneticilerinin uygun şekillerde eğitilmesini, yargı sisteminde düzeltim yapılmasını ve yargı mensuplarının Topluluk Hukuku konularında eğitilmelerini de öngörmektedir.

 

Çağdaş devlet normunun yorumlanmasında ele alınabilecek belgelerden biri de Avrupa Birliği Temel Haklar Şartı Taslağı’dır.  Bu belge, Avrupa Birliği’nin yakın gelecekte sahip olacağı yeni normları belirlemesi açısından önem taşımaktadır. Temel Haklar Şartı’nda yer alan unsurlar aşağıda sıralanmıştır:

 

·     İnsan onuru çiğnenemez. İnsan onuruna saygı duyulmalı ve korunmalıdır.

·     Herkesin yaşama hakkı vardır.

·     Hiç kimse ölüm cezasına çarptırılamaz ve idam edilemez.

·     Herkes fiziksel ve zihinsel bütünlüğüne saygı duyulmasını isteme hakkına sahiptir.

·     Hiç kimse işkenceye, insanlığa aykırı ve aşağılayıcı işleme ve cezaya tabi tutulamaz.

·     Esirlik ve angarya yasaktır.

·     Herkesin özgürlük ve kişisel güvenlik hakkı vardır.

·     Herkesin özel ve aile yaşamına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.

·     Herkes kişisel bilgilerinin korunmasını isteme hakkına sahiptir.

·     Herkesin evlenme ve aile kurma hakkı vardır.

·     Herkes düşünce, inanç ve din özgürlüğüne sahiptir.

·     Herkes düşüncesini açıklama ve haber alma hakkına sahiptir.

·     Herkes toplanma ve dernek kurma hakkına sahiptir.

·     Sanat ve bilimsel araştırma her türlü engellemeden uzak tutulmalıdır.

·     Herkesin eğitim görme hakkı vardır.

·     Herkesin çalışma ve meslek edinme hakkı vardır.

·     Herkesin iş kurma hakkı vardır.

·     Herkesin mülkiyet hakkı vardır.

·     İltica hakkı güvence altına alınmalıdır.

·     İnsanların toplu halde başka ülkelere zorla gönderilmesi ve yaşamlarının risk altında olacağı ülkelere zorla gönderilmesi yasaktır.

·     Herkes kanun önünde eşittir.

·     İnsanlar arasında cinsiyet, ırk, renk, etnik ve toplumsal orijin, genetik özellikler, dil, din ve inanç, siyasal ya da her çeşit düşünce, ulusal bir azınlığa üye olma, mülkiyet, doğum, sakatlık, yaş ya da cinsel tercihleri bakımından ayrım yapılamaz.

·     Avrupa Birliği, kültürel, dinsel ve dil çeşitliliğine saygılı olacaktır.

·     Erkek ve kadın eşittir.

·     Çocuk hakları tanınmalı ve korunmalıdır.

·     Yaşlıların hakları tanınmalı ve korunmalıdır.

·     Birlik, fiziksel ve zihinsel engellilerin yaşamlarının güvence altına alınmasını isteme haklarına saygılı olacaktır.

·     Çalışanların bilgi alma hakkı vardır ve iş yaşamı ile ilgili konularda çalışanlara danışılmalıdır.

·     Çalışanların toplu pazarlık ve eylem hakkı vardır.

·     Herkesin işe yerleştirme servislerinden yardım isteme hakkı vardır.

·     Çalışanlar haksız işten çıkarma girişimlerine karşı korunmalıdır.

·     Çalışanlar eşit ve güvenli çalışma koşullarına sahip olma hakkına sahiptir.

·     Çocukların istihdamı yasaktır.

·     Genç işçilere yaşlarına uygun çalışma ortamları sağlanması zorunludur.

·     Aile hukuksal, ekonomik ve toplumsal bakımlardan korunmalıdır.

·     Birlik, kişilerin sosyal güvenlik ve sosyal yardım haklarını güvence altına alacaktır.

·     Herkesin koruyucu ve tedavi edici sağlık kurumlardan yararlanma ve yardım isteme hakkı vardır.

·     Birlik, bireylerin genel ekonomik çıkarlarla ilgili servislerden yardım görmelerini güvence altına alacaktır.

·     Çevrenin koruması ve çevresel kalitenin yükseltilmesi hedefi Birlik politikaları ile en üst düzeyde bütünleştirilecektir.

·     Tüketici korunacaktır.

·     Herkesin Avrupa Parlamentosu  seçimlerinde oy verme ve aday olma hakkı vardır.

·     Herkesin belediye seçimlerinde oy verme ve aday olma hakkı vardır.

·     Herkesin, Avrupa Birliği kurum ve kuruluşlarından tarafsız,  adil ve makul bir süre içinde işlerinin çözümlenmesini isteme hakkı vardır.

·     Herkesin bilgi edinme ve resmi belgelere ulaşma hakkı vardır.

·     Herkesin ombudsmana başvurma hakkı vardır.

·     Herkesin dilekçe verme hakkı vardır.

·     Herkes seyahat etme ve dilediği yerde yerleşme hakkına sahiptir.

·     Birliğin tüm vatandaşları, temsilcilerinin bulunmadığı ülkelerde diplomatik ve konsolosluk hizmetleri bakımından korunma hakkına sahiptir.

·     Hak ve özgürlükleri çiğnenen herkes etkili karşılık görme ve adil yargılanma hakkına sahiptir.

·     Herkes suçluluğu kanıtlanıncaya kadar suçsuz varsayılacak ve savunma hakkına sahip olacaktır.

·     Hiç kimse işlendiği zaman yürürlükte olan yasaların öngördüğünden daha fazla cezaya çarptırılamaz.

·     Hiç kimse bir suçtan ötürü iki kez yargılanamaz ve cezalandırılamaz.

 

Kopenhag Siyasal Ölçütleri Karşısında Türkiye’nin Durumu

 

AB tarafından Türkiye’nin adaylığı ile ilgili olarak hazırlanan ilk değerlendirme raporunda, Anasözleşme’de, Amsterdam Anlaşması’nda ve Maastricht Anlaşması’nda azınlıklarla ilgili olarak bir tanımın yer almadığı ve azınlıklara siyasal özerklik verilmesi gibi bir koşul bulunmadığı belirtilerek Kürt sorununun AB ile bütünleşme konusunda Türkiye için bir sorun yaratmayacağı belirtilmektedir.

 

Raporda, buna karşılık, sorun yaratması beklenen alanların anlatım özgürlüğü üzerindeki kısıtlamalar, işkencenin sistematik bir konumda olması, yargıda düzeltim yapılamaması, Milli Güvenlik Kurulu’nun sivil yaşamda oynadığı rolün içeriksel özellikleri ve çevre yönetiminin içinde bulunduğu koşullar olduğu belirtilmektedir.

 

Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Maastricht Anlaşması

 

Çağdaş devlet normlarını yaratmaya çalışırken, merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin sahip olması gereken normların ele alınmaması önemli bir eksiklik yaratacaktır. Oysa, bu alanda oldukça etkili sonuç üretebilecek normlara sahip olmak gerekmektedir. Bir yandan yerel yönetimlerin demokratik davranış eğitiminin başlangıcı ve beşiği olarak görülmesi ve bir yandan da giderek artan siyasal tanınma ihtiyacı içindeki yerel topluluklar ve yerel yöneticiler merkezle alan arasındaki ilişkilerde yeni bir statü belirlenmesini istemektedirler.

 

Bu alanda iki önemli belge dikkatle ele alınması gereken normlar getirmektedir. Bu belgeler, ‘Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ ile Avrupa Birliği’nin oluşmasına olanak veren ‘Maastricht Anlaşması’dır.

 

‘Avrupa Yerel Yönetimler Şartı’ Türkiye tarafından 1988 yılında, bazı çekincelerle, imzalanmış ve 1991 yılında ise yasama organı tarafından onaylanmıştır. Bu Şart’da yer alan temel ilkeler aşağıda belirtilmiştir:

 

·     Yerel yönetimler, sınırları yasa ile belirlenmek üzere, kamu hizmetlerinin önemli bir bölümünü düzenlemek ve yönetmek hakkına sahiptir. Yerel yönetim hakkı doğrudan, eşit ve genel oya dayalı serbest seçimle iş başına gelecek organlar eliyle kullanılacaktır.

·     Yerel yönetimlerin statüsü Anayasa veya yasa ile belirlenecektir. Yerel yönetimler, başka yönetimlere verilmeyen ve kendilerine bırakılan alanlarda yetkilerini tam ve eksiksiz olarak kullanacaklardır. Yerel yönetimlerin yetkileri, yasa ile getirilen sınırlamalar hariç olmak üzere, hiç bir merkezi ya da bölgesel organ tarafından sınırlanamayacaktır. Kamu sorumluluğu veya hizmeti, ilke olarak, vatandaşa en yakın kamu otoritesi tarafından yerine getirilecektir. Yerel yönetimlerle ilgili olarak yapılacak her türlü düzenlemede yerel yönetimlerin görüşlerine önceden başvurulacaktır.

·     Yerel yönetim sınırlarında, referandum da dahil olmak üzere, yerel topluluğun görüşlerine başvurulmadan herhangi bir değişiklik yapılmayacaktır.

·     Yerel yönetimler kendi iç örgütlenme düzenlerini istedikleri gibi oluşturabileceklerdir. Yerel yönetimlerin personel istihdam etme rejimleri ehliyet ve liyakat ilkelerinin uygulanmasına ve yüksek kaliteli personel çalıştırılmasına olanak verecek şekilde düzenlenecektir.

·     Yerel yönetimlerin seçilmiş organları görevlerini özgürce yerine getirebileceklerdir. Bu koşullar, ücretleri ve öteki sosyal hakları da içerecektir. Seçilmiş organların yapması uygun görülmeyen işlev ve etkinlikler yasa ile belirlenecektir.

·     Yerel yönetimler üzerindeki denetim ancak yasa ile belirlenen koşul ve süreçlere ugun olarak gerçekleştirilecektir. Yapılacak denetim ise yasaya ya da Anayasa’ya uygunluk düzeyinin saptanması ile sınırlı olacaktır. Denetimin ölçüsü korunmak istenen çıkarın önemi ile orantılı olacaktır.

·     Yerel yönetimler, kendilerine verilen yetkiler çerçevesinde özgürce kullanmak üzere kendi öz gelir kaynaklarına sahip olacaklardır. Bu gelir kaynakları kendilerine verilen görevlerin yerine getirilmesine olanak verecek düzeyde olacaktır. Gelirlerin en azından belirli bir kesimi, oranları kendilerince belirlenmek üzere, yerel vergi ve harçlardan oluşacaktır. Gelir düzeyleri eşit olmayan yerel yönetimler için gelir eşitliğinin sağlanmasına yönelik önlemler alınacak, ancak, bu önlemler yerel yönetimlerin yetkilerinde bir azalmaya yol açmayacaktır. Yerel yönetimlere verilecek olan bağışlar spesifik projelere bağlanmayacaktır. Bağış sistemi, yerel yönetimlerin kendi alanlarında politika geliştirme yolundaki temel özgürlüklerini ortadan kaldıracak şekilde kullanılmayacaktır. Yerel yönetimler sermaye yatırımlarının finansmanı amacıyla, sınırları yasa ile belirlenecek şekilde, ulusal sermaye borsasına girme hakkına sahip olacaklardır.

·     Yerel yönetimler, ortak gereksinimlerini karşılamak üzere birlikler kurabileceklerdir. Bu çerçevede yerel yönetimler öteki devletlerle, sınırları yasa ile belirlenecek şekilde, ilişki kurmak hakkına sahip olacaklardır.

·     Yerel yönetimler, Anayasa’da ya da yasalarda öngörülen yerel kendi kendini yönetim ilkelerine duyulması gereken saygıyı ve kendilerine verilen yetkileri özgürce kullanabilmelerini güvence altına almak üzere yargı yoluna başvurmak hakkına sahip olacaklardır.

 

Merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasındaki ilişkiyi belirleyen bir başka norm da ‘Maastricht Anlaşması’nda (madde 3 b ve madde A) yer almaktadır. “Hizmette yerellik” (subsidiarity) olarak belirlenen bu ilke kamu hizmetlerine ilişkin kararların vatandaşa en yakın yönetim biriminde alınmasını öngörmektedir. Buna göre, kamu hizmetlerinin merkezi yönetim ile yerel yönetimler ve hatta yerel yönetim birimleri arasında paylaşımında temel ölçüt hizmete ilişkin kararın hizmetten yararlanacak vatandaşa en yakın yönetim birimi tarafından verilebilmesi olacaktır.

 

Minimal Devlet, Yeni Sağ ve Hayek

 

Çağdaş devlet normlarından söz ederken yukarıdaki başlıkta yer alan üç temel kavrama değinmemek sorunun yeterince ele alınmamasıyla sonuçlanabilir.

 

“Yeni sağ” olarak da bilinen ve “Friedman-Thatcher-Reagan okulu”nun uzantısı ve sonucu olarak ortaya çıkan “minimal” devlet anlayışı bu bağlamda üzerinde durulması gereken önemli bir yorumlama biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. [36]

 

Bu anlayış biçimine göre, devlet örgütü kamu hizmetleri ve  işlevleri açısından en az büyüklük ölçüsünde olmalı ve esas olarak dış güvenlik, iç güvenlik, vergi yönetimi ve dış politikanın yönetiminden sorumlu olmalıdır. Bunların dışında kalan kamu hizmetleri ve işlevleri özel sektöre ve piyasa güçlerine bırakılmalı ya da en azından merkezi hükümetten alınarak yerel yönetimlere veya merkezi hükümetin taşra temsilcilerine bırakılmalıdır.

 

Bu anlayış sahipleri ancak bu yolla çok önemli iki unsurun güvence altına alınabileceğini belirtmektedirler: bireysel hak ve özgürlükler ve verimli işleyen bir devlet yönetimi. Yeni sağ anlayışının doğal sonucu özelleştirme çalışmalarının genişlemesi ve monetarist devlet yönetimi anlayışlarının temel yönetim ilkesi konumuna gelmesidir. 

 

Bu konuda daha ilginç söylemler geliştiren ise Friedrich A. Hayek olmuştur. Aslında, Friedman okulunun bir devamı olan Hayek, Friedman okulunun piyasanın üstün gücü, rekabetin tam ve mutlak egemenliği, bireysel hak ve özgürlüklerin ve bu özgürlüklerle devlet arasındaki ilişkilerin yeniden kavramlaştırılması ve düzenlenmesi konularında Friedman anlayışının çok ötesine geçmektedir. Buna karşılık Hayek, devletin işlevlerini sorgularken “minimal” devlet yerine “özel sektörün yapmayacağı, yapmak istemeyeceği ya da yapmasının doğru olmayacağı” hizmetleri gören bir devlet anlayışını savunmaktadır. [37]

 

Çağdaş devlet normu tartışmalarında bu gelişmelerin de dikkate alınması gerekmektedir.

 

Değerlendirme ve Sonuç

 

Buraya kadar yapılan açıklamalarla yeni bir yüzyıla girerken artık aralarındaki siyasal sınırları sorgulamaya başlamış ve elektronik ve enformatikte meydana gelen çarpıcı ilerlemeler nedeniyle zaman ve uzaklık kavramlarını göreli bir duruma dönüştürmüş olan dünyamıza egemen olan çağdaş devlet normlarının neler olduğu açıklıkla belirlenmiş ve saptanmış bulunmaktadır. Ancak, söz konusu normların daha iyi anlaşılabilmeleri ve yorumlanabilmeleri için değişen devlet anlayışlarına kısaca bir göz atmak gerekmektedir.

 

Birçok bilim adamının da belirttiği üzere, artık içtenlikle inanılmaktadır ki, devlet yönetiminde kurtuluşa giden yol toplumdan ve toplumsal çözümlerden geçmemektedir. Önümüzdeki yüzyılda devlet yönetiminde esas endişe alanı verimlilik, etkililik ve başarım (performans) kavramları olacaktır. Bu üç kavram devlet yönetiminde en önde gelen unsurlar olarak ortaya çıkacak ve yönetim iklimini belirleyen temel unsurlar olacaktır.

 

Bu bağlamda, devletin işlevsel sınırları önemli ölçüde değişecek ve yeni çoğulculuk anlayışı apolitik, başarım odaklı, tek göreve yönelik kuruluşlar çerçevesinde oluşacaktır. Bu gelişmenin doğal sonucu olarak gücü herşeye yeten ve herşeyi yapmaya çalışan devletten, özel sektörün ve piyasa süreçlerinin toplumsal hizmet üretiminde daha fazla rol, işlev, yetki ve sorumluluk aldığı bir sisteme geçilecektir. Bu geçişin ana nedeni ise devlet programlarının ve uygulamalarının uğradığı başarısızlıklar ile vergilendirme ve borçlanma yoluyla elde edilebileceklerin sınırına gelinmesi olacaktır.

 

Yeni yüzyılda, ekonomikliğe ve başarım hedeflerinin gerçekleştirilmesine dayalı bir verimlilik anlayışı gelişecek, yararlı olmaktan çıkan her türlü etkinlik durdurulacak ve yalnızca amacına ulaşan etkinliklerin devamına izin verilecektir.

 

Devlet çalışmaları siyasal bir amaca hizmet eder olmaktan uzaklaştırılacaktır. Devletin dayandığı varsayımlar bürokraside politizasyonu önleyecek şekilde değiştirilecektir. Kamu hizmeti moral ve etik bir olgu olmanın yanında, aynı zamanda, ekonomik ve akçal bir olgu olma konumuna gelecektir.

 

Önümüzdeki yüzyıla damgasını vurması gereken kavramlardan biri de kamu hizmetini ve kamu yönetimini çevreleyen ve bu kavramlara nitelik ve içerik kazandıran dış çevre etmenlerinin kamu yönetiminin temel niteliklerini belirleyici olabilme yetenek ve güçlerinin çok daha fazla önem kazanması olacaktır.

 

Bu dış etmenlerin başında ise ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar ile ulusal ekonominin yönetim biçimi gelmektedir.   Bu bağlamda, her şeyden önce devletin gelir yaratma yeteneklerinin sınırlı olduğu gerçeğinin anlaşılması ve devletin çok yüksek olan vergi oranları nedeniyle (kaçakların kapatılması yolu hariç olmak üzere) vergi toplamanın sınırına ve çok fazla artmış olan iç borç ve faiz yükü nedeniyle de iç borçlanmanın en üst sınırına gelmiş olduğu gerçeklerinin açıklıkla ortaya çıkması gerekmektedir.

 

Öte yandan, enflasyonist bir baskı ile sonuçlanacak bu politikalar sonunda orta sınıfın giderek fakirleşmesine ve erimesine yol açılacak ve verimlilik ilkesi de tam anlamıyla bir tehlike içine düşecektir. Bu bağlamda, daha fazla vergi toplamaya çalışmak, yol açabileceği toplumsal ve ekonomik yan etkiler nedeniyle, önemli ölçüde toplumsal ve siyasal huzursuzluklara ve tepkilere kaynaklık edebilecektir.

 

Bütün bu olumsuz gelişmeler bir yandan, ekonomik durgunluk içinde yüksek enflasyon anlamına gelen stagflasyona yol açarken öte yandan monetarist yaklaşımlara dayalı “maliye devleti” kavramının son bulmasına ve yeni bir devlet anlayışının ortaya çıkmasına da neden olabilecektir.

 

Bu nedenlerle, kamu hizmetlerinin finansmanında çok önemli darboğazlar oluşacak ve bu darboğazlar bir yandan kamu hizmeti kavramının yeniden tanımlanmasını zorunlu kılarken öte yandan verimli ve ekonomik yönetim koşullarının sağlanmasına neden olacaktır.

 

Bu durum ‘çağdaş yönetim bilimi ilkeleri’nden daha fazla yararlanılmasını gerektirecek ve ‘süreç ağırlıklı kurumsal gelişme kuramına’ dayalı modern yönetim bilimi ilke, yöntem ve tekniklerinin Türk devlet yönetimi içine girmesini zorunlu kılacaktır.

 

Teknolojik alanda görülen değişme ve gelişmeler, bilgi toplumu olma yolundaki ilerlemeler ve bilgisayar teknolojisinin gelişmesi ve ucuzlaması bu yöndeki eğilimleri destekleyen unsurlar olarak ortaya çıkacaktır.

 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türk demokrasisinin çağdaşlaştırılması ve geliştirilmesi  çalışmalarında bu ilerlemeler, yenilikler, eğilimler ve normlar gözönünde tutulmalıdır.

 

Temel Çözüm Önerileri

Yirmibirinci yüzyıl çağdaş devletinin önde gelen iki temel normu siyasal rejimin katılımcı bir demokrasi anlayışına dayalı olması ve bireyi esas alan liberal bir siyasal felsefeyi benimsemesidir.

 

Bu bağlamda, bireyler, temel hak ve özgürlükleri açısından hem kendilerine ve hem de devlete karşı tam bir güven duygusu içinde olmalı ve devlet de her türlü kuşkudan kendisini uzak tutarak bireylerine karşı güven duymalıdır.

 

Demokrasinin yeniden yapılandırılmasında temel hedef, gerek devlet sistemimizin içinde bulunduğu koşulların ve gerekse demokratik düzenimizin sahip olduğu özelliklerin dikkatli bir şekilde gözden geçirilmesi ve yukarıda belirtilen şekliyle birey ile devlet arasında karşılıklı güven duygusuna dayalı bir ortamın oluşturulması olmalıdır.

 

Devletin yeniden yapılandırılmasında temel hedef, verimlilik düzeyinin artırılmasını amaçlayan; başarım-odaklı; amaca ve hedefe yönelik; sorumluluk yönetimi ilkesini yaşama geçiren ve yeni kamu yönetimi (public management ya da new public management) [38] anlayışı ile toplam kalite yönetimi anlayışını esas alan bir yapısal değişimin gerçekleştirilmesi olarak saptanmalıdır.

 

Yirmibirinci yüzyılda, gelişmiş veya gelişmekte olan tüm dünya ülkelerinin ulaşmayı planlayacağı en önemli hedef bu olacaktır. Zira, bu hedef, dünyanın bugün aramakta olduğu düzeni büyük çapta anlatmaktadır.

 

Dünyanın yirmibirinci yüzyıla girerken aradığı düzen demokrasi içinde zenginliktir. Bu düzenin iki temel özelliği vardır: daha çok özgürlük ve daha çok gönenç.

 

Dünya ülkeleri, artık, bugüne kadar gelişmiş olan şekliyle klasik demokratik rejimi yeterli görmemektedir. Evrensel olarak bilinen biçimi ile klasik demokrasi anlayışı içinde insan haklarına saygı, serbest ve adil seçim sistemi, hukuk devleti, laisizm ve cumhuriyet ilkeleri yer alır. Çağdaş demokrasi anlayışı bu ilkeleri yeterli bulmamakta ve bunlar arasına yeni sayılabilecek üç görüşü ilave etmek istemektedir. Bu kavramlar ‘katılımcılık’, ‘uzlaşmacılık’ ve  ‘hukukun gerçek üstünlüğüne dayalı devlet’ anlayışlarıdır. Bir başka anlatımla, bir yandan, demokrasilerde karar verme sürecine katılan kitlelerin sayısı ve katılma yöntemleri artırılmak istenirken; bir yandan da, hukuk devleti ilkesinin şekilsel uygunluk koşulları ile çerçevelenen çatısı yeterli görülmemekte ve içerik yönünden mükemmelliği arayan hukukun gerçek üstünlüğüne dayalı bir hukuk devleti ilkesi ön plana çıkmaktadır.

 

Ülkemiz, demokratik katılımcılık anlayışından ve hukukun gerçek üstünlüğü ilkelerinden yoksundur. Bu eksiklikler daha çok Anayasa’nın bu iki temel unsurdan yoksun olarak hazırlanmış olmasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, Anayasa’da demokratikleşmeyi sağlayacak köklü değişiklikler yapılması zorunlu görülmektedir.

 

Bu bağlamda, zenginlik ilkesinin gerçekleşebilmesi için devletin sorumluluk alanının, manevi anlamı ile değil, fakat, yerine getirmek durumunda olduğu iş ve hizmetleri ile ilgili olarak daraltılması ve özel sektör tarafından yerine getirilebilecek çalışma alanlarından uzaklaşarak devlet olmanın gerekli kıldığı asli hizmet alanlarına dönmesi gerekmektedir.

 

Bu, toplumsal zenginliğin bireylerin zenginliği yolu ile elde edilmesi anlamını taşımaktadır. Devletin görevi, sosyal adalet ilkesini gözetmek ve adil gelir dağılımını sağlamak koşuluyla, bireylerinin gönenç düzeyini artırmaktır.  [39]

 

Bu hedefe ulaşabilmek iki temel koşulun gerçekleşmesine bağlıdır. Bir yandan devlet temel görevleri olan tüm vatandaşlarına  eşitlik ilkesine bağlı kalmalı ve adalet, savunma, asayiş, eğitim, sağlık ve mali hizmetler sağlayacak görevlerine dönmeli; öte yandan da, özel sektör, gerekli alanlarda büyük girişimleri gerçekleştirecek  boyutlara ulaşacak şekilde halkın küçük birikimlerini de değerlendirerek uluslararası rakipleriyle boy ölçüşecek şekilde yapılandırılmalı, küçük ve orta ölçekli  işletmelerle bütünleşerek ekonomi içindeki rol ve sorumluluğunu geliştirmelidir.

 

Çağdaş demokrasilerde giderek önem kazanan katılımcılık ve hukukun üstünlüğüne dayalı hukuk devleti açısından ülkemizde yapılması gereken pek çok çalışma vardır. Türkiye’de demokratik katılımcılık henüz yeterli olmaktan uzaktır. Aynı şekilde, Türkiye bir hukuk devleti olmayı başarmış ancak hukukun üstünlüğüne dayalı hukuk devletini henüz tüm kurum ve kuralları ile oluşturamamıştır.

 

Benzer eleştiriyi liberal ekonomik düzen açısından yapabilmek de olanaklı görünmektedir.  Ülkemizde yürürlükte olan ekonomik rejim serbest piyasa ekonomisidir. Ancak, ekonominin denetimi büyük çapta, bireylerin değil, devletin elindedir.

 

Bilgi çağı dönemine giren ve elektronik iletişimde büyük ilerlemeler elde eden bir dünya ortamı içinde gelişmelere ayak uyduramamak ve çağın gereklerinin gerisinde kalmak ülkemiz üzerindeki baskıların artması anlamına gelecektir. Beklenmesi gereken bu baskıların yol açacağı olumsuz sonuçlardan zarar görmemek için hem demokrasimizin içeriğini gözden geçirmek ve hem de devletin sahip olması gereken rol ve niteliklerini yeniden tanımlamak gerekmektedir.

 

Bu bağlamda ve yeniden yapılanma çalışmaları çerçevesinde, ulaşılması gereken ana hedefler aşağıda belirtilmiştir.

 

·     Etkili bir devlet yapısı ve verimli yönetim süreçleri oluşturulmalıdır. Bu amaçla ulusal stratejiler, projeler ve eylem programları yapılmalı ve bu çalışmalarda sorumluluk alacak insan potansiyeli geliştirilmelidir.

·     Devletin ekonomik yaşam içindeki rolü sınırlandırılmalıdır. Devlet temel altyapıların tamamlanmasından  ve sistemin işlemesini temin edecek makro düzenlemeler yapmaktan sorumlu olmalıdır.

·     Ekonomiyi serbest piyasa ekonomisinin kuralları yönlendirmelidir. Bunun için de tam ve serbest rekabet ortamı oluşturulmalı ve tüketici korunmalıdır. Kurulacak yeni ekonomik sistem hiç kimsenin ve hiç bir çıkar grubunun denetimine girmeyecek bir özellikte olmalıdır.

·     Devlet, ihtiyacı olan vergiyi almalı, vergi kaçaklarını önlemeli ve verginin haksız rekabete yol açmasına engel olmalıdır. Vergide adalet, eşit yük dağılımı ve kararlılık sağlanmalıdır.

·     Devlet kaynaklarının yönetimi, her türlü yolsuzluğu ve yasa dışı davranışı önleyecek şekilde, katı bir çerçeve içerisinde sınırlandırılmalıdır.

·     Bütçe denk olmalıdır.

·     Enflasyonun gizli ve adil olmayan bir vergi olduğu herkes tarafından bilinmeli ve enflasyon mutlaka önlenmeli ya da en azından kabul edilebilir bir düzeye indirilmelidir.

·     Serbest piyasa ekonomisine gerçek anlamı ile geçilmeden liberal bir yapı oluşturulmasını öngören siyasal rejim değişikliği yapılamayacağı kesinlikle kabul edilmelidir.

·     Özelleştirmeye hız verilmelidir.

·     Merkezi yönetim, yetki ve görevlerinin önemli bir bölümünü yerel yönetimlere devretmelidir.

·     Kırtasiyecilik kesin olarak azaltılmalıdır.

·     Kamu hizmetlerinde nitelik ve nicelik yönünden gelişme sağlanmalıdır.

·     Yürürlükteki mevzuatın sayısı azaltılmalı ve içeriği sadeleştirilmelidir.

·     Devletin iç siyasal yapılanması, yalnız şekilsel olarak bazı kurumların kurulmasıyla tamamlanmış sayılmamalıdır. Bu kurumlar, kişilerin temel hak ve özgürlüklerine tam ve yeterli cevap verecek bir yapıda oluşturulmalıdır. Şimdiye kadar yapılan çalışmalarda genellikle devlet ve kurumlar güçlendirilmiştir; artık, bu güçlendirme kişi hak ve özgürlükleri için yapılmalıdır.

·     Gerek bireyler ve gerekse devlet anlamlı bir öz disipline yani gerçek bir sorumluluk anlayışına sahip olmalıdır. Aksi takdirde, çoğulculuk ideali bir anarşiye dönüşebilir. Bir şeyin yalnız yapılması değil, yapılmaması da öz disiplin dışına çıkmış bir eylem olarak kabul edilmeli ve sorumluluk nedeni olmalıdır.

·     Devletin ana siyasal işlevi yürütme ve yönetimde etkinliği, yargıda adaleti ve yasamada eşit ve hakça temsili tam ve süratli olarak kurmak ve demokrasiyi tam olarak çalıştırmak olarak kabul edilmelidir.

 

Yukarıda belirtilen genel hedefler çerçevesinde, “etkin devlet” kavramını doğru, adil, çabuk ve zamanında karar alabilen; karar alabilecek bilgi ve ehliyete sahip olan ve çözüm yolu geliştirme çalışmalarında taktik yerine stratejik araştırmaları egemen kılan devlet olarak tanımlamak olanaklıdır. [40]

 

Gözönünde Tutulması Gereken Temel İlkeler

 Bu kitabın hazırlanmasında gözönünde tutulan ve varılan kararlara ve geliştirilen önerilere esas olan temel, değişmez ve vazgeçilemez ilkeler aşağıda belirtilmiştir:

 

·     Türkiye Cumhuriyeti, temel özellikleri Anayasası’nda belirtildiği üzere, Devleti, ulusu ve ülkesi ile üniter ve bölünemez bir Devlettir ve öyle kalmalıdır. Anayasa’nın dördüncü maddesinde yer alan devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu ve yine ikinci maddesinde belirtilen Cumhuriyetin nitelikleri ile üçüncü maddesinde belirtilen hükümler yeni düzenlemelerin de temel esin kaynağı ve yol göstericisi olmalıdır.

·     Federalizmin her türü ülkemiz gerçeklerine uygun düşmeyecek bir yapı olarak kabul edilmelidir.

·     Türkiye Cumhuriyeti için temel siyasal seçenek parlamenter demokrasidir. Türkiye parlamenter demokrasiye, başkanlık ya da yarı-başkanlık adı altında bir alternatif aramak durumunda değildir ve olmamalıdır. Sorunların çözümü yeni siyasal modellerin içinde aranmamalıdır.  Ancak, her sistemin olduğu gibi, parlamenter demokrasinin de kendi iç dinamikleri kullanılarak ya da bu dinamikler yeniden oluşturularak daha iyi bir konuma getirilmesi olanaklıdır. Zira, uzun yılların oluşturduğu toplumsal ve siyasal birikimlere dayalı olarak gelişen siyasal rejimler yönetenlerin ve karar verenlerin anlık tercihleriyle köktenci değişimlere konu olamayacak kadar duyarlı ve riskli yapılardır.

·     Devlet yönetiminde laiklik ilkesinin gereği olarak dinsel duygular devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmamalıdır.

·     Türk vatandaşları devredilmez ve vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahiptirler.

·     Türk ekonomisinin yönetiminde ve yönlendirilmesinde kıt ulusal kaynakların planlanması anlayışını reddetmeyen, toplumsal eşitlik ve adalet ilkelerine ve tam rekabet ilkesine dayalı serbest piyasa ilkeleri esas alınmalıdır.

 

Yönetim Düzeltimi (Reformu) ya da Düzeltimin Yönetimi

 

Türkiye’de hem kamu sektörünün ve hem de kamu yönetiminin yeniden yapılandırılmasını ya da düzeltimini gerektiren şiddetli baskılar vardır ve oldukça çeşitlidir.

 

Bu baskılar verimsiz, etkisiz, demokratik olmayan ve yolsuzluklara bulaşmış kurumsal yapıları ve süreçleri hedef alan doğrudan baskılar olabileceği gibi iş başındaki hükümetlerin ya da genel olarak devlet çarkının işleyiş biçiminin yarattığı tatminsizlikten kaynaklanan dolaylı baskılar da olabilir.

 

Bu baskıların kaynakları ülke içinde olabileceği gibi uluslararası finans ve yardım kuruluşları da bu yolda baskılar yapabilirler. İkili ya da çok taraflı yardım kuruluşlarının çoğu finansal yardım programları için kamu sektörü etkinliklerinde büyük çaplı değişiklikler yapılmasını koşul olarak ileri sürebilmektedirler. Hatta, bu koşulların çoğu yardım alacak ülke tarafından ulusal koşullara ters bulunabilir ve bu koşullarla ilgisiz nitelikte de olabilir. Buna karşılık, bazı durumlarda, yeniden yapılandırma çalışmaları hükümetlerin kendi iç dinamiklerinden de kaynaklanabilir. Bu tür çalışmaların çoğunun kaynakları iktidara gelen partilerin programlarında yer alan esas ve ilkelerdir. 

 

Kuşkusuz bu tür baskılar, düzeltim çalışmasını yapmak durumunda olan tüm hükümetler için sıkıntı vericidir; ancak, iyi anlaşıldıkları ve iyi yönlendirilebildikleri takdirde devlet yönetiminin kurumsal yapısını ve süreçlerini iyileştirmeyi amaçlayan hükümetler için son derecede yararlı olabilirler.

 

Bu tür baskılar, aynı zamanda, yeniden yapılanmaya doğal olarak direnen güçlerin yenilgiye uğratılması için bir güç kaynağı da olabilirler.

 

Yeniden yapılanma çalışmalarının kaynakları genellikle hükümetlerin dışındadır. Ekonomik bunalımlar, hizmet maliyetinin azaltılması ve verimliliğin artırılması için güçlü bir destekleyici ve özendiricidir.

 

Kamunun hükümet çalışmalarından ya da bürokraside yaygınlaşan yolsuzluklardan edindiği tatminsizlik ve yetersizlik duyguları kamuda düzenin yeniden sağlanması için bir “süpürge” ya da “temizleme” görevi yapacak yönetici grupların iş başına getirilmelerini ve bu görevde kalmalarını sağlayabilir.

 

Kamu sektöründe yeniden yapılanma ve düzeltim çalışmaları açısından yaşamsal önem taşıyan nokta, bu baskıları denetim altında tutulabilme düzeyidir.  Bu yapılamadığı takdirde, dış baskılar gerçek sorunlarla ilgisi olmayan ve sonuçlarını denetim altında tutamayacakları olumsuzluklara yol açabilirler.

 

İç baskılar da çok kısa zamanda gerçekleştirilmesi olanaklı olmayan çalışmaların bir an önce yapılmasını isteyebilir ve bu durum da çoğu kez hükümetleri yerine getiremeyecekleri sözleri topluma vermelerine ya da düzeltime konu olacak olan kurumlarda moral bozukluklarına ve bu kurumların daha güçsüz konuma gelmelerine neden olabilir.

 

Düzeltim yönünde istekte bulunan grupların kendi çıkarlarını öncelikle gözeten baskıları da yanlış ve hatalı önlemlerin uygulama alanına konulmasıyla sonuçlanabilir.

 

Bu durum, çoğu kez dış baskılar için de geçerlidir. Bu tür baskılar ulusal ve yerel koşulları yeterince dikkate almayabilir ve uygulamacılara manevra için çok dar alanlar bırakabilir.

 

Dış kaynaklara acil gereksinim içinde olan hükümetler, kamu sektöründe düzeltim için yapılan bu tür baskılara gerçek durumu yeterince incelemeden ve gerekli zamanlamayı yapmadan boyun eğebilirler.

 

Bu tür baskıların büyük bir çoğunluğu genellikle kredi ya da yardım veren kurumlarda çalışanlar açısından geçerliliği olan ekonomik endişeler ve ekonomik kuramlarla çerçevelenirler. Örneğin, kamu sektöründe aşırı düzeye gelmiş kamu personelinin sayısında ani düşmeler sağlanması yolundaki baskılar istihdam sorununun yoğun olduğu ülkelerde pek çok siyasal, toplumsal ve ekonomik sorunlara yol açabilir.

 

Bu gibi durumlarda kamu hizmetlerinin maliyetinin düşürülmesi için yapılan baskılar bazı kamu hizmetlerine son verilmesine de neden olabilir. Zira, ekonomi kuramları çoğu kez uygulamada ortaya çıkan sorunların çözümlenmesinde istenilen başarıyı sağlayamamaktadır.

 

Bu tür riskler özellikle dış yardım ya da kredi görüşmelerinin yalnızca Maliye Bakanlığı veya Hazine Müsteşarlığı gibi örgütler aracılığıyla yürütülmesi ve hizmet bakanlıklarının devre dışı bırakılmaları durumlarında daha çok ortaya çıkmaktadır.

 

Devlet düzeltimi konusunda yapılan çalışmalardan elde edilen birikimler şu temel noktaların ortaya çıkmasını sağlamıştır:  [41]

 

·     Düzeltim için var olan iç ve dış baskılar, olumsuz sonuçları önleyecek ve olumlu sonuçları güvence altına alacak şekilde yönlendirilmelidir.

·     Düzeltimi öngören dış baskılar ulusal ve yerel açıdan geçerliliği yüksek olan çözüm yollarının bulunmasına katkıda bulunmalıdır.

·     Düzeltim çalışmalarının yönetimi kısa ve uzun vadeli hedeflerin gerçekleştirilmesini sağlayacak, birbirleriyle uyumlu ve bağlantılı etkinlikler dizisinin uygulama alanına konulmasını öngörmelidir.

·     Yapılan çalışmalar sürekli olarak irdelenmeli ve değerlendirilmelidir.

·     Düzeltim bir amaç değil; daha iyi sonuçlar elde edilmesini sağlayan bir araçtır.

·     Aynı sonucun elde edilmesini sağlayacak pek çok seçenek vardır.

·     Kaynakların yetersiz olması, hareketsiz kalmayı haklı gösteremez; önemli olan kıt kaynakların maliyet etkililiğini güvence altına alacak şekilde kullanılmasıdır.

·     Haberleşme lüks değil, bir zorunluluktur.

 

Düzeltim Çalışmalarında İzlenmesi Gerekli Metodoloji

 

Düzeltim çalışmalarının yönetim biçiminin [42] açıklanabilmesi için aşağıdaki matriks çizelgenin incelenmesi yararlı olacaktır:

ÇİZELGE  1

DÜZELTİM ÇALIŞMASI PLANLAMA MATRİKSİ

 

Konu

Unsurlar

Ekonomik Değerlen-dirme

Akçalı Değerlen-dirme

Siyasal Değerlen-dirme

(X)

Kurumlar

İçişleri Bakanlığı

Ekonomi Yönetimi

(n)

 

+

+

 

 

+

 

+

+

 

Normlar (Kurallar)

Devlet-Yurttaş İlişkisi

Bilgi edinme hakkı

 

(n)

 

 

+

 

 

+

 

+

+

 

Süreçler

 Emlak vergisi yönetimi                 

Çevre ile ilgili düzenlemelerin yükümlülere uygulanması   

 

(n)

 

 

+

 

+

 

 

+

 

(Y)

 

 

 

 

 

Düzeltim çalışmalarının planlanması için yukarıdaki matrikse benzer iki boyutlu bir matriks geliştirilmelidir. Bu matriksin birinci boyutunda düzeltime konu olması istenilen konular yer almalıdır. Düzeltime uğraması gereken konular genel olarak üçe ayrılır: kurumlar, normlar (kurallar) ya da süreçler. Bu üç ana bölümün altına sırasıyla inceleme, irdeleme ve değerlendirme konusu olacak projelerin isimleri yazılmalıdır.

 

Şayet, bu konuların dışında kalan projeler varsa, bunlar da çizelgede “Y” olarak (ya da O, P, R gibi) belirtilen bölüme aynı şekilde yazılarak bunların altsistemleri de belirtilmelidir.

 

Matriksin ikinci boyutunda ise, bu konuların hangi unsurlar açısından değerlendirme konusu olacakları belirtilmelidir. Bunlardan ilk akla gelenler, doğal olarak, ekonomik açıdan değerlendirme, akçal açıdan değerlendirme ve siyasal açıdan değerlendirmedir. Kuşkusuz bu unsurlara yeni unsurlar (X) eklenebilir. Örneğin, hukuksal irdeleme gibi.

 

Bu şekilde, yapılacak araştırma, inceleme ve değerlendirme konularının/projelerinin belirlenmesinden ve önceliklendirilmesinden sonra durum saptama çalışması başlatılmalıdır. Bu çalışmanın tamamlamasından sonra, bir karar alma grubu tarafından elde olunan bulgular çerçevesinde inceleme konusu olan olguya herhangi bir müdahalede bulunulup bulunulmamasına karar verilmelidir. Müdahalede bulunulmasına karar verilirken hangi amaçlarla müdahalede bulunulacağı, müdahalenin hangi alanları kapsayacağı, müdahalenin şeklinin ne olacağı, müdahalenin kim tarafından yapılacağı ve süresinin ne olacağı gibi kritik konulardaki tercihler de belirtilmelidir. Müdahale ile ilgili olarak bir eylem planı (çok gerekli olmamakla birlikte CPM ve PERT gibi planlama teknikleri de kullanılabilir) hazırlanmalıdır.

 

Bu kararların verilmesini, çalışma ile ilgili somut ve ölçülebilir hedeflerin belirlenmesi izlemelidir. Bu hedeflerin benimsenmesinden sonra, müdahale başlatılmalı ve başarım düzeyi izleme altına alınmalıdır. Bu amaçla bir izleme ve ölçme sistemi kurulmalı ve elde edilen bilgi ve veriler dönemsel aralıklarla değerlendirilmelidir. Değerlendirme için maliyet/yarar etkililiği gibi teknikler kullanılmalıdır. Bu değerlendirmelerde şu sorulara yanıt aranmalıdır: “Hedefler elde edilmiş midir?”, “Elde edilmişse, maliyet uygun ve kabul edilebilir bir düzeyde midir?”, “Elde edilememişse, nedenleri nelerdir?”, “Kullanılan girdiler ve olanaklar yeterli midir? “,“Hedefler yanlış ve abartılı mı saptanmıştır?”. Bu sorulara uygun yanıtlar verildikten ve sorunlara yeterli çözümler bulunduktan sonra, sürekli ilerleme ilkesi çerçevesinde müdahale yeniden başlatılmalı ve sonraki aşamalar yinelenmelidir.

 

Ülkemizde, bugüne değin pek çok yönetim düzeltimi raporu yazılmasına karşın hiç bir düzeltim raporu uygulama alanına konulmamıştır. Yukarıda kısaca ve özet olarak betimlenen bir düzeltim çalışması ise hiç denenmemiştir. Bu tür bir çalışmayı yapmak üzere, birincisi var olan kurumlar ve ikincisi de yeni kurulacak bir kurum olmak üzere iki uygulama almaşığı akla gelmektedir. Var olan kurumlar, esas olarak, “Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanlığı”, “Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü” ya da üniversitelerdir. Ancak, bu kurumlardan istenilen sonuçların elde edilebilmesi olanaklı görülmemektedir. Düzeltim çalışmalarını yürütmek üzere kurulacak yeni örgüt ise geçici değil, kalıcı ve sürekli çalışan bir kurum olmalıdır. Bu kurum iki şekilde kurulabilir: “bakanlık” ya da “üst kurul”. Her iki çözüm almaşığı da uygun görülmekle birlikte, gerekli yasal ve siyasal destek ve olanaklar sağlanmak koşuluyla,  “Devlet Düzeltimi Üst Kurulu” gibi bir yapılanmanın daha uygun olabileceği anlaşılmaktadır.

 

Hemen belirtmek gerekirki, yukarıda belirtilen bu çalışma yöntemi ilgili kurumun hizmet üretme kapasite ve yetkinliğinin artırılması için her bir kamu kurumunda ayrı ve bağımsız olarak uygulama alanına konulmalıdır. Kurum içindeki değişim yönetimi süreci de kuruma özgü koşullar dikkate alınarak oluşturulmalıdır.

 


 


 

BÖLÜM  2

 

 

 

CUMHURBAŞKANLIĞI SİSTEMİ:

PARLAMENTARİZM

YA DA BAŞKANLIK VE

YARI BAŞKANLIK ÜZERİNE

TARTIŞMALAR

                         

 

 

 

 

 

Giriş

 

Cumhurbaşkanlığı kurumunun siyasal ve hukuksal konumu Türkiye’de pek çok yönden oldukça ciddi ve önemli tartışmalara konu olmaktadır. Bu tartışmalar, esas olarak, ülkenin genel siyasal rejiminin başkanlık ya da yarı başkanlık rejimi olması, bu sistemlerin parlamenter rejime alternatif olarak düşünülmesi, klasik parlamenter sistem içinde Cumhurbaşkanı’nın sahip olması gereken statünün ülke gerçekleri ışığında yeniden belirlenmesi, Cumhurbaşkanı’nın seçim şekli ve Cumhurbaşkanı’nın görev süresi konuları üzerinde yoğunlaşmaktadır.

 

Başkanlık ve Yarı Başkanlık Rejimi Arayışları

Türkiye’de parlamenter rejiminin aksayan yanlarını görenler ya da parlamenter rejimin zaman zaman konu olduğu siyasal bunalımları çözme yeteneğinin sınırlı olduğuna inananlar sıklıkla başkanlık rejimine geçilmesini ve ABD’de 200 yılı aşkın bir süredir uygulanan modelin ülkemize aktarılmasını siyasal sorunların temelli çözümü için tek yol olarak önermektedirler.

 

Bu konuda hem son üç cumhurbaşkanı, hem bazı siyaset adamları ve hem de bazı yazarlar, bir anlamda, kampanya öncülüğü yapmışlardır. Sekizinci Cumhurbaşkanı Özal’ın bu yoldaki istekliliği pek çok kez kamuoyuna yansımıştı. Kenan Evren de, uzun bir zamandan bu yana, yarı başkanlık sistemine taraftar olduğunu belirten açıklamalar yapmaktadır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel de bu sisteme kesin olarak “angaje” olmadığını belirtmekle birlikte konunun tartışılmasından yana tavır koymuştur. “65 milyonluk Türkiye daha iyi yönetilmelidir. Bu, kim yönetecek meselesinden çok, sistem meselesidir. Ben, … süredir Çankaya’da oturuyorum. Bu süre içinde tam 6 tane hükümet onayladım. Bu durum, ister istemez Meclis hükümetini tartışılır hale getirmiştir. Seçim oluyor, ama bu Meclis hükümet çıkaramıyorsa, zorluk ortaya çıkıyor. Bu, Türkiye’yi bir arayışa götürüyor. Yarı başkanlık, başkanlık sistemi. Onu da şartlar ortaya çıkardı. Ne oluyor? Meclis’in seçtiği hükümetten Başkanın seçtiği hükümete geçiyorsun” [43] sözleri ile tartışma başlatan Demirel’e ilk destek Hüsamettin Cindoruk’dan gelmiştir. Hüsamettin Cindoruk, Cumhurbaşkanı’nın girişimini kişisel bir talebi olarak göstermenin yanlış olduğunu, konuya Türk siyasal yaşamının temel sorunu olarak bakmak gerektiğini ve Cumhurbaşkanı’na verilecek yetkilerle, bu kurumun yasama ile yürütme arasında denge kuracağını söylemektedir.

 

Demirel, başkanlık rejimini istediği yolunda kesin bir dil kullanmamakta ancak seçim şekli konusunda kesin tavır ortaya koymaktadır: “halk seçsin”. Bu kararlılık ise Türkiye’de Cumhurbaşkanının genel statü çerçevesinin parlamenter rejimde öngörülen simgesel olmaktan çok öteye geçmesini istemek anlamına gelmektedir. Nitekim, Demirel, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının sahip olması gereken anayasal statü ile ilgili olarak son bir kaç yıldır üzerinde çalıştığı formülü 1999 yılı Meclis açılış konuşmasını yaparken net olarak dile getirmiştir: Cumhurbaşkanı iki turlu seçimle ve halkoyuyla seçilmelidir, Cumhurbaşkanı’nın meclisi fesih yetkisi kolaylaştırılmalı ve işlevsel kılınmalıdır, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 5 yıl olmalı ve bu göreve aynı kişi iki kez arka arkaya seçilebilmelidir.

 

Buna karşılık, pek çok düşünür de, başkanlık sisteminin ithal ve yapay nitelikli bir taklit olacağını ve ülkenin yerleşiklik niteliği kazanmış “teamüllerine” uygun olmayacağını belirtmektedirler. TESEV tarafından düzenlenen bir panelde konuşan Doç. Dr. Nihal İncioğlu kaynağı ABD olan başkanlık sisteminin Latin Amerika ve Doğu Avrupa ülkelerinde taklit edilmesinin demokrasiyi tehdit eden sonuçlar ortaya çıkardığını, sistemin ana ilkesinin güçler ayrılığı olduğunu, başkanın vatana ihanet suçlaması dışında değiştirilemediğini belirtmektedir. İncioğlu, yarı başkanlık sistemiyle ilgili olarak da, bu sistemin seçimle gelen Cumhurbaşkanı ve parlamento destekli Başbakan’ın kurduğu hükümetle yürütme erkinde ikili paylaşım yarattığını ve bunların  ayrı partilerden olması durumunda  aralarında uyumsuzluk çıkabileceğini söylemektedir. [44]

 

Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal, Demirel’in bu önerileri ile ilgili olarak köşesinde ilginç bir değerlendirme yapmaktadır: “Cumhurbaşkanı’ndan gelen çıkışın peşini bırakmamak gerek. Niyetini eşerek, anlamını sezerek ve fırsatı değerlendirerek. Önerdiği formül, elbette köklü değişiklik ister. Devlet başkanının seçiliş tarzını ve görev süresini belirtmekle iş bitmiyor. Sayın Demirel’in de dediği gibi, doğrudan seçim cumhurbaşkanını güçlendirecektir. Özellikle, yüzyıllar boyu padişah yönetimine alışmış ve tek kişi peşinden gitmeye yatkın bir toplumda bu güçlenişin taşıdığı diktatörlük eğilimleri gözardı edilemez. Başka tehlikeler de. Örneğin ‘yarım’ da olsa, başkanlık sistemine doğru kaymanın dış ilişkilerde yaratacağı tek kişilik bağlantı tehlikesi. Yönetimin gücünü tek kişide topladınız mı, onun dıştan yönlendirilmesiyle bütün ülke de kolayca dış etki altına girebiliyor.”  [45]

 

Konuya değinen Metin Toker de bu konuda şunları yazmaktadır: “Türkiye’de Başkanlık Sisteminin oturulup tartışılacak, hatta konuşulacak bir tarafı yoktur. Kalmamıştır. Bu, 1961’de ve sonra anayasalara el uzatılırken yapılmıştır. Üzerinde mutabakata varılmıştır ki Türkiye için hiç uygun değildir; düşünülmesi bile caiz olmaz. Fakat ne zaman Özal, parti genel başkanlığından Çankaya’ya atlamıştır ve oradaki anayasal yetkileri kendisine yetmez olmuştur; tutturmuştur ‘Başkanlık sistemi’ diye… Demirel aynı yere oturunca, hele süresinin sonu görününce, aslan bu defa onun gönlüne girmiştir.”  [46]

 

Konu ile ilgili tartışmalara katılan Mesut Yılmaz, konuya eleştirel gözle bakan Deniz Baykal’a katılarak, şunları söylemektedir: “Başkanlık sistemi Türkiye’yi maceraya götürür. Türkiye’nin 50 yıldan beri parlamenter demokratik sistemde deneyimi var. Ben kişilere değil sisteme inanırım”. [47]

 

Buraya kadar yapılan irdelemelerden şu sonuçlara varmak gerekmektedir: Türkiye için ABD türü başkanlık rejimi arayışı yanlıştır. Ancak, Cumhurbaşkanı yalnızca devleti temsil eden bir simge de olmamalıdır.

 

Bu bağlamda, Cumhurbaşkanlığı ulusal siyasal sorunları çözebilme yetkinliğine kavuşturulmalıdır. Bu çözümün adı yarı başkanlık ise bunda bir sakınca yoktur. Ancak, bize göre, böyle bir düzenlemeye yarı başkanlık adı verilmesine de gerek yoktur. Yapılması gereken şey parlamenter rejim içinde siyasal çözümsüzlüklerin sürgit konuma gelmesinin önüne geçilmesidir.

 

Başkanlık Rejimi ve Parlamenter Sistem Birbirinin Yerine İkame Edilebilir mi?

 

Yukarıdaki tartışmaya taraf olanlar görüşlerini iki sistemin bir diğerinin alternatifi olduğu varsayımına dayandırmaktadırlar. Oysa, asıl yanlışlık, kanımca, burada yapılmaktadır. Olası olarak, bağımsızlığını yeni kazanmış ve siyasal rejimini yeni oluşturmakta olan devletler için (örneğin, Sovyet blokunun dağılmasından sonra bağımsızlığını kazanan devletlerde olduğu üzere) böyle bir rejim seçimi yapabilme şansının varlığından söz edilebilir. Ancak, siyasal kurumları yerleşiklik niteliği kazanmış devletlerde böyle bir değişiklik olanağı hiç yok gibidir. Zira, her iki sistem de tümüyle farklı siyasal anlayışlara, felsefelere, tarihsel ve politik olgulara dayanmaktadır.

Birleşik Amerika’da, Watergate Skandalı’nın ortaya çıkmasından sonra Kongre tarafından oluşturulan bir uzmanlar panelinde, Watergate Skandalı’nın ABD’de başkanlık sisteminin yozlaştığını gösterdiği ve bu nedenle ABD’de başkanlık sisteminden vazgeçilerek parlamenter sisteme geçilmesinin yararlı olabileceği yolunda ileri sürülen görüşler ele alınmış ve böyle bir saptamanın doğru olmadığı ve önerinin isabetli olmayacağı sonucuna varılmıştır. [48] Esasen, Watergate Skandalı da, başkanlık sisteminin her türlü siyasal yozlaşmadan uzak ve bu tür hastalıklara karşı bağışıklığa sahip bir sistem olmadığını açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Bir başka anlatımla, siyasal patolojiler her iki sistem içinde de ortaya çıkabilir ve sorunlar yaratabilir. Önemli olan nokta oluşturulan çözüm süreçlerinin etkili, verimli ve istenilen yönde sonuçlar üretme yetkinliğine sahip olabilme düzeyidir. Kaldı ki, her iki sistemin de dayanmakta olduğu farklı siyasal kurumların, süreçlerin ve ilişkilerin sil baştan değiştirilebilmesi kolay elde edilebilir hedefler değildir. Bu nedenle, başkanlık sistemi ile parlamenter sistemi birbirlerinin alternatifi olarak kabul etmek geçerli bir varsayım olarak kabul edilmemelidir.

 

Cumhurbaşkanı’nın Anayasal Statüsü

29 Eylül 2000 tarihli Hürriyet’in birinci sayfasında sürmanşet haber başlığı: “Zirvedeki krizde son perde. Uzlaşamıyoruz. Sezer’in önce memur sonra banka özelleştirmesine ilişkin KHK’ları geri çevirmesi yine kriz yarattı. Ecevit dün Sezer’e ‘Aramızda diyalog yok, uzlaşamıyoruz’ dedi. Sezer’den Ecevit’e: ‘Haksızlık ediyorsunuz’. Hükümette Sezer’i indirme tartışması. Devlet Bakanı Yalova: Bankaları, Özelleştirme Y. Kurulu bünyesine alalım. Adalet Bakanı Türk: Anayasa değişikliğiyle KHK’larda Cumhurbaşkanı imzasını kaldıralım. Kültür Bakanı Talay: Bu böyle sürmez. Cumhurbaşkanı’nı istifaya davet edelim.”

 

Yukarıdaki ifadelerin açıkça ortaya koyduğu üzere, Türkiye’de cumhurbaşkanlarının anayasal statüsü üzerinde tartışmalar  vardır. Devlet yönetimine ilişkin sorunlar saptanmaya çalışılırken üzerinde öncelikle durulması gereken konu kuşkusuz Cumhurbaşkanlığı kurumu olmalıdır. Anayasal gelişim çizgisi içinde Cumhurbaşkanları’nın genel siyasal yapılanma ve karar alma sürecindeki konumu tek partili döneme özelliğini veren herşeye egemen ve herşeyi yönlendirebilen bir konumdan simgesel ve yalnızca temsil yetkisine sahip bir konuma kadar değişebilen çeşitli görünümler almıştır.

 

1982 Anayasası çerçevesinde ise bu iki arayış arasında daha dengeli bir konumun ortaya çıkarılmasına çalışıldığı anlaşılmakla birlikte bugün de bu yüce makamın rol, yetki ve sorumluluğunu belirleyen statüsünde tam bir açıklık, kesinlik ve görüş birlikteliği elde edilememiştir. Cumhurbaşkanı’nın herhangi bir siyasal partiden gelmemesi durumunda daha kolay çözümlenebilen bu sorun Cumhurbaşkanı’nın belirli bir siyasal parti geçmişinden ve temelinden gelmesi durumunda Cumhurbaşkanlığı’nın statüsünün siyasal gücü denetlemek isteyen rakip gruplar arasında sürtüşme ve çekişmelere yol açabileceği şeklindeki görüşler günümüze kadar devam etmiştir.

 

Aslında, 1982 Anayasası’nın belirlediği çerçeve içinde Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkiler klasik parlamenter rejimlerde görülenlere göre oldukça fazladır. Cumhurbaşkanı, Türkiye’de, meclisi fesh edebilmekte, kararnameleri imzası ile geçerli kılmakta, yargı yerlerine ve YÖK’e üye atayabilmekte ve önemsenmesi gereken benzer nitelikli yürütme yetkilerine sahip bulunmaktadır. Bu yetkilerine karşılık Cumhurbaşkanı’nın siyasal açıdan bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Bu anlaşılabilir ve kabul edilebilir bir durumdur. Zira, Cumhurbaşkanı halk tarafından değil parlamento tarafından seçilmekte, seçilirken bir partinin siyasal görüşünü temsil etmek üzere seçilmemekte, seçildikten sonra partisi ile ilişkilerini kesmekte ve partiler üstü bir konuma gelmektedir. Bu durumda olan bir kimsenin siyasal açıdan sorumsuz olması da doğaldır.

 

Ancak, acaba bu statü ülkenin siyasal sorunlarının etkili şekilde çözümlenebilmesi için yeterli midir? Bugün, Türkiye’de tartışılmakta olan sorun budur. Temelde tartışılan konu ise siyasal açıdan sahip olunan sorumsuzluk konumu ile verilen kararlar ve yapılan tercihlerdeki siyasal içeriğin zorunlu olarak ortaya çıkardığı hukuksal sorumluluk arasındaki dengenin nasıl sağlanacağıdır. Bu ve benzeri sorunlar Cumhurbaşkanlığı makamının etkisini ve gücünü azaltmakta ve ülke sorunlarının çözümünde çok fazla ve sıklıkla gereksinim duyulan sorunların çözümünde en üst mercii ve hakem olabilmek olanağını önemli ölçüde zedelemektedir.

 

Türkiye’de demokrasinin işlerliğinin sağlanması ve devlet yönetiminde verimlilik ve etkililik düzeyinin artırılması çalışmalarında Cumhurbaşkanlığı’nın içinde bulunduğu konumun da ele alınması gerekmektedir. Açıklıkla belirtilmelidir ki, parlamenter demokrasilerde de zaman zaman siyasal bunalımlara girilmesi ve ülkeye zarar verici boyutlarda siyasal çözümsüzlüklerin ve açmazların yaşanması olasıdır. Hiç bir ülke ve hiç bir siyasal rejim böyle bir tehlikeden uzak değildir. Bu çerçevede, geçmişte örnekleri görüldüğü üzere, gelecekte de, Türkiye’de bu tür siyasal krizlerin yaşanması olası görünmektedir. Özellikle, yakın geleceğimizi belirleyecek olan siyasal ortam gözönüne alındığında ve siyasal görüşler yelpazesinin her iki kanadında yer alan siyasal parti sayısı ile uygulanmakta olan seçim sistemi birlikte düşünüldüğünde, bu olasılığın, istenmemekle birlikte, geçerliliğini koruduğu görülmektedir.

 

Bu nedenle, parlamenter demokrasi ilkeleri saklı tutulmakla ve herhangi bir siyasal bunalım anında son sözü söyleme yetkisinin parlamentoda olduğu hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde benimsenmekle birlikte, parlamentonun dahi etkisiz ve işlevsiz kalabildiği ortamlarda gerekli önlemleri almak ve sorunu aşmak yetkisinin Cumhurbaşkanı’na bırakılması ülkenin geleceği açısından bir güvence olmak durumundadır. 

 

Cumhurbaşkanı’nın rolü, bazı siyaset düşünürlerince açıklanmaya çalışıldığı üzere, yalnızca devleti temsil eden bir simge olarak kalmak olmamalıdır. Böylesine bir kabullenme ülke çıkarlarının korunması doğrultusunda çok önemli bir olanağı yeterince kullanamamak anlamına gelecektir. Siyasal bunalımların aşılması yolunda hakemlik yapmak, son sözü söylemek ve sorunu çözmek işlevinin, parlamenter demokrasi içindeki tüm olanaklar kullanıldıktan ve mevcut çözüm odaklarının çözüm üretemeyeceklerinin anlaşılmasından sonra ve demokratik ilkeler sürekli olarak gözönünde tutulmak koşuluyla Cumhurbaşkanlığı makamına verilmesi uygun ve yerinde olacaktır.

 

Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsü ile ilgili tartışmalar giderek yoğunlaşmakta ve derinleşmektedir. Son yıllarda meydana gelen iki siyasal olgu ise buzdağının görünen iki ucunu ortaya koymuştur. Bunlardan birincisi Cumhurbaşkanı’nın görev süresinin uzatılması için hükümet tarafından ortaya atılan “5 + 5” formülü ve bu formül gerçekleşmediği takdirde “devlet krizi” çıkacağı iddiasının ileri sürülmesi ve ikincisi de Cumhurbaşkanı Sezer’in memurların tasfiyesine yönelik kanun hükmünde kararnameyi imzalamayı iki kez reddetmesi üzerine, Cumhurbaşkanı’na yöneltilen “devlet düşmanlarını yüreklendirmek” ve “kendisini Anayasa Mahkemesi yerine koymak” şeklinde kamuoyuna duyurulan politik tavırdır

 

Cumhurbaşkanı Sezer, Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak, Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümlerinde yaptığı konuşmalarda TC Anayasası’nın Cumhurbaşkanı’na “fazlaca” yetkiler verdiğini ve bu yetkilerin parlamenter sistemle bağdaşmadığını bizzat söylemiş bir kimsedir.

 

Nitekim, daha sonra konu üzerinde görüşlerini açıklayan TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı ANAP’lı Ertuğrul Yalçınbayır da bu görüşlere katılmış ve “Cumhurbaşkanının yasama, yürütme, yargı ve seçimle ilgili yetkileri azaltılacak. Cumhurbaşkanının tek başına yaptığı tasarruflar var. Bunlara yargı yolunun açılması getirilecek. Cumhurbaşkanının seçimlerle ilgili de geniş takdir yetkisi var. Bunlar da azaltılacak” [49] demiştir.

 

Yapılan bu açıklamalara karşın yukarıda belirtilen iki siyasal olgu bunlardan çok daha fazla anlamlı ve önemli görülmektedir. Birincisinde, hükümet siyasal ödünler önererek isteğini parlamentoya kabul ettirmek istemiştir. Bu yaklaşım, Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünün Anayasa’nın öngördüğü şekilde ve Devletin en yüksek organı olarak kabul edilmesi değil; hükümetlerin siyasal tercih ve kararlarına destek olan ve hükümeti oluşturan partilere siyasal destek veren bir bir makam olarak algılanmak istendiği anlamına gelmektedir.

Nitekim, bu konuda anlamlı bir davranış Devlet Bakanı İrtemçelik tarafından sergilenmiş ve Bakan, Başbakan’ın Cumhurbaşkanlığı seçimindeki tutumunu gerekçe göstererek görevinden istifa etmiştir. İrtemçelik’in açıklaması şöyle: “Başbakan’ın geçen aylarda gündemimizi işgal eden ‘Anayasa’yı cumhurbaşkanlığı seçimi bağlamında değiştirme’ çabaları sürecinde öncülük ettiği düşündürücü arayışlar ve sergilediği tutum halkımızın hafızasında henüz yenidir. Ecevit’in Anayasa’nın açık hükümlerine ve ulusumuzun seçilmiş temsilcilerinin iradelerine saygı açısından giderek kabul edilemez noktalara tırmanan yönelimi karşısında almak zorunluluğunu hissettiğim ilkesel tavır da keza hatırlanacaktır.” İrtemçelik açıklamalarına şöyle devam ediyor: “Siyasetimizin bazı baş aktörlerinin önümüze koydukları tablo hazindir. Demokrasi, ülkemizin istikrarını kişilerle kaim olarak düşüneceğiniz veya kişisel hesaplarınızla öyle takdim edebileceğiniz; işinize gelmeyen oylama sonuçlarını yok farzedebileceğiniz; siyasete mülkünüz, milletvekilerine de kapıkulu gözüyle bakabileceğiniz; sizin gibi düşünmeye yatkın olmayanları lugatınız elverdiğince karalayabileceğiniz rejimin adı değildir. Öyledir diye ısrar ederseniz bu demokrasi olsa olsa kabile demokrasisi olur.” [50]

 

İkinci olayda ise, hükümet, MGK’nın “28 Şubat” kararlarının uygulanması için kendisine daha rahat bir çalışma ortamı sağlamak amacıyla yapmak istediği yönetsel düzenlemeyi TBMM’den yasa olarak geçirmekte başarısız kalmış ve bunun üzerine Meclis çalışma yılına son verirken çıkartılan bir yetki yasasına dayanarak, [51] bir kanun hükmünde kararname yolu ile sorunu çözmek istemiştir. Cumhurbaşkanı’nın, Anayasa’nın 38 inci, 91 inci  ve öteki ilgili maddelerinde yer alan hükümlere dayanarak bu kararnameyi imzalamaması üzerine de,  hükümet Cumhurbaşkanı’na karşı tavır almakta ve görev süresini kısaltmaya çalışmakta sakınca görmemiştir.[52]

 

Yürütme, bu olayda, Anayasa’ya göre, “devredilemez” nitelikte olan yasama yetkisini üzerine devralmak istemiştir.

 

Kanımca, Cumhurbaşkanı’nın ileri sürdüğü gerekçeler Anayasa açısından uygun ve doğru olan gerekçelerdir. Sorunun ayrıntılarına burada girmekte yarar bulunmamaktadır.

 

Konumuz açısından önem taşıyan nokta, Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünün bir çok önemli sorunu içinde barınması, bu statünün tüm ilgili yanlarca henüz yeterince algılanamamış olması ve statünün daha çok cumhurbaşkanlarının kişiliklerine bağlı olarak şekillenmekte olmasıdır.

 

Ecevit’in sözünü ettiği devlet krizi 19 Şubat 2001 günü gerçekten çıkmıştır. Bu tarihte yapılması gereken MGK toplantısının başlangıcında gündeme geçilmeden önce söz alan Cumhurbaşkanı Sezer, Başbakanı ağır bir dille eleştirmiş, yolsuzlukların üzerine gidilmesinden neden korkulduğunu  sormuş, hükümetin yargıyı baskı altına almaya çalıştığını belirtmiş, DDK’na verdiği emrin yolsuzluklara yönelik olduğunu söylemiş, DDK’nın Anayasa’ya göre hukuk açısından bu yetkisinin olduğunu bildirmiş ve Başbakanı kamuoyuna verdiği demeçlerde kendisini küçük düşürücü ifadeler kullanmakla suçlamıştır. Başbakan, bu sözlere yanıt vermemiş, MGK toplantısından bakanlarıyla birlikte ayrılmış ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir MGK toplantısı Cumhurbaşkanı ile hükümet arasındaki görüş farklılığı nedeniyle daha başlamadan bitmiştir.

 

Başbakan daha sonra yaptığı açıklamada Cumhurbaşkanı’nı kendisine karşı “terbiye dışı” bir dil ve biçem kullanmakla suçlamış ve ekonomide meydana gelen büyük yıkımın sorumlusunun Cumhurbaşkanı olduğu iddiasını gündeme getirmiştir.

 

Cumhurbaşkanı da, toplantıya katılan Devlet Bakanı’nın, kendisini göreve bugünkü hükümetin getirdiği, bu nedenle “nankörlük” ettiği ve evinin kirasını da yürürlükteki yasa yüzde 10 olarak öngörmesine karşın dolar bazında yüzde 25 artırmak istediği gerekçesi ile kendisini suçlamasını “saygı”sızca bir hareket olarak nitelendirmiştir.

 

Bu olaylar, artık mızrağın çuvala sığmadığını hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye’de, Cumhurbaşkanlığı’nın anayasal statüsü belirgin değildir. Söz konusu belirsizlik Türkiye’de devlet yönetimi açısından çok önemli bir sorun kaynağıdır.

 

Türkiye’de devlet düzeltimini gerekli kılan nedenler bu denli önemli, kapsamlı ve üst düzeylidir. Henüz Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünü açıklığa kavuşturamamış ve bu konuda ortaya çıkan duraksamaları aşamamış bir toplumun devlet yönetiminin öteki alanlarında sorunsuz olması beklenmemelidir.

 

Cumhurbaşkanları siyasal bunalım anlarında çözüm geliştirebilme yeteneğine sahip olmalıdır. Esasen, Anayasa’nın Cumhurbaşkanı’na verdiği “devlet organlarının çalışmaları arasında uyum sağlama görevi” de bunu gerektirmektedir. Cumhurbaşkanlarının bu tür bir konumda olması, parlamenter rejimlerin önemli özelliği olan yürütmede iki başlı olmama ya da Cumhurbaşkanı’nın yansızlığı ilkeleriyle herhangi bir çelişki içinde de olmayacaktır. Zira, böyle bir durumda, Cumhurbaşkanı’nın hükümetin yerine geçmek ya da parlamenter sistem içinde iki ayrı güç odağı yaratmak önerilmediği gibi, aksine, tüm anayasal olanakların öncelikle değerlendirilmesi öngörülmektedir. İstenilen ve  amaçlanan sonuç ülkenin siyasal açıdan çözümsüz bırakılmamasıdır.

 

Öte yandan, böyle bir durumun başkanlık ve yarı başkanlık gibi bir sistemi çağrıştırması da doğru değildir. Zira, bu rejimleri inceleyenler bilirler ki, başkanlık türü siyasal rejimler değişik bir siyasal kültürün sonucudur ve çok farklı siyasal kurumsallaşma ile çok değişik siyasal süreçlere sahip olunmasını gerekli kılarlar. Yürürlükte bulunan ve parlamenter demokrasi türünün tipik bir örneği olan Anayasa’mızın ilgili maddelerinde de yukarıda belirtilen olasılık gözönünde tutulmuş ve Cumhurbaşkanı’na bu bağlamda kullanılabilecek en son yetki olan parlamentoyu feshetme yetkisi verilmiştir. Burada söz konusu olan bu tür yetkilere işlerlik ve geçerlilik kazandıran yeni düzenlemelerin yapılması gerekliliğidir. Yeni bir yüzyılın başında Cumhurbaşkanı’nın ülkenin siyasal yapılanmasındaki konumu bu şekilde algılanmak gerekir.

 

Buna karşılık, devlet memurları ile ilgili kanun hükmünde kararname tartışmaları sonrasında hükümet, Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünde değişiklik yapmaya ya da en azından bu soruna açıklık getirmeye karar vermiştir. Bülent Ecevit, verdiği bir demeçte, şunları söylemiştir: “Yaşadığımız bu talihsiz olay, hükümet ile Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’dan kaynaklanan yetkilerini nasıl yorumlayacakları konusunda belirsizlikler ve çelişkiler olduğunu gösterdi. Dolayısıyla, bu belirsizliklerin ve çelişkilerin giderilmesi gereği ortaya çıkmıştır. Bu olay geride kalsa da, söz konusu belirsizlikler giderilmediği takdirde ileride başka konularda ciddi sorunlar çıkabilir.” [53]

 

Daha önceki söylemlerinde aynı konuyu gündeme getiren ve 1982 Anayasası ile Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin parlamenter sisteme göre fazla olduğunu belirten Cumhurbaşkanı Sezer ise bu konuda katkıda bulunmaya hazır olduğunu açıklamıştır.

Fikret Bila, bir yorumunda Sezer’in görüşlerini şu şekilde sınıflandırmaktadır: “Cumhurbaşkanı’nın istediği Anayasa değişikliklerinin dayandığı temel yaklaşım şöyle özetlenebilir: 1- Sezer, 1982 Anayasası’na göre, güçlü bir yargı denetimi altında klasik parlamentarizmi öngören 1961 Anayasası’nı daha çağdaş buluyor. 2-1982 Anayasası’nın yargıyı zayıflatan ve zaafa uğratan maddeleri ile yürütme organına ve Cumhurbaşkanı’na tanınan yetkilerin, klasik parlamentarizmin dayandığı güçler ayrılığı ilkesini zedelediğini düşünüyor. 3- Cumhurbaşkanı, 1982 Anayasası’nın devleti ön plana çıkarıp, bireyi geri iten nitelik taşıdığını, çağdaş ölçütlere dayalı olarak bunun değiştirilmesi gerektiğine inanıyor. 4- Hukukun üstünlüğüne dayalı, güçlü bir yargı denetimi altında, hak ve özgürlükleri genişleten, bireyi özgürleştiren, demokratik, laik, sosyal hukuk devletini, bireyi kısıtlamadan koruyan, katılımcı demokratik kanalları açan bir çağdaş sistem öneriyor.” [54]

Cumhurbaşkanı’nın statüsü, günlük çalışmalarda ve uygulamalarda da görüş ayrılıklarına neden olmaktadır. Demirel, Cumhurbaşkanlığı görevini hükümeti kollayan yansızlık olarak algılarken, Sezer yansızlığı hukukun mutlak geçerliliği olarak ve Özal ise pragmatizmin dayanılmaz ağırlığı olarak algılamaktadır. Bu üç ayrı ve değişik uygulama türü ise hükümetler ve özellikle başbakanlar düzeyinde, Cumhurbaşkanı’nın konumu ve statüsü konusunda ciddi duraksamalar yaratmaktadır.

Cumhurbaşkanı’nın Seçilme Şekli

Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsünün yeniden belirlenmesi tartışmaları içinde önemli yer tutan bir başka sorunsal da Cumhurbaşkanı’nın seçilme şeklidir. Tartışılan konu Cumhurbaşkanı’nın halen olduğu gibi parlamento tarafından mı yoksa halk tarafından doğrudan oy ile mi seçilmesi gerektiğidir.

 

Kara Avrupası’nda bazı parlamenter sistemlerde örnekleri görüldüğü üzere, Cumhurbaşkanı’nın halkın doğrudan oyu ile seçilmesi olanaklıdır ve böyle bir uygulama parlamenter demokrasiye aykırı değildir. Bu, bir şekil sorunudur. Parlamenter demokrasilerde esas olan hükümetin (bakanlar kurulunun) üstünlüğü ve yürütme içinde iki ayrı güç odağı yaratılmaması zorunluluğudur. Bu ilkeler saklı tutulduğu takdirde, Cumhurbaşkanı’nın halkın doğrudan oyu ile seçilmesi yalnızca bir seçim sistemi değişikliği anlamına gelecektir. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, böyle bir uygulamanın yararları oldukça fazla olabilecektir. Zira, böyle bir durumda herşeyden önce, Cumhurbaşkanı’nın durumu ve konumu güçlenecek, sorun çözme potansiyeli artacak ve yalnızca devleti temsil eden bir simge olmaktan uzaklaşarak siyasal rejim içinde çözümlenemez niteliğe bürünmüş sorunların çözümünü kolaylaştırıcı bir unsur olması sağlanabilecektir. Ancak, Cumhurbaşkanı’nın seçilme şekli konusunda Türkiye’de kamuoyunun ikiye bölündüğü gözlemlenmektedir. Bazı görüş sahipleri halk tarafından seçilmeyi uygun ve yararlı görürken bazıları da aksi yönde görüş belirtmektedirler.

 

Oktay Ekşi şunları yazmaktadır: “Cumhurbaşkanını halkın seçmesi Türkiye’nin bugünkü bilinen koşulları içinde sadece gereksiz değil, ayrıca tehlikelidir de. Çünkü bu, seçilmiş padişah yaratmaktan başka bir şey değildir.  O da bilinen sakıncaları yok saysanız bile, hükümet ile Cumhurbaşkanı arasında çıkacak bir ihtilafta, Türkiye’yi ciddi bunalımlara sürükler.”  [55] Oktay Ekşi bir başka yazısında da aynı konuda şunları söylemektedir: “(Demirel) ‘cumhurbaşkanını halkın seçmesi gerektiğine’ ilişkin görüşlerini savunabilmek için şöyle diyor: ‘Eninde sonunda Türkiye bu noktaya gelecektir. Yalnız Türkiye’nin başka bir meselesi daha var. Türkiye istikrarsızlığa daha fazla dayanamaz. Türkiye millet iradesini bu Çankaya Köşkü’ne getirip oturtmak mecburiyetindedir’... Kısaca ‘verin ben yöneteyim’ diyor. Oysa parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanının zaten ‘yönetme’ yetkisi olmaz. Olsa olsa en çok bizimki gibi, yani ‘biraz genişletilmiş yetkiye sahip cumhurbaşkanı’ olur.” [56]

 

Demirel, söz konusu konuşmasında, Cumhurbaşkanı’nı halkın seçmesi önerisini şu gerekçeye dayandırmaktadır: “Çankaya Köşkü’ne gelen kişiyi, eğer Türkiye başkanlık sistemine veya yarı başkanlık sistemine geçmezse, çok güçlendirecektir. Türkiye’nin devleti güçlendirmesine ihtiyaç var. Onu da sadece bir yolla yapabilirsiniz. Halkın iradesini kaynak yapmak suretiyle. Meşruiyet oradadır.”  [57]

 

Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesi önerisine karşı önemli tepki Bülent Ecevit’den gelmektedir: “Öncelikle Sayın Demirel’in önerisinin kabulü rejim değişikliği anlamına gelir. Sonra, Cumhurbaşkanını halkın seçtiği bir modelde yürütme organı ne olacak? Hükümetin işlevi ne olacak? Bu soruların yanıtları da açık değil.” [58]

 

Klasik parlamenter rejimlerde cumhurbaşkanları parlamento tarafından seçilirler. Bu rejimlerde, Cumhurbaşkanı simgesel yetkilere sahiptir. Devletin başıdır, yansızdır, siyasal sürtüşmeler arasında bir hakemdir ve siyasal açıdan da sorumsuzdur. Sorumlu olan ana etmen ‘Başbakan’ ve ‘bakanlar’ ya da birlikte oluşturdukları bakanlar kurulu yani hükümettir.

 

 Buna karşılık, başkanlık sisteminde ‘yasama’ ve ‘yürütme’ erkleri kurumsal ve işlevsel açılardan birbirinden kopuk ve bağımsızdır. Başkan, ‘yürütme’ organının tek temsilcisidir. Hem Cumhurbaşkanı ve hem de Başbakan’dır. İki rolü birlikte gerçekleştirdiğinden, halk oyuyla göreve gelmesi son derecede doğaldır. Zira, yetkilerini halktan alması gerekmektedir. Başkanlık sistemlerinde, başkanın hukuksal sorumluluğu olmakla birlikte, yasama organına karşı siyasal sorumluluğu yoktur. Yasama organına karşı hesap vermek durumunda değildir.

 

Yarı başkanlık sistemlerinde ise, bu iki ucu çeşitli dozlarda biraraya getiren siyasal karar verme ve sorun çözme yolları düzenlenmektedir. Bu nedenle, tek bir yarı başkanlık rejiminden söz etmek olanaksızdır. Finlandiya’da ayrı, Portekiz’de ayrı ve Fransa’da ayrı tür de bir yarı başkanlık rejimi vardır. Cumhurbaşkanlarına verilen yetkiler gözönüne alınırsa -bir anlamda- Türkiye dahi bir yarı başkanlık rejimi olarak kabul edilebilir. Yarı başkanlık rejimlerinde Cumhurbaşkanı devleti temsil eden bir simge değil; siyasal sorunları çözme yetkisine ve bu amaçla sorunlar karşısında tavır alma ve sorunlara müdahale etme yetkilerine sahip bir kimsedir. Buna karşılık, parlamentoya karşı siyasal açıdan sorumsuz olma özelliği de devam etmektedir. Bu nedenlerle, yarı başkanlık rejimlerinde Cumhurbaşkanı’nın seçimle işbaşına gelmesi yani gücünü doğrudan halktan alması daha akılcı gözükmektedir.

 

Aslında, Türkiye’de geçmişte yaşanmış iki somut örnek olayın anımsanması bu konudaki tartışmaların doğru algılanması açısından yararlı olacaktır. 20 Kasım 1999’da yapılan AGİT İstanbul zirvesinde dönem başkanlığı görevini Başbakan Bülent Ecevit’in yapması gerekirken Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel yapmıştır. Ecevit, bu durumu sorun yapmamış ve gölgede kalma  pahasına Demirel’e destek vermiştir. AGİT’in 1990 yılında Paris’de yapılan zirvesinde ise, dönemin Cumhurbaşkanı Özal zirveye ağırlık koymak iştemiş ancak Demirel, Başbakan’ın kendisi olduğunu ve hükümeti kendisinin temsil ettiğini söyleyerek  Özal’ın öne geçmesini engellemiştir. Bu iki olay klasik parlamenter rejimlerde Devlet Başkanlığı ile Başbakanlık arasındaki ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Kanımızca, Cumhurbaşkanı halk tarafından seçilmelidir. Bu düşüncemizin altında yatan ana endişe ise, Cumhurbaşkanı’nın TBMM tarafından seçilmesi durumunda, olayın siyasal partiler arasında siyasal çıkarlara dayalı pazarlıklara ve anayasal sistemden verilecek ödünlere dönüşebilmesi olasılığıdır. Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in görev süresinin uzatılması için yaşananlar bu tehlikeyi net bir şekilde ortaya koymuştur. Demirel’in yeniden seçilebilmesi için Cumhurbaşkanı’nın bir defaya özgü olmak üzere yedi yıllık süre için seçilmesini öngören Anayasa hükmünün değiştirilmesi gerekmekteydi. Öneriyi gündeme getiren hükümet, Anayasa değişikliğinin geçekleşmesi için, Anayasal sistemden ödün vermeyi kabul etmiş ve hatta milletvekilerine istedikleri kadar ücret alabilmeleri önerisini götürmeyi tasarlamıştı. Buna göre, Anayasa’nın iki öteki maddesinde birlikte yapılacak bir değişiklikle, siyasal partilerin (Fazilet Partisi) Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılması olanağı güçleştirilecek ve milletvekillerinin en yüksek devlet memuruna endeksli ücretleri TBMM’nin, yani milletvekillerinin, kararına bırakılacaktı. Ancak, bu çözüm, Fazilet Partisi’nin siyasal etkinlikleri mahkeme kararıyla yasaklanmış olan Necmettin Erbakan’a af çıkartılması isteğinin de verilecek ödünler arasına katılması yolundaki ısrarlı tutumu nedeniyle gerçeklik kazanamamış ve Süleyman Demirel görevden ayrılmak zorunda kalmıştır. Bu tür pazarlıklar ve ödünler, sistemin temelini sarsan ve toplumun devletine olan güvenini ortadan kaldıran olgulardır.

 

Bu yaklaşım, kamuoyunda ciddi eleştirilerle karşılaşmıştır. Anayasa’nın bir tek kişinin çıkarlarını korumak için değiştirilmek istendiği savı aydınlar ve yazarlar tarafından sıklıkla gündeme getirilmiştir. Bu amacın sağlanması için Anayasa’nın öteki bazı maddelerinde ve TCK’da değişiklik yapılarak milletvekillerine ve bazı siyasal partilere akçal ve siyasal ödün verilmesi girişimi ise bu konudaki eleştirileri haklı çıkarmıştır. Ülkenin daha demokratik bir konuma gelmesi ve devlet aygıtının daha iyi işlemesi için Anayasa’nın pek çok maddesinde değişiklik yapmak gerekirken, yalnızca milletvekillerinin aylık ve ödenekleri sisteminin ön plana geçirilmesi ve bunun Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesi için güvence unsuru olarak düşünülmesi Cumhurbaşkanlığı sistemi açısından ciddi kaygıların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

 

Cumhurbaşkanı’nın Görev Süresi

Türkiye’de, Anayasa’ya göre, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi 7 yıldır ve bu göreve yalnızca bir kez seçilebilmek olanağı vardır. Buna karşılık, Demirel’in görev süresinin uzatılabilmesi amacıyla, TBMM’de grubu bulunan partilerin liderleri bu sürenin beş yıla indirilmesi ve bir kişinin iki kez bu göreve seçilmesi konusunda anlaştıklarını açıklamışlardır.

 

Cumhurbaşkanı’nın görev süresi üzerinde kamuoyunda fazlaca bir tartışma olmamakla birlikte göreve birden fazla kez seçilebilmek önerisi çeşitli tartışmalara konu olmaktadır. Örneğin, Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu bu durumda “Çankaya, Konut’a rakip olacak” görüşünü öne sürmektedir. [59] Yapılan eleştirilerde bu durumun yaratacağı sakıncaların şu noktalarda odaklanacağı üzerinde durulmaktadır: yeniden seçilmeyi düşünen ve bu amaçla önlemler almaya çalışan Cumhurbaşkanı tipolojisinin ortaya çıkması, bu tipolojinin yaratacağı siyasal ve yönetsel sıkıntılar, cumhurbaşkanlarının popülist siyasal davranışlarının yoğunluk kazanması endişesi, yansızlığın ortadan kalkması olasılığı, partizanca davranma olasılığı, mevcut sisteme göre iki yasama döneminden birinde yaşanan sıkıntının her yasama döneminde yaşanır duruma gelmesi, Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında sürekli çatışma ortamının yaratılması, Cumhurbaşkanı’nın yeniden seçilmesini ya da süresini kısaltmaya çalışan hükümetlerin ortaya çıkması olasılığı, siyasal sürtüşme ve çatışma olasılığının  artması, rejimin ve devletin meşruluğunu yitirmesi tehlikesi, Cumhurbaşkanı’nın kendine sadık bir bürokrat kadro oluşturmaya çalışması olasılığı.

 

Yukarıda özetlenmeye çalışılan bu eleştiriler, ülkemiz koşulları çerçevesinde Cumhurbaşkanı’nın iki kez göreve gelmesinin sakıncalı bir çözüm olacağını göstermektedir.

 

Devlet Denetleme Kurulu

Cumhurbaşkanlığı konusu tartışılırken üzerinde durulması gereken bir başka konu da, Cumhurbaşkanlığı bürokrasisinin içinde bulunduğu koşullar olmalıdır. Bilindiği üzere, Cumhurbaşkanlığı Örgütü, esas olarak, Genel Sekreterlik ve Devlet Denetleme Kurulu’ndan oluşmaktadır.

 

Bize göre, ülkenin siyasal rejiminin geliştirilmesi açısından üzerinde durulması gereken esas kurum DDK’dur. Cumhurbaşkanı’na danışmanlık yapmak ve Cumhurbaşkanı tarafından verilecek konularda inceleme, araştırma ve denetleme yapma yetkisine sahip olan bu Kurul’un işlevselliği ve çalışmalarının yaptırım gücü eleştirilere konu olmaktadır. Kurul bir çok konuda rapor hazırlamakta ve makam tarafından onaylanmasından sonra bu raporlar uygulanmak üzere Başbakanlık’a gönderilmektedir. Genelde Başbakanlık Teftiş Kurulu bu raporların odak noktası olmakta, raporda yer alan öneriler burada ilgili bakanlıklar itibarıyla ayrıma uğratılmakta, konular ilgili bakanlıklara gönderilerek gereğinin yapılması ve sonucundan bilgi verilmesi istenilmektedir. Bakanlıklardan alınan bilgi yazıları da Cumhurbaşkanlığı’na iletilmektedir.

 

Ancak, ne varki, raporun Başbakanlık’a gönderilmesinden sonra konu üzerindeki denetim kaybolmakta, raporların akıbeti meçhul kalmakta ve bakanlıklarda yapılan çalışmaların tatmin edicilik düzeyi de çeşitli kuşkularla dolu bulunmaktadır.

 

Bir başka sorun alanı da, raporların yayınlanması ile ilgili sürecin ve disiplinin yeteri kadar kesinleşmemiş olmasıdır. Oysa, bu raporların mutlaka yayınlanmaları ve kamuoyuna sunulması hem gerekli ve hem de yararlıdır. Fransa’da bu uygulama türü yasal bir zorunluluktur.

 

Belirtilen bu nedenlerle, DDK çalışmalarının, kuruluş yasasında yapılacak değişikliklerle gözden geçirilmesi, kurulun daha işlevsel konuma getirilmesi ve yaptırımlarının oluşturulması gerekli görülmektedir.

 

Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi ile ilgili bir başka sorun alanı da Cumhurbaşkanı’na yapılan sözlü ve yazılı başvuruların içinde bulunduğu koşullardır. Pek çok kimse, kişi ve kurum Cumhurbaşkanı’na başvurarak istemde bulunmakta ve bizzat Cumhurbaşkanı tarafından irdelenen istemler yapılması uygun görülen eylem biçimi de işaret edilerek Başbakanlık’a gönderilmektedir. Bu bir anlamda “halk gözlemciliği/denetçiliği” (ombudsman) işlevinin yerine getirilmesidir. Bu konu da, DDK örneğinde olduğu gibi belirsizlik içinde bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı’nın bu bağlamda oynadığı rolün gereklerinin yerine getirilmesi sağlanmalı ve hatta Cumhurbaşkanı -bir anlamda- halkın sorunlarını izleyen ombudsman olarak kabul edilmelidir.

 

Bu görüşün kabul edilmesi durumunda gerekli kurumsal ve yönetsel süreçlerin oluşturulması gerekmektedir. “Ombudsman” kurumu konusunda Adalet Bakanlığı tarafından bir yasa taslağı hazırlandığı öğrenilmiştir. Buna göre, kurum bir “baş ombudsman” ile 10 “ombudsman”dan oluşacaktır. Taslağa göre, “ombudsman”lar “ulusal ve uluslararası düzeyde, kendi alanında en saygın, toplumun itibar ettiği, tarafsız, yükseköğrenim görmüş, yol gösterici ve olayları tahlil edici nitelikleri, yetenekleri olan uzlaştırıcı, akil kişiliği ön plana çıkan” [60] kişiler arasından seçilecektir. Kurum özerkliğe sahip olacak ve özerk bütçesi bulunacaktır. Kurumun kendisine iletilen sorunu ve olayı kamuoyuna duyurma, beceriksizlikleri açıklama gibi yaptırımlar dışında cezai yaptırım uygulama yetkisi olmayacaktır. Kurum daha çok eğitim, sağlık, yolsuzluk, rüşvet ve yerel yönetimler gibi alanlarda görev yapacaktır.

 

“Ombudsman”lık kurumunun Cumhurbaşkanlığı Örgütü içine alınması ve “ombudsman”ların Cumhurbaşkanlığı adına yetki kullanan kimseler olarak görülmesi yararlı olacaktır. Bu durumda iki olasılık sorunun ana çözüm yolu olarak akla gelmektedir. Bunlardan biri “ombudsman”lık kurumunun Cumhurbaşkanlığı örgütü içinde yer alması ve “ombudsman”ları parlamentonun değil Cumhurbaşkanı’nın atamasıdır. İkincisi de, DDK’nun “ombudsman” görevi ve yetkisi ile donatılmasıdır. Esasen, KAYA Raporu’nda da bu yolda bir öneriye yer verilmektedir.

 

Değerlendirme

Önemi özellikle vurgulanmak gerekirki, çağdaş demokrasilerin, yukarıda belirtilen ‘bireye saygı’ ve ‘katılımcılık’ niteliklerine eklenebilecek üçüncü bir niteliği de sorumlu devlet yönetimini olanaklı kılacak kurumsal özelliklere sahip olabilmeleridir. Sorumlu devlet yönetimi, devletin gerek bireylerin ya da toplumsal grupların kendi aralarındaki çıkar çelişkilerinde ve gerekse bireylerin ve toplumsal grupların çıkarları ile ülkenin çıkarları arasındaki çelişkilerde tarafları tatmin edebilecek uzlaşmaların sağlanmasına olanak verecek siyasal, hukuksal ve yönetsel düzenlemelerin var olması anlamına gelmektedir. Parlamenter demokrasilerde bu görevi yerine getirebilecek kurumlardan birinin Cumhurbaşkanlığı makamı olduğu kuşkusuzdur. Cumhurbaşkanı’nın yalnızca devleti temsil yetkisi ile donatılmak istenmesi bu rolün yeterli ve etkili bir biçimde yerine getirilmesini engelleyici niteliktedir.

 

Demokratik rejimin ve devletin işlerliğinin güçlendirilmesi bakımından Cumhurbaşkanlığı ile ilgili olarak alınması gereken önlem önerileri aşağıda belirtilmiştir.

 

Cumhurbaşkanı’nın Anayasal görev, yetki ve sorumluluklarına tam ve kesin açıklık kazandırılmalıdır. Bu bağlamda, Anayasa’nın Cumhurbaşkanlığı ile ilgili bölümü yeniden düzenlenmelidir. Cumhurbaşkanı, Devleti temsil etme yanında, devlet organları arasındaki işbirliği ve eşgüdümün sağlanmasından sorumlu olmalı ve daha da önemlisi tıkanma aşamasına gelmiş ulusal siyasal sorunların ana çözüm noktası olmalıdır. Cumhurbaşkanı’nın  yetkileri bu tür sorunların kısa sürede ve etkili bir şekilde çözümlenmesine olanak verecek süreç ve kararlarla zenginleştirilmelidir.

 

Cumhurbaşkanları halkın doğrudan oyu ile göreve getirilmelidir. Siyasal partiler Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday gösterebilmelidir. Ancak, Cumhurbaşkanlığı görevi sadece bir dönem yapılabilmelidir.

 

Cumhurbaşkanları, bunlara koşut olarak, yaptıkları eylemler ve aldıkları kararlar bakımından hukuksal ve siyasal açıdan sorumlu konuma getirilmelidir.

 

Bu bağlamda, “Bakanlar Kurulu” ve “Başbakan” ile “Cumhurbaşkanı”nın anayasal konumları arasında denge sağlanmalıdır. Ancak, parlamenter sistemde siyasal tercihlerde bulunma ve siyasal karar alma yetkisinin temel olarak Başbakan ve bakanlar kuruluna ait olduğu ilkesi tam ve kesin olarak güvence altına alınmalıdır.

 

Cumhurbaşkanı’nın yasama ve yürütme organı ile ilişkilerinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Özellikle ele alınması gereken konular arasında ise Cumhurbaşkanı’na bu organların devlet sorunlarının çözümünde yetersiz kalmaları durumunda, belirli bir danışma sürecini de kapsamak ve belirli bir süre içinde kullanılmak üzere, parlamenter rejimi benimsemiş bir çok Avrupa ülkesinde (Fransa, İtalya, Belçika ve Yunanistan) olduğu gibi, parlamentoyu feshetme yetkisi verilmesi ve Anayasa ile Cumhurbaşkanı’na verilen yetkilerin kullanılma biçimine açıklık getirilmesi en başta gelmektedir. Bu çerçevede, öncelikle, Cumhurbaşkanı’na TBMM’ni feshetme yetkisi verilmeli ve bu yolda Anayasa’da yer alan hüküm işler ve işlevsel konuma getirilmelidir. Cumhurbaşkanı, TBMM Başkanı ve Başbakan ile görüştükten sonra TBMM’nin çalışmalarına son verebilmeli ve seçimlerin yenilenmesini isteyebilmelidir.

 

Cumhurbaşkanı’nın öncelik taşıyan ödevlerinden birisi devleti ve ulusu temsil etmek olmakla birlikte, Cumhurbaşkanı’nın yurttaşlarla olan ilişkilerini biçimlendiren hukuksal, kurumsal ve yönetsel düzenlemelerde yetersizlikler bulunmaktadır. Bu bağlamda, yurttaşların, Cumhurbaşkanı’na yaptıkları başvurular ve yakınmalar gereği yapılmak üzere hükümete gönderilmekte, ancak bu isteklerle ilgili olarak yapılan işlemler çoğu kez sonuçsuz kalmaktadır. Cumhurbaşkanlığı makamının bu yoldaki işlevlerinde etkisiz kalması sonucunu doğuran mevcut uygulama biçimi iyileştirilmelidir. Yurttaş istekleri konusunda görevlerini yerine getirmeyen hükümet birimlerinin ve bu birimlerde yönetsel sorumluluk taşıyanların gerekli işlemleri tam ve zamanında yapmamaları durumunda belirli yaptırımlara uğratılmalarını sağlayan düzenlemelere gereksinim vardır.

 

“Ombudsman” türü bir yeni kurumsallaşmanın gerçekleşmesi durumunda ise, sorunun bu sistem içinde etkili bir çözüme kavuşturulmasını öngören önlemler alınmalıdır. Bu kurumun bağlantı yeri Cumhurbaşkanlığı olmalı ve “ombudsman”lar Cumhurbaşkanı tarafından seçilmeli ve atanmalıdır.


 

BÖLÜM  3

 

 

 

YASAMA:

ULUSAL EGEMENLİĞİN

SOMUTLAŞMA ODAĞI

YA DA POLİTİKANIN MEKKESİ

 

 

 

 

 

 
Giriş

 

Ulusal egemenliğin temel somutlaşma odağı olan yasama organını salt Anayasa’da öngörülen işlevleri açısından ele almak, incelemek ve irdelemek bu çok önemli sorun alanına kuşbakışı bakmak ve gerçek dinamiklerinin içinde bulunduğu koşullara sırt çevirmek anlamına gelir. Türkiye’de demokrasiyi ve devleti sorgulayan bir çalışmanın yasama işlevlerinin geliştirilmesi yanında Türkiye’nin en üst düzeyde karar alma yeri olan TBMM’de bu işlevi yerine getirmekte olan kurumların, profesyonel politikacıların ve ülkedeki politika yapmanın ‘kalite’ düzeyini de irdelemesi gerekir.

 

Bu nedenle, burada yalnızca TBMM ve çalışma süreçleri değil fakat bununla birlikte ilerideki bir bölümde Türkiye’deki iç politika gerçekleri, politikanın yönetimi ve Türkiye’de egemen olan varsılerki demokrasinin ana süreci olan işadamı-politikacı-bürokrat ilişkilerinde politikacının görünümü de irdeleme konusu yapılacaktır.

 

Türkiye’de yasama organını ve bu organ içinde yer alan aktörleri ve oynadıkları rolleri yeterince incelemeden devlet ve demokrasi düzeltimi girişimi içine girebilmek olanağı yoktur. Bu bölümde, öncelikle, son 10 yıl içindeki yasama organı ve yasama üyelerinden topluma yansıyan genel, net ve nesnel bir fotoğraf çekilmeye çalışılacaktır. [61]

 

Türkiye’de, yasama tam anlamıyla etkisiz ve yetersizdir. Açıklıkla kabul etmek gerekirki, sahip olduğumuz sistem içinde, temel sorunların çözümleyicisi olması gereken yasama organı, ülke sorunlarının çözüm yeri olabilmenin çok uzağına düşmüştür. Parlemento üyelerinin yeterliliği, ehliyeti ve yetkinlik düzeyi kuşkularla doludur. Parlamento üyeliği, bireysel ekonomik güce, feodal toprak mülkiyeti ilişkilerine, dinsel mezhep ve tarikat ilişkilerine ve lidere sadakat bağlarının güçlülüğüne bağlıdır. Bireysel yetkinlik ön plana çıkamamaktadır. Bu durumun en önemli göstergesi, parlamentonun en önemli işlevi olan yasa yapma görevini yerine getirememekte olmasıdır. Bunun yanında, yürütmeyi denetleme işlevi de yerine getirilememektedir. Hazırlanan araştırma ve inceleme raporları ya rafta kalmakta ya da faili meçhul cinayetler konusunda olduğu gibi Genel Kurul’a bile getirilememektedir.

 

Özellikle, siyasal parti bağı nedeniyle yürütme ile yasama organının bütünleşmiş olması ülkede kuvvetler ayrımı ilkesinin ortadan kalkmış olduğu yolundaki eleştirilerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Parlamento bu nedenle yürütmeyi denetleyememektedir. Milletvekillerinin önemli bir kesimi, özellikle iktidar partilerinin üyeleri içinde bulundukları statüyü yalnızca toplumsal ve ekonomik nimetlerden yararlanma yolunda ortaya çıkmış avantajlı bir durum olarak görmektedirler.

 

Yasama ile yürütme arasındaki bütünleşmeye karşın, yargı ile yasama arasında çelişkiler ortaya çıkmaya başlamıştır. Yargının başındakiler (Anayasa Mahkemesi başkanları, Yargıtay başkanları ve Cumhuriyet başsavcıları) hem yargının bağımsız olmadığını açıklıkla söylemekte ve hem de bunun parlamentonun yetersizliğinden ve siyasal açıdan yanlılığından kaynaklandığını toplum önünde ve açıkça belirtmektedirler. Bu ve benzeri oluşumlar yasama organının konumunun ve koşullarının yeniden ele alınmasını gerekli kılmaktadır.

 

Milletvekillerinin Sisteme Karşı Yabancılaşması

Yasama ile ilgili temel sorunlardan birincisi, yasama organı üyelerinin sisteme karşı yabancılaşması olgusudur. Kanun yapma sürecinin özellikle hükümetler tarafından hazırlanan tasarılara dayanması, TBMM üyelerinin bu hazırlıktaki rollerinin sınırlılığı, komisyon çalışmalarında istedikleri sonuçları alamamaları, Genel Kurul çalışmaları sırasında konunun esasına ilişkin değişiklikleri yaptıramamaları ve meclis araştırması ve soruşturması gibi yöntemlerin istenilen sonuçları üretememesi yasama organı üyelerini işlevsiz kaldıklarına, yasa yapma sürecindeki etki ve katkı paylarının minimal ve marjinal olduğuna ve yasama yetkisinin yürütme erki tarafından üstlenilmiş olduğuna inandırmaktadır. Bu durumun doğal sonucu ise, iş takibi yapma, gizli yollarla mütehahhitlik yapma, seçmenlere iş bulma ve tedavilerine yardımcı olma gibi marjinal türdeki etkinliklerin milletvekillerinin çalışma ortamlarına egemen olmasıdır.

 

Devlet yönetiminde aksamalara yol açan önemli sorunlardan ikincisi de, yasama organının etkili ve verimli bir şekilde çalışamamakta olmasıdır. Bu durumun temel nedenleri TBMM çalışmalarının üretkenlik düzeyinin sınırlı olmasıdır.  Ülkenin en önde gelen karar merkezine üye olarak seçilen ve büyük bir ulusun temel politikalarını saptamak üzere görevlendirildikleri inancı ile seçim bölgelerinden Ankara’ya yola çıkanlar daha yasama deneyimlerinin ilk günlerinde, haftalarında ve aylarında aslında böyle bir olanağa sahip olamayacaklarını, yasaların parlamentoda değil yürütme organında yapıldığını ve parti disiplini süreci nedeniyle de yalnızca istenilen yönde el kaldıran ve oy kullanan kimseler konumuna geldiklerini görmektedirler.

 

Bu konudaki en ilginç kanıt ve itiraf DSP Milletvekili Mustafa Düz’den gelmiştir. Hukukçu olmaması nedeniyle partisi tarafından görevlendirilmek istendiği TBMM Adalet Komisyonu’nda üye olarak çalışmak istemeyen ve bu isteğini parti yönetcilerine açıklayan Düz’ün aldığını belirttiği yanıt şöyle: “Sen zaten jokersin. Elini kaldır, indir.”

 

Ortaya çıkan sonuç, milletvekillerinin sisteme yabancılaşması ve iş takibi yaparak, seçmenlere tedavileri için yardımcı olarak ya da kamu görevlilerinin atanma ve yer değiştirmelerinde rol oynayarak varlıklarını kanıtlamaya çalışmalarıdır.

 

Bu konuda en iyi örnek, siyasal yaşamını bir çıkış yolu bulamadığı için kendi kararıyla kapatan, DYP Kırklareli eski Milletvekili Ahmet Sezal Özbek tarafından şu sözlerle verilmektedir: “İçimde heyecan kalmadı, parlamentoya ısınamadım. Ben bu işi yapamayacağım artık. Ankara’yı terk ediyorum. Böyle sistem olmaz. Üretim yapamıyorsunuz. 18 yıldır siyasetteyim, ama her geçen gün geleni aratıyor. Parlamentonun temposu Türkiye’nin ihtiyacının ancak yüzde 10’unu zor karşılar durumda. Sistem tıkanık. Bütün ipler beş liderin elinde. İnanın, içim karardı; otur Allah otur. Bir faaliyet yok, bir çalışma yok. Ben görev yaptığım İçişleri ve Milli Savunma Komisyon başkanlıklarında alnımın akıyla hizmet verdiğime inanıyorum. İstifa etmeyi nezaketsizlik saydığım için böyle bir dilekçe vermedim, adaylığımı koymuyorum… Milletvekili itibarı kalmadı; selam veren de nezaketen veriyor. Parçalanıyoruz, fakat olmuyor. Kürsüye çıkmak istesen, yılda bir kez 5 dakika konuşamazsın. Ankara’ya heyecanla geliyorsun, tıkanıp kalıyorsun. İktidar olan partinin üyesinin çoğu günü iş takibiyle geçiyor. Bakanlığı kim eline geçiriyorsa kendi yandaşlarını koruyor. Vakıf adı altında neler götürüyorlar. Kontrol eden mi var; düşünün yapılanları. Çetelerin dışında da yağmalama var. İnsan vebal altında kalıyor. Vatandaş niye hesap sormuyorsunuz diyor, ne cevap vereceksiniz?” [62]

 

TBMM üyelerinin sisteme karşı yabancılaşmalarının ulaştığı boyutlar demokratik geleceğimiz açısından oldukça sıkıntı verici duruma gelmiştir. Milletvekilleri ve hatta siyasal partiler yasama organının varlık nedenini geçersiz kılan çözüm önerilerini rahatlıkla dile getirebilmektediler. Yasama organının, yasa yapma işlevi yanında yer alan önemli işlevlerinden öteki ikisi olan “soruşturma yapma” ve “af yetkisini kullanma” gibi işlevlerinin TBMM’den alınması için ciddi öneriler yapılmaktadır. [63]

 

TBMM’nin iki parti liderini aklamasından sonra bizzat ANAP Genel Başkanı Yılmaz, TBMM’nin soruşturma yetkisinin geri alınması ya da en azından içinde yargıçların egemen olacağı yeni bir sisteme geçilmesi için Anayasa’da değişiklik yapılmasını istemiştir. Aralık 2000’de çıkan Af Yasası’ndan sonra da, yine ANAP TBMM Başkan Vekili Beyhan Aslan, af çıkarma yetkisinin Meclis’ten alınması için Anayasa değişikliği öneresi hazırladığını açıklamıştır.

 

Bu iki örnek olay dahi, yasama  organının en önemli işlevlerini doğru ve etkili bir şekilde yapabilme konusunda ciddi duraksamalar bulunduğunu ve sisteme karşı yabancılaşma olgusunun ulaştığı boyutları göstermektedir.

 

TBMM: Yasama Çalışmalarının Etkililiği, Yasama Bürokrasisi ve En Büyük KİT

 

TBMM çalışmalarının yavaş, etkisiz ve verimsiz olduğu yolunda kamuoyunda önemli bir inanç vardır. TBMM yasa çıkaramamaktadır. Yürütme organını denetleyememektedir. Araştırma komisyonlarının çalışmaları etkili sonuçlar üretememektedir. Kısacası, yasama organının yasama süreci konusundaki başarım düzeyi yetersizdir. Başarım düzeyindeki düşüklüğün ana nedeni de bu çalışmaların kural ve yöntemlerini belirleyen TBMM İçtüzüğü’dür.

 

Bu yargıyı ve imajı değiştirme çabaları ise TBMM’ne sürekli olarak egemen olmuştur. 1996 yılında yapılan İçtüzük değişikliği ile bazı engelleyici hükümler değiştirilmiştir. Yeni değişiklikler için çalışmalar devam etmektedir. Üzerinde çalışılmakta olan konuların muhalefetin sırf engelleme yapmak için kullandığı usul hükümlerinin değiştirilmesi, verilen önergelerde tüm imza sahiplerinin okunması yerine ilk ismin okunmasıyla yetinilmesi, Genel Kurul’a sunuşlar başlığı altında sözlü olarak yapılan milletvekillerine bilgi verme işlevinin yazılı olarak yapılması ve önergelerin okunması yerine yazılı olarak dağıtılması olduğu anlaşılmaktadır.

Buna karşılık, sayıca az da olsa, ortaya çıkan bazı olumlu örnekler aslında bu sorunun çözümünün hiç de zor olmadığını göstermektedir. Bu olumlu örneklerden biri Ekim 1999’da kabul edilen Gümrük Kanunu değişikliğidir. TBMM tarihine geçecek bir hızla ve önemli bir yöntem değişikliği ile 250 maddelik yasa değişikliği 3.5 saatte Genel Kurul’da görüşülerek kabul edilmiştir. Bu görüşmelerde mevcut kurallar uygulansa idi görüşmeler en az 8 ay sürecek ve TBMM tıkanacaktı. Başarının sırrı ise, İçtüzük’de yer alan ancak bugüne kadar hiç uygulanmayan bir yöntemin uygulama alanına konulmasıydı. İktidar ve muhalefet partileri kendi aralarında anlaşarak yasa tasarısını temel yasa olarak kabul etti, maddeler yerine bölümler blok olarak görüşüldü ve tasarı kısa zamanda yasalaştı. Olayın planlayıcısı olan Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler yöntemi şu şekilde açıklamaktadır: “Biz, Meclis Genel Kurulu’nda konuşacağımıza, kuliste, odalarda konuştuk. Sonuçta muhalefetin doğru tekliflerine olur dedik, yanlış bulduklarımızı da neden yanlış bulduğumuz konusunda ikna ettik. Sonuçta uzlaşı oldu. Çok acil kanunların bu usulle çıkabileceğini göstermemiz açısından iyi bir örnek. Türkiye’nin buna ihtiyacı var.” [64]

 

Yasama organlarının ve her parti grubunun çok güçlü ve yetkin araştırma, inceleme ve danışmanlık hizmetlerine gereksinimi vardır. Dünyanın gelişmiş parlamentoları bu sorunu hem etkili kurumsal düzenlemeler yaparak ve hem de modern teknik ve olanakları kullanarak doğru ve isabetli çözümlere kavuşturmuşlardır. Örneğin, Federal Alman Parlamentosu, bir anlamda, Almanya’nın bilim merkezi olarak da görev yapabilmektedir. Parlamentoda grubu bulunan her partinin giderleri devlet bütçesinden karşılanan araştırma merkezi vardır. Ayrıca, her parti fikir üretim merkezi gibi çalışan bir vakıfla ilişki içindedir. Bütün milletvekillerine araştırmacı tahsis edilmektedir. Siyaset ve siyasetçi donanımlı olunca, parlamento da doğal olarak bir bilim merkezi durumuna gelmektedir. Bilim merkezi gibi çalışan parlamentolarda sorunlara bilimsel çözümler bulabilmek, üyelerin parlamento konuşmalarını daha tutarlı kılabilmek ve kamuoyunu daha fazla tatmin edebilmek olanaklı olabilmektedir.

 

Türk parlamentosuna baktığımızda bu yönde bir destek merkezinin oluşturulmadığı ve parlamento bürokrasisinin kalifiye olmayan insangücü fazlalığına karşılık teknik yeterlik düzeyinin gelişmemiş olduğu görülmektedir.

 

Yasama ile ilgili bir başka sorun da, yasama organının kendi bürokrasisini bugüne kadar gerçekleştirememiş olmasıdır. TBMM’deki siyasal partiler danışmanlık olanaklarından yeterince yararlanamadığı gibi üyeler de kendilerine araştırma ve inceleme çalışmalarında yardımcı olabilecek bir uzmanlar grubunun desteğinden yoksun bulunmaktadır. Bu durum yasama çalışmalarının içeriğinin zenginliğini azaltmakta ve niteliğinin yüksek olması şansını sınırlandırmaktadır.

 

Bu çerçevede, TBMM’de eksikliği en fazla duyulan konulardan biri de bilgisayarlaşmanın yetersizliği ve veri temelinin bilgi otomasyonuna dayalı şekilde oluşturulamamış olmasıdır. TBMM’de egemen olan teknik düzey hala daktilo ve kağıtlardır. Bilgi ve iletişim elektronik ortama aktarılamamıştır. Halkla ilişkiler açısından son derecede gerekli olabilecek olan “internet” gibi unsurlardan ise yararlanılamamaktadır. Oysa, ABD Kongresi’nin “internet” erişiminden hem Kongre Kütüphanesi’ne girebilmek ve hem de istenilen yasal belgeleri elde edebilmek olanağı vardır.

 

18 Nisan 1999 seçimlerinden önce, 1995 seçimleri ile oluşan 20 nci yasama dönemi ile ilgili olarak yapılan bir istatistik, parlamentoda yer alan 550 milletvekilinden 45’inin yasama dönemi boyunca, yemin etmek dışında, kürsüye çıkmadığı gerçeğini ortaya koymuştur. TBMM’nin personel yönetiminin içinde bulunduğu durumu inceleyen İdare Amiri Önder Kırlı hazırladığı raporda her personelin bir milletvekili “torpili” bulunduğunu belirtmekte ve saptadığı örnek olayları şu şekilde ortaya koymaktadır: Meclis Genel Sekreteri’nin kızkardeşini TBMM kreşinde işe alması ve kendisi için kadro yaratarak bu kadroya atama yapması; durak dışından TBMM otobüsüne binmek isteyen bir milletvekili eşinin kendisinden kimlik sorulmasını gurur sorunu yapması üzerine sürücünün önce cezalandırılması ve sonra işinden olması; mevsimlik işçi olarak alınan işçilerin sürekli olarak istihdam edilmesi ve bu personelin sürekli kadroya geçmek amacıyla yoğun siyasal baskı yaratması; TBMM’ye geçici görevle gelen personelin maaşının artması nedeniyle kamu kuruluşlarından TBMM’ye geçmek için yapılan taleplerin yoğunlaşması ve amacın gerçekleştirilmesi için her yolun mubah sayıldığı bir ortamın ortaya çıkması; ikisi de yardımcı hizmetler sınıfında işe başlayan iki ortaokul mezunundan birinin “yağcılık”, “yalakalık” ve “torpil”le genel hizmetler sınıfına geçmesi ve buna karşılık çalışırken eğitimini tamamlayarak yüksekokul bitiren ikincinin “torpil” bulamadığı için tuvalet temizlemeye devam etmesi ve personel seçiminde ön koşulun “kayırma” ve “torpil olması”.

 

8 Aralık 1997 tarihli Hürriyet, TBMM’nin personel yönetimi politikasını sürmanşet yapıyor ve şu bilgileri kamuoyuna aktarıyordu: “TBMM’deki kadrolaşma 1.685 kişinin işe alınmasıyla son bir yılda patladı. TBMM’nin personel sayısı 5.369’a ulaştı. Sadece temmuz-eylül arasındaki 90 günde 406 kişiye iş verildi. Böylece Kalemli döneminde alınan personel sayısı ortalama günde 3’ü buldu. Bu yüzden TBMM bürolarında oturacak yer kalmadı. Memurlar, koridorlara konulan banklara yerleştirildiler. Çalışanlara kıdemine göre ayda 40-80 milyon lira arası özel tazminat ödenmesi ve böylece maaşın ikiye katlanması TBMM’yi cazibe merkezi haline getirdi. 550 milletvekili olan TBMM’de 5.369 personel var. Milletvekili başına 10 personel düşüyor. Çalışanların 520’si müdür ya da amir. TBMM Dış İlişkiler Müdürlüğü’nde 72 personel var. Ancak bunların sadece 7’si dil biliyor. Bu yüzden tercüme işleri dışarıya yaptırılıyor. Amir ve müdürlere lojman, çift sekreter ve altlarına özel makam arabası da veriliyor. Personel şişkinliği yüzünden lokanta da yetersiz kalıyor. Bu yüzden milletvekilleri ile personel kavga ediyor.”

 

Bu tabloya, geçen dönemlerde uygulamasına başlanan ve her bir milletvekiline bir kontenjan verilen “danışman” kullanma hakkı da katılırsa ve bu kontenjanın danışmanlık değil sekreterlik görevi yapmak üzere genelde akraba ve dostlar arasında kullanıldığı da eklenirse TBMM’deki personel yönetimi koşulları çok daha net olarak ortaya çıkmış olacaktır.

 

2 Ağustos 1998’de genel seçimlerin 18 Nisan 1999’da yapılmasının karar altına alınmasından sonra TBMM tatile girmiş, 1 Ekim 1998’de Anayasa gereği yeniden çalışmalarında başlamış ancak 18 Nisan 1999’da yapılan seçimlere kadar yalnızca Bütçe Kanunu’nu çıkarabilmiştir. Yeni hükümetin kurulması ve parlamentonun çalışmalara başlaması için geçen bir aylık süre de dikkate alınırsa TBMM’nin 1998 Ağustos ayı başından Haziran 1999 başına kadar hiç çalışmadığı görülmektedir. Aslında, parlamento çalışmaları Haziran 1998’de Deniz Baykal ile Mesut Yılmaz’ın genel seçimlerin 1999 baharında yapılması konusunda anlaşmaları üzerine fiilen durma noktasına gelmişti.

 

Meclisin yasama çalışmaları ile ilgili bir başka sorunu da haftanın üç günü ve yalnızca 15.00-19.00 saatleri arasında çalışmasıdır. Çalışma süresinin yetersizliği ve sahip olunan katı, verimsiz ve aşırı derecede zaman alıcı çalışma ve karar alma yöntemleri yasama işlevlerindeki başarım düşüklüğünü yeterince açıklamaktadır.

 

18 Nisan 1999 seçimleri ile göreve başlayan yeni parlamento ise bu konuda eski alışkanlıklara ters düşen bir çalışma programı ve temposu sergilemektedir. Bu bakımdan, 21 inci dönem parlamentosu yasama süreci açısından nelerin yapılabileceğini gösteren olumlu bir örnek olarak ortaya çıkmıştır.

 

20 nci yasama döneminde işe alınan Meclis personeli üzerinde yapılan bir araştırma sonucunda bunlardan 22 adedinin bazı milletvekilleri ile “yeğen”, “oğul”, “kız”, “gelin” ve “kardeş eşi” düzeyinde akraba oldukları saptanmıştır.

 

Bir başka araştırmada da, gerekli olduğu konusunda çeşitli sorular bulunan Meclis kreşi için kreş açılmadan önce çok sayıda personelin işe alındığı ve kreş henüz çalışmaya başlamamasına karşın bu kişilere aylık ödendiği anlaşılmıştır.

 

TBMM’nin iç işleyişindeki kurumsal, yönetsel ve örgütsel yetersizliklerin ve hatta bunun da ötesinde Meclis bürokrasisi içine girmiş olan yolsuzlukların en önemli kanıtı kısa bir süre önce yaşanan ve mahkemeye intikal etmiş olan Genel Kurul Salonu’nun yenilenmesi olgusudur.

 

1997 yılının sonlarına doğru ortaya çıkan bu olay Türkiye’de bürokratik yozlaşmanın ve yolsuzlukların gelmiş olduğu düzeyi göstermesi bakımından son derecede önemlidir. İlk kez TBMM Başkanlık Divanı’nda yer alan bazı üyelerin açıklamaları ile ortaya çıkan durum, yasama organı için yapılan bir ihalede dönen oyunları, sahtekarlıkları ve yolsuzlukları içermektedir. Bu amaçla kurulan Komisyon’a üye olarak katılan bu yetkililer olayda yargıya intikal etmesi gereken yönler bulunduğunu, açık bir yetki gasbı yaşandığını, sorumluların hesap vermesi gerektiğini, Meclis’in itibarının zedelendiğini, Civangate’i aşan yolsuzluklar yapıldığını, ‘deodorant dökülse bile kokunun çıkmayacağını’ ve ‘hırsızlıkların kapatılarak Meclis’in itibarının korumayacağını’ kamuoyuna açıklamışlardır. [65]

 

Gazetelere yansıyan bilgilerden elde olunan ilk izlenim 13 milyon dolarlık keşif bedeli olan işin maliyetinin 38 milyon doları bulduğu, faturalarda şişirmeler yapıldığı, bazı firmaların haksız kar elde ettiği ve bu arada bazı komisyonların da ödendiği idi. Örneğin, 7.8 milyon dolar olarak hesaplanan mimari dekorasyon 13.3 milyona, 910.000 dolar olarak hesaplanan mekanik tesisat işi 2.9 milyon dolara çıkmıştı. Olayın genişlik kazanması üzerine, ilgili firmalarla yapılan görüşmeler sonucunda İnceleme Komisyonu Başkanı 38 milyon dolarlık maliyetin -hemen hemen yarıya yakın bir indirimle- 20 milyon dolara indirildiğini açıklamıştı.

 

Bu arada, konuya değinen merhum gazeteci Gülçin Telci, TBMM’deki bu olayın büyüklüğünün kıyaslama yoluyla ortaya konulabilmesi için, Sabancı Holding tarafından İstanbul’da yapılan ikiz kulelerin maliyetinin 150 milyon dolar olduğunu ve ülkenin en büyük yatırımlarından olan Petlas’ın ise 35 milyon dolara taksitle ancak özelleştirilebildiğini anımsatıyordu.

 

Olayın kamuoyuna mal edilmesinde önemli rol oynayan bazı gazeteciler araştırmaları sonucunda dönemin Meclis Başkanı’nın kızına ve kayın biraderine ihale süresi içinde ilgili bir firmadan süper lüks daireler alındığını saptamıştı.

 

Daha sonra yapılan araştırmalarda, aynı davranış biçiminin Meclis’in uçak biletleri alımında, asansörlerinin yapımında, havalandırma sisteminin yapılmasında, avizelerinin temizlenmesinde, bazı mühendislik ve mimari projelerin hazırlanması işlerinde de görüldüğü anlaşılmıştı.

 

Dönemin Meclis Başkanı ise yaptığı bir açıklama ile yaptığının yasal açıdan değil ama ahlaki açıdan bir kusur sayılabileceğini itiraf etmiştir.

 

Yasamanın Denetime İlişkin İşlevlerini Yerine Getirme Düzeyi

 

Yasama organının yasa yapma işlevinin yanında yerine getirmesi beklenen ikinci temel işlevi de yürütme organını denetlemesidir. Yasama bu işlevini araştırma, inceleme, soruşturma ve gensoru yöntemleriyle yerine getirir.

 

Meclisin araştırma ve inceleme çalışmalarının karşılaştığı en büyük sorun hazırlanan raporların yürütme tarafından yeterince dikkate alınmamasıdır. [66]

 

Araştırma ve inceleme raporları, tarihe kayıt düşmek işlevini yerine getirmekte ve genelde raflarda kalmaktadır.

 

Soruşturma işlevi ise tam bir çıkmaz içine girmiş ve Meclis soruşturmaları siyasallaşmıştır. TBMM’de yer alan gruplar meclis soruşturmasını siyasal çıkar amaçlarıyla kullanmaktadırlar. Herhangi bir yolsuzluk durumunda açılan soruşturmaya, suçlanan partiler bir başka soruşturma önergesi ile karşılık vermekte ve sonuçta taraflar birbirlerini aklayarak soruşturma dosyalarını kapatmaktadırlar.

 

Örneğin, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz hakkında Türkbank olayından SEKA olayına kadar değişen 8 ayrı konuda soruşturma açılmış ve bunların hepsi aklama ile sonuçlanmıştır. Oylamaların hemen tümünde, koalisyon partileri kollayıcı ve muhalefet partileri de hükümette kararlılığı sarsıcı taktikler izlemişlerdir. Yapılan pazarlıklar sonucunda ise haklarında soruşturma komisyonları kurulan milletvekillerinin hepsi aklanmışlardır.

 

Emin Çölaşan şu yorumu yapmaktadır: “Dünyanın hiç bir parlamentosunda böylesine ciddiyetsiz, böylesine yozlaşmış bir kurum olamaz. Adına ‘Meclis Soruşturması’ denilen kurum bizde böyle... İşin sonunda hapis var, para cezası var, beraat var. Ama gelin görün ki, bu Meclis Soruşturması kurumu bizde işlevini tümüyle yitirmiştir... Soruşturma Komisyonu istediği kararı versin hiç önemli değil. Bu karar Meclis Genel Kurulu’nda oylamaya sunuluyor ve onanması için 276 (salt çoğunluk) gerekiyor... Genel başkanlardan direktif gelecek, oylamada vicdanlar değil, kelle hesabı konuşacak ve bütün yolsuzluk, usulsüzlük, hırsızlık iddiaları siyaset pazarlığına, partilerin siyasi çıkar hesaplarına alet edilecek. Hem de açık oylama ile. Böyle bir Meclis Soruşturması kurumunun ciddiyeti ve saygınlığı kalır mı?”  [67]

 

Sedat Ergin ise şunları yazmaktadır: “Geçen hafta TBMM’de yaşanan ... gelişmeler ve bunun (meclis soruşturması) bir hükümet meselesi haline getirilmesi, olsa olsa Türk toplumunda siyaset kurumuna duyulan güvensizliğin daha da pekişmesine yol açmıştır... Çıkış yolu denetim mekanizmasının köklü şekilde değiştirilmesidir. Denetim, Türkiye’deki mevcut siyasi zümreye emanet edilemeyecek kadar hassas bir konudur. Son örnekleriyle görüldüğü gibi...” [68]

 

Sorunun çözümlenmesi için düşünülen yöntemler ise bu yoldaki yetki, sorumluluk ve işlevleri TBMM’nin elinden almak ve soruşturma işini yargıya bırakmak esası üzerine oturmaktadır.

 

Örneğin, ANAP Genel Başkanı Yılmaz “Meclis soruşturması için 1961 Anayasası döneminde geçerli olan sistem revize edilerek, yeniden yürürlüğe konulmalıdır. İddialar, hukuki yaklaşımla ayıklanmalıdır. Bunu yapacak ön komisyonun içine milletvekillerinin dışında, yargıçların da alınması sağlanmalıdır. Ya da bu komisyonun tamamı yargıçlardan oluşturulmalıdır” demektedir. [69]

 

Hükümet tarafından geliştirilen ve Anayasa’nın 100 üncü maddesinde değişiklik yapılmasını öngören hazırlık çalışması ise suç duyurularının Yargıtay Başsavcılığı’na yapılmasını, hazırlık soruşturmasının Yargıtay Başsavcısı tarafından yürütülmesini ve kamu davası açılmasına Yargıtay Ceza Daireleri Kurulu’nun karar vermesini önermektedir.

İçtüzük Engelleri

TBMM çalışmalarında verim düşüklüğünün temel nedeni ise yürürlükte bulunan İçtüzük’ün yasama çalışmalarına getirdiği sınırlılıklardır. Bu nedenlerin başında da TBMM çalışma programının hazırlanmasında yaşanan yanlışlıklar gelmektedir. Bir başka neden de gündem dışı konuşma alışkanlığının meclis çalışmalarını engelleyecek düzeye gelmiş olması ve özellikle de sözlü soru kurumunun doğru işlemeyişidir. Aynı şekilde, uzun süren başkanlık sunuşları ile uzun süren yoklamalar da yasama organının çok kısa olan çalışma süresi açısından önemli kayıplarla sonuçlanmaktadır. Öte yandan toplantı ve karar yeter sayısı bulmada karşılaşılan güçlükler yasama organının çalışmasında ortaya çıkan verim düşüklüğünün önde gelen nedenleri arasındadır.

 

Bu arada yasama organının görüşme, yasa yapma ve denetleme usullerinin yetersizliği ile metin okumaya ayrılan uzun süre TBMM çalışmalarının aksamasında önemli bir rol oynamaktadır. Yasa tasarı ve teklifleri ile ilgili değişiklik önergelerinin komisyon yerine Genel Kurul’da verilmesi yanlışlığı da önemli bir zaman israfı ile sonuçlanmaktadır. Ayrıca, genel görüşme ve araştırmaların sayıca fazlalığı ve yoğunluğu da meclisin yasa yapma kapasitesini önemli ölçüde sınırlandırmaktadır.

 

Öte yandan, TBMM, bütçe yapma çalışmalarına gereğinden çok fazla zaman ayırmaktadır. Gerek Bütçe ve Plan Komisyonu’nda ve gerekse Genel Kurul’da yıllık çalışma saatleri toplamının çok büyük bir kesimi bütçe tartışmalarına ayrılmaktadır.

 

Yukarıda belirtilen tüm bu nedenlerin sonucu olarak yasama etkinlikleri yeterli düzeyde ve istenilen şekilde yürümemekte, bu durum hükümetleri kanun hükmünde kararname yöntemini tercih etmeye zorlamakta ve bu yöntem de -Anayasa Yargısı nedeniyle- kimi zaman istenmeyen sonuçlar doğurmaktadır.

 

Milletvekili Sayısı

Toplam milletvekilliği sayısı da siyasal rejimin işlerliği açısından üzerinde durulması gereken bir başka konu olmak durumundadır. Artan nüfus nedeniyle milletvekili sayısının artırılmasını öngören çeşitli görüşler vardır.  1995 yılı içinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği çalışmaları çerçevesinde milletvekili sayısının 550’ye çıkarılması bu tür arayışların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

 

Nüfusun büyük kentlere akmakta olması olgusu karşısında göç veren illerin temsilci sayısı azalmakta ve buna karşılık göç alan illerin temsilci sayısı artmaktadır. Bu durum ulusal iradenin temsilinde yeterlilik sorununun gündeme gelmesi ile sonuçlanmaktadır.

 

Sistemin bu yönden de iyileştirilmesi bağlamında, ulusal egemenliğin yöreler ve iller bazında TBMM’de daha iyi temsiline olanak sağlanması, “Türkiye milletvekilliği” olarak nitelenebilecek ‘ülke çapındaki seçim çevresinden seçilen milletvekili’ kavramının sisteme sokulması ve milletvekili sayısının artırılması gibi çözüm önerileri sıklıkla gündeme gelmeye başlamıştır.

 

Nitekim, yapılan son Anayasa değişikliği ile milletvekili sayısı 550’ye yükseltilmiştir. Anayasa’da değişiklik yapılması çalışmaları sırasında asıl tercihin “Türkiye milletvekilliği” sisteminin benimsenmesi olduğu anlaşılmıştır.

 

Ancak, Anayasa Mahkemesi’nin “Türkiye milletvekilliği” kurumunu anayasal bulmaması, temsil sistemini iyileştirme arayışı ile ilgili çalışmaların yalnızca milletvekilliği sayısının artması ile sonuçlanmasına neden olmuştur. Milletvekilliği sayısının artırılmasının yukarıda belirtilen ulusal egemenliğin daha iyi temsili sorununu çözmekte yeterli olamayacağı anlaşılmaktadır.

 

Bu konuda daha köktenci nitelikli çözümlere karşı duyulacak gereksinim yakın bir gelecekte kendisini daha fazla duyuracaktır.

 

Meclis’in Feshi Sorunu

Yasama organı ile ilgili temel sorunlardan biri de yasama organı çalışmalarının tıkanması ve ülke sorunlarının bir açmaza düşmesi durumunda Cumhurbaşkanı’na verilen meclisi feshetme yetkisine işlerlik kazandırılmasıdır. Anayasa’nın konu ile ilgili 116 ncı maddesinde, Cumhurbaşkanı’nın meclisi feshederek seçimleri yenileyebilme yetkisinden söz edilmektedir. Cumhurbaşkanı’nın bu yetkisi esas itibarıyla hükümetlerin TBMM’den güven oyu alamaması varsayımına dayalıdır. Ancak, parlamenter sistemlerde her zaman olabilecek olan çeşitli siyasal gelişmelerin doğal bir sonucu olarak yasama organının ülke sorunlarına siyasal çözümler üretemeyecek bir konuma düşmesi durumunda Cumhurbaşkanı’na meclisi feshetme ve seçimleri yenileme yetkisinin açık bir şekilde verilmemiş olması önemli bir anayasal eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır. Oysa, demokratik rejimin işlerliğinin güvence altına alınabilmesi açısından çok önemli olan bu yetkinin Anayasa’da her türlü  şüpheyi ortadan kaldıracak  şekilde yeniden düzenlenmesi açık bir gereksinim olarak ortada durmaktadır.

 

Mevzuat Sorunu

Türkiye’de yaşanmakta olan mevzuat karmaşası yönetimin işlerliği açısından önemli bir aksama noktası olarak ortaya çıkmaktadır. Yasa sayısı çok fazladır. Bunlar arasında birbirleri ile çelişen hükümler de vardır. Tüzük ve yönetmelikler de yasalar ile birlikte ele alındığında mevzuat karmaşası daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

 

Öneriler

Demokratik rejimin ve devletin işlerliği konusunda üzerinde en fazla durulması gereken öncelikli konulardan biri de yasama organının sahip olduğu sorunlardır. Yasama organına ilişkin temel sorunların önlenmesi için alınması gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir.

 

Erkler arasında var olması gereken ayrım tam ve kesin çizgileriyle güvence altına alınmalıdır.

 

Yürütmenin, yasama organını ikinci plana itmesine yol açabilecek tüm anayasal ve hukuksal düzenlemeler gözden geçirilmeli ve kaldırılmalıdır.

 

Yasama organı yasama işlevleri yanında yürütmenin denetlenmesi işlevinde de etkili bir konuma getirilmelidir. Bu bağlamda, meclis soruşturmalarının siyasallaşmasının önüne geçilmelidir. Meclis araştırma ve soruşturma raporlarının TBMM Genel Kurul’u tarafından benimsenmesinden sonra yürütmenin bu raporları içeriğine uygun şekilde yerine getirmesi hukuksal güvence altına alınmalıdır.

 

Milletvekillerinin davranışlarında esas alınacak, yasama organı üyelerinin  yapabilecekleri ve yapamayacakları işleri belirleyecek ve aksi yöndeki uygulamalara karşı içinde esaslı yaptırımlar taşıyacak ‘siyasal etik kuralları’ belirlenmeli ve anayasal kural konumuna getirilmelidir.

 

Parlamento tarafından ve bir yasa olarak düzenlenmesi gereken konular, Fransa Anayasası’na benzer şekilde, saptanmalı ve meclis yalnızca bu konularda yasa çıkarabilmelidir. 

 

Bunun dışında kalanların tüzük ve yönetmelikler yolu ile yürütmenin kural koyma yetkisi içine girdiği kabul olunmalıdır.

 

Kanun hükmünde kararname yayınlama yetki ve sürecine açıklık getirilmeli ve yürütme organının bu yetkiyi yasama organını ‘by-pass’ ederek devreden çıkartabilecek şekilde kullanmaması güvence altına alınmalıdır.

 

Yasama organı içinde ikinci bir meclise olan gereksinim giderek artmaktadır. 1960 Anayasası içinde var olan Cumhuriyet Senatosu, güven oyu vermek ve yasa önermek yetkileri de dahil olmak üzere, yeniden oluşturulmalıdır. Bu çözüm, milletvekili sayısını artırmak ve Türkiye Milletvekilliği gibi yeni siyasal kurumlar oluşturmak yolundaki arayışları gereksiz kılabileceği gibi demokratikleşme sürecinin hızlandırılması yolundaki çabalara da daha uygun düşecektir. Senato’nun yeniden kurulması, bunlara ek olarak, yasama organının kendi kendini denetlemesi bakımından da elverişli bir düzenleme yaratmak anlamına gelecektir.

 

Halk girişimi ve referandumlar yolu ile halkın demokratik karar alma sürecine katılma olanağına genişlik ve derinlik kazandırılmalı ve hangi durumlarda, hangi ölçütlerle ve hangi konularda referanduma gidileceği Anayasa’da daha açık kurallara bağlanarak belirtilmelidir.

 

TBMM içinde üyelere teknik ve uzmanlık desteği sağlayacak bürokratik bir yapılanmanın gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Halen uygulanmakta olan danışmanlık statüsünün istenilen sonucu yaratmamış olduğu gerçeği gözönüne alınarak parlamento üyelerinin ve komisyonların çalışmalarına verimlilik ve etkililik kazandıracak ve destek sağlayacak bir yeni yapılanmanın ortaya çıkması sağlanmalıdır. Bu bağlamda, halen uygulanmakta olan danışmanlık sistemi değiştirilmeli ve oluşturulacak yeni bir ‘danışmanlık/araştırma merkezi’ sistemi aracılığı  ile TBMM’nin, parti gruplarının ve üyelerin yasama çalışmaları sırasında gereksinim duyacakları bilgi, belge ve veri ihtiyacını karşılayacak ve ulusal ve uluslararası veri bankaları ile iletişimi sağlayacak çağdaş olanaklara kavuşturulması sağlanmalıdır.

 

Mevzuatda gerek yasa sayısının çok olmasından, gerek yönetsel metinlerle düzenlenebilecek konuların yasa ile düzenleme konusu yapılmasından ve gerekse Türkçe’nin yanlış ve çağdaş olmayan bir şekilde kullanımından kaynaklanan bir karmaşa yaşanmaktadır. Bu karmaşa önlenmeli ve hem bugünkü ve hem de gelecek kuşakların yasaları tam ve doğru anlamalarının pek çok hukuksal uyuşmazlığı önlemede gerçek anlamda katkı sağlayacağı gözardı edilmemelidir. Bu bağlamda yasaların bütünü ele alınmalı ve gerekli ayıklama ve sadeleştirmeler yapılmalıdır.

 

Milletvekilleri sadece milletvekilliği yapmalı, milletvekili olmadan önce bir işi veya şirketi varsa bunları, çağdaş batı ülkelerinde olduğu üzere, kayyuma terketmelidir.

 

Milletvekilleri şirketlerin yönetim kurumlarında da görev almamalıdır.

 

Anayasa’nın milletvekillerinin yapamayacağı işler bölümünde yer alan “müteahhitlik” yapmama ilkesi geniş ve amaca dayalı bir yorumla ele alınmalı ve Anayasa’nın milletvekillerinin özel çıkar sahipleri ile aralarında herhangi bir maddi ilişki görmek istemediği şeklinde anlaşılmalıdır.

 

Milletvekilliği dokunulmazlığı kavramı yeniden tanımlanarak kapsamı daraltılmalıdır. Dokunulmazlık, milletvekillerinin yasama etkinlikleri ve TBMM’de görüşlerini açıklayabilme özgürlüğü ile sınırlı kalmalıdır. Yasalar karşısında normal vatandaşların durumu ne ise milletvekilinin statüsü de aynı olmalıdır.

 

“Mal Bildiriminde Bulunulması, Rüşvet ve Yolsuzluklarla Mücadele Kanunu” uyarınca, milletvekilleri servet beyanlarını TBMM Başkanlığı’na kapalı olarak iletmektedirler. Bir servet beyanının kapalı zarf içinde TBMM Başkanı’nın kasasında kilitli tutulmasının hiç bir anlaşılır yanı yoktur. Bu nedenle yeni bir düzenleme ile servet beyanları toplumun bilgisine açık duruma getirilmelidir. Mal bildirimleri belli aralıklarla yinelenmeli ve bu suretle ilgililerin taşınır ve taşınmaz malvarlıkları ve banka hesaplarındaki yükseliş ve inişler kolaylıkla izlenebilmelidir. ABD gibi batının önde gelen demokrasisinde bu konuda tam bir açıklık hakimdir. Türkiye’de de saydam servet beyanı ilkesi kabul edilmelidir. Yasa kapsamında yer alan öteki kamu görevlilerinde olduğu üzere, genel ya da yerel bir seçimle iş başına gelen tüm görevlilerin ve seçilenlerin malvarlıkları ve malvarlıklarında zaman içinde oluşan değişimler kamuoyunun “öğrenme hakkı” içinde görülmelidir.

 

TBMM İçtüzük’ü meclis çalışmalarında etkililik ve verimliliği sağlayacak şekilde yeniden düzenlenmelidir. TBMM İçtüzük’ünde 16 Mayıs 1996 tarihinde gerçekleştirilen son değişikliklerin yasama organının çalışmalarına etkililik ve verimlilik kazandırmaktan çok üzerinde düzenleme eksikliği bulunan bazı konuları belirli bir düzenlemeye kavuşturmayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, yasama etkinliklerine ilişkin çalışma yöntemleri etkililik, verimlilik, maliyet ve tamamlanmaları için geçmesi gereken zaman açılarından gözden geçirilmeli ve yeniden düzenlenmelidir.

 

Toplantı yeter sayısı (1996 yılında yapılan İçtüzük değişikliği ile 1/2’den 1/3’e düşürülmüş olmasına karşın) daha az sayıda üyenin katılmasıyla çalışmaya ve oylamaya olanak verecek şekilde yeniden saptanmalıdır.

 

Meclis’e devamı sağlamak üzere devamsız üyelerin ödenek ve yolluklarından önemli oranlarda kesinti yapılmasına olanak veren yeni düzenlemeler yapılmalı; yürürlükte bulunan İçtüzük’ün bir ay ve bir yasama yılı için öngördüğü devamsızlık ölçütlerinin kapsamı daraltılmalı ve üyeliğin düşmesi de dahil olmak üzere devamsızlığa ilişkin yaptırımlar daha anlamlı, etkili ve işler kılınmalıdır.

 

Yasa yapma süreci ile ilgili olarak yapılacak değişliklerde, yasaların maddelere geçmeden blok yasa olarak kabulüne ve komisyonların yasa teklif etmesine olanak verilmelidir. Komisyon çalışmalarının uzun zaman almaması için gerekli önlemler alınmalıdır.

 

Genel Kurul’da yapılacak her türlü yoklama ve oylamada elektronik ve otomatik oy sayım sistemlerine dayalı ölçme ve sayma yöntemi esas ve temel yöntem olarak kabul edilmeli; öteki oylama yöntemleri (işaret, açık ve gizli) istisna yöntemler konumuna getirilmeli; bu istisna yöntemlerin hangi durumlarda kullanılacaklarına açıklık kazandırılmalı ve İçtüzük’te bu yolda gerekli değişiklikler bir an önce yapılmalıdır.

 

Genel Kurul’un çalışma günlerinin sayısı artırılmalı ve çalışma saatleri uzatılmalıdır.

 

Yıllık bütçenin görüşülmesi ve karara bağlanması süreci değiştirilmelidir. Bütçe, esas olarak, Maliye Bakanlığı’nda hazırlanmalı, gerek Bütçe Plan Komisyonu ve gerekse Genel Kurul’da yalnızca kritik önem arzeden sınırlı sayıda unsur görüşülerek karara bağlanmalıdır. Bu yolla, TBMM’nin önemli oranda zaman tasarruf edebilmesi olanaklı olacaktır.

 

Partilerin grup kararı alabilecekleri konular gözden geçirilmeli ve oldukça sınırlı bir konuma getirilmelidir.

 

Milletvekillerinin seçim kampanyalarının muhasebe kayıt ve sistemleri tam bir saydamlık içinde olmalı, bu hesaplar bağımsız mali denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli ve gelir kabul etme ve harcama işlemleri saydamlığını güvence altına alacak süreç ve kurallara bağlanmalıdır.

 


 

BÖLÜM  4

 

 

 

YÜRÜTME VE YÖNETİM

 

 

 

 

 

 

Giriş

Devletin önemli bir erki olan yürütme alanında da ciddi aksamalar yaşanmaktadır. Yürütmede yaşanan sıkıntıları öncelikle merkezi hükümetin merkez örgütlenmesi olan bakanlıklar ile bölge kuruluşu, valilik ve kaymakamlık örgütlenmesinden oluşan bakanlıkların taşra örgütlenme düzeni açısından ve daha sonra da demokratikleşme süreci açısından çok önemli olan ve merkezi hükümet ile yerel yönetimler arasındaki ilişkilerde var olduğu gözlemlenen dengesizliklere yol açan görev ve yetki paylaşımı,  yetki genişliği, yetki devri ve yerinden yönetim kapsamında kalan genel statü sorunları açılarından ele almak gerekmektedir.

 

Cumhurbaşkanlığı ve yasama organının sorunları demokratikleşme açısından önem taşırken yürütme organının sorunları da devletin işlerliği açısından özel bir önem taşımaktadır.

 

Bu bağlamda hemen belirtmek gerekirki, Türk kamu yönetiminin en önemli sorunu verim ya da, bir başka anlatımla, başarım (performans) düşüklüğüdür. Türk kamu yönetiminin ikinci temel sorunu, çağdaş yönetim bilimi ilke, kavram, teknik, süreç ve yöntemlerinin yönetim ortamı içine girme olanağı bulamamış olmasıdır. Üçüncü temel sorun, iktidarların görev süreleri içinde yaptıkları çalışmalar ile seçim bildirgelerinde yer verdikleri vaat ve öneriler arasındaki farklılaşmanın yurttaşların devlete ve demokratik rejime olan güvenlerinin sarsılması sonucunu yaratmasıdır. Dördüncü temel sorun ise, yürütme organının çalışmalarının denetlenmesinde yalnızca hukuksallık denetimi ile yetinilmesi ve harcamalar sonucunda ortaya çıkan çalışmanın başarım denetiminin ve değerlendirmesinin yapılmamasının yürütmenin en önemli işlevlerinden olan denetim işlevinin aksamasına ve etkililiğini yitirmesine yol açmasıdır.

 

Yürütmeye İlişkin Temel Sorunlar

 

Devlet organları içinde en fazla sorunlu olanı - kuşkusuz - yürütme erkidir. Türk kamu yönetimi, gerek merkezi hükümet ve gerekse yerel yönetimler bağlamında, önemli yetersizlikler içindedir. Türkiye’de kamu yönetiminde köktenci nitelikte düzeltim çalışmaları yapılmasını zorunlu kılan ciddi bürokratik hastalıklar (büro-patolojiler) uzun bir süreden bu yana bürokraside yozlaşmaya neden olmaktadır. Aşağıda, yürütmenin içinde bulunduğu sorunlardan yalnızca temel nitelikli olanlarına değinilmiştir.

 

Kamu Hizmetlerinin İçinde Bulunduğu Başarım (Performans) Düşüklüğü

 

Kamu hizmetlerinin yürütümünde ekonomik ve verimli olmayan pahalı ve israfa yönelik bir çalışma ortamı egemendir. Kamu hizmeti üretiminde başarım çok düşüktür. Kamu hizmetlerinin yönetiminde “optimal” [70] düzeyin çok altına inilmiştir. Üretilen hizmetin birim maliyeti hesaplanmamaktadır. Bürokratik kademeler yetkin olmayan işgücü ile tıka basa doldurulmuştur. Buna karşılık, uygulanan ücret sistemi nedeniyle yetenekli, bilgili ve ehliyetli kadrolar işbaşına getirilememektedir. “Ekonomide kötü paranın iyi parayı kovması” ilkesi gibi, kötü bürokrat iyi bürokratı sistemden dışlamaktadır. Yönetim yetkinliklerinin yetersizliği hizmet maliyetinin yükselmesine neden olmaktadır. Bu nedenle kamu yönetiminde verimliliği ve ekonomikliği geliştirecek süreç geliştirme çalışmalarına gereksinim duyulmaktadır. Bu gereksinim, yönetim düzetiminin temel gerekçesi olarak ortaya çıkmaktadır.

 

“Deprem” sonrasında ve “2000 yılı nüfus sayımı” sırasında ortaya çıkan kurumsal gerçekler bu durumu işaret eden sayısız örnek olaylardan yalnızca ikisidir. Yürütme, 1999 Ağustos depreminde gerek acil müdahale ve gerekse rehabilitasyon aşamalarında  oldukça yetersiz kalmıştır. 2000 yılı Ekim ayında yapılan nüfus sayımının yapılma biçimi ise sayımın sonuçlarını geçersiz saymayı zorunlu kılacak düzeye erişmiştir. Bu iki örnek, yürütmenin içinde bulunduğu etkisizliğin ve başarım düzeyi düşüklüğünün açık kanıtlarıdır.

 

Ehliyet ve Liyakat İlkelerinin Yokluğu

 

Kuşkusuz Türkiye’de devlet yönetiminin içinde bulunduğu koşulların değiştirilmesini haklı ve zorunlu kılan nedenlerin en önemlilerinden birini de ehliyet ve liyakat ilkelerinin çok fazla ölçüde yıpranmış olması ve hatta ortadan kalkmış olması oluşturmaktadır. Yönetimde ehliyet yani, görevin gerektirdiği bilgi, deneyim ve yetenekler toplamına sahip olmanın belgelenmiş olması ve liyakat yani, geçmiş başarıların geleceğe güvence olacak şekilde belgelenmiş olması ilkeleri yaşama geçirilememiştir.

 

Göreve atanmanın temel koşulu, ehliyet ve liyakatten daha çok lidere ya da çıkar grubuna sadakat olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çıkar grupları yeraltı suç örgütleri, tarikat, siyasal ideoloji üzerinde ya da bunların çeşitli bileşkeleri üzerinde odaklaşabilmektedir. Sonuç, ganimetin yağmalanmasıdır.

 

Plutokrasi: Zenginlerin Yönetimi ve Toplumsal Adaletin Kaybolması

 

Eski Yunan düşünürlerinden, yakın çağ Fransız filozofu Jean Jack Rousseau’ya kadar uzanan ve siyasal rejimler arasında karşılaştırma ve irdeleme yapılmasını amaçlayan diyalektik bir kıyaslamayı anımsatmakta yarar görülmektedir. Bu anlayış biçimine göre, üç temel siyasal temel yönetim biçimi vardır: monarşi, aristokrasi ve demokrasi.

 

Monarşi, tek kişinin mutlak yönetim biçimidir. Tarih başarılı olmuş pek çok monarşiye tanıklık etmiştir. Aristokrasi, seçkin bir azınlığın toplumu yönetmek durumunda olmasıdır. Tarih çok başarılı aristokrasilere de tanıklık etmiştir. Demokrasi ise, çoğunluğun yönetime egemen olmasıdır. Günümüzün en gözde yönetim biçimidir.

 

Ancak, her üçünün de birer olumsuz prototipi vardır. Monarşinin yozlaşmış biçimi tiranlıktır. Tiranlık tek kişinin baskıcı ve despot yönetim biçimidir. Aristokrasinin olumsuz prototipi ise azınlığın zorbalığa ve kaba güce dayalı baskıcı yönetim biçimi olan oligarşidir. Kuşkusuz demokrasilerin de olumsuz bir prototipi vardır. Buna oklokrasi [71] adı verilmektedir. “Oklokrasi” demokrasilerde yönetimin ayak takımının ya da suç örgütlerinin eline düşmesi demektir.

 

Plutokrasi ise varlıklıların ülke yönetimine egemen olmasıdır. Bu durumu simgeleyen en iyi örneklerden biri, ABD’dir. Bu ülkede, güçlü sermayeye dayanmayanların seçilme olanakları hemen hemen hiç yoktur.

 

Türkiye, oklokrasi-plutokrasi karışımı bir yönetim biçimine sahip görünmektedir. Varlıklı olanlar yetenek düzeylerine bakılmaksızın seçimlerde başarılı olabilmekte ya da varlıklı sınıf ekonomik pastanın paylaşımında gerekli örgütlenmeleri yapabilmekte, yeterli siyasal güce erişebilmekte ve son sözü söyleyebilmektedirler. Örneğin, ekonomik açıdan gelişmek ve büyümek isteyen kişiler kamu fonlarını kullanmak için siyasetçilerle işbirliği yapabilmekte, siyasetçi-işadamı kimlikli kişiler ekonomik yaşamlarında karşılaştıkları güçlükleri siyasal odakların desteği ile aşabilmektedir. Bu gibi kimseler, bakan olarak göreve gelebilmekte ve görevde oldukları sırada kendilerine bağlı kamu bankalarıyla kişisel kredi borçlarının zamana yayılmasını öngören düzenlemeler yapabilmektedir.

 

Bu süreçte karşılaşılan güçlükler ya da ekonomik rekabet ve tekelcilik uygulamaları, yatırımcıları karapara sahiplerinin eline düşürmekte ve olay ekonomik ve siyasal amaçlı cinayetlere kadar ulaşabilmektedir.

 

Bu durumun sıkıntılı sonuçlarından uzak kalabilmek için de kamu görevlerine bu kişilere yakın olanlar getirilmektedir. Bu kaygı verici ve karanlık tablo plutokratik yani varsılerki yönetim biçiminin ülkemizde egemen olduğunu göstermektedir.

 

Demokrasiyi olumlu ve çekici kılan yönü erdemlilik ilkesine dayalı olmasıdır. Ancak, bazı düşünürler tarafından “crony” kapitalizm olarak da adlandırılan bu durum Türk demokrasinin en olumsuz yanı olmak durumundadır. Kuşkusuz, gerçek demokrasi bu değildir.

 

Kleptokrasi

 

Türkiye’de önemli ölçüde kleptokratik uygulamalar ortaya çıkmıştır. Kamu fonlarının ya da kamu paralarının yöneticiler tarafından kendi malvarlıkları içine yasa, hukuk ve vicdan dışı yöntemlerle aktarılması anlamına gelen kleptokratik uygulamaların bazılarını anımsatmakta yarar vardır: Lockheed Olayı, Emlakbank ve Civangate olayı, İSKİ yolsuzlukları, sayısı kabul edilemez düzeye ulaşan bazı bankaların içlerinin boşaltılması olayları, İLKSAN olayı, Türkbank ihalesi ve TBMM iç donanımının yenilenmesi projesi.

 

Bu tür olaylar giderek yaygınlaşmaktadır. Kamu fonları ve kamu paraları bir takım kişi ve gruplar tarafından “iç” edilmektedir. Bu tür uygulamalar yurttaşlar arasında devlete güven duygusunun ortadan kalkması ile sonuçlanmaktadır.

 

Rüşvet, zimmet, ihtilas, irtikap, ihaleye fesat karıştırma, kamu fonlarında yolsuzluk, bankaların içlerini boşaltma, kamu kredilerinin dağıtımında ve tahsilinde siyasal yandaşlara özel ayrıcalıklar tanıma ve kamu finansal kaynakları aracılığıyla siyasal yandaş yaratma ve bu yandaşların finansal desteği ile seçimlerde avantajlı duruma geçme istekleri yaygın bir konuma ulaşmıştır.

 

Hatta, bu gibi siyaset adamları bu yolları ülke yurttaşlarına da önerebilmek cesaretini gösterebilmişlerdir. Rüşvet ve en hafif deyimiyle “bahşiş” kamuda iş yapabilmek için ön koşul durumuna gelmiştir. Rüşvet, Osmanlı’da da görülmüştür. Gelişmiş ya da azgelişmiş öteki ülkelerde de görülmektedir. Ancak, ülkenin ulaşmış olduğu çağdaşlık düzeyinde, yolsuzlukların varlığı ve devamı gerek kamu yönetiminde ve gerekse kamuoyunda büyük yıpranmalara neden olmaktadır.

 

Siyasetde ve kamu yönetiminde etik kavramı tam bir sarsılma içindedir ve bu durumun mutlak şekilde düzeltilmesi gerekmektedir.

 

“Price Waterhouse Coopers” adlı uluslararası yönetim danışmanlığı şirketi tarafından geliştirilen bir endekse uygun olarak, bu şirket tarafından dünyanın 35 ülkesinde yapılan bir araştırmada Türkiye’nin yolsuzluklar açısından dünyanın en başta gelen dördüncü ülkesi olduğu saptanmıştır. Türkiye’nin bu alanda geri bıraktığı ülkeler ise Çin, Rusya ve Endonezya’dır. 2001 yılında yapılan Davos toplantılarında dağıtılan ve “Opacity” adını taşıyan bu kuruluşa ait rapora [72] göre, devletin gelir kaybına yol açması ve kıt kaynakları israf etmesi nedenleriyle yolsuzluklari ülkelerin ekonomilerinde gizli bir vergi gibi ciddi finansal yük oluşturmaktadırlar. Yönetimsel saydamlığın azlığı ve yolsuzluklar konusundaki hukuksal ve kurumsal düzenlemelerin yetersizliği nedenleriyle,  Türkiye gibi ülkelerin yurttaşları her yıl yüzde 36 oranında daha fazla vergi yükü ile karşılaşmaktadırlar. Bu oran, hiç bir toplumun ödememesi gereken çok ağır bir faturadır. Faturanın ortaya koyacağı siyasal, toplumsal, ekonomik ve bürokratik sonuçlar ise çok ağır olmaktadır.

 

Devlet Organlarının Çalışma Koşullarının İçinde Bulunduğu Verimsizlik ve Etkisizlikten Duyulan Sıkıntılar

 

Toplum, devlet organlarının çalışmasından memnun değildir. Pek çok kamu kurumuna güven duyulmamaktadır. Bu olgunun temelinde bu kurum ve kuruluşlarının çalışmalarındaki verimsizlik ve etkisizlik yer almaktadır. Bize göre, kamuda verimlilik kavramı bir kamu hizmetinin birim maliyetinin kabul edilebilirlik düzeyidir. Bilinmekte ve genellikle inanılmaktadır ki, kamu kurumları pahalı çalışmaktadır. İsraf içindedir. Kamu yönetimde etkililik ise hedeflerin elde edilebilme ve gerçekleştirilebilme düzeyi olarak tanımlanmalıdır. Türkiye’de kamu yönetimi etkililik açısından da yetersiz düzeydedir. Zira, kamuda henüz başarım için hedef belirleme, hedef göstergeleri geliştirme, bu hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığını ölçme ve izleme ve elde edilen başarımın sonuçlarını irdeleme ve değerlendirme alışkanlıkları yeterince gelişememiş ve kurumsallaşamamıştır.

 

Bu nedenlerle, Türk kamu yönetimi başarım düzeyi itibarıyla hem verimsiz ve hem de etkisizdir. Belki de Türk kamu yönetiminin en önemli sorunu başarım düzeyinin düşüklüğünde yatmaktadır. Bu durum Türk yönetim sisteminde köktenci değişiklikler yapılmasını zorunlu ve kaçınılmaz kılmaktadır.

 

Sonuçsuzluk

 

Yukarıda belirtilen sorunun bir başka görünümü de kamu hizmetlerinde sonuç almada karşılaşılan sorunlar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Türk kamu yönetimi sonuç almaya yönelik değildir. Çalışmaya başlamak konusunda genelde bir heyecan görülmekte; ancak, hedeflenen sonuç genellikle ya elde edilememekte ya da pahalı olarak elde edilmektedir. Bu durum, kronikleşen kamu finansman sorunları yanında, aynı zamanda, yönetim planlaması ve kaynak planlaması tekniklerinin kamu yönetiminde yeterince gelişemememiş olmasından kaynaklanmaktadır.

 

İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen Merkezi Nüfus İşlemleri Sistemi (MERNİS) Projesi’nin yaklaşık 30 yılda ancak tamamlanması bu olguya bir örnek olarak gösterilmelidir. Projenin başlangıcında alınan bilgisayarlar bu süre içinde teknolojik açıdan geçerliliklerini kaybetmişlerdir.

 

Bir başka örnek, “her ile bir havaalanı” projesi çerçevesinde yapılan havaalanı yatırımlarının içinde bulunduğu koşullardır. Bu ve benzeri örnekler, kamu yönetiminde “sonuç” kavramının bir temel endişe alanı olarak ortaya çıkmasını gerekli kılmaktadır.

 

Yürütmenin Dayanılmaz Ağırlığı

 

Ülkemizde yasama, yürütme ve yargı organları arasındaki ayrım yürütme lehine ortadan kalkmıştır. Bu durum, devlet hizmetlerinin yürütümünde ciddi sorunlar ortaya çıkarmaya başlamıştır. Yasama organının en önemli işlevi olan kanun yapma yetkisi büyük çapta yürütmenin eline geçmiştir. Yürütme, yasa tasarılarının tümünü hazırlamakta ve hatta kanun hükmünde kararname çıkarma yoluyla yasama yetkisini bizzat kullanmaktadır. İktidar partilerinin hem parlamentoda ve hem de yürütme üzerinde denetimi ellerine geçirmeleri ve parti disiplini yoluyla bu denetimi sürdürmeleri yasama konusunda ciddi sorunlar (yasa yapma çalışmalarında yürütmenin egemen olması, KHK’lerle yasamanın ‘by-pass’ edilmesi ya da inceleme-araştırma-soruşturma raporlarının istenilen sonuca varamaması gibi) yaratmaktadır. Öte yandan, yasamanın ikinci işlevi olan yürütmeyi denetleme işlevi de yerine getirilememektedir. Bu duruma yol açan temel neden hazırlanan raporların yürütme tarafından dikkate alınmamakta olmasıdır.

 

Öte yandan, yargı ile yürütme arasındaki sorunlar giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Özellikle, Yüksek Hakimler Kurulu’nda başkanlığın Adalet Bakanı tarafından yapılması, müsteşarın kurul üyeliği, Kurul’un sekreterlik hizmetlerinin Adalet Bakanlığı tarafından sağlanması ve adliye müfettişlerinin Kurul’a değil de, Adalet Bakanlığı’na bağlı olması yargı ile yürütme arasındaki ayrımın göreli konuma geldiğini göstermektedir.

 

Yargıtay başkanları tarafından yargı yılının açılışında uzun bir süreden bu yana ortaya konulan görüşler ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı tarafından yasama organı ile ilgili olarak gündeme getirilen görüşler de, yasama ile yargı arasındaki ilişkileri özetleyen ilginç açıklamalar şeklinde ortaya çıkmaktadır.

 

Bu durum erkler arasındaki ilişkilerde “kuvvetler ayrılığı” ilkesinin ortadan kalktığını göstermektedir.

 

Kara Delikler: Kamuda Finansman Sorunu

 

Kamu finansmanının açmaza sürüklenmesinin iki önemli nedeni kamuya ait ekonomik kuruluşlar ile belediyelerdir. “Public management” yaklaşımı bağlamında bazı ülkeler salt kamu hizmeti şeklinde kamu kuruluşları aracılığıyla yürüttükleri hizmetleri ticarileştirmeye ve şirketleştirmeye çalışmaktadır. Ancak, bu ülkeler bu girişimlerinin temel gerekçesi olarak kamu hizmetlerini fiyatlandırarak daha ekonomik sonuçlar elde etme isteğini göstermektedir.

 

Ülkemizde, çok uzun yıllardan bu yana sürdürülen KİT yaklaşımı ise siyasal yozlaşmanın etkisi altında kalarak aşırı eleman istihdam eden, teknolojilerini  geliştiremeyen ve özel sektörle rekabet olanaklarını yitiren kurum ve kuruluşlar olarak kamu finansmanı üzerinde olumsuz baskı yapan bir duruma gelmişlerdir.

 

Aynı şekilde, belediyeler de ciddi bir kaynak savurganlığı içindedirler. Hemen kabul etmek gerekirki, ülkemizde belediyeler son 20 yıl içinde gelir kaynakları açısından tümüyle Ankara’ya bağımlı konuma gelmişlerdir. Aslında, bunun böyle olmasını belediyeler de istemektedirler. Ancak, merkezin bu aşırı ve haksız denetimine karşın belediyeler akçalı kaynaklarını verimli, ekonomik ve etkili bir şekilde kullanamamaktadır.

 

Bu sonucun ortaya çıkmasında en önemli etmen belediyelerin içinde bulunduğu kurumsal, örgütsel, yönetsel ve kaynak planlamasına ilişkin yetersizliktir. Belediyeler, yönetimsel beceri ve yetkinlikten çok uzaktırlar. Pek çoğu istihdam olanaklarını yerel işsizlik sorununun çözümüne adamışlardır. Sonuç olarak, hem istihdam sorununu çözememiş ve hem de kentsel büyümenin ve gelişmenin gerektirdiği hizmetleri yapamaz konuma gelmişlerdir.

 

Bu ve benzeri durumlar kamuda finansman açığının daha büyük boyutlara ulaşmasına neden olmaktadır.

 

Üst Düzey Yöneticilerin Yetkinlik Düzeyi

Türkiye’de, gerek bakanlıklara yapılacak bakan atamalarında ve gerekse bakanların yakın çevresine getirilecek uzman kadronun seçilmesinde yetkinlik düzeyinin istenilen mükemmellik çizgisine ulaştırılamaması üzerinde dikkatle ve titizlikle durulması gereken önemli bir konu olmak durumundadır.

 

Benzer şekilde, bürokraside ve özellikle üst düzey bürokraside yaşanmakta olan nitelik erozyonu da yürütme organının etkililiğini sınırlandıran bir başka önemli etmen olmak durumundadır.

 

Bürokratik kariyerlerde hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimin süreklilik ilkesinin gözönünde tutulmaması önemli bir eksiklik olarak görülmelidir. Türk kamu yönetiminin bu açıdan önemli bir eksiklik içinde olduğu kabul edilmelidir. Bu eksiklik kamu yönetiminin tüm alanlarında kendisini göstermekle birlikte özellikle üst düzey yöneticiliklerde daha fazla duyulmaktadır.

 

Atamalarda ve ilerlemelerde personelin eğitsel özelliklerinin dikkate alınmaması kariyer sisteminin oluşmasında önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Türkiye’nin bu açıdan en önemli sorunu uzun bir süreden bu yana, orta düzeydeki yetenekler tarafından yönetilmekte olmasıdır. Bu tür kişiler, yöneticisi bulundukları kurumlara ve dolayısıyla da topluma yeni ufuklar öneremeyen, belirgin ve üstün bir görüş açısına sahip olmayan kişilerdir. Bu tür yöneticiler, sorunlara köktenci ve etkili çözümler getiremezler ve bulundukları kurumlarda anlayış değişikliği ve kurumsal değişiklik yapamazlar. Toplumun bu tür kişiler tarafından yönetilmesi büyük ekonomik zararların ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu tür kişilerin sayısının artması ise zararın daha büyük boyutlara ulaşmasına yol açmaktadır. Bu sonucu yaratan temel neden, ülkede ehliyet, liyakat ve kıdem ilkelerinin ortadan kalkmış olmasıdır.

 

Öte yandan, nitelikli üst düzey yöneticilerin en başta gelen sorunu belirgin bir görev güvencesine sahip olamamalarıdır. Bu kişilerin göreve gelebilmeleri ve görevde kalabilmeleri politikacının iki dudağı arasındadır.

 

Yönetsel yargının (Danıştay ve idare mahkemeleri) tutumu da ülkede giderek büyük bir sorun olmak durumuna gelen  bu sorun karşısında ciddi bir duyarsızlık ve umarsızlık göstermektedir. Yargılama sürecinin uzun olması, kamu yararı ve kamu hizmetinin aksamaması gibi gerekçelerle sorunun yönetsel yargı tarafından hafife alınması, yönetimin bazı durumlarda teftiş sistemini “tetikçilik” anlayışı çerçevesinde kullanması ve davaya karşı müfettişler aracılığıyla delil ve belge türetme çabaları üst düzey yöneticilerin görev güvencesi sorununun yargı yoluyla çözümlenmesi konusunda ciddi aksamalar ortaya çıkarmaktadır.

 

Bu nedenlerle, üst düzey yöneticiler birer “kapıkulu” durumuna düşmektedir. Bu durum, kamu yararına ve çıkarına aykırı olayların ortaya çıkmasına neden olabilmektedir. Ülkemizde, üst düzey yöneticiler sık sık görevden alınmakta ve müşavirlik kadrolarında işlevsizliğe terk edilmektedir.

Bu konuda ilginç olaylardan biri SSK’da meydana gelmiştir. Dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan görev yaptığı ilk 9 aylık dönem içerisinde tam 5 kez genel müdür değiştirmiştir. Bir genel müdürün ortalama görev ömrü 55 gündür. SSK gibi büyük bir örgütün bu kadar kısa süre içinde tanınması oldukça zor olduğu gibi, bir genel müdürün başarılı ya da başarısız olduğunun da bu kadar kısa süre içinde anlaşılması olanaksızdır. Konu hakkında bilgisine başvurulan Bakan, “Üzerinde çalıştığımız projeleri süratli bir şekilde devreye sokacağız. Sık sık genel müdür değiştirdiğim şeklindeki eleştirileri yanıtlamaya vaktim yok. Yapıcı eleştirilerden elbette yararlanıyoruz. Ancak, boş eleştirileri cevaplayacak zamanım yok. Eleştiriye devam etsinler” [73] demiştir.

 

Türk kamu yönetiminde, üst düzey yöneticilerin görev güvencesi sorunu olduğu kadar bakanlıkların ve bunlara bağlı kurum ve kuruluşların üst düzey yönetiminde yer alan görevlilerin yetkinlik düzeyi konusunda önemli kuşkular vardır. Bu alanda varlığı saptanan ve daha önce belirtilen sorunların çözümlenmesi için aşağıda sıralanan unsurların uygulama alanına konulması gerekli görülmektedir.

 

Bakanların atanması konusunda varlığı önemli ölçüde tartışma konusu olan “teamüller” yeterli düzeyde katkı sağlayamamaktadır. Bakanlarda aranacak nitelik ölçütlerini normatif kurallara bağlayabilmek olanaklı olmamakla birlikte bakan atamalarından önce Cumhurbaşkanı’na atanması düşünülen isimler konusunda bilgi verilmesi ve bu alanda uzlaşma sağlandıktan sonra ve isimler açıklanmadan önce bakan adayları ile Başbakan arasında bir başka görüşme yapılarak uzlaşma sağlanmaya çalışılması uygun ve yerinde bir “teamül”ün başlatılması yolunda önemli yararlar getirebilecektir.

 

Uygulamada bugüne kadar ortaya çıkan sakıncalı durumları ortadan kaldırmak amacıyla bakanlık müşavirlikleri gerçek kimliğine kavuşturulmalıdır. Bakanlık müşavirliği kadrolarının üst düzey görev yapmış kişilerin bekleme yeri olarak kullanılması yanlışlığına ve israfına son verilmelidir.

 

Aynı şekilde, bakanlıklardaki müşavirlik kadroları siyasal kayırma ve ödüllendirme amacı ile kullanılmamalı ve bakanın çalışmalarına gerçek anlamda katkı sağlayacak nitelikli ve uzman kişilerin bakana bakanlık hizmetlerinin yürütümünde etkililik sağlamak ve aynı zamanda da gelecekteki kadrolar için yetiştirilmek üzere değerlendirilmelidir.

 

Üst düzey yöneticilerin eğitimi özel bir önem taşımaktadır. İnsanlığın bilgi hazinesinin eskisine oranla daha fazla hızla artmakta olması ve küreselleşme eğilimi geleceğin dünyasında rol ve etki sahibi olmak isteyenlerin çok iyi yetişmiş ve ana dillerinin dışında bir başka dil bilen kişiler olmasını zorunlu kılmaktadır. Ülkemizde devleti yönetmek ve yönlendirmekle görevlendirilmiş olan üst düzey kamu yöneticilerinin bu oluşumların ışığı altında yetiştirilmesi ve seçilmesi sağlanmalıdır.

 

Üst düzey göreve atamalarda ‘eğitim-süre-başarı’ ölçütlerine mutlaka uyulmalıdır. Bunu sağlamak üzere, yarı-bağımsız nitelikli   bir ‘Kamu Yönetimi Üst Düzey Yöneticilik Kariyeri Komisyonu’ kurulmalıdır. Bu komisyon kritik önemdeki üst düzey yöneticileri için hem iş tanımları hazırlayarak uygulamaya koymalı ve hem de yapılacak atamalarda iş tanımına uygunluğun var olup olmadığını saptamak yetkisi ile donatılmalıdır. Komisyon, gerekli gördüğü takdirde, adaylarla mülakat yapmak hakkına sahip olmalı ancak son karar ilgili bakan tarafından verilmelidir. Komisyon, yasa ile kurulmalıdır. Hangi tür kadrolara yapılacak atamalarda bu sürecin işletileceği bu yasada belirtilmelidir.

 

Kamu Personel Rejimi ve Yönetimi

Yaşanmakta olan ücret azlığı ve ücret ödemeleri sistemindeki kaos, kamu hizmetinin kalitesinin düşmesinde önemli bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda, mevcut Devlet Memurları Kanunu’nun içinde bulunduğu koşullar açısından memurların özlük rejimini düzenlemede yetersiz kalması rejimin işleyişi açısından önemli bir sorun olarak kabul edilmelidir.

 

Ancak, personel rejimi açısından en fazla sakınca taşıyan konu çağdaş personel yönetimi biliminin öngördüğü kavram, kuram, ilke, yöntem ve tekniklerin kamu yönetimi uygulamaları içine yeterince girememiş olmasıdır.

 

Türkiye’de devlet işlerinin yürütülmesinde en önemli sorun kaynaklarından biri kamu personelinin özlük hakları sisteminin içinde bulunduğu koşullardır. Bu bağlamda hemen belirtilmelidir ki, Devlet Memurları Kanunu kamu görevlilerinin özlük rejimini düzenlemede yetersiz kalmış ve çağdaş personel yönetimi biliminin öngördüğü kavram, kuram, ilke, yöntem ve teknikler yeterli ölçüde uygulama alanı bulamamıştır.

 

Öte yandan, memurların örgütlenme ve sendika kurma hakları üzerinde yasaklamalar vardır. Ayrıca, kamu personelinin çalışma koşullarını belirleyen istihdam rejimlerinin farklı olması olumsuzluklara ve çelişkilere yol açmaktadır.

 

Bunların doğal sonucu olarak, personelin verimsiz şekilde kullanılması, fazla personeli olan birimlerden gereksinim duyulan yer ve birimlere personel aktarması yapılamaması ve işsizlik sonucu oluşan baskılarla iş ve hizmet ihtiyacı olmasa dahi personel alımına gidilmesi aşırı istihdama yol açmaktadır. En önde gelen sorunlardan biri olmak üzere, personel düşük ücretle çalıştırılmakta, personel giderleri giderek artmakta ve verimli çalışan personelin üretim gücü azalmaktadır.

 

Bu çerçevede, nesnel ve sağlıklı iş analizlerinin yapılmaması işgücü  ve insangücü planlamasını olanaksız kılmaktadır.

 

Her kurumun kendi personelini farklı görmesi ve farklı statü ve ücret sağlamak istemesi sorunun boyutlarını daha da büyütmektedir.

 

Öte yandan, çalışan memur sayısının emekli memura olan oranı ikiye düşmüştür. Bu önemli bir gider baskısı yaratmaktadır.

 

Kamu personeli ile ilgili bir başka temel sorun da, kamu personelinin sendika kurma, grev ve toplu sözleşme hakları üzerindeki sınırlılıklardır. DMK’da yapılan son değişiklikle, memurların sendika ve üst kuruluş kurmalarına ve bunlara üye olmalarına ilişkin yasak kaldırılmıştır. Ancak, toplu görüşme ve sendikaların uyması gereken kurallar ile ilgili yasaların çıkmamış olması nedeniyle bu haklar üzerindeki gelişmeler henüz uygulamada bir anlam kazanamamıştır. [74]

 

Kamu personelinin kuşkusuz önemli sorunlarından biri de ücretlerle ilgilidir.  Kamu personelinin hem ücretleri düşüktür ve hem de kendi içinde önemli dengesizlikler taşımaktadır. Sayıştay tarafından hazırlanan bir çizelgeye göre en yüksek ücret alan kamu personeli Temmuz 1999 itibarıyla şu şekilde sıralanmaktadır: Genekurmay Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı, Jandarma Genel Komutanı, kuvvet komutanı, orgeneral, oramiral, rektör, korgeneral, rektör yardımcısı, dekan, tümgeneral, dekan yardımcısı, tuğgeneral, kıdemli albay, profesör, Gümrük Müsteşarı, Maliye Bakanlığı Müsteşarı, Yüksek Mahkeme birinci başkanları ve başsavcı, Başbakanlık Müsteşarı,  ikinci kademe kıdemli başçavuş (denizaltı), Maliye Bakanlığı müsteşar yardımcısı, kıdemli binbaşı, Maliye Bakanlığı Genel Müdür, müsteşar vali, yarbay, binbaşı, il valisi, Emniyet Genel Müdürü, Anayasa Mahkemesi üyesi, Adalet Bakanlığı müfettişi, birinci sınıf hakim, yüzbaşı, teftiş kurulu başkanı, müsteşar yardımcısı, yüksek mahkeme üyesi, hesap uzmanı, maliye müfettişi, Diyanet İşleri Başkanı, kıdemli yüzbaşı, defterdar, başçavuş…

 

Bu durum, ülkede kamu personelinin ücret rejiminin bozulmasına ve kurumlar arasında statü farklılaşmalarına yol açmaktadır. Merkez Bankası’nın DMK’dan tümüyle bağımsız ve TSK’nin DMK ile kesimsel bağlantılı fakat ayrı personel sistemleri yanında, son yıllarda 657 sayılı yasa içinde de farklılaşmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. [75] Bazı kurumlar kendilerine özel akçal olanaklar sağlamışlardır. Özellikle, kamu personel rejiminin akçalı yönlerini düzenlemekten sorumlu Maliye Bakanlığı -diğer kurumlara haber vermeksizin ve onlardan kopuk olarak- yalnızca kendi personeli için daha yüksek ücret ödemesi sağlamıştır. Bu amaçla, TBMM’den çıkan ve konu ile ilgisi olmayan yasaların bazı maddelerine kolaylıkla anlaşılamayacak türde kapalı anlatımlar içeren hükümler konulmakta ve böylelikle ücret artışları sağlanmaktadır. Bunun son örneği, 1997 yılı içinde çıkarılan “Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun ile Vergi Usul Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun”un içinde Maliye Bakanlığı’nın bazı personelinin ücretlerine zam yapılmasıdır. Zam, “Vergi Usul Kanunu’nun ek 13 üncü maddesinin 4 üncü fıkrasının (a) bendindeki ‘yüzde 120’sini’ ibaresi ‘yüzde 200’ünü’ şeklinde değiştirilmiştir” şeklindeki üstü kapalı bir anlatım ile gerçekleştirilmiştir. [76] Bu hüküm ile Maliye Bakanlığı personelinin “Gelir İdaresi’ni Geliştirme Fonu”ndan aldığı aylık ücrette önemli bir artış sağlanmıştır. Bu durum, 657 sayılı Yasa ile oluşturulan sistemin çok yamalı konuma geldiğini ve hatta kumaşın artık yama tutmadığını göstermektedir.

 

Kamu personelinin ücretleri yüksek enflasyon nedeniyle sürekli olarak gerilemektedir. Mayıs 1999 sonu itibarıyla düzenlenen aşağıdaki çizelge bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır:

 


ÇİZELGE    2

 

KAMU PERSONELİNİN GERÇEK MAAŞLARI ENDEKSİ

 

Yıl                  Maaş              Enflasyon      Gerçek Maaş

 

1993                  100.0               100.0             100.00

1994                  130.4               206.0                63.30

1995                  183.0               399.2                46.05

1996                  346.9               707.9                49.25

1997                  589.5             1360.0                43.80

1998                  913.7             2312.0                39.50

1999 *             1187.8             2890.0                41.10

 

                        * İlk 5 ay  [77]

 

Yukarıdaki çizelgede de açıkça görüldüğü üzere, kamu personelinin gerçek maaşı, 1993 ile 1999 arasında geçen 6 yıl içinde, 100.00 birimden 41.10 birime gerilemiştir. Bu gerileme, 2000 yılı bütçesiyle çok daha ileri boyutlara ulaşmıştır. Kamu personelinin ücretlerindeki bu gerileme ile ülkede giderek artan rüşvet ve yolsuzluk suçları ve hatta toplumsal ahlak çöküntüsü arasında doğru yönlü ve güçlü bir korrelasyon olması hiç kimseyi şaşırtmamalıdır.

 

“Sabah diyor ki” başlıklı köşede, Sabah Gazetesi, Türkiye’de devlet yönetiminin, kamu yönetiminin, kamu finansmanının ve kamu personel rejiminin içinde bulunduğu koşullar konusunda şu yorumu yapmaktadır: “Lafa gelince hepsi kartal: ‘Devlet küçülmedikçe Türkiye büyümez!’ Ama işe gelince hepsi karga. İktidar fırsatını ele geçiren partiler devlet kadrolarını yandaşları ile dolduruyor. Hepsi aynı… 1989 yılında devlet memuru sayısı 1 milyon 545 bindi. Rakam 1995’te 1 milyon 842 bine, 1998’de 1 milyon 951 bine ve nihayet geçen ay 2 milyon 9 bine ulaştı. Memurların aldığı maaş, ancak sefaleti finanse edebilir. Buna rağmen 1 milyondan fazla genç insan devlet kapısında iş bekliyor. Niye? Çünkü rahmetli Özal’ın ‘Benim memurum işini bilir’ sözünden sonra ahlaksızlık, işbitiricilik rütbesi kazandı. Ve ülke yolsuzluklar batağında çırpınan Çeteler Cumhuriyeti görünümünü aldı. Devlet büyüdükçe çeteler güçleniyor, rüşvet ve işkence artıyor. Osmanlı’dan kalma Memurin Muhakematı Kanunu da suçluları, milletvekili dokunulmazlığından daha kalın zırhla koruyor. Bütçenin dörtte birine yakını memur maaşlarına gidiyor. Yarıdan çok fazlası da borç faizlerine. Toplanan vergi geliri, bu iki kalem gideri ancak karşılıyor. Sonuçta, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerini yerine getiremeyen çaresiz bir devlet... Fakir, öfkeli ve öfkeli olduğu için de devletin her an suç işleyecek zannıyla şüpheyle baktığı, baskı altında mutsuz bir millet… Böyle bir devlet yapısı Türkiye’yi Avrupa Birliği’nin ekonomik ve demokratik normlarına yükseltemez. Türkiye özelleştirmeleri tamamlayarak enflasyonu düşüremez. Çünkü 2 milyon memur buna izin vermez. Halbuki, Arjantin’de ‘Turco’ adıyla anılan Başkan Menem’in yaptığı ilk icraat, memur sayısını 250 bine indirmek oldu. Sağlanan bu tasarruf, ekonominin canlandırılması için kullanıldı. Sonuçta, işsiz kalan memurların hemen tümü özel sektörde hem daha iyi para, hem üretici olmanın mutluluğunu kazandılar. Enflasyon cehennemi batık Arjantin kurtuldu. İktidar memur sayısını 1 milyon indirip, memur maaşlarını yüzde 15 değil, yüzde 50 artırsa bir yılda 3 katrilyon lira tasarruf  eder. Devlet daha iyi işler ve ekonomiye taze kan sağlanır. Ama hayal… Bir ‘Turco’ çıkarana kadar Türkiye bürokrasinin sömürgesi olarak sürünmeye devam edecek!” [78]

 

Çalışan memurların durumu böyle olunca, memur emeklilerin durumu daha da düşündürücü bir konuma erişmektedir.

 

Buna karşılık, personel yönetimi gelişmiş ülkelerde ve özel sektörde, maaşların saptanmasında daha değişik yöntem ve kurallar uygulanmaya başlanmıştır. Örneğin, Siemens’te üst düzey görevlileri için katma değere göre maaş sistemine geçilmektedir. Bu sisteme göre, üst düzey personel maaşları personelin üretime sağladığı katma değere endeksli başarım (performans) ölçümü sistemine göre saptanacaktır.

Bu sistem, yani tepe yönetiminde başarıya göre ücret saptanması yöntemi, dünyanın öteki dev şirketlerinin yöneticileri içinde de yaygınlık kazanmaktadır. Bu sistem içinde üst düzey yöneticinin ücreti sabit maaş, sabit prim, başarım primi ve başarıma dayalı hisse senedi ödülünden oluşmaktadır.

Bu ve benzeri yaklaşımlar, -Türkiye için bugün dahi uzak bir hedef olan- “eşit işe eşit ücret” anlayışından “başarıma dayalı ücret” anlayışına geçilmekte olduğunu göstermektedir.

 

Çalışanların emeklilik rejimi de Türkiye’de önemli düzeltim alanlarından biri olmak durumundadır. Bağımsız çalışmakta olmaları nedeniyle, Bağ-Kur sistemini bir an için bir yana bırakırsak, Emekli Sandığı ve özellikle SSK ile ilgili eleştiriler oldukça önemli boyutlara ulaşmıştır.

 

Bu bağlamda, bir yandan, SSK’nın yol açtığı kamu finansman açığı sorununun ülkedeki enflasyonun ana nedenlerinden biri olduğu belirtilirken; öte yandan, SSK fonlarının hükümet tarafından kötü yönetilmiş olmasının Kurum’u büyük bir ekonomik ve akçal sıkıntı içine soktuğu savları öne sürülmektedir.

 

Konuya ilişkin görüşlerini açıklayan IMF Türkiye Masası eski Şefi Martin Hardy, Türkiye’de kadınların 38, erkeklerin 43 yaşında emekliliğini “anlaşılamaz” olarak nitelemekte ve Türkiye’nin sosyal güvenlik sisteminden kaybının yıllık 6 milyar dolar olduğunu ileri sürmektedir. Hardy, sosyal güvenlik düzeltiminin zor olduğunu bildiklerini, ancak bunun geciktirilemez olduğunu, mümkün olan en kısa sürede çıkarılması gerektiğini söylemiş ve Türk toplumunun bu “reform”un çıkarılamamasının maliyetinin ne olduğunu anladığını bildiğini belirtmiştir. Hardy, bu maliyetin Türk toplumuna enflasyon olarak geri döndüğünü söylemektedir..

 

SSK’nın bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Yaşar Okuyan, sorunu şu şekilde ortaya koymaktadır:

 

·     Dünyanın hiç bir yerinde 38 yaşında emekli eden sigorta sistemi yok.

·     1 Nisan 1950’de ortalama yaşam süresi 41 olmasına karşın, aynı yıl çıkarılan yasada emeklilik yaşı 60 olarak belirlendi. Daha sonra her seçim öncesinde yapılan populist düzenlemeler ile sistem bugünkü felaket tablosuna dönüştürüldü.

·     Şimdi ortalama ömür kadın için 69, erkek için 67 olduğu halde 38-43 yaşında emekli olunabiliyor.

·     1999 yılı sonunda sistemin açığı 5 katrilyon lira olacak.

·     Buna karşılık aynı yıl bütçesinden yatırıma ayrılan pay sadece 1.2 katrilyon lira.

·     Sosyal güvenlik kurumlarının açığı, GSMH’nın yüzde 3’ünü oluşturuyor. Avrupa Para Birliği’ne katılmak için kamu açıklarının GSMH’nın yüzde 3’ünü geçmemesi lazım. Bizde sadece sosyal güvenlik açığı yüzde 3’ü geçiyor.

 

SSK’daki israf, suistimal ve yolsuzlukların, kuruma 1 katrilyona yakın hasar verdiğini belirten Okuyan, bu parayla 1 yılda, 1000’er yataklı 30 hastane yapılabileceğini söylemektedir. Okuyan, açıklamalarına şu şekilde devam etmektedir: “SSK’lı bir hasta İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde menenjit teşhisiyle muayane olmuş. Ayakta yapılan bu tedavi sırasında SSK’ya yollanan fatura bu hastanın 1 günde tam 4.303 kez muayene edildiğini gösteriyor ve 7 milyar lira talep ediyor. İkinci fatura da ayrı bir skandal. Bir bayan hasta, yine İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde KKB servisinde ayakta tedavi olmuş. Doktorlarımız 1 günde 134 kez tomografi çektirmesini istemişler. Her bir tomografi 42 milyon lira olduğuna göre, burada da 5 milyar 528 milyon lira... SSK’yı öpüyorlar’!..” [79]

 

“Sosyal güvenlik reformu yapılmasaydı, devlet çökecekti” [80] diyen Başbakan Bülent Ecevit, “Türkiye’nin şu andaki sosyal güvenlik sistemini kaldırması mümkün değil”  sözlerini kullanmaktadır.

 

Yönetimin emeklilik yaşının yükseltilmesini öngören bu savları, işçi temsilcilerince karşılıksız bırakılmamış ve şu karşı-savlar ileri sürülmüştür:

 

·     Anayasa’daki “sosyal devlet”in gereği olarak SSK’ya yapılması gereken katkı, “açık” diye belirtilmektedir. Oysa, Avrupa Birliği düzeyinde sosyal güvenliğe devlet katkısı yapılsa, bu katkının bugünkü rakamla 1 katrilyon 69 trilyon lira olması gerekiyor.

·     Devlet, 1965 ile 1999 yılları arasında SSK’nın fonlarını Devlet Yatırım Bankası’nda çok düşük bir faizle değerlendirdi. Bu konuda yapılan bir araştırmaya göre, SSK’nın fonları enflasyonun üzerinde değerlendirilseydi bugün kurumun kasasında 20 milyar dolar olacaktı.

·     Gelişmiş ülkelerde sosyal güvenlik harcamalarının GSMH, diğer bir deyişle milli gelir içindeki payı yüzde 19 ile yüzde 35 arasında değişiyor.

·     Mevcut emeklilerin ortalama yaşı, 57. Emekli aylığı almakta iken ölenlerin ortalama yaşı ise 65. Yeni emekli olanların ortalama yaşı da 49. Türkiye’de 40 yaşın altında emekli olanların oranı ancak yüzde 1. Avrupa’da ortalama yaşam süresi, 77, çalışma ve emeklilik hakları da Türkiye’den çok iyi.

·     SSK verilerine göre, Demirel dönemindeki yasa çıkmasaydı 1991-1997 yıllarını kapsayan yedi yıllık dönemde sadece 111.176 kişinin emekliliği ertelenmiş olacaktı. Bu kadar kişiye ödenen yıllık emekli aylığı 93 trilyon lira. Oysa, halen 2.9 milyon emekliye sadece ayda 203 trilyon lira ödeniyor. Yedi yılda 111 bin kişinin emekliliğinin ertelenmesiyle SSK’nın kazancı, toplam emeklinin bir aylık maaşını bile karşılamıyor. 4.5 milyon kaçak işçi sigortalansa fazladan 1.7 katrilyon lira gelir elde edilecek.

 

Tartışmalara katılan Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Refik Baydur, “Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı”nın düzeltim niteliği taşımadığını, işsizliği ve illegal işçi çalıştırmayı artıracağını ve yatırımları azaltacağını söylemektedir. Baydur, “İşçiler, ağlamakta yersiz ve haksız değildir. Böyle bir sistem dünyanın hiç bir yerinde yok. Bunu ilk kez biz uygulayacağız” demektedir. [81]

 

Daha önce de üzerinde durulduğu üzere, kamu görevlileri ile ilgili olarak gündeme gelen ve hatta Başbakan Ecevit’e göre “devlet krizi” çıkmasına neden olan önemli bir başka konu da bölücü ve gerici akımlara karışan kamu görevlilerinin kamudan uzaklaştırılması sorunudur. MGK’nun “28 Şubat” olarak bilinen tarihi toplantısında kararlaştırılan, MGK’nun daha sonraki toplantılarında sıklıkla üzerinde durulan ve bir an önce çözümlenmesi gerektiği konusunda görüş birliğine varılan konu bu kez Başbakan Ecevit tarafından tarafından değişik bir yaklaşımla çözümlenmek istenmiştir. MGK’nun aldığı karar üzerine hükümetçe bu konuda hazırlanan yasa teklifi TBMM komisyonlarında sıkı direnişle karşılaşmış ve teklifin TBMM Genel Kurulu’na getirilmesi gerçekleşememiştir. Hükümet bunun üzerine, yasama dönemi sonunda TBMM’den aldığı yetki kanunu çerçevesinde bir kanun hükmünde kararname yoluyla sorunu çözmek istemiştir. Ancak, kararnamenin kamuoyuna yansıyan düzenlenme şeklinde, iki müfettişin düzenleyeceği bir rapor üzerine ilgili bakan tarafından bu gibi kişilerin kamu görevinden uzaklaştırılabilmesi öngörülmektedir. Kararnamenin bu yolda düzenlenmiş olması önemli bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Aslında, bu kitabın bir çok yerinde, özellikle “irticai ve bölücü” eğilimli kişilerin devlet kadrolarında çalışmakta olduğu belirtilmiş ve bu gibi kimselere yasal yaptırımların uygulanmaması eleştiri konusu yapılmıştır. Ancak, yukarıda özetlenen düzenlenme biçimi de son derecede sakıncalıdır. Bu yolda yürütmeye verilecek bir yetkinin kötüye kullanılması olanaklıdır. Böyle bir yasal hükmün, idealist, dürüst, inandığını söyleyen ve kapıkulu olmayan görevlilerin tasfiye edilmesi amacıyla kullanılabileceği kuşkusuzdur. Tük kamu yönetiminde esasen var olan ideolojik ve siyasal kadrolaşma hareketi bu sakıncanın en önemli kanıtıdır. Yasalara aykırı davrananlara karşı yasal yaptırımlar uygulanmalıdır. Ancak, bu uygulama hukuk devleti sınırları içinde olmalıdır. Kaldı ki, Devlet Memurları Kanunu’nun 125 inci maddesi bu yolda son derecede açık ve net hükümler getirmektedir. Hal böyle iken, ayrı bir düzenleme ile hak ve hukukun çiğnenmesi pahasına böyle bir uygulama içine girilmesi kamu yönetimine büyük zararlar verecektir.

 

Yukarıda genel çizgileriyle belirlenen, kamu personel rejiminin köktenci bir şekilde yeniden ele alınması devletin işlerliğinin sağlanması açısından kaçınılmaz bir ödev olarak kabul edilmelidir. Bu amaçla yapılması gerekli olan bazı etkinliklere aşağıda değinilmiştir.

 

Devlet Memurları Kanunu’nda yer alan memur tanımı ve belirlenen çalışma biçimleri yeniden gözden geçirilmeli ve bu iki alanda günün koşullarına uygun yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

 

Çağdaş personel yönetimi, temel ilkeleri itibarıyla, ehliyet, liyakat, kıdem, işgücü ve işyükü çözümlemesi, sınıflandırma, insangücü planlaması ve yetiştirilmesi, iş tanımlarının tam ve eksiksiz olarak yapılması, iş tanımlarının bir yönetim aracı konumuna getirilmesi, verimliliğe göre ücret, güdülendirme, ödül ve ceza sistemlerinin oluşturulması ve veri otomasyonundan en fazla ölçüde yararlanma ilkelerine dayalıdır. Günümüz Türkiyesi’nde bu genel ilkelerin çok daha geniş bir kapsamda ve etkililik içinde uygulanması gerekmektedir. Ülkemizde yürürlükte olan personel yönetimi koşulları bu ilkeler açısından irdelendiğinde önemli bir yetersizlik ortaya çıkmaktadır.

 

Tüm bunlara ek olarak, Devlet Personel Başkanlığı kuruluşundan bu yana geçen uzun süreye karşın beklenen düzeyde başarılı olamamış ve kuruluş amaçlarını istenilen düzeyde gerçekleştirememiştir. Bu açmazın bir an önce düzeltilmesi ve kamu personel rejiminin çağdaş içeriğinin güçlendirilmesi sağlanmalıdır.

 

Bu ilkelere ek olarak, işe eleman almada ve ilerlemede sınav ilkesi ödünsüz olarak uygulanması gereken bir ilke durumuna getirilmelidir.

 

Kamu personelinin, toplu sözleşme ve sendika kurma gibi sendikal hakları anayasal temele oturtulmalıdır. Grev yapma hakkı bu konuda çıkarılacak özel bir yasa ile düzenlenmelidir.

 

Kamuda memur, işçi ve sözleşmeli gibi isimler altında yer alan farklı istihdam rejimlerinin yarattığı yapaylık giderilmeli ve tüm personel gerçek anlamda varlığı belirlenen işgücü gereksinimine dayalı olarak ve koşulları iş tanımında belirlenmiş bir biçimde çalışabileceği bir ortama kavuşturulmalıdır.

 

Kamu sektörü, gizli işsizlik sorunlarının çözümlendiği, ek istihdam yaratma alanı olarak görüldüğü ve ücret düzeyi itibarıyla bir işsizlik sigortası olarak görev yaptığı şeklinde ortaya çıkan görünümden hızla uzaklaştırılmalıdır. Kamu, devlet hizmetinin en makul düzeyde personel sayısında ve nitelikli elemanlar aracılığı ile yürütüldüğü bir yönetim ortamına kavuşturulmalıdır. Kamuda sürmekte olan gereksinim fazlası personel sorunu, yeni eleman alma işlemlerinin durdurulması, gerçek gereksinimin bilimsel yöntemlerle saptanması ve gerek gereksinim duyulan birimlere ve gerekse yeni kurulacak birimlere gereksinim fazlası birimlerden eleman aktarılması yöntemleri ile çözümlenmelidir.

 

Belediyelerde, yeni ve ayrı bir personel kanunu aracılığıyla, personeli keyfiliğe karşı koruyacak belirgin güvencelerin oluşturulması koşuluyla, sözleşmeli personel rejimi esas kılınmalıdır.

 

Bu durumda ortaya çıkacak olan istihdam taleplerini karşılamak üzere bir yandan devletin istihdam yaratma amacıyla özel sektöre yönelik özendirme yaklaşımları güçlendirilirken; öte yandan, hem özelleştirme çalışmaları hızlandırılmalı ve hem de işsizlik sigortası kurumu gerçekleştirilmelidir.

 

Kamu personelinin ücret düzeyi çok düşüktür. Kamu sektörünün bütününde, ancak özellikle yerel yönetimlerde yoğunlaşan ücret düşüklüğü sorunu nitelikli personelin kamudan uzaklaşmasına ve kamu personeli arasında moral ve iş yapma gücünün azalmasına yol açmaktadır. Personel ücretleri ile ulusal gelir arasında bir oran belirlenmeli ve bir anlamda ‘hareketli merdiven’ sistemi olarak adlandırılabilecek bir yöntemle ücretler hem enflasyona karşı korunmalı ve hem de ulusal gelirdeki artıştan kendisine düşecek payı alabilecek bir konuma getirilmelidir.

 

Verimliliğe göre ücret ilkesi egemen kılınmalı ve her kurumun kendisi için özel olanaklar yaratmak çabası önlenmelidir.

 

Mevcut ücret sistemi bütünü ile değiştirilmelidir. Kamu görevlilerinin ücret sistemi basitleştirilmeli, sabit ilkelere bağlanmalı ve hükümetin bu konudaki tek görevi yıllık katsayıyı belirlemek olmalıdır.

 

Bu arada, özellikle belirtilmelidir ki, kamu personelinin düşük olan ücret düzeyini yükseltmek bir düzeltim önerisi olarak sunulmamaktadır. Ayrıca, açıklıkla kabul edilmelidir ki, enflasyon ile ücret sistemi ve hareketli merdiven sistemi arasında yakın bir ilişki vardır. Yüksek enflasyon hızı makul düzeylere indirilmediği takdirde hareketli merdiven sisteminin de fazla bir geçerliliği olmayacaktır.

 

Enflasyon hızının azaltılması kamu personeline yapılan ödeme koşullarında esaslı ölçüde iyileştirme olanakları hazırlayacaktır.

 

Emekli Sandığı ve Sosyal Sigortalar Kurumu’nda egemen olan ve çağdaş emeklilik rejimi yönetimi ilkelerine aykırı düşen uygulamalara son verilmelidir.  Mevcut koşullar altında bu kurumlar elde ettikleri primle emeklilik maaşı verebilen ancak bu primlerle ek ve yeni kaynak yaratamayan sosyal güvenlik kurumları şekline dönüşmüştür. Bu kolaycı yöntem terk edilmeli, devletin bu kurumları bazı giderlerin finansman aracı olarak görmesi önlenmeli ve prim gelirlerini en ekonomik bir biçimde kullanan gerçek ve çağdaş kurumlar oluşturulmalıdır. Bu bağlamda batılı standartlar gözden geçirilmeli ve sosyal güvenlik kuruluşlarına karşı devletin yükümlülükleri artırılmalıdır.

 

Emeklilik ve sağlık sigortasında özel sigorta şirketleri gözardı edilmemelidir. Sosyal güvenlik birimleri tek bir çatı altında toplanmalıdır.

 

Türk Kamu Yönetiminde Yönetim Becerisinin ve Yetkinliğinin Geliştirilmesi: Başarım Odaklı Yönetim Biçimine Geçiş Zorunluluğu

 

“Kötü” ve “yanlış yönetmek”ten kasıt, artniyete dayalı ve kişisel çıkarları korumaya yönelik yönetim tarzı değil; fakat, çağdaş yönetim biliminin ve teknolojik gelişmelerin öngördüğü bilgi, beceri ve yeteneklerden yoksunluktur.

 

Bu bağlamda, Türk kamu yönetiminde, bürokratik olayların günlük akışı sırasında genellikle içgüdüsel olarak gösterilen yöetsel tepkilerin ve alınan kararların “yönetme” işlevini yerine getirmek olmadığı anlaşılmalı ve gerçek yönetim olgusunun bilgi ve veri derlemeye, sınıflandırmaya, çözümlemeye, politika ve strateji geliştirmeye, başarım hedefi saptamaya ve çalışmaları bu hedefler bağlamında planlamaya, örgütlemeye ve yönlendirmeye dayalı olduğunun bilincine varılmalıdır. 

 

Özellikle, “yeni” kamu yönetimi (“new” public management), hedefe yönelik yönetim, toplam kalite yönetimi ve sorumluluk yönetimi gibi yönetim anlayışlarının ve bu anlayışların gereklerinin kamu yönetimi içine giremememiş olması, Türkiye’nin kamu yönetimi açısından geri kalmışlığının önemli bir kanıtı ve göstergesi olarak kabul edilmelidir.

 

Türkiye’de kamu yönetiminin geliştirilmesi açısından üzerinde en fazla durulması gereken konuların başında, yönetim yetkinliğine ilişkin bilgi, beceri ve yeteneklerin yeteri kadar gelişmemiş olması geçeği gelmektedir. Kamu yönetiminde, başarım düzeyinin yükseltilmesini ve geliştirilmesini esas alan ve yönetim süreçlerini bu odak çerçevesinde örgütleyen, planlayan ve yürüten bir yaklaşımın eksikliği sorunun özünü oluşturmaktadır.

 

Kamu yönetiminde bireysel sorumluluğun ortaya çıkmasını önleyen ve sorumluluğu pek çok kimse arasında paylaştırarak sorumsuzluğu ortaya çıkaran bir yapı egemendir. Ülkemizde kamuda çalışan bireylerin ve birimlerin hesap verme sorumluluğu (accountability) kavramı gelişmemiştir.

 

Kamu kurum ve kuruluşlarının somut ve ölçülebilir hedefler belirleyerek çalışmalarını bu hedefler doğrultusunda yürütmelerini öngören bir yapı oluşmamıştır.

 

Kamu hizmetini pazarlanabilir bir mal ve yurttaşları bu mal ve hizmetleri maddi karşılığını vererek satın alan müşteri olarak gören ve çalışmalarda kaliteyi sağlamayı ve artırmayı amaçlayan bir yönetim anlayışının yokluğu kamu hizmetinde kalite koşullarının gelişmesini engellemektedir.

 

Türk kamu yönetiminin en önde gelen sorunlarından birini oluşturan bu sorunun çözümlenmesi için alınması gereken önlemlere aşağıda işaret edilmiştir:

 

Kamu yönetiminde başarım yönetimi ilke ve anlayışı egemen kılınmalıdır. Kamu kurum ve kuruluşlarının ve sorumlu yöneticilerinin başarım düzeylerinin saptanmasında elde edilen sonuçlar esas alınmalıdır.

 

Bu amaçla, yönetim bilgi sistemleri yönetimde karar almayı daha ussal bir biçime getirecek şekilde geliştirilmeli ve uygulama alanına konulmalıdır.

 

Kamu kurumlarının politika geliştirmekle sorumlu birimleri çalışma dönemlerine ilişkin başarım hedeflerini gerçekçi, bilimsel ve ussal bir şekilde belirlemeli ve ilgili birimlere duyurmalıdır. 

 

Kurum çalışmaları bu bağlamda yönetim bilgi sistemleri aracılığı ile izlenmeli ve yapılacak başarım değerlendirmelerinin sonuçlarına bağlı olarak gerekli düzeltici önlemler alınmalıdır.

 

Türk kamu yönetiminde sürmekte olan ortak sorumluluk anlayışı köktenci bir biçimde değiştirilmeli ve her kademedeki yöneticinin bireysel hesap verme sorumluluğunu ve başarı düzeyini ortaya çıkaran sorumluluk anlayışı benimsenmelidir. Hesap verme sorumluluğu ile kastolunan, hukuksal sorumluluktan çok, çalışmaların başarı veya başarısızlığından kaynaklanan sonucun kime ait olduğunun (accountability) belirlenmesidir.

 

Türk kamu yönetimine geleneksel olarak atfedilen  “baba” nitelendirmesi, anlayışı ya da felsefesi değiştirilmeli veya en azından önemli bir evrim içine sokularak ‘patronaj’ ya da üstünlük anlayışı ‘ortaklık, katılım ve hizmet etme’ anlayışı biçimine dönüştürülmelidir.  Devlet’in “baba” olmak imajına ve “lütuf” ilkesine dayalı bir kamu yönetimi felsefesi ya da anlayışı yerine kamu hizmetlerini belirli bir satış fiyatı olan ve piyasada pazarlanabilir mal/hizmet olarak gören ve söz konusu mal/hizmeti en iyi şekilde arzetmek için hizmet sunumunda toplam kalite düzeyini en üst düzeye çıkarmayı kendisine amaç edinen bir yönetim yaklaşımı benimsenmelidir.

 

Devletin şefkatli, koruyucu ve geliştirici nitelikteki çalışmaları elbette devam edecektir. Bu, “sosyal devlet” olmanın önde gelen koşuludur. Devletin bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler ve fiziksel ve zihinsel engelliler gibi toplumsal açıdan olanakları sınırlı olan gruplar üzerindeki koruyucu nitelikli çalışmaları iç barış ve huzurun devamı için gereklidir. Devlet bunun yanında dar ve sabit gelirli grupların eğitim ve yasa sınırları içinde kalan ticari etkinlikler yolu ile gelir dağılımı basamaklarının üst sıralarına çıkabilmeleri için gerekli fırsat eşitliği koşullarını da sağlamalıdır. Bunun da ötesinde, hiç kimse maddi olanaklarının yetersizliği nedeniyle tıbbi bakım ile temel ve mesleki eğitim görme hakkından da yoksun bırakılmamalıdır. Devlet bireylerin ve ailelerin fırsat eşitliği içinde günlük yaşamlarını sürdürebilmelerini güvence altına almalıdır. Kuşkusuz, bu bağlamda en önde gelen devlet işlevlerinden birini bireylerin ekonomik tröst ve tekellere karşı korunması oluşturacaktır. Devlet bu amaçlar için vardır ve bu amaçlarla var olmaya devam edecektir.

 

Ancak, devlet bu yaklaşımı bir keyfilik anlayışı şekline de dönüştürmemelidir. Zira, devlet genelde pek çok alanda hizmet üretmekte ve bu hizmetleri ya toplumdan aldığı vergilerle gerçekleştirmekte ya da hizmet karşılığında yurttaşlardan maddi bir ücret almaktadır. Devlet, işte bu kaynakları ekonomik açıdan etkili ve verimli bir şekilde kullanmak sorumluluğuna sahiptir.

 

Devlet bu bağlamda bir “baba” değil fakat topladığı maddi kaynakları hem en iyi şekilde değerlendiren akılcı bir yönetim ve hem de en iyi kalitede hizmet sunmak zorunluluğunda olan hizmet üretme kurumudur. Bu anlayış Türk kamu yönetiminin devleti “baba” olarak gören yaklaşımının önemli bir kapsam, içerik ve nitelik değiştirmesi anlamına gelmektedir.

 

Yeni yüzyılın devleti böyle bir devlet olacaktır. Bu gelişme çizgisinde yurttaşların ödedikleri vergiye ve bu vergilerin kulanılış biçimine sahip çıkmaları temel bir ön koşul olarak ortaya çıkacaktır.

Kırtasiyecilik

Bürokrasinin önemli darboğazlarından biri de hızla değişen ve değişim ihtiyacı içinde olan toplumun isteklerine yeterli karşılıklar ve  çözümler bulamamasıdır. Bürokrasinin bu yetersizliği, zaman içinde kendisini meşru göstermek gibi bir arayışa yönelmekte ve bunun sonucunda da etkisiz bir bürokrasinin oluşmasını zorunlu ve kaçınılmaz kılan bir yönetsel yapı ve yönetimin gereksiz formalitelere boğulması anlamına gelen “kırtasiyecilik” gerçeği ve olgusu ortaya çıkmaktadır. Yönetimin her alanında ve kademesinde, bürokratik iş ve işlemlerin formalitelere ve belgelere boğulması anlamına gelen ve önemli ölçüde zaman ve kaynak kaybına yol açan bir “kırtasiyeci”lik vardır.

 

Devletin işlerliği açısından önde gelen sorunlardan olan kırtasiyeciliğin önlenmesi için alınması gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir.

 

Kırtasiyeciliğin en büyük nedeninin siyasal kararsızlık ve siyasal irade eksikliği olduğu gerçeği gözönüne alınarak herşeyden önce kırtasiyecilikle mücadelede siyasal bir kararlılık ve irade yaratılmalıdır.

 

Kırtasiyeciliğin bir başka önemli nedeni olan kamu yöneticilerinin olayları ve yönetsel işlemleri izleme anlayış ve alışkanlıkları değiştirilerek geliştirilmeli ve kamu yönetiminde süreklilik anlayışı içinde daha önceki yöneticiler tarafından başlatılan çalışmalar unutulmamalı ve akıbetleri denetlenmelidir.

 

Bunlardan daha önemli olarak, yasa ya da düzenleyici metin çıkarmakla sorunun çözümlenebileceği görüşü yerine, sorunun ancak toplumsal, ekonomik, kültürel ve psikolojik yönleri ile birlikte ve bir bütün olarak çözüme kavuşturulabileceği görüşüne önem ve öncelik verilmelidir.

 

Yurttaşların devletle ilişkilerinde ‘beyan’ ilkesi esas alınmalı ve beyan aksi ispatlanana kadar doğru kabul edilmelidir. Beyanın doğru olmadığının anlaşılması durumunda ise ilgililere etkili ve caydırıcılık gücü yüksek yaptırımlar uygulanmalıdır.

 

Ayrı bir kurumsal yapı kurulmadığı takdirde, Başbakanlık’ta kurulu bulunan “İdareyi Geliştirme Başkanlığı” ile “Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü”ne kırtasiyecilikle savaşta bir merkez olarak görev yapma sorumluluğu verilmeli ve bu kırtasiyecilikle savaşta politika ve program geliştirme ve eşgüdüm sağlama işlevini yürütmelidir.

 

Merkezi birim kırtasiyecilikle mücadele için genel ilkeleri belirlemeli ve kamu kurum ve kuruluşlarına yapılması gereken çalışmaları ve izlenmesi gereken süreçleri bildirmelidir.

 

Her kurum ve kuruluşta APK birimleri bünyesi içinde ‘Yönetim Destek Hizmetleri’ alt birimi kurularak kuruma ilişkin iş ve işlemlerde kırtasiyeciliğin önlenmesi ile ilgili çalışmalar bu birim aracılığı ile yürütülmelidir. Bu birim, aynı zamanda, merkezi kurumun uç noktası olarak görev yapmalıdır.

 

Bu birim ile kurum ve kuruluşlarda oluşturulan birimler arasında bir raporlama sistemi kurulmalı ve yapılan çalışmalar tek bir merkezden izlenmelidir. Yöneticilere kırtasiyecilikle ilgili ödevleri öğretilmelidir.

 

Kırtasiyecilikle ilgili konularda ilgili her kesimin öneride bulunması özendirilmelidir.

İsraf

 

Türkiye’de, yönetimin önemli sorunlarından biri içinde bulunulan israf ortamıdır. Devlet dairelerinde döşeme ve donatım biçemi bürokratik ve işlevsel bir gerekliliğin değil içinde oturanların statü ve prestij arayışlarının bir göstergesidir. Kamusal örgütlerin üst yöneticilerinin odalarında hiç kullanılmamalarına karşın süs eşyası olarak bulundurulan bilgisayarlar, TV ve video cihazları, yurt dışı gezilerine çıkma sıklığı, odanın önünde oturmakta olan sekreterlerin sayısı, makam aracının markası ve konfor düzeyi, lojmanların içerdiği konfor düzeyi, görevleri yalnızca çay dağıtmak olan kamu görevlilerinin sayıca fazlalığı bu israf ortamının temel gösterge ve simgeleri olarak ortaya çıkmaktadırlar.

 

Devlette israf konusunda Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün şu çarpıcı bilgileri vermektedir: Kamudaki araç sayısı, kamyon 50 bin, kamyonet 35 bin, otobüs 20 bin, otomobil 95 bin, minibüs 20 bin ve öteki türdeki araçlar 11 bin olmak üzere toplam 235 bin adet araç. Oysa, Almanya’da 15 bin, Japonya’da 10 bin ve İngiltere’de 12 bin kamu aracı var. Türkiye sadece makam aracı şoförlerine yılda 600 trilyon lira para ödüyor. Türkiye’de 294 gümrük var. Bu sayı Almanya’da 60, Fransa’da 53. Kamunun elinde 19 özel uçak var. Bu sayı Almanya’da 14, Kanada’da 17, Pakistan’da 7, Portekiz’de 4, Norveç’te 3 ve Yunanistan’da ise 1.  Devlet dairelerinde çoğu uluslararası görüşmeye açık 162 bin telefon var. Bunların ayda ortalama 30 milyon liralık görüşme yaptığı varsayılırsa tamamı için ayda ortalama 5 trilyona yakın para ödeniyor. Ankara’da bir büyük özel hastanede çalışan sayısı 650 kişi, SSK Dışkapı Hastanesi’nde çalışan sayısı 2 bin 600. Yurt dışında 7 bin 500 kişi devletten maaş alıyor. Bunların 3 bin 300’ü müşavir ve çoğu yabancı dil bilmiyor.

 

Maliye Bakanlığı’nda kurulan bir komisyon tarafından yapılan çeşitli araştırma çalışmalarıyla devlet harcamalarının içinde bulunduğu durum saptanmaya çalışılmıştır. Toplanan vergilerden elde olunan akçal kaynakların israf edildiği ve acil bir “gider düzeltimi” yapılması gerektiği varsayımından hareket eden çalışma grubu bu konuda ilginç örnekler ve yöntemler saptamıştır.

 

Bu tür harcamalar arasında Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nde 72 yaşında olmasına karşın ayda 300-350 milyon lira alan işçi; Köy Hizmetleri’nde özellikle Doğu ve Güneydoğu illerinde market işleten ancak kurumda geçici işçi olarak çalışarak maaş alan işçi; Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’nda yılda 17 gün çalıştığı halde 11 ay çalışıyor gibi görünüp maaş alan çok sayıda işçi; kamu görevlilerinin yalnızca kendilerinin ve aile bireylerinin değil fakat yakınlarının ilaç gereksinmelerini devlet bütçesinden karşılamaları; kamu görevlilerinin tanıdıkları eczanelerde reçetedeki ilaçları değil başka öteki günlük gereksinim malzemeleri almaları; emekli olan memurların daha fazla yolluk almak amacıyla ikamet yeri olarak Hakkari’yi göstermeleri ve herhangi bir ilde açılan yeni operaya atanan sanatçı memurların kısa bir süre sonra yeniden Ankara’ya atanmaları gibi olaylar yer almaktadır.

Yetki ve Sorumluluk Dağılımında Dengesizlikler

 

 Türk bürokrasisinde yetki-sorumluluk dengesi bir türlü oluşturulamamıştır. Bazı alanlarda sorumluluk sahibi olanlara yeteri kadar yetki verilmezken bazı alanlarda da yetki sahibi olanların sorumlulukları yoktur.

 

Özellikle, sorumluluk kavramının bireysel olmaktan çıkarılarak kollektif duruma getirilmiş olması hem hukuksal sorumluluğun ortaya çıkarılmasını ve görevlilerin cezalandırılmasını engellemekte ve hem de ülkemizde yönetim açısından “sorumluluk yönetimi” (accountability) koşullarının oluşmasını olanaksız kılmaktadır.

Yönetimde Denetim Anlayışının Değiştirilmesi Zorunluluğu

 

Kamu yönetiminde egemen olan denetim anlayışı, iş ve işlemlerde yasallığın ve meşruluğun araştırılması ve bu durumun güvence altına alınmasıdır. Bu yaklaşım türü, hizmetin maliyet unsuruna ve paranın yeteri kadar iyi, yerinde ve ekonomik olarak kullanılıp kullanılmadığını dikkate almamaktadır. Hatta, bir anlamda, hukuksal güvenliğin sağlanabilmesi için ekonomik ve verimli olmayan yönetim biçemlerine mantıksal destek bile sağlayabilmektedir.

 

Oysa, gelecek on yılların en önemli sorunu kıt kaynakların daha akılcı ve verimli şekilde kullanılması olacaktır. Denetimin de bu anlayışa koşut olarak değişmesi gerekmektedir.

 

“Susurluk Skandalı” yönetimde denetim sorununu ortaya çıkarmıştır. “İdari Usul Yasası” hazırlıkları çerçevesinde düzenlenen bir sempozyumda konuşan dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz şunları söylemektedir: “Susurluk kazasından sonra içinde bulunulan bu süreç gösterdi ki; bugün Türkiye’de devlet hayatımızın en önemli problemlerinden birisi, idarenin işlem ve eylemlerinin denetlenememesidir. Susurluk kazası sonrasında, idarenin denetimi problemleri ortaya çıktı. Bu olay çerçevesinde suçluları ortaya çıkarmak ve cezalandırmak, Türkiye’nin hukuk devleti olduğunu göstermesi bakımından büyük önem taşıyor. Ancak, bu yeterli değil. Bir daha bu suçların işlenmemesi (gerek), işlenirse de etkili şekilde koğuşturulması için köklü tedbirler almak zorundayız.” [82]

 

Bu konuda açıklama yapan bazı yetkililer de, söz konusu yasa tasarısının hazırlanmasında Susurluk’daki trafik kazasının büyük payı olduğunu belirterek “Susurluk, devletteki zayıf olan denetim mekanizmasının dumura uğratıldığını ortaya koydu”  [83] demişlerdir.

 

Öte yandan, yasallığı ve meşruluğu temel endişe olarak gören denetim anlayışının yerine getirilme yönteminde de değişiklikler yapılması gerekmektedir.

 

Kamunun kendisini yine kamu görevlisi olan ancak yönetimin içinde yer alan kişiler aracılığı ile denetlemesi yeterli olmamaktadır.

 

Aynı şekilde, yönetimin yargısal denetimi de uzun zaman alıcı olması ve etkili olmaması nedeniyle istenilen sonuçları üretememektedir.

 

Bu bağlamda, daha önce de değinildiği üzere, tam bağımsızlığa sahip, güvenilir kişilikte, kamu yönetimi konusunda mükemmel bilgi ve deneyim sahibi, ömür boyu görev yapacak ve yeterli yetki ve yaptırımlarla donatılmış “halk denetçiliği” ya da “hakemlik”  (ombudsman) türü bir yaklaşım üzerinde özellikle durmak gerekir.

 

Verimli ve Etkili Devlet İçin Enformasyon Teknolojisi

 

İletişim, haberleşme ve veri işleme teknolojilerinde elde edilen dev gelişmeler devlet yönetimi açısından son derecede önemli konuma gelmişlerdir.

 

Herşeyden önce, günümüzde zaman ve uzaklık kavramlarının önemi azalmış ve bu olguların önemleri göreli bir nitelik kazanmıştır.

 

Öte yandan, dijital teknoloji iletişimi son derecede kolaylaştırmış, ulaşım sektöründe elde edilen ilerlemeler ulaşım için ayrılan zamanı kısaltmış, bilgisayarlar yolu ile bilgi işleme, derleme ve çözümleme son derecede basitleşmiş, internet aracılığıyla küresel iletişim büyük  bir ivme kazanımıştır. Gerçekten, bu bağlamda, dünya küçük bir “köye” dönüşmüştür.

 

Bu teknolojik gelişmeler hem bugünün bürokrasisini esaslı ölçüde değiştirmekte ve hem de geleceğin bürokrasisinin temel özelliklerini belirlemektedir. Devletin işleyiş biçimi ve süreçleri bu temel gelişmelere koşut olarak yeniden yapılandırılmalıdır. Esasen, bu, kaçınılamaz bir gerekliliktir.

 

Bu kavramları ve kurumları yeterince içselleştirmeyen ülkelerde devlet yönetimi etkisiz ve verimsiz kalmaya devam edecek ve buna karşılık bu gelişmeleri iyi değerlendirebilen ülkelerde devlet yönetimi büyük bir hız, etkililik ve verimlilik kazanacaktır.

 

Çağdaş siyasal sistemlerin yasal yollardan ‘zor’ ve ‘güç’ kullanabilen tek kurumu olan devlet, bu gücünü büyük ölçüde vatandaşlarının güvenliği ve yüksek yaşam standardına yönelik olarak verdiği hizmetlerden almaktadır.

Bu hizmetlerin varlığı kadar, vatandaşın bunlardan bilgili olması ve kolayca erişebilmesi de yine devletin görevidir. Hizmetin yaygın, istenilen kalitede ve karşılanabilir olması niteliklerini içeren bu kavramdaki amaca ulaşabilmek için kullanılacak araçlar arasında teknoloji çok önemli bir rol oynamaktadır. Günümüzde bu rol enformasyon teknolojisidir. Doğru kullanılması durumunda ekonomik gelişmenin, daha iyi yaşam kalitesinin, özel veya kamusal daha iyi hizmetin kaynağı sayılmaktadır.

Daha çağdaş devlet hedefi için teknoloji tabanı, üretilen ve el değiştiren bilgi miktarının büyük bir patlama yaptığı günümüzde, çok boyutlu bir atılım için destek demektir.

 

Bilgi toplumunda birinci sınıf vatandaş ve birinci sınıf ülke stratejisi enformasyon teknolojisinin yoğun olarak kullanılmasına, insancıl değerlerin öne çıktığı yaratıcı toplum, saydam toplum ve saydam devlet kavramlarının gerçekleşmesine bağlı olacaktır.

 

Kamu birimleri ile ilgili en büyük sıkıntılardan biri de yavaş çalışmaları ve hızlı hizmet üretememeleridir. Kamu birimleri, evrak yoğunluğu altında ve deftere bağlı muhasebenin ağır baskısı altında  ezilmektedir. Bu nedenle, hem yurttaş istekleri yerine getirilememekte ve hem de hizmet maliyeti olabildiğince artmaktadır. Hizmetin birim ve toplam maliyeti dahi hesaplanamamaktadır. 

Sorunun çözüm yolu bilgisayarlaşma ve bilgi otomasyonudur. Geliştirilmesi son derecede kolay bu yöntemle kamu hizmetlerinin daha verimli ve kamu yönetiminin de daha hızlı çalışması olanaklıdır. Nüfus işlemlerinden, tapu işlemlerine, vergi ve kamu muhasebesi işlemlerinden hastane ve koruyucu sağlık hizmetlerinin yönetimine kadar her alanda kullanılabilecek olan bilgi ve veri otomasyon teknolojisinin yokluğu ya da yetersizliği ülkenin kıt kaynaklarının israfı ile sonuçlanmaktadır.

Yıllar önce, Çankaya Belediyesi’ni yeniden örgütlerken bu belediyede gerçekleştirdiğim emlak vergisi otomasyon projesi bilgisayarlaşmanın yerel yönetimlere neler verebileceğini açıklıkla ortaya koymuştur.

Merkezi ve yerel yönetim birimlerinin elektronik hizmet şebekeleri ile birbirine bağlandığı bir ulusal enformasyon altyapısının oluşturulması ile ilk adım atılmış olacaktır.

 

Daha iyi hizmet sunmak üzere iyi örgütlenmiş ve karar alma yeteneği artmış olan devlet aygıtı düzenleyici işlevinde de daha etkili olacaktır.

 

Esasen, özel sektör şimdiden bu yolda gerekli adımları atmış ve çalışma kurallarında esaslı değişiklikler yapmıştır. Kamu kurumları da aynı yolda ilerlemek ve çalışma alışkanlıklarını değiştirmek zorundadırlar.

 

Daha duyarlı, verimli ve tutumlu devlet talebi; devletin her kademesinde duyulan finansman sıkıntısı; hizmet arzının çağdaş devletin temel işlevi olarak görülmesi; enformasyonu daha ucuz ve kullanışlı yapan teknolojik gelişmeler ve enformasyon teknolojisinin benimsenmesi, kamu sektörünü kamu hizmetlerini elektronik ortamda sunmaya zorlayan baskılar yaratmaktadır.

 

Bu bağlamda, Türk kamu yönetiminin gelişmişlik düzeyinin artırılabilmesi ve kamu hizmetinin nitelik ve nicelik koşullarının iyileştirilebilmesi bakımlarından enformasyon teknolojisinden en fazla ölçüde yararlanılmaya çalışılmalıdır.

 

Enformasyon teknolojilerinin devlet içindeki gelişimini izlemek ve bu alandaki politikaları geliştirmek üzere TÜBİTAK görevlendirilmeli ve söz konusu kuruluşun bu alanda teknik gelişmeyi sağlayıcı bir rol oynaması sağlanmalıdır. Ancak, ülkenin, eski ve çağdışı teknolojilerin depolandığı bir teknoloji çöplüğü olmasına da izin verilmemelidir.

Düzeltim Konusunda İstekler ve Özlemler

 

Türkiye’de zaman zaman “reform”, “ıslah” ve “yeniden düzenleme” adları altında yürütmenin iyileştirilmesi ve geliştirilmesi için çabalar içinde bulunulduğunu gösteren çeşitli açıklamalar yapılmaktadır. Örneğin, DPT tarafından başlatılan KAYA Projesi, İçişleri Bakanlığı’nın “mahalli idare ve yönetim reformu” girişimi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın “toplam kalite yönetimi belgesi” alma arayışı ve Başbakanlık’da “idareyi geliştirme” ve “mevzuatı geliştirme” adları altında “reform” yapma üniteleri kurulması ve bürokratik işlemlerde yapılacağı belirtilen “reform” çalışmaları bu tür çabalar arasındadır. [84]

 

Yıllardan bu yana varlıklarını ve iddialarını sürdüren bu tür çalışmalar bugüne kadar herhangi bir olumlu sonuç vermemiştir. Ancak, bunlara kısa bir göz atmakta yarar bulunmaktadır.

 

Mesut Yılmaz’ın başkanlığını yaptığı 18 Nisan 1999 seçimleri öncesindeki hükümet, yürütmenin ve bürokrasinin iyileştirilmesi konusunda vaatkar açıklamaların en çok kullanıldığı dönem olmuştur. Hatta, Başbakan Mesut Yılmaz “mahalli idare reform tasarısı”nın Türkiye’de yönetim devrimi anlamına geleceğini pek çok kez yinelemiştir. Ancak, hazırlanan tasarıya yöneltilen eleştirilerden sonra, İçişleri Bakanlığı bu tasarıyı rafa kaldırmış ve onun yerine eski tasarıyla hiç bir ilgisi bulunmayan bir başka ve yeni “mahalli idareler reform tasarısı”nı gündeme getirmiştir. Daha sonraki hükümet de, bu yeni tasarının yürürlüğe konulmasının ülkede yapılmış “en geniş çaplı yönetim reformu” olacağını ileri sürmeye başlamıştır.

 

Başbakanlık tarafından kamuoyuna açıklanan ve hakkında bazı hazırlık sempozyumları düzenlenen “İdari Usul Yasası” da önemli bir düzeltim girişimi olarak ortaya çıkmıştır. Bu konuda düzenlenen bir sempozyumun açılışında konuşan dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, yeni ve saydam bir devlet modeli oluşturma konusunda söz vermiş ve devlet yaşamındaki en önemli sorunlardan birinin yönetimin eylem ve işlemlerinin denetlenememesi olduğunu itiraf ederek şunları söylemiştir: “Düzenlemeler yapılıp hayata geçirildiğinde, Tanzimat’tan beri yaşanan katı devlet yapısı yerine özgürlükçü, saydam hukuk devletine kavuşulacaktır... Bu yapılanma ile devlet zayıflamayacak, daha da güçlenecektir. Ancak bununla yetinilmemesi, idarede keyfiliğin önlenmesi, kanuniliğin sağlanması ve idarenin sağlıklı şekilde halk tarafından denetlenebilmesi için idari sistemde köklü değişiklikler yapmak, artık devleti, bütünüyle vatandaşa açmak zorundayız”. [85]

 

Başbakan Mesut Yılmaz’ın talimatıyla, bir grup hukukçu “Gün Işığında Devlet Yönetimi” adı altında bir yasa paketi hazırlamakla görevlendirilmiştir.  Gelişmiş ülkelerde uygulandığı belirtilen ve vatandaşa devleti denetleme olanağı vereceği ileri sürülen bazı yasa tasarılarının bu proje çerçevesinde yasalaştırılması öngörülmüştür. Söz konusu yasalar ise “Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası”, “Vatandaşın Katılımı Yasası” ve “Genel İdare Usul Yasası”dır.

 

“Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasa Tasarısı”na göre, vatandaş devlete başvurduğunda, gizlilik derecesinde olmamak koşuluyla, istediği bilgi ve belgeyi elde edebilecekti. “Vatandaşın Katılımı Yasa Tasarısı” ile de yüksek yargı organlarının toplantıları ile belediye meclisi ve il genel meclisi toplantılarının halka açık yapılması öngörülüyordu. “Genel İdare Usul Yasası Tasarısı” ise yürütmenin hangi usullere göre işlem yapacağını belirleyecekti. İstediği gibi yönetmelik ve yönerge çıkararak keyfi yönetimini sürdüren yürütme, böylelikle, keyfilikten kurtarılmış olacaktı. Başbakan Yılmaz, bu hazırlıklar konusunda “Bu iş kolay değil. Bu devleti dönüştürme ve değiştirme çalışmasıdır. Engeller olacak, ama pes etmek yok. Gün ışığında yönetim için başka yol yok” demiştir. [86]

 

Başbakanlık’da yapılan ve “Kamu Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması 2000 Projesi” adı verilen bir başka çalışma ise bir dizi platonik ve idealistik amaçdan söz etmektedir. Bu çalışmanın başlangıç aşamasında yapılan açıklamalardan projeye esas olarak ABD Başkan Yardımcısı Al Gore’un çalışmalarının yol gösterici olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, “Toplam Kalite Yönetimi” arayışları ile OECD tarafından sürdürülmekte olan “Public Management” çalışmalarından da esinlenildiği görülmektedir. Çalışmanın ilk aşamasında projeden beklentilerin şunlar olduğu belirtilmiştir: Ankara’nın yetkilerinin ve vesayetinin azaltılması, hızlı ve doğru karar alma süreçlerinin oluşturulması, yatırım, üretim ve hizmetlerde verimlilik sağlanması, sorunların yerinde çözümlenmesi, bilgiye kolay ulaşılması, gereksiz bilgi akışının önlenmesi, yürütmenin çalışmaları hakkında isteyen herkese bilgi verilmesi, memurların çalışma ortamının iyileştirilmesi, hizmet maliyetinin azaltılması ve personel indirimi yapılması.

 

Bu çalışmaya göre, ilk aşamada  ‘Başbakanlık Yönetim Bilgi Sistemi’ kurulacak, ikinci aşamada ‘Bakanlıklar ve İlgili Kuruluşlarda Reform” yapılacak ve üçüncü aşamada ise ‘Hükümet Bilgi Sistemi - Elektronik Yönetim’ sistemi oluşturulacaktı.

 

Bu projelerin amacının ise, devletin hantal bir yapıdan kurtarılması, daha dinamik bir yönetsel yapı oluşturulması, kamu yönetiminde işlevsel bir bürokratik yapı oluşturulması ve “vatandaş” kavramının kamu hizmeti üretiminde esas alınması olduğu belirtilmişti. 

 

Devletin sanayi ve ticaretten elini çekmesi ve sadece kural koyucu, düzenleyici ve denetleyici olması da projenin temel hedefleri arasında bulunmaktadır. Başbakanlık İdareyi Geliştirme Başkanlığı tarafından hazırlanan ve bazı yabancı danışmanlardan da yararlanılan proje çerçevesinde, halen 21 olan ve “populist politik” nitelikli devlet bakanlarının sayısı 3’e indirilecek, giderek büyüyen ve hantallaşan Başbakanlık örgütü küçültülecek, işlevsel nitelik kazanacak, eşgüdümcü kimliğe sahip olacak, düzenleyici ve denetleyici olacak, sayısı 200’ü bulan müşavir sayısı azaltılacak, diğer bakanlıklara da örnek olmak üzere personel sayısı azaltılacak  ve işlevselliğini yitiren birimler kaldırılacaktı. Daha da önemlisi, “her şey devlet için” adı altında uygulanan Jakoben yönetim anlayışı yerini “herşey toplum için, insan için” başlıklı insancıl bir anlayışa bırakacaktı. Projeye göre, kırtasiyecilik azaltılacak, vatandaşın hakkı olan hizmeti alırken karşılaştığı çağ dışı sıkıntılar önlenecek, merkezi yönetimin pek çok görevi yerel yönetimlere devredilecek ve saydam bir kamu yönetimi oluşturulacaktı. Projeye göre, “çağın getirisi olan bilgi ve iletişim teknolojisi tam olarak kullanılacak ve idari reformun asıl özü ve felsefesi de bu” olacaktı.

 

Sanayi ve Ticaret Bakanlığı, TSE’den “Toplam Kalite Yönetimi Yeterlik Belgesi” almış ancak bu çerçevede nelerin değiştiği tam olarak anlaşılamamış ve dönemin yöneticilerinin görevden ayrılmasından sonra bu çalışmalardan hiç söz edilmemeye başlanmıştır.

 

Bundan daha önceki bir tarihte, Temmuz 1997’de, ANASOL-D hükümetinin iş başına gelmesiyle “yönetimde reform” söylemleri bir kez daha ortaya atılmaya başlanmıştı. Merkezi yetkilerin azaltılıp yerel yönetimleri güçlendirmeyi amaçlayan bir proje ile -ne anlama geldiği ve yasal dayanağının ne olduğu bir türlü anlaşılamayan- “il ekonomik ve sosyal konseyleri” nin kurulması hedefleniyordu. Devletin milli savunma, emniyet ve adalet hizmetleri dışındaki tüm yetkileri “İl Genel Meclisleri” ve sivil toplum örgütlerinin oluşturacağı “il konseyleri”ne devredilecekti. Bu konseyler “il bakanlar kurulu” gibi çalışacak, böylelikle devlette “adamın varsa işini yaptırırsın” dönemi kapanacak ve “Ankara’dan iş takibi sona erecekti”. [87]

 

Pek çok gelişmiş Batı ülkesinde uygulandığı öne sürülen bu güçlendirilmiş yerel yönetim biçimi ile Ankara’nın etkisini azaltılacağı ve bölgesel dinamiklerin ön plana çıkarılacağı ileri sürülüyordu. Buna göre, il konseyleri, ilin bütün sorunlarının çözümünde tek yetkili merkez olacaktı, il genel meclilerinin yanı sıra sendikalar, sanayi ve ticaret odaları, çevre kuruluşları ve işadamları kuruluşları bu konseyde temsil edilecek, ilin bütün sorunları, çözüm yolları ve öncelikleri bu konseylerde kararlaştırılacak ve siyasal güç bu konseyler üzerinde etkili olamayacaktı. En küçük köy yolunun yapımı için Ankara’nın yolunu tutup bakan peşinde koşulmayacak ve ilde bir yatırım yapılacaksa yer seçimini il konseyi yapacaktı. Bugüne kadar Milli Eğitim Bakanlığı’nın yetkisinde olan ve her işlemi Ankara’dan yürütülen okullar da bundan böyle il konseylerine bağlanacaktı. Öğretmen atanmasından okulun kırılan camının onarımına kadar her konuda karar verme yetkisi il konseyinde olacaktı.

 

Bu çalışmalardan herhangi bir sonuç çıkmamıştır.

Öneriler

 

Yürütmenin ve yönetimin önde gelen ve sorunun özüne yönelik konuların çözümü için yerine getirilmesi gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir.

 

Türkiye’nin bir yeni yönetim bir anlayışına ihtiyacı vardır. Bu bağlamda, yeni bir yönetim anlayışı geliştirilmeli ve Türk insanının bilincine ve zihnine yerleştirilmelidir. Yeni yönetim anlayışı çerçevesinde, kamuda veya özel sektörde her kademede her yönetici içinde yer aldığı sistemde kendisinden beklenen iş ve üretim hedeflerinin ne olduğunu sorgulamalı, kendisine verilen çalışma olanak ve koşullarının bu hedefleri gerçekleştirmede yeterli olup olamayacağını araştırmalı, çalışma politika ve stratejilerini saptamalı ve uygulamadan elde ettiği sonuçları önceden belirlenen hizmet hedefleri ile karşılaştırarak alınması gereken düzeltici ve geliştirici nitelikli önlemleri uygulama alanına koymalıdır.  Bu tür bir yönetim anlayışı gerek özel sektörde ve gerekse kamu sektöründe her türlü kitle iletişim, eğitim ve sosyal pazarlama teknik ve yöntemleri kullanılarak zihinlere işlenmelidir.

 

Türk bürokrasisinde verimin çok düşük olduğu ve verimin yönetim becerilerinde artış ile çok yüksek düzeylere çıkartılabileceği herkes tarafından açıklıkla kabul edilebilir bir duruma getirilmelidir. Yönetim, ister kamuda ve isterse özel sektörde, bu ilkenin gerçekleşmesine olanak verecek şekilde, yeniden yapılandırılmalıdır.

Personel sistemi gerek ücret sistemi ve gerekse değerlendirme, atama ve ilerleme bakımlarından bu ilkeye koşut olarak düzenlenmelidir.

Yönetimde başarım ölçümüne dayalı ve bireysel yönetim sorumluluğunu ön plana çıkaran bir sorumluluk anlayışı geliştirilmelidir.

 

Çağdaş yönetim bilimi tüm kuram, teknik ve donanımı ile birlikte Türk kamu yönetimi içine aktarılmalıdır. Bu yolda yapılmakta olan çalışmalar arasında eşgüdüm ve işbirliğini sağlayacak düzenleme ve süreçler geliştirilmelidir.  Yönetimi geliştirmek her birimin en önde gelen iç yönetim sorumluluğu olarak kabul edilmeli; ancak, gerek merkezde merkezi bir birim aracılığıyla ve bu birimin eşgüdüm yetkisi altında, gerek bakanlık ve öteki kurum ve kuruluşlarda APK birimleri ve gerekse illerde valilikler/kaymakamlıklar aracılığıyla yönetimin çağdaşlık düzeyini artırmak hedefi yaşama geçirilmelidir.

 

Kamuda denetime işlerlik ve derinlik kazandırabilmek amacıyla denetimde  “hukuksallık ve yasallık” ilkesi yanında paranın değer karşılığının elde edilip edilmediğini araştıran ve kimi zaman ekonomik denetim olarak da adlandırılan “yerindelik” ve “başarım denetimi, ölçümü ve değerlendirmesi” ilkelerine de yer veren ve bunu anlamlı bir şekilde (başarım ölçütleri ve ölçme ve değerlendirme sistemleri gibi) yönetim sistemi içine sokan çalışmalar kısa zamanda tamamlanmalı ve geliştirilecek yeni yönetsel normlar yönetim sistemi içine aktarılmalıdır. Denetim konusu  bir  bütün olarak ele alınmalı, her denetim birimi itibarıyla yinelemeleri önleyecek şekilde denetimin tanımlanması yapılmalı, kapsamı, yetki ve sorumluluklarının çerçevesi çizilmelidir. Denetim işlevleri yeniden örgütlendirilmelidir.

 

Halkın denetim gücünün artırılması, devletde keyfiliğin önlenmesi ve işlerliğin geliştirilmesi için özellikle kuzey Avrupa ülkelerinde uygulama alanı bulan “ombudsman” türü “kamu hakemliği, gözlemciliği, denetçiliği” sistemi Türkiye’de de uygulamaya konulmalıdır.

 

Bu bağlamda üzerinde özellikle durulması gereken temel eksiklik kamu sektöründe düzeltim yapılması yolunda gerçek bir siyasal iradenin oluşturulamamış olmasıdır. Hükümet programlarında konuya sürekli olarak yer verilmesine ve konunun öneminin ısrarla belirtilmesine karşın kamu sektöründe düzeltim programları uygulanabilme olanağı bulamamış ve hazırlanmış olan raporlar rafta kalmıştır. Yeni bir düzeltim çabası içine girilirken bu konu üzerinde titizlikle durulmalı ve düzeltim yönünde gerçek bir siyasal iradenin oluştuğu hem yasal belgelere aktarılmalı ve hem de tüm kamuoyuna bu yolda güçlü bir imaj verilmelidir. Öncelikle, “Devlet Düzeltimi” çalışmalarının başarıyla yaşama geçirilmesi için gerekli siyasal irade güvence altına alınmalı ve toplumsal ortam hazırlanmalıdır. Bunun için de, bu iradeyi ve ortamı yaratıp geliştirecek önlemleri almak daha akılcı bir yol olacaktır.


 

BÖLÜM  5

 

 

 

MERKEZİ HÜKÜMETİN

ÖRGÜTLENME BİÇİMİ

VE KOŞULLARI

 

 

 

 

 

 

Giriş: Merkezi Hükümetin Merkez Örgütlenmesi ve Yönetimi

 

Merkezi hükümetin en önde gelen iki sorunu, bakanlıkların örgütlenme ve yönetim biçimlerinin yanlışlığı ve yönetim kadrolarının aşırı ölçüde siyasal ve ideolojik yandaşlarla doldurulmuş olmasıdır.

 

Birinci temel sorun merkezi hükümetin kurumsal açıdan azgelişmiş olması anlamına gelmektedir. Bakanlıkların iç örgütlenmesinde, kamu hizmetlerinin planlanmasında ve kamu hizmetine ilişkin iş ve işlemlerin yürütümünde yaşanan sorunlar ve içinde bulunulan koşullar son derecede yetersiz, israfa yönelik, etkisiz ve verimsizdir. Bakanlıkların ve bağlı kuruluşlarının iç örgütlenme biçimleri bilimsellikten uzak, gelişigüzel, zaman içindeki anlık gelişmelere göre şekillenmiş ve genel çizgileri itibarıyla işlevselliği olmayan bir ortam içinde bulunmaktadır. Merkezi hükümete bağlı birimlerde kurmay nitelikli yönetim işlevleri gelişmemiştir. Kalkınma planlarının ve yıllık programların öngördüğü bürokratik süreçler dışında günlük hizmetin planlanması anlamında iş ve hizmet planlaması çalışmaları yapılmamaktadır. Yapıldığı ileri sürülen planlama çalışmaları ise genelde görsel estetiği sağlama amacına yöneliktir. Yürütme işlevi ise, esas olarak, ortaya çıkan günlük hizmet sorunlarının çözümüne yönelik emirler vermek ve imzalar atmak şeklinde ortaya çıkmakta, geleceği gören ve geleceğe yönelik hedefler saptayarak bunların çözümünü sağlamayı amaçlayan yürütme işlevi çok sınırlı ölçüde gerçekleştirilebilmektedir. Hizmetin birim ve toplam maliyeti dahi bir yönetsel endişe kaynağı ve karar alma temeli olarak henüz ortaya çıkmamıştır. Yönetimin akçal planlaması ise hiç yapılmamakta ve akçal yönetim işlevleri çağdaş yönetim düzeyinin çok gerisinde bulunmaktadır.

 

İkinci temel sorun ise, merkezi hükümetin yönetim kadrolarının ideolojik ve siyasal kadrolaşmayla paylaşılmış olmasıdır. Üst düzey yönetim görevlerine gelmek için mutlak siyasal ve ideolojik bağlılık aranmaktadır. Bu nedenle de, ehliyet, liyakat, kariyer ve kıdem gibi ‘bürokrasiyi’ bir ‘meritokrasi’ yani erdemlilik yönetimi yapan temel unsurlar ortadan kalkmış bulunmaktadır.

 

Memur değerlendirmesi sisteminin (sicil, tezkiye) tümüyle anlamını yitirmesi, kamu yönetiminde çalışanların hizmet ve başarılarının ölçülmesini olanaksız duruma getirmiştir. Bu durum, hizmetin yürütümünde engel oluşturan unsurların ve aksaklıkların giderilmesini sağlayacak önlemlerin alınmasını olanaksız kılmaktadır.

 

Nitekim, gerici ve bölücü unsurların bürokrasi içinde odaklaştığı ve bunların sayılarının “binleri” bulduğu Genelkurmay Başkanı başta olmak üzere bir çok başbakan ve bakan tarafından sıklıkla ve açıklıkla itiraf ve iddia edilmektedir.

 

Bu ve benzeri temel sorunlar içinde bulunan merkezi hükümetin çalışmalarından başarı bekleyebilmek olanaklı değildir. Bu yapının mutlak şekilde köktenci nitelikli değişim ve iyileştirme çalışmalarına konu olması zorunluluğu vardır.

 

Yürütmenin merkezi örgütlenmesinde yaşanan sıkıntılara yol açan nedenlerden bir başkası devlet bakanlıklarının sayıca çokluğudur.

 

Bir başka önemli sorun da, bakanlıklar ve bakanlıklara bağlı kurum ve kuruluşlar arasında görev ve hizmet bölüşümü yapılırken meydana gelen ve karar alma ortamına egemen olan gelişigüzelliğin ve keyfiliğin kamu hizmetlerinin üretiminde ve yürütümünde önemli eşgüdüm ve işbirliği sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmasıdır.

 

Öte yandan, özellikle koalisyon dönemlerinde, koalisyon içi dengelerin saklı tutulması zorunluluğu da kaçınılmaz olarak yürütme alanında ciddi sorunlara yol açabilmektedir.

 

Yürütmenin, yukarıda belirtilen genel nitelikli sorunlarının yanında, pek çok başka alanda da üzerinde özellikle durulması gereken sorunları vardır. Bu sorun alanları merkezi hükümetin örgütlenmesinden yerel yönetimlere ve personel rejiminden bürokratik etik değer erozyonuna kadar değişebilmektedir. [88]

 

Bu konuda en ilginç saptamalardan biri Bülent Ecevit’den gelmiştir. Bülent Ecevit, Başbakan olarak çalışma odasında verdiği bir mülakatta şunları söylemektedir: “Bu iki masa arasında tahminen 7 metre mesafe var. Ama ben imza atmaktan, bir masadan öbürüne bir buçuk saatte geçemiyorum. Hem hükümetin, hem Meclis’in çok süratli çalışması gerektiği düşünülürse, imza için kaybettiğimiz zamanı siz hesaplayın. Bunların çoğu bir Başbakan’ın imzalamaması gereken belgeler, ama bizim mevzuatımız öyle ki, bir çok belgeyi benim veya Sayın Cumhurbaşkanı’nın imzalaması gerekiyor. Örneğin, bir asteğmenin teğmenliğe terfi etmesine dair karar. Bunu benim imzalamam gerekiyor. Oysa, bunun başbakanla ne ilgisi var? Ben ne tanırım asteğmeni, ne bilirim teğmenliği? Şimdi ben bunu imzalayınca asteğmenin teğmenliği için kefil oluyorum. Sorumluluk taşıyorum. Böyle bir karar, ilgili kurumunda sonuçlandırılması gereken bir karardır… Bir uzman doktorun ücretsiz izninin uzatılmasına dair karar. Bunu benim başbakan olarak imzalamam gerekiyor. Buyrun... İki köy arasında sınırın yeniden belirlenmesine dair karar. Bunu da benim imzalamam gerekiyor... Ataşe yardımcısı atanmasına dair karar. Yine başbakanın imzalaması gerekiyor... Bakanlıkların il müdürlerinin atanmasına dair onlarca karar. İl müdürlerinin atanmasını da başbakanın imzalaması gerekiyor. İşte bürokrasi, işte zaman kaybı. Bu tür belgelerin başbakan veya cumhurbaşkanı tarafından imzalanmasının sakıncaları da var. Sorumluluk ortadan kalkıyor. Benim bu belgeleri inceleme olanağım yok. İki günde bir yüzlerce imza atıyorum. Oysa ilgili kurumunda, yeterli düzeydeki sorumlular tarafından imzalanması gereken belgeler bunlar. Şimdi bir karar aldık, inceleme yaptırıyoruz. Başbakan tarafından imzalanması gereken belgeleri ciddi bir ayıklamadan geçireceğiz ve makul bir düzeye indireceğiz. Ayrıca, bürokrasiyi en aza indirmek, yetki-sorumluluk dengesini kurmak için idari reform yapmamız şart. Bu imza ayıklaması da idari reformun önemli bir adımını oluşturacak”. [89]

 

1999 yılında geçirdiğimiz büyük deprem ve deprem sonrasında yürütmenin ortaya çıkan durumu da merkezi hükümetin örgütlenmesi ve yönetimi konusunda önemli gereksinimler bulunduğunun ipuçlarını vermiştir. Sinop Milletvekili Yaşar Topçu deprem sonrası görülen bazı olaylar nedeniyle bazı bakanların davranışlarını eleştirmekte, “gelen yardımları istemiyoruz” diyen bir bakanın bulunduğu hükümetin olamayacağını belirtmekte ve şu yargıya varmaktadır: “Böyle hükümet olmaz”. Ulaştırma ve Bayındırlık bakanlarını eleştiren Topçu, deprem sonrasında ulaşımın ve iletişimin kesilmesinin mazeret olamayacağını söylemekte, cep telefonları sisteminin kullanılamaz hale gelmesinin hesabının sorulması gerektiğini belirmekte ve “Bunlardan niye hesap sorulmuyor. Çünkü medya onların elinde. Telekom 3-5 saat içinde uydu kanalıyla haberleşmeyi sağlayabilirdi. Bayındırlık Bakanlığı’nda yapılanlar ise ortada. Kendi kadromuz diye iş bilmeyenleri getirirlerse böyle olur. Bayındırlık Bakanı, müsteşarı görevden alıp, hiç bilmeyenleri getirirse sonuç bu olur”. [90]

 

Merkezi hükümet örgütlenmesinin, zaman zaman ülke bütünlüğünü ve devlet rejimini tehlikeye düşürecek şekilde kullanıldığı anlaşılmaktadır. Başbakanlık Müsteşarlığı görevinde bulunan Yaşar Yazıcıoğlu’nun görevden ayrılırken yaptığı, göreve başlarken devraldığı ortamla ilgili şu açıklamalar ülkemizde merkezi hükümet ve özellikle Başbakanlık örgütlenmesi açısından üzerinde özenle, önemle ve dikkatle durulması gereken sorunlardır: “…Başbakanlık’ta paralel devlet oluşturmaya kalkışmışlar. Devletteki bakanlık ve bazı kuruluşlara paralel olarak Başbakanlık’ta ‘dışişleri’, ‘içişleri’, ‘tarım-orman’, ‘AB ile ilişkiler’, ‘ekonomi’ gibi adlar altında 23 adet kurul oluşturulmuş. Bakanlıkların yanısıra bazı devlet kurumlarına paralel ‘İstihbarat İşleri Kurulu’ gibi kurullar kurulmuş. Bu kurulların muhatapları, bunlardan gelen yazıları kabul etmemiş ve iade etmiş. Bu konuda en çok direnen Dışişleri Bakanlığı olmuş. Genelkurmay’dan, Dışişleri’nden gelen yazılara yasal dayanağı olmayan bu kurullar cevap veriyor. Altına da ‘Başbakanlık Müşaviri şu, bu’ diye imzalar atılıyor. Mesela ‘ekonomik kurul’, Hazine ve Maliye’yi bir kenara bırakıp yönlendirici oluyor... Bu kurullar, Başbakanlık’a alınan 250 kişinin üzerinde bir kadroyla oluşturulmuş. Bunlardan bir bölümü ‘Başbakanlık Müşaviri’ olarak resmen atanmış. Ancak bir bölümü de, Başbakanlık elemanı gibi dışardan gidip geliyorlardı. Laik Cumhuriyeti yıkma amaçlarına yönelik çalışmada bulunmak için kahveye girip çıkarlarmış gibi bir durum vardı. İstihbarat işlerinde  kendi uzmanları vardı. Başbakan yetki verdiği için, bazı yerlerden bilgi alabiliyorlardı. Başbakan’dan onay alıyorlar, dolayısıyla görevlendirilmiş oluyorlardı. Ancak bu görevlendirmenin yasal dayanağı yoktu. Başbakan da olsa mevzuatın üzerine çıkamaz. Dışişleri’ne kanunla verilmiş bir görev başka bir yere devredilemez. Örneğin, İran gezisinin yazışmalarını Dışişleri’ni, devre dışı bırakarak buradan yapmışlar, ama yasal değil. Başbakanlık’da bir de ‘Beyaz Masa’ kurulmuş. İslami devlet esaslarına inanan kitlelerin devlette kadrolaşması için çalışılmış. Beyaz Masa çalışmaları yapıp, atamaları Başbakan’a takdim ediyordu. Bu şekilde 3 binin üzerinde atama yapılmış.” [91]

 

Merkezi hükümetin örgütlenme biçimi konusunda ortaya çıkan sorunlardan biri de üst düzey kadroların, ya eski yöneticilerin ‘kızak yeri’ ya da bakanın siyasal yakınlarına ‘iş sağlama yeri’ olarak kullanılması alışkanlığıdır.

 

Daha önceki bölümlerde ayrıntıları ile belirtilen merkezi hükümet örgütlenmesine ilişkin sorunların çözümlenmesi için üzerinde çalışılması gereken önlemler şunlardır:

 

Başbakanlık kesinlikle eşgüdüm sağlayan bir yapıya kavuşturulmalı ve devlet bakanlıklarının sayısı, ana işlevleri Başbakan’ın çalışmalarına yardımcı olmak üzere, en aza indirilmelidir. Başbakanlık’a bağlı olan ve devlet bakanlıklarının da sayıca artmasına neden olan bağlı kuruluşlar ilgili bakanlıklara bağlanmalıdır.  Çeşitli nedenlerle ilgili oldukları bakanlıklara bağlanamayan ya da ilgili olduğu bakanlık bulunmayan birimlerin ise ayrı bir bakanlık olarak örgütlendirilmesinde duraksamaya düşülmemelidir.

 

Kamu iş, işlev ve hizmetlerinin merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasında paylaşımında çok uzun bir süreden bu yana sürmekte olan sorunlar yerinden yönetim/yetki devri/yetki genişliği ilkeleri çerçevesinde köktenci ve sürekli bir çözüme kavuşturulmalıdır. Bu uygulama, bir yandan merkezdeki aşırı yığılmaları önlerken öte yandan Türkiye’de yerel yönetimlerin 2000’li yıllarda sahip olacakları statünün de genel çizgilerinin belirlenmesinde ana etmen olacaktır.

 

Bu bağlamda, devletin ana işlevleri merkezi hükümet örgütüne bırakılmalı ve bunların dışında kalan hizmetlerin özelleştirilmesi, özel sektöre bırakılması ve il özel idarelerine ya da belediyelere veya her ikisi arasında anlamlı bir bölüşüm yapılarak ikisine birden aktarılması sağlanmalıdır.

 

Aktarılan iş ve hizmetlerle ilgili olarak merkezde yapılacak işlevler ise hizmete ilişkin genel politikaları belirleme, program ve proje geliştirme, fon kaynakları oluşturma, hizmet standardı belirleme ve denetleme gibi alanlarda yoğunlaştırılmalıdır.

 

Bakanlıklar arasında var olduğu görülen eşgüdüm, işbirliği ve yetki/görev sürtüşmesi sorunlarının giderilmesinde tek ve yetkili kurum Başbakanlık olmalıdır.

 

Gerek merkezde ve gerekse taşrada yeni bürokratik örgütler ve birimler kurulması önemli ölçüde sınırlanmalı ve birçok hizmet alanında personel genişlemelerinin ve bütçe artışlarının önüne geçilebilmesi bakımından, yeni bir harcamayı ussal kılacak haklı gerekçeler oluşturulmadıkça yeni personel alımını olanaksız kılan bir büyüme seçeneği (sıfır büyüme) ve minimum personelle iş yapma ilkesi benimsenmeli ve yasalaştırılmalıdır.

 

Merkezi Hükümetin Taşra Örgütlenmesi ve Yönetimi

Merkezi hükümetin Ankara dışında, bir başka anlatımla, taşrada örgütlenmesi de önemli sorunlar içinde bulunmaktadır. Son yıllarda hızla artan il ve ilçe yapma tutkusu şekilsel olarak tabandan gelen siyasal nitelikli baskılara bir cevap verebilme isteğinden kaynaklanmakta ise de gerçek nedenin nüfusun yatay ve dikey hareketliliğinden kaynaklanan iç göç, kentleşme ve anakentleşme olgusu olduğu bilinmektedir.

 

Merkezi hükümetin taşra yönetimi açısından yaşanmakta olan sorunlarının başında il valilerin konumu ve siyasal partilerle ve yerel siyaset adamları ile ilişkileri gelmektedir.

 

Türkiye’de kamu yönetiminin omurgasını oluşturan mülki idare sistemiyle ilgili en önemli sorun, bize göre, mülki idare sisteminin giderek işlevlerini tamamlamakta olduğuna ilişkin bulgu ve verilerin ortaya çıkmaya başlamasıdır. Napolyon dönemi Fransası’ndan Türkiye ile birlikte Avrupa’nın İspanya ve İtalya gibi ülkelerine de aktarılan ve yetki genişliği ve tüzel kişilik sahibi olma ilkelerine dayalı valilik sistemi giderek gelişen ve güçlenen yerel yönetimler, yerel yöneticiler ve yerel seçim sistemleri karşısında gerilemeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, yönetimde yerelleşme ve yerel yöneticilerin ön plana çıkması mülki idarenin varlık ve geçerlilik nedenini tehdit etmeye başlamıştır. İspanya ve İtalya’da mülki idare simgesel bir konuma dönüşmüştür. Sistem, Fransa’da varlığını hala güçlü bir şekilde devam ettirmektedir. Bu ülkede bölge valiliği kurumu sisteme önemli ve yeni bir unsur olarak eklenmiştir. Bölge Valisi’nin yanında artık bir de bölge parlamentosu işlevini gören bölge meclisi oluşturulmuştur. Sistemin benimsenmiş olduğu bu ülkelerdeki değişimlere karşın ülkemizde mülki idare sisteminde henüz yapısal ve köktenci nitelikli bir değişimin yapılamamış olmasının üzerinde durmak gerekmektedir. Bu eğilimin Ülkemizde görülen somutlaşmış olgusu ise “seçilmişler-atanmışlar” ikileminin giderek daha çok tartışılmaya başlamış olmasıdır. Bu durum, ülkemizde de mülki idare aleyhine ve seçilmiş yerel yöneticiler lehine yeni bir dengenin oluşmasını kaçınılmaz kılmaktadır. Kuşkusuz bu durumda mülki idarenin kendini sorgulamamasının, ortaya çıkan gelişmeler karşısında kendisini yenileyememesinin ve olayların gerisinde kalmasının da önemli payı vardır.

 

Bu nedenle mülki idare sisteminin hatta daha doğru bir anlatımla ülkenin taşra örgütlenmesi sisteminin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Özellikle, bölge müdürlüklerinin sayıca çok fazla artması, bu kurumların merkezi yönetimin taşra örgütü olmalarına karşın yerel mülki amirin yönetim disiplininin dışında kalması bu konuda önemli bir baskı unsuru olarak ortaya çıkmıştır.

 

İl sistemi gerilemektedir. Bölge müdürlüklerine ek olarak, şimdi bazı il müdürlükleri de sistem dışına çıkma eğilimleri göstermektedir. En azından bazı yeni yetkiler bu yolda düzenlenmektedir. 560 sayılı KHK ile düzenlenen gıda denetimi sistemi bu yolda ilginç örnekler içermektedir. Bu düzenlemede, suçlulara karşı para cezası vermeye yetkili makam olarak il valisi, ya da mülki idare amiri değil Tarım ve Sağlık bakanlıklarının il müdürleri olarak belirlenmektedir. Sağlık hizmetlerinin ilçe düzeyinde yönetimi ile ilçe kaymakamı arasındaki ilşkilerde önemli sorunlar vardır. İlçe düzeyinde kırsal güvenliği sağlayan Jandarma yönetimi ile ilçe kaymakamı arasındaki ilişkiler 5442 sayılı İl İdaresi Kanunu’nun öngördüğü sisteme aykırı bir konuma dönüşmüştür. Olağanüstü Hal Bölgesi’nde mülki idare amirleriyle asker arasında ciddi statü ve ilişki sorunları gözlemlenmiştir.

 

Merkezi hükümet kuruluşunun, merkezdeki -yani, Ankara’daki- örgütlenmesindeki sorunlara ek olarak, taşra örgütlenmesinde de önemli sorun alanları vardır. Bu sorunların giderilmesi için alınması uygun olabilecek bazı önlemlere aşağıda değinilmiştir.

 

İl ve ilçe oluşturmada yaşanmakta olan ilkesizliklere bir son verilmelidir. Her yeni kurulan il ve ilçe, taşra örgütü bulunan pek çok merkezi hükümet kurumunun bu bölgelerde yeni birimler kurmalarına yol açmakta ve bu nedenle de çok önemli gider kaynaklarının oluşmasını kaçınılmaz kılmaktadır.  Oysa, kentleşme ve nüfusun yer değiştirmesi nedeniyle bazı yörelerde gerçek bir zorunluluk durumuna gelen bu oluşumlar pek çok yörede hem yalnızca yerel istihdam kaynağı yaratmak amaçlı ve hem de yapay ve politik gereksinimlere dayalı olmak durumundadır. Bu durum devlet gelirlerinin israf edilmesinde önemli bir etmen durumuna gelmiştir.

 

İl ve ilçe kurmak girişimleri sonuç itibarıyla daha dar coğrafi mekanların mülki idare birimi olarak düzenlenmesi ile sonuçlanmaktadır. Oysa, günümüzde gerek ulaşım altyapılarının ulaştığı mükemmellik düzeyi ve gerekse iletişim ve haberleşme teknolojisinde elde edilen baş döndürücü gelişmeler, dar ve küçük mekanların değil; fakat,  daha büyük coğrafi alanların yönetiminde etkililiğin, verimliliğin ve ekonomikliğin aranmasını zorunlu kılmıştır. Bu nedenle, il ve ilçe yapmada kullanılan ölçütler hem bilimsel ve hem de geçerli değildir. İl ve ilçe kurmada nesnelliği ve ekonomikliği sağlayacak ölçütler geliştirilmeli ve yeni il ve ilçe talepleri  bu  ölçütlerin ışığı altında  değerlendirilmelidir.

 

İl yönetimi sistemi yeniden gözden geçirilmeli ve güçlü il valiliği sistemine geçilmelidir. Bu çerçevede, Olağanüstü Hal Kanunu ile bölge valilerine verilen yetkiler tüm il valilerine aktarılmalıdır. Ancak, hemen belirtmek gerekirki, güçlü il valiliği sistemi yalnızca ve öncelikli olarak olağanüstü hal uygulaması ile ilgili değildir. Aksine, bu sistemin uygulanma aşamasına konulması ile valinin protokoler görünümden kurtulup ilin toplumsal ve ekonomik gelişme dinamiklerini harekete geçirebilen, vergi toplama yetkinliğinin geliştirilmesi yanında ilin yatırım gereksinmelerini giderecek finansal kaynaklar bulabilen, sisteme dahil kurumlar üzerinde daha etkili ve anlamlı bir denetim yapabilen, sistem dışına çıkma eğilimleri gösteren bölge kuruluşları ile il müdürlüklerinin sistemle uyumlaştırılmasını sağlayan yeni bir statü kazanması ve görünüm alması amaçlanmaktadır. Yapılacak düzenlemelerle il valisinin olağanüstü haller sırasında uygulamaya koyacağı ek yetkiler yeniden düzenlenmeli, il valisinin bölge kuruluşları üzerindeki gözetim yetkisi anlamlı bir planlama, eşgüdüm ve işbirliği ortamı yaratılmasına elverecek şekilde artırılmalı ve valinin ulusal kalkınma planları ile bütünleştirilmiş şekilde  İl Gelişme, Yerleşme ve Yapılaşma Planı”, kısacası “İl Ana (master) Planı” hazırlaması ve  uygulaması sağlanmalıdır.

 

Merkezi hükümetin taşra örgütünün ve bu arada yerel yönetimlerin harcamaları üzerindeki denetim etkililiğinin artırılması için Sayıştay’a bağlı bölge Sayıştay birimlerinin oluşturulması yararlı olacaktır. Bu yoldaki bir deneme öncelikle İstanbul İli’nde yapılmalıdır.

Mülki İdare Amirliği Kariyeri

 

Mülki idare sistemiyle ilgili bir başka sorun alanı da mülki idare amirlerinde giderek daha çok ortaya çıkmaya başlayan nitelik erozyonu ve mülki idarenin günlük işleyişinde görülen aksamalara ilişkindir. Örneğin, Batman’da yaşanan bir olay bu açıdan son derecede önemli ve çarpıcıdır. Konu üzerinde tek yetkili karar verici kurum olan İçişleri Bakanlığı’nın ve kendisinin bir anlamda üstü ve amiri olan Olağanüstü Hal Bölge Valisi’nin konuyla ilgili olarak açıklıkla ortaya konulan olumsuz görüşlerine karşın ve yönetimin en önemli ilkesi olan ‘hiyerarşi’ ve ‘yönetimin bütünlüğü’ ilkelerine aykırı olarak, Vali’nin Başbakan ile doğrudan ilişki kurması ve Başbakan tarafından kullanılan örtülü ödenekten para sağlayarak Batman İli’nde özel bir güvenlik örgütü oluşturmaya çalışması, bu amaçla silahlı birlikler kurması ve bu birliğe yurt dışından silah ve mühimmat ithal etmesi üzerinde özellikle durulması ve kendisinden dersler alınması gereken bir güncel olgu ve önemli bir yönetsel örnek olay olarak ortaya çıkmıştır.

 

Kuşkusuz, İl İdaresi Kanunu il valisine ilin yönetimi için her türlü önlemi alma yetkisini vermektedir. Nitekim, Vali, gazetelere yaptığı açıklamada bu konuda şu gerekçeyi ileri sürmektedir: “Köy korucularını daha etkin kullanmak gerektiğini düşündüm. Koruculardan eğitim görmüş taburlar kurup PKK ile kırsaldaki mücadeleyi etkin hale getirmek istedim. Taburun eğitilmesinde ve yerleştirilmesinde jandarma yardım etti. Ben 1997’de görevden ayrıldım. Sonra yürütememişler. Dağıtmışlar. Refahyol kurulunca bize gönderilen kaynağı Erbakan kesti. Kaynak Kullanımı Destekleme Fonu’ndan para geliyordu çoğunlukla. Bu kaynağı kesti. Para gelmeyince biz sıkıntı yaşamaya başladık. Ben durumu Sayın Çiller’e ilettim. Ama o zaman Başbakan Yardımcısıydı. Dolayısıyla hükümetin yapısının değiştiğini ifade etti ve desteğini sürdüremedi.” [92]

 

Ancak, terörle mücadele konusunda, İçişleri Bakanlığı merkez karargahının belirli bir girişimi olmaksızın ve ülkenin kurulu güvenlik sistemleriyle herhangi bir ilintisi ve bağlantısı olmaksızın yeni ve kendine özgü koşullar taşıyan güvenlik sistemi kurulmaya çalışılması gerek bireysel mantık, gerekse mülki idare sisteminin mantığı ve yönetim pratiği ile taban tabana ters bir uygulamadır. Kaldıki, böyle bir uygulama hukuk devleti mantığı ile de bağdaşmaz. Ülkenin terörle mücadelesinin nasıl yapılacağının ve güvenlik sistemlerinin nasıl oluşturulacağının ilke ve kuralları yasalarda yazılıdır. Buna karşın, herhangi bir yasal temele dayanmaksızın böyle bir uygulamaya girişmek, ‘hukuk devleti’ ve ‘yasanın üstünlüğü’ ilkelerine aykırıdır. Ayrıca, bu birliklerin yasal yetki ve sorumlulukları belli değildir. Yapılacak kusurlu bir işlemde kimin sorumlu olacağı da bilinmemektedir.

 

Bu örnek olay, mülki idare amirlerinin sahip olması gereken nitelikleri çok ciddi bir konu olarak gündeme getirmektedir. Bu olayın uygulamada ortaya çıkan olumsuzlukları ise ayrı bir konudur. Oluşturulan taburun sonradan dağıtılması, silahların büyük bir bölümünün Jandarma’ya devredilmesine reğmen ciddi bir bölümünün kaybolduğunun iddia edilmesi ve satın alınan ancak bedeli ödenmeyen mermiler bu durumun tipik örnekleridir. Gazete haberlerine göre, mülkiye müfettişlerinin araştırması sonucunda ortaya çıkarılan gerçekler de bu durumu saptamaktadır: “Tabur kanunsuz, silahlar kaçak ve paralar kayıp”. Sorunun daha önemli yönü ise, dönemin İçişleri Bakanı’nın, Bölge Valisi’nin ve Jandarma Genel Komutanlığı temsilcilerinin yasa dışı birliklerin yemin törenine katılmış olmasıdır.

 

Aynı dönemde, bir başka valinin “Ben, Çiller fanatiğiyim!” şeklinde açıklamada bulunması ‘vali-politikacı’ ilişkilerinin ne düzeye geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.

 

Öte yandan, mülki idare amirlerinin adlarının karıştığı yolsuzluk olaylarında giderek artan bir eğilim gözlemlenmeye başlanmıştır.

 

Özetle belirtilmelidir ki, özellikle vali atamalarında, liyakati, ehliyeti ve nesnelliği ön plana çıkaran yeni düzenlemelere gereksinim vardır. Bu bağlamda, vali olabilmenin ölçütleri belirlenmeli ve vali adaylarının belirlenmesi süreci yeni kurumsal düzenlemelere konu olmalıdır.

 

Bölgeleşme, Hızlı Kentleşme, Kentsel Büyüme ve Sonuçları

Doğurganlık hızının yüksekliği, hızla artan nüfusun tarımda modernleşme sonucunda tarımsal işletmelerde işgücü fazlalığı olarak ortaya çıkması ve emeğin marjinal değerinin kırsal kesime oranla kentlerde daha yüksek olması nedenleriyle Türkiye, çok hızlı bir yapısal değişime uğramaktadır. Bu değişim sonucunda, bazı köyler boşalmakta, bazı köyler büyüyerek kasabalaşmakta, bazı kasabalar küçülmekte ve kentlerde, anakentlerde ve megalopolde ise nüfus hızla artmaktadır. Bu süreç, altyapısı tamamlanmış köylerdeki bu tür altyapı tesislerinin kullanılamamasıyla sonuçlanırken, nüfusun akın ettiği kentlerde ‘mega’ ölçekte hizmet beklentilerinin ve altyapı taleplerinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

 

Nüfusun hızlı artışı ve kırdan ilçelere, il merkezlerine, büyük kentlerin önce varoşlarına ve daha sonra iç kesimlerine ve daha sonra metropollere ve megalopole doğru uzanan kentlileşme olgusu, beraberinde yerleşim yerlerinin hem sönmesi ve hem de büyümesi olgularını da getirmektedir. Bu bağlamda, köyler sönmekte, bazı ilçeler küçülmekte, bazı ilçeler çok büyümekte, bazı iller nüfus kaybetmekte, bazı iller esaslı ölçüde göç almakta ve hatta yeni ilçeler, yeni iller, yeni büyük kentler, yeni metropol alanlar ve yeni “bölge” ya da “bölgeler” ortaya çıkmaktadır.

 

Buna koşut olarak gelişen bir başka sorun da, esaslı ve yeni bir ekonomik “üs” yaratılması anlamına gelen bu alanların/bölgelerin yönetilmesi ve yönetim biçimlerinin kurumsallaştırılması sorunudur.

 

Örneğin, GAP Bölgesi’ndeki ekonomik, toplumsal ve demografik değişim ülkenin bu bölümünde yeni bir ekonomik oluşumun, varlığın ve kimliğin ortaya çıktığını göstermektedir. Prof. Dr. Sencer Ayata, “orta-güney” adını verdiği bu yeni bölgenin oluşumu ve özellikleri konusunda şunları söylemektedir: “Orta-Güney bölgesi batıda Antalya, kuzeyde Toroslar’ın ötesi ve doğuda hiç değilse şimdilik bir çok Güneydoğu Anadolu ilini dışarda bırakıyor. Yani başta Adana, Mersin, Urfa ve Antep olmak üzere Kilis, Adıyaman, Maraş, İskenderun ve Antakya’yı içine alan oldukça geniş bir bölge. Diyarbakır’ın hangi tarafta yer alacağı henüz belli değil ama yeni bölgeye dahil olabilir. Yeni bölgenin başlıca kentleri açısından duruma baktığımızda hemen gözümüze çarpan bir kaç önemli konu var: Göç bu kentlerde vasıfsız işgücü arzını alabildiğine şişiriyor. Ortaya çıkan ucuz işgücü rezervi, ulusal ve uluslararası pazarlarda maliyet bakımından üstünlük sağlamak isteyen sanayiler için önemli bir avantaj haline geliyor… Ama göç sorunlar da getiriyor: Hızlı kentleşme sonucu konut, eğitim, sağlık, kentsel altyapı gibi alanlarda önemli yetersizlikler ortaya çıkıyor ve bunlar ciddi sorunların kaynağını oluşturuyor. Adana ve Mersin gibi şehirlerde oluşan gettolar kaygı verici… Yoksulluk ve mağdurluk, göçen nüfus tarafından etnik nedenlere dayalı dışlanma ve ayrımcılık olarak algılanabiliyor. Göçmen nüfus ile yerli ve görece varlıklı nüfus arasında oluşan gerilim siyasi uyuşmazlıkların ve toplumsal gerilimlerin kaynağı haline gelebiliyor… Toplumsal barışa yönelik tehditler  ekonomik yatırım ve gelişimi olumsuz etkileyebilecek bir potansiyele sahip. Ulaşımda ortaya çıkan bölgesel bütünleşme çok çarpıcı. Bölgenin bir ucundaki Urfa ile diğer ucundaki Mersin birbirine otoyol ile bağlanmış. Bölgenin en uzak iki noktası arasındaki mesafe bir kaç saate iniyor… Mersin bölgenin denizaşırı ülkelere açılan başlıca limanı. Bu nedenle Mersinliler GAP’taki gelişmeleri Urfalılar kadar yakından ve heyecanla izliyor.  Adana, Mersin, Antep ve Urfa yerel ticaret merkezleri olmaktan çıkıp sanayi kentlerine, hatta metropolitan merkezlere dönüşme eğiliminde. Öte yandan daha önce Adana’da görüldüğü gibi Urfa ve benzeri merkezlerde toprak ağalığı, aşiret reisliği ve diğer feodal güçler yerlerini hızla yeni toplumsal güçlere, modern orta sınıflara bırakıyor.  Ortadoğu barış sürecinin geleceği bölgeyi yakından ilgilendiriyor... Kara ve deniz yolu taşımacılığının gelişmesi halinde ‘Orta-Güney’, tüm Ortadoğu’nun en canlı ekonomik havzalarından biri durumuna gelebilir. Yaratılan sermayeyi ve nitelikli işgücünü yani girişimcileri ve yöneticileri bölgede tutabilme sorunu var. Aksi halde sermaye ve yetişmiş eleman, İstanbul gibi merkezlere kaçacak; bundan da yöre büyük zarar görecek. O nedenle sağlık, eğitim, fizik altyapı ve alışveriş olanakları kadar eğlence yerlerinin, sinema ve konser salonlarının, spor tesislerinin, sanat galerilerinin geliştirilmesi gerekiyor. Ayrıca gelişmeyi kent bazında olduğu kadar bölge bazında da düşünmek lazım. Bölgede yer alan kentlerin önde gelen kişileri ve kurumları bu gelişmeleri bir bölge bütünleşmesi perspektifi içinde görmeli.” [93]

 

Yukarıda özetlenen bölgesel oluşum ve gelişme senaryosu dikkatle incelediğinde, bu tür gelişmelerin çok ciddi kamu yönetimi gereksinmeleri içerdiği görülmektedir. Bölgenin planlanması ve yönetiminden, güvenlik, eğitim ve sağlık yönetimine ve bölgesel ve kentsel fiziksel ve doğrusal altyapıların yapılması ve işletilmesinden kültürel altyapının oluşturulması ve yönetilmesine kadar değişen pek çok alanda yeni kamu hizmeti gereksinimleri yaratmakta ve bu hizmetlerin yönetilmesi ve yönetimlerinin kurumsallaştırılmasını zorunlu kılmaktadır.

 

İstanbul’un Yönetimi Sorunu

 

Bu yoldaki gereksinimler için bir başka örnek de ülkenin tek megalopolü olan İstanbul’dur. “İstanbul’un Yönetimine İlişkin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri” başlıklı araştırmamdam aktardığım şu bölüm sorunu yeterince ortaya koymaktadır:  “Bir yandan yaşanmakta olan doğal değişim süreci ve  öte yandan yukarı da belirtilen yönetimsel gerilikler  İstanbul’da bir  çok alanda  çözüm bekleyen sorunlar demetinin ortaya  çıkmasını kaçınılmaz kılmıştır. Belirtilen bu sosyo-ekonomik sorunların belli başlıları  aşağıda sıralanmıştır. Temel sorunların başında kontrol edilemeyen ekonomik büyüme gelmektedir. Türkiye endüstrisinin odak noktası durumuna gelen İstanbul ekonomisi aşırı büyümenin sancılarını çekmektedir. Yanlış teşvik uygulamaları ve ülke düzeyinde endüstrinin dengesiz dağılımı olguları  ile desteklenen bu   çarpık yapı  hala yüzbinlerce kişi için İstanbul’u  bir umut ve ekmek kapısı  olarak görmekle sonuçlanmaktadır. Ekonomik potansiyelin yarattığı çekiciliğin yol açtığı    göç  süreci ise her yıl yüzbinlerce insanın bu kentte yerleşmesi ile sonuçlanmaktadır. Yığınlar her türlü sorunları  ve beklentileri ile kente gelmektedir. Yığınların gereksinimleri kısa bir süre sonra yığınların hizmet beklentisi şekline dönüşmektedir. Yaklaşık 40 yıl süren bu süreç içinde kent 300 km2’den yaklaşık 2.000 km2 büyüklüğünde bir alana yayılmakta ve nüfus 1 milyondan 8 milyona çıkmaktadır. Kentin üzerinde yer aldığı mekan ve içinde barındırdığı nüfusta görülen bu geometrik artışa karşın büyümenin beraberinde getireceği sorunlara cevap vermek durumunda olan merkezi ve yerel yönetimlerde görülen kurumsal nitelikli gerilikler ve yetersizlikler hizmet arzı ile talebi arasındaki açığın daha da büyümesi ile sonuçlanmaktadır. İstanbul’un güncelliği olan bir nazım imar planına henüz  sahip olması  kurumsal yetersizliklerin  önemli bir göstergesi olarak kabul edilmelidir.  İnsanların temel gereksinimi olan barınma gereksiniminin giderilmesi için yönetimlerce yeterli çözümler üretilemeyince resmi olmayan güçler devreye girmekte ve  çözüm  üretmeye başlamaktadırlar. Hızlı kentsel büyümenin sonucu olarak temel altyapılarda önemli yetersizlikler ortaya çıkmaktadır.  İçme suyu hala yeterli değildir.  İklim ve yağış  koşullarına aşırı  derecede bağımlıdır.  Yaklaşık 15.000 kilometre olan kanalizasyon gereksiniminin 7.500 kilometresi yapılabilmiştir. Bunun da yüzde 80’i standardın altındadır. Dere ıslahı çok önemli bir sorun olarak ortada durmaktadır. Altyapı sorunlarına paralel şekilde ulaşım, trafik ve parkyeri gibi konularda da çok önemli sıkıntılar yaşanmaktadır. Kentin ulaşım altyapısı batılı standartlarla karşılaştırıldığında çok yetersiz kaldığı gibi kente özgü bir ulaşım master planı da bulunmamaktadır.  Deniz kirliliği, içme suları üzerindeki potansiyel kirlilik tehditleri, hava kirliliği ve gürültü acil çözüm bekleyen çevre sorunlarının tipik örnekleri durumuna gelmiştir. Sağlık hizmetleri de çarpık yapılaşmadan nasibini almıştır. Mevcut tedavi kurumları arasında eşgüdüm sağlanamamaktadır. Sağlık hizmetleri için ayrılan mali kaynaklar yetersizdir. Sağlık kuruluşları nitelik venicelik açısından yetersizdir. Bu kuruluşlar üzerindeki denetim de oldukça etkisizdir. Eğitim hizmetleri de benzer bir durum içerisindedir. Hızlı nüfus artışı nedeniyle önemli oranda derslik ihtiyacı vardır. Derslik başına ortalama 100 öğrenci düş erken bu oran ortaokullar da 172, klasik liselerde 70 ve meslek okullarında 99’dur. Gençlik sorunları  ile ilgili hizmetler ise henüz tam olarak algılanamamış ve  kurumsal bir  çözüme kavuşturulamamıştır. Gençler boş  zamanılarının daha iyi değerlendirilmesini istemektedir. Nitelikli okullara girebilmek için büyük bir yarış vardır. Kötü alışkanlıklar kapı da büyük bir tehlike olarak beklemektedir. Daha da önemlisi iş bulabilme endişesi gençler arasında bir kabusa dönüşmektedir.  Tüm bu çarpıklıklara paralel olarak kentin güvenlik ve asayişinde de önemli sorun alanları vardır. Güvenlikten sorumlu birimlerin örgütlenme modelleri eskidir. Jandarma ile mülki idare amirleri arasında ilişki kopuklukları görülmektedir. Uzmanlaşmaya gerekli  önem verilmemiştir.  İstihbaratın niteliğinde ve niceliğinde sorunlar vardır. Gecekondulaşma ve  çevre suçlarının takibi ve  önlenmesi için merkezi idarenin kolluk güçlerinden  özel  olarak yararlanmak yaşamsal  önem taşıyan bir unsur olarak görülmektedir.”  [94]

 

Köy-Kent ve Merkez Köy Kavramları

 

Ecevit hükümeti, köy-kent ve merkez köy kavramlarını yeniden gündeme getirmek için girişimde bulunmuştur. Kuşkusuz böyle bir girişimin ortaya konması, ilk bakışta, ülkenin kırsal yönetim düzeninin yeniden oluşturulması bakımından bazı önemli adımların atılmakta olduğu izlenimini vermektedir. Ancak, köykent ve merkez köylerin ülkenin genel yönetsel yapısı içindeki konum ve statüsünün yasalarda gerekli değişiklikler yapılarak belirlenmemiş olması nedeniyle, bu çalışmanın yönetsel açıdan nasıl bir anlam taşıyacağı anlaşılamamaktadır.  Bu çok önemli bir eksiklik ve yanlışlıktır.

 

1978 yılında da denenen bu tür yeni kırsal yönetim modeli çalışmaları o zaman da başarısızlığa uğramıştır ve bundan sonra da başarısızlığa uğraması kaçınılmazdır. Herşeyden önce bu tür yönelimlerin amacı, anlamı, somut hedefleri ve finansman kaynakları belli değildir. İkincisi, ülkenin genel yönetim yapısıyla ve sistemiyle ilişkilendirilmemiştir. Üçüncüsü ve daha da önemlisi, bu tür yaklaşımlar genel ekonomi ve bölge ekonomisi bilimlerinin bugüne kadar geliştirdiği kuram ve uygulamalara aykırıdır. Dördüncüsü, genel ekonomi bilimine aykırıdır; zira, bireylerin yaşama yerlerini belirleyen temel etmen emeğin marjinal değeridir. Emeğin marjnal değeri nerede ve hangi piyasada daha fazla ise emek oraya doğru bir akış içinde olacaktır. Bu, esasen, Türkiye’de kentleşme olgusu adı altında yıllardır yaşanmakta olan bir olgudur.

 

Öte yandan, bölge ekonomisi bilimi iki temel kuram geliştirmiştir. Bunlar ‘ekonomik üs’ (economic base) ve ‘yerleşim yerlerinin hiyerarşisi’ (hierarchy of settlements) kuramlarıdır. Bu iki kuram da, yerleşimlerin kuruluş yerlerinin seçimini ve büyüklüklerini, yerleşim yerleri arasındaki ekonomik girdi ve çıktı hareketlerinin yön ve büyüklüğünün şekillendirdiğini belirtmektedir. Bu ekonomik gerçeklere karşın yapay girişimlerle insanları belirli yerleşim yerlerinde tutabilmek olanağı hemen hiç yoktur. Bu nedenlerle, köykent ve merkez köy girişimleri konusunda daha dikkatli davranmak gerekmektedir.

 

İl ve İlçeler

 

Bir kere, il ve ilçe enflasyonu kıt ekonomik kaynakların önemli ölçüde israfı ile sonuçlanmaktadır. İl ve ilçe merkezlerinin genellikle bilimsel ölçütlerden uzak bir şekilde ve siyasal amaçlı öznel değer yargıları ile belirlenmesi hem birbirine çok yakın aralıklarla yeni yönetsel merkezler oluşturmakta ve hem de bu yönetsel merkezler arasındaki rekabeti ussal olmayan boyutlara taşımaktadır.

 

Bu olgunun ve bu konudaki uygulama biçiminin yanlışlığı açıklıkla görülmelidir. Herşeyden önce ülkemizde gerek ulaşımda ve gerekse iletişimde hızla artan kapasite ve teknolojik ilerleme mekana ilişkin uzaklık kavramını değiştirmekte ve kısaltmakta ve zaman kavramını da göreli bir duruma getirmektedir. Ulaşım ve iletişim sistemlerindeki ilerlemeler daha geniş coğrafi alanları yönetilebilir kılarken uygulamada tam tersi yapılmakta ve yönetilmekte olan alanlar daha da küçültülmektedir. 

 

Uygulamadaki ikinci kuramsal yanlışlık ise kent ve bölge planlaması disiplininin iki önemli kavramı olan ve biraz önce köykent kavramı nedeniyle değinilen “ekonomik baz” ve “yerleşim yerleri hiyerarşisi” gibi kavramların il ve ilçe saptamada karar alma süreçlerinin içine girememiş olmasıdır.

 

Bu kuramlar, yerleşim yerlerinin siyasal ve yönetsel kararlarla kurulmasının ve oluşturulmasının olanaklı olmadığını ancak söz konusu yerleşim yerinin önerdiği ekonomik, toplumsal ve öteki hizmet olanaklarının çevresindeki yerleşme yerlerinde yaşayanlara karşı taşıdığı anlam ve önem derecesinde statülerinin belirlenebileceğini söylemektedir.

 

Türkiye’de, il ve ilçe kurmakla asıl elde olunmak istenen sonuç, sahip olduğu ekonomik baz nedeniyle üst konuma erişmiş olan bu yerleşim yerlerine yönetsel bir rahatlama getirmek değil, fakat yapılacak devlet harcamaları nedeniyle yöre halkına ek istihdam ve gelir olanakları yaratabilmektir.

 

Öte yandan, sayıları hızla artan bu birimler arasında ve bu birimlerle merkezi hükümet arasındaki dikey iletişim, işbirliği ve eşgüdüm yetersizlikleri ve il kuruluşları ile bölge müdürlükleri arasındaki ilişkilerin kopukluğu “büyük ilçe”, “güçlü il valiliği” ve “koordinatör bölge valiliği” gibi kavramların tartışma ortamına girmesi ile sonuçlanmaktadır.

 

Aynı şekilde, özellikle ilçe düzeyinde yaşanmakta olan ve mülki idare amirlerinin güvenlik ile ilgili yasal sorumluluk ve işlevlerini yerine getirmelerinde önemli bir engel olan yasal düzenlemelerde de gerekli değişikliklerin yapılması gerekmektedir.

 

Aşırı Merkezcilik ve Merkezde Oluşan Yoğunluğun Azaltılması

Ülkemizde asırlardan bu yana sürmekte olan aşırı merkezci yapı nüfusun hızlı artışı nedeniyle yerleşim yerlerinde aşırı yığılmalara, büyümelere yol açmaktadır. Her ne kadar ekonomik kaynakların kıtlığı gerçeği merkezi hükümetin bu kaynakların dağıtım biçimi üzerindeki denetimini bir ölçüde zorunlu kılıyorsa da, bu denetim isteği ve yaklaşımının merkezi bürokrasi üzerinde neden olduğu aşırı işyükü ve bürokrasinin çözüm üretmede yavaş işleyen bir yapıya sahip olması hizmet beklentisi içinde olan halk kitleleri üzerinde yılgınlığa ve bezginliğe yol açmaktadır.

 

Türkiye’de, devletin işlerliğinin azalmasına yol açan temel neden, bugüne kadar uygulanan aşırı merkezci yönetim anlayışı ve yaklaşımıdır.

 

Siyasal iktidarlar egemenliklerini sürdürebilmek için ülkenin tüm kaynaklarını ellerinde ve denetimlerinde tutmak istemişlerdir.  Her şeyden önce, yetkiler merkezde aşırı ölçüde yoğunlaşmıştır.

 

Ayrıca, yetki aktarımı ve devri süreçlerine işlerlik kazandırılamamıştır. Bu çerçevede, aşırı yoğunluk nedeniyle merkezi hükümetin kendisine düşen asıl görevler olan ‘planlama, kaynak yaratma, hizmet standardı geliştirme ve denetleme’ işlevleri yeterince yerine getirilememektedir.

 

Bu konu ülke sorunlarının çözümünden sorumlu politikacıların da sıklıkla üzerinde durdukları konulardan biri olmuştur. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, merkezde oluşan yoğunluğun azaltılması için “Mahalli İdareler Reform Yasası Tasarısı” hazırladıklarını açıklarken hükümetinin en önemli önceliklerinden birinin bu tasarının yasalaşması olduğunu belirtmiştir. Yılmaz “Bu kanunla, il genel meclislerinin yerel parlamentolar gibi çalışmasını sağlayacağız” [95] demiştir.

 

Öneriler

 

Merkezde aşırı yoğunlaşma sorununun ortadan kaldırılması ve soruna yol açan etmenlerin giderilmesi için alınması gereken politika önlemleri şunlar olmalıdır:

 

Devlet görevleri ve kamu hizmetleri öncelikle merkezi hükümet ile yerel yönetim kuruluşları arasında yeniden ikiye bölünmelidir. Bu bölünme aynı zamanda aşırı merkezci yaklaşımın sınırlarının da temel belirleyicisi olacaktır. 

 

Bu kitabın yerel yönetimler ile ilgili bölümünde belirtilecek gerekliliklerin ve zorunlulukların gerçekleşmesi koşuluyla, bazı kamu hizmetleri yerel yönetim kuruluşlarına devredilmelidir.

 

Yerel yönetim kuruluşlarına devredilen görevler belediyelerle özel idareler arasında bir başka paylaşıma tabi tutulmalıdır.

 

Bu paylaştırmalarda genel amaç merkezi hükümetin iç ve dış güvenlik, ulusal savunma, dış politika, vergi toplama ve akçal yönetim gibi ana devlet işlevleriyle ve yerel yönetim kuruluşlarına devredilen hizmetlerle ilgili olarak politika belirleme, hizmet standardı koyma, parasal kaynak geliştirme ve denetleme gibi işlevlerden sorumlu kılınmasını sağlamak olmalıdır.

 

Devletin yeniden yapılanmasında temel ilke, Avrupa Birliği normları çerçevesinde hizmette yerellik ya da “subsidiarity” olarak tanımlanan görüşler çerçevesinde yerel yönetimlere bugünkünden çok daha fazla rol, yetki ve sorumluluk vermek olmalıdır.

Ancak, buna karşın, hala, bazı görevlerin merkezi hükümet tarafından yerine getirilmesi yönetim ve ekonomi açısından gerekli olabilir.

Valilik ve kaymakamlıklar bu tür hizmetlerin yetki aktarımı yoluyla (deconcentration-devolution) yoğunluklarının azaltılmasında ana kurumlar olarak görülmelidir. Merkezde yoğunlaşan pek çok yetki aşamalı olarak bu birimlere aktarılmalıdır. Aktarılacak işlevler arasında bütçe hazırlama ve önerme, karar alma, harcama yapma, personel yönetimi ve muhasebe ile ilgili işlevler de bulunmalıdır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BÖLÜM  6

 

 

 

YERİNDEN YÖNETİM

VE

SORUNLARI

 

 

 

 

 

 

Yersel Yerinden Yönetim Sorunları: Yerel Yönetimler – İl Özel İdareleri, Büyük Şehir Belediyeleri, Belediyeler, Köyler ve Mahalleler

 

Merkezde yoğunlaşmış olan görev, yetki ve sorumlulukların merkez dışına aktarılması ve/veya devredilmesi sorunu kritik bir konu olarak Türk kamu yönetiminin tartışma gündemindeki önemini hala korumaktadır. Merkezi hükümetin yerine getirmesi gereken asıl görevler olan planlama, kaynak yaratma, hizmet standardı belirleme, eşgüdüm sağlama ve denetleme gibi ana işlevlerin yapılamaması ile sonuçlanan bu soruna gerçekçi ve kalıcı bir çözüm bulunması zorunlu bulunmaktadır. 

 

Sorunun çözümü ise, bu yetkilerin merkezi yönetimden ya merkezi yönetimin taşradaki uzantılarına aktarılması ya da gerçek yerinden yönetim kuruluşları olan yerel yönetim birimlerine devredilmesinde yatmaktadır. Stratejik tercihi, yöntemi ve içeriği ne olursa olsun Türkiye bu önemli soruna çözüm bulmak zorundadır.

 

Yürütme organının örgütlenmesinde çok önemli bir paya sahip olan yerel yönetim sistemimizin içinde bulunduğu koşullar devlet yönetiminin işlerliğinin sağlanmasında en önde gelen engellerden biri olarak kabul edilmelidir.

 

Yerel yönetim sistemimizin esasını oluşturan il özel idareleri, belediyeler ve köyler köklerini çok eski tarihlerden almakta, büyük çapta geliştirilmeye başlandıkları ve yürürlüğe konuldukları yılların  sosyo-ekonomik ve politik gerçeklerini yansıtmakta ve günümüzün değişmiş sosyo-ekonomik ve politik koşulları çerçevesinde geçerlilik düzeyleri ve varlık nedenleri sürekli olarak sorgulama konusu olmaktadır.

 

Bu bağlamda, il özel idareleri etkilerini büyük ölçüde kaybetmişler ve bir yandan merkezi hükümetin bir taşra uzantısı olmak konumuna dönüşürken, öte yandan kalkınma planlarında önerilen ilçe düzeyinde kalkınma odağı olmak hedefine hiç bir şekilde yaklaşamamışlardır.

 

Yerel yönetim sistemimizin en önemli birimi olan belediyeler ise hızlı kentleşmenin yol açtığı kentsel büyüme olgusunu yeterince yönetememiş, yönlendirememiş ve denetleyememiştir. Bir anlamda kentleşmenin getirdiği sorunların önemi ve büyüklüğü karşısında ezilmiş ve yenilmişlerdir. Bu sonuca yol açan en önemli neden de, tahmin edilebilenin aksine, merkezi yönetimin tutum ve davranışından çok, belediyelerin kurumsal (örgütsel, yönetsel ve kaynak planlamasına ilişkin) beceri ve yetenek düzeylerini çağdaş bir düzeye getirememiş olmalarıdır.

 

Belediyelerin boğuşmakta oldukları pek çok sorun arasında çözümü en zor olanı finansal olanaklarının sınırlı olmasıdır. Öz gelir kaynakları son derecede yetersiz ve sınırlı olan, vergi toplamaktan siyasal ilişkilerin zarar görmesi nedeniyle nefret eden ve gelir kaynakları açısında tümüyle merkezi yönetimin topladığı vergi gelirlerinden ayrılacak paylara bağlı olan belediyeler aşırı sayıdaki niteliksiz eleman istihdamının da yarattığı akçal baskılar altında giderek daha çok borçlanmaktadırlar.

 

Belediyelerin iç ve dış borçları hızla artmaktadır. Bayındırlık ve İskan Bakanlığı’nın yaptığı bir araştırmada, Temmuz 1999 sonu itibarıyla 15 büyük şehir belediyesinden 13’ünün [96] Hazineye ve İller Bankası’na olan borçlarının toplamının 1 katrilyon 84 trilyon lira olduğu belirlenmiştir. Borçların 1 katrilyon 13 trilyon 224 milyar lirası Hazine’ye 70 trilyon 778 milyar lirası İller Bankası’na ait bulunmaktadır. Belediyelerin SSK, Emekli Sandığı, vergi idareleri ve Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Fonu’na olan borçları bu toplamlara dahil değildir. Tüm belediyelerin vergi idarelerine 97 trilyon 778 milyar, SSK’ya 41 trilyon 809 milyar, Emekli Sandığı’na 5 trilyon, Geliştirme ve Destekleme Fonu’na 4 trilyon 148 milyar ve Fak-Fuk Fon’a 149 trilyon 659 milyar lira borcu bulunduğu hesaplanmıştır. Ayrıca, belediyelerin personeline olan maaş borçları ile sendikalara olan aidat borçları da bu toplamlara dahil değildir.

 

Belediyelerin dış borç rakamları da oldukça büyük düzeylere ulaşmıştır. DİSK’e bağlı Genel-İş Sendikası tarafından yapılan araştırmaya göre, Türkiye’de çalışan 3.220 belediyeden 19’unun yabancı finans kuruluşlarından 1986 yılından bu yana kullandıkları kredi borcu tutarı 3 milyar 200 milyon dolara ulaşmış bulunmaktadır. Araştırmada, 1985 yılına kadar dış kredi kullanmayan belediyelerin bu yıldan sonra azalan iç kredi olanakları nedeniyle dış borç alma yoluna gittikleri anlaşılmıştır. Genellikle kısa ve orta vadeli olan bu borçların Türkiye’nin tüm dış borçlarına oranı yüzde 3 civarındadır.

 

İyi bir yönetim biçime sahip olamamak, iç örgütlenmenin aşırı ölçüde yanlış olması, kaynak planlaması, eşgüdüm ve işbirliği olanaklarının sınırlılığı, yerel kaynak yaratamamak, aşırı eleman istihdamı, yanlış harcama politikaları, kurdukları ekonomik girişimlerin içine düştüğü parasal zararlar, ihalelerde yaşanan usulsüzlükler gibi pek çok neden belediyelerin içine düştüğü finansal açmazın önemli nedenleridir.

 

Öte yandan, belediye sisteminin kendi içinde de önemli sorunlar yaşanmaktadır. Özellikle 3030 sayılı Yasa’nın uygulandığı büyük şehir belediyelerinde yaklaşık 20 yıldır uygulanan sistemin ülkenin kentsel sorunlarını ne ölçüde giderebildiği giderek daha çok tartışma konusu olmaktadır. Yerel siyasal güç potansiyelinin kent sınırları içinde bir kaç odakda bölünmesi birbirine rakip ve çekişen siyasal ekiplerin ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır. Öte yandan, büyük şehir belediye sisteminde üst ve alt kademe belediyeler arasında görev, yetki, sorumluluk ve akçalı kaynak paylaşımı konusunda makul, gerçekçi ve bilimsel geçerliliği olan bir ölçütler sisteminin oluşturulamaması, gerek büyük şehir belediyelerinde  ve  gerekse  ilçe ve/veya alt kademe belediyelerinde homojen bir kurumsal yapılanmanın ortaya çıkarılamamış olması ve sistemin oluşturulması sırasında yapılan tercihlerden kaynaklanan yanlışlıklar ve çelişkiler büyük şehir belediyesi sisteminin isabetli bir çözüm yolu olduğu yolunda önemli duraksamalar yaratmaktadır.

 

Ayrıca, belediyeler de, merkezi hükümet bürokrasisi gibi çeşitli büropatolojiler içinde ve etik eksiklikler içinde bulunmaktadır.

 

Tüm bunlara ek olarak çok büyüyerek anakent (metropol) olmanın ötesine geçmiş ve ülkekent (megalopol) konumuna erişmiş ve bulunduğu bölgenin sosyo-ekonomik dinamiklerinin hem nedeni ve hem de sonucu olan İstanbul’da ve hatta gerek İstanbul’un Tarihi Yarımada ve Boğaz gibi alt bölgelerinde ve gerekse Kocaeli ve Tekirdağ ile birlikte oluşturduğu büyük bölge bağlamında yeni yönetim modeli arayışlarını haklı kılan nedenler giderek daha da çoğalmaktadır.

 

Belediyelerimizin buraya kadar anlatılmaya çalışılan bu temel sorunları artık belediye başkanları tarafından gösteri yürüyüşleri düzenlenerek toplumun gündemine aktarılmaya çalışılmaktadır. Çukurova Belediyeler Birliği Genel Kurulu toplantısından sonra bölgede görev yapan 215 belediye başkanı Adana’da gösteri yürüyüşü yapmışlar ve başkanlar adına konuşan Adana Büyük Şehir Belediye Başkanı Aytaç Durak sorunlar hakkında şunları söylemiştir: “Yerel yönetim reformu mutlaka yapılmalıdır. Yerel yönetimler demokrasinin beşiğidir. Ankara yetkilerinin bir kısmını yerel yönetimlere devretmezse, Türkiye büyüyemez. Fakat bu feryatları Ankara duymuyor. Sesimizi tek tek duyuramıyoruz. 215 belediye başkanı sokaklarda yürüyor. Türkiye’de 3.200 belediye başkanı var. Sorunlarımızın çözümü için gerekirse 3.200 belediye başkanıyla Ankara’ya yürüyeceğiz.” [97] Aytaç Durak, son olarak, gazetelere büyük boy ilanlar vererek hükümete “Ya yasamızı çıkartın, ya da belediyeleri kapatın” demektedir.

 

Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’i ziyaret eden CHP’li belediye başkanları ise “dibe vurduk, maaşları ödeyemiyoruz” demişlerdir. Nitekim, aynı konuya değinen CHP eski Genel Başkanı da devlet gelirlerinden belediyelere aktarılan payların dağıtımında uygulanan katsayı sisteminin partizanca ve keyfi bir şekilde kullanıldığını ileri sürmüştür. Öymen şunları söylemektedir: “… Mevcut imkanların belediyelere dağılımı … acaba hakkaniyetle mi yapılıyor? Cevabı: Hayır, görülmemiş bir partizanlık ve ayrımcılık yapılıyor. Partizanlık bu ülkede yeniden hortlatıldı. Depremde yerle bir olan, yarısı denize gömülen Değirmendere’ye iki katsayı verilirken, hiç deprem görmemiş Ankara’nın iktidar partili ilçe belediyelerine 4-5 katsayı veriliyor…” [98]

 

Belediyelerin içinde bulunduğu çok temel sorunlara karşılık İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı, belediye olarak gayrimenkul yatırım ortaklığı kurma girişimi içinde olduklarını belirterek, yakında bu girişimi yaşama geçireceklerini söylemektedir. İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’nin hangi varlıklarını, nasıl bir kurumsal yapı içinde borsada ya da sermaye piyasalarında değerlendireceği tam olarak bilinmemekle birlikte, bir zamanlar Ankara Büyük Şehir Belediyesi’nin uluslararası borsalardan borç bulma girişiminin Hazine’ye ne kadar büyük bir yük getirdiği çok iyi bilinmektedir.

 

İçişleri Bakanı Tantan tarafından söylenen şu sözler çok dikkat çekicidir: “Türkiye’de bugün bütün belediyeler tamamen çökmüş vaziyettedir... Ülke menfaatlerinin yerini kişisel çıkar, hırs ve ihtiras almıştır. Kamuoyunun gündemini haksız kazanç, haksız rekabet, imar, ihale, kültür ve çevre yolsuzlukları oluşturmuştur.” [99]

 

Köylerimizin içinde bulunduğu durum da gözardı edilmemelidir. 1920’li yıllarda trampaya dayalı ve kapalı bir ekonomik yapının yönetsel kurumu olarak oluşturulmuş bir yapı olan köylerin açık pazar ekonomisine dayalı ve gelişmiş yeni kırsal ekonomik sisteme uygun bir konuma getirilmesi gerekmektedir.

 

Yerel yönetimlerin güçsüzlüğü Türkiye’de demokratik rejimin ilerlemesi ve gelişmesi yolunda önemli bir engel olarak ortaya çıkmaktadır. Yerel yönetimleri güçsüz kılan nedenler ise yerel yönetimlerin yetkinlik (özerklik değil) [100] düzeylerinin kısıtlılığı, yerel yönetimler üzerindeki merkezi yönetim gözetiminin/denetiminin (idari vesayet ya da yönetsel vasilik) aşırılığı, yerel vergi ve harçlara dayalı yerel gelir bazının oluşturulamamasıdır.

Devlet ve kamu sektörünün yeniden örgütlenmesinde ve yapılanmasında merkezi hükümet kadar yerel yönetimler de önem taşımaktadır. Hemen belirtmek gerekirki, merkezi hükümet ile ilgili olarak bu bağlamda belirtilen görüşlerin tümü yerel yönetimler için de doğru ve geçerlidir.

 

Öneriler

 

Yerel yönetimlerle ilgili olarak gözönünde tutulması gereken temel ilke, yönetimin yeniden yapılanmasında asıl ağırlığın yerel yönetimlere verilmesi, yerel yönetimlerin bu görevi en iyi şekilde yerine getirebilecekleri kurumsal yetkinlik düzeyine ve yerel gelir kaynaklarına kavuşturulması, ancak, bunlarla birlikte, bu yönetimler üzerinde etkili ve güçlü bir denetimin gerçekleştirilmesi olmalıdır.

 

Bu temel hedef, artık aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası bir yüklenimi konumuna gelmiştir. Söz konusu yüklenim Türkiye’nin imzalayarak taraf olduğu “Avrupa Yerel Yönetimler Şartı”ndan [101] ve tam üyelik için başvurulan Avrupa Birliği’nin temel anlaşması olan Roma Anlaşması’na önemli ve yeni bir açılım getiren “Maastricht Anlaşması”ndan kaynaklanmaktadır.

 

“Yerel Yönetimler Şartı”, daha önce belirtildiği üzere, yerel yönetimlerin olmazsa olmaz koşullarını belirlemekte ve “Maastricht Anlaşması” da “hizmette yerellik”  (subsidiarity) ilkesini getirmektedir. Bu kavram, kamu işlev ve hizmetlerinin bu işlev ve hizmetlere en yakın konumda yer alarak, bunları en iyi şekilde denetleyebilecek ve bunlardan en fazla ölçüde yararlanacak yerleşim birimleri tarafından yönetilmesini ve üretilmesini güvence altına almak anlamına gelmektedir. 

 

Bu açıklamalar göstermektedir ki, Türkiye yerel yönetimlerden yana olan tercihini belirlemiştir. Sıkıntılar bugüne değin ağırlığını koruyan merkezi hükümetin yerel yönetimler üzerindeki vesayet yetkilerinin azaltılamamasından ve yerel yönetim birimlerinin yeterince kurumsallaşamamaları nedeniyle yerel politik baskılara ve çıkar sağlamalara açık bir durumda olmasından kaynaklanmaktadır.

 

Öte yandan, açıklıkla kabul edilmelidir ki, yakın geçmişte özellikle belediyelerde yaşanmış olan kimi yolsuzluklar, çıkar kavgaları ve anlamsız sürtüşmeler Türkiye’de yerel yönetimlerin gelişmesi konusunda yeni bir stratejinin ağırlık kazanmasına yol açmaktadır. Bu yeni strateji yerel yönetimlerin kurumsal ve finansal gelişme yoluyla Türk kamu yönetiminde daha etkili bir rol oynamalarının sağlanması ancak buna karşılık bu yönetimlerin iç ve dış denetim süreçlerinin her türlü yolsuzluk, yasa dışı eylemler ve kaynak savurganlığına karşı tam anlamıyla güçlendirilmeleridir.

 

Türkiye, bu stratejiyi ivedilikle yaşama geçirmek durumunda olmalıdır. Bu bağlamda, öteki yeni düzenlemeler yanında, üzerinde durulması gereken konulardan biri de, ilk aşamada belirli büyüklükteki belediyelerde başlamak üzere, belediye saymanlarının Maliye Bakanlığı’na bağlı kılınması olmalıdır. Belediye saymanlarının bu bakanlık tarafından yönetilmesi belediyelerde denetim etkililiğini artırıcı bir çözüm yolu olarak kabul edilmelidir.

 

Ülkenin çok önemli yönetim kurumlarından biri olan ve demokratikleşmenin gelişmesi ve yerleşmesinde beşik görevi yapmak durumunda olan yerel yönetimlerin iyileştirilmesi için yukarıda belirtilen temel ilke çerçevesinde alınması gereken öteki öncelikli ana önlemler aşağıda belirtilmiştir.

 

Ülkenin yerinden yönetim politikası -uygulanabilir bir biçimde- yeniden belirlenmeli ve daha önce belirtilen kamu görevlerinin yeniden paylaşımı sorunu etkili bir şekilde çözümlenmelidir. Bu çerçevede yerel yönetimlerin görev alanları açıklık ve netlikle yeniden tanımlanmalıdır.

 

Yerel yönetimlerin yönetsel özerklikleri daha önce açıklandığı şekilde geliştirilmeli ancak buna koşut olarak merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde etkin denetim süreçleri kurması sağlanmalıdır.

 

Türkiye’de il özel idarelerinin varlık nedenlerinin geçerlilik düzeyi tartışmalıdır. Bu konuda ileri sürülen öneriler il özel idarelerinin bütünüyle kaldırılmasından ilçe özel idaresi esas alınarak yeniden düzenlenmesine ya da gerçek bir yerel yönetim birimi olarak yeniden kurulmalarına kadar değişmektedir.  İl özel idareleri kırsal kesim ağırlıklı olmak üzere yeniden kurulmalıdır. Kentsel hizmetler belediyelere bırakılmalıdır. Bu arada il çapında örgütlenmesi ve yönetilmesi gereken hizmetler il özel idarelerine bırakılmalıdır. İl özel idarelerine aktarılacak kamu hizmetleri ile birlikte gerekli parasal kaynak, vergi koyma yetkisi de dahil olmak üzere, bu “idare”lere aktarılmalı ve bunların kendi örgütlerine sahip olmalarına izin verilmelidir.

 

Günümüzde belediyeler hiç bir yeni görev üstlenemeyecek derecede güçsüz ve zayıftırlar.   Mevcut koşullar altında kendilerine verilmiş olan görevleri yerine getirebilecek yönetsel beceriye, örgütlenme etkililiğine, planlama kapasitesine, gelir düzeyine ve harcama yetkinliğine yeterli sayılabilecek ölçüde sahip değildirler. Bu nedenle, kentsel büyüme olgusunu algılamakta, yönlendirmekte ve yönetmekte başarısızlıklara uğramaktadırlar. Bu duruma yol açan temel neden olan kurumsal azgelişmişlik zinciri bilimsel ve çağdaş yöntemlerin belediye yönetimlerine aktarılması yolu ile kırılmalıdır. Belediyelerin kurumsal açıdan geliştirilmeleri öncelikli bir devlet ödevi olarak görülmelidir.

 

Buna koşut olarak ve yerinden yönetime geçiş temel ilkesi bağlamında, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve yerel sorunların ve hizmet gereksinmelerinin karşılanmasında egemen unsur olmalarının sağlanması devletin yeniden yapılandırılmasında öncelikli bir hedef olarak kabul edilmelidir. Yerel nitelikli tüm kamu hizmetleri belirli bir zaman boyutu içinde yerel yönetimlere devredilmeli ve devir işlemi tamamlandıktan sonra bu alanlarda merkezi hükümet, daha çok ve esas olarak, kaynak geliştirme, hizmet standardı koyma, politika geliştirme ve denetleme işlevlerini yerine getirme ile yükümlü kılınmalıdır.

 

Açıklıkla belirtmek gerekirki, yerinden yönetime geçiş ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi mutlak şekilde merkezi hükümetin elinde oluşturulacak etkili ve güçlü bir denetim sistemi ile birlikte gerçekleştirilmek durumundadır. Böylesine etkili bir denetim kurulamadığı ve aykırı davrananlara karşı caydırıcı nitelikli yaptırımlar geliştirilemediği takdirde yerinden yönetime geçişin önemli sıkıntılar yaratabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.

 

3030 sayılı Yasa ile oluşturulmuş olan büyük şehir belediyeleri sistemi metropolleşmiş alanların sorunlarının çözümünde yetersiz kalmaktadır. Başlangıçta bir anlamı olan sistem sonradan yapılan değişikliklerle disiplinini, anlamını, bütünlüğünü ve geçerliliğini yitirme tehlikesi içine girmiştir. Bu nedenle sistemin daha iyi işlemesine olanak verecek iyileştirme önlemleri yeni bir yasa değişikliği ile uygulama alanına konulmalıdır.

 

İstanbul için özel bir yönetim modeli geliştirilmelidir. Ancak, bugüne kadar bu alanda yapılan bazı önerilerin herhangi bir bilimsel araştırma temeline dayanmadığı ve spekülatif bir zihin eksersizi olmanın ötesine geçemediği görülmektedir. Bu sınırlılığın ortadan kaldırılması için DPT’nin yasa ile kendisine verilmiş görevi olan bölge planlaması yapma işlevini yerine getirmek üzere merkezi İstanbul’da olan ancak bölge içinde yer alan öteki illeri de kapsayan bir ‘Planlama Bölge Müdürlüğü’ kurulmalı ve İstanbul’un ve içinde yer aldığı bölgenin her türlü planlama ve araştırma gereksinmelerinin giderilmesinde bu birim temel araç olarak değerlendirilmelidir. 

 

Bu çerçevede, İstanbul’un yönetimi ile ilgili olarak uzun vadeli önlemler alınıncaya kadar mevcut sorunların il sistemi içinde derhal çözümlenebilmesi ve İstanbul’un sorunlarının büyüklüğü karşısında çaresiz kalmış olan il yönetiminin etki düzeyinin artırılması için bir acil önlemler paketi hazırlanmalı ve uygulama alanına konulmalıdır.

 

Köyler ileride belediye olmaya aday yöreler olarak kabul edilmeli ve belediye benzeri bir yapılaşmaya konu edilmelidir. Köy personeli ile ilgili düzenlemeler geliştirilmeli, köyün yönetim süreçleri daha anlamlı bir konuma getirilmeli ve köy yönetiminin görevleri ve gelir kaynakları yeniden saptanmalıdır.

 

Köyler kendilerine getirilen hizmetlerde ekonominin sağlanması, fiziksel planlamanın daha anlamlı bir şekilde yapılabilmesi, ekonomik gelişmeyi daha başarılı bir şekilde gerçekleştirebilmeleri ve terör karşısında güvenlik unsurunu daha iyi kurabilmeleri bakımından toplulaştırmaya konu olabilmelidir. Buna olanak verecek şekilde, toprak mülkiyeti kavramı yeniden düzenlenmelidir.

 

Yerel yönetimlerin ve özellikle belediyelerin üzerindeki ‘yönetsel vasilik’ olabildiğince azaltılmalıdır. Belediyeler örgüt yapılarına ve kadro düzeylerine kendileri karar verebilmelidir. Ulusal güvenlik, dış kredi ve uluslararası ilişkiler istisna olmak üzere, hiç bir eylem ve işlemleri merkezi yönetimin onayına bağlı olmamalı; ancak, merkezi yönetim yerel yönetimler üzerinde, başarım (performans) denetimine de yer verecek şekilde, etkili ve güçlü bir denetim uygulamalıdır. Burada belirtilen başarım denetiminden amaçlanan, seçimle oluşmuş organların karar verme yetkinliklerinin ve özgürlüklerinin sınırlandırılması değil; fakat, bu kurumların yaptıkları harcamalarda sarfettikleri paranın değer karşılığını gerçek anlamda elde edip etmediklerinin irdeleme konusu yapılması ve paranın değer karşılığının daha iyi elde edilebilmesinin yol ve yöntemleri konusunda bu kurumlara merkezi yönetimin yol gösterici ve yardımcı olmasının sağlanmasıdır.

 

Vali ve kaymakamların yerel yönetimler üzerindeki denetimi esas itibarıyla yönetsel mahkemeler aracılığı ile olmalıdır. Ayrıca, yerel yönetim organlarının birbirlerinin kararlarına karşı yönetsel yargıya başvurabilme hakları güvence altına alınmalıdır.

 

Yerel yönetimlerin devlet gelirlerinden ayrılan paylara bağımlılığı azaltılmalı ve kapsamı ve alanı yasa ile tanımlanmış yerel vergi koyabilme hakkı da dahil olmak üzere ve kendilerine verilecek kamu hizmetlerinin yerine getirilmesine olanak verecek düzeyde yerel gelir bazına sahip kılınmalıdır.

 

Yerel yönetimlerde ve öncelikle belediyelerde seçilmiş organların görev süreleri dolmadan geri çağrılabilmelerine olanak verilmelidir.

 

Yerel yönetim meclislerine devlet memurlarının seçilememesi sonucunu yaratan düzenlemeler gözden geçirilmeli ve bu alanda daha liberal bir yaklaşım benimsenmelidir.

 

Belediye ortaklıkları, belediye işletmeleri ve belediyelerin ekonomik nitelikli girişimleri ve işlevleri yeni ilkelere bağlanmalı ve devletin ekonomik yaşamda azaltılmaya çalışılan rolünün belediyeler tarafından üstlenilmesine izin verilmemelidir.

 

Öte yandan, kentsel alanlarda yer alan “mahalle”lerin yönetimi sorunu da önem taşıyan bir başka kurumsal ve yönetsel olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Beldelerin alt bölümü “semt”lerin ve “mahalle”lerin yönetimi konusunu ayrıntılı olarak ele almak ve bu alanda yeni kurum, süreç ve işlevler oluşturmak zorunlu görülmektedir.

 

Bu bağlamda son söz olarak belirtilmelidir ki, Türkiye’nin yerel yönetimler alanında esaslı bir değişikliğe gereksinimi vardır. Yapılacak değişikliklerin temel hedefi özellikle belediyeleri, hızla sürmekte olan kentsel büyüme ve genişleme, metropolleşme ve megalopolleşme olgularını yönetebilecek, yönlendirecek ve denetleyebilecek güce kavuşturmak olmalıdır. Yerel yönetim düzeltiminin çözümlemeye çalışması gereken temel sorun noktası ve hareket odağı bu olmalıdır. Bu da, ancak belediyelerin kurumsal yapılarının güçlendirilmesi ile sağlanabilir.

 

Ancak, İçişleri Bakanlığı tarafından kaçıncısı olduğu bilinmeyen ‘mahalli idareler reformu’ çalışmaları bu gerçeği görememekte ve yerel yönetim düzeltimi adı altında son derecede yanlış hedeflere yönelmektedirler. İçişleri Bakanlığı’nın geliştirdiği tasarılar ya çok yanlış bir şekilde belediyeleri esas almak ve güçlendirmek yerine il özel idarelerini temel yerel yönetim birimleri şekline dönüştürmeyi öngörmekte ya da çok yersiz bir şekilde belediye başkanlarının bazı günlük uygulamalara yönelik sıkıntılarının azaltılması ve bazı yeni gelir olanakları sağlanması amacına yönelik olarak hazırlanmaktadır. Bu nedenle, açıklıkla belirtilmelidir ki,  hazırlanmış olan ‘mahalli idareler reformu’ tasarılarının hiç biri gerçek anlamda yerel yönetimler düzeltimi yapabilecek tasarılar olarak ortaya çıkmamaktadır.

 

Hizmet Yerinden Yönetimi

Yönetsel yerinden yönetim birimleri olan il özel idaresi, belediye ve köyler ile merkezi yönetim arasındaki ilişkilerde görülen sorunlarda olduğu gibi, hizmet yerinden yönetimi kuruluşları ile merkezi yönetim arasındaki ilişkilerde de sorunlar vardır. TRT, RTÜK, YÖK ve üniversiteler ve son yıllarda yeni bir kurumsal paradigma olarak ortaya çıkmaya başlayan ve kuruluş yasalarında “özerk” oldukları açıkça vurgulanan “üst kurul”lar bunlar arasındadır. Bu ilişkilerde yaşanan kimi sorunlar demokratik rejimin işleyişi açısından endişe kaynağı olabilmektedir.  Burada bunlardan yalnızca, YÖK, üniversiteler ve RTÜK inceleme konusu yapılacaktır. Ancak, “üst kurul”larla ilgili olarak yeni araştırma, inceleme ve irdelemeler yapılması gereksinimi de önemini korumaktadır.

 

YÖK ve Üniversiteler

 

Bu sorunların yoğunlaştığı iki temel alandan birincisi ve daha önemli olanı üniversitelerin bir merkezden yönetilmesi gerektiği ve öteki pek çok ülkede bu yolda örnekler bulunduğu savı ile üniversitelerin kendi kendilerini yönetebilme yetkinliğine sahip, merkezi nitelikli herhangi bir kurumla hiyerarşik bağlantısı olmayan, kendi öz gelir kaynaklarına ve harcama serbestisine ve yönetsel özerkliğe sahip kurumlar olması gerektiği savı arasındaki birbirini dışlayan ve ikisinin birlikte yer almasına olanak vermeyen fikirsel farklılaşmadır. 

 

İkinci temel görüş ayrılığı da, üniversitelerdeki genel özerklik kavramı ile ilgilidir. Bir görüşe göre, üniversite özerkliği yanlış anlaşılmakta olan bir kavramdır. Bu görüşü savunanlar üniversitenin ana işlevinin eğitim ve öğretim olduğunu ileri sürmekte ve bilimsel performans düzeyini ön plana çıkarmaktadır.

 

Aksi görüşte olanlar da araştırma, bilimsel çalışma yapma ve yayında bulunabilme konusunda daha bağımsız davranabilme olanağına kavuşma amacını ön plana çıkarmaktadırlar.

 

YÖK, aslında, 12 Eylül öncesi Türkiye için bir tepki örgütü olarak kurulmuştu. Darbenin hemen arkasından çıkarılan ilk yasalardan bir olan YÖK Yasası, 12 Eylül öncesi dönemde üniversitelerde yaşanan olayların önlenebilmesi için üniversite yönetimini tek bir merkezin yönetimi ve denetimi altına almayı amaçlamaktaydı. Kuruluşa esas olan bu merkezci anlayış, bilimin içeriğinde var olan merkezcilikten uzak, özgürlükçü ve liberal düşünce zorunluluğu ilkeleri ile daha başından itibaren bir çatışma içine girmiştir. Aradan geçen 20 yıla karşın, sistem merkezci yapısını hala korumaktadır. Oysa, bu kuruluşlar hem yönetsel açıdan ve hem de bilimsel açıdan birer hizmet yerinden yönetim kuruluşlarıdır ve bu nedenle de merkezi hükümetin denetiminden uzak yani, “özerk” olmalıdırlar.

 

YÖK ve üniversitelerle ile ilgili temel sorunlar şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:

 

·     YÖK sistemi üniversiteleri sıradan bir devlet dairesi ve öğretim üyelerini de sıradan bir öğretmen olarak görmektedir.

·     Deneme-yanılma usulüne göre değiştirilen yüksek öğretim mevzuatı yönetimde esas olan istikrar ve güveni ortadan kaldırmıştır.

·     YÖK aşırı merkeziyetçi ve hiyerarşik yönetim esasına dayalıdır.

·     Üniversiteler otoriter bir anlayışla yönetilmektedir.

·     Üniversitelerde rektörlerin hegemonyası vardır.

·     Üniversiteler akademik geleneklerini oluşturamamaktadır.

·     YÖK  üniversite personeli arasında siyasal görüşleri nedeniyle kıyım yapmaktadır.

·     Üniversitelerde ideolojik ve çıkara yönelik kamplaşmalar vardır.

·     Bazı bilim adamları siyasal görüşleri nedeniyle sistemden dışlanırken, bazıları bu özellikleri nedeniyle korunmakta ve ödüllendirilmektedir.

·     Üniversitelerde liyakat sistemi ortadan kalkmıştır.

·     Üniversitede rüşvet vardır.

·     Üniversitede torpil ve kayırmacılık vardır.

 

Üniversite sistemi de kendi kendisini sorgulamaktadır. Bu bağlamda, 1 Aralık 1999 tarihli Hürriyet’de yer alan şu haber oldukça ilginç sorunlara ve bu sorunların sonuçlarına işaret etmektedir: “TÜBA’dan profesörlere uyarı: Bilimsel etik dışına çıkılıyor. Türkiye’yi üst üste vuran deprem felaketi ardından bilim adamları tarafından yapılan ve birbirleriyle çelişen açıklamaların yarattığı kargaşa üzerine Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) bir uyarı açıklaması yaparak, bu tartışmayı yürüten bilim adamlarını sorumluluk ve etik ölçüler içinde hareket etmeye davet etti. Bilimsel düşüncenin ‘gerçeği aramayı, sorgulamayı, tartışmayı ve ancak bunun ardından ifade etmeyi’ izleyen bir süreç olduğuna dikkat çeken TÜBA, deprem tahminleriyle ilgili yürütülen tartışmalarda bu ölçülere dikkat edilmediğini belirtti. Akademi tarafından yapılan yazılı açıklamada, ‘Bilim ve ifade özgürlüklerinin kamuoyunu yanlış yönlendirici ve bilgilendirici olmaması gerektiğine’ dikkat çekildi. Açıklamada, bilim adamlarının kendi aralarında yaptıkları kuramsal çalışmaları ve tartışmaları, kamuoyu önüne taşımaları ‘etik dışı’ olarak nitelendirildi. Bu tür açıklamaların bilim adamlarına duyulan güveni ve saygıyı sarstığını vurgulayan TÜBA ‘Bilim özgürlüğü ve bilimsel sorumluluk arasındaki duyarlı dengenin korunması için bilim adamlarının sürekli özen göstermesi etik bir yükümlülüktür’ uyarısını yaptı.”

 

Üniversite sistemi ile ilgili sorunların ve yakınmaların yoğunlaşması üzerine Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli şunları söylemektedir: “Gençlerimizi, üniversite kapılarında bekletmenin, asıl öğrenmek istedikleri alanın ya da yeteneklerinin dışında tercihlere zorlamanın yol açtığı sorunlar bellidir. Bunlara bir de üniversite giriş sınavı sonuçlarının açıklanması ile yerleştirme işlemlerinde yaşanan olumsuzlukların eklenmesi, artık bu sistemi mutlak suretle gözden geçirip, ıslah etmenin gerekliliğini ortaya koymuştur.” [102]

 

Yüksek öğrenimle ilgili temel sorunlardan biri de, devlet üniversitelerinde yönetici ekibin ya da kamuoyuna yansıyan şekliyle rektörlerin seçimi konusudur. Yürürlükte olan sisteme göre, öğretim üyeleri üniversite içinden altı aday belirlemekte, YÖK bu listedeki aday sayısını üçe düşürerek Cumhurbaşkanı’na önermekte ve sonunda da bu listeden bir kişi rektör olarak tercih edilmektedir.

 

Oysa, başlangıçta akılcı ve doğru olarak görünen bu yöntem, uygulamada çok farklı görünümler alabilmektedir. Rektör seçilmek ve böylelikle de üniversiteyi denetim altında tutmak isteyen üniversite içi gruplar sempati ticareti, akademik ödünler ve yandaş sayısını artırmak için üniversiteye yandaş akademik eleman almak gibi uygulamalarla akademik kalitenin azalmasına yol açan eylemlerde bulunmakta, üniversite içi yönetime günlük politikayı sokmakta ve gerek akademik ve gerekse yönetsel disiplinin zayıflamasına neden olabilmektedir.

 

Öte yandan, akademik özerklik üniversitenin kendi iç işleyişinde üniversite yönetiminin serbest ve özgür bırakılmasını öngörmektedir. Örneğin, üniversiteler kendi kararlarıyla istedikleri fakülte, enstitü ve bölümü kurabilmelidir.

 

YÖK’ün öngördüğü üniversitelerde tektip yapılaşma zorunluluğu, akademik özerkliğin en belirleyici unsuru olan yaratıcılık ve geliştiricilik ilkelerine aykırı düşmektedir.

 

Ancak, üniversitelerinde dahi yönetim sorununu çözememiş bir toplum olmak merkezi yönetimin üniversiteler üzerinde belirleyici olmasını kaçınılmaz kılmakta, rektör seçimlerinde akademik serbestlikle birlikte merkezi yönetimin üniversite yönetimini denetim altında tutmak isteği devreye girmekte ve sonuçta en çok oyu alanın seçilmemesi ya da sadece kendi oyunu almış bir kimsenin rektörlüğe atanması gibi çelişkili, üniversiteyi kamplara bölen, açıklanması olanağı olmayan, tarafları zan altında bırakan ve abartılı durumlarla karşılaşabilinmektedir.

 

Bu sistemin en önemli eksikliği ise seçilenlerin başarısız olmaları durumunda hesap verecekleri ve sorumlu tutulacakları bir sistemin yokluğudur. Başarıyı irdeleyen ve başarının devamını güvence altına alan bir başarım değerlendirmesi sistemi yoktur.

 

Üniversite olgusunun olumsuz bir başka yönünü de Prof. Dr. Celal Şengör şu şekilde dile getirmektedir: “... Türkiye’de profesörlük ve doçentliği anlamsız sözler haline getiren YÖK değil, öğretim üyelerinden oluşan jürilerdir. YÖK ne zaman bu unvanlara kalite kontrolu getirmeye kalksa, öğretim üyelerinin şikayeti ile karşılaşmıştır. Bu ve dünya üniversiteleri tarihi göstermektedir ki, çağdaş üniversite doğası gereği demokratik olur, ama demokratik bir üniversitenin çağdaş olacağı garanti değildir.” [103]

 

Öneriler

 

Bir hizmet yerinden yönetim kuruluşu olmak durumunda olan üniversiteler yetkin bir konuma getirilmeli, yetkinleşme ile birlikte YÖK statüsünde gerekli yapısal değişiklikler yapılmalı ve bu Kurum bilimsel özerkliğe ve yönetsel yetkinliğe sahip üniversiteler üzerinde etkili denetim yapan, üniversiteler arasında eşgüdüm ve işbirliği sorunlarını çözen, üniversitelerin ortak nitelikli işlevlerini yerine getiren ve sisteme ilişkin mevzuatın geliştirilmesi çalışmalarından sorumlu olan bir örgüt şekline dönüştürülmelidir.

 

Ülkemizde son yıllarda sayısı büyük bir hızla artan üniversitelerimizin içinde bulunduğu nitelikli akademik personel açığı, araştırma ve teknoloji geliştirme etkinliklerinin sınırlılığı, finansman darboğazı, üniversitelerin yönetiminde yönetsel etkililiğin istenilen düzeyde gerçekleştirilememesi ve verilen hizmetin parasal karşılığının eğitimden yararlananlardan alınamaması gibi temel sorunların yeterli bir kapsamda ele alındığı ve çözüm yollarının geliştirildiği bir ana plan hazırlanmalı ve bu plan uygulama alanına konularak daha sağlıklı bir yüksek öğrenim ortamının oluşması sağlanmalıdır.

 

Bu çerçevede, sayıları 70’yi aşmış olan üniversitelerimizden bazılarının gerek teknik ve fen bilimleri ve gerekse toplumsal bilimler alanında bilgi ve teknoloji üreten kurumlar şekline dönüştürülmesi sağlanmalıdır.

 

Ülkemizde kurulu bulunan bazı üniversitelere özel bir statü verilmesinde yarar görülmektedir. Buna göre, üniversitelerimizin bir bölümünün, akademik yaşamın ana işlevi olan öğrencilere bilgi ve teknoloji aktarma yanında bilgi ve teknoloji üretme işlevini de ağırlıklı olarak yerine getirebilecekleri bir konuma getirilmeleri ve buna olanak sağlayacak şekilde bileşimi yasa ile belirlenecek ve daha çok akademisyen olmayanlardan oluşacak olan bir mütevelli heyeti aracılığı ile yönetilmesi, görev alacak olan öğretim üyelerinin sözleşmeli olarak çalıştırılması, bu üniversitelere araştırma amacı ile ek finansal olanaklar ve destekler sağlanması, öğrenci harç ücretlerinin üniversitenin akçalı yetkinliğini güvence altına alabilecek ölçüde öteki üniversitelere oranla daha yüksek tutulması ve döner sermaye olanaklarının geliştirilmesi gibi kolaylıklarla donatılmaları yararlı olacaktır.

 

Ve, RTÜK

 

YÖK gibi, sorunlu hizmet yerinden yönetim kuruluşlarından biri de Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK)’tür. Radyo ve televizyon yayıncılığını ülke çapında yönetmek ve bu işlevi de merkezi hükümetin denetimi dışında gerçekleştirmekle yükümlü özerk bir kuruluş olan RTÜK, kuruluşunun üzerinden çok kısa bir süre geçmiş olmasına karşın eleştiri konusu olmaya başlamıştır.  Kanımıza göre, bu durumun en başta gelen nedeni RTÜK’ün oluşturulması için izlenen yöntem ve seçim sistemidir.

 

Yasa’ya göre, RTÜK, TBMM’de temsil edilen siyasal partilere tanınan kontenjanlardan oluşmaktadır. Bu tercih, yapılabilecek en yanlış tercih biçimi olarak ortaya çıkmaktadır. Çünkü, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının en önemli niteliği özerklikleridir. Yani, bu kurumlar, siyasal otoriteden bağımsız fakat yürütmenin bütünlüğü anlayışı çerçevesinde karar alabilen ve aldığı kararları uygulayabilme yetkinliğine sahip olan kurumlardır. Bu durumu güvence altına almak yerine, kişiliklerini tümüyle siyasi otorite ile bağdaştırmış kişilere bu görevi teslim etmek yapılabilecek tercihlerin en hatalısı olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Nitekim, yaşanan sıkınıtıların büyük bir kesimi bu noktada odaklaşmaktadır. Kurumun içinde yaşanmakta olan ideolojik ve siyasal kutuplaşmalar ve karşıt siyasal görüş sahiplerinin RTÜK’ü ve bu yolla da ülkede son derecede büyük bir önem taşıyan ve siyasal tutum ve davranışları biçimlemek potansiyeline sahip bulunan radyo ve televizyon yayıncılığını denetlemek isteği pek çok uyumsuzluğu, çatışmayı ve başarısızlığı beraberinde getirmektedir.

 

Hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının yeniden düzenlenmesi demokratikleşme açısından da önem taşımaktadır. RTÜK ile TBMM arasındaki organik bağı saklı tutmak gibi çok önemli bir yanlışın RTÜK Yasası’nı değiştirmeyi amaçlayan yeni yasa tasarısı taslağında da sürdürüldüğü anlaşılmaktadır.

 

Basın Konseyi, bir açıklama yaparak, yeni değişiklik tasarısı ile RTÜK tehdidinin büyüdüğünü kamuoyuna duyurmaktadır. Basın Konseyi, Taslağı, RTÜK’ün siyasi etki altındaki yapısını daha da artıracak hükümler içerdiği gerekçesiyle eleştirmekte ve Taslağın ana amacının radyo ve televizyon yayınlarını siyasi iktidarın güdümüne sokmak olduğunu öne sürmektedir. Konsey, RTÜK’ün mevcut yasada özerk olan satüsünün yeni yasada yönetsel ve akçalı özerkliğe sahip kuruluş statüsüne indirgendiğini söylemektedir. Konsey, ayrıca, valilere ekran karartma yetkisi verilmesini de eleştirmekte ve bu yetkinin yerel yayın organlarını mülki amirin “borazanı” olmak durumuna sokacağını belirtmektedir.

 

Bu arada, RTÜK’ün oluşum biçimi de değiştirilmek istenmekte ve siyasal partilerin göstereceği adaylar yerine, yüksek yargı organları ile basın meslek kuruluşları tarafından gösterilen adaylar arasından TBMM’nin seçim yapması gibi görüşler öne sürülmektedir.

 

Özetle belirtmek gerekirse, YÖK, üniversiteler, RTÜK, TRT ve “üst kurullar” gibi hizmet yerinden yönetim kuruluşları da önemli yönetsel ve kurumsal baskılar altında bulunmaktadır.

 

Bu durum, Türkiye’de yönetimin yeniden yapılanması konusunda ortaya çıkmış olan baskılara yeni bir halka daha eklemektedir.

 

Üst Kurullar

 

Kamu yönetimi kuramı ve uygulaması açısından bir hizmet yerinden yönetimi türü olan özerk nitelikli üst kurulların sayısı Türkiye’de hızla artmaktadır. Sermaye Piyasası Üst Kurulu ile başlayan bu yeni yönetsel eğilim nedeniyle sayıları 20’e yaklaşmış olan özerk üst kurullar Türkiye’nin devlet yönetimi açısından anlaşılması, çözümlenmesi ve irdelenmesi gereken bir inceleme alanı olarak ortada durmaktadır. Bu kurulların çalışma alanları son derecede genişlemiş ve ülkede tam rekabet ortamını gerçekleştirmeye çalışmaktan enerji piyasasını düzenlemeye kadar değişen alanlarda “özerk” olduğu belirtilen yeni kamu kuruluşları ortaya çıkmaya başlamıştır. Kendi gelir kaynaklarına sahip olan bu kurumlar diledikleri gibi personel alımı yapmakta, yüksek ücret politikası izlemekte ve kendi denetim organlarından başka bir organ tarafından denetlenememektedir. Hatta, TBMM’nin denetim yetkileri bile bu kurullar için yeterli ölçüde işletilememektedir.

 

Bu kurulların önde gelen özelliği personeline, benzer düzeyde iş yapan diğer kamu çalışanlarına yüksek ücret vermeleridir. Bu durum, her ne kadar kamuda ücret dengesizliği açısından önemli bir sorun yaratsa da, kamuda esaslı bir sorun olan kaliteli memur çalıştırma zorunluluğunun doğal bir sonucu olarak topluma açıklanmaktadır.

 

Ancak, Türkiye dışındaki ülkelerde mutlak olarak siyasal iktidar tarafından ve siyasal iktidarın çalışma programında yer alan politika ilkelerine göre çözümlenmesi gereken temel çalışma alanlarının siyasal iktidardan alınarak “özerk” nitelikli kamu kurumlarına bırakılması ve merkezi yönetimin,  tümü ulusal ekonominin yönetimine ve kaynak dağıtımına ilişkin olan bu temel çalışma alanlarında devre dışı bırakılması gerçeği üzerinde özellikle durmak gerekmektedir. Bu tür kurulların gerçek kurulma nedeni nedir? Neden merkezi yönetim kendi temel görev alanlarında dışlanmaya ve etkisiz ve yetkisiz bırakılmaya çalışılmaktadır? Bu konularda yetki neden siyasal baskılardan uzak kişilerin elinde bırakılmak istenmektedir? Bunun böyle olmasını isteyen ana güç kimdir?

 

Üst kurullar ile ilgili sorunlar bu açılardan ele alındığında sorunsal tüm açıklığı ile ortaya çıkmaktadır. Bir kere, ulusal ekonominin yönetimi açısından daha ehil kadrolara gereksinim duyulmakta ve daha iyi ücret ödeme olanaklarıyla daha kaliteli personel işe alınmak istenmektedir. [104]

 

Ancak, daha önemli olanı, siyasal iktidarın bu temel konular üzerindeki yetkilerinin sınırlanmak istenmesidir. TRT örneğinde, özerkliğin gerçek zorlayıcı nedeni siyasal iktidarın devletin elindeki kitle yayın araçlarını kendi siyasal amaçları doğrultusunda kullanılmasının önlenmesidir. Üniversitelerin özerkliği ise, siyasetçinin ve siyasal tercihlerin ve baskıların bilimsel özgürlüğün serbestliği öngören çalışma koşullarının dışında tutulması isteğinden kaynaklanmaktadır. Son kurulan özerk üst kurulların ise, kamu tarafından yönlendirilen kıt ekonomik kaynaklarının siyasetçiler tarafından yağmalanmaması, kamu yönetiminde hırsızlığın ve yolsuzluğun önüne geçilmesi, kıt ekonomik kaynakların siyasetçiler ve yetersiz devlet yöneticileri tarafından istismar edilmesinin önlenmesi isteğinden kaynaklandığı artık anlaşılmaya başlanmıştır.

 

Özerk üst kurulların kurulmasını isteyen ve yeni kredi paketlerinin açılabilmesi için bir ön koşul olarak öne süren ise, başta IMF olmak üzere, Türkiye’ye dış kredi sağlayan uluslararası kurum ve kuruluşlardır.

 

Mart 2002’de ortaya çıkan bir bunalım bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Başbakan Bülent Ecevit, Mart 2002’de bir açıklama yaparak, üst kurulların özerkliklerinin kaldırılacağını açıklamıştır. Bu açıklama üzerine, IMF derhal devreye girmiş, Türkiye’ye acil mesajlar göndermiş ve açıklamanının ardından daha 24 saat geçmeden Başbakan Ecevit geri adım atmak zorunda kalmıştır.

 

Olayları Başbakan adına açıklamak durumunda kalan ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş’in aşağıya alınan sözleri bu durumu tam açıklığıyla ortaya koymaktadır:

 

“IMF yönetimi Sayın Başbakan’ın özellikle, ‘talimat verdim, yasayı değiştireceğiz’ sözlerine takılmış. Biz kendilerine Sayın Başbakan’ın uygulamadaki aksaklıklarla ilgili rahatsızlığını dile getirdiğini, (üst kurullardan) geri adım atılmasının söz konusu olmadığını anlatmaya çalıştık… Türkiye’deki haberler satırı satırına çevrilip anında IMF merkezine gidiyor… Ama, sonuçta bize 30 milyar dolar verdiler. 24 saat aralıksız bizi izliyorlar. IMF merkezinin izlemesiyle kalmıyor bu iş. Bizimle ilgili her türlü bilgi anında G-7 ülkelerinin başkentlerine de gidiyor. Bunu yapmaları çok normal. Çünkü Türkiye’nin başarısız olması onları da olumsuz etkiliyor… Eskiden bakanların yaptığı görevler artık kurullara veriliyor. Siyaset tabii ki topluma yön verir, ekonomiye yön verir. Aksi halde siyasilerin işlevi kalmaz. Ancak, bu olayı rant kavgasından ayırmak lazım. Siyasiler özerk kurullara, ‘şu grubun işini çöz, bu grubun işiniş çöz’ dememeli. Geçmişte bunlar olmuş. Şimdi yeni düzene geçiyoruz. Siyaset topluma yön verecek. Günlük işlerden çekilecek. Kurullar yasa ve yetkileri çerçevesinde tekelleşmeyi, rüşveti, rant dağıtmayı önleyecek… Düşünün hala bana gelip, ‘Ziraat Bankası’na talimat ver, şu işi çözsün’ diyen var…” [105]

 

Yukarıda yapılan açıklamalar ve Derviş’in sözleri, bir kamu yönetimi sorunsalı olan özerk üst kurullar sorunsalını tümüyle ve kesinlikle açıklamaktadır. Türkiye’de devlet yönetimi gerçekten bitmiştir. Hırsızlık ve yolsuzlukların ulaştığı boyutlar, artık, temel devlet yönetimine ilişkin işlevlerin bile siyasetçilerin elinden alınmasını ve siyasetçilerin etki alanı dışında bırakılmasını zorunlu kılar duruma gelmiştir. Ne varki, sorun, ülkenin iç dinamikleri ile değil, fakat uluslararası kredi kuruluşlarının baskılarıyla çözümlenmektedir. Siyasetçinin ise, hala bu kurumların ekonomik olanakları üzerinde gözü vardır. Kavga, son 40 yılın rekorunu kıracak şekilde (yüzde 9.4) küçülen ulusal milli gelir pastasından siyasal yandaşlara pay ayırmak kavgasıdır. Özerk üst kurullar, bu kavgada kamusal çıkarı korumak üzere kurulmuşlardır. Açıklıkla belirtilmelidir ki, böyle bir uygulama devlet yönetimi ve demokarsisi gelişmiş hiç bir ülkede düşünülemez ve hatta hayal dahi edilemez. Ancak,  ülkemizdeki siyasal ve bürokratik kokuşmanın ulaştığı boyutlar, başka ülkeler için hayal dahi edilemeyecek bir ucubeyi ülkenin siyasal ve yönetsel gerçekleri arasına sokmuştur. Bu olgudan çok ciddi dersler çıkarılması gerekir.

 

 

 

 

 

 

 



 

BÖLÜM  7

 

 

 

YÖNETİMİN YOZLAŞMASI

 

 

 

 

 

 

Susurluk Sendromu: Devlet Yönetiminin Temel Sorunu

 

“Susurluk”, bir sendrom, bir belirti, bir ipucu ve bir göstergedir. “Susurluk”, kötü yönetimin, yönetimde yozlaşmanın, bürokratik hastalıkların, plutokrasinin, ganimetin yağmalanması sisteminin, yönetimde hukuk dışılığın ve “komitacı” yönetim anlayışının göstergesidir.

 

“Susurluk”, bürokrasinin bir “meritokrasi”, yani erdemlilik yönetimi olmadığı sistemin adıdır.

 

“Susurluk”, aynı zamanda, bir simgedir. ‘Politikacı-sermayedar-bürokrat-yeraltı suç örgütleri’ dörtlüsünün karapara ve haksız kazançtan çıkar elde etme ve paylaşma için yaptıkları güçbirliğinin simgesidir. “Susurluk”, kirli toplumun simgesidir.

 

“Susurluk”, aynı zamanda bu kitabın da simgesidir. Çünkü, bu kitabın ana tezi “Susurluk” türü yönetim biçiminin ülkeye yıllardır egemen olduğunu saptamak ve bu durumun artık devam etmemesi gerektiğini topluma anlatmaktır. “Susurluk” belki bir kaç kişinin karıştığı bir siyasal, toplumsal ve yönetsel olaydır. Ancak, ülkede pek çok “susurluk sendromu” (SS) vardır. Toplum olarak ana hedefimiz SS’leri toplumdan silmek ve temiz toplum, temiz ülke, temiz insan ve temiz bürokrasiye ulaşmak olmalıdır.

 

Kutlu Savaş tarafından hazırlanan Susurluk Raporu’ndan alınan bazı bölümler “Türkiye’de yönetim neden ve nasıl kirlenmiştir?” sorusunun yanıtlarını vermektedir: “Kamuoyu, siyasetçi-yeraltı dünyası-kamu kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır. Bu faaliyetlerin terörle mücadele ve ülke menfaatleri olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur... Devletin tüm kuruluşları yapılanlardan haberdardır. Başıboşluk, Susurluk kazasının bardağı taşırmasıyla etrafa yayılmış, ‘Devlet Sırrı’ olan konular gazete haberlerinin, makalelerinin ana konusu haline gelmiştir. Her şeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması ise yapılan işlerdeki ciddiyetsizliğin en önemli göstergesidir... Mesela İzmit, Adapazarı, Bolu ekseninde işlenen cinayetlerin ortak noktalarından biri polis-jandarma-itirafçı örgüt mensuplarının faaliyetlerinin yörede yoğunlaşmış olmasıdır. Cinayetleri işleyenler burayı değiştirmek gereğini dahi duymamışlar, yarattıkları ürküntü, güçlerinin delili olmuştur... Devlet sustuğu için meydan çetelere terk edilmiştir. Her şeyden haberdar olan MİT’e, 150 bin kişilik asayişten sorumlu polise rağmen etrafına 15-20 kişi toplamış kabadayılara yaptıklarının hesabını sormak mümkün olamamıştır… Bütün bu çete faaliyetlerini Susurluk olayı adıyla vasıflandırmaz ve topyekün ıslah projeleri ele alınmazsa, mahalli çetelerin ve kabadayıların devlete diklenecekleri zamanın çok uzakta olmadığını söylemek kehanet sayılmayacaktır… İşlerin karmaşık yapısı, devlet kurumlarının içine girdiği laubalilik, gevşeklik ve ciddiyetsizlikten kaynaklanmaktadır… Bu noktada yetkililer olayları engellememiş, hatta teşvik etmişlerdir… MİT ve Emniyet arasında kavga vardır. Gücün ve olanakların kavga nedeniyle bölünmesi, öncelikle başarısızlığı getirmiştir. Sonra her iki teşkilat diğerinin çabalarını küçümsemiş ve bu hal iki teşkilatın işbirliği imkanlarını belki de yok etme noktasına kadar sınırlamıştır… MİT-Jandarma-Polis bağlamında büyük sorunlar bulunmaktadır. MİT’e göre, 1992 yılından 1997 sonuna kadar 100’ün üstünde MİT kaynağı, yani MİT’e bilgi belge taşıyan kişi, diğer güvenlik birimlerince sorguya alınmış, bunların önemli bir kısmı şiddet dahil baskıya tabi tutulmuş, 25 civarında kaynak taraf değiştirmiş, 15’i faili meçhul cinayete kurban gitmeleri sonucu, hayatlarını kaybetmişlerdir… Devlet içinde bir infaz grubu kurulmuştur. Ancak devlette böyle bir yetkiyi kim kullanacaktır? Şu husus bilinmektedir: Olağanüstü hal bölgesinde adam öldürme konusunda karar mercii başçavuşlara, komiser yardımcılarına ve daha önemlisi, bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu olan itirafçılara kadar inmiştir. 1996 yılında Kolordu Komutanlığı’nın her türlü düzensizliğe son vermek için harekete geçmesi, adam öldürmedeki keyfiliği bir noktaya kadar önlemiştir. Mahkemelere kadar gitmiş kişilerin, elden ele teslim edilerek devlet elindeyken köprü altında ölü olarak bulunmasının faili meçhul olmayacağı aşikardır. Hukuk devleti kuralları dışına çıkıldıkça, bu kuralların dışına çıkan bazı Özel Tim görevilerinde bir takım alışkanlıklar oluşuyor. Hukuk dışına çıkmak bu kişilerde alışkanlığa dönüşüyor ve çeteleşme olgusu başlıyor. Devlet bir yeraltı suç örgütleri devleti olma sürecine girmişti. Bu süreç durmuştur.” [106]

 

Rapordan önemli başlıklar:

 

·     Bazı kanun kaçakları hem MİT ve hem emniyet tarafından özel amaçlarla kullanılmıştır.

·     15 dolayında ülkücü, bazı operasyonlarda kullanılmak üzere yurt dışına çıkarılmıştır.

·     PKK’ya maddi destek sağlayan bazı kişiler, emniyet içindeki birimlerce öldürülmüştür.

·     Devletin güvenliği için kullanılan bu kişiler daha sonra bazı kanunsuz işlere girmişlerdir.

·     Azerbaycan’daki darbe girişiminde bazı devlet görevlilerinin de kullanıldığı anlaşılmaktadır.

·     Örtülü ödenekten kullanılan 50 milyon dolarlık paranın büyük bölümünün kaydına rastlanmamaktadır.

·     Topal, bazı bürokrat ve görevlilere rüşvet verdi, imkanlar sağladı. Bunlar arasında emekli General … ve Emniyet Müdürü … da bulunuyordu. Topal’dan 17 milyon dolar istendi. Topal mehil istedi. Para ödendi, ancak yerine ulaşmadı. Ödeme yapılan mutemet kişiler, bu parayı ilgili kişilere dağıtmadığı için Topal için ölüm emri çıktı.

 

Yukarıda yer alan sözler bir devlet yönetimi biçimine ilişkindir. Günümüzün temel devlet değerleri olan hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkeleri açısından ele alındığında, bu tür bir yönetim anlayışının tam anlamıyla çağdışı bir anlayış olduğu açıklıkla görülmektedir. SS, devlet yönetiminin gelmiş olduğu çizgi bakımından büyük önem taşımaktadır. Önemli olan, ülkenin bir köşesinde meydana gelen bir trafik kazası değil; devleti yönetmek durumunda olanların yönetişim biçemlerinin içine düştüğü açmazın derinliği ve ülke insanının bu bağlamda ödediği pahanın yüksekliğidir. Bu nedenle, SS olgusu kamu yönetimi disiplini açısından çok daha ayrıntılı olarak irdelenmeli ve bu olaydan gerekli dersler çıkarılmalıdır.

 
“Derin Devlet”: Devlet ve Yeraltı Suç Örgütleri İlişkisi

 

Devlet yönetiminin yasa dışı bazı klik ve kişilerle içiçe olduğuu sıklıkla ileri sürülmektedir.

 

Zülfü Livaneli, bir yazısında şunları söylemektedir: “Dünyada, mafya sistemine en uzak kişilerden birisidir Ecevit. Ama yıllardan beri … mafyanın üstüne gidemiyor. Bir zamanlar nasıl kontrgerillanın üstüne gidemediyse şimdi de mafya konusuna ilişemiyor. Birileri elini kolunu bağlıyor Ecevit’in. Yanlış bilgi veriyor, doğacak devlet skandalının büyüklüğü ile tehdit ediyor, koalisyonun bozulması ihtimalini dile getiriyor... Kısacası, yıllardır Türkiye’nin yönetiminde yetkili olan Ecevit döneminde mafya ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti el ele, kol kola bir görüntü sergiliyor. Mafya babalarına verilen kırmızı pasaportlar, zaman aşımının yanlış bildirilmesi, devlet kağıtlarında yapılan tahrifatlar birbirini kovalıyor… Mafya söz konusu olunca devlette akan sular duruyor: Demirel’den Ecevit’e kadar herkes, sanki suç ortaklığı sessizliğine bürünüyor… Bunun sebebi mafya ile devletin iç içe geçmiş oluşu. Ne yazık ki, dış merkezlerde Türkiye de bu kategoride algılanıyor. Yani mafyalaşan devletler ya da kriminal devletler arasında… Türkiye bu işin altından kalkamayacak gibi görünüyor. Devlet adamları işi kurcalamaya kalktılar mı öyle bir cehennem ağzı açılıyor ki önlerinde, ürküyorlar. Susurluk’da olduğu gibi devletin kirli çamaşırlarının iyice ortaya çıkmasından korkuyorlar. Bu yüzden de unutturma yolunu seçiyorlar. Türkiye’nin en büyük gazetelerinde onlarca yazar her gün ‘Bu nasıl devlet?’ diye haykırıyor. Manşetler Ankara’nın yüzüne şamar gibi iniyor. Ama hiç aldıran yok. Çünkü aldırmanın maliyeti; kelepçelenerek mahkemeye çıkarılacak olan büyük mü büyük siyasetçiler, liderler, eski başbakanlar, bakanlar, milletvekilleri ve yüksek bürokratlar. Bunu göze alabilirler mi dersiniz? Bence alamazlar! Bu yüzden bu skandal da diğerleri gibi unutulacak ve biz aslında hapiste olması gereken adamların önünde ceketlerimizi iliklemeye devam edeceğiz. Ne yazık ki, devleti mafya ile iç içe geçen ulusların kaderi bu.”  [107]

 

Susurluk davasına bakan İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi 12 Şubat 2001 günü verdiği kararla, Susurluk olayından yargılanan iki kişiyi 6 yıl, öteki bazı kişileri de 4 yıl ağır hapis cezasına çarptırmıştır. İlgililere, bu cezanın yanında, kamu hizmetlerinden ömür boyu mahrum bırakılma cezası da verilmiş ve verilen cezalarda herhangi bir nedenle indirim yapılmamıştır. Bu karar mahkemenin suç işlemek üzere çete kurmak suçundan verebileceği en ağır cezadır. Mahkum olanların hepsinin devlet memuru iken bu tür eylemlerde bulundukları gözönüne alınırsa, bu kararla Türkiye’de “derin devlet”, yani yeraltı unsurlarıyla akçal ve siyasal işbirliği ve çıkar bağlantısı içinde olan kamu görevlilerinin bulunduğu gerçeği ispatlanmış olmaktadır.

Devletin Güvenilirliği

 

Kuşkusuz, devlet olgusunun temel misyonu her ülkede olduğu gibi ülkemizde de yönetilenlerin ve toplumun güvenini kazanmaktır.  Yurttaşların, devlete güvenlerinin olmadığı toplumlarda, güçlü ve gerçek bir devlet olabilmenin ön koşulu ortadan kalkmış olacaktır. 1999 yılı içinde PİAR-GALLUP şirketinin yaptığı bir araştırma bu konuda oldukça çarpıcı sonuçlar ortaya koymuştur. Bazı köşe yazarlarının kaleminden araştırma sonuçlarını okuyalım:

 

Taha Akyol: “Sadece ANAP için değil, herkes için, özellikle de ‘sistem’ için son derecede önemli bir araştırma… Araştırmayı yöneten ANAP’lı Işın Çelebi şöyle özetliyor: ‘Durum iki türlü vahimdir. Birinci yön, milletin devletine olan güveni sarsılmıştır… Türkiye’de devletine güvenmeyen bir millet vardır. İkinci vahim yön, siyaset ve siyasetçi toplumun gerisinde kalmıştır. Siyaset kan kaybetmektedir…’ ANAP’ın araştırmasına göre, halkın yüzde 43’ü ‘sistemin daha da bozulmakta olduğunu’ düşünüyor. ‘Sistem çöküyor’ diyenlerin oranı yüzde 37’dir. Sistemi bir türlü iyi bulanların oranı ise yüzde 19’da kalıyor!...” [108]

 

Cüneyt Ülsever: “Kişisel kanımca, gündeme en ağırlıklı olarak düşmesi gereken haber, 8 Kasım 1999 günü Sayın Şükrü Elekdağ’ın Milliyet Gazetesi’nde yayımladığı ‘Halkta güven bunalımı’ başlıklı yazı idi. Sayın Elekdağ, ciddiyetinden kimsenin kuşku duymayacağı PİAR-Gallup’un ‘milletin kurumlara ve liderlere ne kadar güvendiği’ konusunda yaptığı kamuoyu araştırmasını hem yayımladı, hem de yorumladı. Araştırmanın konusu ‘güven’ ve çıkan sonuç tüyler ürpertici! Milletin % 72.5’i kendisini güvenlikte hissetmiyor… Daha doğrusu, ülkenin temel kurumlarına duyulan güven duygusu her geçen gün azalıyor… Üç yıl gibi kısa bir sürede (1996: Refahyol koalisyonu-Eylül 1999) TSK’ya, ülkenin en fazla güvenilen kurumuna duyulan güven % 81.3’ten  % 65.1’e düşmüş. Düşüş oranı hemen hemen % 15! TSK, 28 Şubat’a en yakın olan Ağustos 1997’de % 72.7 güven sağlamış, Anasol-D ve DSP azınlık hükümeti sırasında tekrar bir yükselişe geçtikten sonra bu trendi genellikle korumuş, ama Eylül 1999’da güçlü bir düşüş yaşamış. Aynı sürede Cumhurbaşkanı da % 64’den % 51.2’ye gerilemiş. Parlamento zaten düşük olan güvenilirlik oranını % 25.1’den % 21.2’ye düşürmüş... Peki muhalefet partileri ne yapmış? Onlar da güven bunalımından nasiplerini alıyorlar…  Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek parti/lider sıralaması içler acısı. Ağustos1999-Eylül 1999 arası sadece bir ay arayla ‘Türkiye’nin sorunlarını hiç birisi çözemez’ diyenlerin oranı % 25.7’den % 35.8’e yükselmiş.” [109]

 

Yurttaşların devlete güven duygusunun sarsılmaması devlet yönetimi açısından çok büyük bir önem taşımaktadır. Vatandaşın devlete ve devletin temsilcilerine güven duyması pek çok uyuşmazlık konusunu bir sorun durumuna gelmeden önleyebilecek önemli bir potansiyel güç kaynağı olmak durumundadır. Vatandaşın bu inanç ve güveninin devam etmesi devletin vatandaşların sorunlarına sahip çıkması ve kendilerine eşit ve adil davranması ile olanaklı olabilecektir.  Ülkemizin yakın geçmişinde yer alan sosyal olayların büyümesi ve siyasal çözüm yollarının tıkanması dönemlerinde olayların çok büyük boyutlara ulaşmasının önemli nedenlerinden biri bu güven duygusunun sarsılmış olmasıdır. 

 

‘Dürüst ve saydam devlet’ kavramı ancak halkın kendisini ilgilendiren konularda yönetime ve karar alma sürecine katılımı ile sağlanabilir. Bu kavramın gelişmesi ve güçlenmesi demokratik kültür değerlerinin gelişmesinde en fazla katkıda bulunacak temel oluşumlardan birisi olarak kabul edilmelidir.

 

Ülkemizde yönetilenlerin yönetime katılmaları ve görüşlerini dile getirmeleri olanakları oldukça sınırlıdır. Bu durum devletin saydamlaşmasını önlemekte, bazı bilgiler topluma aktarılmamakta ve sonuç olarak da toplumun bilgilenme ve bilgilendirilme hakkı yeterince güvence altına alınamamaktadır. 

 

Ortaya çıkan bir başka sonuç da yönetilenlerin yönetenler üzerindeki doğrudan denetim olanağının ortadan kalkması olmaktadır.

 

Türkiye’de iş dünyasının önde gelen temsilcilerinden olan İshak Alaton devletin olması gereken biçimi konusunda şunları söylemektedir: “Susurluk örtüldü, çünkü sultan öyle emretti. Parlamentoda pankart açan liseli çocuklar hapisle cezalandırıldı. Sultan kendisini toplumdan soyutladı ve kutuplaştı. Deprem gecesinde sultan zihniyeti yıkıldı. Halk, artık 40 yıldır emir veren sultan devleti değil, yepyeni bir devlet istiyor. Türk toplumu, baskıcı sultan zihniyetini, bitmekte olan bu asırla birlikte tarihe gömmek istiyor. Helsinki’de alınacak müsbet karar, Türkiye’de göstermelik değil, hakiki demokrasiye geçişin başlangıcı olacaktır… Susurluk olayından sonra toplumun çığlıkları, sağır kulaklara ulaşmadı. Toplum, sultanlı yönetimden bıkmış, yolun sonuna gelinmiş. Halk, ezilen ve güdülen bir toplum olmayı reddediyor. Toplum, kendisine hesap vermekle yükümlü şeffaf bir yönetim istiyor. Çetelerin yönetimini reddediyor. Yani, devletin tamamının yeniden yapılanmasını istiyor. Emir veren sultan devleti reddediyor, hizmet veren yepyeni bir devlet istiyoruz.” [110]

 

“Komitacılık kötü devlet geleneği” diyen Mesut Yılmaz, son zamanlarda giderek yaygınlaşan yönetsel yozlaşma örneklerine değinerek, Türkiye’nin devlet geçmişinde, devlet acze düştüğünde bir takım “milliyetperver” insanların hukuku zorlayarak devleti kurtarmaya çalıştığı ve adına “komitacılık” denen kötü bir gelenek olduğunu, Türkiye’nin bundan her zaman zarar gördüğünü belirterek şunları söylemiştir: “Geçmişteki yanlışların, devlet hayatından silinmesi gerekir. Temiz duygularla başlayan komitacılık geleneği, devlete yarardan çok zarar getirdi. Bir kez hukuk dışılık devlet tarafından kabul edilirse başka alanlardaki hukuk dışı eylemler engellenemez. Çeteler, Hizbullah, Susurluk ve Batman’da bu görüldü… Geçmişindeki yanlışlarla hesaplaşmayan devletler bundan kurtulamazlar.” [111]

 

Devlete Güveni Sarsan Nedenler

 

Türkiye’de halkın devlete güven duygusunu sarsan üç temel olgu vardır: yolsuzluklar, işleyeni (faili) bilinmeyen siyasal nitelikli cinayetler ve bürokratların ve siyasetçilerin yasa dışı kişilerle ilişkileri.

 

Türkiye’nin yakın geçmişine baktığımızda, her iki olgu konusunda da içaçıcı bir tablo ile karşılaşabilmek olanağı yoktur. Yakın siyasal ve yönetsel geçmişimiz yolsuzluk örnekleri ile doludur. Türkiye’de son 25 yılda meydana gelen yolsuzluklarla ilgili bir internet sitesinden [112] alınan bazı bilgiler bu alandaki kötü anıların anımsatılması amacıyla aşağıya aktarılmıştır.

 

Mobilya Yolsuzluğu: Yahya Demirel, kaliteli mobilya adı altında yurt dışına sunta ve adi tahta ihraç etti. Bu işlem karşılığında hazineden 20 milyon lirayı aşan miktarda vergi iadesi aldı.

 

HEMA Traktör: Ford traktörlerinin Türkiye’de yapımını üstlenen şirketler grubunun yurda soktuğu 201 traktörün kayıp olduğu, yasalara aykırı biçimde ithalat yapıldığı ve çeşitli bankalardan usulsüz krediler sağlandığı saptandı.

 

Tuncay Mataracı: Gümrük ve Tekel eski Bakanı Mataracı, 105 milyon lira rüşvet almakla suçlandı. İddialardan bazıları şöyle: 1972’deki personel atamasının tamamının yasalara aykırı olması.  İpsala giriş, Habur ve Cilvegözü çıkış kapılarında kaçakçı çete ve şebekelerinin istekleri doğrultusunda atama yapma. Demir kaçakçılığı yapılan liman gümrüklerine, bu işlerle uğraşanların istemleri doğrultusunda atama yapma. Bu işler karşılığında 105 milyon lira rüşvet alma. İşgüzar davasından da yargılanan bir şahıstan rüşvet alma. Yurda kaçak silah sokma…  Yüce Divan, Mataracı’yı “görevi kötüye kullanma ve rüşvet alıp verme” suçlarından yargıladı, tüm malvarlığına ve banka hesaplarına el konulmasını kararlaştırdı. Ecevit hükümetinin bağımsız Başbakan Yardımcısı Faruk Sükan, “Ecevit hükümetinden, Mataracı yüzünden istifa ettim” dedi. Mataracı, 16 Mart 1982’de 36 yıl hapis, 787 milyon lira ağır para cezasına çarptırıldı.

 

Hilmi İşgüzar: SSK’da 209 milyonluk yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle CGP Genel Başkanı Feyzioğlu, Sosyal Güvenlik Bakanı Hilmi İşgüzar hakkında meclis soruşturması açılmasını istedi. İddiaya göre, SSK’ya gayrimenkul alım satımı sırasında Bakan usulsüz müdahalelerde bulunmuş ve 5 milyon liralık inşaata 28 milyon lira ödemişti. İddianın ortaya atılmasından iki ay sonra İşgüzar, “soruşturma komisyonunun serbest çalışması”nı sağlamak gerekçesiyle görevinden istifa etti. Milli Güvenlik Konseyi, Hilmi İşgüzar’ı, Bakanlığı döneminde “kayırma, usulsüzlük, yolsuzluk, nüfuz ticareti, suistimal, menfaat temini yoluyla SSK ve Bağ-Kur’u zarara sokmak” suçundan Yüce Divan’a sevketti.

 

Hayali İhracat: İhracata özendirme primi uygulama politikası yüzünden ihracat yapmadığı halde yapmış gibi belge düzenleyen birçok firma devletten trilyonlarca lira özendirme primi aldı. 1984’ten 1988 yılına kadar hayali ihracata ödenen özendirme primi resmi rakamlara göre -1988 yılı fiyatlarıyla- 120 milyar 51 milyon TL’yi buldu. Aralarında çok ünlü ve büyük firmaların da yer aldığı hayali ihracat vurgununda 58 firma hakkında dava açıldı. Ertan Sert, Turan Çevik ve Hasbi Menteşoğlu gibi işadamları hapis cezasına çarptırıldı.

 

İsmail Özdağlar: Devlet Bakanı İsmail Özdağlar’ın adı önce Etibank’ın verdiği usulsüz krediler ve Libya’dan tahsil edilecek müteahhit alacaklarında menfaat karşılığı öncelik verilmesi iddialarında geçti ve hakkında soruşturma açıldı. Bu konudaki soruşturmalar sürerken UM Deniz Nakliyat’in sahibi Uğur Mengenecioğlu, Özdağlar’ın kendisinden 25 milyon TL rüşvet istediğini açıkladı. Devlet Bakanı Özdağlar’la olan rüşvet pazarlığını teybe kaydeden Armatör Uğur Mengenecioğlu, içinde 25 milyon lira bulunan çantayı bizzat Bakan’ın kayınpederine verdiğini açıklayınca Özdağlar görevinden istifa etmek zorunda kaldı. Daha sonra dokunulmazlığı kaldırılan Özdağlar, Yüce Divan’da yargılandı ve iki yıl hapse mahkum edildi. Özdağlar 9 ay 18 günlük cezasının büyük bölümünü Keçiören Çocuk Islahevi’nde geçirdi.

 

Karayolları: Karayolları eski Genel Müdürü’nün görev sırasında 8 milyon dolarlık bir servet edindiği ortaya çıktı. Genel Müdür, 1996 yılının Kasım ayı sonlarında Ankara 7 nci Asliye Ceza Mahkemesi’nde, servetinin kaynağını inandırıcı biçimde açıklayamadığı için 3 yıl hapisle cezalandırıldı.

 

Jaguar Olayı: Jaguar Türkiye Distribütörü, dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın kızına son model bir Jaguar hediye etti. Ancak, Turgut Özal’ın talimatıyla hediye araba iade edildi.

 

İstanbul Bankası: İstanbul Bankası’nın etkinlikleri 1983 tarihinde durdurularak tasfiyesine karar verildi. İstanbul Bankası’nın 1979-1982 yılları arasında Genel Müdürü, bir murahhas aza ile bazı şirketlere o günkü değerlere göre 2 milyar 125 milyon lira kredi kullandırdılar. Banka’nın devlete olan 50 milyar liralık borcu o günkü Türkiye bütçesinin yüzde 6.7’sini oluşturuyordu. Şirketlere kredi açılması Bankalar Yasası’nın 41 inci maddesine aykırı bulundu ve ilgililer  hakkında dava açıldı.

 

TOFAŞ İhalesi: Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, TOFAŞ’taki kamu hisselerinin satılmasına danışmanlık yapacak firmanın seçimi için düzenlediği ihalenin teklif zarflarının ihale komisyonu yerine Başbakan Çiller tarafından Başbakanlık Konutu’nda açılarak ihalenin Finansbank-Lehman Brothers konsorsiyumuna verilmesi üzerine Özelleştirme İdaresi Başkanı ve ihale komisyonu üyeleri hakkında dava açıldı. Başbakan Çiller hakkında Meclis’te verilen soruşturma önergeleri gündeme alınmadı.

 

İSKİ: İSKİ Genel Müdürü’nün eski eşi, boşanma karşılığı olarak 8 milyar lira nakit, lüks bir daire ve lüks bir araba aldığını açıkladı. İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı ve İSKİ Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nurettin Sözen İçişleri Bakanlığı’na başvurarak bu haberler hakkında soruşturma açılmasını istedi. Yolsuzluğun sorumlusu  olan İSKİ Genel Müdürü yargılandı ve cezalandırıldı.

 

İLKSAN: İLKSAN, İstanbul’da Ömerli Barajı su toplama havzası içindeki 6 milyon metrekarelik imar izni olmayan arsayı, bir şirketden 346 milyar liraya almak için anlaştı. Şirket, Kasım 1992’de 120 milyar liraya aldığı arsayı, bu tarihten önce İLKSAN’a 346 milyar liraya ön protokolla sattı. Yani, şirket sahip olmadığı arsayı önce İLKSAN’a 346 milyara sattı, sonra hayali olarak sattığı arsayı üçte bir fiyatına asıl sahibinden satın aldı. Sonradan aldığı arsanın ilk ödemesi olan 95 milyarlık borcunu da İLKSAN’ın çekleriyle arsanın gerçek sahibine ödedi. Böylece koruma alanı içinde olduğu için metrekaresi 10 bin liradan kamulaştırılan araziye İLKSAN 57 bin 500 lira ödemiş oldu. Aradaki 226 milyar liranın komisyon olarak ödendiği anlaşıldı. Yolsuzlukla ilgili olarak İLKSAN yöneticileri ve arsayı satan hakkında dava açıldı. Yargılama sonucunda 17 sanık hakkında hapis cezası verildi.”

 

Bu tabloya eklenmesi gereken, “Lockheed rüşvet olayı” ve “Emlak Bank’daki Civangate” skandalı da yakın tarihimizde gerçekleşen önemli yolsuzluk olayları arasında yer almaktadır.

 

İşleyeni Bilinmeyen Siyasal Cinayetler ve Yasa Dışı Kişilerle İlişkiler

 

Türkiye’de devlete güveni sarsan bir başka önemli olgu, çok sayıda siyasal nitelikli cinayet olayının aradan geçen uzun zamana karşın hala aydınlatılamamış olmasıdır. Bu olaylarla ilgili olarak Devlet yöneticilerine karşı çok ciddi ithamlar ileri sürülmekte ve “derin devlet” nitelendirmeleri yapılmaktadır.

 

Olaylardan bazıları anımsatılmak amacıyla aşağıda sıralanmıştır: Uğur Mumcu, Muammer Aksoy, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Doğan Öz, Gün Sazak, Kemal Türkler, Tarık Dursun, Mehmet Sincar, Musa Anter, Necdet Bulut, Cavit Orhan Tütengil, Yasemin Cebenoyan, Onat Kutlar, Hulusi Sayın, İzzet Keser, Hamit Fendoğlu, Sevinç Özgüner, Vedat Aydın, Kemal Kayacan, Bahriye Üçok, Ümit Y. Doğanay, Metin Göktepe, Özdemir Sabancı, Nihat Erim, Ümit Kaftancıoğlu ve Ziya Ekinci.

 

Örgütlü ve planlı olduklarında hiç bir kuşku bulunmayan bu cinayetlerin bugüne kadar aydınlatılamamış olması, toplumun devlete karşı olan güven duygularının sarsılmasına ve azalmasına yol açmaktadır. Bu cinayetler, aynı zamanda, devletin ve rejimin geleceği açısından ne denli büyük tehlike ve tehditlerin var olduğunu göstermektedir.

 

Güneydoğu’da faili meçhul cinayet sayısının 800 civarında olması ve polisin çok başarılı uygulamasıyla ortaya çıkarılan Hizbullah gerçeğinden sonra mezar evlerde ele geçirilen onlarca ceset bu tehlike ve tehditlerin en güçlü göstergesidir. Bu olayların aydınlatılması ve çetelerin yakalanması amacıyla güvenlik güçlerinin önemli bir çaba gösterdiği ve bu çabanın son bir kaç yıl içinde önemli olumlu sonuçlar ürettiği açıklıkla görülmektedir.

 

PKK elebaşısı Apo’nun yakalanmasından başlayarak bölücü ve dinci terör örgütleri içinde yer alanların ve aynı zamanda adi suçlara yönelik suç örgütlerinin ele geçirilmesinde güvenlik birimleri önemli başarılara imza atmaktadır. Ancak, bu kötü oluşumun çok büyük boyutlara ulaşmış olması ve güvenlik birimlerinin içinde bulunduğu bazı kurumsal yetersizlikler ve kimi personel sorunları devlete güvenin sağlanması için yapılması gereken çok şey olduğunu göstermektedir.

 

Devletin güvenilirliğini kısıtlayan bir başka olgu da -nedeni ve amacı ne olursa olsun- bazı kamu yöneticilerinin yasa dışı kişilerle kurduğu ilişkilerdir. Örneğin, bu tür kişilerden birinin adının ermeni terör olayları ile mücadeleye karışması, MİT eski yöneticilerinden Eymür’ün bu kişinin MİT adına -kendisinin yalanlamasına karşın- görev yaptığı yolundaki açıklamaları, bu kişinin Fransa’da yakalanması sırasında üzerinden sahte olmadığı anlaşılan kırmızı pasaport çıkması, yakalanmasından sonra tamamlanmayan iade dosyaları, Fransa’dan istenmeyen ek yargılama talepleri, Fransa’ya yapılan başvurulardaki çelişkili zaman aşımı tarihi bildirimleri, sonuçta ortaya çıkan takipsizlik kararları ve bu kişinin ülkeye kendi isteği ile geri gelmesinden sonra iade konusu olan iki davadan birinin zaman aşımı nedeniyle düşmesi gibi olgular devletin bazı organlarının yasa dışı kişilerle ilişkileri konusunda ciddi duraksamalar yaratmaktadır.

 

Zaman aşımı ile davaya bakan Yargıc’ın Adalet Bakanlığı’nı suçlaması ise olayın boyutlarını göstermesi bakımından oldukça çarpıcıdır. Yargıç Tevfik Güngören, kararında şöyle demektedir: “Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü’nce mahkememize gönderilen ve dosyaya konulan 28 Eylül 1999 günkü cevap yazısındaki 8 Ekim 1998 günkü talimat evrakımızın şahsın Fransa’dan iadesi talebimize olumsuz etki yapmaması için saklandığının bildirildiği görüldü. Talimatımızın Fransız adli makamlarına intikal ettirilerek savunmasının alınmasının sağlanması gerektiği halde, sanığın iadesinin temini için belgelerin bakanlıkta saklandığı ve sonra da iade edildiği anlaşılmıştır...” [113]

 

Dava konusu olan kişi ise, hakkında koşullu iade kararı verildikten sonra Fransa’da şu açıklamayı yapmaktadır: “Benim şu anda içinde bulunduğum durum … devleti kendi çıkarları doğrultusunda yöneten yönetimlere karşı olmamdan kaynaklanmıştır. Halk artık benim problemimin, devleti kendi çıkarları doğrultusunda yönetip, vatandaşını unutan yönetimlere karşı olduğunu bilmektedir. Türkiye’ye dönersem ben değil, benimle ilişkisi olan siyasiler, bürokratlar ve işadamları düşünsün. Ben süt kadar beyaz, su kadar duru değilim ama bazı yöneticilerden çok daha şerefliyim.”  [114]

 

Aynı kişi, basına yansıyan bir başka telefon konuşması bandında  Türkiye’deki devlet yönetimi hakkında şu değerlendirmeleri yapmaktadır: “… Bugün Türkiye’nin başında gayrimeşru bir hükümet var… Türkiye’de bir problem var. Onu çözmeye çalışıyorum. Erbakan ve tarikatçılar dinsiz, imansız. Demirel, Özal’dan sonra koltuğa oturmak için memleketi bu duruma soktu. Çiller de durumu daha kötüye soktu… Türkiye’de iki önemli şahıs var. Onları önce televizyona çıkıp rezil edeceğim. Onlar Yalı çetesiyle birlikte Türkiye’nin kanını emiyor.  Yanlarına kalmayacak. Benim için operasyon planladılar. Ben bunu Emniyet’e yakın bir bakandan öğrendim. Bakan beni aradı, ‘Kendine dikkat et’ dedi. Bu konular hakkında yakında televizyonlara açıklamalar yapacağım.” [115]

 

Ve, Türkiye’de temiz siyaset yapılması için çağrı aynı kaynaktan gelmektedir. “Ben canını kurtarmak için devletini idam sehpasına çıkaran kansızlardan değilim… Mustafa Kemal Atatürk’ün partisi olan CHP’ye genel başkanlık yapan Sayın Deniz Baykal ve Bülent Ecevit, eşkiyanın başı olan bu hükümetin başına destek verip koalisyona devam ederse, TC’de bulunan milyonlarca sosyal demokrat Mustafa Kemal öbür dünyada yakasına yapışır, hesap sorarlar… Türkiye’de hükümetler sokaktaki vatandaşı hiç bir zaman düşünmemişlerdir. Kendilerini güçlendirmek için devletin imkanlarını kendi yandaşlarına soydurtmuşlardır. Vatandaşın hakkını yiyen ve çalan bu hükümetleri nefretle kınıyorum”.  [116]

 

Öte yandan, Gaziantep’te baklava çalan çocuklar cezalarını çekerek hapisten çıkmakta, Meclis’te pankart açan üniversiteliler 96 yıl hapis cezasına çarptırılmakta, Manisa’lı lise öğrencileri ile ilgili dava bu gençlerin tüm geleceklerini karanlığa mahkum edecek şekilde sürmekte ve İstanbul’da boş geçen dersleri için öğretmen isteklerini bir yürüyüşle dile getirmek isteyen çok küçük yaştaki öğrenciler hakkında üç yıl hapis istemiyle dava açılmaktadır.

 

Bu çerçevede telefon tehditleri, tetikçi görevlendirmeleri ve haber gönderme yollarıyla kamu bankalarının satışına müdahale edilmekte, medyada istenen yönde eldeğiştirmeler için baskı ve zora dayalı düzenlemeler yapılmakta, MİT’de yapılması istenilen atamalar için siyasal ve bürokratik müdahaleler planlanmakta, eski bir Başbakan’ın yalı komşuları için vurucu timler oluşturulmakta, bazı kişiler esrarengiz cinayetlere kurban gitmekte, ünlü şarkıcılar arasında çıkan uyuşmazlıkların çözümü için arabuluculuk yapılmakta, haber alma görevlisi “kaç” diyebilmekte”, bir bakan “kendine dikkat et” haberleri gönderebilmekte, bir Bakan yaptığı telefon konuşması açığa çıkınca istifa etmek zorunda kalmakta, iki aya kadar öldürüleceksin denilen kişiler cinayete kurban gitmekte, poliste dava dosyaları hazırlanırken bazı isimler bilerek çıkartılmakta, davalar istenen türde bilgiler gönderilerek şekillendirilmekte ve bazı kişilere bu yolla hukuksal koruma sağlanmakta, televizyonda rakip siyasi parti hakkında açıklama yapması durumunda olanlara banka sahibi yapma sözleri verilmekte, televizyonlara tehdit telefonları açılarak bazı siyasetçiler hakkında olumsuz yayın yapmaları durumunda kalemlerinin kırılacağı bildirilmekte ve işadamlarına karşı lav silahlı suikastler planlanmaktadır.

 

Ve, 29 Mayıs 1999 günlü Hürriyet Gazetesi’nde anlamlı bir başlık: “ ‘Delilsiz’ beraat. Abdi İpekçi suikastine katıldığı ve Ağca’ya suç ortaklığı yaptığı gerekçesiyle 20 yıl hapis istemiyle yargılanan Oral Çelik ‘delil yetersizliğinden’ beraat etti. MİT görevlileri ‘Hatırlayamıyoruz’, Emniyet ‘İfadeleri bulamıyoruz’ deyip, tek görgü tanığının güvenliği sağlanamayınca, mahkeme delil bulamadı.”

 

İçişleri eski Bakanı Meral Akşener’in kamuoyuna açıkladığı Alaattin Çakıcı-Eyüp Aşık telefon görüşmesi bandının deşifre edilmiş metninde Çakıcı tarafından kullanılan şu sözler üzerinde durmakta olduğumuz konu açısından son derecede çarpıcı ayrıntılar vermektedir: “Vallahi abi, biliyorsun, o zaman seninle konuştuk … Sen o zaman bize haber verdin, işte biz de o zaman dediğin gibi yer değiştirdik… Mesut Bey önce bizim hemşerimiz… O buraya sağlam gelmemeli, ölü gelmeli deyince bu işe üzüldüm. Ömer Göktuğ dedi ki Mesut Bey beni televizyona çıkartacak. Aslında Mehmet Ali Yılmaz’la da konuştum. Dedi ki ben de Mesut’la konuştum. Televizyona çıkıyorsun dedi. Sonra ... baktım ki benim hiç bir zararım olmamış, sadece benim Mesut Bey’e faydam olmuş... Bana bir banka teklif ettiler…” [117]

 

Benzer türde bir ilişkiyi Uğur Mumcu soruşturmasında da görmek olanaklıdır. Uğur Mumcu’nun katillerinin yakalandığı ve suçlarını itiraf ettikleri polis tarafından açıklanırken, Mumcu’nun ailesi yalnızca “ihtiyatlı bir iyimserlik” içinde olduklarını açıklayabilmiştir. Mumcu ailesinin bu yaklaşımının doğru olduğu daha sonra anlaşılmıştır. Uğur Mumcu’nun polis tarafından açıklanan ve olay yerinde uygulaması yaptırılan katillerinin gerçek katiller olmadığı, İstanbul emniyetinin yönlendirmesiyle bu yönde açıklama yaptıkları, daha ilk duruşmada önceki tüm açıklamalarını reddettikleri ve “itirafçı” bile olmak istemedikleri gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Bazı polis yöneticilerinin bu olaydaki davranış biçimleri, kamu yönetiminin gelmiş olduğu olumsuz konumu işaret etmesi bakımından son derecede önemlidir.

Kamu Yönetiminde Rüşvet, Yolsuzluk ve Karapara Aklama

 

Yönetimde haksız kazanç sağlamanın temel yolu olan rüşvet, tarihin derinliklerinden bu yana toplumları esir alan ve çürüten büropatolojilerin başında gelmiştir.

 

Ziyaroğulları Devleti Hükümdarı Keykavus tarafından yaklaşık 900 yıl önce devlet adamlarına öğütlerde bulunmak amacıyla yazılan “Kabusname” adlı yapıt, rüşvetin siyasal, yönetsel ve toplumsal davranış bilimleri açısından son derecede ayrıntılı çözümlemesini yapan ilginç bir çalışmadır. Yapıtda yer alan “Sakın ha ‘Herşey benim olsun’ demeye kalkma, zira tamamını sana vermezler… Öyle yüksek makamların yiyicilerinin çok olacağını; sana herşeyi yedirmeyeceklerini asla aklından çıkartma! Eğer mutlaka yiyeceksen avuçla değil parmak ucuyla ye ki sonradan boğazında kalmasın!... Başkalarının yemesine müsaade etmeden sen tek başına yemeye kalkarsan, mahrum bıraktıkların boş durmaz ve yediğin her lokmayı kustururlar” [118] sözleri bu bürokratik hastalığın yapısı ve özellikleri hakkında önemli ayrıntıları ortaya koymaktadır.

 

Türk kamu yönetiminde, öteki bazı ülkelerde de olduğu üzere, dün olduğu gibi bugün de yolsuzluklar yapılabilmektedir. ABD’de ortaya çıkan ve önemli sonuçlar üreten ‘Watergate’ ve son yıllarda İtalya’da yaşanan ve kamuoyuna ‘Temiz Eller’ şeklinde yansıyan olayların benzerlerinin ülkemizde olmadığını ve toplumumuzun bu tür büropatolojilerden uzak olduğunu ileri sürebilmek olanağı yoktur. Parlamentoya ve yargıya intikal etmiş pek çok olay ve dosya vardır. İlgili bakanlıkların Teftiş Kurulları’nda da bazı olayların soruşturması devam etmektedir. Ancak, hemen belirtilmelidir ki, olaylarla ilgili soruşturma, kovuşturma ve yargılama çok fazla zaman almakta ve kamuoyunu etkileyecek ve tatmin edecek sonuçlara ulaşılamamaktadır. Bu durum bir yandan kamu vicdanının yaralanmasına yol açarken öte yandan bürokrasi üzerindeki denetimin etkisinin fevkalade sarsılması ile sonuçlanmaktadır.

 

Halkın devlete güvenme duygusunda bazı zayıflık noktaları ortaya çıkmaya başlamıştır. Bunların başında da keyfi yönetim tehlikesi, yolsuzluk olaylarında artış ve bürokratik etik değerlerde erozyon olgusu gelmektedir.

 

Öte yandan, kamu yönetiminde yolsuzluklarla ilgili olarak kamu vicdanını olumsuz olarak etkileyen ciddi bir tehlike başgöstermiştir. Bu tehlikeye ilginç bir isim İçişleri Bakanı Sadettin Tantan tarafından verilmiştir: yolsuzluk ekonomisi. Tantan şunları söylemektedir: “Biz inanıyoruz ki, ekonomide de adaletin hakim kılınması açısından, yolsuzluk ekonomisinin mutlak suretle ortadan kaldırılması gerekir. Eğer topyekün mücadele anlayışı ülke bütünlüğü içinde hakim kılınırsa, terör örgütleri ve yolsuzluk ekonomisiyle mücadele son derece basitleşecektir. İnsan, mal ve para hareketlerini takibi açısından süratle bir yasa hazırlanmıştır. Bundan sonra insanların mal ve para hareketleri tamamen devletin kontrolu altında olacaktır.” [119]

 

Tantan bir başka açıklamasında da “yolsuzluk terörü” var demektedir. Ve, yine Tantan döneminde bir yolsuzluk haritası çıkarılmak üzere harekete geçilmektedir. Dünya Bankası’nın İçişleri Bakanlığı’na sağlayacağı ve TESEV tarafından kullanılacak bir fon ile Türkiye’deki yolsuzluğun nedenlerini belirleyecek bir dizi araştırma yapılarak sonuçları İçişleri Bakanlığı’na verilecektir.

Rüşvet ve yolsuzluk konusunda her gün yeni bir gelişme kamuoyuna yansımaktadır. “Türkiye’de yapılan ihalelerin yüzde 10’u çetelere rüşvet olarak gidiyor” [120] diyen İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım kendisi hakkında suç duyurusunda bulunan dönemin Bayındırlık ve İskan Bakanı Yaşar Topçu’nun başvurusu üzerine açılan soruşturmada Savcılığa verdiği ifadesinde de aynı iddiayı yinelemiştir.

 

İzmit Ticaret Odası’nca yaptırılan bir araştırmada, resmi ve özel kuruluşlarda iş takibi yapanların yüzde 47’sinin yasal bedelin dışında ikinci bir bedel olarak rüşvet ödemek zorunda kaldığı ortaya çıkmıştır. Yasa dışı bedel ödeyen deneklerin yüzde 24.5’i  tapu daireleri, yüzde 14’ü gümrükler, yüzde 12’si, belediyeler, yüzde 11.6’sı da milli eğitim kurumlarında rüşvet ödemek zorunda kaldıklarını belirtmişlerdir. Rüşvetlerin yüzde 71.1’i doğrudan ve yüzde 28.9’unun da bir aracı vasıtası ile verildiği anlaşılmıştır.

 

Yolsuzluklarla etkili bir şekilde mücadele edilmekte olduğu konusunda toplumda çok önemli duraksamalar vardır. Ayrıca, yolsuzlukların önlenmesi, ortaya çıkarılması, soruşturulması ve kovuşturulması konusunda yasal ve kurumsal eksiklikler vardır. Merkezi Berlin’de bulunan “Transparency International” adlı araştırma kuruluşu tarafından yapılan ve toplam 54 ülkeyi kapsayan 1997 “Dünya Rüşvet Ligi” sıralamasında Türkiye’nin 8 inci sırada yer aldığı ve Türkiye’yi İspanya ve Yunanistan’ın izlediği ortaya çıkmıştır. Türkiye, 1996 yılında 22 nci sıradaydı.

 

Maliye Bakanı Sümer Oral, TBMM’de bir soru önergesini yanıtlarken, rüşvetin çok failli bir suç olması, belge ve bilgiyle kanıtlanmasının zorluğu nedeniyle ortaya çıkarılamaması yüzünden yaygınlaştığını, rüşvette kullanılan bedellerin olabildiğince büyüdüğünü ve rüşvetin kurumsallaştığını söylemiştir. Oral, mal bildiriminde bulunulması, rüşvet ve yolsuzlukla mücadele yasası gereğince Türkiye genelinde 1.187.020 kişinin mal bildiriminde bulunmasının zorunlu olduğunu belirtmiştir. Oral, söz konusu yasa nedeniyle toplam 41 dava açıldığını, bu davaların 13’ünün beraat ve 4’ünün mahkumiyet kararı ile sonuçlandığını ve 13 davanın da devam etmekte olduğunu söylemiştir.

 

Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 1999 yılı verilerine göre, Türkiye’de suç işleyenlerin sayısı düşerken rüşvet, zimmet, irtikap suçlarında patlama meydana gelmiştir. 1999 yılının ilk altı ayında asayişe etkili suçlar yüzde 15.2 oranında azalmış ancak, buna karşılık, rüşvet, zimmet ve irtikap suçları yüzde 162 oranında artmıştır.

 

Bürokratik yozlaşma süreci ve bürokratların sahip oldukları etik değerlerde meydana gelen erozyon vatandaşın devlete karşı olan güvenini esaslı ölçüde sarsmaktadır.

 

Yukarıda belirtilen unsurların tümünün bir sonucu olmak üzere, yeterlilik düzeyi kuşkulu ekipler ve klikler yönetim sorumluluğunu üstlenmekte, kamu hizmetine eleman seçmede siyasal ve ideolojik sadakat duygusu her türlü nesnel ölçütün önüne geçebilmekte, nitelikleri kısıtlı kişiler gerçek anlamda ehliyet ve liyakat isteyen görevlere getirilebilmekte ve tüm bunların sonucu olarak keyfi yönetim tehditi giderek büyümektedir.

 

Ülkemizde rüşvet ve yolsuzluklarla birlikte ele alınması gereken suçlardan bir başkası da, karaparanın aklanması olayıdır. Türkiye, bu suçun öneminin ayırdına daha yeni varmaktadır. Karapara, bir toplumdaki haksız kazançların ve yasa dışılığın bir ürünüdür. Karapara yanlış ekonomik ilişkilerin sonucudur. Suç ortamının gelişmesi için ana besleyici etmendir. Aynı zamanda, önemli bir vergi kaçağıdır. Türkiye’de yeraltı örgütleri karapara aklama işi ile içiçedir. Türkiye’de bu olgu, genellikle, şantaj, rüşvet, yolsuzluk, uyuşturucu ticareti ve kadın ticareti gibi yollardan elde edilen yasa dışı paranın yurt dışına kaçırılması ve buralarda banka hesaplarına yatırılması ya da gayrimenkul alımlarına harcanması yoluyla gerçekleştirilmektedir. “Off-shore” olarak isimlendirilen bankacılık türünün de bu olguya kolaylaştırıcı türde olanaklar sağladığı bilinmektedir. Bu nedenle, Türkiye’de karaparanın aklanmasının önlenmesi konusunda ciddi önlemler alınmalıdır. Her ne kadar bu yolda bir yasa da çıkarılmışsa da henüz istenilen sonuçlar elde edilememiş bulunmaktadır.

 

Türkiye’de, kamu yönetimi içinde rüşvet ve yolsuzluğun son derecede yaygın olduğu, kamu hizmetlilerine “bahşiş” verilmesi kavramının olağan duruma geldiği ve uzun yıllardan bu yana varlığı bilinen rüşvet ve yolsuzluk olaylarının kamu finansmanındaki kötüleşmeye koşut olarak hızla arttığı herkes tarafından bilinen ve kabul edilen toplumsal ve yönetsel bir olgudur. Bu bilinmeye ve kabul edilmeye karşın aşağıda bazı ilginç örnek olayların verilmesinde yarar görülmektedir.

 

Kamu yönetiminde yolsuzlukların yaygın olan bir başka yöntemi de, devlet kadrolarında görevli iken bazı yüksek meblağlı kamu ihalelerini yanlı olarak bazı şirketlere veren yöneticilerin daha sonra kamudan ayrılarak bu şirketlerde görev almalarıdır. Bu tür uygulamalar bir rüşvet olduğu kadar nüfuz ticareti yapmak anlamına da gelmektedir.

 

Aşağıda, kamuoyuna yansımış sayısız örnekolaydan yalnızca bir kaç tanesi sorunun boyutlarını vurgulamak amacıyla ele alınımştır:

 

İşadamından rüşvet isteği: Son 20 yılda yaptığı atılımla sahibi olduğu ABBATE gömleklerini dünyanın kendi alanındaki birinci şirketi yapan şirket sahibinin gelişen ekonomik kriz nedeniyle bir bankadan almak istediği ve yasal hakkı olan 3 milyon dolarlık kredi başvurusundan sonra kendisini arayan ve kimliğini açıklamayan bir kişi, olayın tüm ayrıntılarını aktararak, kredi sorununu çözebileceğini söylemiş, ancak bunun karşılığında kredi tutarının yüzde 10’unun kendisine komisyon olarak verilmesini istemiştir. Şirket sahibi bu gelişme üzerine kredi isteğinden  vazgeçmiş ve dünya birincisi şirketini satmıştır.

 

Murat Demirel’in şirketlerine aktarılan kamu kaynakları: Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun raporlarında, şirketleri hakkında “risklidir” görüşü belirtilen Egebank’ın eski sahibi Murat Demirel’in şirketlerine iki kamu bankası tarafından 132.3 milyon dolar kredi açılmıştır. Kredilerin geri dönmemesi üzerine diğer bankalarla birlikte bu iki banka da alacaklarını icra yoluyla takip etmeye başlamış ancak bu sırada Hazine Egebank’a el koymuştur.

 

Hindistan hükümetini deviren Türklere karapara davası: Hindistan’da ortaya çıkarılan yolsuzluk ve rüşvet skandalında, T.A. ve C.K., Hindistan Ulusal Gübre Kuruluşu’nun açtığı 38 milyon dolarlık ihaleyi kazanmışlardı. Bu paranın iki işadamına hiç bir teminat alınmadan ödendiği ve paranın tamamının İsviçre’deki banka hesaplarına yatırıldığı belirlenmişti. Paranın bir bölümünün ise dönemin Hindistan Başbakanı Narashima Rao’nun oğlu ile Ulusal Gübre Kuruluşu yöneticilerinin yabancı ülkelerdeki banka hesaplarına yatırıldığı anlaşılmıştı. Olay, 1996’da ortaya çıkarılmış ve kırmızı bültenle yakalanan kişiler İsviçre tarafından Hindistan’a iade edilmişler ve bu ülkede tutuklanmışlardır.

 

Rüşvet Alırken Yakalanan Sivil Havacılık Genel Müdürü: Merkezi Antalya’da bulunan Air Rose yetkilileri Ulaştırma Bakanlığı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü’ne başvurarak uçuş permisi almak istemişlerdir. Daha önce iki kez uçuş hakları Genel Müdürlük tarafından iptal edilen şirketin yöneticileri kendilerinden rüşvet istenmesi üzerine savcılığa başvurmuşlardır. Savcılık ve polis tarafından hazırlanan operasyon sırasında, Genel Müdür şirket yöneticisinin kaldığı otelde odasına giderek 50 bin dolar rüşvet almıştır Polis tarafından yapılan operasyonda, verilen para Genel Müdür’ün üzerinde çıkmış ve olay tüm aşamaları ile kayda alınmıştır. Genel Müdür’ün makamındaki kasada yapılan araştırmada ise özel kasadan 170 bin dolarlık banka hesap cüzdanı, mücevherat ve nakit para bulunmuştur.

 

Şişli Belediyesi’nde yolsuzluk: Belediye Araştırma Komisyonu tarafından hazırlanan rapora göre, hayali şirketlere kesildiği belirtilen faturaların toplam tutarı 10 milyon doları bulmuştur.[121] Ortaya çıkarılan bazı usulsüzlükler raporda şu şekilde belirtilmektedir: belediye adına bankadan alınan kredinin ŞİPA AŞ’ye aktarılması, aylık değeri 3.5 milyar olan Evledirme Dairesi’nin 50 milyon liraya kiraya verilmesi, hayali şirketlere para aktarılması, hayali asfalt yapımı için para harcanması, ödemesi yapılan işlere faturalarda rastlanılamaması, yapılmayan işler için sahte faturalar alınması ve bunlara dayanılarak ödeme yapılması, araştırma şirketlerine araştırma yaptırılması ancak araştırma raporlarının bulunamaması,  hafriyatçı firmaya helikopter kirası için ödeme yapılması. Aynı konuda İçişleri Bakanlığı müfettişleri tarafından yapılan soruşturmada da benzer gözlemler yapılmakta ve yukarıdaki olaylara benzer pek çok usulsüzlük ve yolsuzluk olayının saptandığı anlaşılmaktadır.

 

Gümrüklerde yolsuzluk: Başbakanlık Teftiş Kurulu tarafından yürütülen bir soruşturma sonucunda, Gümrük İdaresi’nde bazı gümrük müdürlerinin karıştığı bazı yolsuzluk olayları saptanmıştır. Yapıldığı ileri sürülen usulsuzlük ve yolsuzluklar arasında sahte menşe belgeleriyle ithalat yapılması, gümrüklerden bu belgelere dayalı olarak yapılan mal çekişlerinde 100.000 dolar rüşvet alınması, tanesi 400-600 dolar olan elektronik aletlerin tanesinin 30-40 dolar üzerinden gösterilip vergi kaçakçılığı yapılması, büyük ekranlı televizyonların küçük ekranlı olarak gösterilerek usulsüzlük yapılması, bazı bürokratların sekreterleri ile birlikte tüm masrafları ithalatçı bir şirket tarafından karşılanmak koşuluyla Fransa’ya geziye gönderilmesi, tahakkuk ettirilen bazı ek vergilerin kapatılması ve polisin devreye gireceğinin anlaşılması üzerine geminin boşaltma yapacağı gümrük yerinin değiştirilmesine Gümrük Başmüdürlüğü’nün emriyle izin verilmesi gibi olayların bulunduğu anlaşılmıştır.

 

SSK’da rüşvet skandalı: SSK Bölge Müdürlüğü İhtiyarlık Servisi’nde, aralarında şeflerin de bulunduğu 8 memurdan oluşan rüşvet şebekesi ortaya çıkarılmıştır. Emekli olmak isteyen sigortalıların işlemlerini rüşvet karşılığı takip ettiği saptanan memurlar hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunulmuştur.

 

Yetim hakkını yediler: Teftiş Kurulu, Çocuk Esirgeme Kurumu’nun 113 çalışanının malvarlığında ‘olağandışı’ artış belirlenmiştir. 13 klasör dolusu yolsuzluk belgesi toplanmıştır.

 

SSK ve Bağ-Kur’da soygun ve rüşvet: Bağ-Kur’da rüşvetin tarifesinin 10 ile 100 milyon lira arasında değiştiği ve SSK’nın da personeli tarafından soyulduğu bildirilmiştir. Soygun yöntemleri arasında ise hiç sigortası olmayan kişinin başkasının adını kullanıp emekli olması, ölen kişinin maaşının ölmemiş gibi alınmaya devam edilmesi, ad ve soyadı benzerlikleri olan kişilerin hizmet sürelerini bilgisayarda birleştirerek erken emekli olmalarının sağlanması,  aynı isimli kişiye birden fazla sigorta sicil ve tahsis numarası verilerek bir kaç yerden emekli maaşı almasının sağlanması, değişik tahsis mumaraları kullanılarak bir kişinin birden fazla kişi adına aylık alması ve gerçekte hiç sigorta primi yatırmamış, hizmeti olmayan kişilerin bilgisayarda yapılan oynamayla hizmet süresi dolmuş gösterilerek emekli edilmesi gibi yöntemlerin bulunduğu anlaşılmıştır.

 

Köy Hizmetleri’nde yolsuzluk: Köy Hizmetleri Bölge Müdürlüğü’ne Mali Şube ekiplerince baskın yapılmış ve dosyalarda yapılan inceleme sonucunda üst düzey görevlilerin ihalelerde müteahhitlerle yolsuzluk yaptıkları belirlenmiştir. Bakanlık’dan gelen yaklaşık 1 trilyon liralık paranın müteaahhitlerle paylaşıldığının ortaya çıkarılması üzerine sanıklar hakkında mahkeme tutuklama kararı vermiştir.

 

Gümrük’de rüşvet: Uğur Dündar’ın hazırladığı Arena programı için gizli kamerayla çekilen rüşvet olayı üzerine 11 gümrük memuruna işten el çektirilmiştir. Göreve yeni başlayan Başmüdür ise, rüşvetin bir kangren gibi yönetimi sardığını söylemiştir. Arena programında, gümrük memurlarının her işlem için belirlenen miktardaki rüşveti bir havuzda toplayıp daha sonra aralarında paylaştıkları görüntülenmiştir.

 

Devlet üniversitesinde doğrudan satış: Bazı devlet üniversitelerinde “Amway” distribütörlüğü de yapan kimi öğretim görevlilerinin, başarısız öğrencileri distribütör olup ürün satma karşılığında geçirdikleri anlaşılmıştır. Devlet memuru oldukları için yakınları adına distribütörlük alan hocaların, ekonomik durumu bozuk ve nota ihtiyacı olan öğrencileri hedef seçtikleri belirtilmiştir.

 

Hastane Çetesi: Ankara Hastanesi’nin müstafi Başhekimi “Hastane personeli, firmalar ve siyasetçiler arasında çıkar ortaklığı kurulmuş; bakanlıkta da uzantıları var. Çeteler dürüst ihale işlemi yapılmasını engellemekte. İhalelere talip olan firmaların sayısı artırılamıyor. Sürekli aynı firmalardan alım yapma durumunda bırakılıyorsunuz. Yemek ve temizlik ihalelerinde rekabet olduğunu hiç görmedim” demiştir. [122]

Okul servislerinde rüşvet: İstanbul Servis Aracı İşletmeci Odası Başkanı, okul servis ihalelerinde usulsüzlükler olduğunu, bazı okul müdürlerinin milyarlarca lira karşılığında ihaleleri istedikleri servis işletmecilerine verdiklerini ve bazı siyasilerin de olaya karıştıklarını söylemiştir. Başkan, “Okul müdürlerine rüşvet yetiştiremiyoruz. En az bir milyar lira rüşvet veriyoruz... Rüşveti fazla alan okul müdürü istediği firmayı seçiyor” demiştir. [123]

 

Akademi çetesi: Spor akademilerine girmek isteyen adayların yerine para karşılığında lisanslı sporcu, beden eğitimi öğretmeni ve futbolcuları sokan 20 kişilik çete operasyonlarla gözaltına alınmıştır. Üniversite ile eşgüdüm içinde çalışan polis, sınav sırasında alınan video kayıtları ve fotoğrafların ardından çete elemanlarını yakalamıştır.

 

Teftiş rüşveti: Teftiş ettiği bürokrattan rüşvet istediği gerekçesiyle Ulaştırma Bakanı, bir bakanlık müfettişi hakkında Savcılığa suç duyurusunda bulunmuştur.

 

Bürokrattan rüşvet alan milletvekili: Fatih Altaylı yazıyor: “İktidar ortağı partinin milletvekillerinden biri, yanında bir bürokrat olduğu halde, partisine mensup bakanlardan birinin kapısını çalar. Yanındaki bürokratı uzun uzun metheder ve bu bürokratın partiye çok yakın bir kişi olduğunu, bu yüzden de tayin işinin halledilmesini ister. Milletvekillerinden gelen bu nevi isteklere alışkın olan bakan, durumu garipsemez. Bakacağını söyler ve ikiliyi yollar. Bunu takip eden günlerde milletvekili, sürekli bakanı arar ve işin peşini bırakmaz. Sonunda, tam istediği gibi olmasa da tayin işi hallolur. Fakat bakan bu durumdan işkillenmiştir. Milletvekili ile bürokrat arasında sanki bir alacak verecek meselesi varmış gibi gelir bakana. Ve bir gün atamasını yaptığı bürokratla karşılaşır. Hemen koluna girer ve sert bir tonla sorar: ‘Tayin için kaç para verdin o milletvekiline?’.  Afallayan bürokrat kem küm eder, ama gerçeğin ortaya çıktığını zannederek, ‘10 bin dolar sayın bakanım’ der.”  [124]

 

Uluslararası Gelişmeler

 

Kamu yönetiminde rüşvet ve yolsuzluk tüm dünya ülkelerinde giderek yaygınlaşmaktadır. Uluslararası ihalelerde de rüşvet giderek çoğalmaktadır. Hatta, bazı ülkeler iç mevzuatlarıyla uluslararası ticari ilişkilerde rüşveti özendiren düzenlemelere sahiptirler. Aralarında Japonya, ABD, Almanya ve Türkiye’nin de bulunduğu bazı ülkelerde uluslararası ihalelerde komisyon ya da hediye gibi isimler adı altında yapılan ödemelerin vergi matrahından düşürülmesine izin verilmektedir. Bir çok ülkede de, bu tür ilişkiler suç olarak kabul edilmekte ancak uygulanan yaptırımlar caydırıcı nitelik taşımamaktadır. Japonya bu ülkeler arasındadır. Dünyanın en güçlü şirketleri Japonya’dadır ancak bu ülkede tüzel kişilere uygulanan para cezası miktarı şirketin akçal gücüyle kıyaslanamayacak ölçüde azdır. Bu durum uluslararası ticari ilişkilerde rüşvet veren ülkeler lehine bir rekabet eşitsizliği ortaya çıkarmakta ve rüşvet veren ülkeler avantajlı olmaktadır. ABD, bu konuda ilk yasal düzenlemeyi yapan ülkelerden biridir ve bu nedenle Amerikan şirketleri esaslı gelir kaybına uğradıklarını ileri sürmektediler.

 

Rüşvet ve yolsuzlukla ilgili çalışmalar uluslararası alanda da sürdürülmektedir. Bunların başında Avrupa Birliği’nin aldığı önlemler gelmektedir. Avrupa Birliği, tüm üye ülkelerde rüşvet ve yolsuzluklardan arındırılmış bir kamu yönetimi kurulması hedefini benimsemiştir. Bu amaçla üye ülkelerin AB tarafından öngörülen yasal, kurumsal ve yönetsel önlemleri almaları gerekmektedir.

 

AB dışında bu konuda en fazla etkili çalışmalar yapan kuruluş ise OECD’dir. OECD “Finansal, Parasal ve Şirket İşleri Direktörlüğü”nün (Directorate for Financial, Fiscal and Enterprise Affairs) “UluslararasıYatırım ve Çok Uluslu Şirketler Komitesi”ne (Committee on International Investment and Multinational Enterprises -CIME) bağlı “Uluslararası İş İlişkilerinde Rüşvet Çalışma Grubu” “Uluslararası İş İlişkilerinde Yabancı Kamu Görevlilerinin Rüşveti ile Mücadele Sözleşmesi” konusunda önemli çalışmalar yapmaktadır.

 

Bu Sözleşme çerçevesinde, Sözleşme’ye taraf olan bazı ülkelerde elde edilen gelişmeler aşağıda özetlenmiştir:

 

Arjantin: Sözleşme’nin onaylanmasıyla ilgili taslak yasa incelenmek üzere Devlet Başkanlığı’na sunulmuştur.

 

Avustralya: Sözleşme’yi onaylamış ve onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.

 

Avusturya: Sözleşme’nin uygulanmasını düzenleyen mevzuat uygulama alanına konulmuştur. Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.

 

Belçika: Sözleşme’nin uygulanması için Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan kanun kabul edilmiş, yayımlanmış ve yürürlüğe girmiştir. Sözleşme’nin onaylanmasıyla ilgili yasa Parlamento tarafından kabul edilmiş ve Kraliyet tarafından onaylanmıştır. Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.

 

Brezilya: Onaylama çalışmalarının kısa zamanda tamamlanması beklenmektedir.

 

Bulgaristan:  Sözleşme’yi onaylamış ve onay belgelerini OECD Sekreteryası’na teslim etmiştir. Ceza Kanunu’na ek yapılmasıyla ilgili Kanun Parlamento tarafından kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir. Sözleşme, Resmi Devlet Gazetesi’nde yayınlanmış ve bu tarihten itibaren bir iç hukuk belgesi olarak yürürlüğe girmiştir.

 

Kanada: Yeni mevzuat Senato ve Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilmiştir. Sözleşme onaylanmıştır. Gerek uygulama yasaları ve gerekse Sözleşme yürürlüğe konmuştur.

 

Şili: Onay yasa tasarısı meclise sunulmuştur.

 

Çek Cumhuriyeti: Ceza Kanunu’na ek getiren yasa Temsilciler Meclisi tarafından kabul edilmiştir.

 

Finlandiya: Sözleşme’nin onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir. Ceza Kanunu’na ek yapan yasa yürürlüğe girmiştir.

 

Fransa: Danıştay’ın görüşlerini alan hükümet Sözleşme’yi onaylanmak üzere Parlamento’ya sunmuştur. Meclis, Sözleşme’yi onaylamıştır.

 

Almanya: Sözleşme’yi onaylamıştır. Uygulama mevzuatı Sözleşme ile birlikte yürürlüğe konulmuştur.

 

Yunanistan: Sözleşme onaylanmıştır. Uygulama mevzuatı da aynı gün kabul edilmiştir. Onay belgeleri teslim edilmiştir.

 

Macaristan: Sözleşme ve Macar Ceza Kanunu’da değişiklik yapan yasa tasarısı Parlamento’ya sunulmuş ve onaylanmıştır. Onay belgeleri teslim edilmiştir. Ceza Kanunu değişikliği kabul edilmiş ve yürürlüğe girmiştir.

 

İzlanda: Onay belgeleri teslim edilmiş ve uygulama mevzuatı parlamentodan geçmiştir.

 

İrlanda: Hükümet Sözleşme’nin onayı için yasa tasarısının hazırlanmasını kararlaştırmıştır.

 

İtalya: Temsilciler Meclisi, Sözleşme’yi onaylamıştır. Sözleşme ile birlikte yolsuzluk ve sahtecilik cürümlerine karşı düzenlemeler getiren bazı yasa tasarıları da meclise sunulmuştur. Meclis yasa tasarısında değişiklik yaparak tüzel kişilere cezai olmayan yaptırımların uygulanmasını kabul etmiştir. Bu İtalyan hukuku için yeni bir düzenlemedir. Hükümete bu gibi kuruluşlara 1.5 milyon Euro’ya kadar para cezası da verme dahil olmak üzere çeşitli yaptırımları uygulama yetkisi verilmiştir.

 

Japonya: Sözleşme ile birlikte Haksız Rekabetin Önlenmesi Yasası’nda değişiklik öngören yasa tasarısı Ulusal Meclise sunulmuştur. Meclis, Sözleşme’yi onaylamış ve uygulama mevzuatını kabul etmiştir. Onay belgeleri teslim edilmiştir.

 

Kore: Sözleşme ve uygulama mevzuatı Ulusal Meclis tarafından kabul edilmiştir. Onay belgeleri teslim edilmiştir. Sözleşme ve uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir.

 

Meksika: Sözleşme, Senato tarafından kabul edilmiştir. Uygulama mevzuatı Kongre’nin her iki meclisi tarafından da kabul edilmiştir. Onay belgeleri OECD Sekreteryası’na teslim edilmiştir.

 

Yeni Zelanda: Sözleşme, Parlamento’da ilgili komiteye gönderilmiştir. Uygulama mevzuatı da ilgili komiteye gönderilmiştir.

 

Norveç: Onay belgeleri teslim edilmiştir. Ceza Kanunu’nda değişiklik yapan yasa yürürlüğe girmiştir.

 

Slovakya: Sözleşme onaylanmıştır. Ceza Kanunu’nda değişikliği de öngören uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir. Onay belgeleri teslim edilmiştir.

 

İspanya: Parlamento, hükümete Sözleşme’yi onaylama yetkisi vermiştir.

 

İsveç: Sözleşme ve uygulama mevzuatı Parlamento tarafından onaylanmıştır. Onay belgeleri teslim edilmiştir. Uygulama mevzuatı yürürlüğe girmiştir.

 

Türkiye: Sözleşme, Parlamento tarafından onaylanmış ve Şubat 2000’den itibaren yürürlüğe girmiştir. Uygulama mevzuatının hazırlanması için bakanlıklararası bir komite kurulmuş ve çalışmalarına başlamıştır.

 

İngiltere: Onay belgeleri teslim edilmiştir. İngiltere’de halen yürürlükte olan mevzuatın Sözleşme’nin gereklerini yerine getirme konusunda yeterli olduğunun anlaşılmasına karşın İngiltere yolsuzluklar konusunda yeni düzenlemeler yapmak istemektedir. Birleşik Krallığın deniz aşırı ülkelerinin de kapsam içine alınması için çalışmalara başlanmıştır.

 

Amerika Birleşik Devletleri: Senato hem Sözleşme’yi ve hem de uygulama mevzuatını kabul etmiştir. Kongre, uygulama mevzuatı konusundaki çalışmalarını tamamlamıştır. Uygulama mevzuatı Başkan tarafından onaylanmıştır. ABD onay belgelerini teslim etmiştir.

 

Söz konusu Sözleşme’nin ana ilkeleri şunlardır:

 

·     Uluslararası ihalelerde yabancı şirketlerin komisyon ya da hediye gibi adlar altında aracılara ödeme yapması yasaktır.

·     Uluslararası ihalelerde rüşvet verdiği belirlenen yabancı şirketlerin yetkilileri rüşvet olayının gerçekleştiği ülkede yargılanabilecektir.

·     Sözleşmeye taraf olan ülkelerde ihaleler yakından izlenecek ve saydamlık ön plana çıkacaktır.

 

OECD belgelerine taraf olabilmek için genelde uygulanan süreç üye olmak isteyen tarafların durumlarının incelenmesi ve uygun olup olmadıklarının karara bağlanmasıdır. Çalışma grubu, Sözleşme’ye taraf olacak ülkelerde aranacak koşulların belirlenmesi için bir geçici komite kurmuştur. Geçici komite, Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkeler için çalışma grubu tarafından iki ölçüt geliştirmiştir: açık ve tutarlı kurallar geliştirme ve yürürlüğe koyma iradesi ve Sözleşme’nin etkililiğini koruma istekliliği. Geçici komite bu ölçütlerin gerçekleşmesi için aday ülkelerin kendi bünyelerinde kurumsal, hukuksal ve ekonomik değişiklikler yapılmasını kabul etmelerinin gerekli olduğuna karar vermiştir. Geçici komite Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkelerin Sözleşme’nin gereklerini çok iyi anlamış olmalarının da gerekli olduğuna karar vermiştir. Buna göre, Sözleşme’ye taraf olmak isteyen ülkelere bir bilgi paketi verilecektir. Aday ülkeden genel hukuksal çerçeveleri ile ilgili bir soru kağıdını tamamlamaları istenecektir. Bilgi paketi içinde kamu sektörünün düzeltimi ve kamu görevlilerinin ahlaki davranış yasası gibi öteki OECD birimlerinde yapılmakta olan çalışmalar konusunda da bilgiler yer alacaktır. Soru kağıdının alınmasından sonra Sekreterya belgeyi inceleyecek ve çalışma grubuna değerlendirme raporu sunacaktır. Çalışma grubu gerekli görürse aday ülkenin uzmanları ile toplantılar yapılmasına karar verebilecektir. Bu çalışma sonucunda çalışma grubu uygun görürse aday ülkeye gözlemci sıfatıyla ve çalışma grubu tarafından uygun görülecek bir süreyle çalışma grubu toplantılarına katılma hakkı verecektir. Bu süre sonunda aday ülkenin anlaşmaya taraf olma konusundaki çalışmalarına bakılarak gerekli görülürse bu süre uzatılabilecektir. Çalışma grubunda inceleme sürecinin olumlu sonuçlanmaması ya da ilgili ülkenin gerekli bilgileri vermemesi durumunda yapılması gerekenler konusunda çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu bağlamda, özellikle Afrika ülkeleri bakımından bu ülkelere yönelik çalışmaların yoğunlaştırılması, yolsuzlukla mücadele çalışmaları konusunda yapılmakta olan çalışmaları içeren bilgilerin paylaşımında yoğunluğun artırılması, OECD’nin konuyla ilgili diğer bölümleriyle işbirliği yapılması ve OECD tarafından daha önce hazırlanmış olan “Yolsuzluklarla Mücadele Bildirisi”ne taraf  olmalarının sağlanması istenmektedir.

 

OECD tarafından hazırlanan “Çok Uluslu Şirketler Rehberi” çok uluslu şirketler için ahlaki davranış kurallarını belirlemek amacını taşımaktadır. Rüşvet ve öteki yolsuzluklarla mücadeleyi öngören Sözleşme de aynı amaçları paylaşmaktadır. Bu bölümde ele alınan ana ilke ise “Şirketler … uygun olmayan yerel siyasal etkinliklerden kaçınmalıdır” hükmünü taşımaktadır.

 

Sözleşmeye taraf ülkelerde uygulanma koşullarının geliştirilmesi ve iç mevzuatta uyumun sağlanması bağlamında yapılması beklenen düzenlemeler ise şunlardır:

 

·     rüşvet olaylarının kovuşturulmasında “kamu çıkarı” koşulunun aranmaması

·     bir ekonomik zararın ortaya çıkmış olması  koşulunun ortadan kaldırılması

·     rüşvet miktarının önemli sayılmasını sağlayan ve önemli sayılmayan konularda kovuşturma açılmasını önleyen düzenlemelerden uzaklaşılması

·     yaptırımların güçlendirilmesi

·     “yabancı kamu görevlisi” deyiminin tanımına açıklık getirilmesi

·     yargı yetkisinin kapsadığı alan kavramına açıklık getirilmesi

·     rüşvetin vergiden indirilmesi uygulamasına son verilmesi

·     tüzel kişilere uygulanacak yaptırımların güçlendirilmesi

·     zaman aşımı kavramına kesinlik kazandırılması

·     suçun unsurlarının açıklık ve netlikle belirlenmesi

·     “şirket ana merkez istisnası” ve “küçük çaplı kolaylaştırıcı ödemeler” gibi sözleşmenin etkisini azaltacak uygulamalardan vazgeçilmesi

·     rüşvetten yararlanan üçüncü tarafların kovuşturma kapsamına dahil edilmesi

·     para cezası, el koyma ve müsadere gibi yaptırımların ağırlığının caydırıcı nitelikte olması

·     “yabancı kamu görevlisi” kavramının net bir biçimde tanımlanması

·     “atanmış” ve “seçilmiş” görevliler kavramına açıklık getirilmesi

·     gerçek kişilerin yanında tüzel kişilere de sorumluluk getirilmesi ve bu sorumluluğa uygun ve caydırıcı nitelikte yaptırımlar düzenlenmesi.

 

Konuyla ilgili uluslararası kuruluşlardan biri de Dünya Bankası’dır. Dünya Bankası’nın bazı çalışanlarının rüşvet ve yolsuzluk olaylarına bulaştıkları bilinmektedir. İbrahim Elvan isimli bir Pakistanlı’nın aniden 1.3 milyon dolar değerinde bir ev satın almasından sonra başlatılan soruşturma sonrasında Dünya Bankası yetkilileri rüşvet ve yolsuzluk ihbarlarının yapılması için özel bir telefon hattını kullanıma açmak zorunda kalmıştır.

 

Hatta, Avrupa Birliği bürokrasisi içinde dahi rüşvet ve yolsuzluk olaylarıyla karşılaşılabilmektedir.

 

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de bu yolda yeterli olmasa dahi önemli sayılması gereken bazı önlemler alınmaktadır. Örneğin, Maliye Bakanlığı içinde kurulan MASAK (Mali Suçlar Soruşturma Kurulu) bu yolda atılan ilk önemli adımdır. Bu kurulun bağlılığın Maliye Bakanlığı mı yoksa İçişleri Bakanlığı mı olması gerektiği konusunda tartışmalar sürmektedir; ancak, bu kurulun kurulmuş olması dahi yerinde bir adımdır.

 

Ayıca, “Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Kanunu”nun yürürlüğe girmesi bu yolda çok önemli bir adım olmuştur.

 

Aynı şekilde, Türkiye’nin OECD sözleşmesine imza koyması da uygun bir davranıştır. Bu bağlamda, bundan sonra atılacak adımın gerek AB mevzuatına uyum sağlanması ve gerekse OECD sözleşmesine uyum yasalarının çıkarılması yolunda olması gerekmektedir.

Yozlaşma Örnekleri

 

29 Eylül 1999 tarihli Milliyet’in iç sayfasında büyük bir başlık: “Kadrolaşma tam gaz. Hükümet ortakları devletteki kadroları hızla paylaşıyor. Resmi Gazete’de günde ortalama 36 atama kararı yayınlanıyor.” Haber metni de şöyle: “Gündemin deprem, ekonomi, Kıbrıs, AB, IMF gibi konularda yoğunlaşması atamaları durdurmadı. Son bir hafta içinde Resmi Gazete’de günde ortalama 30-36 atama ve görevden alma kararnamesi yayımladılar… Fındık alım kampanyasının başladığı gün Fiskobirlik Genel Müdürü V.E. Sanayi Bakanı tarafından ‘faks’ emriyle görevinden alınarak yerine, babasının Giresun-Piraziz’deki benzin istasyonunda çalışan C.A. atandı… Seçimlerde ANAP Kahramanmaraş adayı, seçilemeyince Çalışma Bakanlığı Müsteşarlığı’na atanırken, kardeşi de EBK Genel Müdürlüğü ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’na getirildi. … milletvekilinin oğlu Tüpraş’a denetçi olarak atandı. Yine özelleştirme kapsamındaki Tügsaş’ın yönetim kurulu üyeliğine, eski bakanın oğlu getirildi. … milletvekilinin kardeşi SİDAŞ yönetim kurulu üyeliğine getirilirken, iki eski milletvekili Türkiye Demir Çelik İşletmeleri yönetim kurulu üyeliklerine getirildi. Seçimler öncesinde CHP’den, ANAP’a transfer olan eski Belediye Başkanı, TPAO Genel Müdür muavinliğine atandı.”

Bu atamalara biraz daha yakından bakılınca tablo daha net olarak ortaya çıkmaktadır: POAŞ Yönetim Kurulu Başkanlığı’na milletvekili adayı, POAŞ yönetim kurulu üyeliğine ve Kıbrıs Türk Petrolleri Yönetim Kurulu Başkanlığı’na milletvekili adayı, TURBAN Yönetim Kurulu Başkanlığı’na eski milletvekili, TURBAN yönetim kurulu üyeliğine il başkanı, TÜPRAŞ Yönetim Kurulu Başkanlığı’na milletvekili adayı, PETKİM Yönetim Kurulu Başkanlığı’na büyükşehir belediye başkan adayı, TÜMOSAN yönetim kurulu üyeliğine eski milletvekili, Karadeniz Bakır İşletmeleri yönetim kurulu üyeliğine eski milletvekili.

 

28 Temmuz 1997 tarihli Hürriyet’de bir haber: “Korkunç kadrolaşma”. Haber şöyle: “İktidara gelir gelmez devletin kilit noktalarında müthiş bir kadrolaşma operasyonu başlatan Refahyol’un, 9 ayda yaklaşık 60.000 kadro kullandığı ortaya çıktı... Refahyol hükümetinin görevde olduğu süre içinde memur kadrosunda 34.555, geçici işçi kadrosunda 23.552, sözleşmeli personel kadrosunda ise 859 olmak üzere toplam 58.966 adet kadro artışı oldu... 1 Temmuz 1996 tarihinde 1.465.419 olan memur kadrosu sayısı Nisan 1997 tarihinde 1.499.974’e yükseldi… Refahyol, yeni hükümet kurulmadan hemen önce belediyelerden kamu kurum ve kuruluşlarına, belediyelerden belediyelere ve kurumlardan kurumlara yönelik atamaları da serbest bırakarak yönetim kadrolarına ‘son damgayı’ vurmaya çalıştı. Ancak yeni hükmet güven oyu alınca … bu genelge yürürlükten kaldırıldı.”

Politikacıların kamu olanaklarını kendi yandaşlarına ‘peşkeş çekme’leri ile ilgili en çarpıcı itiraf bir belediye başkanından gelmiştir: “Bana seçim kazandıranları işe almak zorundayım. Birilerinin çıkması lazım ki, yerlerine yenisi alınsın. Şu ana kadar 300 kişi işten çıkarıldı. Bu işi yalnız ben yapmıyorum. Seçimi kazanan her başkan yapıyor ve bugüne kadar da yapılagelmiştir”.

 

Öte yandan, Refahyol’un Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı döneminde yapılan ‘şaibeli’ SSK sınavının sorumluları, görevi kötüye kullanmak ve sahtecilik iddiası ile 12 yıla kadar hapis istemiyle Ankara Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başlamışlardır. Savcı tarafından hazırlanan iddianamede yer alan suçlamaların bazıları şöyle: kurum gereksinmelerini gözetip nitelikli adayların alınması yerine, siyasi iradenin isteği doğrultusunda parti üyelerinin ve parti yandaşlarının kuruma alınmasını ve kadrolaşmasını sağlamak, sınavları yasa ve yönetmelik hükümlerine uygun yapmamak, yanlı davranmak, yazılı cevap kağıtları üzerine silinti, kazıntı ve yeniden yazım işlemleri sonucunda önceden belirlenen adayların kazanmalarını sağlamak, sahte sözlü sınav tutanağı hazırlamak.

 

Türkiye’de devletin tıkanmasının en önemli nedeni ehliyet, liyakat ve kariyer sistemlerinin çökmesidir.  Bu üç ilke her toplumda bürokrasiyi üzerinde taşıyan temel sütunlardır. Bu temel sütunların işlevsiz bırakılması bürokrasinin çökmesi ile sonuçlanmaktadır. Türkiye’de yaşanmakta olan durum budur. Açıklıkla kabul edilmelidir ki, Türkiye’de bu üç temel kurum esaslı ölçüde yara almıştır. Devlet düzetimi hedefinin işlerlik kazanması için yapılması gereken ilk ve tek çalışma ehliyet, liyakat, kariyer ve kıdem sistemlerinde oluşan bu çökmeyi tamir ve ıslah etmek olmalıdır. Bu üç temel sistematik unsur oluşturulmadan devletin işler konuma gelmesi oldukça zor olacaktır.

 

Örneğin, MKE’de yapılan atamalar son decede ilginç görünümler almıştır. Cumhuriyet Gazetesi’nin haberine göre “Refahyol’un iktidara gelmesiyle genel müdür görevden alındı. 7 ay boş kalan koltuğa emekli Tümgeneral ... getirildi. Patlayıcı madde uzmanı M.Ç. genel müdür yardımcılığından alınarak, yerine öğretmenlik formasyonuna sahip olan D.M. atandı. Pirinçsan AŞ Genel Müdürlüğü’ne RP Kırıkkale milletvekili adayı, mesleği turizmcilik olan M.Y. getirildi. Çeliksan’a DYP Kırıkkale Milletvekili H.F.’nin akrabası Y.A. atandı. Atamalarda partizanlığın vardığı noktaya en iyi örnek Hurdasan Genel Müdürlüğü’ne yapılan atamada yaşandı. PTT hat bakım bölümünden emekli, sonra da Zonguldak’ta tüpçülük yapmaya başlayan R.K. Hurdasan’a müdür oldu. Antalya’daki pil ve batarya üreten Anpil AŞ’nin Genel Müdürlüğü görevine Van’ın Erciş ilçesinde seçimi kaybeden eski belediye başkanı turizm yüksek okulu mezunu İ.H.E. getirildi”.

Devletin üst kademe yöneticiliklerine yapılan atamalarda ehliyet ilkesine uyulmamakta, bunu güvence altına alacak kurumsal düzenlemeler bulunmamakta, yasal süreçler işletilmemekte ve ehliyetin tespitine yönelik teknikler geliştirilmemektedir.

 

İlerlemelerde liyakat ilkesi hemen hemen terkedilmiş, bu ilkenin  yerine doğru, akılcı ve kamu yararına  olmayan, ancak, özel bazı çıkarları korumaya yönelik ve kabul edilemez nitelikte unsurlar sisteme egemen olmuştur.

 

Ehliyet ve liyakat sisteminin terkedilmesine ek olarak, kıdem ilkesinin de ilerlemelerde gözönüne alınmaması kamu yönetiminde kariyer sisteminin çökmesi ile sonuçlanmıştır.

 

Bürokrasiyi ayakta tutan temel sütunlar olan bu üç ana ilkenin çökmesi sonucunda kamu yönetiminde kayırmacılık, partizanlık, verim düşüklüğü, israf ve yolsuzluklar yaygın bir görünüm almaya başlamıştır. Nitekim, DTP Genel Başkanı Hüsamettin Cindoruk ortağı olduğu hükümette siyasal kadrolaşma içine girenleri uyardığını belirtmiş ve bunun kimseye faydası olamayacağını bildirmiştir. Cindoruk, devletin valisini siyasal partilerin kapılarında dolaştırmamak gerektiğini de vurgulamıştır.

 

Yürütme ile ilgili temel önemli sorun kamu hizmeti kavramının var olduğu her toplumda mutlaka yer alması gereken, bürokrasinin iyi ve doğru işlemesi için gerekli minimum ön koşulları oluşturan ve bürokraside erdemlilik yükünü üzerinde taşıyan çok önemli ve temel ilkesel sütunların Türk kamu yönetiminde çökmüş olduğu gerçeğidir.

 

Bu üç temel koşulun bir arada olmadığı bürokrasiler bir ‘meritokrasi’ olmaktan çıkar ve birer ‘plutokrasi’ konumuna gelirler. Böylesi bürokratik yapılarda sistemin çökmüşlüğünü ispat eden çok önemli ve geçerli göstergeler olan rüşvet, yiyicilik, sahtekarlık, yolsuzluk, verim düşüklüğü, kişisel çıkarların toplum ve devlet çıkarlarının önüne geçmesi, siyasal kayırmacılık (favoritism), akraba kayırmacılığı (nepotism) ve ganimet yağmalaması (spoils system) gibi bürokratik hastalıkların ortaya çıkması ve sisteme egemen olması olağan karşılanmak gerekir.

 

Bir başka anlatımla, bürokratik etik değerler sosyo-ekonomik açıdan hızlı bir değişim gösteren toplumsal yapıya uygun olarak hızlı bir nitelik değiştirmesi göstererek erozyona uğramıştır. Ülkede girişilecek her yeni yönetim düzeltimi çalışmasında üzerinde durulması gereken sorunlar listesinin başında kayırmacılığın ve partizanca davranışların kariyer, ehliyet, liyakat ve kıdem sistemlerini yok etmesi gerçeği yer almak durumundadır.

 

Bu arada belirtilmesi gereken bir başka önemli sorun da, bürokrasinin kendi kendini yenileyememesi, eğitememesi ve üst yönetim kadrolarına eleman yetiştirememesidir. Kayseri Bölge İdare Mahkemesi Celal Karavelioğlu “Hukuk, Bürokrasi ve Siyaset” konulu konferansında, bürokrasideki yozlaşma ve yeni bürokrat tipi konusunda şunları söylemektedir: “Atlatma metodlarını çok iyi bilir, inisiyatif kullanmaz, yurt içi ve yurt dışı gezilerine bayılır. Sorumluluk almaz, iş yapar gibi görünür, parti kapılarında dolaşır. Çalışmayı sevmez. Bunun elbette değiştirilmesi lazım. Türkiye’de her alanda yozlaşma var. Tüm dünya ülkelerinde yozlaşma var. Ancak diğer ülkelerde sistem kendi kendini temizler. İşte sorun burada. Ülkemizde sistem kendini temizleyemiyor.” [125]

 

Belirtilen bu sorunların doğal bir sonucu olarak yürütmede keyfi yönetim tehditi, tehlikesi ve olgusu ortaya çıkmaktadır. Bu çok önemli ve sakıncalı olgu çerçevesinde, yeterlilik düzeyi kuşkulu kişisel ekipler, gruplar ve klikler oluşmakta, hizmete eleman seçmede lidere ve grup çıkarlarına en sadık olanlar arasında seçim yapılmakta, nitelikleri sınırlı kimseler gerçek anlamda ehliyet ve liyakat isteyen görevlere getirilmekte ve sonuç olarak çözümlenemeyen sorunlar listesi bir çığ gibi büyümektedir.

 

Sorunun kendi bakanlığı ile ilgili yönlerini yorumlayan Sağlık Bakanı Osman Durmuş, Türkiye’deki ‘torpil’in dünyanın hiç bir ülkesinde olmadığını belirterek sağlık hizmetlerinin sunumunda neden vardiyalı sisteme geçilmek istendiğini şu şekilde açıklamaktadır: “Türkiye’den başka bir ülkede vardiyalı uygulama yok. Bu, Türkiye’ye özgü bir uygulama. 30 yılın birikimi sonucu büyük kentlerde bulunan doktorları ve sağlık personelini daha verimli çalışmak için geliştirdiğimiz bir proje. Dünyanın hiç bir ülkesinde Türkiye’de olduğu ölçüde ‘torpil’ olmadığı için vardiya sistemini uygulayan başka bir ülke de yok. Normalde buna gerek de yok. Çünkü, zaten hastaneler 24 saat hizmet verir. Ancak, hekim yığılmasının olduğu hastanelerde bile kuyruk olduğunu görünce, bu personelden ikinci vardiyada yararlanmak için bu sistemi geliştirdik. Bu personeli başka yere tayin etmeye kalksak kiyameti koparacaklar. Biz de ya ikinci vardiyada hizmet verin, ya da ihtiyaç olan ile gidin diyoruz.” [126]

 

Muharrem Sarıkaya’nın gümrüklerden sorumlu Devlet eski Bakanı Rifat Serdaroğlu’ndan aktardığı ve aşağıda özetlenen olay ülkemizde yönetimin nasıl yozlaştığı konusunda önemli ipuçları vermektedir: Olay, Bakan’ın “Bakanlıkta her yıl yapılan rotasyonun süratle tamamlanmasını istemesiyle başlıyor.  Bu talimatı vermesinin üzerinden bir gün geçmeden bir milletvekili gelip rotasyona uğrayan bir memurun yerinde kalmasını talep ediyor.  Bir gün sonra bu kez başka bir partiden bir milletvekili Serdaroğlu’nun eline bir başka kağıt tutuşturuyor. Serdaroğlu Bakanlığa gittiğinde talebin aynı memur için yapıldığını görüyor. Gümrük Müsteşarlığı yetkililerinden birini çağırıp, bu memurun rotasyon sonucunda tayininin nereye çıktığını soruyor.  Büyük kentlerden birine tayin olduğu, gideceği yerin yaşam standardı açısından daha iyi olduğu bildiriliyor. Ancak, daha gün dolmadan bu kez kapısını bir başka partiden bir milletvekili çalıyor. Kısa bir hoş-beşten sonra pusulayı uzatıyor. Serdaroğlu, pusulada aynı memurun adını görünce şaşırıyor. Milletvekili, kuzeni olduğunu söylüyor. Ertesi gün Bakanlığa gittiğinde yakın bir milletvekili arkadaşının ziyaretine geldiğini görüyor. Daha kahveler içilirken, milletvekili konuya giriyor: ‘Rıfat abi, benim bir kuzenim var. Tayini çıkmış. Şimdi kışa giriyoruz. Bir süre daha orada kalsın. Müfettiş olarak bile kalmaya razı...’ Milletvekili cebinden talep kağıdını çıkartıp uzattığında Serdaroğlu’nun gözlerinden ateş fışkırıyor. ‘Şimdi bu senin kuzenin mi?’ sorusuna aldığı ‘evet’ yanıtı üzerine Serdaroğlu yakın arkadaşı olmanın verdiği rahatlıkla milletvekiline sesini yükseltiyor: ‘Haydi üç ayrı partiden üç ayrı adamı ayarlamış. Bu kadar dürüst adamsın, seni nasıl ayarlamış.  İki şehirden, iki ayrı kanatlardaki insanlarsınız. Şimdi bu hanginizin kuzeni? Girme bu işe…’ Bu söz üzerine, milletvekili başka birinin aracılığıyla bu kişinin adını getirdiğini söyleyip talebinden vazgeçiyor. Serdaroğlu, Gümrük Müsteşarlığı’na talimatını veriyor: ‘Bu adamın dosyasını bana hemen gönderin.’ Dosya geldiğinde, bir önceki tayin işleminde de aynı şekilde ayrı partilerden 4-5 milletvekilinin aracı olduğunu görüyor. Serdaroğlu, memurun tayin işleminin hemen dondurulması ve takibe alınması talimatını veriyor. Bununla da kalmıyor, devletin istihbarat birimlerinden de yardım istiyor. Bir süre sonra Emniyet İstihbarat’ından şu bilgi ulaşıyor: ‘Bu memurun yapılan incelemesi sonunda, her hafta sonu İstanbula gidip döndüğü ekte küpürleri bulunan uçak biletleri koçanlarında tespit edilmiştir. İstanbul’a gidişlerinde … adreste,  sevgilisi olduğu tespit edilen … isimli kişiyle kalmaktadır. Bu memurun iki villası, evleri, yazlığı, otomobilleri bulunmaktadır. Bankalarda ise büyük miktarda parası vardır. Bu kişiye, bir miras da kalmamıştır. Başka bir yan geliri de yoktur. Aldığı memur maaşı ile bu kadar parayı biriktirmesinin imkanı yoktur’.” [127]

 

KİT’ler de usulsüzlük ve yolsuzluklara konu olabilmektedir. Örneğin, Türk Telekom’da 1998 yılı içinde meydan gelen bir olay da, Telekom yöneticilerinin, kendi yakınlarına 5 bin cep telefonu dağıttığı ve kayıtsız olan bu telefonlardan ücret alınmadığı ortaya çıkarılmıştı. Yapılan incelemede 5.000 kişinin aylık telefon görüşmelerinin 40 milyar liraya ulaştığı saptanmıştı. Aynı kurumda daha önce ortaya çıkarılan bir başka olay da ise, normal telefonlarda da “VIP” adı altında bir uygulamaya gidildiği ve bu kişilerden yaptıkları telefon görüşmeleri için ücret alınmadığı anlaşılmıştı.

 

Bundan daha önemlisi, özelleştirilen CEP telefonlarının ihalesinde yaşanmıştır. TBMM KİT Komisyonu, iki cep telefonu şebekesinin yapılan sözleşemeye aykırı olarak, 400 binlik sınırı geçip 6 milyon aboneye ulaşması üzerine, Başbakanlık’dan Türk Telekom hakkında soruşturma açılmasını istemeyi kararlaştırmıştır. Telekom’un 5.600.000 abonelik yeni sözleşmeler için neden ihaleye çıkmadığı ise açıklık kazanmamıştır. TURKCELL ve TELSİM’in 500.000.000 dolara ihale edildiği dikkate alınırsa, yukarıda belirtilen değerin en az 6-7 katı kadar bir gelirden Hazine’nin mahrum bırakıldığı anlaşılmaktadır. Devletin gelir kaynaklarının son derecede sınırlı olduğu ve yurt dışından alınan çok daha küçük kredilerin dahi topluma büyük bir ekonomik başarı olarak gösterildiği bir dönemde Türk Telekom’un ihaleye çıkmaması ancak devlet yönetimindeki yozlaşma ve plutokratik yönetim sistemi gerçeği ile açıklanabilir. Nitekim, aradan geçen uzun süreden sonra yapılan üçüncü cep telefonu ihalesini İş Bankası ve İtalyan TIM firması 3 milyar dolar vererek kazanmıştır. İhalenin doğru ve düzenli yapılması sonucunda sadece bir GSM imtiyaz hakkı tanınması nedeniyle Hazine’nin kasasına 3 milyar dolar girmiştir.

 

Bu konudaki en ilginç örnek olay bir ilimizin Bayındırlık Müdürlüğü’nde meydana gelmiştir. Olayı, Bayındırlık İl Müdürü’nün Valiliğe yazdığı dilekçeden izleyelim: “Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü’ne vekaleten atanmam nedeniyle zatıalinizi ziyaret etmem için misafir bekleme salonunda beklerken valilik sekreteri, Bayındırlık ve İskan Müdürü’nü, milletvekili(nin) aradığını söyledi ve telefonu bana verdi. Telefonda, ‘Gitmiş göreve başlamışsın, ben adamı oyarım, daha sen benim kim olduğumu bilmiyorsun, biraz sonra … il başkanı yanına gelecek, onun dediklerini yapacaksın, ben bakan falan tanımam. İl Başkanı’nın çizgisinden çıkmayacaksın’ diye tehditlerde bulundu. Sayın Valimle görüştükten sonra, Bayındırlık ve İskan Müdürlüğü’ndeki odama gittiğimde il başkanı olduğunu söyleyen yanında bir kişiyle birlikte odama geldi ve oturdular. ‘Müdür Bey hayırlı ve uğurlu olsun, ama zamansız geldin. …’da 280 milyarlık bir okul ihalesi var, bu işi bizim istediğimiz kişiye vereceksin. Burada kendiliğinden bir şey yapamazsın, daireyle ilgili işleri bizim onayımız alındıktan sonra yapacaksın’ diye söyledi. Bilgilerinize arz ederim.”

 

İl Müdürü’nün hem Valiliğe ve hem de Bayındırlık Bakanlığı’na gönderdiği ikinci dilekçe de şöyle: “28.4.2000 tarihinde saat 14.00’te milletvekili, yanında il başkanı … ve … odamı basarak milletvekili, ‘Sen kimden izin aldın da buraya geldin. Senin ananı, avradını, sülaleni...’ diye ağıza alınmayacak küfürler yaparak, ‘Ulan sen il başkanı(nın) dediklerini yapacaksın, yapmazsan hergün buraya geleceğim, sana sopa çekeceğim’ diye suratıma tokat çekerek masanın üzerindeki isimliği alıp elime vurdu, elimin sol işaret parmağına vurulma nedeniyle kan oturdu. Ayrıca, Sayın Devlet Bakanımız ve …Bakanı(na) da ana avrat küfür ederek, odayı terk ederken, ‘Ulan istediklerimizi ve çıkacak ihaleleri bize bir verme de göreyim. İl başkanının emrinden çıkmayacaksın. İhale, nakil bilumum işleri il başkanının emriyle yapacaksın. Emirsiz bir şey yapmayacaksın. Sen burada müdür değil de bir kuklasın’ diye sözler ifade ederek tehditlerde bulundu. Bilgilerinize arz ederim.”

 

Bu son derecede vahim olay ülkede yozlaşmanın hangi ölçülere ulaştığını, kaynaklarını, nedenlerini ve hedeflerini açıkca ve hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır.

 

Yolsuzluklar, doğal olarak, kredi usulsüzlükleri şekline de dönüşebilmektedir. 5 Haziran 1999 tarihli Milliyet Gazetesi’nde “Ziraat Çetesi ev kurşunladı” başlıklı haberin özeti: “Batman’daki Ziraat Bankası yolsuzluğunu ihbar ederek çete soruşturmasının başlamasını sağlayan V.S. evinin kurşunlandığını söyleyerek, ‘ölümle tehdit ediliyorum’ dedi. Yaptığı ihbarla, Ziraat Bankası Batman Şubesi’nin 1 trilyon liranın üzerinde dolandırıldığını ortaya çıkaran V.S., ‘Hayatım tehlikede. Beni arıyorlar. Devletin parası sana mı kaldı? Bu işe karışma’ diyorlar diye konuştu. Ziraat Bankası’ndan kredi çekilmesi sırasında düzenlenen sahte belgelere için kimlikleri kullanılan işsizleri bulmakta aracılık yaptığını söyleyen V.S. şöyle konuştu: ‘Kahvelerdeki işsizlerin nüfuz cüzdanları 40-50 milyon lira karşılığında alınıyor, adlarına sahte çiftçilik belgesi düzenleniyor. Vakıf ve belediye arazileri bunların üzerinde gösterilerek kredi çekiliyor’ dedi. 1995’den bu yana işin sürdüğünü söyleyen V.S., süreci şöyle anlattı: ‘Köy isimleri, kredi vadesi dolduğunda, kredi alanlar bulunmasın diye değiştiriliyor. Hazine arazileri bunların üzerinde gösteriliyor. Kredinin vadesi dolduğunda yazılı yere gidiliyor ve kimse bulunamıyor. Muhtarlar ‘terör dolayısıyla ya öldü ya da iflas etti, kaçıp gitti’ diyor’. Ziraat Bankası’nın üst düzey bir yetkilisi konuyla ilgili olarak Milliyet’e yaptığı açıklamada, siyasi baskı nedeniyle bazı kişi ve kuruluşlara hak etmediği kadar kredi verildiğini bildirdi. Adının açıklanmasını istemeyen yetkili ‘Politikacı, devlet memurunu rahat bırakmadığı sürece bu işler engellenemez’ dedi.”

Bir başka önemli gelişme de enerji ihalelerinde yaşanmıştır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’na bağlı TEAŞ Genel Müdürlüğü’nde bazı yolsuzluk olaylarının ortaya çıkması üzerine bir eski bakan, TEAŞ Genel Müdürü ve pek çok bürokrat Jandarma ve savcılık tarafından gözaltına alınmıştır. Konunun kamuoyuna yansıması ise daha ilginç özellikler taşımaktadır. DGM Savcılığı tarafından yürütülen soruşturmalardan ilgili bakana bilgi verilmesi üzerine bakan bazı görevlilere işten el çektirmiş ve daha sonra da yolsuzluk konusunda “düğmeye ben bastım” demiştir.  Bu iddiayı yalanlamak üzere, ertesi gün gazetelerde yer alan ve silahlı kuvvetlere dayandırılan bir açıklamada ise ismi açıklanmayan bir albayın düğmeye bakanın değil kendilerinin bastıklarını söylediği belirtilmiştir. Bu arada bazı bürokratların özel kasalarında yapılan aramalarda yüklü miktarlarda dolar bulunmuş ve bürokratlar bu paraların bazı ihale alan şirketler tarafından kendilerine “hediye” ve “yardım” olarak verildiklerini söylemişlerdir.

 

2000 yılı içinde Diyarbakır’a yaptığım bir gezide en yetkili ağızlardan dinlediğim bir olay, bana göre, yönetimin içine düştüğü etkisizliğini göstermek açısından oldukça anlamlıydı. Tüm Olağanüstü Hal Bölgesi’nde geçerli olmak üzere, vatandaşa satılan elektriğin ancak yüzde 11’inin ücreti tahsil edilebiliyordu. Satılan, tüketilen ve vatandaşlarca kullanılan elektrik ücretinin yüzde 89’u tahsil edilemiyordu ve bu durum uzun yıllardan bu yana böyleydi. Hatta, yetkililerin söylediğine göre, bazı evlerde, evin kapısı kapalı olduğu sürece içeride tüketilen elektriği kaydetmeyen ancak kapı açıldığı anda çalışır duruma geçen elektrik sayaçları için teknik düzenekler kurulmuştu ve bazı tesisatçılar bu düzeneği isteyen kişilerin evlerine kurarak para kazanıyorlardı. Ve, yönetim, kullanılan elektriğin parasını tahsil etmekte acz içine düşüyor ve hatta ücretini ödemeyenlerin elektriğini kesmek cesaretini bile gösteremiyordu.

 

Rüşvet ve yolsuzluk olayları öteki ülkelerde de olabilmektedir. Örneğin, Hindistan’da bir trafik polisi aracı bir başka aracı hızla kovalarken bir yayanın ölümüne yol açmıştır. Yapılan soruşturma sonucunda daha ilginç bir gerçek ortaya çıkmış ve trafik polislerinin kovaladığı aracın polislere aylık haraç ödemesini yapmayan ve bu nedenle de trafik polislerinden kaçmak isteyen bir kimseye ait olduğu anlaşılmıştır.

 

İngiltere’de BBC’nin başına getirilen Greg Dyke’ın İşçi Partisine yakın olması ve bu partiye 55.000 sterlin bağışta bulunmuş olması atamanın rüşvetle mi yapıldığı kuşkularına yol açmıştır.

 

Almanya’da yaşanan Kohl olayı ilginç olaylarla doludur. Fransız Petrol şirketi Elf’in Kohl’ün partisine 15 milyon dolar bağış yaptığı ortaya çıkmıştır. Ayrıca, Airbus uçak şirketinden alınan paraların da CDU’ya, yani Kohl’ün partisine gittiği anlaşılmıştır.

 

Rusya’da komünist dönemden serbest pazar ekonomisine geçişin başlangıç döneminde göz yumulan ufak çaplı yolsuzluklar daha sonraları kronik bir hastalığa dönüşmüştür. Nitekim, IMF tarafından bu ülkeye verilen yardımların ‘iç edildiği’ ve Yeltsin Ailesi’nin rüşvet aldığı yolundaki görüşler tüm batı ülkeleri tarafından doğrulanmıştır. Yeltsin’in görevini Başbakan Putin’e bırakmasının altında bu olaylar yatmaktadır. Yeltsin Ailesi’nin karıştığı yolsuzluklar arasında rüşvet almak ve kredi kartlarının borçlarını Rusya ile ticari ilişkisi olan şirketlere ödetmek gibi usulsüzlükler de bulunmaktadır. Rusya’nın en saygın politikacılarından Grigori Yavlinski hükümetin geniş çaplı yolsuzluğa bulaştığını ve bakanlıkların bile satıldığını ileri sürmüştür. Rusya’da Parlamento Güvenlik Komitesi Başkanı Viktor İlyuhin en büyük devlet kanalı ORT’nin bir bölüm hissesinin gizlice Yeltsin’e devredildiğini söylemiştir. “Yolsuzluk bizde de var” diyen Moskova Belediye Başkanı Lujkov, rüşveti önleyemediklerini belirterek “memura maaş ödeyemezseniz, rüşvete yönelir” demiştir. [128] Rus İçişleri Bakanı Stepaşin, polisin yeraltı suç örgütlerine karşı verdiği savaşta yenik düştüğünü kabul etmiştir. Bakan, devletin tüm kademelerini ele geçiren örgütlü suç şebekelerinin yıllık kazancının 18 milyar doları bulduğunu ve bu rakamın da Rusya’nın 1999’da yapacağı dış borç ödemelerine eşit olduğunu söylemiştir.

 

Mali’de yargılanan eski Devlet Başkanı Musa Traore, eşi ve kayınbiraderi yapılan yargılama sonucunda kamu mallarına zarar vermek, suç ortaklığı yapmak ve haksız kazanç sağlamaktan suçlu bulunmuş ve idama mahkum edilmişlerdir.

 

Dünya Bankası’ndan yapılan bir başka açıklamada şu bilgilere yer verilmiştir. Endonezya’ya verilen kredilerin yüzde 20-30’u devlet memurları ile yerel yöneticilerin ceplerine girmiştir. Bu ülkede işletmelerin dağıttığı rüşvetler işletme giderlerinin beşte birine ulaşmıştır. Arnavutluk’da özel sektörün verdiği rüşvetlerin toplamı genel cirolarının yüzde 8’ine ulaşmıştır. Siyah Afrika liderlerinin İsviçre bankalarında 20 milyar dolar civarında rüşvet paralarının yattığı hesaplanmaktadır. Bazı tespitlere göre Alman şirketleri ihale alabilmek için her yıl 3 milyar dolar civarında rüşvet dağıtmaktadır. Güney Kore’de iki eski cumhurbaşkanı aldıkları rüşvet yüzünden hapsedilmişlerdir. 

 

Pakistan’da, Benazir Butto’nun kocası rüşvet suçundan mahkum olmuştur.

 

Ekvator ve Meksika cumhurbaşkanları rüşvet iddiaları nedeniyle istifa etmek zorunda kalmışlardır.

 

Dünyanın yolsuzluk nedeniyle görevden alınan ilk lideri olan Brezilya eski Devlet Başkanı Collor’un eşi rüşvet almak suçundan 2000 yılında 11 yıl hapse mahkum olmuştur.

 

Aynı şekilde, İngiltere’de bir bakanın bir başka bakan arkadaşından ödeme gücünün çok üzerinde borç alması ve bunu beyan etmemesi nedeniyle ortaya çıkan skandal üzerine her iki bakan da istifa etmek zorunda kalmışlardır.

 

 Devlet yönetiminde yozlaşmanın geldiği boyut, ülke sorunlarına karşı duyarlı kişileri intihar noktasına kadar getirmeye başlamıştır. Nitekim, Gaziantep Üniversitesi’nde görev yapan Prof. Dr. Osman Uçarer, Mart 1999’da bedenine Türk bayrağı sararak bir mağarada intihar etmiştir. Uçarer’in intihar nedeninin ülkenin içinde bulunduğu sorunlu durum olduğu ileri sürülmüştür. Uçarer’in yakınları, Profesörün sık sık “Bu ülke bu yozlaşmayı hak etmiyor. Artık yaşanmaz hale geldi. Ülkeye yapılanları içime sindiremiyorum” dediğini belirtmişlerdir. [129]

 

Yolsuzluklar yalnızca maddi çıkar sağlamak amacıyla yapılmamaktadır. Politik ve bürokratik rakiplerin haberleşmelerini dinlemek ya da izlemek amacıyla da yapılabilmektedir. Bu amaçla, en fazla kullanılan yöntem haber alma güçlerinin ya da özel güvenlik ve dedektiflik şirketlerinin elinde bulunan dinleme olanaklarından yararlanmaktır. Kişilerin anayasal hakkı olan haberleşme özgürlüğü ve haberleşmenin gizliliği ilkesi hiçe sayılmakta ve herhangi bir yargıç kararı olmaksızın kişilerin telefonları dinlenmekte ya da telefon dökümleri ele geçirilerek kimlerle iletişim kurulduğu saptanmaya çalışılmaktadır. Bu yasa dışı eylemin amacı suçun önlenmesine yönelik bilgi elde etme olabileceği gibi politik veya bürokratik rakipler hakkında bilgi elde ederek mücadelede avantajlı konuma geçebilme de olabilmektedir. Bu tür yolsuzluklar ülkemizde yeni gelişmeye başlayan suç türleridir. Ancak, olayın daha önce yaşanmış olduğu ABD’de durum farklıdır. Watergate Skandalı ABD’de benzer özellikler taşıyan bir olay olarak ortaya çıkmış ancak sonuçta hem Nixon Başkanlık koltuğundan olmuş ve hem de Amerika’da devlet ve kamu yönetiminde daha üst bir etik düzeyini amaçlayan ve öngören yeni yasal düzenlemeler yürürlüğe konulmuştur.

 

Mayıs 1999’da kamuoyuna yansıyan bir olaydan bazı özel kişilerin telefon dinleme işine soyundukları ve para karşılığı bu işi yaptıkları anlaşılmıştır. İstanbul’da kurulu bulunan bir özel TV’nin sahibinin başını çektiği bir dinleme çetesinin bir gazetecinin telefonlarını dinlediği ortaya çıkmıştır.

 

Haziran 1999’da ortaya çıkan bir başka olayda ise Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün sahip olduğu teknik olanaklarla, Türk Telekom’un bilgisayar sistemine girerek istenilen telefonun kimlerle görüştüğünü saptadığı anlaşılmıştır. Yapılan inceleme sonucunda, Başbakan’ın, bakanların, milletvekillerinin, gazetecilerin, işadamlarının, politikacıların, bazı hukukçuların ve hatta silahlı kuvvetlerin telefonlarının bu yolla izlendiği saptanmıştı.

 

Keza, Yargıtay eski Başsavcısı Vural Savaş’ın Fazilet Partisi’nin kapatılması ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nde görülmekte olan davaya bazı telefon görüşmelerinin ses kayıt bantlarını delil olarak sunması ve bantların kaynağını açıklamaması telefon dinlemenin ülkede yaygınlaştığını göstermiştir.

 

Olayın daha da ilginç yanı telefonu dinlendiği için İçişleri Bakanlığı aleyhine 25 milyar liralık tazminat davası açan Yargıtay 8 inci Dairesi Başkanı Naci Ünver’in idare mahkemesinde görülmekte olan davasında savunma dilekçesinde yer alan hususlardır. Savunmada, davacının herhangi bir takibata uğramadığı, iş ve değer kaybının söz konusu olmadığı, bu nedenle zarardan söz edilemeyeceği, hukuk devleti ilkelerine saldırının söz konusu olabileceği ancak davacının kişisel olarak doğrudan zarar gördüğünden bahsedilemeyeceği belirtildikten sonra, “Kaldı ki, dinlenen telefon yalnızca davacının değil, davacı gibi, diğer önemli kurum ve kişilerin de resmi telefonlarıdır. Aksi halde tazminat istekleri sonu gelmez hoş olmayan bir örnek olacaktır” denilmektedir. Bir başka anlatımla, yasal olmayan telefon dinleme olayının varlığı ve bu durumun hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu açıkça kabul edilmektedir.

 

Bu konuda bir değerlendirme yapan Başbakan Ecevit ise şunları söylemektedir: “Başbakan olduktan sonra önüme gelen dosyalar, durumun bir hayli derin ve vahim olduğunu gösteriyordu. Daha önceki izlenimlerim de zaten yeterince olumsuzdu. Fakat olumsuzlukların daha da ileri gittiği bir ortam gördüm. Ayrıntılar, … büsbütün ürkütücü boyutlara varıldığını gösteriyor.”

 

Türkiye’de devlet yönetiminde görülen yozlaşmanın pek çok örneği bulunmaktadır. Bunların bir kesimine yukarıda işaret edilmiştir. Ancak, son zamanlarda ortaya çıkarılan bir olay varki, bu olay devlet yönetiminde yozlaşmayı incelemek durumunda olanlar için ideal bir labaratuvar malzemesi olmak özelliklerine sahiptir. Bu olay Türkbank olayıdır.

 

Türkbank adıyla bilinen Türk Ticaret Bankası, içine düştüğü sıkıntılar sonrasında Mevduat Sigorta Fonu’na devredilmiş ve daha sonra da özelleştirilmesi ya da satılması fikri gündeme gelmiştir. Bu yolda alınan karar üzerine, ihaleye çıkılmış ve yapılan ihalede en fazla değeri 600 milyon dolar ile işadamı Korkmaz Yiğit vermiş ve ihale bu işadamında kalmıştır. Oysa, aynı kişinin sahip olduğu bir başka banka olan Bankekspres’e aynı günlerde Mevduat Sigorta Fonu tarafından el konulmuştur. Bir başka anlatımla, akçal yapısı bozulduğu için Mevduat Sigorta Fonu’na bir bankası devredilen kişi bir başka büyük bankanın sahibi olmak istemektedir.

 

Ancak, daha sonra, bu işadamının yasa dışı ve zorbalığa dayanan yöntemlerle ihaleyi aldığı anlaşılmış ve bu kişi ile suç dünyasının önde gelen isimlerinden biri arasında bu amaçla yapılan telefon görüşmelerinin bant kayıtları gazetelere ve televizyonlara ulaşmıştır. İkili arasında yapılan görüşmenin kayıtları izlendiğinde gerçekten üzerinde önemle durulması gereken hususlar ortaya çıkmaktadır.

 

Bir kere, ülke ekonomisi açısından son derecede önemli olan bir ihalede, suç odakları ihaleye müdahale edebilmekte ve ekonomiyi etkileyecek şekilde kararlar alınmasını sağlayabilmektedir. Nitekim, ihaleye katılmak durumunda olan diğer ilgililer, kendilerine yönelik tehdit ve şantajlar karşısında ihaleden çekilmek ya da yapmaları gereken davranışlardan uzak kalmak zorunda kalmışlardır.

 

Bu durum, devlet yönetimine ve ulusal ekonomiye suç dünyasının yön ve şekil verebilme gücüne ulaştığının ispatlanması açısından üzüntü ve endişe ile karşılanması gereken toplumsal, siyasal, ekonomik ve etik bir olgu olarak ortaya çıkmıştır. Böyle bir olayın ortaya çıkabildiği ve bir ölçüde de olsa başarılı olabildiği bir toplumda devlet tam anlamıyla yozlaşmış demektir. Zira, devlet bu gibi koşullarda işlevlerini yerine getiremez, adil ve hakça karar alamaz ve hırsızlıklara göz yumar bir duruma gelir. İşlevlerini, amaçlarını ve hedeflerini yitiren bir devlet yozlaşmış demektir. Böyle bir yönetim yurttaşlarına güven veremez ve yurttaşlar devlet aygıtına saygı duymazlar.

 

Olayda ortaya çıkan bir başka husus da, ihalenin bu kişiye verilmesinden önce, ihalede sorumlu ve yetkili olan hükümetin başının, yetkili bakanı aracılığıyla, ihalenin bu kişiye verilmesi için bir takım pazarlıkların içine girmiş olduğunun anlaşılmış olmasıdır. Oysa, MİT’in ve emniyetin olay ve ilgilileri hakkında ihale öncesi dönemde, Başbakan’ı sözlü ve yazılı olarak uyardıkları da anlaşılmaktadır.

 

Korkmaz Yiğit, ihaleye fesat karıştırmak suçundan tutuklanmak aşamasına gelinmesinden sonra bir kaset hazırlamış ve bu kasette kamuoyuna çok önemli itiraflarda bulunmuş ve kendisini aklamaya çalışmıştır. Yiğit’in yaptığı açıklamalardan bir kesimi bu pazarlığa ilişkindir ve pazarlık iddiasını doğrulamaktadır.

 

Olayın ikinci vahim durumu budur. Olaya, suç dünyasından sonra politikacı girmekte ve ülke ekonomisini yakından ilgilendiren, Mevduat Sigorta Fonu’na getirdiği anormal parasal yük nedeniyle topluma ağır bir ekonomik maliyet yükleyen ve hiç bir politikacının etkisine girmeksizin salt ve tarafsız hukuksal ve akçal yarışmayla sonuçlanması gereken bir olay şu veya bu şekilde yön değiştirebilmektedir. Devlet adamının böyle bir ekonomik ve akçal yarışmada -hangi amaçla olursa olsun- etkili olmaya çalışmasını devlet adamı etiği açısından haklı gösterebilmek olanağı yoktur. Devlet tarafsız olması gereken durumlarda taraf olmaya başladığında kendisine karşı duyulması gereken toplumsal güven duygusunu yitirir. Bu durum kamu kaynaklarının varsıl kişilere ‘peşkeş çekilmesine’ yol açabilir.

 

Bu durum, devlette yozlaşmanın temel dinamiklerinin açıklığa kavuşturulmasını sağlayan başka bir önemli gelişme olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu kez, bir başka işadamı devreye girmekte ve toplum ve ulusal ekonomi açısından son derecede kritik öneme sahip bir olayda kendi kişisel çıkarlarını da gözetecek şekilde yol gösterici olabilmektedir. Böyle bir ortamda, devlet varsıl kişilere teslim edilmiş demektir. Yansız bir ekonomik yarışma ile sonuçlandırılması gereken karar verme süreci ekonomik ve siyasal kliklerin ve çıkar gruplarının tercihleri doğrultusunda sonuçlandırılmaktadır. Bu durumda, artık, devlet yönetimi yansızlığını ve nesnelliğini yitirmiş demektir. Yansızlığını ve nesnelliğini yitiren devlet yozlaşmış demektir.

 

Bir başka önemli nokta da aynı kişinin, bankacılığa soyunması sırasında bazı basın ve yayın kuruluşlarını satın almak üzere atağa geçmesi ve siyaset adamları ile giriştiği pazarlıklar sırasında kendisine bu yolda bazı parasal kolaylıklar sağlanabileceğinin ve bu kitle iletişim araçlarındaki yeni kadronun nasıl oluşturulması gerektiği konusunda yardımlarda bulunulabileceğinin belirtilmiş olduğunun ortaya çıkmış olmasıdır. Bu gelişme, karmaşık fotoğrafın daha da netleşmesine yardımcı olmaktadır. Öyle anlaşılmaktadır ki, olaylar planlandığı şekilde geliştiği takdirde, medyanın önemli bir kesimi bir siyasal parti tarafından denetlenebilir bir konuma gelecektir. Kuşkusuz bu sonuç çok önemli bir oy gücünün ele geçirilmesi demektir.

 

Bu takdirde, medya tarafsız olarak işlev yapamayacak ve daha çok “kamuoyu şekillendirme” ya da “toplum mühendisliği” yapma işlevlerine soyunacaktır. Bu durum, düşünce özgürlüğünün ortadan kalkması, doğru ve yansız bilgi edinme hakkının kısıtlanması ve toplumun propagandalarla yönetilen ve yönlendirilen bir konuma gelmesi demektir. Şayet, devlet bu durumun ortaya çıkmasına neden olmuşsa, devlet yozlaşmış demektir. Aynı zamanda, demokrasi de yozlaşmış demektir. Zira, yurttaşlar özgür düşünce ve vicdanlarına göre değil fakat propagandalarla yönlendirilmiş tercihlerine göre karar vereceklerdir. Topluma ‘saf ve temiz akıl’ değil ‘yönlendirilmiş,  şekillendirilmiş ve yıkanmış beyinler’ egemen olacaktır.

 

Yiğit’in bizzat kendisinin konuştuğu, kendisinin hazırladığı ve kendi televizyonunda yayınladığı kasetin bir bölümünden alınan şu sözler çok dikkat çekicidir: “Ben bu arada sayın Gazi Erçel’e gitmiştim. ‘Bu ihalede sizin hayır demeyeceğiniz en alt rakam nedir?’ dedim. ‘400’ dedi. Bize ne kadar para koyduğumuzu sordu. ‘412 milyon dolar’ dedim. Ben, kendisine 415’e kadar çıkacağımı söyledim. Çörtük yemekteki konuşmamızda bana dedi ki ‘Sen 415 milyon doları gözden çıkarmışsın. Biz burayı 380 milyon dolara almanı sağlayacağız. Ama sen bize Genç TV’yi vereceksin. Ya da Flash TV’yi almamıza kredi vereceksin’ dedi. Çörtük, Sayın Başbakan’a ‘Ben Genç TV’yi alıyorum’ diye haber göndermiş. Daha sonra bir konuşmada Kamuran Bey, ‘Sayın Başbakan benim yanımda Gazi Erçel’i aradı, bu çocuğu daha fazla hırpalamayalım, bu işi 370-380’de bitirelim’ dediğini ifade etti. Bu arada Genç TV’yi önce biz aldık, bir kaç gün sonra da Sayın Çörtük’e devrettik… Bu noktada Kamuran, bana Erol Aksoy ve Zorlu’nun bu işe fazla asıldığını söyledi. Erol Aksoy’la ilgili Çörtük bana bir dosya verdi. ‘Bu dosyayı televizyonda yayınlatırsan, Aksoy bu işe asılmaz’ dedi... İhale günü gecesi Çörtük’le buluştuk. Saat gece 01.00’de Sayın Başbakan Çörtük’ü çağırdı. Otele gece ikibuçuk, üç gibi geldi. Dedi ki, ‘Sayın Başbakan, Zorlu 505’in üzerine çıkmayacak. Korkmaz 510’a çıksın diyor’ dedi. Kamuran Çörtük, ‘380’den sonrasını Güneş Taner ile paylaşmalısın’ dedi. ‘Başbakanın haberi var, Güneş Taner’e git’ dedi... Sayın Başbakan’ın konutuna gittim, bana ‘Hayırlı olsun’ dedi. ‘Güneş Bey’le ne yaptın’ dedi. 80 milyon ilave peşinat sorununun olduğunu, mektup sorunu olduğunu söyledim. Bunları Güneş Bey halledecek, sana yardımcı olacak, onunla görüşmeye devam et’ dedi.” [130]

 

 Bu sözlerin doğruluk derecesi bilinmemektedir. Bu konuda henüz yargıda da henüz kesin bir hüküm ortaya çıkmamıştır. Korkmaz Yiğit ceza almış ve hapse girmiştir. Ancak, Türkiye açısından son derecede önemli olan bir olayda, olayın baş aktörü kamuoyuna çok önemli bir açıklama yapmış ve bu sözleri kullanmıştır. Yiğit’in anlattıkları doğruysa, böyle bir yönetim düzeninin “çivi”si çıkmış demektir. “Çivi” çıkmamışsa “keserin sapı”nın (yani, toplumun etik değerler sisteminin) yerinden çıkmış olduğu düşünülmelidir. Umut edilmelidir ki, bu sözler gerçek dışıdır.

 

Bu olay, aynı zamanda, Türkiye’deki devlet yönetiminin varsılerki (plutokratik) niteliğinin bir göstergesidir. Varsıl sınıf, devleti yönetenler aracılığıyla devleti kendi istedikleri şekilde yönlendirebilmektedir. “Ben zengini severim” söylemi böylelikle gerçek içeriğine kavuşmuş olmaktadır. Böyle bir yönetim, yoksulların, orta sınıfın, toplumsal açıdan dezavantajlı toplumsal grupların ve ekonomik gücü sınırlı olanların yönetimi olmayacaktır. Oysa, toplumun büyük bir kesimi ikinci gruba dahil bulunmaktadır.

Yozlaşmanın Ürünü: Çeteler

 

Devletteki yozlaşmanın ortaya koyduğu ana ürün “çete”ler, yani devletin temel işlevlerini kendileri yerine getirmek üzere bir araya gelmiş ve politikacı ve bürokratlarla desteklenmiş suç örgütleridir. Bu örgütlerin, kliklerin, grupların ve kişilerin ana amacı yasa dışı, kayıt dışı ve haksız yollardan elde olunan karaparadan pay almaktır. Pay alınacak hedef kitle ise hızlı zenginleşme gösteren karapara sahipleridir. Bu payı alabilmek için gerekli destek politikacılar ve bürokratlar tarafından sağlanır. Kamu yöneticileri ve kamu görevlileri ile karşılıklı güvene ve çıkar ortaklığına dayalı sempatik ilişkilerin başlatılması, geliştirilmesi ve olgunlaştırılması için gerekirse ‘ulusal, ulvi, onursal ve toplumsal’ davalar için de tavır konulabilir. İlişkileri besleyen ortam ise yargının etkisizliği ve yavaşlığı, bürokraside siyaset adamının dayanılmaz ağırlığı ve ‘köşe dönmeci ve benim memurum işin bilir’  türünden etik anlayışın varlığıdır.

 

Türkiye’de kamu yönetiminin yozlaşmasının en önemli göstergesi bu tür suç örgütlerinin sayısıdır. Bu tür örgütlerin sayısı alabildiğince artmıştır. Bu çetelerin çalışmaları ulusal ekonominin normal işleyişini etkileyebilecek ve hatta değiştirebilecek düzeye gelmiştir. Trilyoner işadamı Nesim Malki’nin öldürülmesinden sonra el değiştiren paranın 600-700 milyon dolar olduğu yolundaki açıklamalar ve bir bankanın özelleştirilmesi sırasında bu tür örgütlerin oynayabileceği rolün bazı kasetlerdeki sergilenme biçimi yukarıda belirtilen yargının ne kadar doğru ve haklı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

 

Devlet yönetimi içinde tam bir çıban başı haline gelen bu olay, bu tür bir kişinin devlet dairesini basarak ihale komisyonu almaya çalışmasından, ulusal ekonominin düzlüğe çıkması için toplumun kıt kaynaklarıyla yaratılan ve kamu hazinesine milyarlarca dolara mal olmuş ekonomik kurum ve kuruluşların özelleştirilmesinde kamu yöneticileri tarafından verilecek kararları etkileyecek tehdit, şantaj, yaralama ve adam öldürme boyutlarına ulaşmıştır.

 

“Çeteler” devlet ve kamu yönetiminde çürümüşlüğün ve kokuşmuşluğun en açık ve çarpıcı bir şekilde kanıtlanmasından başka bir şey değildir. “Çeteler” ve çetelerin etkinlikleri kamu yönetiminde dibe vurmaktır, çökmektir ve yıkılmaktır

 

Emniyet Genel Müdürlüğü’ne göre, Türkiye’de yeraltı suç örgütlerinin türü 56’yı ve bu tür örgütlerin istihdam ettiği kişi sayısı 23.000’i bulmuştur. Jetondan, kokoreçe, yuva yıkmaktan, mezar yerine kadar değişebilen çetelerde her elemanın Ağustos 1999 itibarıyla aylık gelirinin 300 milyon lira civarında olduğu sanılmaktadır. Buna göre, çetelerin yıllık gideri 80 trilyon lirayı aşmaktadır. Emniyet Genel Müdürlüğü yaptığı bir başka açıklamayla çeşitli illerde etkinlik gösteren 299 çetenin ortaya çıkarıldığını bildirmiştir.

 

Çeteler kurumsallaşmış ve “yazılı çete hukuku” ortaya çıkmıştır. Kahramanmaraş’ta bir kömür tüccarını yaralayan ve oğlunu kaçırıp fidye isteyen gasp çetesinin yakalanmasıyla yeraltı suç örgütleri arasında imzalanan yazılı anlaşmanın varlığını kanıtlayan belge ele geçirilmiştir. “İş sözleşmesi” başlığı verilen anlaşma gasp edilen paranın hakça paylaşımını güvence altına almayı amaçlamaktadır. Sözleşmeye göre, işi bulan yüzde 60, tahsilatı yapan yüzde 40 pay alacaktır. Eğer tahsilat birlikte gerçekleştirilmişse bulanın payı yüzde 80 olacaktır. Tahsilat çek ya da dolar olarak gerçekleşmişse işi bulanın payı yüzde 50 olacaktır. İşin birlikte yapılması durumunda işi bulanın payı yüzde 70’e çıkmaktadır. Taraflar arasında bağlayıcılığı sağlamak için şu hükme sözleşmede yer verilmektedir: “Taraflar istediği zaman ayrılabilir. Polise yakalanan kişinin, diğer kişiden hiç bir talep hakkı yoktur. Yakalanıp da polise isim veren cezasına razı olacak”.

 

Kurumsallaşmanın boyutları ise, gazetelere verilen ilanlarda açıklıkla ortaya çıkmaktadır. 2 Temmuz 1999 günü gazetelere verilen yarım sayfalık bir ilan şöyle: “DUYURU. Son birkaç yıldır; Hakkımda kamuoyunda çıkan haksız sıfat ve yakıştırmalardan dolayı tanımadığım bazı kişiler vatandaşlara ismimi kullanmak suretiyle eziyet ve haksızlık yaptıklarını üzüntüyle duymaktayım. Bu tip olaylara muhatap olanlar; İlanımın sonunda belirteceğim avukatlarıma telefon açmaları halinde yapacakları yasal takibatlarda avukatlarımın ücretsiz olarak yardımcı olacaklarını belirtir ve duyururum.”

 

Çetelerin bürokrasi içindeki gücü ise insanı hayrete düşürmektedir. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz bir açıklamasında şunları söylemiştir: “Hükümeti devraldığımızda inanılmaz bir keşmekeş vardı. Çeteler her tarafa dal budak salmışlar. Hatta tayinini istedikleri bazı komutanların isimlerini sağa sola söylemeye cüret edenler olmuş... Çakıcı, Türkiye’deki ihalelere yurt dışından müdahale ediyordu. MİT ve Emniyet içindeki adamları sayesinde kendisini yakalamak üzere düzenlenen operasyonları öğrenip yer değiştiriyordu.” [131]

 

Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, çeteleşme konusunda kendinden önceki hükümeti suçlamakta ve şunları söylemektedir: “Kendi döneminde işlenen yüzlerce cinayete karşı hiç bir şey yapmayacaksın, çeteler devleti yönetmeye kalkacak, engel olmayacaksın, şimdi mücadeleyi yapan hükümeti engellemeye çalışacaksın. Bizi korkutup bu mücadeleden vazgeçirmek istiyorlar. Ama içinden kim çıkarsa çıksın kararlılığımızdan geri durmayacağız. Bizi bunlarla irtibatlı göstermeye çalışıyorlar… Kimi zaman ganimet paylaşmışlar, kimi zaman gırtlak gıtlağa gelmişler. Milliyetçiliği kullanmışlar, milliyetçi diye kimseyi koruyamazsınız bu işlerde. Bunların siyasi destekçileri var… Çetelerin büyüyüp serpilmesi, devleti yönetmeye kalkması devletin zaafıdır. Yeraltı suç örgütleri korkunç bir güç haline gelmiştir. Buralarda konuşulan rakamlar bütçe rakamları gibi. Daha dün Nesim Malki’nin bir kasası açıldı. İçinden 100 trilyonluk çek ve senet çıktı. Ama Susurluk kazası Allah’ın Türkiye’ye bir lütfudur. Tüm pisliklerin ortaya dökülmesine neden olmuştur.” [132]

 

Çetelerle ilgili bazı gazete başlıkları:

 

“İmam çetesi: 4 yıl önce …’de öldürülen F.K.’nın, aralarında iki imamın da bulunduğu Kaplancılar tarafından infaz edildiği ortaya çıktı. Almanya’da cami yaptırma derneği başkanıyken Kaplancılar için de para toplayan K’nın, bu paraları zimmetine geçirmekle suçlanarak öldürüldüğü belirtiliyor.”

 

“Ankara çetesine 21 yıl: Aralarında 2 subayın da bulunduğu 7 sanık bir akaryakıt istasyonu sahibini kaçırmaktan yargılanıyordu.”

 

“Üniformalı çete davası başlıyor: Yüzbaşı C.B.’ın da aralarında bulunduğu beşi asker, altı kişi hakkında ‘çete oluşturmak ve taammüden adam öldürmek’ suçundan açılan dava bugün başlıyor.”

 

“Üniformalı çeteye idam istendi.”

 

“Çeteye rekor ceza: Ömür boyu hapis.”

 

“Çete tanığı öldürüldü: Aralarında subay ve astsubayların bulunduğu ‘Ç. çetesi’ davasında düğümü çözecek kişi olarak gösterilen tanık K.T.’ün esrarengiz kişilerce evinden kaçırılarak öldürüldüğü açıklandı.”

 

“Adana’da çek-senet mafyasına darbe.”

 

“Saadettin Tantan: Polisin içinde hainler var.”

 

“Olay müdüre 3 yıl hapis istemi.”

 

“Antalya’da polis-çete işbirliği.”

 

“Poliste mafya haracına soruşturma.”

 

“Tahsilat çetesinde 15 polis”.

 

“Polise çete parası: Antalya’da 20 polis memurunun kira, elektrik ve kredi borçlarının çek senet tahsilatçısı tarafından ödendiği ortaya çıktı.”

 

“Babaların babası benim: K. çetesinin reisi ‘N. lakaplı N.E., 64.5 yıla kadar hapis istemiyle yargılandığı davada, ‘Beni çete reisi diye değerlendirmeyeceksiniz. Ben babayım, babaların babasıyım’.”

 

“5 kentte 5 çete daha: K.’de astsubay çetesinin lideri kadın çıktı. Çeşitli organize suçlara karışan dört çete daha ele geçirildi.”

 

Türkiye’de çetelerin bu oransız büyümesinin önemli nedenlerinden biri de “çek-senet” olaylarının sayıca çoğalmasıdır. 1986 yılında çek mevzuatında yapılan değişiklik sırasında mahkemelerde görülmekte olan çek-senet davası sayısı yalnızca 10.000 civarında idi. 2000 yılına girilirken bu sayı 200.000’e ulaşmıştır. Mahkeme ve hakim sayısının aynı dönemde bu oranda artmaması çek ve senet uyuşmazlıklarının mahkemeler yoluyla çözümlenmesini güçleştirmekte ve yüksek enflasyon nedeniyle dava sonuçlanıncaya kadar anlaşmazlık konusu meblağın gerçek ekonomik değerinde önemli düşmeler olmaktadır. Bu nedenle, taraflar yargı ve hukuktan umut kesince suç örgütlerine yönelmekte ve bu ortamda yeni suç örgütleri doğma ve filizlenme olanağı bulabilmektedir. Bu durum, ülkemizde “çek-senet” ile ilgili yasal ve hukuksal düzenlemelerin bir an önce ele alınmasını kaçınılmaz kılmaktadır.

 

Ancak, Türkiye’de, trajikomik bir gerçek olarak olarak çıkan ilginç olaylardan biri de çete olgusunun zaman zaman çok yanlış şekilde ele alınması ve uygulanabilmekte olmasıdır. Örneğin, Gaziantep’te baklava çalan bir çocuklar da ‘hırsızlık amacıyla çete kurmak’ suçundan yargılanmış ve hapis cezasına çarptırılmıştır. Gerçek çeteler ortada dururken, birbirlerinin taraftarlarının bulunduğu yerlere karşılıklı silahlı baskın düzenleyerek ölüme ve yaralamaya neden olurken, birbirlerine tehdit ve hakaretlerde bulunurken, bu çerçevede haraç, tehdit ve şantaj çalışmalarını sürdürürken ve bunlar karşısında etkili önlemler alınamazken baklava çalan çocukları çete olarak kabul etmek ortaya ilginç bir “irony” çıkarmaktadır. Bu gibi çelişkiler toplumda adalet duygusunun rencide olmasına neden olmaktadır.

 

Çeteleşme ile mücadele konusunda alınan önlemler arasında bulunan “Çıkar Amaçlı Suç Örgütleri ile Mücadele Yasası” ve bu yasaya koşut olarak yürürlüğe konulması planlanan bir yönetmelikte açıklanmaktadır. Bu düzenleyici metinlerde geliştirilen mücadele yöntemlerinin şunlar olduğu anlaşılmaktadır:

·     suç örgütlerinin içine ajan sokmak

·     muhbir kullanmak

·     itirafçılar ve tanıklar için ABD benzeri koruma sistemi kurmak

·     suç örgütü üyelerinin para ve mallarına el koymak

·     yargıç kararıyla ikametgahlara gizli kamera yerleştirmek

·     telefonları yargıç kararıyla dinlemek

 
Hükümetin bu konuda aldığı önlem ise, Başbakanlık’ta bazı bakanlıkların kıdemli müfettişlerinden oluşan ve Başbakan adına hareket etme yetkisi verilen özel bir ekip oluşturmak olmuştur. Bu ekip 2000 yılının Kasım ayında çalışmalarına başlamıştır.
 

Öneriler

 

Devlet yönetiminde yozlaşmanın, rüşvet ve yolsuzlukların önlenmesi için alınması uygun olabilecek önlemler aşağıda belirtilmiştir.

 

Herşeyden önce, ehliyet, liyakat ve kariyer sistemlerinin güçlendirilmesi sağlanmalı ve bu sistemler belirgin bir işlerliğe kavuşturulmalıdır.

 

Kamu ekonomisinin yönetimi yeniden yapılanmalı ve bu amaca yönelik kurumsal düzeltimler yapılmalıdır.

 

Mevzuat sadeleştirilmeli ve basitleştirilmelidir.

 

Keyfi yönetimin önüne geçilmesinin tek ve güvenli yolu hukuk devleti ilkesinin tam anlamı ile geçerli kılınmasıdır. Bu bağlamda, daha önce sözü edilen, kamu denetçiliği/gözlemciliği (ombudsman) gibi kurumların yararlı olacağı bilinmekle birlikte asıl güvencenin Türk halkının büyük güven beslediği devlete inanma ve güvenme duygusunun devam ettirilmesinde aranması gerektiği açıklıkla kabul olunmalıdır.

 

Ruhsat ve izin işlemleri gözden geçirilmeli ve gereksiz olanlar kaldırılmalıdır.

 

Ekonomik çalışmalarla ilgili yönetsel süreçler sadeleştirilmeli ve saydamlaştırılmalıdır.

 

Kamunun ekonomideki payı ve rolü küçültülmelidir.

 

Kamuda istihdam politikası bu bağlamda yeniden düzenlenmelidir.

 

Kamu personelinin yıllık değerlendirmesi başarım ilkesine yöneltilmelidir.

 

Kamunun satın alma işlemi rüşvet ve yolsuzlukları önleyecek şekilde yeniden düzenlenmelidir.

 

Kamu finansal yönetiminde düzeltim yapılmalıdır.

 

Denetim etkili kılınmalıdır.

 

Yargı düzeltimi yapılmalıdır. Yargıçların görev güvencesi kadar etik davranışları de düzenleme konusu olmalıdır.

 

Devlet yönetiminde keyfiliğe karşı etkili bir yargı güvencesi sağlanmalıdır.

 

Aşağıda belirtilen ilkeler yurttaşların korunması gereken temel değerleri olarak kabul edilmelidir:

 

·     Yurttaşları etkileyen konularda yurttaşların kamusal kurum ve kuruluşlarda karar almaya katılma veya temsil edilme hakkının kamu yönetimi ve yöneticileri tarafından benimsenmesi ve geliştirilecek yönetsel süreçlerle yönetime katılma ilkesine işlerlik kazandırılması,

·     Yürürlükteki yasaların herkes için aynı düzeyde bağlayıcı olmasının ve herkes için aynı sonuçları doğurmasının hukuk devletinin en temel ilkesi olarak benimsenmesi ve bu bağlamda devlet birimlerinde eşit muamele görme hakkının güvence altına alınması,

·     Yurttaşların kendileri ile ilgili konu, sorun ve çözüm yollarını bilme ve öğrenme hakkının düzenlenecek ‘yönetsel usul yasası’ ile güvence altına alınması ve bu yolla yurttaşların yönetim karşısındaki haklarının korunması ve bilgi edinmelerini kolaylaştıracak bir bilgilendirme sisteminin oluşturulması,

·     Güç odaklarının kamusal yetkileri kötüye kullanmasının önüne geçilmesi için karşılıklı koruyucu dengelerin oluşturulması,

·     Kamu çıkarını korumak durumunda olan kamu görevlilerinin ahlaki davranış zorunluluğunun güvence altına alınması.

 

Dürüst ve saydam bir devlet yapısı oluşturulmalıdır. Bu amaçla halkın bilgi alma, bilgiye ulaşma ve bilgilendirilme hakkı tam anlamı ile güvence altına alınmak gerekir. Halkın kamu yönetimlerini etkili bir şekilde denetleyebilmesi konusunda var olan kurumsal eksiklikler giderilmeli ve yurttaşlara yerel yönetim meclislerine karar önerme hakkı verilmelidir.

 

Kamu görevlilerinin hukuksal sorumluluğunu gerektiren ve genellikle önemli düzeyde suç olarak kabul olunan vatana ihanet, rüşvet ve sahtekarlık gibi suç konularına ‘kötü yönetim’ kavramı da eklenmelidir.

 

Önümüzdeki yıllarda ortaya çıkması olası suç çeşitleri olan konut dokunulmazlığının siyasal amaçlarla ihlali, siyasal amaçlarla elektronik gözlem ve haber alma yollarına başvurulması, telefonların dinlenmesi ve mektupların açılması gibi yol ve yöntemlerle haberleşmenin gizliliği ilkesinin ortadan kaldırılması, resmi belgelerin ortadan kaldırılması, karapara aklama işlemlerine yardımcı olunması ve aracılık yapılması, siyasal rakiplere karşı vergi denetimlerini tahrik etme gibi devlet olanaklarının kullanılması, siyasal rakiplerin devletle ilişkilerinde açıklarının kollanması ve bunlardan yararlanılmaya çalışılması, siyasal rakiplerin kamu ile ilgili iş ve işlemlerinde sorunlar çıkarılması ya da siyasal rekabeti ortadan kaldırmak için devlet olanaklarının kullanılmasına göz yumulması ve aracı olunması gibi suçlar şimdiden düzenlenmeli ve Türk Ceza Kanunu içine aktarılmalıdır.

 

Yolsuzlukların soruşturulması ve kovuşturulması ile ilgili olarak Yargıtay’da ve il savcılıklarında uzmanlaşmayı sağlayacak şekilde özel birimler kurulmalı ve yine bu konu ile ilgili olarak haber alma örgütlerinde de bu amaca yönelik özel birimler/gruplar oluşturulmalıdır.

 

Kamu hizmetinde ahlakiliğin düzenlenmesi ve geliştirilmesi için yeni yasal düzenlemeler yapmak ve mevcut yasaları daha da geliştirmek gerekmektedir. Göreve yeni başlayanlar için var olan ‘yemin’ sistemine işlerlik ve anlamlılık kazandırılmalıdır.

 

Kamu Hizmeti Ahlak Yasası adı altında saydam devlet kavramını tanımlayan, bürokratik etik değerlerin normlarını belirleyen ve bu normlara aykırı davranışlara karşı yaptırımlar geliştiren bir yasa hazırlanmalı ve bu yasanın uygulanması bir komisyona bırakılmalıdır.

 

Saydam devlet tanımında siyasal iktidarların kendilerinden önceki dönemlerin uygulamalarını açıklığa kavuşturmalarına olanak verecek düzenlemeler yer almalıdır.

 

Hiç bir toplumda ve bu arada Türkiye’de yolsuzluk girişimlerini tümüyle ortadan kaldırmak olanaklı değildir. Alınacak önlemler yolsuzluğu azaltmaya yönelik olmalıdır.

 

Bu bağlamda alınabilecek önlemlerin bir kesimi olmak üzere yolsuzluk eylemleri ile ilgili yasal yaptırımlar ağırlaştırılmalıdır.

 

Her kurumun teftiş birimi içinde ‘yolsuzluk araştırma-soruşturma üniteleri’ kurulmalıdır. Bu amaçla örgüt içi denetim yeniden düzenlenmelidir.

 

Yolsuzluk olasılığı içeren kararlara ilişkin süreçler gözden geçirilmeli ve bu süreçler yeniden oluşturulmalıdır.

 

Kamu işlemlerinin basitleştirilmesi ve hızlandırılması sağlanmalıdır.  

 

Yolsuzluğa karşı kamuoyu oluşturulmalıdır.

 

Bazı yöneticilere tanınan -kontenjan gibi- yetkiler kaldırılmalı ve yönetimin kullanacağı takdir yetkisinin en fazla ölçüde nesnel iyiniyet kuralları çerçevesinde kullanılması güvence altına alınmalıdır.

 

Ükemizde yasa, tüzük, yönetmelik ve yönergelerden oluşan düzenleyici metinlerin sayısı oldukça çoktur. Yönetimin ve yöneticinin hareket serbestisini ve takdir hakkını oldukça kısıtlayan bu olgu aynı zamanda yurttaşların bu kuralları tüm ayrıntıları ile bilebilmelerinin olanaksızlığı nedeniyle yönetimde keyfiliğin ve duyarsızlığın boyutlarını artıran bir rol oynamaktadır. 

 

Mevzuatta sıksık yapılan değişiklikler sorunu daha da yoğunlaştırmaktadır. Bu nedenle, mevzuatın sık sık değiştirilmesinin önüne geçilmelidir.

 

Bu amacın gerçekleştirilebilmesi aşağıda sayılan ilkelerin kamu hizmetinin temel ilkeleri olarak kabul edilmelerine ve işlerlik ve geçerliliklerinin güvence altına alınmasına bağlıdır:

 

·     Kamu görevi kamu güvenidir.

·     Tüm kamu görevlileri öteki tüm yurttaşlar gibi yasalara tabidir ve hiç kimse yasaların üstünde ve ötesinde değildir.

·     Ülkenin iyi ve etkili yönetimi yasama organının kamu yönetimi üzerinde etkili bir denetim yapmasına bağlıdır.

·     Ülkenin doğru yönetimi için kanunların yorumunda ve uygulanmasında son söz hakkı yargıya ait olmalıdır.

·     Ülkenin doğru yönetimi, kamu hizmetlerinde, ulusal güvenlik gereksinimini ve bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınmasını da dikkate alan, en üst düzeyde saydamlığın gerçekleşmesine bağlıdır.

·     Kamu işlerinde en yüksek etik standartların oluşturulması esas olmalıdır.

·     Sorumlu bir kamu hizmeti için yüksek nitelikli politikacıların ve güçlü ve profesyonel kariyer hizmetlerin varlığı vazgeçilmez bir ön koşul olarak kabul edilmelidir.

·     Kamu görevlileri resmi görevleri nedeniyle sürekli olarak kamuya karşı sorumlu olmalı ve bu sorumluluğu güvence altına alacak düzenlemeler oluşturulmalıdır.

·     Açık, özgür ve dürüst bir seçim sistemi, demokratik toplumun ön koşuludur. Devlet hiç bir şekilde bu ilkelerin tahribi ile sonuçlanacak şekilde yönetilmemelidir. Bürokrasinin bu tehlikeden uzak tutulması için gerekli önlemler alınmalıdır.

·     Etkili bir hükümet için rekabete dayalı bir parti sistemi gereklidir, ancak, bürokrasi her türlü siyasal destek arama endişesinden kurtarılmalıdır.

·     Kariyer sistemi bir bürokratik erdemlilik (meritokrasi) sistemi olarak öngörülmeli ve her türlü politik baskı ve kötüye kullanmalardan (spoils system) ve ‘ganimetin paylaşılması’ amacından uzak tutulmalıdır.

·     Kariyer sisteminin erozyona uğramasının önlenmesi için şu yöntemler uygulama alanına konulmalıdır:

·     Kariyere yapılacak atamalarda siyasal yönden onay, uygun görüş ya da öneri aranmamalıdır.

·     ‘Sadık’ personelin göreve atanması için kariyere eleman seçme ve işe yerleştirme süreçleri kötüye kullanılmamalıdır.

·     Nesnel iyiniyet kurallarına uygun olarak kullanılması gereken personel yönetimi yetkilerinin siyasal tercihlerin yönlendirilmesi amacıyla kullanılması önlenmelidir.

·     Siyasal kayırma sonucu oluşabilecek olan kamu görevlilerinin kendilerine olan güvenlerini kaybetmelerinin ve moral (iş yapma) güçlerini azaltmalarının ve yine aynı nedenle oluşabilecek olan toplumun devlete karşı güveninin azalmasının önüne geçilmelidir.

·     Üst düzey yöneticilikte kariyer olan ve kariyer olmayan kamu görevleri için yeni bir statü oluşturulmalıdır. Böyle bir statü oluşturulduktan sonra bu kadrolara yapılacak atamalar için aranacak kariyer mensuplarının niteliklerinin uygun olup olmadığının bağımsız bir komisyon aracılığı ile irdelenmesi sağlanmalıdır.

·     Kariyere mensup personelin ücret, görev ve statülerinde diğerlerine oranla üstünlük, yumuşaklık ve elastikiyet sağlanmalıdır.

·     Kariyer personele görevleri ile ilgili olarak kesin güvenceler sağlanmalı ve bu tür personelin siyasal tercih ve kayırmaların dışında kaldıkları bir çalışma ortamı yaratılmalıdır.

·     Çetelerle mücadele konusunda gerçekten etkili yetkiler ve önlemler getiren ‘Çıkar Amaçlı Suç Örgütleriyle Mücadele Yasası’nın uygulanmasına içerik ve derinlik kazandırılmalıdır.

·     Pişmanlık Yasası ve kurumu süreklilik kazanmalıdır.

·     Yargı bağımsızlığı güvence altına alınmalıdır.

·     Kamu bankaları özelleştirilmelidir.

·     Siyasetin finansmanı ilkelere bağlanmalı ve bu ilkeler kurumsallaştırılmalıdır.

·     Devlet ihale sistemi değiştirilmelidir.

·     İtirafçılar için etkin bir tanık koruma programı, cezayı hafifletme ya da tümüyle ortadan kaldırma da dahil olmak üzere,  esaslı şekilde geliştirilmeli ve uygulama alanına konulmalıdır.

·     Devlet yönetiminde “hesap verme sorumluluğu” anlayışı gerçekleştirilmelidir.

·     Rüşvetin önlenmesi için kesin ve etkin çözüm üreten yasal düzenlemeler en kısa zamanda yürürlüğe konulmalıdır.

·     Bu bağlamda, OECD tarafından geliştirilen, Avrupa Birliği’nin bu konudaki düzenlemelerine koşut hükümler içeren “Uluslararası Ticari İlişkilerde Rüşvetin Önlenmesi Sözleşmesi” için iç mevzuatta sağlanması gereken uyum en kısa zamanda gerçekleştirilmelidir.

·     Ulusal ekonominin yönetimi için alınacak kararlarda saydamlık sağlanmalıdır.

·     Bankacılıkta saydamlık sağlanmalıdır.

·     İhalelelerde uluslararası denetime olanak verilmelidir.

·     Kamu Yönetimi Ahlak Yasası hazırlanarak yürürlüğe konulmalıdır.

·     Servet beyanı işlevselleştirilmelidir.

·     Özel sektör için açıklık ve hesap verme yükümlülüğü getirilmelidir.

·     Rüşvet, kaçakçılık, işkence, yargısız infaz ve karapara aklama gibi suçlar birlikte ele alınmalı ve bu işlere karışan kamu görevlileri kamu hizmetinden uzaklaştırılmalıdır.

·     Güvenlik güçlerinin eğitiminde, devlet yönetiminde yolsuzluklar konusuna özel bir önem verilmelidir.


 


 

BÖLÜM  8

 

 

 

GÜNEYDOĞU,

TERÖR VE

İÇ GÜVENLİK

 

 

 

 

 

 

Güneydoğu

 

Bu kitabın yazarının son yıllardaki en büyük özlemlerinden biri Güneydoğu’da yaşanan terör olaylarının sona ermesi olmuştur. Bölgedeki doğal kaynakların sınırlılığı, yörenin büyük tüketim piyasalarına ve ham madde kaynaklarına olan uzaklığı ve sermayenin kar yetersizliği endişesiyle bölgeye yatırım yapmaktan uzak durması nedenleriyle bu bölge istenilen ekonomik kalkınma hareketini başlatamamış ve hızla artan nüfus nedeniyle işsizlik çığ gibi büyümüştür.

 

Bütün bunlara terörle mücadele için silah ve iç güvenlik hizmetlerine harcanan paralar da eklenince, yöresel ekonominin içinde bulunduğu olumsuz koşullar ulusal ekonomi için de geçerli olmuştur. Ülke, çok önemli düzeye erişen can kaybı yanında, ekonomi alanında da büyük kayıplar vermiştir. Kısacası, hem yöre geri kalmış ve hem de ulusal ekonomi çok ciddi sorunlar içine sokulmuştur. Bu ekonomik sorunların başında da yüksek enflasyon hızı ve çok büyük boyutlara ulaşan iç ve dış borçlar gelmektedir.

 

Önce PKK terörü sonra da Hizbullah terörü büyük çapta sona ermiş görünmektedir. Bu görüntünün ne kadar doğru olduğu belirli bir zaman sonrasında anlaşılacaktır. Ancak, ülkemizin son 15 yılına damgasını vuran ve toplumun her kesiminde yarattığı sıkıntı ve rahatsızlıklar nedeniyle ülkenin en önemli sorunlarından biri konumuna gelen Güneydoğu sorununun devam etmekte olması, demokratik rejimin ve devlet yönetiminin işlerliğinin ve gelişmişliğinin sağlanması açısından kuşkusuz hala en önde gelen engellerden biridir.

 

Ülkemiz açısından çok sakıncalı bir konuma gelmiş olan bu sorunun gerçek niteliği ile ilgili olarak bugüne kadar pek çok çevre ve kişi tarafından çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Güneydoğu sorununun bir insan hakları sorunu olduğu, burada yaşayanların kimliklerini arama ve ortaya çıkarma gereksinimi içinde olduğu, bir bölgesel azgelişmişlik ve geri kalmışlık olayının yaşanmakta olduğu, bölgedeki petrol kaynaklarının paylaşımının Güneydoğu olaylarının arkasındaki ana etmen olduğu  ya da bölgede görülen terör olaylarının uluslararası alanda Türkiye’nin gelişmesini istemeyen dış odakların bir “düzeni” olduğu yolunda pek çok görüşler ileri sürülmüştür.

 

Kanımca, bugüne kadar açıklıkla ve cesaretle ortaya konulamayan, ancak, sorunun özünü oluşturan asıl gerçek yukarıda belirtilen görüşlerden çok daha farklıdır. Bana göre, asıl gerçek, İran, Irak, Suriye ve Türkiye’de yaşamakta olan etnik bir grubun, kendilerine bir devlet yaratma ve bu devletin üzerinde yer alacağı bir toprak parçası üzerinde siyasal egemenlik oluşturma amaç, istek ve hedefidir. Bu mücadele daha önce İran’da ve Irak’ta verilmiştir. Sıra Türkiye’ye gelmiştir. Dış odakların konuya ilgi göstermeleri bu nedenledir. Bu odaklar, bölgede bir kürt devleti kurulması yolundaki çabaların dünyanın bu yöresinde uluslararası barış ve güvenliğin gelişmesine katkıda bulunacağına inanmaktadırlar. Güneydoğu’daki bu yalın gerçeğin tüm çıplaklığı ile görülememesi ve farklı nitelendirmelerle soruna çözüm yolu bulunmaya çalışılması yapılan çalışmaların yetersiz kalmasındaki ana nedendir.

 

Kuşkusuz bu durum ülke açısından çözümü son derecede zor bir sorunun ortaya çıkmasına yol açmakta ve bir anlamda sorunu çözümsüz bırakmaktadır. Ancak, bilinmeli ve kabul edilmelidir ki, sorunun tüm gerçeği ile ortaya konması bir çözümsüzlük değil, aslında, doğru ve etkili çözüm yolunun geliştirilmesi yolunda atılacak en önemli adım olacaktır. Güneydoğu’da görülen PKK kaynaklı terörün altında yatan temel neden, bir etnik grubun egemenliğine dayalı bir devlet kurulması amacıyla gereksinim duyulan toprak sorununun çözümlenmeye çalışılmasıdır. Bu çaba yörede İran, Irak ve Suriye ile birlikte Türkiye’den de toprak almayı amaçlamakta ve böylelikle de Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü tehdit altına girmektedir. Ekonomik azgelişmişlik, bölgelerarası gelişme dengesizliği, kültürel haklar, özerklik ve federasyon söylemlerini de içerebilecek olan bu istemlerin gerçek hedefi, son aşamada, Türkiye topraklarının bir bölümünün “misakı milli” sınırları dışına çıkarılmasıdır.

 

Bu gerçeğin Türkiye kamuoyuna ve özellikle de bu yolda bir gelişmenin bölgede geleceğe yönelik potansiyel bir ilerleme yaratacağı görüşünde olan batılı ülkelere yeterince anlatılamaması ve Türkiye’de siyasal kararlılığın sarsılmasının bölge ve dünya kararlılığını ne ölçüde olumsuz olarak etkileyebileceğinin tam bir netlikle bu ülkelere kabul ettirilememesi sorunun çözümünde geciktirici ve engelleyici bir rol oynamaya devam etmektedir.

 

Açıklıkla bilinmeli ve önlemler o şekilde ele alınmalıdır ki, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde, İspanya’nın Bask ve Catalonia, İngiltere’nin Kuzey İrlanda ve Sri Lanka’nın Tamil bölgesinde yaşananlara benzer nitelikli ayrımcı ve bölücü bir şiddet hareketinin varlığı söz konusudur. Ve, bu durum PKK adlı terör örgütü aracılığıyla yaşama geçirilmek istenmektedir. PKK’nın kuruluş toplantısı Kasım 1978’de Diyarbakır’ın Lice İlçesi’ne bağlı Fis Köyü’nde yapılmıştır. Toplantı sonucunda, Marksist-Leninist temellere dayalı bir Kürdistan Devleti’ni silahlı mücadele yoluyla kurmayı hedefleyen PKK, Abdullah Öcalan’ı başkanlığa getirmiştir.

 

Güneydoğu’yu kana bulayan eylemlerin başlangıcı 15 Ağustos 1984 Eruh-Şemdinli baskınlarıdır. Stratejik yönden saldırı gücüne ulaştığını varsayan örgüt, kendine hedef olarak 2000 yılında Şırnak, Siirt ve Kuzey Irak’ın bir parçasından oluşan kurtarılmış bir bölge yaratmayı seçmiştir. Kent merkezlerinde ayaklanma tertipleri içine giren örgüt ilk denemesini 1992 yılında Nevruz nedeniyle Cizre’de yapmaya kalkışmıştır. Kasabalara ve köylere yönelik toplu katliamlar, karayollarını denetim altına alma girişimleri ve halktan vergi adı altında para toplama çabaları hep bu stratejinin yeni bir aşaması olarak düşünülmüş ve uygulanmaya çalışılmıştır. Örgüt, 1993 yılından sonra bir yandan ülke içinde kitle örgütlerine sızma ve siyasal parti haline gelme mücadelesi verirken; öte yandan, yurt dışı büroları açarak dış destek arama ve sağlama çalışmalarına başlamıştır.

 

TSK’nin 15 yıl süren yoğun ve çok yüksek maliyetli uğraşından sonra örgüte son bir darbe vurarak örgüt liderini Suriye’den ayrılmaya zorlaması, uzun bir izleme sürecinden sonra liderin Kenya’da yakalanması ve Avrupa’daki PKK eylemlerinin şantaj, tehdit, yaralama ve öldürmeye dayalı gerçek yüzünün ortaya çıkması nedeniyle bu ülkelerde örgüte karşı oluşmaya başlayan sempatinin durma ve gerileme noktasına gelmesi örgütün -bugün için- çökmesi ile sonuçlanmıştır. Gelecek için henüz bir yargıya varmak olanaklı olmamakla birlikte, günümüz koşulları içinde Güneydoğu’daki ayrılıkçı ve bölücü terörün bitme noktasına yaklaştığı anlaşılmaktadır.

 

Bu bağlamda, daha önce başlatılan ancak tam olarak uygulanamayan önlemlere ek olarak, bazı yeni önlemler alınması gerekmektedir.

 

Türkiye, bu ayrılmaz vatan parçasının sosyo-ekonomik yönden kalkınmasını ve gelişmesini bir an önce sağlamalıdır. Zira, terör ile mücadelede en etkili silahlardan biri insanların geleceklerinden emin, yaşamlarından mutlu olmaları ve sahip oldukları bu değerlere zarar verilmesini istememeleri olacaktır.

 

Bu amaçla, Olağanüstü Hal Kanunu içinde düzenlenen ‘ekonomik amaçlı Olağanüstü Hal Rejimi’ bölgede uygulama alanına konulmalıdır. Bu öneri yürürlükteki yasaların da öngördüğü bir yönetim biçimidir.

 

Güneydoğu sorunu yasal meşruluk sınırları zorlanmadan ve insan haklarına saygılı bir yaklaşım içinde ele alınmalıdır.

 

Bu çerçevede, bölgenin genel ve özel yönetimiyle ilgili kurumsal, yönetsel ve örgütsel zayıflık noktaları açıklıkla saptanmalı ve giderilmelidir.

 

Bu bağlamda, terörün ve şiddet olaylarının önlenmesine yönelik olarak kurulan ‘Olağanüstü Hal Rejimi’ne son verilmelidir. Türkiye’nin bu yöresinin de öteki yöreleri ile aynı yönetim sistemi içinde yönetilebileceği tüm dünyaya gösterilmelidir.

 

Bölge valiliği, olağanüstü halin yürütülmesi için bir yönetim modeli olmaktan çıkarılmalıdır. Bu amaçla bölge valiliği sistemine son verilmeli ve sorunun çözümü -daha önce açıklanan-  ‘güçlü il valiliği’ yaklaşımı içinde tüm illerin yönetiminin güçlendirilmesinde aranmalıdır. ‘Güçlü il valiliği’ yaklaşımı içinde, il valilikleri ekonomik ve güvenlik işlevleri açısından daha etkili ve yetkili bir konuma getirilmelidir.

 

Her demokratik ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de devletin kendisini her türlü ayrımcılığa ve bölücülüğe karşı korumak durumunda olduğu ve bu amaçla çıkarılmış olan yasaları uygulamak zorunda olduğu batılı ülkelere anlatılmalıdır.

 

Türkiye’de bu yolda yürürlükte olan mevzuatın pek çok batılı ülkede aynı tür eylemler konusunda var olan suç tanımlarına  ve ceza yaptırımlarına büyük çapta benzediği ve hatta onlara göre daha hafif olduğu görülmektedir. Ancak, bu alanda yapılan karşılaştırmalı hukuk çözümlemelerinin yetersizliği bu savın yabancı ülkelere yeterince açıklanamaması ile sonuçlanmaktadır.

 

Türkiye’de siyasal kararlılığın ayrımcı ve bölücü girişimler nedeniyle ya da bu nedenin yol açabileceği anti-laik yaklaşımlarla bozulması herşeyden önce Türkiye’yi böyle bir tehlikenin içine atan ülkelere zarar verecektir.  Türkiye içinde yer aldığı bölge için bir denge ve kararlılık unsuru olmak durumundadır.  Bu dengenin sarsılması yalnızca bölge barışının değil aynı zamanda dünya barışının da tehlike içine atılması anlamına gelecektir. Bu çıplak gerçeğin yabancı ülkelere net olarak açıklanması gerekmektedir.

Terör

 

Türkiye, Güneydoğu’daki teröre 35.000 şehit vermiştir. Bu çok önemli bir sayıdır. Terör nedeniyle hiç bir ülke bu kadar can kaybetmemiştir.

 

Türkiye, terör nedeniyle ekonomik alanda da büyük kayıplar vermiştir. Ulusal ekonomi, terörün önlenmesi amacıyla yapılan harcamalardan büyük yara almıştır. Yüksek enflasyon kronikleşmiş ve iç ve dış borç artmıştır. Ülkenin ekonomik ve toplumsal kalkınması gecikmiş ve altyapı ve kamu hizmeti üretiminde meydana gelen gecikmeler bu hizmetlere olan talebin hizmet arzının çok önüne geçmesi ile sonuçlanmıştır.

 

Ancak, Türkiye’de PKK dışında sayıları 20’yi bulan başka terör örgütleri bulunmaktadır. Aşırı soldan, şeriatçı devlet kurmak isteyen çizgiye kadar değişen bu terörist örgütler, Türkiye’de iç huzurun ve siyasal kararlılığın sağlanmasında ve devamlı kılınmasında en önemli engel olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Bununla birlikte, gerek Güneydoğu’da ve gerekse ülkenin öteki kesimlerinde uzun süre devam eden ve sona ermekte olan gerek bölücü ve gerekse dinci terör de ülkede demokrasinin gelişmesi ve devlet yönetiminin işleyişi bakımından önemli bir sorun kaynağı olmak durumundadır.

 

Açıklıkla kabul edilmeli ve tüm dünyaya duyurulmalıdır ki, terör ve şiddetle mücadele her devletin en doğal hakkıdır ve bu hakkı kendisinde görmeyen hiç bir devlet yoktur. Türkiye’ye eleştiri yönelten ülkelerin tümünün ceza yasalarında ülkelerini ve yurttaşlarını tehdit eden suç ve eylemlere karşı çeşitli ceza yaptırımları yer almaktadır.

 

Nitekim, ABD’de Teksas Eyaleti’nin ABD’nin bir parçası olmadığını savunan iki ayrılıkçı federal kurumları tehdit etmekten suçlu bulunarak 24 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Oklahoma City’deki kanlı katliamın sorumlusu Timothy McVeigh idam cezasına çarptırılmıştır. Aynı olay, İspanya’nın Bask Bölgesi’nde ve Kuzey İrlanda’da da yaşanmaktadır.

 

Türkiye’de terörle mücadele çalışmaları kapsamında ise bazı yöntem ve yaklaşım sorunları bulunmaktadır.

 

Türkiye’nin terörle mücadele etmek hakkına sahip olduğu, pek çok ülkede terörle mücadele konusunda yasal düzenlemelerin yürürlüğe konulmuş bulunduğu, geçerliliği tüm uluslar tarafından kabul edilmiş uluslararası bir standart var olmamakla birlikte,  bunların bir örneğinin de Türkiye’de bulunduğu [133] ve PKK ile olduğu üzere terörle mücadele çalışmalarının da mevzuata uygun olarak yürütülmekte olduğu ikna edici bir şekilde dış odaklara anlatılamamaktadır. 

 

Bununla birlikte, terörle mücadelenin hukuk kuralları çerçevesinde yapılması gerektiği ilkesi de açıklıkla kabul edilmelidir.  Koşullar ne olursa olsun terörle mücadele eden güçlerin hukuk devleti anlayışının dışına çıkmaları kabul edilmesi asla olanaklı olmayan bir olgudur.

 

Bu çerçevede, kamuoyuna yargısız infaz olarak yansıyan bazı uygulama biçimlerinin terörle mücadeleye gölge düşürdüğü, dış ülkelerde aleyhte propagandaya olanak verdiği ve hukuk devleti anlayış ve ilkesine zarar verdiği açıklıkla görülmelidir.

 

Öte yandan, terörle mücadele kapsamında bir ana planın geliştirilememiş olması, çalışmalarda itici gücün silahlı kuvvetlere bırakılmış olması, sivil güvenlik güçleri ile askeri güçler arasında kimi zaman görülebilen işbirliği ve eşgüdüm eksiklikleri, köy korucularının statüsü ve kır polisinin kurulamamış olması gibi nedenler terörle mücadelede başarıyı sınırlandıran etmenler olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Bu alanda başarıyı güvence altına alacak unsurlardan birinin de bölgenin toplumsal ve ekonomik azgelişmişlik zincirini kıracak önlemler olduğu içtenlikle kabul edilmelidir.

 

Türkiye’de terör bugünkü koşullar çerçevesinde, esas itibarıyla, güneydoğudaki bölücü terörle özdeşleşmiş durumdadır. Bu nedenle, güneydoğu ile ilgili olarak söylenenler terör için de geçerli olacaktır.

 

Terörün önünün alınması için uygulama alanına konulması gereken önlemlerin bazılarına aşağıda değinilmiştir.

 

Türkiye’nin terör suçu ile mücadele için sahip olduğu mevzuat, kendisine yöneltilen eleştirileri haksız çıkaracak şekilde, öteki ülkelerin mevzuatından geri ve kötü değildir. Buna karşın, olağanüstü hal ve terör suçları ile ilgili mevzuat insan hakları ve uygulanan yaptırımlar açısından gözden geçirilerek uygun görülecek değişiklikler yapılmalıdır.

 

Terörle mücadelede örgütlenme, yönetme, planlama, eşgüdüm sağlama, işbirliği kurma ve denetleme işlevleri bugünkünden çok daha etkili bir yetkinlik düzeyine çıkarılmalıdır.

 

İtalya’da “Carabinieri” ve jandarma geleneğine sahip öteki ülkelerde “rural police” olarak bilinen ‘kır polisi’ Türkiye’de de kurulmalıdır.  Terör sona erdikten sonra da geçici köy korucularına olan gereksinim devam edeceğinden bu gücün düzenli güvenlik gücü konumuna getirilmesi açısından kır polisi uygun ve geçerli bir model olacaktır. Kır polisi, zaman içinde, jandarmanın yerini almalıdır. Bu geçiş süreci içinde düzenli birliklerin oluşturulması, örgütlenmesi, çalışma süreçlerinin geliştirilmesi ve personelin eğitimi silahlı kuvvetler tarafından sağlanmalıdır.

 

Geçici köy koruculuğu sisteminin iç güvenlik sistemi ile uyumlu düzenli birlikler şekline dönüşmesine kadar geçecek zaman içinde koruculuk sisteminin Köy Kanunu’nun 68-82  maddelerine dayalı olan ve son derecede belirsiz ve zayıf bir konumda bulunan yasal temelleri geliştirilmeli ve güçlendirilmelidir.

 

Herşeye karşın, Türkiye’de demokratikleşme çabaları sürdürülmelidir. Demokratikleşme terörü tek başına önleyebilmek durumunda değildir; ancak, bilinmelidir ki, terör nedeniyle demokratikleşmenin geciktirilmesi Türkiye’nin düşmanlarına koz verilmesi anlamına gelecektir.

 

İç Güvenlik ve Haber Alma

 

Türkiye’de iç güvenlik birimleri son yıllarda önemli başarılar elde etmiştir. “Apo” başta olmak üzere, PKK’nın üst düzey sorumlularının yurt dışında yakalanarak ülkeye getirilmeleri, “Hizbullah”, “İBDA-C”, “Tevhid” grubları başta olmak üzere dinci terör örgütlerinin, sayısı binleri bulabilecek olan “faili meçhul” cinayetlerin ve “şeriata dayalı devlet” kurma kurma girişimlerinin eylemcisi olarak ortaya çıkarılmaları ve geçmiş yıllarda işlenen siyasal nitelikli ve eylemcisi bilinmeyen cinayetlerin aydınlatılmış olmaları gerçek anlamda büyük başarılardır.

 

Ancak, iç güvenlik örgütleri, aynı zamanda, önemli sorunlar içinde bulunmaktadır.

 

Bu bölümde iç güvenlik olgusu, başarılı ve başarısız yanlarıyla irdelenmeye ve bu olgunun ülkedeki devlet yapısının işlerliği ve demokrasinin gelişimi üzerindeki önemli rolü vurgulanmaya çalışılacaktır. İç güvenlik birimlerinin içinde bulunduğu kurumsal, örgütsel ve yönetsel sorunların anlaşılmalarını kolaylaştırmak amacıyla, iç güvenlik hizmetlerinin yönetimiyle ilgili olarak basına yansıyan pek çok örnek olaydan yalnızca bir kesimi, ileride yapılacak çözümlemelere ve geliştirilecek önerilere  temel oluşturmak üzere aşağıda özetlenmiştir.

 

“Narkotikçi Barış’ın sırrı. Emniyet’in ‘başarılı’ komiser yardımcısının rüşvete karşı çıktığı için vurulduğu öne sürüldü.”

 

“Zehir operasyon. Uyuşturucu taciri iki kardeşi öldürmekle suçlanan Hüseyin Uzun’un ifadesi üzerine Tankuş’un şoförü gözaltına alındı.”

 

“Gözaltında intihar. Uyuşturucu çetelerinin polis bağlantılarını açıklayan Hüseyin Uzun dün akşam İstanbul Emniyet Müdürlüğü tuvaletinde asılı bulundu.”

 

“6. kattan ölüme uçtu. Altın Hilal denilen İran-Afganistan-Pakistan üçgenindeki bölgeden temin edilen 166 kilo eroini Hollanda’ya kaçırmak isteyen şebekenin organizatörü olduğu iddiasıyla gözaltına alınan M.S., Vatan Caddesi’ndeki Emniyet Müdürlüğü’nün 6. kat penceresinden düştü. Betona çakılan S., hastaneye kaldırılamadan olay yerinde öldü.”

 

“Gözaltında bir intihar daha… Eminönü’nde 10 gram eroinle yakalanarak gözlem altına alınan Somali uyruklu bir kişi, Narkotik Şube’nin 5. katındaki tuvalet penceresinden atlayarak intihar etti.”

 

“Hücre evi bilmecesi. Adana, Yüreğir’de hücre evi diye basılan iki ayrı evde iki kişi öldü, bir kişi yaralandı. Ancak kanlı baskınla ilgili çelişkiler, kafa karıştırıyor. Polis: Hücre evi 3 aydır izliyoruz. Eşi öldürülen kadın: Biz örgüt nedir bilmeyiz.”

 

“Bakan İrtemçelik ‘çat kapı’ infazı değerlendirdi: Adana olayı herkesi yaraladı. İnfaz sabit, ceza yok. 10 polise dava açıldı.”

 

“İnfaza 150 yıl istendi. Adana’da ‘hücre evi’ diye bastıkları evde temizlik işçisi M.B.’yi öldüren ‘çat kapı infazcı’ altı polis hakkında dava açıldı. İddianamede ‘kasten adam öldürmekle’ suçlanan polislerin ‘gerekli araştırmayı yapmadan operasyon düzenledikleri’ belirtildi. Sanıkların eve ‘Teslim ol’ çağrısı yapmadan, kapıyı kırarak girdikleri ve B’yi ateş açarak öldürdükleri öne sürüldü.”

 

“Göktepe için yürüdüler.”

 

“Bir MİT’çi çetemiz eksikti. Çeteler ülkesi Türkiye’de enteresan bir çete daha çökertildi! Ankara’da işadamlarını tehdit ederek para toplayan üçü Milli İstihbarat Teşkilatı mensubu beş kişi tutuklandı.”

 

“Susurluk-2 sır. Polis 23 villalı eski polisi yakalayamıyor.”

 

“Kızılay meydan muharebesi. Polis, eylem yapan mahkum yakınlarını copla, panzerle dağıttı. Eylemcilerle ülkücülerin çatışmasına ise seyirci kaldı. Kendi eylemine başladı.”

 

“İstanbul’da kendileri yürüdü. Polis kazan kaldırdı. Teröre iki kurban veren Çevik Kuvvet Müdürlüğü’ne bağlı 4 bin polis, dün Emniyet Müdürü ve Vali’yi hiçe sayıp, tekbir sesiyle İstanbul sokaklarını inletti.”

 

“Emniyet Müdürü, polis yürüyüşünün perde arkasını açıkladı! ‘Cenazeye giderken yolu şaşırdılar’.”

 

Bu ve benzeri uygulamalar uzun bir süreden bu yana devam etmekte ve emniyet güçleri bir çok olayda yargısız infaz yapmakla suçlanmaktadır. Olaylar yargıya iletilmekte ve yapılan yargılamalar sonucunda bazı polisler suçlu bulunurken bazı olaylarda iddialar kanıtlanamamaktadır. Bu yoldaki iddiaların bir kısmı anımsatmak üzere aşağıda belirtilmiştir:

 

1991 Hasanpaşa Operasyonu: Kadıköy Hasanpaşa’da yasa dışı örgüt üyesi oldukları belirtilen H.D. ve İ.O. operasyon sırasında öldürüldü.

 

1993 Perpa: Perpa’da bir kafeteryaya operasyon düzenleyen polis Emniyet’te hiç kaydı olmayan bir çocuk annesi kasiyer S.Ç. da dahil olmak üzere beş kişiyi öldürdü. 5 kişinin öldüğü olayla ilgili dava altı yıl sonra sonuçlandı. Aralarında Susurluk’un kilit isimlerinden A.Ç.’da bulunduğu 5 polis ‘yasal sınırı aşarak faili belli olmayacak şekilde 5 kişiyi öldürmekten’ önce idam cezasına çaptırıldı. Ceza daha sonra 3 yıl 10 ay 20 gün hapse indirildi.

 

1998 Fatih: Polis Fatih Çarşamba’da PKK’lı oldukları gerekçesiyle bir eve baskın düzenledi. Çatışma sırasında 14 yaşındaki bir genç ile ailenin konuğu olan bir kişi öldü.

 

1998 Çağlayan: M.Ç. ve A.D., çaldıkları otomobille polisten kaçarken öldüler. Gençlerin uçuruma yuvarlanarak öldükleri yönünde rapor tutulurken, daha sonra silahla vuruldukları ortaya çıktı.

 

1998 Adana: Polis Adana Kiremithane’de bir eve baskın düzenledi. Çatışma sırasında yasa dışı oldukları belirtilen üç kişi öldü.

 

1997 Esenler: Pankart astıktan sonra kaçtığı iddia edilen N.D. bir apartmanın bodrum katında ölü bulundu. Polis, D.’nin intihar ettiğini söylerken, aile oğullarının öldürüldüğünü iddia etti.

 

1997 Küçükköy: Polisin düzenlediği operasyonda yasa dışı örgüt üyesi olduğu iddia edilen S.Ö. 48 kurşunla öldü. 7 polis hakkında dava açıldı.

 

İç güvenlik güçleri ile ilgili bir başka önemli zayıflık noktası da bazı kişilerin karıştıkları yolsuzluk olaylarıdır. Bu olaylara ait bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır:

 

“23 villalı polis şefi! Hakkında kesinleşmiş bir yıl hapis cezası olduğu için eski Emniyet Müdürü’nü polis arıyor. Araştırmada müdürün 23 yazlık villasının bulunduğu saptandı.”

 

“Rezil polisin sonu: Görevi: Emniyet amiri. Marifeti: İşadamından alacağını mafyayla tahsil etmek. Sonu: Gerçek polise yakalandı.”

 

“Her polisin TBMM’de grubu var. Ankara Emniyet Müdürü polislerin tayinini politikacıların yaptığını söyledi ve ‘bir polis memurunun arkasında en az 20 milletvekili var’ dedi.”

 

“Emniyet’te tayin bombası! 4 milyon dolar rüşvetle tayin ettirildiğini ileri süren polis şefi görevden alındı.”

 

“Üç polis işkenceden cezaevine gönderildi.”

 

“Hortum’un, İngiltere’de tiyatrosu bile yapılmış.”

 

“Çete reisi polis memuru çıktı. İzmir’de çek-senet tahsilatı yapan çetenin reisinin Şanlıurfa’da Çevik Kuvvet’te görev yapan polis olduğu belirlendi.”

 

“Tahsilatçı polis. Gaziantep’te çek senet imzalatmak, tahsil etmek ve memuriyeti kötüye kullanmak suçlarından 15 yıl hapis cezası istemiyle yargılanan polis memuru 13 yıl 4 ay ağır hapis cezasına çarptırıldı.”

 

“Ve Eymür konuştu: Yeşil devlet güvenlik güçlerinin kullandığı bir şahıstır. Güvenlik güçlerinin verdiği talimatlar doğrultusunda bir takım şeyler yapmıştır…”

 

“Çakıcı olayında ilk somut ipucu. Kırmızı pasaportun izi Pekin’de çıktı. Alaatin Çakıcı’nın üzerinde taşıdığı son kırmızı pasaportun Pekin Büyükelçiliği’nden çalındığı belirlendi..”

 

Hiç kuşkusuz polisle ilgili olarak son yılların ve hatta Cumhuriyet tarihinin en önemli olayı 12-13 Aralık 2000 tarihlerinde çeşitli büyük kentlerimizde meydana gelmiştir. İstanbul polisi, 10 Aralık 2000 günü olağan sokak devriyesi hizmeti sırasında yasa dışı bir örgüt adına afiş yapıştıran bir grupla çatışmaya girmiş ve çıkan çatışmada afiş asan gruptan bir kişi ölmüş ve iki kişi yaralı olarak ele geçirilmiştir. Olayın ertesi günü Çevik Kuvvet’e ait bir minibüs teröristlerce taranmış ve iki polis şehit edilmiştir. Bu olaydan bir gün sonra İstanbul’da yaklaşık 4 bin kadar Çevik Kuvvet polisi, üniformalı ve silahlı olarak izinsiz yürüyüş yapmış, yürüyüşün durdurulması için amirlerinin verdiği emirleri dinlememiş, amirlerini protesto ederek yuhalamış, yürüyüş sırasında aşırı sağ ideoloji ile özdeşleşen ve içerikleri hükümet, Başbakan ve bakanlar aleyhine olan sloganlar atmış, kep çıkarmış ve silah göstermiştir.  Aynı gün, Ankara’da ölüm oruçları nedeniyle sağ ve sol gruplar arasında çatışma çıkmış ancak polis bu iki grubu ayırma için bir çaba göstermemiş ve polisin sağ grupla birlikte hareket ettiğini gösteren davranışlar topluma yansımıştır. Daha sonraki gün Bursa, Adana, Mersin, Gaziantep ve İzmir’de benzer nitelikli polis yürüyüşleri yapılmış ve bu yürüyüşlerde de benzer sloganlar atılmıştır.

Polislerin yürüyüş sırasında attığı sloganların bazıları şunlardır: “Dişe diş, kana kan. İntikam, intikam”, “Başbakan istifa”, “Rahşan’ın affı polisi vurdu”, “Hükümet affını al, başına çal!”, “Adalet Bakanı istifa”, “Tantan uyuma, polisine sahip çık”, “Ya Allah, bismillah, Allahu Ekber”, “Bizi satanı, biz de satarız” ve “Özgürlük polisin kanıyla olmaz”.

 

Bu olay, Türk siyasal tarihinde polisin karıştığı en büyük skandaldır. Osmanlı İmparatorluğu dönemindeki bazı olaylara çok benzeyen bu olay, ülkede polisin yönetimi ve eğitimi konusunda çok ciddi yetersizlikler bulunduğu, polislerin belirli bir siyasal görüşün yanlıları arasından seçildiği ve polisin toplumsal olaylarda yanlı davrandığı yolundaki eleştirilere destek verici olmuştur.

 

Atılan sloganların içeriği ise bundan daha vahimdir. Polis, attığı sloganlarla amirlerini ve hatta bunun da ötesinde hükümeti, bakanları ve Başbakan’ı eleştirmekte ve korumak durumunda olduğu devleti sorgulamaktadır. Bir anlamda, huzur ve güvenliğin ve kamusal düzenin sağlanması ve korunmasından sorumlu polis toplumsal düzeni bozan bir konuma gelmiştir.

 

Olay, polisin kendi iç mevzuatına aykırı olması yanında, Türk Ceza Kanunu’nun memurların toplu halde görevden çekilmelerini düzenleyen 326 ncı maddesine, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na ve 171 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Hakkındaki Kanun’a da ciddi aykırılıklar taşımaktadır.

 

Olay, bu bağlamda, Türkiye  Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti  olması açısından çok önem taşıyan bir noktaya gelmiştir.

İrdeleme

 

İç güvenlik birimlerine yönelik eleştiriler özellikle şu noktalarda yoğunlaşmaktadır:

 

·     Siyasal ilişkiler, iç güvenlik yönetiminde siyasallaşma, siyasal kadrolar oluşturma ve iç güvenlik güçlerinin iç politikada kullanılması

·     Kurumsallaşma sorunları

·     Yetersiz ve yanlış örgütlenme

·     Yönetim politikalarının (toplam kalite yönetimi, iç güvenlikte hizmet standartlarının oluşturulması gibi) ve yönetim yetkinliklerinin (planlama, yürütme, işbirliği, eşgüdüm, iletişim ve denetleme) yeterince gelişmemiş olması

·     Siyasal ve ekonomik çıkar amaçlı kayırmacılık

·     İnsan hakları kavramına karşı duyarsızlık

·     Teknik altyapının yetersizliği

·     İşkence ve hatta adam öldürme

·     Yasa dışı eylemlerde bulunma

·     Gözaltına alınanların can güvenliğini sağlayamama

·     Yönetimde yozlaşma, rüşvet ve yolsuzluklar

·     Etik kavramında görülen eksiklikler

·     Yasa dışı kişilerle ve çetelerle içiçe olma, yasa dışı kişileri kullanma eğilimi

·     İnsan kaynakları (işyükü, işgücü çözümlemeleri, yetenek boşluğu analizi) yönetiminde görülen yetersizlikler

·     Görevde yükselmelerde ehliyet, yeterlik ve kıdem ilkelerinin dikkate alınmaması

·     Yönetimde verimlilik, etkililik ve ekonomiklik endişelerinin yeterince dikkate alınmaması

·     Hizmet öncesi ve hizmet içi eğitimde yetersizlikler

·     İç güvenlik yönetiminde “polis” teknik, taktik ve stratejilerinin yeterince gelişmemiş olması

·     Oransız ve aşırı güç kullanma

·     Suç ve delil karartma

·     Görev ihmali ve görevin kötüye kullanılması

·     “Gayretkeşlik” ve “başarılı” görünme için abartılı operasyonlar düzenleme

 

Emniyet örgütünün “çürümüş” olduğunu açıklıkla ifade eden polis yöneticileri de vardır. Bunlardan biri olan Bursa Emniyet Müdürü Aydın Genç şunları söylemektedir:  “Geldiğimden beri, gözlediğim kadarıyla buradaki teşkilat çürümüş. Bunu düzetmek için çalışacağım…” [134]

 

Aynı yolda bir başka yakınma DGM Savcısı Mete Göktürk’ten gelmektedir. Kolluk güçlerinin, gözüne girmeye çalıştığı iktidarın görüşüne muhalif gruplara yönelik gözaltı operasyonları yaptığını ve bu yönde gayretkeşliklerin işkence iddialarına gerçeklik kazandırabildiğini belirten Göktürk “Değişen politik rüzgarlara göre görevden alınırlar, yerleri ve görevleri değişir. Emniyet içindeki kadrolaşmadan, hatta çeteleşmeden bu nedenle söz ediliyor. Çünkü bu görevlilerin tek güvencesi amirlerinin gözüne girmekten, amirlerinin güvencesi ise siyasi iktidarın gözüne girmekten geçiyor. Bunu da o günkü siyasi iktidarın yandaşı olan kişileri incitmemek ve küstürmemek koşuluyla, özellikle o siyasi görüşün hoş görmediği suçları işleyenler başta olmak üzere, mümkün olduğunca çok sayıda suçlu ya da şüpheli yakalayıp başarılı görünmek ve kendilerini kanıtlamak oluyor. Onun içindir ki suçlu mu, suçsuz mu oldukları henüz belirsiz olan kişiler yargı önüne çıkarılmadan medya önüne çıkarılıp suçlu ilan edilebiliyor. Yine başarı kazanmak uğruna gayretkeşliğin bir sonucu olarak gözaltındaki kişilere kötü muamele ve işkence iddiaları yoğunluk ve gerçeklik kazanıyor.” [135]

 

Emniyet Örgütü’nün siyasal ideolojilerle ilgisi zaman zaman endişe konusu olmuştur. Sağ ve sol ideoloji yanında dinci akımlarla da ilişki içinde olan emniyet mensupları olduğu bilinen bir gerçektir. 1990’lı yıllara gelirken gümüş yüzük takan ve ütülü pantolon giymekten kaçınan bir grup varlığını açıkça ortaya koymuştur. Bu bölünmenin arkasındaki itici gücün emniyeti denetim altına alarak kendi konumlarını göreli olarak üstün kılmak isteyen siyasetçiler olduğu açıklıkla bilinmektedir.

 

Bu nedenle, Emniyet Örgütü her devirde siyasetçi için kritik önem taşıyan bir nokta olmuştur. Siyasetçi bu amacını gerçekleştirebilmek için ehliyet, liyakat ve hatta kıdem ilkelerini bir kenara iterek kendi açısından güvendiği kişilere örgütü teslim etmek istemiştir.

 

İçişleri Bakanlığı üzerindeki siyasal baskılara değinen İçişleri Bakanı Sadettin Tantan sorunlarla ilgili olarak şu saptamaları yapmaktadır: “Siyasetçiler emniyet teşkilatından ellerini çekmediği için bu noktalara geldi.” [136]

 

Telefonların dinlenmesi konusunda hukuksal düzenleme olmadığını belirten Tantan, telefon dinleme olayı konusunda da şunları söylemektedir: “Telefon dinleme konusunda teknolojik imkanlar, kamu güvenliği için kullanılabilir, ancak disipline edilmesi zorunlu. Batı ülkelerinde de kamu yararı için telefon dinleme gereklidir. Dinleme elzem, ama hukuki sisteme dayanmalı.” [137]

 

Son yıllarda yapılan önemli atılımlara karşın özellikle büyük kentlerin varoşlarında iç güvenlik birimlerinin denetim gücü belirli bir ölçüde sınırlanmış bulunmaktadır. Terör olayından farklı olarak, olağan iç güvenlik sistemlerinde de belirgin bazı sorunlar yaşanmaktadır. Kentsel güvenlik gücü olan polisin büyük kentlerin merkezden uzak ve özellikle yasallığı sağlanamamış olan “gecekondu” türü yerleşim bölgelerinde varlığını yeterince duyuramaması ve benimsettirememesi devletin işlerliği açısından sakıncalar yaratmaktadır.

 

Polisin benzer toplumsal olaylarda farklı siyasal düşünce gruplarına farklı yaklaşımlar göstermesi polisin tarafsızlığı ile ilgili imajın bozulmasına ve çifte standart iddialarının ortaya atılmasına neden olmaktadır.

 

Polisin toplumsal olayları önlemede izlediği yöntemlerde insan onuruna gerekli saygıyı gösterdiğini kanıtlar biçimde yaklaşması kamuoyunda önemli bir beklenti olmak durumuna gelmiştir.

 

Öte yandan, kırsal kesimde güvenliğin sağlanmasında ana unsur olan jandarma ile mülki idare amirleri arasındaki ilişkilerde yeniden düzenlemeyi gerekli kılan kimi olumsuzluklar yaşanmaktadır. Jandarma ile mülki idare amirleri ve özellikle kaymakamlar arasında yürürlükteki mevzuatın çelişkili hükümler içermesinden kaynaklanan önemli görev, yetki ve sorumluluk paylaşımı sorunları vardır.  Jandarmanın kırsal kesimin güvenlik gücü olarak devamı mülki idare ile ilişkileri açısından sakıncalar yaratmaktadır. Son yıllarda aynı durum, emniyet-mülki idare amiri ilşikilerinde de ortaya çıkmaya başlamıştır.

 

Ülkemizdeki jandarma gücünün oluşumu ve gelişimi ile benzer özellikleri paylaşan ve aynı kökenden gelen öteki ülkelerin jandarmalarında, önemli bir çağdaş gelişme örneği olarak ortaya çıkan ve personel kaynağı olarak ‘silahlı kuvvetlere dayanmama’ yolunda  giderek güçlenen eğilimlerin Türkiye’de kırsal güvenliğin ve jandarmanın gelecekteki konumunun planlanmasında özellikle dikkate alınması gerekmektedir.

 

Jandarmanın personel kaynağının sivil ve profesyonel kesimden çok hala orduya dayalı olması ve kır polisinin geçici köy korucularının sorunlarını da giderecek şekilde henüz kurulamamış olması iç güvenlik sisteminde yeniden yapılanmayı kaçınılmaz kılmaktadır.

 

Bu çerçevede, terörle mücadelede önemli bir rol oynayan geçici köy korucularının terör sonrası “istihdam” sorunları konusu üzerinde de özellikle durulmalıdır.

 

Genel Nitelikli Bazı Öneriler

 

Yukarıda belirtilen sorunların çözümlenebilmesi için alınması uygun olabilecek önlemler aşağıda belirtilmiştir:

 

Polis, bilimsel teknik ve yöntemlere uygun olarak yeniden örgütlenmeli ve düzenlenmelidir. Hazırlanması yararlı olabilecek olan bir ‘Güvenlik Hizmetlerinin Kurumsal Açıdan Geliştirilmesi Projesi’ çerçevesinde  hem polisin görev alanları, sorumlulukları ve teknik yetkinlik düzeyi ele alınmalı ve hem de jandarmanın kentsel alandaki rolü ve işlevleri gözden geçirilmelidir.

 

Polisin siyasal tarafsızlığı ve siyasal ideolojilerden arıtılması mutlaka temin edilmelidir.

 

Güvenlik uygulamalarında çifte standart iddiaları kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır.

 

Polisin siyasetçi ile çıkar ilişkisi ve dayanışması olasılığı tümü ile ömnlenmeli ve polis günlük siyasetten etkilenmeyen bir konuma getirilmelidir.

 

Polisin toplumsal olayları önlemede ve toplumla ilişkileri sırasında insan haklarına tam ve kesin bir inançla bağlı ve insan onuruna saygılı olduğu açıklıkla kanıtlanmalı ve sergilenmelidir.

 

Anti-terör timlerinin oluşturulmasına ivme ve genişlik kazandırılmalıdır.

 


 

BÖLÜM  9

 

 

 

YARGI

 

 

 

 

 

 

Giriş

 

Yargı, ülkenin demokratikleşmesi ve insan haklarının güvence altına alınması açısından en önde gelen devlet organıdır. Toplumsal barış, esenlik ve güvenlik için bireylerin adalet duygusunun var olduğu ve etkili çalıştığı yolunda inanç ve güvenleri gerekmektedir. Ancak, Türkiye’de yasama ve yürütme organlarında yaşanan sıkıntılar yargı organında da yaşanmaktadır.

 

Türkiye’de demokratik rejimin daha iyi işler kılınmasında ve devlet organlarının işlerliğinin sağlanmasında yargının içinde bulunduğu koşullar özel bir önem taşımaktadır. Yargı ile ilgili olarak pek çok sorun alanı saptanmıştır. Yargı ile ilgili sorunlar şu temel noktalar üzerinde odaklanmaktadır:

 

·       hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin geçerlilik düzeyi

·       adaletin toplumda gerçekleştirilebilme düzeyi

·       yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi

·       Anayasa yargısı ile ilgili temel sorunlar

·       “en yüksek yargı yeri” konusunda tartışmalar

·       yönetsel yargıya ilişkin nitelik sorunu

·       yargı bürokrasisi: yargının hızlı, etkili ve verimli işlemekte olduğu yolunda duyulan endişelerin yoğunluğu

·       yargının örgütlenme sorunları

·       yargılama süreçlerinin yetersizliği

·       yargıda ücret ve insan kaynakları yönetimi sorunu

·       yargıda yolsuzluk ve rüşvet

·       sav-savunma-yargıç ilişkilerinde yaşanan sıkıntılar

·       ceza ve tutukevlerinin içinde bulunduğu ortam

·       “Devlet Güvenlik Mahkemeleri”

·       “Yargısal Kolluk”

 

Yukarıda yer alan listenin de işaret ettiği gibi, ülkemizde yargı sistemi çok ciddi sorunlar içinde bulunmaktadır. Bu bağlamda, Yargıtay başkanlarının adli yıl açılışlarında yaptığı konuşmalar artık birbirinin kopyası konumuna gelmiştir. Yavaş ve geç işleyen adalet, hakkın ve haklının zamanında ve isabetli olarak ortaya çıkarılamaması, yargılama ve infaz sistemlerindeki kabul edilemez oluşumlar ve daha birçok yakınma, Türkiye’de yargı erkinin tam bir sorunsal içinde olduğunu göstermektedir. Bu acı gerçekler yargının en başındakiler tarafından dahi itiraf edilebilmektedir.

 

Hukuk Devleti ve Hukukun Üstünlüğü İlkelerinin Geçerlilik Düzeyi

 

Türkiye’de hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin geçerlilik düzeyi konusunda ciddi duraksamalar belirtilmektedir. Bu görüşler, hem ülkenin bu alandaki en saygın hukuk temsilcilerinden ve hem de aydınlarından gelmektedir.

 

Yargı temsilcilerinden sözleri dikkatle izlenmesi ve incelenmesi gerekenler bu yolda önemli eleştirilerde bulunmaktadırlar. Bu bağlamda, son zamanlarda yapılan iki çıkış oldukça önem taşımaktadır. Bunlardan birincisi Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk tarafından adli yılın açılışında ve diğeri de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından başkanı olduğu dönemde Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yapılmıştır.

 

Sami Selçuk şunları söylemektedir: “Tanılarımızı doğru koyabilmek için, toplum mühendisliği özentilerinden arınmış, indirgemecilikten uzak, tartışma, deneme, sınamaya dayanan eleştirel akılcılıkla, nesnel yansızlıkla sorunları irdelemek ve bu soruyu yanıtlamak zorundayız. Böyle bir yaklaşım bizi şu saptamaya ulaştıracaktır. Türkiye, devlet ve toplum olarak, kendisine Kara Avrupası ülkelerini, özellikle Fransa’yı, bir ölçüde de Almanya ve öbür ülkeleri örnek almıştır. Bu etkinin en çarpıcı örneği 1961 ve 1982 Anayasalarının 2. maddelerinde görülüyor. Bu maddelerde Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken ‘hukuk devleti’nden söz ediliyor, ‘hukukun üstünlüğü’nden değil. İki ilkenin birbirinin yerine kullanıldığı da var. Oysa bunlar farklı anlayışların ürünüdür. ‘Hukuk devleti ilkesi’ Kara Avrupalı, özellikle Fransız ve Alman kökenli, ‘Hukukun üstünlüğü (egemenliği, önceliği) ilkesi’ Anglo-sakson kökenli. Her iki ilkenin nedenleri de sonuçları da başkadır. ‘Hukuk devleti ilkesi’nin boy verdiği Kara Avrupası ülkelerinde, özellikle de Fransa’da ‘devlet merkezci’ bir yönetim, cumhuriyet vardır. Devlet her yerde hazır ve nazır, Jakoben. Bu ülkelerde hukuku üreten temel güç devlettir. O yüzden de hukuk hep devletten yanadır. Devlet kendi yarattığı hukuk nedeniyle yurttaşlarla sürtüşme içinde ve bu hukuku aracı kılarak pek çok şeye el atmış durumda. Sıkışınca başvurduğu kavramlardan biri ‘kamu yararı’. İçeriği belirsiz ve tartışmalı olan bu kavramla hukuk, zaman zaman mistikleştirilmiş, hukuku siyasallaştırma oyununun bir parçası olmuş. ‘Kamu yararı’, ‘yönetimin takdir hakkı’ ağırlıklı kavramlarla beslenen bir yönetim, hukukta etkisini göstermiş, ‘özel hukuk’ ve ‘kamu hukuku’ ayırımı ortaya çıkmış. Buna koşut olarak ‘yargılama birliği’ ilkesinden sapmış. Toplum ve hukuk, devletin vesayetinde ve edilgin. Vesayetçi devletin yukarıdan aşağıya doğru düzenlediği makro anlamda bir toplumsal sözleşme var. Adı Anayasa. Bu ne ölçüde başarılırsa, Kant’tan Rousseau’dan esinlenilen ‘hukuk devleti’ne, dolayısıyla demokrasiye ancak o ölçüde ulaşılabilecek… Bütün bunlar, Kara Avrupası ülkelerinde devleti, birey zararına karşı dokunulmaz bir nesneye dönüştürmüştür. Savaş bu dokunulmazlığı sarsma savaşıdır. Bunun sonucu olarak, Kara Avrupası’nda toplum devletçi kurallara bağlı, içine kapalıdır. İktidar tektir. Yargı da bundan payını almıştır. Erkler, güçler ayrılığından ne kadar söz edilirse edilsin yargı birliği sağlanamamış, yargıyı bağımsız kılma kavgası bir türlü bitmemiştir. Görülüyor ki, ‘hukuk devleti’ küresindeki savaşım, devletin topluma ve bireye karışmasını azaltma savaşımıdır. Temel amaç, kanımca, ‘az devlet, çok hukuk’ formülüyle özetlenebilir. Dar bir ufuktur bu. Buna karşılık, ‘hukukun üstünlüğü ilkesi’nin boy verdiği Anglo-Sakson ülkelerinde toplum, sözleşmeci, uzlaşmacıdır. Kendi kendini düzenler. Saydam ve dışa açıktır. Birey yarışmacıdır. Girişim gücü devlette değil, bireyde ve sivil toplum örgütlerindedir, devlet merkezci değildir. Toplum çoğulcu olduğundan iktidar tek değil, parçalıdır. Çok kutuplu kurumlar, kuruluşlar devletin bir kesim temel görevlerini de üstlenmişler. Çoğulculuk kurumsal parçalanmayı, iş bölümünü yaratmış, toplum kendi hukukunu üretiyor. Devletin karşısında özerk bir hukuk var. Herşey üretilen bu hukukun hakemliğinde çözülüyor. Bireyle devlet bu hukukun karşısında eşit konumda. İkisi de toplumun ürettiği ve dayattığı hukuka bağlı. Toplumun ürünü olduğundan başat, egemen güç hukuk. Devlet ikincil planda. Hukuk yaşanarak, Sokratik yöntemle öğretiliyor, uygulanıyor. Somuttur, esnektir ve devletten de bağımsızdır. Toplum devletin vesayetinde değil, devlet toplumun içindedir... Bunun sonuçları ise ortadadır: Hukuk devletten bağımsız. Yargı da bağımsız ve çok güçlü. Yargı birliği örselenmemiş. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ayrımına gidilmemiş. Tek bir Yüksek Mahkeme var. Çünkü hukuk birliği sağlanmış. Hukukta özel hukuk, kamu hukuku gibi katı kavramlara yer yok. Her derecedeki mahkeme, bir yasanın anayasal kurallara, bir tüzüğün yasalara aykırı olup olmadığına karar verebiliyor. İktidar, çoğulcu toplum gereği, parçalı ve aşağıdan yukarıya doğru biçimleniyor. Geniş bir ufuktur, bu. İşte Türkiye’nin talihsizliği, hukukun üstünlüğünün yeşerdiği ülkeleri değil, hukuk devletinin uç verdiği ülkeleri örnek almasıyla başlıyor. Demokrasimiz tökezledikçe, dünya üstümüze geldikçe kendi konumumuzu Anglo-Sakson demokrasilerine göre değil, ufuk daraltarak Fransız Cumhuriyeti’ne göre değerlendiriyor, ülkemizi aklamaya çalışıyoruz... ‘Hukuk devleti’ ve ‘hukukun üstünlüğü’ ilkelerinin boy verdiği ülkeleri anlatırken, Kara Avrupasını ve özellikle Fransa’yı değil de sanki Türkiye’yi anlatıyormuşum duygularını yaşadığınızı biliyorum.” [138]

 

Onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, 26 Nisan 2000’de Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada şunları söylemektedir: “…Hukuk devleti, çağdaş demokrasilerde devletin belirleyici niteliğidir. Anayasa’nın 2. maddesinde, demokratik bir hukuk devleti olarak nitelenen Türkiye Cumhuriyetinde de ‘hukuk devleti’ ilkesinin evrensel standartlara uygun olarak gerçekleştirilmesi, geliştirilmesi ve korunması zorunludur… Anayasa’nın 11. maddesinde, Anayasa’nın bağlayıcılığı ve üstünlüğü öngörülmüştür. Hukuk devleti, Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığının aracı, hatta güvencesidir. Bu bakımdan, hukuk devleti ilkesi, Cumhuriyetin diğer niteliklerinin de güvencesi olmak bakımından önem kazanmaktadır… Anayasanın üstünlüğü, anayasanın hukuk düzeni içinde, en yüksek hukuk kurallarını içermesi demektir. Anayasa kurallarının kendisinden sonra gelen, tüm yasa kurallarından üstün olması, bu kuralların tümünün anayasa kurallarına uygun olması zorunluluğunu doğurur… Düzenli aralıklarla seçim yapılması, ülkedeki yönetimin mutlaka ‘demokratik hukuk devleti’ olduğunu göstermez... Toplumsal örgütlenmenin çeşitli aşamalardan sonra ulaştığı en ileri ve çağdaş düzey, çoğulcu, demokratik ‘hukuk devleti’dir. Demokratik hukuk devleti, kurallar ve kurumlar rejimidir; bu kural ve kurumlar bir bütündür. Demokrasilerde toplumu yönetmek isteyenlerin herkesten önce demokrasinin bir kuralsızlık, keyfilik yönetimi olmadığını bilmeleri gerekir… Hukuk devleti, ‘hukuku olan devlet’ demek değildir... Hukuk devleti, devletin hukukla bağlanması ve yönetimde kuralların egemen olmasıdır...  Hukuk devletinin gerçekleşmesinde, yasaların Anayasaya uygunluğunun denetiminin belirleyici bir işlevi bulunmaktadır. Anayasa’da yasama organının hukuka bağlılığını sağlamak üzere Anayasa Mahkemesi; yürütme organı ile idarenin eylem ve işlemlerini denetlemesi için de idari yargı yerleri ve Danıştay öngörülmüştür...  ‘Hukuk devleti’ ya da ‘hukuka bağlı devlet’, yönetenlerin de yönetilenler gibi hukuk ile bağlı kılınmasıdır. Devletin üstün otoritesinin hukuka bağlılığının sağlanmasının ilk koşulu, yargı denetiminin devletin tüm organlarını kapsamasıdır. Hukuk devleti, ancak tüm devlet organlarının yargısal denetime tabi tutulmasıyla gerçekleşebilir.  Hukuk devletinin olmazsa olmaz koşulu idarenin yargısal denetimidir…” [139]

 

Kamuoyuna yansıyan tartışmalardan Türkiye’de hukuk devleti ilkesinin yeterince kurumsallaşmadığına ilişkin şu örneklerin verildiği anlaşılmaktadır:

 

·       Süleymaniye Camii’ne normal yurttaşların defnedilmesine izin verilmemesi, ancak bazı tarikat mensupları için bakanlar kurulunun özel defin izni vermesi.

·       Sorunların çözümünde adaletin devre dışı kalması.

·       Yargılamanın uzun sürmesi ve mahkemelerin çok geç karar vermesi.

·       Özelleştirme ile ilgili pek çok örnek olayda olduğu üzere, mahkeme kararlarının uygulanmaması ve sorumlu kamu yönetimlerince yargı kararlarının yeterince ciddiye alınmaması.

·       Haklarında yargı kararı bulunmasına karşın Atatürk’e hakaretten hükümlü bazı belediye başkanlarının göreve devam etmesi.

·       Bazı yargıçların yargıladıkları kimselerle yakın ilişki kurmaları  ve emekliye ayrılarak bu kişilerin yanlarında çalışmaya başlamaları.

·       Cezaların caydırıcılığını yitirmesi ve sık sık çıkarılan af yasaları nedeniyle ceza sisteminin yıpratılması.

·       Cezaevlerinin içinde bulunduğu ortam.

·       Milletvekillerinin aylıkları ile ilgili düzenlemenin sekiz kez Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesine karşın Parlamento’da yeni bir deneme içine girilmesi ve bu kez kapsam içine yüksek yargıçlar ile yüksek bürokratların alınması ve irtica ile ilgili konularda bazı siyasal gruplara ödünler verilmesi.

·       Anayasa Mahkemesi’nin karar verdikten aylar sonra kararını açıklaması.

·       Yolsuzluk ve usulsüzlüklerin üzerine yeterince gidilememesi ve yasa dışı eylemlerin yapanların yanına kar kalması.

·       Bazı siyaset adamlarının ve devlet görevlilerinin yasa dışı kişilerle işbirliği yapması.

 

Bu örnekler de göstermektedir ki, ülkemizde hukuk elbisesi artık topluma dar gelmektedir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 75 yıl boyunca dünya ile birlikte Türkiye de değişmiştir. Bu süre boyunca genelde statik kalan Türk hukuk ve yargı sistemi artık toplumun dinamiklerini yeterli etkililikte yönlendirememektedir. Hukuk düzeltimi bu kitabın kapsamı dışındadır. Ancak, özünde bir kamu hizmeti olan ve kamu yönetiminin çok esaslı bir kesimini oluşturan yargı sistemi mutlak şekilde düzeltime uğratılmalıdır.

Adaletin Toplumda Gerçekleştirilebilme Düzeyi

 

Toplumda adaletin doğru, çabuk ve etkili işlemekte olduğu yolunda kuşkular vardır. Bu kuşkular gerçektir ve aslında Adalet Bakanlığı tarafından da kabul ve itiraf edilmektedir.  Adalet Bakanlığı, 1998 yılı bütçesini TBMM’ne sunarken ve yeni yıl için ödenek isterken temel gerekçesini ülkede adaletin yozlaşması olgusu üzerine oturtmuştur. Adalet Bakanlığı’nın “resmi” belgesi olan Bütçe Raporu’nda şu görüşler yer almaktadır: “Her yıl çok büyük miktarda borç düyuna kalmakta, adliyelerin hizmetinde kullanılan araç şoförleri ve bilirkişiler ücretlerini alamamakta, bu nedenle göreve gelmemektedirler. Avrupa Topluluğu’na girmeye çalışıldığı bir dönemde bu amaçta yasal düzenlemeler bir bir gerçekleşirken adliyelerin yargılama yapabilmek için mutlaka ihtiyaç duyduğu mal ve hizmetlerin alımı için gerekli ödeneklerin kısılması tam anlamıyla çelişki olup, yapılan çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Son yıllarda ödeneklerin kısılması nedeniyle, yazışmalar yapacak posta pulu bulamayan, keşiflere götürdüğü şoför ve bilirkişi ücretlerini ödeyemeyen, hizmet içi eğitim kurslarını düzenleyemeyen adliyelerimizde yargılama sadece bu nedenlerle son derece yavaşlamış, bir çok adliyemizde duruşmalar kağıt yokluğundan ertelenmeye başlanmıştır. Zamanında haklarını alamayan vatandaşlarımızın ise, yargıya ve dolayısıyla devlete olan güveni azalmaya başlamış, yasa dışı yollarla hak arama yolu açılmış ve çek senet mafyası vb. gibi son dönemlerde basında sıkça görülen çeteler yargının yerini almaya başlamıştır. Bu ise devletimizin geleceği açısından tehlikeli bir durumdur.” [140]

 

Yukarıya aktarılan “resmi” nitelikli görüşler büyük bir itirafın kabulü anlamına gelmektedir. Adalet Bakanlığı’nın yargı ile ile ilgili olarak ortaya koyduğu bu görünüm üzerinde çok düşünmek gerekir. Açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmelidir ki, Türkiye’de, yargı işlemez durumdadır ve kamuoyunun büyük bir bölümü “adalet” denilen kutsal olgunun yerinde ve zamanında gerçekleştiğine inanmamaktadır.

 

Bu nedenle de, hak sahibi olduğuna inananların bir kesimi ya kendileri haklarını bizzat gerçekleştirmenin yolunu aramakta ya da ücret karşılığında bu işi yapacak kişileri kullanmaktadırlar. Bunun sonucu ise, anarşi ve toplumsal kaostur.

Yargı Bağımsızlığı ve Yargıç Güvencesi

 

Türkiye’de yargının bağımsız olmadığı sıklıkla ve en yetkin kimseler tarafından dile getirilmektedir. Yargıtay eski başkanlarından Mehmet Uygur 1997 adli yılı açılış töreninde şunları söylemektedir: “Yargı bağımsız olmalıdır. Bağımsız yargı; yeri ve zamanı geldiğinde yasamanın ve yürütmenin kendi mensupları için de sığınılacak en sakin limandır. Siyaset ve hukuk tarihimiz, bunu bilmezliğin veya bilmezlikten gelmenin hazin ve ibret verici örnekleriyle doludur. Bu bağlamda Türk yargısına döndüğümde üzüntülüyüm. Çünkü göğsümü gere gere, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ülkemde tam ve eksiksiz olarak vardır deme mutluluğuna sahip değilim.” [141]

 

Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk da, 1999 yılı adli yıl açılış töreninde bu konuda şunları söylemektedir: “Demokrasinin kendisini güvenceye alması için, bu hukuku uygulayacak, hukuk adına her olayda hukukun ne dediğini nesnel mantıkla söyleyecek bir erke, güce de gereksinme vardır. Bu bağımsız yargıdır… Siyasete bulanmış ya da bulanma olasılığı bulunan, adaleti siyaset terazisinde tarttığı izlenimi uyandıran bir yargı, ne denli duyarlı olursa olsun, kirli adalet salgılar… Kurul üyesi seçimlerinde yürütmenin, siyasal organın etkisine açık, girişim gücü Adalet Bakanlığı’na bağımlı, bakan ve müsteşarı doğal üye sayılan, ayrı bütçesi, birimleri ve çalışma yeri bulunmayan, oturumları gizli ve yönetsel kararları yargı yoluna kapalı olan bir Kurul ve denetimi bakanlıkça yapılan bir yargı, yürütme ve yasamanın karşısında bağımsız olamaz… Eski deneyimler gözetilerek yasamanın ve yürütmenin Kurulun oluşmasında etkisi, payı olmamalıdır. Yasamanın Kurula üye seçimi geçmişte başarısız olmuş, yargıya yasama ve yürütmenin etkisini, kısacası politikayı sokmuştur… Kanımca yargının özlükten denetimine değin bütün işleriyle ilgili olarak bağımsız bir Yüksek Yargı Kurulu oluşturulmalı, adli ve idari yargı alt kurulları bulunmalı, seçimlerde yasama ve yürütmeye pay verilmemeli, Kurulun kararlarına karşı yargı yolu açık olmalıdır.” [142]

 

Adalet eski Bakanı Hasan Denizkurdu şunları söylemektedir: “Yargının siyasallaştığı bir ortam yaşıyoruz. Son 15 yılda bunun örnekleri yaşandı. Yargıçlar siyasetin gölgesi altında karar vermeye zorlanıyorlar. Yargıtay’da dahi siyasi nitelikte kararlar veriliyor. Bundan yargı çok büyük zarar gördü.” [143]

 

Benzer sözleri nedeniyle soruşturma geçiren, hakkında ceza ve hakaret davaları açılan ve DGM’den alınarak bir ilçe adliyesine atanan Savcı Mete Göktürk savunmasında şunları belirtmektedir: “Türkiye’de yargının bağımsızlığına inanmadığımı, yargının bağımsız olmadığı bir toplumda demokratik hukuk devletinden asla söz edilemeyeceğini, hakimlik güvencesinin tanınmadığını, Yargıtay’da seçilen kurul üyelerinin bu görevlerini ikinci iş olarak yaptıklarını, önlerine gelen bir kararı inceleyip, haksızlık yapılıp yapılmadığını bilemeyeceklerini, bu olanağın bakanlığın elinde bulunduğunu, yargının önünde bazı engeller olduğunu anlattım. Yargıyı yücelttim.” [144]

 

Adalet Bakanlığı tarafından adalet kurumlarına gönderilen bir genelge yargıçların bağımsız olmadığı yolunda yukarıda belirtilen eleştirileri haklı çıkarır niteliktedir. Genelgede “özgürlük, sansür, devrim, federe devlet, işçi bayramı” gibi kelimelerin kullanılmasının sakıncalı olduğu belirtilmektedir. Genelgede, Bakanlık tarafından başlatılacağı duyurulan hizmet içi eğitim programlarında yargıçlarla savcılara yönelik olarak “kullanılacak temalar” ile “sakıncalı temalar”ın bir listesi de yer almaktadır.

 

Genelgenin kullanılacak temalar başlığı altında şu konular yer almaktadır: Komünizm iflas etmiştir. Memurlar bölücülerin, yıkıcıların oyununa gelmesin. Komünist yönetimlerde halk devletin esiridir. Bir başkasının hak ve hürriyetlerini hiçe sayanlar, tek işi bölücü fikir üretmek olanlar fikir suçlusu sayılamazlar. Aşırı solcular yarattıkları anarşi ve terörden halkımızı kurtarmak için müdahale eden Silahlı Kuvvetlerimize ve emniyet güçlerimize karşıdırlar. Birlik, beraberlik, kardeşlik ve Türklük ruhu esastır.

 

Sakıncalı temalar başlığı altına ise şu konular yer almaktadır: Devrim, kirli savaş, özgürlük, halkların özgürlüğü, işçi bayramı, federe devlet, etnik yapı, emeğin sömürülmesi, emekçi hakkı, herkese eşit, iş eşit kazanç, halkların kardeşliği, işçi sınıfı, memur kesimi, çiftçi kesimi, sağcı, solcu, Türk aydınları, insan haklarının savunucuları solcudur, Türkiye’de başka halklar olduğu, bu halkların kendi dil ve kültürünü yaşatması gerektiği… [145]

 

İstanbul Barosu, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesi ilkeleriyle bağdaşmadığı gerekçesiyle bu genelgenin iptali için İdare Mahkemesi’nde dava açmıştır. Ancak, bu genelge siyasal iktidarların bağımsız olması gereken yargıyı yönlendirme girişimi içinde olabildiklerinin bir kanıtı olarak kabul edilmelidir.

 

Politikacının yargıya açık müdahalesini kanıtlayan bir başka olgu da Merve Kavakçı ile DGM savcısı Nuh Mete Yüksel arasında geçen olayda ortaya çıkmıştır. TBMM Başkanlığı’nın, bu kişinin milletvekili olmadığını belirten yazısı üzerine hakkındaki soruşturma nedeniyle savcılığa getirtilmesini istediği Kavakçı’nın evine güvenlik güçlerini gönderen Yüksel, burada Kavakçı’nın mensup olduğu Parti’nin milletvekilerince engellenmiş ve Yüksel’in olay yerine gelmesine karşın yargı emri yerine getirilememiştir. Olay bununla bitmemiş, hükümet yetkilileri, daha sonra, Yüksel’i açık bir şekilde kınamışlar, Adalet Bakanlığı, savcı hakkında soruşturma açtırmış, bu arada savcının görev yerinin değiştirilmesi önerilmiş, olayın ele alındığı YHSK’da ise savcıya uyarıda bulunulması karar altına alınmıştır.

 

Bu çerçevede bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel “Uygulayıcıların daha dikkatli olması lazım. Burası hukuk devletidir. Hukuk devletinin icaplarına tam uyulmasını istiyorum. Bu husustaki ikazımı yaptım” [146] derken Başbakan Bülent Ecevit de “Ben şimdiye kadar yargının işlerine hiç karışmadım ve karışmayı doğru bulmam. Biz Merve Kavakçı olayını Meclis çatısı altında çözdük. Artık daha fazla üstüne yürümenin, hele geç saatlerde polislerle kapıya dayanmanın, gece geç vakit bir hanımı gözaltına almaya çalışmanın, hele bu gözaltı işlemini bizzat Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete Yüksel’in üstlenmiş olmasını son derece yadırgadığımı belirtmek isterim” [147] demiştir.

 

Açıkçası, yargının yasal bir ödevi yerine getirmesi siyaset adamlarının eylemli direnişi ve yürütmenin girişimi ile sonuçsuz bırakılmıştır. Konu hakkında görüşlerini dile getiren dönemin Danıştay Başkanı Erol Çırakman şunları söylemektedir: “Bunlar yargı görevini engelleme niteliğindedir. Ama, olayın en acı yanı, yapılan açıklamalarla yargıya ağır bir müdahale olmasıdır. İdarece, polisin olay mahallinden çekilmesi emrini vermek açık bir müdahaledir… Bu tutum ve davranışlar sonucu ifade alma engellenmiş, arama kararının da kaldırılması gerekmiştir. Hala, yargıya müdahalede bulunulmadığını söylemek çok zordur. Bugün ortaya çıkan sonuca göre, Savcı’nın takip etmesi gereken bir suç bulunmasına rağmen, Savcı’nın ne dokunulmazlığı kaldırmayı talep etme ne de bizzat suçu soruşturma imkanı bulunuyor. Bu durum ne dokunulmazlığı bulunan milletvekili ne de vatandaşlar için geçerliliği olmayan bir mutlak dokunulmazlık rejimi ortaya çıkarmıştır.” [148]

 

Bu açıklamalar göstermektedir ki, yargı ile ilgili temel sorunlardan biri yargının tam bağımsızlığı ilkesinin henüz tüm vecibeleri ile birlikte gerçekleştirilememiş olmasıdır. Özellikle, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun oluşum biçimi ile birlikte, Kurul’da Adalet Bakanı ve Adalet Bakanlığı müsteşarının yer alması, bu sınıf içine girenlere görev yeri güvencesinin verilememiş olması ve kendileri ile ilgili soruşturmaların Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yerine Adalet Bakanlığı müfettişlerince yerine getirilmesi yargının tam anlamı ile bağımsız kabul edilmesini güçleştirmektedir.

 

Adli yargı ile yönetsel yargının tek bir Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na bağlı olması da sakıncalar yaratmaktadır. Bu iki ayrı yargı türünün ayrı bir Kurul’a sahip olmasının ve adli yargı yargıç ve savcılarının birlikte ele alınmaya devam etmesinin yargı bağımsızlığına katkıda bulunabileceği düşünülmelidir.

 

Bu bağlamda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na seçilecek yargıçların asıl görevleri ile bağlarının sürdürülmesi, yargıçların  Kurul’da geçirecekleri  görev  sürelerinin belirlenmesi  ve Kurul’a yargıç sınıfı dışındakilerin atanmasının önlenmesi ile ilgili sorunlar  yapılabilecek yeniden düzenleme çalışmalarında değerlendirmeye konu edilmelidir.

 

Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun bağımsız bir binaya ve sekreteryaya sahip olmaması yargı bağımsızlığı açısından önemli bir eksiklik olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Yargının tam bağımsızlığı hukuk devleti ilkesinin gerçekleştirilebilmesi için bir ön koşuldur. Hukuk devleti ilkesinin tam ve eksiksiz olarak gerçekleşmesi demokratikleşme sürecinin tamamlanması yolunda bir dönemeç taşıdır.  Hukuk devletinin tam olarak oluşturulması demokratikleşme açısından kritik bir öneme sahiptir.  Mahkemelerin görevlerinde bağımsız ve yargıçların mesleklerinde güvenceli olmaları yargı bağımsızlığının temel göstergeleri olarak kabul edilmelidir.

 

Ancak, yargı bağımsızlığı kariyer mensupları arasındaki yarışma ve sorumluluk olgularını ortadan kaldırmamalıdır. Bu bağlamda, Anayasa Mahkemesi gibi, yüksek yargı organlarında geçirilebilecek en fazla sürelerin belirlenmesi ve sınırlanması önem taşımaktadır.

 

Yurttaşların yargı ile ilgili şikayetlerinin ortadan kalkması ve çok önemli bir devlet organı olan yargının işlerliğe kavuşması için yargılamanın adil, kolay ve çabuk yapılması amacına ulaşabilmeyi engelleyen her türlü yönetsel, akçal ve hukuksal neden derhal ortadan kaldırılmalıdır.

 

Belirtilen bu nedenlerin genel bir sonucu olarak, ülkede bir yandan “yargıçlar devleti”nin ortaya çıkması gibi bir endişe yaşanırken öte yandan hukuk devletinin tüm gereklerinin yerine getirilememesi gerçeği ile karşılaşılabilinmektedir. 

 

Anayasa Yargısı ile İlgili Temel Sorunlar

 

Anayasa Mahkemesi’ne yönelik olarak ileri sürülen eleştirilerin başında Anayasa yargısında statüsel sınırın aşılması, kararların geç yayınlanması ve Anayasa’nın öngörmediği tercihlere yer verilmesi ile ilgili  kimi görüşler gelmektedir.

 

Yasaların Anayasa’ya uygunluğunun ön denetimi ile ilgili sistemin kimi yönlerinin yeniden düzenlenmesinde bazı hukuk çevrelerince yarar görülmektedir.

 

Anayasa yargısında değişikliğe konu olması istenen düzenlemeler arasında, üye seçim koşullarının ve görev sürelerinin yeniden ele alınması, yüksek yargı organlarına kendileri ile ilgili konularda Anayasa Mahkemesi’nde dava açma hakkı verilmesi, kararların en geç yazılma ve yayınlanma sürelerinin belirlenmesi, Anayasa Mahkemesi’nin yürütmeyi durdurma kararı verme yetkisine açıklık getirilmesi, yetki kanunlarının iptal edilmesi durumunda yetki kanununa dayalı olarak çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin durumu, Fransa’daki benzerinde olduğu üzere ve ülkemizde Danıştay Kanunu uyarınca Danıştay tarafından yapılması gerektiği halde yeterince yapılamayan “yasaların Anayasa Mahkemesi’nin ön denetimi”nden geçirilmesi ve “Yüce Divan” olarak görev yapmak ve “siyasal parti hesaplarını incelemek” gibi işlevlerin başka yargısal kurumlara aktarılması olasılıklarının gözden geçirilmesi gibi hususlar yer almaktadır.

 

Ülkemizde, anayasal yargı ile ilgili olarak ortaya çıkan son önerilerden biri “anayasa yakınması” kurumudur. Özellikle Almanya ve Avusturya’da uygulanan bu sistemde, ülke içindeki ulusal yargı yollarını bitirenlerin son bir hak arama yeri olarak Anayasa Mahkemesi’ne başvurmalarına izin verilmektedir. Bu sistemin kabülü durumunda Anayasa Mahkemesi’nin işyükü oldukça artacak ve -belki de- Mahkeme’nin iç örgütlenme düzeninde Avrua İnsan Hakları Mahkemesi’ne koşut bir yapılanmaya gidilmesi gerekebilecektir.

 

Anayasa yargısı ile ilgili en ilginç gelişmelerden biri ise 2001 yılının Ocak ayında yaşanmıştır. Siyasal partilerin kapatılmasının olanaksız denebilecek kadar zorlaştırılmasını öngören ve Anayasa Mahkemesi’nin siyasal parti kapatma kararlarını üçte iki çoğunlukla almasını öngören Anayasa değişikliği tasarısı TBMM’nin ilgili komisyonlarında kabul edilmiş ve Genel Kurul gündemine alınma aşamasına gelmiştir. Bu arada, önce Başbakan ile görüşen Anayasa Mahkemesi Başkanı ve bazı üyeler yapılmak istenen Anayasa değişikliğinin Cumhuriyet’i savunmasız bırakacağını öne sürerek koalisyon hükümetinin bu Anayasa değişikliğinden vazgeçmesini istemişlerdir. Anayasa Mahkemesi, daha sonra, bir basın açıklamasıyla bu isteğini kamuoyuna da duyurmuştur. Bu açıklamadan bir kaç gün sonra yapılan Mili Güvenlik Kurulu toplantısından hemen sonra, hükümet, yapılan uyarılarda haklılık payı bulunduğunu belirterek tasarıyı askıya aldığını açıklamıştır.

 

Bu gelişme, ülkenin siyasal yapısı ve Anayasa yargısı bakımından çok önemli bir gelişmedir. Pek çok düşünür bu gelişmeyi “tarihi” olarak nitelemiştir. Bu tanımlama oldukça yerindedir. Zira, ilk kez Anayasa Mahkemesi böyle bir tutum içine girmektedir. Bazı düşünürler de bu durumu “postmodern muhtıra” ya da “ultimatom” olarak nitelendirmişlerdir.

 

Bu olay, Anayasa yargısı ile ilgili olarak pek çok tartışma konusunu da gündeme getirmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin görevleri içinde bu tür açıklamalar yapmak yer almamaktadır. Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi’nin düşüncelerini kamuoyuna açıklamasının bir “muhtıra” ya da “ultimatom” olarak kabul edilmeli midir? Daha da önemlisi, bu durum “ihsası rey”, yani Mahkemenin karar öncesinde ve yargılama aşamalarını henüz tamamlamadan görüş ve  kanısını belli etmesi midir? Mahkemenin yürütmeye yol gösterme hakkı var mıdır? Ayrıca, bu açıklama, yasama organının yetkilerine yargının müdahalesi anlamına gelmekte midir? Yasama yetkilerinin TBMM’den başka bir organa devredilmesi olanaksız olduğuna göre bu istek nasıl açıklanacaktır? Yoksa, bu durum Mahkeme’nin kendisine Anayasa ve kuruluş yasası ile verilmiş yetkilerine sahip çıkması mıdır?

 

Bu ve benzeri sorular ülkede Anayasa yargısının -aradan geçen 40 yıllık süreye karşın- hala yerine oturmadığını göstermektedir.

 

Bu gelişmenin daha da ilginç yanı ise Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz’ın bir açıklamasında yer almaktadır. Yılmaz bu gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada,  Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın Başbakan Ecevit ile görüşmesinde şu sözleri kullandığını belirtmiştir: “Fazilet Partisi davasında Anayasa Mahkemesi’ne bir güvensizlik seziyoruz. Eğer böyle birşey varsa toplu olarak istifa ederiz”. [149]

 

Kanımca, bu son gelişme diğerlerinden daha olumsuzdur. Anayasa Mahkemesi’nin ‘göreve devam etmesi için mevcut hükümetin güvenine sahip olması’ gibi bir düzenleme Anayasa’mızda yer almamaktadır. Anayasa Mahkemesi, hükümetlerin güvenine sahip oldukları ölçüde çalışabilir anlamına gelen bu görüş son derecede yersiz ve yanlıştır. Anayasa Mahkemesi, görevi gereği, hükümetlerin güvenine sahip olmasa da yasalarla kendisine verilen görevleri yerine getirmek durumunda olmalıdır. Görevden topluca istifa etmek gibi bir olasılıktan söz edilmesi ise anlaşılması olanağı bulunmayan bir ifadedir. Başkan, daha sonra, bu haberi yalanlamış ve görüşmede böyle bir ifadenin kullanılmadığını açıklamıştır.

 

Bu gelişmeler, aslında, Anayasa yargısının Türkiye’de ne kadar ciddi sorunlar içinde bulunduğunu göstermektedir.

 

En Yüksek Yargı Yeri Konusunda Tartışmalar

 

Öte yandan, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay arasında iki önemli konuda ciddi görüş ayrılığı yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi, ülkede ‘en yüksek yargı yeri’nin Anayasa Mahkemesi mi yoksa Yargıtay mı olduğu ve ikincisi de “Yüce Divan” olarak görev yapma  yetkisinin bu iki mahkemeden hangisine ait olması gerektiğidir.

 

‘En yüksek yargı’ yeri olmak konusunda her iki mahkeme de karşı tezleri ileri sürmekte ve kendilerinin en yüksek yargı yeri olduklarını belirtmektedirler.

 

Anayasa Mahkemesi’ne göre, Anayasa’yı korumak ve Yüce Divan olarak işlev yapmak yolundaki özellikleri kendilerini ülkenin en yüksek yargı yeri olmasını sağlamakta ve buna karşılık Yargıtay çevreleri de ülkedeki yargısal örgütlenmenin en üst düzeyinin Yargıtay olması nedeniyle Yargıtay Başkanı’nın en yüksek yargıç olarak kabul edilmesi gerektiğini belirtmektedirler.

 

Yüce Divan konusunda da iki ayrı görüş vardır. Örneğin, Yargıtay 11 inci Ceza Dairesi eski Başkanı ve Yargıtay Cumhuriyet Baş Savcısı Sabih Kanadoğlu, Yüce Divan görevinin Yargıtay’a verilmesi gerektiğini söylemekte ve “ceza yargılaması hiç bir uygar ülkede ceza hukukunda bilgisi, birikimi ve deneyimi bulunmayan kimselere bırakılmaz”  [150] demektedir.

 

Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi üyesi Fulya Kantarcıoğlu, Anayasa Mahkemesi’nin oluşum biçimine dikkatleri çekerek, 11 kişilik kurulda 3 ceza hukukçusunun yer almasının ceza ve usul hukuku konusunda ortaya çıkabilecek sorunların çözümünde gerekli güvenceyi sağlayabileceğini belirtmektedir.

 

Yargı Bürokrasisi: Yargının Hızlı, Etkili ve Verimli İşlemekte Olduğu Yolunda Duyulan Endişelerin Yoğunluğu

 

Türkiye’de yargının istenilen düzeyde olmamasının yargı bürokrasisinin yetersizliği ile yakından ilişkisi vardır. Yargı bürokrasisi, ya da bir başka anlatımla yargının altyapısı yetersizdir. Bu durum, yasal çerçevenin yetersizliği yanında personel, bina, teknik donanım ve araç-gereç yetersizliklerini de kapsamaktadır.

 

Yasaların eksikliği konusunda pek çok örnek vermek olasıdır. Bunlardan birisi çete olgusu ya da başka bir anlatımla “çıkar amaçlı suç örgütleri” ile ilgilidir. Bu amaçla, yeni bir özel yasa yürürlüğe girmiştir. Ancak, TCK’da bu tür örgütlerle ilgili olarak bir düzenleme yer almamaktadır. Bu suç türü için TCK’nun 313 üncü maddesi zorlanarak uygulanabilmektedir. Bu maddede yer alan tanım bu tür örgütleri tam olarak kapsamamaktadır. Maddede öngörülen yaptırım 1-3 yıl hapistir ve infaz sistemine göre bir yıl hapis cezası alan suçlu dört ayda cezaevinden çıkabilmektedir. Dava dosyalarının içeriği yasal açıdan yetersiz olunca bu sanıklar kolaylıkla serbest kalabilmektedir. Hatta, hapse giren çete mensupları burada kendilerine yeni ‘yol arkadaşları’ bile bulabilmektedir.

 

Öte yandan, bu konuda önemli bir adım olan “Karaparanın Aklanmasına Dair Kanun” da istenilen amacı ve etkililiği sağlayamamış görünmektedir. İçişleri Bakanı Tantan, bu konuda, şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Maliye Bakanlığı’na bağlı Mali Suçları Araştırma Kurulu, karaparanın peşinde. Kurul bu amaçla kurulmuş ancak uygulamada ülke menfaatine bugüne kadar hiç bir verim elde edilemediği görülmüş. Bu sistem Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlanmalı. Türkiye’deki mal ve para hareketlerini kontrol edecek bir sistemimiz yok.” [151]

 

Sayıları hızla artan ve karara bağlanamadıkları için giderek biriken dava dosyaları yargısal kararın geç alınması sonucunu yaratmakta ve geciken adalet ise toplum vicdanında önemli yaralara yol açmaktadır.

 

Yargının sahip olduğu temel sorunlar arasında mevzuatın toplum tarafından kolaylıkla anlaşılır bir dille yazılmaması gerçeği de yer almaktadır. Mevzuatın kolay anlaşılabilir bir dille yazılmaması dava sayısının önemli ölçüde artması ile sonuçlanmaktadır.

 

Yargılama sürecinde görev yapan meslek memuru ve yardımcı personel açığı önemli boyutlara ulaşmıştır. Personel açığı yargıda işyükünün boyutlarını büyütmekte ve davaların karara bağlanabilme süresini uzatmaktadır.

 

Yargı sisteminin önemli oranda bina ve donanım eksikliği içinde bulunduğu bilinmektedir. Bina ve teknik donanıma ilişkin altyapı eksiklikleri yargılamanın istenilen hız ve kalitede gerçekleştirilmesini önemli ölçüde engellemektedir.

 

Hemen belirtmek gerekirki, sayıları hızla artan hukuk fakültelerinde altyapı ve öğretim elemanı yetersizlikleri nedeniyle eğitim kalitesinde önemli ölçüde düşme olduğu gözlemlenmektedir. Gerek hukuk fakültelerindeki eğitimin ve gerekse hakim ve savcılara yönelik hizmet içi eğitimin yetersizliği yargıya çok pahalıya mal olmaktadır. Maliyet, Yargıtay’dan bozularak geri dönen dosyaların oranının yüksek olması, yeniden yapılan yargılama nedeniyle harcanan ek zaman ve akçal kaynaklar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Adalet Bakanlığı Adli Sicil Genel Müdürlüğü verilerine göre, 1996 yılında sona eren davalarla ilgili olarak mahkemelerce verilen kararların sadece yüzde 12’si Yargıtay tarafından onaylanarak kesinleşmiştir ve yüzde 88’i bozularak mahkemesine iade edilmiştir. Bu gerçek, yargıda eğitim yetersizliğinin ve personel kalitesi sorunun çok olumsuz bir sonucu olduğunu ve topluma çok pahalıya mal olduğunu göstermektedir.

 

Son olarak belirtmek gerekirki, davaların daha kısa sürede bitirilmesinde bilgisayarlar, veri bankaları ve modern iletişim teknolojileri çok önemli sayılması gereken potansiyel olanaklar sunmaktadır. Türk adalet sisteminin bu olanakları yeterince tanıdığını  ve kullanmakta olduğunu söyleyebilmek olanağı yoktur.

 

Bütün bu etmenlerin bir sonucu olmak üzere yargıda işyükü hızla artmakta ancak buna karşılık yargı sisteminin altyapısı aynı oranda iyileşmediği ve gelişmediği için yargılama sürecinde önemli darboğazlar oluşmaktadır. Ülkenin toplumsal, ekonomik ve demografik koşullarında meydana gelen hızlı gelişmeler içinde bulunulan sorunsalı kötüleştirici etkiler yaparken teknolojinin getirdiği ve önerdiği kolaylaştırıcı olanaklardan yeterince yararlanılamaması sorunun çözümsüzlüğe itilmesinde önemli bir pay sahibi olmaktadır.

 

Bu bağlamda, hızlı nüfus artışına koşut olarak yoğunlaşan ticari etkinlikler, sayıları hızla artan işletmeler, ticaret yapanların önemli bir bölümünde belge ve sözleşme kültürünün yokluğu, ticari işlemlerin söze dayalı olarak yapılması alışkanlığının sürdürülmesi, ekonomik krizler ve dalgalanmalar ve bu dalgalanmalara işletmelerin uyum gösterememesi ticari anlaşmazlıkların çoğalmasına ve bu nedenle de ceza ve ticaret mahkemelerinin işyükünün artmasına neden olmaktadır. Ekonominin dışa açılması patent, marka ve haksız rekabet konularında dava sayısını artırmaktadır.

 

Bu arada, yeni yasal düzenlemeler de yargının işyükünün artmasına katkı sağlamaktadır. Örneğin, 4077 sayılı ‘Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun’ bunlardan biridir. Sadece cep telefonu faturalarında yer alan “sabit ücret tesisi” adlı fatura kaleminin iptali ve alınan paraların geri ödenmesi istemiyle açılabilecek davaların sayısı 10 milyona yaklaşma potansiyeli taşımaktadır. Ticaret ve ceza mahkemelerinin bu işyükünün altından kalkmasına olanak bulunmamaktadır. İstanbul’da bulunan “Asliye Ticaret” mahkemelerinde 1988 yılında toplam 22.608 dava açılmıştır. 1997 yılından devreden davalarla birlikte toplam 34.065 dosyaya bakılırken, bu davaların ancak 19.215’i karara bağlanabilmiştir. 14.850 dosya ise 1999 yılına devretmiştir.

 

Türkiye’deki adalet örgütünün kadro, personel ve altyapı sıkıntısının adil yargılamayı olanaksız kılacak boyutlara ulaştığı Adalet Bakanlığı tarafından yapılan araştırmalarda açıklıkla görülmektedir. Bu konuda hazırlanan bir rapora göre, ülke genelinde hakim ve savcı açığı yaklaşık 5.000’dir. Bunların dışında, yaklaşık 8.000 zabıt katibine, 800 mübaşire ve 1.000 kadar yardımcı hizmetliye gereksinim vardır. Rapora göre, adliyelerin büyük bir kesimi kirada oturmaktadır. 1.000 kadar adliyeden yaklaşık 100’ü Adalet Bakanlığı’nın mülkiyetindedir. Bu durum hakim ve savcıları güç koşullarda hizmet vermeye zorlamaktadır.

 

Acil olarak kurulması gereken mahkeme sayısı 2.500 civarındadır. Bu bağlamda, 44 “DGM”, 17 “ağır ceza”, 358 “asliye ceza”, 251 “sulh ceza”, 60 “iş”, 177 “ticaret”, 576 “icra tetkik”, 455 “çocuk” ve 7 “kadastro” mahkemesine acil gereksinim bulunmaktadır.

 

Yargının teknik donanım açısıdan geliştirilmesi konusunda dikkat çekici bir çıkış İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’dan gelmiştir. “Organize Suçların Finans Kaynakları” konulu panelde bir konuşma yapan Bakan Tantan, emniyet güçlerinin yanısıra savcı ve yargıçların da eğitilmeye gereksinimi olduğunu belirterek “Savcıların koltuğunda oturur şekilde değil, uygulamada polisin önünde olması gerekir. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu’ndaki savcı ağırlığı uygulamasının öne geçmesinden yanayız. Bilgisayar teknolojisi içerisinde internet aracılığıyla da işlenen suçlar konusuna süratle yaklaşmazsak (bu durum) insanları ve ülkemizi tehdit etmeye devam edecektir. Hizbullah’ın kullanmış olduğu yöntemler, tamamen bilgisayar ortamı içindedir... Suç örgütleri bu uygulamayı yaparken, bunlarla mücadele edecek güvenlik güçleri, hakim ve savcılar yeterli derecede eğitilmişler midir? Savcılar, daha çok evrak üzerinden takip yapıyorlar” [152] demiştir.

 

Bu durum, artık pek çok savcı ve yargıç tarafından kamuoyu önünde dile getirilmeye başlamıştır. Örneğin, Milas Yargıcı Salih Günay, Milas’da halka karşı yaptığı bir konuşmada, “Dünya bilgisayar döneminde. Biz hala, bırakın daktiloyu, daktilo şeridi bile bulamıyoruz. Politikacılar yargıyı ve adaleti ağzından düşürmüyor. Adalet için ne yaptınız? Biz yargıcız. Benim köylüm bir sepet yumurtasını satıp dosya parası yatırarak bizden adalet bekliyor. Bu şartlarda görev yapıyoruz. Komedyen değiliz. Adalet dağıtıcısıyız” demektedir.

 

Ladik C. Savcısı Beşir Çiflik de bir gazetede, Bakan Tantan’ın konuşmasında belirttiği hususlara yanıt vermek amacıyla, şunları yazmaktadır: “İçişleri Bakanımızın ‘Cumhuriyet savcıları koltuklarında oturmayıp suç örgütlerine karşı emniyet teşkilatının önünde yürüyerek soruşturmaları gerekir’ sözünün neler ifade ettiğini, haklılığını, yargının içinde bulunduğu durumu ve burada ifade edemeyeceğimiz, sizin de bildiğiniz, diğer sıkıntıları kamuoyuna duyurmanız arzusuyla bu satırları gönderiyorum. Sayın İçişleri Bakanımız, suç örgütlerinin bilgisayar gibi bütün teknik verileri kullanarak sistemli bir şekilde çalıştığını belirtmektedir. Bu suç örgütlerinin içine sızdığı bilinen devletimizin bütün kurumları da -adliye hariç- bu teknik olanaklarla donatılmıştır. Adliyeler ise hala 1960’lardaki daktilolarla, güneş ışığına hasret mahzenlerde küflü dosyalar üzerinde çoğu zaman ödeneği bile gelmeyen posta pulu yardımıyla delilleri toplayıp soruşturma ve yargılama yapmak gayretindedir. Bu tür örümcek ağı gibi toplumu saran suç örgütleriyle ve ayrım yapmaksızın kanunları ihlal eden diğer eylemlerle kıyasıya mücadele etmek için; adli kurumlara delil toplanması, suçluların yakalanıp adalete teslim edilmesi, bazı güçlerin delilleri karartmaması için kolluk kuvvetlerinin adli-idari şeklinde bir sınıflamaya tabi tutulup bu şekilde teşkilatlanması adli polislerin sicil ve özlük haklarının cumhuriyet savcılarında toplanması bizden çok geri diye hakir gördüğümüz bir çok ülkede bile gerçekleştirildiği halde ülkemizde gerçekleşmemiştir. Yıllardır hakim ve savcıların ve adliye personelinin büyük bir maddi sıkıntı içinde olduğu, üzüntüyle ikrar edildiği gibi vicdanı ile cüzdanı arasında sıkıştığı bu durumun devran döndüğünde, bugün adaletsizlikten medet umanların bir gün mutlaka talep edeceği adaletin asli unsuru olan yargı bağımsızlığını zedelediği bilinen bir gerçektir… Kendi lehlerine olan bir yasanın iptal edilmemesi için, yargının birlik ve beraberliğini bozmak pahasına, az sayıdaki yüksek yargı hakimlerini yasaya dahil edip onların umutlarını da Anayasa’nın ‘hakim ve savcıların özlük hakları kanunla düzenlenir’ hükmüne rağmen, Maliye Bakanlığı’ndaki birkaç bürokratın -miktarı belirtmesi için- iradesine terk edilmiştir. Bugün devletin her kademesine sızıp güçlü bir mali kaynağa sahip olduğu bilinen suç örgütleriyle mücadele için Adliye’nin çok küçük bir teknik donanıma, kolluk güçlerinin yeniden teşkilatlanmasına, çağa uygun sevk araçlarına ve iletişim kaynaklarına ihtiyaç vardır... Bugün cumhuriyet savcılarının yüzde 95’inin şehirlerarası görüşme imkanı yoktur. Yargılama ve soruşturmanın en önemli unsurlarından olan keşif ve otopsilere ödenekler geç gönderildiği için en eski minibüslerle pazarlıklarla ve ricalarla gidilebilinmektedir. Devletin her kademesinde bir makam arabası saltanatı yaşanırken, Yargıtay üyeleri bile eski servis otobüsleri ile gelip gitmektedirler... Taşradaki birçok hakim ve savcının masa ve koltukları o makamın yüceliğini bilen yerel teşkilatlarca sağlanmaktadır.” [153]

 

Nitekim, TÜSİAD tarafından hazırlattırılan “Yargılama Düzeninde Kalite” başlıklı bir raporda bu konuda şu görüşlere yer verilmektedir: “TÜSİAD tarafından yaptırılan bir ankete göre, yargılama hizmetinin etkin olmadığı kesin olarak anlaşılmakta ve yargılama sisteminin temel sorunlarının bulunduğu vurgulanmaktadır. Yargılamanın kalitesinde yükselme, sadece yargılama örgütü, personeli, araçları ve usullerinde iyileştirme yapılmak suretiyle sağlanamaz. Bu bir toplumsal ve bütüncül iyileştirme, eğitim ve uygulamanın ürünü olacaktır… Siyasal etki, baskı ve tartışmalar, hakimler ve savcıların çalışmalarını zorlaştırmakta, bağımsızlıklarını zedelemektedir. Yargılama çok yavaş işlemekte, buna karşılık uyuşmazlık sayısı artmakta, çözüme kavuşturulamayan ve mahkemelerde yıldan yıla devredilen dosyaların sayısı giderek kabarmaktadır. Teknik altyapı noksanlıkları giderilememiştir. Bina, araç ve gereç yetersizliklerinin, yargılama işlevinin etkin bir şekilde yürütülmesine, adil, saygın, süratli ve doğru hükümlere ulaşabilmesine engel teşkil ettiği görülmektedir. Personel sorunları da kaliteli eleman sağlama açısından çözümlenememiştir. Bu personelin eğitim düzeyi, maaşları, çalışma koşulları kaliteli bir kamu hizmetinin yürütülmesine elverişli değildir.” [154]

Yargılama Süreçlerinin Yetersizliği

 

Davaların sayıca çok artmasının önemli bir nedeni Türk hukuk sisteminde yargılama öncesi uzlaşma sisteminin yeterince gelişmemiş olmasıdır. Usul yasalarının hazırlanması sırasında uzlaşmaya yeteri kadar yer verilmemiş olması hukuksal sürecin basitleştirilmesi açısından önemli bir eksiklik olarak görülmelidir.

 

Uzlaşma gibi zorunlu tahkim sisteminin gelişmemiş olması da Türkiye’de dava sayısının artmasında önemli bir rol oynamaktadır. Oysa, özellikle kira, kamulaştırma ve tazminat davalarında dava açılmadan önce tarafların zorunlu tahkim yöntemine başvurmak zorunda bırakılmaları dava sayısını önemli derecede azaltacaktır.

 

Dava sayısının artmasında önemli rol oynayan bir başka etmen de kesin nitelikli yargı kararlarının kapsamının dar tutulmuş olmasıdır. Mahkemelerin daha geniş bir alanda kesin karar verebilmesi yargı üzerindeki işyükünü önemli ölçüde azaltacak nitelikte görülmektedir.

 

Dava sayısının azaltılması açısından bir başka engel de kişisel dava kapsamına giren konuların genişletilmemiş olmasıdır. Takibi şikayete bağlı suçların çeşidinin artırılması açılan dava sayısını yakından etkileyecektir.

 

Öte yandan, yargı süreci içinde bilirkişilik kurumunun istismara varacak ölçüde yoğun kullanımı yargı üzerindeki duraksamaları artıran ve dava süresini uzatan bir başka unsur olmak durumundadır.

 

Bu arada, Adalaet Bakanlığı tarafından yeniden hazırlandığı öğrenilen yeni Ceza Muhakemeleri Usul Yasası ile önemli bazı değişikliklerin sisteme dahil edilmek istendiği anlaşılmaktadır. Tasarıda yer aldığı anlaşılan yeniliklerin bir kesimi şunlardır:

 

·       İstinaf mahkemelerinin kurulması. Yargıtay’ın içtihat mahkemesi konumuna dönüştürülmesi. Alt kademe yargı yerlerine karşı itirazın Yargıtay’a değil istinaf mahkemelerine yapılması.

·       Mahkemelerin hukuk ve ceza mahkemeleri olarak önce ikiye bölünmesi ve daha sonra da uzmanlık mahkemelerinin oluşturulması.

·       Uzmanlık alanlarının aile hukuku, gayrimenkul hukuku, istimlak, iş hukuku olması.

·       Ceza mahkemeleri sisteminin korunması. Asliye cezaların yargı görevi genişletilirken, ağır cezaların esas olarak cinayet ve benzeri suçlar konusunda uzmanlaşmasının sağlanması.

·       Davaların tek duruşmada görüşülerek karara bağlanması için evrakın yargıcın önüne hazır olarak gelmesinin sağlanması.

·       Jüri sistemine geçilmesi.

·       Yargılamada çapraz sorgulama sistemine geçilmesi.

·       Faksla çağrıya izin verilmesi.

Yargıda Ücret ve İnsan Kaynakları Yönetimi Sorunu

 

Yargı sistemi içinde insan kaynakları iyi yönetilememekte, her türlü büropatoloji burada da genel çalışma iklimine egemen olmakta, ücretler oldukça yetersiz düzeyde kalmakta ve siyasal baskıların her türüne rastlanabilmektedir.

 

Bu konudaki en çarpıcı anlatım “Siyasetçiler, yargıya PKK’dan daha fazla zarar veriyor” suçlaması ile Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş’tan gelmektedir. Savaş, “Yargı hiç bu derece aşağılanmadı. Siyasilerin yargıya verdiği zarar, PKK’lıların ve siyasal islamcıların bu ülkeye verdiği zarardan daha fazladır. Yargı çökerse Türkiye Cumhuriyeti de çöker… Yargı tıkanmaya gidiyor. Bu tıkanma çeteleri de, huzursuzluğu da artırır. Adalet mülkün temelidir. Hakim açığı kapatılamıyor. Türkiye büyüyor, davaların sayısı artıyor” demiştir.

 

Adalet Bakanlığı eski Müsteşarı olan Yargıtay 8 inci Ceza Dairesi üyesi Yusuf Kenan Doğan, Adalet Bakanlığı’nca düzenlenen bir seminerde  “Laiklik Bildirisi”ne imza atan 80’e yakın il savcısından -olayın üstünden geçen dört yıl sonra- ancak 10’unun görevde kalabildiğini ve diğerlerinin tasfiye edildiğini iddia etmektedir. Doğan’a göre, Genelkurmay Başkanlığı tarafından verilen “İrtica Brifingi”ne katılımı engellemek için Ankara’daki yargıç ve savcılara yazı yazan kamu görevlileri ise Adalet Bakanlığı’nda en üst görevlere getirilmişlerdir. Bir polemiğe benzese dahi, bu tür iddia ve görüşler üzerinde özellikle durmak gerekmektedir.

 

Erkek meslektaşlarının baskılar nedeniyle davadan çekildiği gazeteci Metin Göktepe davasını üstlenen ve sanık polislerden dördünü tutuklayan bayan hakim Fatma Nilgün Uçar görev süresi dolmadan başka bir ile atanmıştır.

 

Yargıda ücret sorunu vardır. Yargıtay’da düzenlenen adli yılın açılış töreninde yaptığı konuşma ile yargının “vicdan ile cüzdan” arasında sıkıştığını belirten Yargıtay eski Başkanı Mehmet Uygun emekliye ayrılırken yaptığı açıklamada  Baba mirasım olmasa kümese mahkumdum” diyerek bu durumu dile getirmektedir: “Bıçak kemiğe dayandı. Eğer babasından kalanları satıp başını sokacak daire almamış olsa, kümese mahkum olacak. İşte yargının durumu bu… Hak dağıtan hakim, hak arar duruma düştü. Bilinmelidir ki, vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışan hakimin kararının tam ve en sağlıklı olacağını düşünmek insan aklına ve doğasına ters düşer.” [155]

 

22 Mart 2000 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden bir haber: “Yargı, iktidara kazan kaldırdı. Yargıtay, tarihinde ilk kez iktidara hakim ve savcıların maaşları konusunda isyan etti. Bakanlar Kurulu hakim ve savcı maaşlarına özel kanunla yargıya yakışır düzenleme yapmazsa, Yargıtay üyeleri toplu istifa, toplu emeklilik, iş bırakma ve maaş iadesi gibi bir dizi eylem yapacak.”

 

Karşı yönde bir açıklama ise, Savcı Mete Öztürk’ten gelmektedir: “Yargının en önemli sorunları karşısında duyarsız kalan, bu konuda çözümler içeren düşüncelerini açıklayan yargı mensuplarına disiplin cezaları yağdıran HSYK üyeleri … para konusu gündeme gelince, aşırı duyarlılık içine girdiler. Yargıç ve savcıları hangi hakla temsil ettiklerine bakılmaksızın, bir sendika gibi talepte bulunma hakkını hangi yasadan aldığını düşünmeksizin, 6 Eylül’e kadar süre tanıyıp, hükümeti tehdit etmişler. Oysa ki ben, ‘yargının isyanı’ başlığını okuyunca, yargı reformu ve temel sorunlar, bunların çözümleri ile ilgili toplu sesler yükseldiğini sanmış ve heyecanlanmıştım… Bugün birinci sınıfa ayrılmış yargıç ya da savcının eline geçen para bir genel müdür, bir general hatta bir valinin eline geçenden hiç az değildir. Bugün parasızlıktan yakınacak en son kesim yargıçlar ve savcılardır… Yargının sorunlarını, yargıçların ekonomik sorunlarıyla sınırlı görmek, yargıçlar hakkında ‘vicdanı ile cüzdanı arasına sıkışan kişiler’ benzetmesi yapmak, yargıçlara yapılan çirkin bir aşağılamadan başka bir şey değildir.” [156]

 

Yargıda insan kaynakları ile ilgili bir başka sorun alanını da yargı elemanları arasındaki irtica eğilimi oluşturmaktadır. Danıştay eski Başkanı Erol Çırakman bu konuda şunları söylemektedir: “Yargıya kaliteli, bilgili, yetişmiş kişilerin alınması gerekir. Marjinal yapıda kişiler alınmaz... Belli görüşe angaje olmuş kişiler hakim ve savcı alınamaz. İmam Hatip’te verilen bilgiler islam dinine ilişkindir. Din dogmalara dayanır. Oysa, yargı dogmalara değil normlara dayanır. Hakim ve savcı olmak için açık fikirli olmak gerekir. Aksine kişiler yargıyı zayıflatır... Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri Avrupa’nın laik yapısını benimsemiş, hukuk sistemini de buna göre kurmuştur. Düşünün ki bunu benimsemeyen, şeriata inanan bir hakim... Düşüncesi bile hafakanların basmasına neden oluyor. Bunları ayıklamak çok zor... En güç temizlenecek yer yargıdır. Çünkü hakime bir dokunulmazlık tanımışızdır ki; somut bir kanıt olmadan ceza bile veremezsiniz.” [157]

Yargıda Yolsuzluk ve Rüşvet

 

Yargıda yolsuzluk ve rüşvet olayları çok ileri boyutlara ulaşmıştır. Sahip olduğu kısıtlı olanaklar nedeniyle davaların uzun sürmesi pek çok sorunlara yol açarken, öte yandan adalet dağıtan bazı hakim ve savcıların uyuşturucu kaçakçısı gibi yasa dışı sanıklardan rüşvet aldıklarının ortaya çıkması yargı sisteminde derin yaralar açmaktadır.

 

Yargıda yaşanmakta olan yolsuzluk olaylarının boyutlarını gösteren bazı örnek olaylara aşağıda yer verilecektir. Bu bölümde aktarılacak bilgi, belge ve yorumlardan ilk ikisi kanımca son derecede önemlidir.

 

Çok örnek bir yargı kararı: Aşağıdaki ifadeler yazar Emin Çölaşan’ın günlük bir yazısından alınmıştır: “Sevgili okuyucularım, bugün size bir yargı kararından söz edeceğim. Adalet mekanizmasında neler olduğunu görecek ve herhalde hayret edeceksiniz... İstanbul’da bulunan … isimli bir şirket, kumarhane açmak istiyor. Bunun yolu belli. Turizm Bakanlığı’na başvurup izin alacaksınız. Şirket bunu yapıyor. Ancak bakanlık bu isteği reddediyor. Şirket bunun üzerine dava açıyor ve bakanlık işleminin iptalini istiyor. Davaya Ankara 1. İdare Mahkemesi bakıyor, şirketi haklı buluyor ve bakanlığın işlemini iptal ediyor. Turizm Bakanlığı bunun üzerine temyiz mahkemesi olan Danıştay’a başvuruyor. Danıştay davayı inceliyor ve bakanlığı haklı bularak Yürütmenin Durdurulması kararı veriyor… Dolayısıyla, dava bitinceye kadar şirketin kumarhane açma izni yok! Buraya kadar herşey normal ve düzgün… Talih oyunları şirketi, Danıştay’ın kendi aleyhine verdiği bu karar sonrasında büyük bir cingözlük yapıyor! Şirket, Danıştay kararını yürürlükten kaldırmak amacıyla İstanbul Adiyesi’nde dava açıyor.! Olacak şey değil. İşte hadise, bu aşamadan sonra sapıtıyor!.. Çünkü o konuda karar verme yetkisi idari yargıda. Adli yargı bu işe karışamaz. Adli yargı idari yargının, idari yargı adli yargının kararını değiştiremez… Evet, şirket dava açıyor. İddia şöyle: ‘Anayasa uyarınca mahkeme kararları gerekçeli olmalıdır. Danıştay’ın verdiği yürütmenin durdurulması kararında gerekçe yoktur. Bu durumda Anayasa çiğnenmiştir. Danıştay 6. Dairesi tarafından verilen yürütmenin durdurulması kararının kaldırılmasına karar verilmesi…’ Davaya İstanbul 11. Asliye Hukuk Mahkemesi bakıyor... Evet, İstanbul 11. Asliye Hukuk Mahkemesi bu başvuruyu inceliyor ve 3 Kasım 1997 tarihli, 1997/25 karar sayılı kararında özetle şöyle diyor: ‘Danıştay kararında gerekçe yoktur. Bu nedenle Danıştay kararının kaldırılmasına, kumarhanenin 500 milyon lira teminat yatırılarak işletmeye açılmasına…’.” [158]

 

Adli yargıda yolsuzluk araştırması: İkinci örnek olay ise İstanbul Barosu tarafından Prof. Dr. Hayrettin Ökçesiz’e yaptırılan bir anket ve bu ankete dayalı olarak baro tarafından yayınlanan “Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması”.   [159]  

 

Kitaptan bazı alıntılar:

 

·     Araştırmaya katılan 666 avukatın yüzde 94.9’u adli yargıda yolsuzluk olduğunu, yüzde 63.1’i yolsuzluğun adliyenin temel sorunlarından birisi olduğunu, yüzde 96.1’i ise yolsuzlukların yeterince ortaya çıkarılamadığını belirtmektedir.

·     Yolsuzluğa, sıklık derecesi bakımından sırasıyla, karakollarda, icra dairelerinde, savcılık ve mahkeme kalemlerinde, bilirkişilerde, savcı ve hakimlerde rastlanmaktadır.

·     Adli yargıda en yaygın yolsuzluk türleri rüşvet ve kayırmadır.

·     Adli yargıda örgütlü yolsuzluk olduğu görüşünde olan avukatların sayısı dikkat çekicidir.

·     Yargıtay’da da yolsuzluklar görüldüğünü deneklerin yüksek oranda bir kesimi açıkça dile getirmektedir.

·     Adli yargıda iş başına verilen paranın miktarı 2-7 milyon lira arasındadır. En yüksek düzey 30-70 milyon lira arasında değişmektedir.

 

Yapılan araştırmada, yolsuzlukların nedeni olarak şu etmenlerin saptandığı belirtilmektedir: iş hacminin adliyenin kapasitesinin çok üstünde olması, devlet memurluğunun iş ahlakı ilkeleri ve değerleri hakkında yeterli bilinç düzeyine ulaşılamaması, yolsuzluğun kamuoyunca meşru sayıldığı yolunda bir kanı bulunması, yurttaşların hak arama bilincinin yetersizliği, yargıya ilişkin yolsuzluk olaylarının açıklanmasına gösterilen aşırı çekingenlik, adalete ayrılan bütçe payının sürekli düşük ve yetersiz bir düzeyde kalması.

 

Rapora göre, yolsuzluğun sonuçları ise şunlar: yurttaşların yargıya güvenlerinin kaybolması, yurttaşlık bilincinin yıkılması, toplumda ve bireylerde duyarsızlaşma, şiddetin özendirilmesi, bireylerin kendi haklarını kendilerinin almalarının özendirilmesi, çıkar amaçlı suç örgütlerinin özendirilmesi.

 

Önce beraat ettirdi sonra avukatı oldu: 45 yıl hapsi istenen dövizciyi serbest bırakan ağır ceza reisi, emekli olunca ... Döviz’de avukat olarak işe başladı. [160]

 

Askeri hakime dört yıl hapis cezası: Görevini kötüye kullanmak, ihmal etmek ve irtikaba kalkışmak suçlamasıyla yargılanan deniz hakim, üç yılı ağır hapis olmak üzere dört yıl dokuz ay hapis cezasına çarptırıldı. Hakim, Nesim Malki cinayetine adı karışan Erol Evcil’in yargılandığı davada, irtikaba kalkışmak suçundan suçlu bulundu.

 

Polis tarafından aranan işadamı, DGM Başsavcısı ile kaza geçirdi: Otomobiliyle İstanbul’dan Ankara’ya gelen ... Marketler zinciri sahibi M.G., aşırı hız nedeniyle İncek Köyü yakınlarında şarampole yuvarlandı. Kazada, M.G. hayatını kaybederken BMW’de bulunan İstanbul DGM Başsavcısı yaralı olarak hastaneye kaldırıldı. Başsavcının izinsiz olarak Ankara’ya gittiği belirtildi. Başsavcı hakkında soruşturma açıldı. Kazada ölen kişinin tutuklama kararıyla arandığı ortaya çıktı. M.G.’nin İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ndeki “sakıncalılar” listesinde yer aldığı da ortaya çıktı. Başsavcının, Şişli’de görevli iken, Banker Bako’nun saklandığı bir başka savcıya ait evin aranması için gerekli izni vermediği iddia edildi. Başsavcı, Adalet Bakanı’nın emri ile geçici olarak görevden uzaklaştırıldı. Sonra da bir başka ilçeye atandı. [161]

 

Rüşvetçi savcıyla hakime tutuklama: Y. İlçesi’nde, rüşvet aldıkları iddiasıyla meslekten atılan Cumhuriyet Savcısı ile Hakim için tutuklama kararı verildi.

Sav-Savunma-Yargıç İlişkilerinde Yaşanan Sıkıntılar

 

Yargı sisteminin önemli bir halkası olan avukatlarla ilgili olarak çeşitli sorunlar yaşanmaktadır. Bunlardan birincisi avukatlar ile yargıç ve savcılar arasındaki ilişkilerde ortaya çıkan  kopukluk,  soğukluk  ve uzaklıklardır. Bu üçlü arasındaki ilişkiler, özellikle yargıç ve savcılar açısından, korku ve güvensizlik temeline oturmuştur. Bu durum yargıda verimliliği azaltmaktadır

 

İkinci sorun avukatların eğitimi sorunudur. Bir yandan, hukuk fakültelerinin içinde bulunduğu yetersizlik, öte yandan, avukatlık stajının içinde bulunduğu koşullar avukatların yeterli eğitim almadan kariyere girmeleri ile sonuçlanmaktadır. Çeşitli mahkemelerde ve bir avukat yanında stajdan oluşan bir yıllık hazırlığın yeterli düzeyde meslek formasyonu veremediği anlaşılmaktadır.

 

Üçüncü sorun avukatların mesleğe giriş biçimi ile ilgilidir. Mezun olduktan sonra bir yılı yukarıda belirtilen şekilde geçiren herkes doğrudan avukat olarak görev yapmaya başlayabilmektedir. Avukatların mesleğe giriş biçiminin değiştirilmesi ve zorlaştırılması gerekmektedir. Davada taraf temsil edebilme yetkinliği ile dosya hazırlama işlevlerinin birbirlerinden ayrılması ve davada taraf temsil edebilmek için dosya hazırlamada -profesyonel koşullarda- uzun bir süre geçirmek ve Türkiye Barolar Birliği tarafından iller bazında hazırlanacak kotalar (noterlikte olduğu gibi) çerçevesinde zorlu bir sınav sonrası mesleğe giriş zorunlu kılınmalıdır.

 

Dördüncü sorun ise, bazı avukatların içinde bulunduğu meslek etiğine ilişkin sorunlardır. Avukatlar zaman zaman mesleklerinin etik kurallarının dışına çıkabilmektedir.

Ceza ve Tutukevlerinin İçinde Bulunduğu Ortam

 

İnfaz sistemi hiç kuşkusuz yargının en önemli unsurlarından birisidir. ABD’de, bu sistem içinde çalışanlara verilen genel isim sistemin özünü ortaya koymak bakımından oldukça çarpıcıdır. ABD’de, bu sistem içinde çalışanlara “correction officer” ve ceza ve tutukevlerine de “correction center” adı verilir. Yani, “davranış düzeltme” birimleri, ya da memurları. Toplumsal kurallara göre yanlış oldukları için cezalandırılan ve bu nedenle toplumla gerekli uyumun yeniden sağlanması için düzeltilmesi gereken davranış kalıplarının varlığı görüşünden hareket eden bu yaklaşım, ceza ve tutukevlerinin sahip olması gereken temel felsefeyi de yansıtmaktadır: cezalandırılan kişileri, davranış değişikliğine zorlayarak yeniden topluma kazandırmak.

 

Bu bakış açısından Türkiye’deki sistem ele alındığında, böyle bir anlayış biçiminin sisteme egemen olmadığı görülmektedir. Cezalandırılan kişilerin bir süre toplumla ilişkilerinin kesilmesinden ibaret olan bu sistem, kalın duvarlar arkasında doğru yönde bir düzeltmeyi değil bozuk davranışların kökleşmesine yardımcı olmayı öngörmektedir.

 

Türkiye’de uygulanan koğuş sistemi bu olumsuz sonucun ana nedenidir. Türkiye’deki cezaevlerinde suçlular toplu şekilde yaşadıkları için buralarda yeni toplumsal yaşam biçimleri oluşmakta ve yeni toplumsal davranış kalıpları ve değerleri edinilmektedir. Kamunun ve kamu görevlilerinin bu gibi kişilerin topluma kazandırılması yolunda herhangi bir programının, çabasının ve katkısının olmaması ise suçlu bireylerdeki yeni toplumsal ve psikolojik oluşumların toplumca genelde kabul görmeyen değerler ve davranış kalıpları şeklinde ortaya çıkmasını kaçınılmaz kılmaktadır. 

 

Bu bağlamda, cezaevleri yeraltı suç örgütleri için bir lojman ve örgütlü suç çeteleri için bir insan kaynağı olmaktadır. Cezaevlerinde sık sık ortaya çıkan çatışmalar sonucunda tutuklular öldürülmekte ya da yaralanmaktadır. Yasak olmasına karşın uyuşturucu, silah ve cep telefonu gibi haberleşme aygıtları bu duvarlar arkasına rahatlıkla geçebilmektedir. Rüşvet ve yolsuzlukların her türlüsüne buralarda sıklıkla rastlanmaktadır.

 

Devletin cezaevlerini yönetemediği ve denetleyemediği bizzat sorumlu bakanlar tarafından itiraf edilmektedir. Cezaevlerini içerideki hükümlü ve tutuklular yönetmektedir. “Haraç” son derecede önemli bir kurumdur. Hükümlü ve tutuklular cezaevi “patron”larına haraç vermek zorundadırlar. Haracın kim tarafından alınacağı ve nasıl paylaşılacağı ise kanlı hesaplaşmalar sonucunda belirlenmektedir. Cezaevlerinde mahkumlara sağlanan her yasa dışı olanak karşılığında ücret alınmaktadır. Her olanağın bir ücret tarifesi oluşmuştur. Burada kalan hükümlüler, dışarıdaki adamlarını cep telefonlarıyla kolaylıkla yönetebilmektedirler. Bu koşullar altında, ancak masum ve güçsüz insanlar cezalarını çekmek zorunda kalmakta, buna karşılık suç şebekeleri korunmakta ve çıkar amaçlı suç örgütleri özendirilmektedir. Alınan her türlü önlem sonuçsuz kalmaktadır. Koğuş kapıları kapatılmakta ancak bu kez duvarlar yıkılarak öteki koğuşlara geçilmekte ve geçilen koğuşlarda cinayet işlenebilmektedir. Ödenek yetersizliği nedeniyle mahkumlara üç öğün yemek verilememekte ve dışarıdan her gün tonlarca tüketim maddesi getirtilmek zorunda kalınmaktadır. Bu işlem sırasında her türlü yasa dışı madde içeriye rahatlıkla sokulabilmektedir. Suçlular, gardiyanların kafasına silah çekip kapalı kapıları açtırabilmektedir. Cezaevlerine dışarıdan kadın fahişeler çağrılmakta ve bunların içeri girişinin engellenmesi üzerine cezevinde isyan çıkmaktadır. Aynı şekilde, cezaevine giren travesti mahkumlar gece yarısı öteki mahkumların koğuşlarına geçmekte ve burada cinsel ilişki kurmaktadırlar. Terör suçlusu bir bayan mahkumun cezaevinde iken hamile kaldığı basın ve yayın organlarında günlerce yer almıştır.

 

Gardiyanlar ve cezaevi yöneticileri hem kendileri ve hem de aileleri söz konusu edilerek sürekli olarak tehdit edilmektedir. Bu kişiler yeraltı suç örgütlerini karşılarına almaya cesaret edememektedirler. Bu görevliler arasında rüşvet ve yolsuzluk oldukça yoğunlaşmıştır. Yasa dışı bazı malzemelerin bu kişiler aracılığıyla ve para karşılığında içeri sokuldukları bilinmektedir.

 

Kasım-Aralık 2000 aylarında cezaevlerinde başlatılan ve cezaevleri dışında da bazı toplumsal güçler ve hükümlü yakınları tarafından destek bulan ölüm orucu tutma girişimi sırasında, tutuklu ve hükümlüler ölüm orucundan vazgeçme için şu koşulları öne sürmüşlerdir: F tipi cezaevlerinin iptal edilmesi, F tipi cezaevlerinde koğuşların 20 kişilik olması, Terörle Mücadele Yasası’nın tümüyle kaldırılması ve hükümetin bu yolda güvence vermesi, Sağlık, İçişleri ve Adalet bakanlıkları arasında oluşturulan üçlü protokolün kaldırılması, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılması, cezaevleri için izleme komitesi kurulması, cezaevi olaylarına karışan sorumluların yargılanacağına dair güvence verilmesi, cezaevinde işkence yapan görevlilerin yargılanacağına dair güvence verilmesi ve hasta ve sakat tutuklu ve hükümlülerin serbest bırakılması.

 

Bu durum, ülkemizde cezaevlerinin konumu ve yönetimi konusunda içinde bulunan koşulların son derecede olumsuz ve karamsar olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Konuyu biraz daha yakından irdeleyebilmek için bazı gazete başlıklarına kısa bir gözatmakta yarar vardır.

 

“Geçtiğimiz ay ikinci müdürü rüşvet alırken yakalandığı Adana E Tipi Kapalı Cezaevi’nde bu kez öteki ikinci müdür mahkumlara satmak üzere esrar satın alırken suçüstü yakalandı. Adana DGM’ye sevkedilen ikinci müdür tutuklandı”.

 

“Koğuşta infaz. Uyuşturucu sanığı E.S., 48 kilo kayıp eroinin hesabını yatmakta olduğu Bayrampaşa Cezaevi’nde ‘şişle infaz’ edilerek hayatıyla ödedi. E.S. ve suç ortağı Y.A., önce Özel Tip Cezaevi’nin İ Blok’una getirildi. Saatlerce sorgulandı. Yüzlerce tutuklu önünde dövüldü. Defalarca şişlendi. Cesedi A Blok’un önüne atıldı.

 

“Cezaevinde savaş. Bayrampaşa Cezaevi’nde Ç.’nin adamı vurulunca kan gövdeyi götürdü. 7 ölü”. Haberin ayrıntıları ise daha ilginç: “Kalaşnikofla kilit kırdılar. Ç.’nin adamı A.G.’in cezaevi ikinci müdürünün odasında H.Ç. tarafından öldürülmesiyle başlayan olaylarda kalaşnikofların kullanıldığı, bu silahlarla iki demir kapının kırılarak açıldığı idda edildi.”

“Merkez üssü Bayrampaşa. İstanbul’da, 55 kilo eroin ve 7 kilo kokainle ele geçirilen şebekenin Bayrampaşa’dan telefonlarla yönetildiği ortaya çıktı. Uyuşturucu operasyonunda yakalanan 2 ayrı şebekenin, cezaevi yakınında kiraladıkları evlere yerleştirdikleri telefon güçlendiricileri sayesinde hapisteki patronları tarafından yönetildikleri ortaya çıktı.”

“Travesti skandalı. Kartal Cezaevi, gardiyanların travesti tutuklulara tecavüz ettiği iddiasıyla çalkalanıyor. 2 gardiyan açığa alındı.”

 “Cezaevinde Karagümrük Susurluk kapışması. Eskişehir Özel Tip Cezaevi, K. Çetesi’yle S. Çetesi’nin kapışmasına sahne oldu. Y.Ö. ve H. K.’nın adamları olduğu öne sürülen tutuklular, kapalı görüş sırasında yakınlarıyla görüşen K. Çetesi’nin elebaşıları N. E., V. E. ve yeğenleri Ö.M.’ya kurşun yağdırdı.”

“5 ölü. Uşak E tipi Cezaevi’nde af bahanesiyle isyan başlatan N. ve adamları rakiplerinin koğuşunu bastı: Biri fabrikatör beş kişiyi öldürdü. Öldürüp alınlarına kanla ‘N’ yazdılar.”

 

“İşkence yöntemleri. ‘N. Çetesi’nin, cezaevinde işkence yaptığı Ö.D., kardeşi ve arkadaşı için 20 milyar lira ödeyerek canlarını kurtardıklarını söyledi. D., … kardeşlerin falaka, dayak, kaş traşı, idrar içirme gibi yöntemler kullandıklarını anlattı.”

 

“Uşak Valisi Ayhan Çevik, K. Çetesi elebaşısı N.E.’nin, isyan sırasında kendisine ‘Cezaevlerinde bir paket sigara için adam öldürecek onlarca insan var. Ben bunlara binlerle ifade edilen yeşil dolarları saydım mı hepsi bir numaralı adamım oluveriyor’ dediğini söyledi. Çevik, cezaevlerinin iyi yönetildiğini, huzur ve güven ortamının sağlandığını söylemenin mümkün olmadığına dikkati çekerek, şöyle konuştu: ‘Devletin cezaevi yönetimindeki acizliğini kabul ediyorum. Düşünün ki adam, sabahın üçünde telefon açıyor, talimatla, ‘Cezaevi müdürü yanıma gelsin çabuk’ diyor. Ve müdür, karısının yanından kalkıp, adamın huzuruna gidiyor. Gitmese ne olacak? Böyle birşey olamaz.”

 

“15 gün işkence yaptı, 5 kişiyi katletti, istediği yere gitti. Yazıklar olsun. Jiletle ‘N’ yazıp yazıp göz oymuş.”

 

Ödenek yetersizlikleri cezaevi yönetimlerini mahkumlardan ödünç para almaya zorlamakta, alınan bu borçlarla mahkum sevkleri yapılmakta ve ödenek gelince de bu kişilere paraları geri ödenmektedir.

 

İstanbul Başsavcısı “Bayrampaşa Cezaevini kontrol etmek güç” demektedir. [162]

 

Aynı itiraf, TBMM İnsan Hakları Komisyonu’nda açıklamalarda bulunan Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürü Ali Suat Ertosun tarafından da yinelenmektedir: “Cezaevlerini teröristler yönetiyor.”  Genel Müdür şunları belirtiyor: “Özellikle terör cezaevlerinin bazılarında aramalar istenilen şekilde yapılamıyor. Çoğunlukla jandarma içeri sokulmadığından bizim personelimiz tarafından yapılıyor, bu da arzulanan şekilde bu işlerin yapılmadığını gösteriyor. Bazen günlerce sayım alamadığımız oluyor. İdarenin bilgisi dışında koğuşlara gidip gelmeler olmaktadır. Hangi koğuşta kimin kalacağına idare değil, cezaevlerindeki suçlular karar veriyor. Koğuşlarda komün yaşamı sürdürülmekte, üst birimlerce siyasi eğitim programı uygulanmakta, bu eğitimler sonucunda içeri bir sempatizan olarak girenler, azılı birer terörist olarak çıkmakta, dışarı çıktıklarında da daha büyük ve kanlı eylemlere girişmekteler.” [163]

 

Tüm Yargı-Sen isimli Sendika’nın Başkanı şunları söylüyor: “Cezaevi yeraltı suç örgütleri için cennet haline getirilmiş durumda. Buralarını 5 yıldızlı otel gibi kullanıyorlar. Kendi koğuşlarına kokoreç makinesi sokabilen mahkumlar var. Yeraltı suç örgütleri liderleri devletin gözünün içine baka baka içeriye silah, cep telefonu sokabiliyor. Devletin gözü önünde dışarıdaki kanunsuzlukları cep telefonu ile yönetebiliyorlar. Devlet bunları görmezden geliyor.” [164]

 

Aynı sendikanın Bayrampaşa temsilcisi de cezaevinde büyük rant döndüğünü söylemekte ve cezaevinde öldürülen G.’nin cebinden beş bin dolar, yastığının altından da bir trilyon liraya yakın para çıktığını iddia etmektedir.

 

Bir başka yargı çalışanları sendikası olan Yargı-Sen’in Başkanı, Ulucanlar Cezaevi’nin içinde bulunduğu koşullarla ilgili olarak son derecede çarpıcı açıklamalar yapmaktadır. Cezaevlerinde çeteler ve sürgün edilme korkusu nedeniyle isimlerini açıklamak istemeyen 50 gardiyan adına konuştuğunu söyleyen Y., … Cezaevi Müdürü’nün, bir milletvekilinin yeğeni olan F.B.’nin sağ koluna “kadın ayarladığını” ileri sürmektedir. Yıldız, kadınlar koğuşunda kalan bir tutukludan söz ederek bunlar “Cezaevi Müdürü’nün odasında birlikte oldu. Bu defalarca tekrarlandı. En sonunda kadın gardiyanlar, (kadın mahkumun) bir gece tekrar getirilmesi istenince karşı çıktı ve koğuştan çıkmasını engelledi. Gardiyanlar bu nedenle tehdit edildi” demektedir.  Y., dolandırıcılıktan tutuklu bir kişinin Cezaevi Müdürü’ne 750 milyon lira para yardımında bulunduğunu belirterek müdürden başka, bazı gardiyanların da bu işin içinde olduklarını idda etmektedir. [165]

 

Türkiye Barolar Birliği, cezaevlerinin bugünkü haliyle birer örgüt yuvası ve suç okulu haline geldiğini belirtmektedir. Birlik açıklamasında, mevcut ve geçmiş hükümetlerin bu konuda hiç bir şey yapmadığı belirtilerek devlet otoritesinin ve denetiminin olmadığı toplumlarda anarşinin hakim olacağı bildirilmiştir.

 

Yeraltı dünyasının ünlü isimlerinden birinin elini kolunu sallayarak kaçtığı Burdur Cezaevi Müdürü daha sonra şu açıklamaları yapmıştır: “K.Y.’yi ziyarete gelenler arasında Cumhurbaşkanı Başdanışmanı, vali, savcı  ve belediye başkanları da vardı. K.Y’nin gelmesiyle birlikte moral gecelerine ünlü sanatçılar gelmeye başladı. K.Y. cezaevinde istediği gibi dolaşıyor, görevliler ise sadece ona refakat ediyorlardı. Revir özel odaya dönüştürülmüştü ve anahtarı K.Y.’nin cebindeydi. İstediği zaman dışarıya çıkar, gelirdi.” [166]

 

Kartal Cumhuriyet Başsavcısı da şunları söylemektedir: “Ç.’nin koğuşunun bulunduğu koridorlar, öldürülme tehlikesine karşı, kameralarla sürekli izleniyor. Ç.’nin yemekleri de zehirlenme riskine karşı önceden kontrol ediliyor... İnfaz koruma memurları, E.E.’nin hesabından, imzasını taklit ederek para çekti… K. Çetesi’nin elebaşı N.E.’de iki, Ç.’nin adamı M.G.’de bir cep telefonu yakalandı. Cep telefonları, cezaevinin mutfak bölümünün penceresinden aşağıya sarkıtılan ipe bağlanarak yukarıya çekiliyor... Açık görüşe gelen kadınlar, detaylı aranmadığı için uyuşturucu sokuyor. Kadınlar uyuşturucuyu genellikle iç çamaşırları içerisinde getiriyor…”  [167]

 

Bazı tutuklar cezaevine özel berberi, özel aşçısı ve korumaları ile girmektedir. Böyle bir mahkum cezaevine 12 buzdolabı, 2 derin dondurucu, 3 çamaşır makinesi, 2 bulaşık makinesi, 2 dikiş makinesi, 17 televizyon, 20 müzik seti, koltuk ve yatak odası takımı hibe edebilmektedir.

 

Terör suçluları için de durum aynıdır. Birarada barındırılan terör suçluları burada silah kullanmayı ve yapmayı öğrenmekte, eylem planları hazırlamakta, kuramsal ve uygulamalı eğitim çalışmaları ve törenler düzenlemekte, kendi mahkemelerini oluşturmakta, bu mahkemeler örgütler adına kararlar almakta ve kararlar infaz edilmektedir. Koğuş duvarları yasa dışı örgütlerin poster, resim, flama  ve yazılarıyla doludur.

 

Metris Cezaevi’nde toplanan İBDA-C mensuplarının başkanı yıllarca Türk yargısını tanımadığını uluorta söyleyerek duruşmalara çıkmamıştır. Birlikte kaldıkları koğuşa güvenlik güçleri uzun süre girememiştir. En ufak bir müdahale olasılığında isyan çıkaran bu grup cezaevini tam bir eğitim yuvası şekline dönüştürmüştür. Tutuklu örgüt üyelerinin çıkardığı bir isyan sırasında 68 jandarma yaralanmıştır. İBDA-C ile hapishane yönetimi sekiz saatlik pazarlık sonucunda isyanın durdurulması için anlaşma sağlanabilmiştir. Yapılan bir operasyonla İBDA-C koğuşuna girebilen güvenlik güçleri koğuşlarda yaptıkları aramalarda alev makinaları, amonyum nitratdan yapılmış bomba, pil ateşlemeli tabanca ve molotof kokteylleri bulmuşlardır.

 

Bandırma Cezaevi’nde, yine İBDA-C mensuplarının kaldığı koğuşta yapılan aramada, silah olarak kullanılabilecek çok sayıda kesici ve delici aletle dört cep telefonu ele geçirilmiştir. Yapılan açıklamada, dört cep telefonunun yanında, 24 şiş, 6 kama, 3 pala, 68 sopa, 3 molotof kokteyli, 10 alev makinesi haline dönüştürülmüş 12 kiloluk mutfak tüpü, dört bomba düzeneğiyle 2.226 yasa dışı kitap ve örgütsel dökümanın ele geçirildiği belirtilmiştir. Yasa dışı örgüt üyelerinin, pankartlardaki yazılarından Bandırma Özel Tip Kapalı Cezaevi’ni kendi aralarında ‘Bandırma Terör Yüksek Akademisi’ olarak adlandırdıkları anlaşılmıştır.

 

Bu bölümde son olarak, Ulucanlar Cezaevi’nde 26 Eylül 1999 günü meydana gelen bir olaydan söz etmek gerekmektedir. 2 Eylül 1999 günü cezaevinde direniş başlatan hükümlülere karşı 26 Eylül günü güvenlik güçlerince müdahale edilmiş ve çıkan olaylar sonucunda 11 hükümlü ölmüş ve 26 hükümlü de yaralanmıştır. Olayın ilk günlerinde olayın içerden açılan ateşe güvenlik güçlerinin karşılık vermesi sonucunda oluştuğu ve cezaevinden kaçmak için bir tünel kazıldığının ortaya çıkarıldığı belirtilmiştir. Olayın araştırılması için kurulan TBMM Araştırma Komisyonu’nun vardığı sonuçlar ise bundan hayli farklı ve oldukça önemli: “Komisyonumuz; güvenlik güçlerinin zorunluluk halinde, yasalar çerçevesinde silah kullanmasını anlamaktadır; ama, ölümüne güvensizliği anlamakta güçlük çekmektedir. Netice itibarıyla Ulucanlar Cezaevi’nde silah kullanılmıştır. 10 kişinin ölümü ile sonuçlanan olayı koğuş sorunu ile izah etmek mümkün değildir. Burada yılların birikimi vardır. Tutuklu ve hükümlüler güvenlik güçlerini, güvenlik güçleri de tutuklu ve hükümlüleri düşman olarak görmektedir. Jandarmanın almış olduğu eğitimin bu tür olaylara müdahale için uygun olmadığı ortadadır. Asker, yaptığı işin gereği olarak karşısındakini, düşman olarak görmekte ve eğitimi düşmanla karşı karşıya kaldığında onu imha etmeyi gerektirmektedir… Asker dağlık bir alanda müsadereye giriştiği terörist grubuna davrandığı gibi davranmıştır… Duvarlarda çok sayıda mermi izinin bulunması hedef gösterilerek ateş edildiğini göstermektedir. Kanaatimiz odur ki, tutuklular koğuş işgali yaparak hem yasaları hem de 7. koğuşta kalan kişilerin haklarını ihlal etmişlerdir; gerginliği tırmandırmışlardır. Bunun yanında cezaevi ve Adalet Bakanlığı yetkilileri de benzer eylemlerde sergiledikleri, uzlaşmacı tavrı sergilememişlerdir; daha sonra yapılan müdahale de amacını aşacak şekilde ağır olmuş, tutukluları ağır derecede darp etmişlerdir. Adli Tıp Kurumu’ndan alınan raporlar ve bu raporlar üzerinde komisyonumuz tarafından görevlendirilen adli tıp uzmanının yorumu ceset ve yaralılarda darp izlerinin sopalarla vurma ve sürüklenme olduğunu ortaya çıkartmıştır. Raporlarda şişle yaralanan tek bir güvenlik elemanı yoktur.  Hem olaylara katılanlar, hem de dışında kalan ve olayı gören hükümlüler yoğun şekilde dövme ve işkence yapıldığını ifade etmişlerdir. Yine cesetlerde ve yaralı hükümlülerde alev yanığı olmayan yanık izlerine rastlanmıştır. Adli Tıp uzmanları bu yanık izinin alev ya da haşlanma olmadığını; dehidrate bir yanık olduğunu ve sülfirik asit ya da nitrik asitle olabileceğini bildirmişlerdir. Ayrıca cesetlerde hem kurşun yarası, hem de yaygın darp izleri bulunmaktadır. Bunlar olayda amacını aşan şiddetin kullanıldığı, işkence edildiği kuşkusunu doğurmaktadır.” [168]

 

Komisyon Başkanı Sema Pişkinsüt de, olayların görüntülerini izledikten sonra şunları söylemektedir: “Üç-dört mahkumun sırtı saçmadan elek gibi olmuş. Ayrıca, adli tıp raporlarında ayrıntılı olarak belirtilmeyen, deri altı kanamalardan ve yanıklardan oluşan geniş otopsi bulgularına rastladık. Otopsi raporlarının sistemli ve beklenen nitelikte olmadığını düşünüyorduk. Görüntülerden sonra bu kanaatimiz daha da pekişti. İzler, geçiştirilmiş. Çoğunda eller kapalı ama yakından çekilen görüntülerde parmaklar şişmiş. Bunlar raporda belirtilmemiş. Darp izleri, ölümden önce mi, sonra mı olmuş belli değil. Görüntüler adli tıp raporlarının eksik olduğunu gösterdi.  Alevli bir yanma sonucunda olmadığı anlaşılan bu izler soru işaretlerine yol açtı. Normal bir yanma olayı değil. Asitten kaynaklanan yanma sonucunda ortaya çıkan izlere çok benziyor…”

 

Yukarıda açıklanmaya çalışılan olgular hukuk devleti ilkesi açısından kabul edilemez sonuçlardır. Ama ne varki, bu sonuçların bedelini ödemek durumunda olan bu suçları işleyenler değil, yukarıdaki çalışmaları yapan TBMM İnsan hakları Komisyonu Başkanı Pişkinsüt olmuştur. Pişkinsüt, “Partim vefalı, beni harcamaz”  dese bile, başkanlık görevini koalisyonun MHP’li bir başka üyesine bırakmak zorunda kalmıştır.

 

2000 yılının son günleri cezaevlerine yapılan devlet müdahalesine tanıklık etmiştir. Müdahalenin ertesi günü bir gazete olayları şu şekilde okuyucularına duyurmuştur: “Devlet 10 yıl sonra  girdi. Terörist örgütlerin sığınağı haline gelen ve 10 yıldır girilemeyen cezaevlerine devlet nihayet girdi. Güvenlik güçleri en büyük direnişle Ümraniye ve Çanakkale cezaevlerine karşılaştı. Her iki cezaevinde jandarma birer şehit verdi. 15 mahkumun kendini yakarak öldürdüğü operasyonlarda 14 asker de yaralandı. Teröristler kalaşnikofla ateş açtı. Lider talimatı: Bir arkadaş kendini yaksın.” Bu haber günümüzde cezaevlerine egemen olan koşulları en iyi şekilde özetlemektedir.

Yargının Örgütlenme Sorunları

 

Uzmanlık mahkemelerinin yetersizliği çok önemli sorun kaynağı olarak ortaya çıkmaktadır. Uzmanlık mahkemelerinin ülkemizde sayıca çok az olması, mahkemelerce verilen kararların yüzde 88 gibi büyük bir kesiminin Yargıtay tarafından bozulması ile sonuçlanmaktadır. Bu durum ise, davaların görülme süresini uzatmakta ve kaynak israfına yol açmaktadır.

 

Dava sayısının azaltılmasına olanak sağlanması açısından “istinaf mahkemeleri” kurulması yolunda güçlü isteklerin ortaya çıktığı ve bu yolda çeşitli yasa taslakları hazırlama çalışmaları olduğu bilinmektedir. Ancak, bu amaçla yapılmakta olan çalışmalar çerçevesinde “istinaf mahkemeleri”nin kurulmasının Yargıtay’ın temyiz mahkemesi olarak sahip olduğu işyükünde yol açacağı önemli azalma yanında yargısal içtihatlarda yaratılabilecek çelişkiler ve Yargıtay’da kalacak olan içtihadı geliştirme ve birleştirme işlevinin önemli bir işyükü oluşturmayacağı ve bu nedenle de Yargıtay’ın işlevsiz kalıp kalmayacağı hususunun yeterince incelenmediği anlaşılmaktadır. Söz konusu yetersizlik ‘yargıtay-istinaf mahkemeleri’ ikileminin çözümlenmesini zorlaştırmaktadır.

 

Yargıda görülmekte olan önemli yapısal değişikliklerden biri de yönetsel yargı alanında yaşanmaktadır. Son zamanlarda, bu alanda meydana gelen iki ayrı gelişme oldukça dikkat çekicidir. Bunlardan biri “tahkim” ile ilgili değişiklikler ve diğeri de “Memurların Yargılanmasına Dair Kanun”dur. Tahkim konusunda yapılan anayasa değişikliği ve bu değişikliğin yasalara yansıması için Danıştay Kanunu’nda yapılmak istenilen değişikliklerle yönetsel yargının yetki alanının daraltılmak istendiği anlaşılmaktadır. Bu eğilim, Memurların Yargılanmasına Dair Yasa’ya da yansımış ve getirilen yeni sistem ile Danıştay’ın memur yargılamasındaki yetkisi hemen hemen kaldırılmıştır.

 

Bu iki eğilim, Türkiye’de yargının temel örgütlenme biçimi konusunda önemli sorunların varlığına işaret etmektedir Hatta, bir anlamda, yönetsel yargının kaldırılması anlamına gelebilecek bazı istemlerin ortaya çıktığı anlamına gelmektedir

 

Yargısal Kolluk  (Adli Polis)

 

Yargısal kolluk kurulması ve bu gücün savcıların ve Adalet Bakanlığı’nın yönetiminde olması yolundaki bir öneri yaklaşık 50 yıldan bu yana tartışılmaktadır. Günümüzde de aynı tartışma varlığını sürdürmektedir. Özellikle, ceza ve tutukevlerinde yaşanan son derecede olumsuz koşullar, sorunun tek çözüm yolu olarak böyle bir gücün kurulması önerisini ön plana çıkarmaktadır. Bu görüş sahiplerine göre, böyle bir gücün kurulmasıyla, cezaevlerinde olay çıktığında jandarma çağrılmayacak ve bu güç görev yapacaktır. Bu güç cezaevlerinin iç düzenini sağlarken, öte yandan da cezaevi binalarını dışardan gelebilecek tehdit ve tehlikelere karşı koruyacak işlevleri yerine getirecektir.

 

Uzun tartışma geçmişine karşın, yargısal kolluk  “kavramı”nın ya da “kurumu”nun anlamı, amacı, kapsamı, işlevleri, yetkileri ve sorumlulukları Türk kamu yönetimi çevreleri için herhangi bir açıklık, netlik ve kesinlik göstermemektedir.

 

Konuyu gündeme getirmek isteyenlerin hemen hepsi yargısal kolluk kavramını farklı şekilde algılamakta, ele almakta, irdelemekte ve çözüme yönelik öneriler geliştirmektedir. Bu bağlamda yargısal kolluk ile ilgili betimlemeleri, çok bilinen bir anekdotta  olduğu üzere, körlerin göremedikleri bir fili tanımlamaya çalışmalarına benzetmek olanaklıdır. Görmeyenler filin ancak dokunabildikleri kısımlarını betimleyebilirler ve bu betimlemeler de  genellikle birbirlerinden çok farklı olurlar. Sonuçta anlatılanlardan ortaya çıkan algılamanın gerçek anlamda bir fille uzaktan ya da yakından bir benzerliği olmadığı anlaşılır.

Yargısal kolluk gücünün kurulmasını isteyenler bu savlarını daha iyi eğitilmiş personele ve daha gelişmiş teknolojik olanaklara sahip kılınacak bir kolluk örgütünün kurulmasının yargısal soruşturma ve kovuşturma çalışmalarında daha olumlu sonuçlar vereceğini ve böylelikle de temel insan hak ve özgürlüklerinin daha iyi koşullar altında korunabilmesi için esaslı bir temel oluşturulacağını öne sürerler. Bu savı savunanlara göre mevcut koşullar altında çalışmakta olan kolluk güçleri bu iki temel öncelik açısından önemli yetersizlikler ve zayıflıklar içerisindedir. Bu bağlamda suçun soruşturulmasından ve kovuşturulmasından sorumlu olan yargı unsurlarına böyle bir olanak verilmesinin yargılama sürecinin kısaltılmasına ve yargılamanın daha olumlu koşullar altında gerçekleşebilmesine olanak sağlayacağı öne sürülür.

 

Yargısal kolluk kurulmasından yana görüş belirtenler bu kolluk gücünün niteliklerini belirlemede yeterli düzeyde fikirsel birlikteliğe ve ortak bir tanıma ulaşamamışlardır. Türkiye’de yargısal kolluk kavramı ile anlatılmak istenen oluşumları üç ayrı gruba ayırabilmek olanaklıdır:

 

·     Ayrı, farklı ve genel kolluktan bağımsız ve yalnızca savcının yönetiminde olan alternatif bir kolluk gücü oluşturmak.

·     Genel kolluk içinde yalnızca yargısal işlevlerle yükümlendirilmiş özel bir birim oluşturmak.

·     Genel kolluk içinde yargısal nitelikli işlev yapacak ve yetki kullanacak olanların daha seçkin ve yetkin kamu görevlileri arasından seçilmelerini güvence altına almak ve bu kişilerin kullanabilecekleri yetkilere açıklık ve kesinlik kazandırmak.

 

Bazı düşünürler yargısal kolluğu genel kolluktan ve önleyici zabıtadan ayrı tutarlar ve savcıya bağlı ayrı ve özel bir kolluk gücünün oluşturulmasından söz ederler. Bu görüş, yönetsel polis ya da önleyici kolluktan farklı olarak bir yargısal polis örgütü ya da soruşturmacı/kovuşturmacı bir polis gücü kurmak anlamına  gelmektedir.

 

Ayrı bir kolluk gücü oluşturmak istemeyen bazı düşünürler de yargısal kolluğu genel kolluk içinde kovuşturma işlevlerinde uzmanlaşmış ve daha yetkin bir konuma getirilmiş özel bir birim olarak görürler. Bu görüşü savunanlar ayrı bir kolluk gücü oluşturmak yerine genel kolluk içinde özel bir kolluk türü yaratmak isterler.

 

Yargısal kolluk yanlısı bir başka görüşün savunucuları da soruşturma, kovuşturma ve yargılama süreci içinde yargısal yetkiler kullanacak olan kamu görevlilerinin niteliksel bir ayrıma uğratılarak daha özel bir konuma kavuşturulmasını yargısal kolluk için yeterli görürler. Buna göre, genel kolluk içinde kalmak koşuluyla kimi yargısal yetkileri kullanacak görevlilerin temel insan hak ve özgürlüklerinin daha iyi korunmasını güvence altına alabilecek şekilde tanımlanması ve bu kişilere verilecek yetkilerin daha açık ve kesin bir şekilde belirlenmesi yargısal kolluk için yeterlidir.

 

Kişisel kanıma göre, bu görüşlerin hiç biri yeni bir ‘yargısal kolluk örgütü kurulması’ için yeterli ve haklı sayılabilecek gerekçeleri oluşturamamaktadır. Bu bağlamda hemen belirtilmesi gerekirki, genel kolluk içinde yönetsel kolluk-yargısal kolluk ayrımı yapmak; genel kolluk gücünden ayrı olarak bir yargısal kolluk gücü oluşturmak ve bu yeni gücü yönetimi savcılara bırakılmış bir güç olarak görmek kolluk güçlerinin etkili ve verimli bir şekilde yönetilmesi açısından uygun, doğru ve isabetli bir çözüm yolu olmayacaktır.

 

Belirtilen kolluk ya da polis kavramları genel kolluğun iki önemli dalı olan emniyet ve jandarma birimlerini birlikte kapsayacak şekilde kullanılmaktadır. Zira, emniyet güçleri ile jandarma güçleri arasında kolluk işlevi açısından hiç bir fark yoktur. Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı güçler genellikle kentleşmiş alanlarda genel güvenliğin sağlanmasından sorumlu iken Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlı güçler kırsal kesimde aynı işlevi yerine getirmeye çalışmaktadırlar.

 

Aralarında, personel kaynağı dışında, hiç bir yapısal farklılaşma yoktur. Her iki güç de yetkilerini Türk Ceza Kanunu’ndan ve Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’ndan alırlar ve görevlerini CMUK ile öteki tüzük ve yönetmeliklerde belirtilen şekil ve biçim koşullarına uygun olarak yerine getirirler. Bu anlamda kolluk bir bütündür.

 

Belirtilmesi gereken bir başka önemli unsur da önleyici kolluk ile soruşturmacı kolluk işlevlerinin birbiriyle içiçe, birbirlerinden ayrılamaz ve farklılaştırılamaz bir bütünlük içinde olmalarıdır. Dünyanın hiç bir ülkesinde bu iki işlevin açık ve kesin çizgilerle birbirinden kopartılabildiği görülmemiştir. Zira, bu iki işlevin yapay yöntemlerle birbirinden ayrılması yönetim pratiği açısından olanaklı görülmemektedir.

 

Türkiye’de yargının içine düşmüş olduğu sıkıntıların temel ve tek nedeni yargısal kolluk gibi bir kurumun eksikliği değildir. Türkiye’de yargı bütünüyle ve bir sistem olarak önemli yapısal  yetersizlikler ve açmazlar içindedir. Yargı sistemi bir bütün olarak ele alınmadığı; sistemin yalnızca belirgin bazı alt sistemlerinin iyileştirilmesi ile yetinildiği ve yargının temel sorunlarına etkili ve geçerli çözüm yolları bulunamadığı takdirde yargı ile ilgili yakınmaların da sonu gelmeyecektir.

 

Etkili ve verimli çözüm yolu bulunması gereken temel yargı sorunları mesleki ve yardımcı personel açığı, yargılama süreçlerinin teknik gelişmişlik düzeyinin yetersizliği, yargılama sürecinin uzunluğu, bilirkişilik gibi bazı yargısal olanakların kötüye kullanılması, yargıçların değerlendirilme sistemlerindeki yetersizlikler, tahkim ve yönetsel inceleme gibi dava sayısının artmasını önleyecek bazı yasal önlemlerin alınamamış olması ve herşeyden önce yargının iyileştirilmesi gerektiği yolunda ulusal bir siyasal  iradenin henüz oluşturulamamış olmasıdır.

 

Yargıya ilişkin sorunlar bu denli büyük boyutlara ulaşmış iken yalnızca soruşturma ve kovuşturmadan sorumlu bazı kamu görevlilerinin niteliksel yönden geliştirilmesinin ve bazı teknolojik kolaylıkların devreye sokulmasının yargının temel sorunlarını ortadan kaldırabileceği hiç bir zaman düşünülmemek gerekir.

 

Kaldıki, böylesine bağımsız ve alternatif kolluk gücünün oluşturulması kolluk sistemi içinde iki başlılığa, güçler arasında anlamsız bir rekabete, çok büyük israflara ve ekonomik olmayan çözüm modellerinin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Bugünkü yargı sistemimiz içinde cezaevi gardiyanlarının tümüyle savcılıklara bağlı olması ve onlar tarafından yönetilmesi cezaevlerindeki koşulları ne denli iyileştirdiyse yargısal kolluk gücünün oluşturulması da insan hak ve özgürlüklerinin gelişmesine o denli katkı sağlayacaktır. Yargısal kolluğun gardiyanlık kurumundan çok daha farklı, daha üstün ve daha başarılı olacağını güvence altına alabilecek hiç bir ussal gerekçe ortada bulunmamaktadır.

 

Yukarıda belirtilen gerçekler karşısında yargısal kolluğun ayrı bir örgüt oluşturmak değil; fakat, genel kolluk içinde ayrı ve özel bir kolluk türü oluşturmak anlamına geldiği öne sürülürse bu takdirde dahi yargısal kolluk  “kurmaktan” söz edilememek gerekir. Zira, Türk hukuk ve kamu yönetimi sistemi içinde, kolluk güçlerinin suçun işlenmesinden hemen sonra savcının emir ve yönetimine girmesi anlamında, yargısal kolluk çok uzun bir süreden bu yana vardır. Türkiye’de polis ve jandarmadan oluşan genel kolluk hem suçun işlenmesini önleyici nitelikte görevler yapmakta ve hem de suç işlendikten hemen sonra soruşturma ve kovuşturma çalışmalarında görev ve sorumluluk almaktadır.

 

Suç işlenmeden önce vali ve kaymakamların emri ve yönetimi altında olan kolluk güçleri suçun işlenmesinden hemen sonra derhal nitelik değiştirerek savcının emrine ve yönetimine girmektedir.

 

Nitekim, CMUK’nun 154 üncü maddesi “Bütün zabıta makam ve memurları C. Savcısı’nın adliyeye ilişkin işlerle ilgili emirlerini yerine getirmekle yükümlüdür” demektedir.  

 

Bu yükümlülüğü yerine getirmeyen kolluk güçlerinin karşılarına çıkacak olan temel yasal düzenleme de yine aynı maddede yer almaktadır: “Kanun tarafından kendilerine verilen veya kanun dairesinde kendilerinden istenen adliyeye müteallik vazife veya işlerde suistimal veyahut ihmal ve terahileri görülen devlet memurları ile Cumhuriyet Müddeiumumiliğinin şifahi veya yazılı talep ve emirlerini yapmakta suistimal ve terahileri görülen zabıta amir ve memurları hakkında müddeiumumilikçe doğrudan takibatta bulunulur”.

 

Açıkça görüldüğü üzere, savcılarla kolluk güçleri arasındaki ilişkiler yasal zemin üzerinde son derece net ve açık bir şekilde kurulmuş bulunmaktadır. Bu bağlamda, bugüne değin hiç bir savcı kolluk güçlerine verilen emrin yerine getirilmediğini iddia edebilmek durumunda olamamıştır. Esasen emrin yerine getirilmemesine de olanak yoktur. Zira, emri yerine getirmeyenler için uygulanacak yasal yaptırımlar oldukça ağır bir biçimde Türk Ceza Kanunu’nda belirtilmiştir.

 

Yargısal kolluktan amaç genel kolluk içinde daha iyi eğitilmiş ve daha iyi teknik donanım koşullarına kavuşturulmuş özel bir örgütlenmeye gitmek ise buna hiç bir kimsenin itirazı olmamak gerekir. Zira, polisin yalnız soruşturma ve kovuşturma işlevlerinde değil; fakat, tüm kolluk yetkilerinin kullanılmasında daha iyi eğitim koşullarına ulaştırılması ve teknik donanım düzeyinin iyileştirilmesi gerekmektedir. Yalnızca eğitim koşullarının ve teknik altyapının iyileştirilmesi bu bağlamda yeterli olmayacaktır.

 

Polisin ve doğal olarak jandarmanın daha etkili olarak örgütlenmesi ve daha verimli yönetilmesi ve planlama yetkinliklerinin güçlendirilmesi de bu bağlamda yerine getirilmesi gereken ön koşullar olarak ortaya çıkacaktır. Yargıda olduğu gibi kolluk gücünde de sistem bir bütün olarak ele alınmalı ve kurumsal gelişme teknikleri kullanılarak sistem iyileştirilmelidir.

 

Yargısal kolluk kavramının yalnızca yargısal kolluk mensubu olarak nitelendirilen görevlilerin yeniden tanımlaması ve kendilerine bu yönde görev verilenlerin yetkilerinin yeniden düzenlenmesi anlamına geldiği öne sürüldüğü takdirde de yargısal kolluk gücü kurmaktan söz edebilmek olası değildir. Bu yaklaşım da yalnızca sistemin ıslahı amacına yöneliktir. Konu ile ilgili hiç bir uzmanın böyle bir yaklaşıma hayır diyebilmesi olanağı yoktur. Soruşturma ve kovuşturma yetkisi verilen kimselerin bu yetkileri kullanmalarında yetersizlikler varsa ya da söz konusu yetkiler yeterli açıklıkta değilse elbette bu konularda gerekli iyileştirici önlemler alınmalı ve yürürlüğe konulmalıdır. Ancak, bu durum hiç bir zaman ayrı ve özel bir yargısal kolluk gücü kurulması anlamına gelmeyecektir.

 

Özetle belirtmek gerekirki, yargısal kolluk esasen Türk hukuk sistemi içinde yer almaktadır. Kolluk gücü hem önleyici ve hem de soruşturmacı niteliklere sahiptir. Birbirini tamamlayarak bir bütün oluşturan bu iki sistemin birbirinden kopartılması kolluk gücünün işlevselliğine, etkililiğine ve verimliliğine büyük darbe vuracaktır. Mevcut sistemin aksayan yanlarını düzeltmek ve geliştirmek için her türlü önlem alınmalıdır. Ancak, geçersiz, isabetsiz ve haklı olmayan gerekçelerle sistemin parçalanmasına da göz yumulmamalıdır. Zira, yargısal kolluk sisteminin ülke genelindeki demokratikleşme istek ve idealleri ile ilgisi oldukça sınırlı görünmektedir.

 

Daha demokratik bir ülke konumuna ulaşabilmek herşeyden önce tüm yargı sisteminin ve bununla birlikte tüm kolluk sisteminin daha etkili çalışma, örgütlenme ve yönetilme koşullarına kavuşturulmasında aranmalıdır. Özcesi, yargısal kolluk örgütü kurulmamalıdır.

 

İçişleri Bakanlığı’nın -haklı nedenlerle- sürekli olarak karşı çıktığı bu görüşe karşılık Adalet Bakanlığı bu yolda çeşitli yasa tasarıları hazırlamaktadır.

 

Adalet Bakanlığı tarafından hazırlanan taslaklardan birinde yargısal kolluk için şu temel parametrelerin oluşturulması öngörülmektedir:

 

·     Yargısal kolluk müfettişler, yargısal polis ve yargısal jandarmadan oluşacaktır.

·     İl ve ilçe cumhuriyet başsavcılıklarıyla DGM başsavcılıkları emrinde, iş durumlarına göre Adalet Bakanlığı tarafından belirlenecek miktarda “soruşturma müfettişliği” birimi oluşturulacaktır.

·     Her polis karakolunda, “yargısal polis kısmı”, her emniyet müdürlüğünde “yargısal polis şubesi”, her jandarma karakolunda “yargısal jandarma kısmı”, her ilçe jandarma bölük komutanlığında “yargısal jandarma takımı”, her il jandarma alay komutanlığında “yargısal jandarma bölüğü” kurulacaktır.

·     Yargısal jandarma, yargısal polis teşkilatı kurulmayan veya il ve ilçe belediye sınırları dışında kalan yerlerde yargısal kolluk görevini yerine getirmek üzere yeteri kadar subay, astsubay, uzman erbaş ve erden oluşacaktır.

·     Yargısal kolluk bulunduğu yer cumhuriyet başsavcısının yönetim ve denetimine tabi olacak, onun yazılı ve sözlü emirlerini yerine getirmekle yükümlü olacaktır. Hazırlık soruşturması yürüten cumhuriyet savcıları da yargısal kolluğa doğrudan emir verebilecektir.

·     Soruşturma müfettişlerinin sicillerini o yer cumhuriyet başsavcısı düzenleyecektir. Yargısal polis amir ve memurları ile jandarma üst ve astlarının sicil raporları hakkında ise kendi kuruluşlarının sicil mevzuatı uygulanacaktır.

 

Yukarıda belirtilen görüşler çerçevesinde, yargısal kolluk örgütlenmesine gidilmesinden çok, kolluk güçleri içinde yargısal kolluk ihtiyacını karşılayacak uzmanlık birimlerinin kurulması ve kolluk güçlerinin birliği ilkesinin zedelenmemesi daha uygun bir çözüm yolu olacaktır.

Devlet Güvenlik Mahkemeleri

 

Hukuk sisteminin kurumsal yapısı açısından özellikle insan hakları konusunda duyarlı kesimlerin üzerinde özenle durmakta olduğu konulardan biri de Devlet Güvenlik Mahkemeleri olgusudur. Bu görüşe yakın olanlar Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçların kovuşturulması ve yargılanması için kurulmuş olan bu mahkemelerin özel bir yargı kuruluşu olmaları ve bu nedenle de genel yargı yerlerinden farklı olarak ayrı bir yargılama rejimine sahip olmalarının “doğal yargıç” ve “yargıç güvencesi” ilkelerine aykırı olduğunu ve yargıç güvencesinin olmadığı ortamlarda temel insan hak ve özgürlüklerinden ve hukuk devletinden söz edilemeyeceğini ileri sürmektedirler.

 

Buna karşılık, bazı hukukçular da anayasal temeli olan bu kurumun ülke gerçeklerine uygun düştüğünü ve bu tür suçların yargılanmasında çabukluk ve sürate özellikle gereksinim duyulduğunu savunmaktadırlar.

 

Bazı özel suçlar nedeniyle olsa dahi, bazı suç sanıklarının genel mahkemelerin ve doğal yargıç ilkesinin dışına çıkılarak özel bir yargı yeri olan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanmak durumunda olmalarının ülkede demokratikleşmenin önünde bir engel oluşturduğu yolundaki görüşler giderek daha çok ağırlık kazanmaya başlamıştır.

 

Nitekim, TÜSİAD tarafından hazırlanan “Yargılama Düzeninde Kalite” adı raporda şu görüş yer almaktadır: “DGM’lerin mevcut görevlerinin ağır ceza mahkemelerinin görmemesi için bir neden yoktur. Kaldı ki, DGM’lerin adil yargılama hakkı çerçevesinde mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı ilkesi yönünden Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı olduğu, Avrupa İnsan Hakları Divanı’nca tespit edilmiştir.” [169]

 

Konunun bir başka yönü de, DGM yargıç ve savcıları için zaman zaman ortaya atılan yolsuzluk iddialarıdır. Bunların bir kısmına daha önce değinilmiş bulunmaktadır.

 

Bu iddialar ve görüşler çerçevesinde, gerekli anayasal ve yasal değişiklikler yapılarak, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin kaldırılmasının  sağlanması ve bunun yerine terör suçları konusunda uzmanlaşmış ve Anayasa’nın öngördüğü doğal yargıç ilkesini güvence altına alan özel uzmanlık mahkemeleri kurulması önerisi gündeme gelmektedir.

 

Yapılan bu tartışmaların sonucu olarak, hükümet 1999 yılının ortalarında TBMM’ne bir anayasa değişikliği önerisinde bulunmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin asker üyelere sahip olması nedeniyle bağımsız olarak kabul etmediği DGM’lerin sivilleştirilmesini öngören değişiklik önerisi ile Anayasa’nın 143 üncü maddesi halkoyuna başvurma zorunluluğunu ortadan kaldıran bir oy çoğunluğu ile değiştirilmiş ve bu mahkemelerdeki asker üyeler devre dışına alınmıştır.

 

Anayasa değişikliğinin gerçekleşmesinden sonra, DGM Kuruluş ve Çalışma Usulü Hakkındaki Yasa da değiştirilmiş ve DGM’ler sivilleştirilmiştir. Ancak, yapılan bu şekilsel değişikliğin DGM’lerle ilgili eleştirileri ne ölçüde ortadan kaldırabildiği duraksama konusudur.

 

Buraya kadar yapılan açıklamalar açıklıkla göstermektedir ki, yargı çok büyük sorunlar içindedir ve hatta çökmek üzeredir.

Öneriler

 

Adaletin tam anlamı ile “tecelli ettiği” kanısının yerleşmesi ve “yargının bağımsızlığı” ile “yargıç güvencesi” kavramlarının daha sağlam bir şekilde Türk demokratik yaşamına aktarılabilmesi için alınması gereken bazı önlemlere aşağıda değinilmiştir:

 

·     Anayasa yargısının etkililiğini ve verimliliğini artırmak üzere sistemik değişiklikler yapılmalıdır. Bu bağlamda;

·     Anayasa Mahkemesi kararlarının  gerek  yazılması  ve gerekse yayınlanması, bazı durumlarda, uzun zaman almaktadır. Alınacak yönetsel önlemlerle bu  durumun önüne geçilmelidir. Bu amaçla Anayasa Mahkemesi Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’da gerekli düzeltmeler yapılmalıdır.

·     Anayasa’nın 153/1 maddesinde yer alan “iptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz” hükmüne karşın, Anayasa Mahkemesi’nin gerekçe yazılmadan kararı açıklaması ve bu eylemini kararın ‘açıklanması’ olarak değil fakat ‘topluma özet bilgi sunulması’ olarak nitelendirmesi -kanımca- doğrudur ve bu uygulama sürdürülmelidir.

·     Anayasa Mahkemesi’ne aday üyelerde aranmakta olan bazı koşullarda değişiklikler yapılarak daha geniş bir alandan seçime olanak verilmeli ve üyelerin görev süreleri sınırlanmalıdır.

·     Anayasa Mahkemesi son yıllarda konu üzerinde yasal ya da anayasal bir kural olmamasına karşın kanunların yürürlüğünün durdurulması yolunda kararlar vermede kendini yetkili görmektedir. Oysa, bu kararlara karşı itirazın olanaklı olup olmadığı, kararın süresi, resen verilip verilemeyeceği gibi hususlar belirsiz durumdadır. Mahkemeye bu yetki koşulları da belirlenerek Anayasa ya da yasa ile verilmelidir.

·     Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açabilme hakkı 1982 Anayasası’nda sayılanlara ek olarak yasama meclisindeki siyasal parti gruplarına, son milletvekili genel seçimlerinde geçerli oyların en az yüzde 10’unu alan siyasal partilere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile sendika ve kooperatif birliklerinin üst organlarına ve hatta temel hakları yasa ile veya bir kamusal işlemle çiğnenen kişilere de tanınmalıdır.

·     Anayasa Mahkemesi’ne yasaların ön denetimi konusunda Anayasal görev verilmelidir. Yasaların TBMM’de kesinleştirilmesinden önce Anayasa Mahkemesi tarafından ön incelemeden geçirilmesi ve yasa tasarısı/teklifi konusunda TBMM’ne önerilerde bulunulması anlamına gelen ‘yasaların ön  denetimi sistemi’ kurumsallaştırılmalıdır.

·     Anayasal yargı denetimini sınırlandıran Anayasa’nın geçici 15 inci maddesinin son fıkrası yürürlükten kaldırılmalıdır.

·     Ayrıca, bu maddede yer alan ve 12 Eylül yönetiminin ve yöneticilerinin yargılanamayacaklarına ilişkin hüküm demokratikleşme çabaları çerçevesinde yeniden ele alınmalı ve bu konuda kesin bir karara varılmalıdır.

·     Kanun Hükmünde Kararnamelerin çıkarılmasına esas oluşturan yetki kanununun iptal edilmesine karşın kanun hükmünde kararnamenin iptali için ayrı davalar açılması gerekmektedir. Ayrı bir dava açılmadığı takdirde yetki kanunu iptal edilse dahi kanun hükmünde kararname yürürlükte kalmaktadır. Hukukun genel ilkeleri açısından kabul edilmesi oldukça güç olan bu uygulama türünün önüne geçilmeli ve yetki kanunu iptal edildiği takdirde yetki kanununa dayalı olarak çıkarılan tüm kanun hükmünde kararnameler iptal edilmiş sayılmalıdır.

·     “Anayasa yakınması” sistemi kurulmalıdır.

·     Anayasa’daki, Anayasa Mahkemesi’nin işin esasına girerek verdiği ret kararlarının Resmi Gazete’de yayınlanmasından sonra 10 yıl geçmedikçe aynı yasa hükmünün Anayasa’ya aykırılığı savıyla yeniden başvuruda bulunulamayacağına ilişkin kural değiştirilmelidir. Mahkeme kararlarına kararlılık kazandırmak amacıyla getirilen bu süre çok uzundur. Mahkemelerin toplumun dinamik yapısının ve değişen değer yargılarının etkisinde kalması gerçeği karşısında kararlarına 10 yıl gibi çok uzun sayılacak bir süre için değişmez bir nitelik kazandırılması isabetli olmamıştır. Toplumun dinamik yapısı, değer yargılarının ve koşullarının değişken niteliği olayların uzun süreli değişmez yargısal kalıplar halinde algılanmasıyla bağdaşmaz. Mutlaka bir süre konulması gerekiyorsa bu süre 5 yılı aşmamalıdır.

 

·     Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu kararları ile Askeri Şura kararları yargı denetimine tabi olmalıdır.

 

·     İstinaf Mahkemeleri’nin kurulması Yargıtay’ın üzerindeki işyükünü azaltacaktır. Ancak, istinaf mahkemelerinin kurulması durumunda Yargıtay’ın görev, rol ve sorumlulukları ile işyükünde meydana gelebilecek nitelik değişikliğini saptayacak bir araştırmanın yapılmamış olması önemli bir eksiklik olarak görülmeli ve bu konudaki kesin yargıya yapılacak bu çalışmadan sonra varılmalıdır. Ancak, yol gösterici olarak belirtilmelidir ki istinaf mahkemeleri davaların ikinci kez görüşüleceği bir üst yargı yeri olmaktan çok bir bölgesel yargıtay ya da üst düzey yargı yeri  olarak önerilmektedir. Bunların verecekleri kararların  çok azına karşı Yargıtay yolu açık tutulmalıdır. Yargıtay daha çok bölge mahkemeleri kararları arasındaki aykırılıkları gidermek ve genel ilkeleri belirlemekle görevli kılınmalıdır.

 

·     Yargıya ek yükler getirmesi itibarıyla, mevzuatın herkes ve özellikle gelecek kuşaklar tarafından anlaşılır bir dil ile yazılması dava sayısının azalmasına önemli ölçüde katkıda bulunacaktır.

 

·     Dava sayısının azaltılabilmesi için usul yasalarının hazırlanmasında dava öncesi uzlaşmaya yeteri kadar yer verilmelidir.

 

·     Mahkemelerce verilen kesin nitelikli karar türlerinin genişletilmesi de dava sayısının azaltılmasında ve dava süresinin kısaltılmasında önemli ölçüde rol oynayacaktır.

 

·     Kişisel dava kapsamına giren suç konularının sınırlı olması takibi şikayete bağlı suçların çeşidini azaltmakta ve bu durum da dava sayısının yükselmesine neden olmaktadır. Bu nedenle kişisel dava kapsamına giren suç türleri artırılmalıdır.

 

·     Yargılama süreci içinde bilirkişi kurumunun istismara varan ölçüde kullanılması dava süresinin uzamasında önemli rol sahibidir. Söz konusu sorun alanının ortadan kaldırılması için yargıçların kendi güvencelerini sağlamak üzere bilirkişilik kurumunu kötüye kullanmalarının önüne geçilmelidir.

 

·     Dava sayısının artmasının ve yargılama sürelerinin uzamasının önüne geçilebilmesinin en önemli yolu meslek memuru ve yardımcı personel açığının kapatılmasıdır.

 

·     Yargının içinde bulunduğu bina ve donanım koşullarının iyileştirilmesi bir ana plan çerçevesinde ele alınarak çözümlenmelidir.

 

·     Çağdaş ve modern bilgi işlem ve iletişim teknolojisinin düzeyinin artırılması yargıda etkililik ve verimliliği artıracak kesin çözüm yollarından biri olarak görülmelidir.

 

·     Davaların yürütümünde etkililiğin daha iyi gerçekleştirilebilmesi için ‘yargı-sav-savunma’ ilişkileri yeniden düzenlenmeli ve avukatlar ile yargıç ve savcılar arasındaki ilişkiler daha iyi bir düzeye getirilmelidir. Avukatlık mesleğine geçişte ve tarafları davada temsil edebilme yetkisine kavuşmada kimi ülkelerde uygulanmakta olan ve biri dava hazırlamak ve diğeri temsil yetkisine sahip olmaktan oluşan iki aşamalı sistemin Türkiye’ye uyarlanması sağlanmalıdır. Bu alanda Avrupa Birliği’nin normları esas alınmalıdır.

 

·     Hukuk eğitiminde kalitenin hızla yükseltilmesi için gerekli iyileştirici önlemler belirlenmeli ve uygulama alanına konulmalıdır. Öte yandan, kendilerinden istenilen sonuç alınamayan adli yüksek okul ve liselerde de gerekli yapısal iyileştirmeler bir an önce gerçekleştirilmelidir.

 

·     Yargıç güvencesi ve yargı bağımsızlığı, yargıdan ve yargıçtan önce devletin, toplumun ve bireyin güvencesidir. Adalet, ancak, bağımsız ve güvenceye sahip yargıçlarla sağlanabilir. Yargıçların bağımsız olduğunun yazılması yargının bağımsızlığı için yeterli değildir. Bu bağımsızlığı sağlayacak çarelere ve güvencelere gereksinim vardır. Bu güvencelerden en önemlisi Anayasa’nın 159 uncu maddesinde yer alan “Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu”dur. Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nda köklü değişikler yapılarak, adli ve yönetsel yargıya mensup yargıç ve savcılar yönünden ayrı ayrı kurullar oluşturulmalıdır. Adalet Bakanı’nın kurul üyeliğine son verilmelidir. Kurullarda görev alacak üyelerin üçer üyesi Yargıtay ve Danıştay’dan doğrudan doğruya seçilen yargıçlardan, üçer üyesi de birinci sınıf yargıçlardan en kıdemli olup hiç bir disiplin cezası almamış olanlar arasından seçilmelidir. Seçilmiş üyeler üç yıl süre ile görev yapmalıdır. Seçimler doğrudan doğruya ilgili genel kurullarca yapılmalı, kurulun asıl üyelerinin yüksek mahkeme ile ilişkileri geçici olarak kesilmeli, ayrı ve bağımsız bir bütçesi ve sekreteryası olmalıdır. Kurul Adalet Bakanlığı’ndan bağımsız bir yönetsel yapıya kavuşturulmalı ve adalet müfettişliği doğrudan kurullara bağlanmalıdır. Ayrıca, Adalet Bakanlığı “Hakim ve Savcılar Eğitim Merkezi” ya da kurulabilecek olan “Türkiye Adalet Akademisi” gibi hizmet öncesi ve hizmet içi eğitim  kuruluşu da yeni oluşturulacak olan kurullara bağlanmalıdır. Bu bağlamda, avukatların eğitiminin de buralarda yapılabilmesinin yolları aranmalıdır.

·     ‘Yargıç bağımsızlığı ilkesi’ yanında ‘yargıçların göreve dayalı sorumluluğu ilkesi’ de yaşama geçirilmelidir. Yargıçlar bu ilke çerçevesinde davaların gereksiz yere uzatılmasından, kişilerin gereksiz yere tutuklanmalarından, keyfi niteliği ağır basan ve çelişkili kararlarından ötürü sorumlu tutulabilmelidir.

·     Çeşitli konularda uzmanlık mahkemeleri uygulamasına işlerlik ve genişlik kazandırılmalıdır.

·     Yargının mahkeme türleri ve yargı çevreleri bakımından yeniden oluşturulmasını sağlayacak şekilde kurumsal açıdan yeniden örgütlenmesine ve yargı süreci içinde yönetsel verimliliğin ve etkililiğin geliştirilmesine özel bir önem ve öncelik verilmelidir.  Bu bağlamda;

·     Yargının anayasa yargısı, adli yargı (Devlet Güvenlik Mahkemeleri dahil), yönetsel yargı, askeri yargı, askeri yönetsel yargı, uyuşmazlık yargısı, savcılık kurumu, Adli Tıp Kurumu ve infaz kurumlarından (cezaevi, tutukevi ve islahevi) oluşan örgütlenme düzeninin yeniden yapılandırılmasına özel bir önem ve öncelik verilmelidir. 

·     İnfaz sistemi ve mevzuatı gözden geçirilmelidir. Bu çerçevede özgürlüğü bağlayıcı cezalara getirilen infaz indirimleri ile adalet kavramıyla bağdaştırılamayacak düzeye kadar gerilemiş olan para cezaları olması gereken düzeye getirilerek ceza adaleti konusunda toplumda yerleşmeye başlamış olan olumsuz kanı ortadan kaldırılmalıdır.

·     Askeri yargının genel bir yargı yetkisi yerine disiplin işleri gibi askeri hizmetlerin gerekleriyle sınırlı özel bir yetki kullanmaları sağlanmalıdır.

·     Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin görevleri Danıştay’a aktarılmalıdır.

·     Mahkemelerin ve özellikle Yargıtay’ın çalışma takvimi gözden geçirilmeli ve bu konuda sıkı bir denetim sağlanmalıdır. Bu çerçevede, adli tatil süresinin yeniden gözden geçirilmesi, adli tatil süresinin başlama ve sona erme tarihlerine mutlaka uyulması ve dosya devri adı altında uygulamada geliştirilen adli ara vermeye son verilmesi sağlanmalıdır.

·     Birikmiş dava sayısının azaltılması ve dava sayısının artmasının önüne geçilebilmesi bakımından yargılama sürecinde çağdaş yönetim biliminin önerdiği kolaylıklardan, veri otomasyonundan, gelişmiş iletişim ve haberleşme araç ve sistemlerinden ve ses ve görüntü kayıt olanaklarından en fazla ölçüde yararlanılmalıdır. Buna koşut olarak, dava dosyalarının arşivlenmesi ve saklanmasında da mikro-film gibi çağdaş olanaklardan yararlanılmalıdır.

·     Yargı sürecinde alışılmış yazışma kalıpları gözden geçirilmeli ve geliştirilecek yeni süreçlerle basit ve zaman israfına yol açmayan yazışma yöntemleri düzenlenmelidir.

·     Avrupa Birliği ve bu Birliğe bağlı yargı sistemi ile hukuksal ve kurumsal açıdan gerekli uyumun sağlanmasını öngören kurumsal önlemler uygulama alanına konulmalıdır.

 

 

 

 


 

BÖLÜM  10

 

 

 

İNSAN HAKLARI,

DEMOKRATİKLEŞME,

ASKER-SİVİL İLİŞKİLERİ

VE

ARA REJİMLER

 

 

 

 

 

 

Giriş: İnsan Hakları ve Demokratikleşmeye İlişkin Temel Sorunlar

 

Bu bölüme başlarken vereceğim örnek olay gerçek ve yaşanmış bir olaydır. Önemsiz gibi görünmesine karşın ayrıntılarında çok önemli mesajlar içermektedir. Toplumumuzun bu örnek olaydan çıkarması gereken çok dersler olduğuna içtenlikle inanıyorum.

 

Fadime Usta. 20 yıl önce Almanya’ya işçi olarak giden Hakkı Usta’nın 7 çocuğundan biri… 17 Ağustos depremini duyar duymaz memleketine ve yakınlarına yardım için hemen Bolu’ya gelmiş... Başbakan Ecevit’in köy meydanında konuşma yaptığını duymuş... Fadime Usta köy meydanına gider ve Başbakan’a bir kaç soru sorar. Ve, hemen, polisler tarafından yaka paça karakola götürülerek gözaltına alınır.

 

Olaylardan sonra, Fadime’ye bu soruları neden sorduğu sorulur. Fadime Usta “Demokrasi var zannettim!” der. [170]

 

İşte, bu yanıt, kanımca, çok önemlidir. Almış olduğu eğitim, aydın sayılmasına yetmeyecek düzeyde olan, ancak yaşam değerlerini özümsediği ve geliştirdiği büyüme ve olgunlaşma yıllarını batılı ülkelerde geçiren bir kadınımızın içten yanıtı:  “Demokrasi var zannettim!”. Fadime daha fazla konuşmak istemez. Bu kez bunun nedeni sorulur: “Konuşamam, korkuyorum; çünkü yurt dışına çıkarmayacaklarını söylediler. Ya gidemezsem evime, işime bir daha…” [171]

 

Bu korku, birincisinden de önemlidir. Topluma ve yönetime güven duymamak, geçersiz ve hukuk dışı nedenlerle baskı altına alınmak, özgür iradesinin ve düşüncesinin gerektirdiği davranışta bulunmaktan bu tür baskı ve korkular nedeniyle uzak kalmak...

 

Türkiye demokratikleşme ve insan hakları konusunda pek çok yandan ve kaynaktan gelen eleştirilere konu olmaktadır. Bunların hepsi bir yana, asıl üzerinde durulması gereken Fadime Usta’nın durumu. Fadime, Başbakan’a soru sormak istiyor, Türkiye’nin demokratik bir ülke olduğunu varsaydığını ancak hayal kırıklığına uğradığını söylüyor. Ve, yine Fadime, düşüncelerini açık sesle söyleyemeyeceğini çünkü yetkililer tarafından bir daha yurt dışına çıkarılmamakla, evine ve işine geri gönderilmemekle tehdit edildiğini belirtiyor. Ve, Fadime korkuyor.

İşte ülkemizin, demokratikleşme ve insan hakları bakımından durumunu açıkça ortaya koyan tablo budur. Fadime’nin diğer sözleri de çok ilginç ve ülkenin durumunu yalın, kısa, öz ve kolay anlaşılır cümlelerle özetliyor: “Biz orada her yere girip çıkabiliyoruz. Başbakanla, en üst düzeyle rahatça konuşuruz. İnsanların konuşma özgürlüğü  var orada… En azından şunu öğrendim. Düşüncemi söyleme özgürlüğüm yokmuş meğer…”

 

“Orada polis konusunda büyük fark var. Halkla polis içiçe. Polis halka karşı değil. Hakaret de etmiyor, hatta yardım ediyor… Onlar bizim oylarımızla işbaşındalar. Oy kullansaydım Ecevit’e oy verecektim. Çünkü, Ecevit halkın derdinden anlayan bir başbakandı. İşçinin başbakanıydı ama  şimdi durum farklı. Şimdi gördüm ki konuşmak hataymış. Dayak yemedim ama kolumdan çok canım yandı. Çok hakaret ettiler. Polis nasıl olur da bir kadına böyle muamele yapar… Bize orada insan gibi davranıyorlar… İnsanlar susarak sorunlarını çözemezler ki… Felaket yaşadık, demokrasi şimdi daha çok lazım… Türkiye’ye bir daha gelmeyi düşünmüyorum. Oysa, 3-4 yıl sona kesin dönüş yapacaktım… Orada yabancıyım ama mutluyum. Eşim, işim ve evim var. Beni insan yerine koyuyorlar. Bu yetiyor bana…” [172]

 

Türkiye’de demokrasinin genel koşullarını ve insan haklarının uygulamada gerçekleşme düzeyini iyileştirmeyi amaçlayanlar, tüm kuramsal, akademik, iç ya da dış kaynaklı görüş, öneri ve eleştirileri bir yana bırakıp, Fadime Usta’nın durumunu incelemeli, irdelemeli ve sonuç çıkarmalıdırlar. Bana göre, temel hak ve özgürlükler ve demokratik gelişim düzeyi konusunda Türkiye’nin içinde bulunduğu, ortamı, koşulları ve durumu en iyi özetleyen sözlerdir bunlar.

 

Ve, altında Günter Grass, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk ve Zülfü Livaneli gibi isimlerin imzalarının bulunduğu “aydınlar dilekçesi”nden bir paragraf: “Uygar dünyanın bir parçası olarak gördüğümüz Türkiye’nin insan hakları ve çağdaş demokrasi konusunda ciddi sorunları olduğunu herkes biliyor. Bu durumu devlet yöneticileri de ifade ediyor. Atılacak demokratik ve uygar bir adımın Türkiye’yi ekonomik, sosyal ve kültürel olarak çok güçlendireceğine, zenginleştireceğine inanıyoruz. Biz de Cumhurbaşkanı, Başbakan, parlamento ve hükümet başta olmak üzere bütün yetkililere sesleniyoruz, lütfen Türkiye’yi bu ayıptan kurtarın…” [173]

 

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel şu yargıyı ortaya koymaktadır: “Demokratikleşemedik… Bu 50 yıl, Türkiye’nin en dalgalı yıllarıdır. Türkiye’nin büyük transformasyon yıllarıdır. İmparatorluğun bıraktığı iyi şeyleri koruma, başka dünyalarla bağdaşabilme, geleneksel değerlerden evrensel değerlere geçme zamanıdır. En önemlisi demokrasidir. Cumhuriyetten, demokratik cumhuriyete geçmeye çalıştık. Ama yapamadık. Yine de kurumlarımızın çoğunu demokratik hale getirebildik…”  [174]

 

Türkiye’de toplumsal huzurun sağlanması bakımından önde gelen sorunlardan birini de insan hakları ile ilgili yoğun tartışmalar oluşturmaktadır. Bugün açıklıkla kabul etmeliyiz ki ülkemizde insan haklarının tam ve mükemmel olarak gerçekleştirilmesi idealine erişen yol üzerinde bazı önemli engeller vardır. Özellikle, çoğu müttefik olan batılı ülkelerde ve uluslararası örgütlerde bu konuda egemen olan endişe ve kaygılar üzerinde ısrarla durmak ve çağdaş batılı demokratik toplum normlarına Anayasa’nın ikinci maddesinde belirtilen devletin niteliklerine ve “devletin tekliği, vatanın bölünmezliği ve ülkenin birliği” ilkelerine zarar vermeksizin ulaşmak gerekmektedir.

 

1982 Anayasası, gerek birinci kuşak haklar olan temel haklar ve özgürlükler, gerek ikinci kuşak haklar olan sosyo-ekonomik haklar ve gerekse üçüncü kuşak haklar olan dayanışma hakları açısından ele alındığında çağdaş anayasalara göre eksikliği fazla olmayan bir Anayasa olarak ortaya çıkmaktadır. İnsan hakları konusunun ortaya çıkmasına yol açan nedenlerden birincisi bu haklar üzerine getirilmiş olan sınırlayıcı kayıtlar ve bu kayıtların bir kesiminin yasal temele oturtulmuş olması ve ikincisi de uygulamada ortaya çıkan yanlışlıklardır.

 

Anayasa’da 1995 yılında yapılan değişikliklerle temel hak ve özgürlükler üzerinde var olan anayasal sınırlama olanaklarının kaldırılmış olması bu yolda önemli bir olumlu gelişme yaratmıştır. Ancak, anayasa değişikliğine karşın ilgili yasalarda gerekli değişikliklerin yapılmamış olması ve Anayasa ile yasalar arasında uyumun sağlanamamış olması uygulamada sorunların devam ettiği anlamına gelmektedir.

 

Demokratik rejimin geliştirilmesi bakımından en önemli unsurlardan biri olan insan haklarının Türkiye’de tam ve eksiksiz olarak uygulandığı konusunda iç ve dış çevrelerde önemli rezervler vardır. Anayasa’da ve bazı yasalarda yer alan ve temel hak ve özgürlüklerin kullanılmasını izne bağlayan, kısıtlayan veya yasaklayan hükümler demokratik gelişme yolunda engel oluşturmaktadır.

 

Bu çok temel sorunun çözümlenmesi için Anayasa’da ve yasalarda yer alan ve içeriğinde olumsuzluk hükümleri barındıran yasa maddeleri ayıklanmalıdır. Bu amaçla, ‘Uluslararası Çağdaş Devlet Normu’ başlıklı bölümde belirtilen ilkeler özenle Türk toplumuna uyarlanmalıdır. Bu çerçevede özellikle ve öncelikle düşünce ve fikir özgürlüğü ile anlatım özgürlüğü üzerindeki engeller ele alınmak gerekir.

 

Öte yandan, yasalarda yapılacak iyileştirmeler, yürütme erkinin ve özellikle iç güvenlik kuruluşlarının uygulamalarında günlük yaşama aktarılmalı ve Türkiye dünya kamuoyundaki imajını iyileştirmelidir.

 

Ancak, bu bağlamda hemen belirtmek gerekirki, devletin ve demokrasinin korunması görevi de kendisinden vazgeçilemeyecek devlet işlevleri arasındadır.  Buna uygun olarak, devletin birliğini, ulusun bütünlüğünü ve ülkenin bölünmezliğini kendisine karşı hedef olarak seçen unsurlara karşı gerekli yasal ve yönetsel önlemler, her demokratik ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de mutlak şekilde alınmalıdır.

 

Ülkede demokratikleşme yolunda olumlu ve önemli adımlar da atılmaktadır. AB’ne adaylığın açıklanmasından sonra, tam üyelik için önemli bir unsur olan insan hakları konusunda ‘İnsan Hakları Danışma Kurulu’ kurulmuştur. Kurulda, insan hakları örgütleri ile devlet yetkilileri bir arada çalışmaktadır. Kurul bünyesinde İnsan Hakları Başkanlığı, İnsan Hakları Danışma Kurulu ve İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu yer almaktadır. Söz konusu düzenlemeyi içeren kanun hükmünde kararname, çalışmalarını bir süredir yürüten İnsan Hakları Koordinatör Üst Kurulu’na yasal çerçeve hazırlamaktadır. Kurul, AB ile insan hakları konusunda uyum çalışmalarını yürütmekte, kamu kurum ve kuruluşlarının insan hakları sicilini denetlemekte ve bakanlıklar arasında eşgüdümü sağlamaktadır. Buna koşut olarak, yapılan son düzenlemelerde, illerde valilerin ve ilçelerde de kaymakamların başkanlığında il ve ilçe “İnsan Hakları Komiteleri” kurulması öngörülmektedir. Bu komiteler, görev yaptıkları bölgelerde insan hakları ile ilgili gelişmeleri izleyecekler ve yapılması gerekenler hakkında  vali ve kaymakamlara önerilerde bulunacaklardır.

 

İdam Cezası

 

Türkiye’de, insan hakları konusunda süregelmekte olan önemli tartışma konularından  birini idam cezasının kaldırılması yolundaki istemler oluşturmaktadır. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin tümü ile AB’ne aday ülkelerin, Türkiye hariç, tümü idam cezasını kaldırmışlardır. İdam cezasını kaldıran son aday ülke Polonya olmuştur. Avrupa Birliği’nin genişleme ile ilgili Kopenhag Ölçütleri de idam cezasının kaldırılmasını AB’ne katılmak için bir ön koşul olarak görmektedir.

 

Buna karşılık, idam cezasının kaldırılması yolunda oluşan toplumsal isteklerin ilk kez kesin mevzuat hükümleri şekline dönüştürüldüğü ABD’de, idam cezasını daha önce kaldırmış olan bazı eyaletlerin bu cezayı yeniden oluşturdukları ve yürürlüğe koydukları gözlemlenmektedir.

 

Türkiye’de ise idam cezasının kaldırılması yolunda geniş bir oydaşlık ortaya açıkmış gözükmektedir.Yaklaşık son 20 yıl içinde TBMM’nin hiç bir idam cezasını onaylamamış olması bu oydaşlığın kanıtı olarak ortaya çıkmaktadır. Buna karşılık, idam cezası Türk Ceza Kanunu içindeki yerini korumaktadır. Ülkenin idam cezasını kaldırması konusundaki tek engel ise, PKK liderinin kesinleşmiş idam cezasının infaz edilip edilmemesi ile ilgilidir. İdam cezasının kaldırılmasına karşı olduklarını söyleyenler dahi bu cezanın  infaz edilmesinden sonra idam cezasının kaldırılmasına yandaş olduklarını belirtmektedirler.

 

Nitekim, 3.10.2001 günlü ve 4709 sayılı Yasa’nın 15 inci maddesiyle gerçekleşen Anayasa değişikliği ile ölüm cezasına ilişkin olarak şu hüküm Anayasa’ya girmiştir: “Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez”. Bu ilke Avrupa Birliği normlarına oldukça yakın bir ilkedir. Türkiye, bu Anayasa değişikliği ile idam cezasını -belirli koşullar dışında- kaldırmıştır.

 

İşkence

 

Türkiye’de işkencenin varlığıyla ilgili olarak gazetelere yansıyan haberlerden bazı örnekler:

 

“Filistin askısı Savcı’da… TBMM İnsan Hakları Komisyonu, İstanbul Küçükköy Karakolu’nda bulunan ‘Filistin Askısı’nı resmi talep üzerine Gaziosmanpaşa Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Komisyon Başkanı Pişkinsüt, Adalet Bakanı’ndan işkencede beraat eden 16 polis hakkında kararın bozulması için çalışmasını istedi.”

 

“Resmen işkence. TBMM İnsan Hakları Komisyonu, 1998 ve 2000’de, karakol ve cezaevlerinde tespit ettiği işkence olaylarını bir kitapta topladı. Komisyon tarafından hazırlanan raporlara göre, Türkiye’de yaygın olarak kullanılan işkence ve kötü muamele yöntemleri şunlar: Hakaret: küfür, tehdit ve kaba dayak. Taciz ve aşağılama: Herhangi bir işkence yapılmadan ya da diğer işkence yöntemleri uygulanırken çırılçıplak soyma. Falaka: En klasik ve yaygın yöntem. Bir çubuğa ayakların bağlanarak sopayla vurulması. İz kalmaması için tuza basma gibi değişik yöntemler eşliğinde yapılıyor. Soğuk su: Gece uykusundan uyandırıp su dolu bidonda uzun süre bekletme, hortumla su tutma. Askı: Özel olarak yaptırılmış ağırlığı taşıyabilecek kalınlıkta, üzerine açılmış deliklere geçirilen, iz bırakmaması için özel olarak üretilmiş kalın iplerle desteklenmiş aletlerin hemen her karakolda rahatlıkla bulunan ve iş bittikten sonra iz kalmamasını sağlayan iki dolap arasına konularak kollardan, ya da ayaklardan asıp sarkıtma. Elektrik verme: Şehir hattındaki yüksek voltajın öldürücü etkisi nedeniyle manyetolu telefon aracılığıyla ayak ve el parmakları, tırnak dipleri, cinsel organlar gibi hassas bölgelerden elektrik verme.”

 

“İşkencede vali ve savcı ihmali. TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu, tutukevleri ve karakollardaki işkencenin hala sürdüğünü tespit ederek rapor hazırladı. Raporda, ‘vali ve savcılar, sorumlulukları bulunduğu halde görevlerinde zaafiyet gösteriyorlar’ denildi.”

 

“Albaydan sürpriz ifade. CHP Hakkari eski Milletvekili E.C.’nin kaçırılarak öldürülmesi olayında yeni bir gelişme ortaya çıktı. Albay K.O., Canan’ın Yüksekova Çetesi davasının kilit ismi Yarbay M.E.Y. ve ekibi tarafından öldürüldüğünü ileri sürdü.”

 

“Zincirleme işkence: İşkence sonucu öldüğü iddia edilen S.Y.’nin, kendisini gözaltına alan polisler hakkında, iki yıl önce ‘işkence’ iddiasıyla dava açtığı ortaya çıktı”.

 

“İki kadın iki iddia: A.Y.: Eşim işkenceyle öldürüldü. M.A.: Sağcı mahkumlar ateş etti.”

 

“Yargıtay: Evet, işkence var. Ceza Genel Kurulu karar verdi: Manisalı gençler davasında sanık polisler suçludur.”

 

“Bebeğimi işkencede düşürdüm. İkinci Manisa Davası sanığı D.,  ‘13 gün beni tekmelerle dövdüler. İşkenceye dayanmak için bebeğimle konuşup ona ‘Dayan’ dedim. Ama o dayanamadı, bebeğimi düşürdüm’.”

 

“Liseli kızlara işkence raporu. İ. Emniyeti’nde coplu tecavüze uğradıklarını öne süren iki liseli, ‘iş göremez’ raporu aldı.”

 

“Manisa’dan beter. Gözaltında ‘copla tecavüz’ dahil ağır işkence yapıldığı belgelenen 16 ve 19 yaşındaki iki kıza 30 yıl da ağır hapis cezası verildi.”

 

“Çocuklarımız suçsuz: Emniyette sorgulanırken ‘coplu tecavüze’ uğradıkları belgelenen, yasa dışı örgüt üyeliği suçundan 30 yıl hüküm giyen liseli kızların aileleri çocuklarının suçsuz olduklarını söyleyerek yargıya başvuracaklarını açıkladılar.”

 

“Başkomiser ‘işkence’den açığa alındı. İ. Emniyet Müdürlüğü’nce bir cinayet soruşturması kapsamında gözaltına alınıp, koma halinde hastaneye kaldırılan ve kurtarılamayan 37 yaşındaki A.Y.’nin ölümüyle ilgili soruşturma kapsamında bir başkomiser açığa alındı.”

 

“İşkenceciye 8 yıl hapis. Hükümet, işkence yapanlara 8 yıl ağır hapis öngören bir yasa tasarısını TBMM’ye sevk etti. TCK’nın ilgili maddesini değiştiren tasarı benimsenirse cezaları artacak işkenceciler memurluktan atılacak. İşkenceyi gizleyen doktorlara da 8 yıla kadar hapis verilecek.”

 

“Ben işkence yapmak için para alıyorum. Meclis’in İnsan Hakları komisyonu, ‘işkencenin 7 nci kitabı’nı oluşturacak raporunu tamamladı. ‘Utanç raporu’, işkence mekanlarını, işkence türlerini anlatırken işkencecilerin dehşet verici itiraflarına da yer veriyor: ‘Ben işkence yapmak için para alıyorum, hiç bir zaman burada Avrupa standartlarında muamele beklemeyin.”

 

“Hamileyken 10 gün boyunca copla tecavüz ettiler... 31 yaşındaki hemşire N.T. ‘... kimliğime, mesleğime ve cinsime saldırı yapıldı. Filistin askısına alındım, her çeşit işkenceye maruz kaldım. En sonunda da, ‘Hamileyim’ dememe rağmen, copla tecavüze uğradım. Bu, 10 gün boyunca devam etti. Çıkarıldığım DGM’de serbest bırakıldım... 5 günlük işkence raporu aldım. Ama, bana tecavüz eden polisler beraat etti. Hatta, duruşmaya bile gelmediler. Davam ortada kaldı’ dedi.”

 

“Türkiye’de işkence Avrupa’da da kitap. Nazi işkencelerine maruz kalanları tedavi eden İngiliz uzman Bamber acı konuştu: Türkiye’deki işkence yöntemleri bizi şok etti. İngiliz Bamber başkanlığındaki vakfın çıkardığı kitabın adı da çok çarpıcı: Şans eseri hayatta kalmak; İşkenceyi yaşayan İngiltere’deki Türkler...”

 

Türkiye’de işkencenin varlığı konusunda son sözü dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel söylemektedir: “Türkiye’de işkence yoktur demek doğru değildir, vardır. Ancak devletin politikası değildir. İşkence suçtur. Bunu kim işlerse işlesin, kim olduğuna bakılmaksızın hakkında tahkikat yapılır ve cezaya çarptırılır. Hiç olmaması için büyük gayretler sarfediliyor.” [175]

 

Uluslararası Af Örgütü ise, 1999 yılı Raporu’nun Türkiye ile ilgili bölümünde, Türkiye’de işkencenin azaldığını ancak düşünce üzerindeki baskının, gözaltındaki ölümlerin ve faili meçhul cinayetlerin sürdüğü belirtilmektedir.

 

Düşünce Özgürlüğü, Anlatım Özgürlüğü, Kitle İletişim Araçları ve Basın Özgürlüğünün İçinde Bulunduğu Koşullar

İngiliz filozofu Harold Laski’ye göre, temel insan hak ve özgürlükleri arasında en fazla önem taşıyanı düşünce özgürlüğüdür. [176] Laski’ye göre, düşünce özgürlüğünün olmadığı toplumlarda öteki özgürlüklerin varlığının herhangi bir anlamı olmayacaktır. Laski’nin bu yargısının iki temel sonucu vardır. Bunlardan biri anlatım özgürlüğünün güvence altına alınması zorunluluğudur. Zira, “açıklanamadığı” takdirde düşünce özgürlüğünün varlığı anlamlı bir sonuç yaratmayacaktır. İkinci sonuç, eğitime ilişkindir. Düşünce özgürlüğünün olmazsa olmaz koşulu, eğitimin propagandadan tümüyle uzak olması gerekliliğidir. Eğitim tam ve mutlak olarak propagandaların yanıltıcı ve yönlendirici etkisinden uzak tutulmadıkça düşünceler propagandanın etkisi ile yapay olarak şekillenecek ve gerçeklerden uzaklaşacaktır.

İşte, bu noktada basının önemi ortaya çıkmaktadır. Zira, kitle iletişim araçları kitlelerin eğitimini sağlayan en etkili ve en önemli eğitim materyalleridir. Bu materyallerin, gerçekler yerine propaganda unsurları üzerinde yoğunlaşması ve zihinleri bilgilendirmek yerine istenilen yönde şekillendirmeye yönelmesi düşünce özgürlüğünün varlık ya da yokluk sorunu olarak ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, kitle iletişim sistemlerinin çalışma alışkanlıkları ve koşulları (düşünce ve anlatım özgürlüğü ile olan yakın ilgileri bakımından) toplumların demokratikleşmesi olgusu ve süreci açısından son derecede önem taşımaktadır. Toplumların demokratikleşmesi süreci ile uğraşanların basının içinde bulunduğu sorunları özel olarak ele almaları ve irdelemeleri gerekmektedir.

Türkiye’deki düşünce özgürlüğü konusundaki görüşlerini Anayasa Mahkemesi’nin kuruluş yıldönümünde yaptığı konuşmada dile getiren onuncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, düşünce özgürlüğünden söz edilebilmesi için, Anayasa başta olmak üzere bir çok temel yasanın değiştirilmesi gerektiğini söylemektedir. “Özgürlüklerin bulunmadığı yerde demokrasi yoktur” görüşünü dile getiren Sezer konuşmasında şunları belirtmiştir: “1982 Anayasası ile düşünceyi açıklama özgürlüğünün önündeki engeller aşılamamış, düşünce suçlarına yönelik yasal düzenlemeler yapılamamıştır… Düşünceyi açıklama özgürlüğüyle bağdaşmayan yasa kuralları değiştirilmelidir. Kişinin iç dünyasında kalan, açıklamadığı veya açıklayamadığı düşüncelerin korunması, düşünceyi açıklama özgürlüğü olarak kabul edilemez. Asıl özgürlük, düşüncelerin serbestçe açıklanabilmesi ve yayılabilmesidir. Çoğulcu demokrasilerde azınlığa ‘çoğunluk durumuna geçebilme’ hakkı tanınır. Bu hak, kendisine bağlı olarak düşünceyi açıklama özgürlüğüyle birlikte diğer tüm hak ve özgürlükleri de beraberinde getirir… Düşünceyi açıklama özgürlüğüne getirilen diğer bir sınırlama nedeni de dil konusundadır. Anayasa’nın 26’ncı maddesinin üçüncü fıkrasında, ‘düşüncenin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz’ denilmektedir. Oysa, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında belli bir dilin kullanılmasının  yasaklanabileceğine ilişkin sınırlayıcı bir kurala yer verilmemiştir. Kişinin sahip olduğu dokunulmaz, vazgeçilmez, devredilmez hak ve özgürlüklerin özüne dokunulup, tümüyle kullanılmaz duruma getiren kısıtlamalar, demokratik toplum gerekleriyle uyum içinde sayılmaz... Çoğulcu, özgürlükçü demokrasilerde düşünce suçuna yer verilmemekte, faşist, ırkçı, ayırımcı, savaş kışkırtıcı propagandayla suç işlemeye tahrik eylemleri ise düşünceyi açıklama özgürlüğü içinde değerlendirilmeyerek suç sayılmaktadır… Soyut bir düşünce açıklamasıyla yasaya aykırı eylemlere çağrı niteliğindeki her türlü düşünce açıklamalarını birbirinden ayırt etmek gerekir… Dernekler Kanunu, Yüksek Öğretim Kanunu, Siyasi Partiler Kanunu, Sendikalar Kanunu, Toplu Sözleşme, Grev ve Lokavt Kanunu, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun, Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu, Sıkıyönetim Kanunu, Basın Kanunu, Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunu düşünceyi açıklama özgürlüğüne aykırı kurallar içermektedir.” [177]

Türkiye’de bu açılardan ciddi sancılar yaşamaktadır. Sancıların simgesi durumuna gelen örnek ise Flash TV’ye yapılan saldırı olayıdır. Bu, olay ülkemizde basının içinde bulunduğu sorunları anlatabilmek bakımından çarpıcı bir örnektir. Flash TV’ye yurt dışından telefonla katılan Çakıcı, Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller ve eşi hakkında ağır suçlamalarda bulunmuştur. Ertesi gün Flash TV’nin Beyoğlu Tepebaşı’ndaki binasına giren 10-15 kişilik grup çevreye kurşun sıkarak kameraları ve eşyaları tahrip etmiştir. Naklen yayın odasına dalan saldırganlar, yayına hazırlanan spikere “Akşamki programı sunan spiker nerede?” diye sormuşlar ve ateş açmaya başlamışlardır.

Basın ve yayınla ilgili olarak kamuoyuna yansıyan diğer gelişmelerden alınan bazı örnekler aşağıda sıralanmıştır:

 “Sansür. Depremin faturası Kanal 6’ya çıktı. RTÜK, Kanal 6 televizyonuna ‘depremle ilgili yayınları’ nedeniyle yedi gün kapatma cezası verdi. Kanal 6’ya ayrıca ‘toplumu şiddet, terör ve etnik ayrımcılığa sevk edecek ve toplumda nefret duyguları oluşturacak yayınlara imkan verme’ maddesinden uyarı cezası verildi.”

“Sipa-MİT tartışması. Demirkent: Söylemedim. Yeni Binyıl: Bantta var. Yeni Binyıl Gazetesi’nin Nezih Demirkent’in ağzından verdiği ‘Sipa’yı MİT kurdu’ manşeti basında yeni bir tartışma başlattı.”

“MİT’çi gazeteci için kanıt aranıyor TGC Başkanı Nail Güreli, ‘Suça bulaşmış gazeteciler bulunduğu’ iddiaları ve ‘Bazı gazetecilerin MİT’in ücretli elemanı olduğu’ yönündeki yayınlar üzerine İçişleri Bakanı ile MİT Müsteşarı’na birer mektup yazdı.”

“Reklam için şantaja hayır. İlan gelirini artırmak için reklam kuruluşlarına ve reklam veren firmalara şantaj yapıldığı iddiaları büyük tepkilere neden oldu. Gazete Sahipleri Birliği ‘İlan alabilmek için şantaj yöntemini benimsemenin kabul edilemeyeceğini’, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de, gelişmelerin ‘Basının saygınlığı açısından endişe verici olduğunu’ bildirdi.”

“TGC: Gazete fiyatlarında damping haksız rekabettir. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Yönetim Kurulu, yazılı basındaki damping uygulamasının haksız rekabete yol açtığını bildirdi. Zararına satış pahasına fiyat indirimine giden gazeteler olduğuna dikkat çeken TGC, ‘Zararına satışı karşılayacak ekonomik gücün kaynağı, basının bağımsızlığı ve kamu hizmeti işlevi üzerinde kuşku yaratmayacak biçimde saydam olmalıdır’ dedi.”

Basın ile ilgili sorunlardan bir başkası da bazı gazetecilerin sermaye kesimi ile olan ekonomik ve siyasal ilişkileridir. Bu tür gazeteci ve köşe yazarları ellerinde bulundurdukları kitlelere hitap etme ve kitleleri yönlendirebilme olanağını kötüye kullanmakta, özel çıkar sahiplerine haksız ekonomik ve siyasal edinimler kazandırabilmekte ve bundan kendileri de pay alabilmektedirler.

Bu yoldan elde edilen payların milyon dolarlar düzeyine çıkabildiğini gösteren son örnekler basın özgürlüğünün içinde bulunduğu koşulları açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Kürtçe Sorunu

 

Türkiye’de demokratikleşme konusunda üzerinde en fazla durulan konulardan biri de Kürtçe konusudur. Özellikle, AB’ne giriş sürecinde Kopenhag ölçütlerine uyumun sağlanması yolunda yapılan görüşmelerde bu konu sıklıkla gündeme gelmekte ve tartışma konusu olmaktadır. Bu olgunun hem siyasal ve hem de hukuksal yanı vardır. Hukuksal açıdan olaya bakıldığında konu ile ilgili görüşlerin iki ana gruba ayrıldığı görülmektedir: uygun bulanlar ve bulmayanlar. Her iki görüş de gerekçesini konu üzerindeki temel yasal düzenelemeler olan Lozan Anlaşması’na, Anayasa’ya ve yasalara dayandırmaktadırlar.

Kürtçe konuşmada yasal olarak hiç bir engel bulunmadığını öne sürenler Lozan Anlaşması’nın 39 uncu maddesinin 4 üncü ve 5 inci paragraflarına atıfta bulunmaktadırlar: “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel, gerekse ticari ilişkilerinde, din, basın, ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır... Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçe’den başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”

Bazı düşünürler, bu hükümlerden hareket ederek Türkiye’de her Türk vatandaşının dilediği dilde radyo ve TV yayını yapmak özgürlüğüne sahip olduklarını savunmaktadırlar. Bu görüşlerini desteklemek üzere de Anayasa’nın 26 ncı maddesinin 3 üncü fıkrası ile 28 inci maddesinin 2 nci fıkrasına gönderme yapmaktadırlar: “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz.” ... “Kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dilde yayın yapılamaz”. Anayasa’nın yukarıya alınan iki maddesinde de kanunla yasaklanmış olan durumda bazı dillerde yayın yapılamayacağı ilkesi kabul edilmektedir. Ancak burada soru, “Türkiye’de kanunla yasaklanmış bir dil var mıdır?” şekline dönüşmektedir. 12 Eylül askeri yönetiminin bu yolda çıkardığı bir yasa vardır. 2932 sayılı bu yasa “Türkçe’den Başka Dillerde Yapılacak Yayınlar Hakkındaki Kanun”dur. Yasa’ya göre “Türk Devleti tarafından tanınmış bulunan devletlerin birinci resmi dilleri dışındaki herhangi bir dille düşüncelerin açıklanması, yayılması ve yayınlanması yasaktır”. Bu yasanın bütünü, daha sonraki yıllarda çıkarılan “Terörle Mücadele Yasası”nın “yürürlükten kaldırılan hükümler” bölümünde yapılan bir düzenleme ile ortadan kaldırılmıştır. Şu anda yürürlükte bulunan tek yasal hüküm olan RTÜK Yasası ise dolaylı bir anlatım içermektedir. Bu yasa evrensel kültür ve bilimin oluşmasına katkısı olan diller aracılığıyla yayım yapılabileceği ilkesini getirmektedir. Kürtçe’nin bu kapsam içinde görülüp görülemeyeceği ise yargının yorumuna bağlıdır.

Buna karşılık, bazı düşünürler, Lozan’da geçen azınlık deyiminin temel ölçütünün ‘din’ olduğunu ileri sürmekte ve ‘etnik’ ya da ‘dil’ ölçütüne dayalı bir azınlık kavramına Lozan’da yer verilmediğini işaret ederek Türkiye’de Kürtçe’nin bir dil olarak kullanılamayacağı savını ileri sürmektedirler.

Bu gerekçelerden ve dayanaklardan yola çıkan her iki görüş sahipleri, Kürtlerin bir azınlık olarak Lozan’da kabul edilmedikleri ve toplumun asıl unsurlarından biri olarak görüldükleri noktasında birleşmekte; ancak, Kürtçe’nin kullanılması konusunda birbirinden tamamen farklı sonuçlara ulaşmaktadırlar.

Konu siyasal partiler arasında da görüş ayrılıklarına neden olmaktadır. Devletin önde gelen kuruluşları bu çerçevede açıklamalar yapmaktadır. MİT, yaptığı bir açıklama ile “MİT ve asker Kürtçe TV’ye karşı değil” demektedir. MİT Müsteşarı’nın bu açıklaması daha sonra Genelkurmay tarafından reddedilmiş ve Üniversitelerarası Kurul Başkanı da YÖK’ün Kürtçe eğitime karşı olduğunu ve böyle bir uygulamayı Anayasa’da öngörülen ulusal birlik ilkesine aykırı bulduğunu açıklamıştır.

Bu bağlamda, 8 Kasım 2000 günü açıklanan AB Katılım Ortaklığı Belgesi’nde, nüfus idarelerinin Kürtçe isimler üzerindeki yasaklayıcı tavırlarının azalmasının olumlu bir gelişme olduğu belirtilmekte ve  Kürtçe dilinin kullanılmasıyla ilgili olarak şu koşula yer verilmektedir: “Türk vatandaşlarının TV ve radyo yayınlarında ana dillerini kullanmalarını yasaklayan tüm yasal hükümlerin kaldırılması.”

AKP hükümeti tarafından geliştirilen son Anayasa değişikliği paketinde ise, TRT yanında öteki tüm radyo ve televizyon kuruluşlarının Kürtçe yayın yapabilmesine olanak tanınmaktadır. Ayrıca, yine bu pakette herkesin dilediği ismi alması hakkı Anayasal güvenceye kavuşturulmaktadır.

Haberleşme Özgürlüğü Üzerinde Engeller: Telefon Dinleme

Ülkemizde insan hakları üzerindeki fütursuz davranış örneklerinden biri haberleşme özgürlüğü üzerinde yaşanmaktadır. Bir anlamda, henüz Türkiye’de, Anayasa’nın ilgili maddelerindeki açık hükümlere karşın, haberleşme özgürlüğünün önemi, içeriği ve koşulları anlaşılamamış ve kavranamamış bulunmaktadır. Bir taraftan kamu yönetimleri suç işlenmesini önlemek gerekçesiyle, öte yandan siyasal ve ekonomik çıkar örgütleri kendilerine göreli üstünlük ve rakiplerine zayıflık sağlamak amacıyla ve bir yandan da merak nedeniyle kişilerin özel yaşamlarının kutsal parçası olan haberleşme özgürlüğüne tecavüz olaylarına sıklıkla rastlanabilmektedir.

 

Yasalarımızda konuyla ilgili olarak yer alan düzenlemelerin Anayasa’nın konu ile ilgili buyruklarını güvence altına almaktan uzak oldukları görünmektedir. Yasalarımızda mektupların açılmasını suç olarak belirleyen hükümlere 1930’lardan bu yana rastlanılmasına karşın telefon dinlemelerinin suç kapsamına alınması konusunda henüz ciddi bir adım atılamamıştır. Bu yasal boşluk içinde telefon dinleme olayları giderek artmaktadır. Ankara DGM yedek hakimliğinden 1993 yılında Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından alınan bir kararla polisin tüm ülkede telefon dinleme konusunda genel bir yetki almış olması, bu yolda -hem de yargı eliyle- atılan en tehlikeli adım olmuştur. 1993 yılında terör ve suçla mücadele ve ülke güvenliğinin tehlikede olması gerekçe gösterilerek verilen bu karar hala yürürlüktedir. Bu kararın sonucu olarak, hem polis ve hem de MİT sürekli olarak telefonları dinleyebilmekte ve herhangi bir özel yargı kararına da gereksinme duymamaktadır. Telekom’un da vatandaşların telefon konuşmalarını izlemesi ve kaydetmesi olanaklıdır. Tüm bu anayasa dışı etkinlikler üzerinde bir denetleme söz konusu değildir. Bu durum, hiç kuşkusuz, insan hak ve özgürlükleri açısından kabul edilebilir bir olgu değildir.

 

Gazetelerden konuyla ilgili bazı haberler:

 

“Tele tecavüz. K.’de müstehcen telefon konuşmalarını banda kaydettikleri 23 kadına şantaj yoluyla tecavüz eden beş Telekom memuru yakalandı.”

 

“Tecavüzün yıktığı evlilik. Telekom çalışanı 5 kişinin tecavüzüne uğrayan G.K.’yı kocası S.K. tek celsede boşadı. S.K., karısını çok sevdiğini ancak çevrenin baskısına dayanamadığını söyledi. O. İlçesi’ndeki Telekom çalışanı beş kişinin 23 kadına tecavüz etmesinin yankıları sürüyor. Sanıklar, Jandarma’da verdikleri ifadeyi mahkemede reddettiler... Ancak, ortaya çıkan dört kadın, Telekomcuların kendilerine bir yıldır … şantaj yoluyla tehdit ettiklerini söylediler ve sanıkları teşhis ettiler. Geçtiğimiz şubat ayından itibaren köydeki her evin telefonu meçhul kimselerce aranmaya başlamış. Adli yetkililer, tecavüze uğrayan kadınların yaşlarının 14 ile 28 arasında değiştiğini belirttiler”. 

 

“ ‘Tele-tecavüz’ çetesi siyasileri de dinledi. … Valisi, kamuoyuna ‘tele-tecavüz çetesi’ olarak yansıyan olayın sanıklarının 18 Nisan seçimleri öncesinde bazı milletvekili adaylarının telefonlarını dinleyip şantaj yaptıklarını açıkladı… Telekom görevlilerinin 1994 yerel seçimlerinde DYP adayı H.D. lehine telefon dinleyerek bazı kişileri şantaj yoluyla elde ettiği öne sürüldü. O tarihte CHP adayı olan ve 18 Nisan’da ANAP adayı olarak Belediye Başkanı seçilen O.K., ‘Bu çete yüzünden seçimi kaybettim. 18 Nisan’da ise önlem aldım’ dedi.”

 

“Derin soruşturma. Genelkurmay’dan sonra Çankaya’nın telefonlarının dinlendiği de iddia edilince, İçişleri Bakanı çok geniş bir soruşturma için emir verdi. Bakan ‘Çankaya Köşkü’nün dinlendiği iddiaları, Genelkurmay’ın bir süre önce ortaya attığı iddialarla paralellik taşıyor. Başlatacağımız soruşturma, Çankaya Köşkü ile ilgili iddiaları da kapsayacak. Araştırmayı çok yönlü sürdüreceğiz’ dedi.”

 

“Demirel Erbakan’ı tam iki kez uyarmış. Cumhurbaşkanı Demirel’in, Emniyet’in ordu içine casus soktuğu anlaşılınca, dönemin Başbakanı Erbakan’ı biri yazılı, biri de sözlü olmak üzere iki defa uyardığı ortaya çıktı. Türk Watergate’i ile ilgili olarak suskunluğunu dün ilk kez bozan Demirel, Hürriyet’e, ‘Ben gereğini yaptım’ dedi.”

 

“Ismarlama karalama raporu. Eski CHP’li Belediye Başkanı Doğan Taşdelen için hazırlanan ve DGM dosyalarına giren bir rapor, haber alma birimlerinin ‘ısmarlama raporlar’ da hazırladığını ortaya koydu. Raporu kimin ısmarladığı belli değil. Kayıtlarda böyle bir raporla ilgili bilgi de yok. NOT başlıklı ‘izlemede’, karalamanın her çeşidi bulunuyor. DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e gönderilen raporda, DSP’den Ankara Büyük Şehir Belediye Başkan adayı olan, ancak seçilemeyen Taşdelen’in ‘mezhepçilik-ayrımcılık yaptığı’, ‘sağcı personele yıldırma harekatı uyguladığı’, ‘yasa dışı örgütlere kadro verdiği’ öne sürüldü… Raporda ‘sağ adayların durumuna göre Taşdelen’in seçilme şansının yükseldiği’ bile vurgulandı…”

 

“Telekulağa tazminat. Mahkeme kararı olmadan telefonları dinlenen Yargıtay Daire Başkanı Naci Ünver’in İçişleri Bakanlığı aleyhine açtığı dava sonuçlandı. Mahkeme, Ünver’e 7.5 milyar lira tazminat ödenmesine karar verdi… Mahkeme, İçişleri Bakanlığı’nı, telefon dinleme olayında ‘ağır hizmet kusuru’ olduğu gerekçesiyle tazminat ödemeye mahkum etti... ‘Mahkeme kararı olmadan yapılan telefon kayıtlarının mahkumiyete esas delil oluşturmayacağına’ ilişkin tarihi kararı veren dairenin başkanı Ünver’in, hukuk savaşı başlatarak İçişlerini mahkum ettirmesi de ilginç bir tesadüf oluşturdu.”

 

“15 milyar tazminat ödeyecek. Yargıtay 4. Hukuk Dairesi, Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök ile Ankara Temsilcisi Sedat Ergin’in ‘gizli telefon konuşmalarını’ basın toplantısı düzenleyerek açıklayan İçişleri eski Bakanı Meral Akşener’i 15 milyar tazminat ödemeye mahkum eden kararı onadı.”

 

“Kulağa zapturapt. Telefon dinlenmesini denetim altına almak için MİT’in inisiyatifiyle özel bir yasa tasarısı hazırlanıyor. MGK’da ele alınacak tasarıyla, MİT, Emniyet, Genelkurmay ve JİTEM’e dağıtılmış telefon dinleme faaliyeti merkezi bir yapıya oturacak.”

 

Yukarıda yer verilen örnekler ülkemizde telefon dinleme yoluyla haberleşme özgürlüğünün çiğnenmesi olgusunun yaygın bir uygulama olduğunu göstermektedir. Anayasa’da da emredildiği üzere, açıklıkla bilinmelidir ki, hiç bir kimsenin ve makamın yurttaşların telefonlarını dinleme hak ve yetkisi yoktur. Aksi yöndeki davranışlar yurttaşlara karşı işlenmiş bir anayasa suçu anlamına gelir. Ülke güvenliği ve asayiş hizmetlerinin gereksinim duyması gibi nedenlerle telefon dinleme ve mektup açma olaylarının önemini azaltabilmek olanağı yoktur.

 

Demokrasinin en önde gelen özelliği yurttaşlarının özgürce, serbestçe ve dilediği şekilde haberleşebilmesidir. Bu özgürlük, çağdaş kolaylıkları ve gelişmeleri de kapsamak durumundadır. Yurttaşların elektronik ortamda ve internet üzerinden yaptıkları haberleşme de her türlü sansür, izleme ve dinlemenin dışında kalmalıdır. Bu durumun tek istisnası, her bir olaya özgü ve özel olmak koşuluyla ve yargıç kararına dayalı olarak yapılacak dinlemelerdir. Bunun dışında kalan her türlü çözüm ve yasal düzenleme Anayasa’ya aykırıdır.

Milli Güvenlik Kurulu

 

Avrupa Birliği ile Türkiye’nin bütünleşmesi için uygulanacak olan Kopenhag Siyasal Ölçütleri açısından önemli bir sorunun MGK’nun sivil yaşamda oynadığı rol olacağı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda, Milli Güvenlik Kurulu’nun anayasal konumu bazı tartışmaları da beraberinde getirmektedir. Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa’nın ve MGK Kuruluş Yasası’nın kendisine verdiği yetkiler çerçevesinde ulusal güvenlik politikasını hazırlamakla görevlidir. Bu bağlamda, TSK’nin en önde gelen yöneticileri ile sivil siyasal erki temsil eden hükümet temsilcilerinin Cumhurbaşkanı’nın başkanlığında bir araya gelmesi, aynı zamanda, ülkenin en iyi örgütlenmiş ve bürokratik yozlaşmadan en uzak kurumu olan TSK ile sivil yöneticilerin görüş alışverişinde bulundukları tek hukuksal ve anayasal platform olmak özelliğini de taşımaktadır. Bu nedenle, MGK Türkiye’de genel yönetimin çok önemli bir aktörü olarak ortaya çıkmaktadır. Üstelik, bu Kurul’a ulusal güvenlik politikasının hazırlanması gibi bir sorumluluğun da verilmiş olması bu önemi daha da artırmaktadır. MGK, bu sorumluluk bağlamında, sivil yaşamı yakından ilgilendiren bir dizi işlev yapmaktadır. Bunların başında, ülkenin ulusal güvenlik sorunlarını izlemek ve alınması gerekli görülen önlemleri hükümete bildirmek, ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ni hazırlamak, irticaya karşı önlem almak ve ekonomik gelişmeleri izlemek gibi işlevler gelmektedir.

 

Bunlardan ‘Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’ hazırlamak adı verilen işlevin içinde bulunduğu anayasal ve yasal durum çeşitli görüş ayrılıkları içermektedir. Bazı basın organları tarafından, “Devletin gizli Anayasası” olarak nitelenen bu Belge, devlet yönetimine ışık tutan ve yol gösteren bir tercihler sistemi olarak ortaya çıkmaktadır. Son olarak, Kasım 1997’de basına yansıyan haberlerden bu belgede bazı değişiklikler yapıldığı anlaşılmaktadır. Yapılan değişiklikler sonrasında şu hususların ön plana çıktığı belirtilmektedir:

 

·     Bölücü ve irticai etkinlikler eşit ve birinci derecede önceliklidir.

·     Siyasal islam, Türkiye için tehdit unsuru olmaya devam etmektedir.

·     Türk milliyetçiliği bazı kesimlerce ırkçılığa dönüştürülmek istenmektedir. Ülkücü görüşe sahip yeraltı suç örgütleri bundan yararlanmak istemektedir. Bu da bir tehdit unsuru oluşturmaktadır.

·     Aşırı sol yine tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Ancak, bir yumuşama içinde olduğu görülmektedir.

·     Türk cumhuriyetleriyle ilişkiler daha da güçlendirilmeli ve bu ülkelerin yönetimlerinin gücünün korunmasına destek olunmalıdır.

·     Yunanistan’la ilişkilerde tehdit algılanmasına dikkat edilmelidir. Türkiye’nin bir tercihi olmamasına karşın, Yunanistan ile bir çatışmanın çıkabileceği gözden kaçırılmamalıdır.

·     Yunanistan ile çıkabilecek bir çatışma halinde, Suriye’de Türkiye ile çatışmaya girebilir.

·     Türkiye’nin komşusu olan ülkelerle ilgili öncelikli değerlendirmeler aynen korunmalıdır.

·     Kamusal alana kaymamak koşuluyla mahalli ve kültürel özelliklerin geliştirilmesine yönelik düzenlemeler yapılmalıdır.

·     Adalet ve devletin yönetim sistemindeki eksiklik ve aksaklıklar acilen giderilmelidir.

·     Türkiye’nin Batı’ya tam üyelik konusundaki hedefi korunmalıdır. Ancak, bazı Avrupa ülkelerinin bu konudaki olumsuz tutumları gözardı edilmemelidir.

·     Türkiye’nin dünya ile bütünleşmesine yönelik, özelleştirme de dahil ekonomik çabalar artırılmalıdır.

 

Yukarıya aktarılanlar, gazetelere yansımış haberlerden derlenmiştir. Bunların doğru olup olmadıkları ve hatta bu tür bir belgenin gerçekten bulunup bulunmadığı dahi tarafımızdan bilinmemektedir. Ancak,  belge pek çok önemli hükmü içinde taşımaktadır. Hükümler, içerikleri açısından, hükümetlerin yetkileri içinde kalan işlevlerdir. Bu bağlamda, MGK’nın hükümetin yerine geçmesi gibi anayasal açıdan kabul edilemez bir durum ortaya çıkmaktadır. Zira, MGK’nın herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Ancak, öte yandan, kendisine ulusal güvenliği korumak yolunda Anayasa ve yasayla görev verilmiş olan bir Kurul’un çalışmalarına ışık tutacak bir ilkeler listesi hazırlamasında da herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. Ortaya çıkan bu çelişkili durum, MGK’nın statüsünün gerek Anayasa’da ve gerekse Yasa’da açıklıkla tanımlanmamış ve betimlenmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Yeni Anayasa değişikliklerinde sorun bu yönüyle yeniden ele alınmalıdır.

 

MGK, irtica girişimlerinin önlenmesi konusunda da benzer etkinliklerde bulunmaktadır. Aşağıda, -basından öğrenildiği kadarıyla- MGK tarafından 28 Şubat 1997 tarihinde alındığı ileri sürülen bir başka politika belgesinin özeti yer almaktadır:

 

·     Anayasa’mızda Cumhuriyet’in temel nitelikleri arasında yer alan ve yine Anayasa’nın 4 üncü maddesi ile teminat altına alınan laiklik ilkesi büyük bir titizlik ve hassasiyetle korunmalı, bunun korunması için mevcut yasalar hiç bir ayrım gözetmeksizin uygulanmalı, mevcut yasalar uygulama yetersiz görülüyorsa yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

·     Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okulları devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereğince Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalıdır.

·     Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından;

·     8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalıdır.

·     Temel eğitimi almış çocukların, ailelerinin isteğine bağlı olarak, devam edebileceği Kuran kurslarının Milli Eğitim Bakanlığı sorumluluğu ve denetiminde etkinlikte bulunmaları için gerekli yönetsel ve yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

·     Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık, aydın din adamları yetiştirmekle yükümlü milli eğitim kuruluşlarımız, Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun gereksinim düzeyinde tutulmalıdır.

·     Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini kuruluşlar belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gündemde tutularak siyasi istismar konusu yapılmamalı, bu tür kuruluşlara gereksinim varsa bunlar Diyanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek mahalli yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordine edilerek gerçekleştirilmelidir.

·     Mevcudiyetleri 677 sayılı Yasa ile men edilmiş tarikatların ve bu Kanun’da belirtilen tüm unsurların etkinliklerine son verilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmelidir.

·     İrticai etkinlikleri nedeniyle Yüksek Askeri Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ilişikleri kesilen personel konusu istismar edilerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye çalışan bazı medya gruplarının Silahlı Kuvvetler ve mensupları aleyhindeki yayınları denetim altına alınmalıdır.

·     İrticai etkinlikleri, disiplinsizlikleri veya yasa dışı örgütlerle irtibatları  nedeniyle TSK’dan ilişkileri kesilen personelin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında istihdamı ile özendirme unsuruna olanak verilmemelidir.

·     TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önlemek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları, özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı kuruluşlarında da uygulanmalıdır.

·     İran İslam Cumhuriyetinin ülkemizdeki rejim aleyhtarı etkinlik, tutum ve davranışlarına mani olunmalı, İran’a karşı yıkıcı ve zararlı etkinliklerini önleyecek bir tedbirler paketi hazırlanmalı ve yürürlüğe konulmalıdır.

·     Aşırı dinci kesimin Türkiye’de mezhep ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda kutuplaşmalara neden olacak tehlikeli etkinlikleri önlenmelidir.

·     TC Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Türk Ceza Yasası ve bilhassa Belediyeler Yasası’na aykırı olarak sergilenen olayların sorumluları hakkında gerekli yasal ve yönetsel işlemler kısa zamanda sonuçlandırılmalıdır.

·     Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalıdır.

·     Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmelidir.

·     Kurban derilerinin, akçal kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalıdır.

·     Özel üniforma giydirilmiş korumalar ve buna neden olan sorumlular hakkında yasal işlemler ivedilikle sonuçlandırılmalı ve yasa ile öngörülmemiş bütün özel korumalar kaldırılmalıdır.

·     Ülke sorunlarının çözümünü “millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak onları cesaretlendiren girişimler yasal ve yönetsel yollardan önlenmelidir.

·     Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemelidir.

 

MGK’nın “Milli Siyaset Belgesi” hazırlama işlevine siyasal partilerin bir kesimi olumlu bakarken diğer bir kesimi tepki göstermektedir.  MGK tarafından alındığı basın organlarınca belirtilen bir MGK kararıyla ilgili olarak dönemin Başbakanı Yılmaz “Çıkarılacak bütün yasalarda ve kararnamelerde bu kararlara uyulacak” güvencesi verirken, DYP Lideri Çiller “Bir ara dönemde, bir atanmış iktidara bunları yaptırmaya çalışırsanız, bu ara dönemin ve demokrasiye ara verilişinin yazılı tesçili olur” demektedir. CHP Lideri Baykal ise, “MGK’dakilerin böyle bir hata yapacağını hiç sanmıyorum. MGK’ya katılan insanlar sorumluluklarını, hukuku ve Anayasa’yı bilen insanlardır. MGK’nın hazırladığı herhangi bir belgenin TBMM’nin üzerine çıkması, Anayasa’nın yerini alması söz konusu olamaz. Böyle bir kurulda gizli anayasa oluşturulamaz” demektedir. RP Kayseri Milletvekili Abdullah Gül de Yılmaz’ın sözlerini hukukun üstünlüğünün ve demokrasinin ayaklar altına alınması olarak nitelendirmektedir. [178]

                       

Bir başka önemli unsur olarak, Kurul ile ilgili olarak Anayasa’da yer alan “bildirir” kelimesinin demokratik anlayışla bağdaşmasının olanaklı olmadığı ve böyle bir kurumun sivil demokratik yetkinin askeri kesimle paylaşılması anlamına geldiği ileri sürülmektedir. Nitekim MGK tarafından alınan bir kararın son cümlesi aynen şöyledir: “Bu konularda alınacak ve alınması gereken tedbirler uygun bulunarak bu tedbirlerin Bakanlar Kurulu’na bildirilmesine karar verilmiştir.” [179] Bu cümle, yapısı ve içinde yer alan “uygun bulunarak” ve “bildirilmesine” kelimeleri itibarıyla, MGK’nın bakanlar kuruluna bir talimatı/emri olarak algılanabilmek özelliğine sahiptir. MGK içinde Başbakan ve bazı bakanların yer alması ve bu kararlara onların da katılmaları nedeniyle bakanlar kurulunun esasen bu kararları benimsediği karşı görüşü öne sürülebilirse de, MGK’nın hükümet üstü bir konumda bulunduğu yolundaki görüşlerde de haklılık payı bulunmaktadır.

 

Bu konuda iki örnek hemen akla gelmektedir. Bunlardan biri, 8 yıllık kesintisiz eğitim nedeniyle alınan karara imza koyan dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın sahip olduğu siyasal iradenin alınan karardan farklı olduğu, ancak karara isteksiz ve gönülsüz olarak imza koymak zorunda kaldığı yolunda daha sonra yaptığı açıklamalardır. Nitekim, Erbakan önce “Bu kararı asla imzalamam” demiş, sonra hükümet ortağı Tansu Çiller’e tasarıyı imzalayacağını söylemiştir. Erbakan’ın yardımcısı olan Asiltürk ise “Biz RP olarak Meclis’te 8 yılı tüm gücümüzle reddederiz” yolunda bir açıklamada bulunmuştur. Bu çelişki, siyasal erki temsil etmesi gereken Başbakan ile MGK’nın aynı düşüncede olmayabileceğini ve hükümete ve hatta yasama organına karar “empoze” edebileceğini göstermektedir.

 

İkinci örnek ise, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Özden’in “MGK, Anayasa Mahkemesi üzerinde değildir” sözleriyle ortaya konmaktadır. Özden, RP’nin kapatılmasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “MGK, Anayasa Mahkemesi’nin üzerinde değildir. Genekurmay’ın emriyle dava açılmış, davanın sonu belliymiş deniliyor. Benim bilmediğim şey nasıl olur?” [180]

 

TSK’nın MGK ile ilgili tavır ve tutumu resmi bir açılamaya konu olmamıştır. Ancak, basına verilen bir demeçte yer alan şu yorumun bu yolda bir belirti olabileceği anlaşılmaktadır: Türkiye, dünyanın belki de en sorunlu bölgesindedir. Bu durum iç ve dış tehditleri doğurmaktadır. MGK bu tehditlere karşı kurulmuş anayasal bir kurumdur. Görevi, tıpkı ABD Başkanı’nın ulusal güvenlik danışmanlarının olduğu gibi, milli güvenlik konularında görüş belirtmektir. Kanun yapmak veya yürütmek değildir. Benzer kurumlar dünyanın pek çok ülkesinde mevcuttur. [181]

 

Milli Güvenlik Kurulu, gerçekten, ulusal ve uluslararası kriz anları için düşünülmüş ve geliştirilmiş bir sistemdir. Bu kurula duyulan gereksinim bugün de devam etmektedir.

 

Ancak, Kurul’da özellikle ana muhalefet partisi liderinin bulunmaması ve sivil kesimin şimdikinden daha fazla oy sayısına ve çokluğuna sahip olabileceği bir oluşum biçiminin gerçekleşememiş olması bir eksiklik olarak görülmelidir. Milli Güvenlik Kurulu’nun oluşum biçimi gerek sivil temsilcilerin daha fazla temsiline ve gerekse ana muhalefet partisinin yer almasına olanak vermemesi nedenleriyle Kurul’dan beklenen yararların sınırlanması ile sonuçlanmaktadır.

 

Esasen, Milli Güvenlik Kurulu’nun ele aldığı, sorumlu ve görevli olduğu konular doğrudan devlet işlevleridir. Bu nedenle, Milli Güvenlik Kurulu anayasal bir kurum olmaktan çıkartılmalı; ancak, yürütme organının özel ve üst düzey bir eşgüdüm kurulu olarak kendisinden beklenen işlevini sürdürmelidir. Bu değişiklikler yapılırken Kurul’un oluşum biçimi üzerinde de durulmalı ve kurulun başkanı, bugün olduğu gibi, yine Cumhurbaşkanı olmalıdır.

 

Bu konuda meydana gelen son gelişmeler askerlerin MGK konusundaki önerilere katılmakta olduklarını ve gerek Kurul’un statüsünde ve gerekse bileşiminde gerekli değişikliklerin yapılmasından yana olduklarını göstermektedir. Bazı basın organlarına göre, MGK ile ilgili olarak Anayasa’da yer alan “hükümete bildirir” kelimelerinin “bir danışma organı olarak bakanlar kuruluna tavsiyelerde bulunur” şeklinde değiştirilmesine TSK karşı değildir. Aynı şekilde, MGK bileşiminin değiştirilebileceği ve Adalet, Maliye ve Hazine’den sorumlu devlet bakanının Kurul’a üye olarak alınabilecekleri belirtilmiştir. MGK Genel Sekreterliği’ne Adalet, Dışişleri ve İçişleri bakanlıklarından daha fazla eleman aktarılması konusuna da sıcak bakıldığı belirtilmiştir.

 

Bu konuda bir açıklama yapan Genelkurmay Başkanı Org. Kıvrıkoğlu “İsterse yüz sivil üye olsun. Hiç sakıncası yok” sözlerini kullanmıştır.  [182]

 

4709 sayılı Kanunla 3 Ekim 2001 tarihinde gerçekleşen Anayasa değişikliği ile MGK’nun statüsünde de değişiklikler olmuştur. Anayasa’nın 118 inci maddesinin 1 inci kıkrasında yapılan değişiklikle Kurul’un üye sayısı genişletilmiş ancak ana muhalefet partisi lideri yine Kurul’da yer bulamamıştır. Değişik metin şu şekildedir: “Milli Güvenlik Kurulu; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Başbakan yardımcıları, Adalet, Millî Savunma, İçişleri, Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma Genel Komutanından kurulur.”

 

Sorunun esasını oluşturan 3 üncü fıkra ise değişiklikle şu şekli almıştır: Millî Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonunun sağlanması konusundaki görüşlerini Bakanlar Kuruluna bildirir. Kurulun, Devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararlar Bakanlar Kurulunca değerlendirilir.”

 

Görüldüğü üzere, metindeki “bildirir” sözcüğü saklı tutulmuş ve MGK kararlarının niteliğini açıklamak üzere “tavsiye kararları” sözcükleri madde metnine alınmıştır. Ancak, bu değişikliğin AB’ni tatmin etmediği ve AB’nin Kopenhag siyasal ölçütleri bağlamında MGK’nın bütünüyle kaldırılmasını istediği anlaşılmaktadır.

 

Askeri Müdahaleler, Ara Rejimler ve Asker-Sivil Yönetim İlişkileri

 

Türkiye’de demokratik rejimin gelişmesini önleyen ve engelleyen temel nedenlerden biri de, kendisini ortaya çıkmaya zorlayan etmenler ne olursa olsun demokratik rejimin işleyişine Anayasa’da öngörülmeyen süreç ve güçlerin yön vermeye kalkışmasıdır. Demokratik rejimin, tüm öteki siyasal sistemlerde olabileceği gibi, zaman zaman sıkıntılara ve bunalımlara düşmesi olanaklıdır. Demokrasinin gelişmesi ve demokratik terbiye ve kültürün yerleşmesi bu engellerin ancak demokratik yol ve yöntemlerle aşılmasında elde edilecek başarı oranında gerçekleşebilecektir. Oysa, sıkıntıların aşılmasında zaman zaman başvurulan müdahale yöntemi ve bu müdahaleler sonucunda ortaya çıkan ara rejimler demokratik gelişim sürecini en azından geciktirmektedir. Bilinmelidir ki, iktidarları belirleyen asıl güç ve yetki yalnızca ulusa aittir ve ulusun bu gücünün üzerinde başka hiç bir gücün meşru olarak kabul edilmesi olanaklı değildir.

 

Kendisini ortaya çıkmaya zorlayan koşullar ne olursa olsun, Anayasa’da öngörülmeyen bazı süreç ve güçlerin ülkeye yön verme girişiminde bulunması ülkede demokratik gelişmeyi engellemekte ve sorunları aşma bakımından demokratik deneyim, alışkanlık ve süreçlerin gelişmesini geciktirmektedir.

 

Demokratik rejimlerde tek ve en son karar yetkisinin ulusal egemenliğe dayalı olduğu ilkesine ters düşen uygulamalar hem ülkenin demokratikleşmesi yolunda engeller yaratmakta ve hem de dış dünyada ülkenin demokratik imajına olumsuz katkıda bulunmaktadır.

 

Demokratikleşme süreci açısından üzerinde durulması gereken tek konu askeri müdahaleler değildir. Askerin ülke yönetimi üzerindeki rolü ve bu bağlamda ortaya çıkan siyasal sonuçlar üzerinde de durmak gerekmektedir. TSK İç Hizmet Tüzüğü’nde yer alan “durumdan görev çıkarmak” ilkesi ve bu ilkenin ülkenin genel yönetimine uygulanması bu yoldaki tartışmaların odağını oluşturmak durumundadır.

 

Yine, basında yer alan bazı haberlerden, TSK’nın bu konudaki görüşünün şu şekilde olabileceği izlenimi ortaya çıkmaktadır: Osmanlı’nın yıkıntıları arasından dünyanın en güçlü devletlerine karşı Kurtuluş Savaşı yapılarak kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti’nde, Ordu çok önemlidir. Yeni Cumhuriyetin kuruluşu ile dini kendilerine alet eden birçok kişi iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu tip kişilerin eskide olduğu gibi laiklik ve demokrasi karşıtı devrim hevesi ve çabası içinde olması ordunun önemini bugün de artırmaktadır. İşte, Anayasa’mızca Genelkurmay’ın başbakana bağlı olması bu tarihsel nedenlerde saklıdır. [183]

 

TSK’nın konu ile ilgili  çeşitli etkinliklerde bulunduğu gözlemlenmektedir. Bu etkinlikler kitap ve broşür yayımlamaktan kamu görevlilerine birifing vermeye ya da sakıncalı görülen sivil kişiler hakkında bilgi toplama ve arşivlemeye kadar değişen özellikler göstermektedir. Örneğin, Harp Akademileri Komutanlığı, son yıllarda, öteki yayınlarının yanında, Türkiye’de laiklik ve irtica konularını işleyen iki kitap yayımlamıştır. “Türkiye’de İrtica Hareketleri ve Terörizm İlişkileri” adlı kitapta Nurcular, Süleymancılık, Işıkçılar gibi topluluklar ile dini motifli terör örgütleri hakkında bilgiler verilmektedir. İncelenen örgütler arasında Hizbullah, İslami Hareket Örgütü, İBDA-C, Vasat Örgütü, Malatyalılar Grubu, Tevhid Grubu, Akabe Grubu, Hizbullahi Vahdet Grubu, Milli Görüş ve Anadolu Federe İslam Devleti gibi kuruluşlar yer almaktadır.

 

2000 yılının 17 Ocak günü, polis tarafından yapılan bir baskınla ortaya çıkarılan Hizbullah Örgütü’nü ve aynı yılın bahar aylarında yapılan çalışmalarla kimliği kamuoyu tarafından daha yakından öğrenilen Tevhid Grubu gibi eli kanlı ve çok sayıda cinayet, adam kaçırma, haraç toplama, işkence yapma ve bunlardan daha önemli olarak laik Cumhuriyeti silahla yıkarak yerine şeriat esaslarına dayalı yeni bir devlet kurmayı amaçlayan ve sempatizan sayısı 20.000’e yakın olduğu belirtilen grupların daha bu kanlı yüzleri ortaya çıkmadan çok önce TSK tarafından bu şekilde açıkça ortaya konmuş olması ve gerçek amaçlarının doğruya en yakın şekilde saptanmış bulunması son derecede dikkat çekicidir.

 

“Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Laiklik İlkesinin Devamlılığının Sağlanması İçin Yapılması Gereken Faaliyetler” adlı kitapta ise şu saptamalar ve öneriler yer almaktadır: [184]

 

·     Laiklik yalnızca dinle devletin ayrılığı değil, dini çevrelerin de kontrol altına alınmasıdır.

·     Devlet laik devrime karşı çıkanların güçlenmesine izin veriyorsa o iktidar laik olmayan bir iktidardır.

·     Devlet içindeki irticai kadrolaşmanın önlenmesi ve mevcut kadroların irticai beyinlerden arındırılması vakit geçirilmeden yapılmalıdır.

·     Laik cumhuriyeti tehdit eden irticaya karşı, kararlılık ve azimle yeni bir “kurtuluş savaşı” başlatılmalıdır.

·     Özellikle tarikatlar son on beş yıl içinde büyük canlılık göstermiş, tekke ve zaviyeler neredeyse Cumhuriyet öncesi işlerliklerine ulaşmıştır.

·     Kuran kurslarında demokratik sisteme ve laik cumhuriyete tepkili olarak yetiştirilen çocukların, devletin resmi ortaöğretim kurumlarına geçişinin sağlaması irticacıların önde gelen gayretidir.

·     RP’nin kapatılmasıyla irtica savunmaya geçmiştir. Savunma, bir sonraki taarruz için hazırlanma dönemidir.

·     Akılcı bir yaklaşımla tehdidin yetiştiği ve beslendiği kaynakların kurutulması daha doğrudur.

 

28 Şubat 1997’de alınan MGK kararlarından sonra Batı Çalışma Grubu adı altında bir oluşum gündeme gelmiş ve TSK irticai etkinliklere karşı eylemli ve örgütlü bir tavır içine girmiştir. Bu tavrın özelliklerini belirtmek üzere, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na ait bir belge basında yer almıştır. Bu belgede şu sözlere yer verildiği görülmektedir: “1- Batı Çalışma Grubu faaliyetlerine yönelik olarak, ilgi ile gönderilmesi istenen bilgi ve raporlara ilave olarak, aşağıda belirtilen bilgilerin de derlenmesi ihtiyacı doğmuştur. İl ve ilçelerdeki; a. Tüm dernekler, vakıflar, meslek kuruluşları, işçi ve işveren sendikaları ve konfederasyonları, b. Yüksek öğrenim kurumları (fakülte, yüksek okul ve enstitüler), c. Yurtlar (Kredi ve Yurtlar Kurumu’na bağlı, kurum ve kuruluşlara bağlı, özel yurtlar), d. Üst düzey yöneticiler (Vali, Kaymakam, Büyükşehir Belediye Başkanları, Belediye Başkanları) ile diğer mülki makamlarda bulunan görevlilere (Müdür, Daire Başkanları) ait biyografiler, anılan şahısların siyasi görüş/yönleri, e. İl Genel Meclis ve Belediye Meclis üyeleri, f. Siyasi parti il ve ilçe teşkilatları yönetim kadroları, g. Yerel TV, radyo, gazete, dergi ve diğer basın-yayın kuruluşları. 2- Anılan bilgilerin derlenmesinde gizliliğe azami dikkat gösterilecek, gerektiğinde bölgedeki diğer askeri makamlar ile işbirliği yapılabilecektir. Temin olunan bilgiler 12 Mayıs 1997 tarihine kadar Ek’te belirtilen formatlara uygun olarak bilgisayar ortamında hazırlanarak, yazılı ve disketlere kayıtlı olarak Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na GİZLİ/KİŞİYE ÖZEL gizlilik derecesinde gönderilecektir. Bu tarihe kadar temin edilemeyenler; teminini müteakip bekletilmeksizin aynı usullerle gönderilecektir. Arz/rica ederim. Deniz Kuvvetleri Komutanı namına/emriyle.”

 

Batı Çalışma Grubu (BÇG) çalışmalarına daha sonra ara vermiştir. Dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, bu konuda şu açıklamayı yapmıştır: “Batı Çalışma Grubu vardı. Çalışmalarını askıya aldı… Bu çalışma grubu bizden önceki hükümet zamanında Milli Güvenlik Kurulu’nda da dile getirilen, o zamanki hükümet zamanında önlem alınmayan bir takım rahatsızlıklardan dolayı kurulmuştur. Bize ifade edilen, bizim hükümetimizin kuruluşu ile birlikte artık bu görevin ilgiye dönüştüğüdür. TSK bunu kendi ilgi alanında görmektedir. İlgi alanı olması da yasalarından, kendi iç görev yönetmeliklerinden kaynaklanıyor. Dolayısıyla her zaman ilgi alanı içindedir... Benim kendilerine söylediğim şudur: Bu konuda Anayasa’daki yükümlülüklerinin bilincinde olan bir hükümet işbaşındadır. Geçmişte bu konuya olan ilginizi doğal karşılıyorum. Bu konuda elinizde ne bilgi varsa aktarılır, hükümet olarak gereğini yapmak bizim görevimizdir.” [185]

 

Bazı siyasetçiler, tartışılmakta olan sorun bağlamında, siyasal iktidarla orduyu tam anlamıyla karşı karşıya getirmiştir. Dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, Emniyet Genel Müdürlüğü aracılığıyla Deniz Kuvvetleri’nden edindiği bilgilere dayalı olarak şu açıklamayı yapmıştır: “Silahlı Kuvvetler’de yasal dayanağı olduğu bilinmeyen ve hiyerarşi dışı bir gruplaşmanın teşekkül ettiği duyuldu. Araştırılan husus, Silahlı Kuvvetler içinde oluşabilecek yasa dışı bir teşebbüstür. Genekurmay’da oluşturulan Batı Çalışma Grubu’nun örgütlenmesinin hukuki dayanağı olmadığı yolunda ciddi endişeler vardır. Batı Çalışma Grubu’nun varlığı, hükümet tarafından ilk kez bu belgede öğrenildi. Belge Cumhurbaşkanı’na iletildikten sonra grubun varlığı açıklanmıştır. Organizasyonun irticaya karşı mücadele için kurulduğu ifade edilmektedir. Belgede çalışmaların irtica ile sınırlı olmadığı görülmektedir. Tartışılması gereken darbe ihtimalidir ve bu işte dahli olanlardır. Emniyet teşkilatı, demokrasimizin bozuk siciline bir kahramanlık sayfası açmıştır… Bu gelişmelerin öğrenilmesi, bir devlet görevinin başarıyla yapılmasıdır… Demokrasilerde otokontrol budur… 1971’lerde Mahir Kaynak, MİT adına ordu içindeki ‘Madanoğlu Cuntası’nı tespit etmiştir. Böylece rejime yönelik tehdit ortadan kaldırılmıştır ve kimse bu olayı, TSK’ya yönelik bir casusluk faaliyeti olarak nitelendirmemiştir.” [186]

 

Bu açıklamaya oldukça sert bir yanıtla karşılaşmıştır: “Açıklamalar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan bugüne kadar oluşan  devlet geleneğinin nasıl gözardı edildiğini, organları arasında nasıl güvensizlik yaratıldığını açıkça ortaya koydu. Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nun ek 7. maddesi, iddia edildiği gibi, diğer devlet kuruluşlarını hedef alarak ve buralarda talimatlandırılmış elemanlar kullanıp belge elde etme ve çalma yetkisi vermez. Polisin diğer devlet kurumu aleyhine istihbaratta bulunması kesinlikle yasaktır. Silahlı Kuvvetler hiyerarşiye bağlı bir emir komuta birliği içindedir. Akşener’in kendi icraatını masum göstermek amacıyla ima ettiği gibi, içinde hiç bir yasa dışı örgüt ve örgütlenme söz konusu değildir.” [187]

 

Bu çatışmayı özetleyen en dikkat çekici irdeleme ise bir bürokrata ait: “170 bin polis var, askeri darbe olmaz!...” Bu yargı ordu-sivil yönetim ilişkilerinin olası potansiyel sonuçlarını işaret etmesi bakımından özellikle üzerinde durulması gereken bir irdelemedir.

 

Bu konuda bir açıklama yapan dönemin Başbakan Yardımcısı ve Milli Savunma Bakanı İsmet Sezgin, Türkiye’nin, Refahyol hükümetinin istifasından bir gün önce, askeri müdahalenin eşiğinden döndüğünü belirtmiş ve “Anayasal düzene karşı tehlike 12 Mart ve 12 Eylül günlerinden çok daha büyüktü. Müdahale olmamasının nedeni ordunun komuta kademesinin demokrasiye bağlılığıdır” demiştir. [188]

 

Bu gelişmelerin ortaya çıkmasından sonra oluşan tepkilerin bir kesimi şöyle özetlenebilir:

 

Kenan Evren: “Tek kelimeyle iğrenç, büyük rezalet. Değil Emniyet, Genelkurmay’ı MİT’in bile dinlemeye yetkisi yoktur. Olayın içine köstebek olarak basit bir erin karıştırılması ise büyük rezalet.”

 

Abdullah Gül: “Türkiye’deki bütün Anayasal kurumların itibarı vardır. Tek kurumun itibarını koruyup, diğerini sıfırlamak mümkün değildir. Emniyet’e haksızlık yapılıyor. Adamlar görevlerini yapmışlar.”

 

İsmet Sezgin: “Bunları söyleyenin cezai ehliyeti yoktur.”

 

Turhan Güven: “Ne askerin, ne de bir başka kurumun diğerini dinleme hakkı yoktur.”

 

Askerler, zaman zaman, ülkenin siyasal durumu hakkında görüşlerini de açıklamakta ve bazen bu açıklamalar hükümetleri istifaya zorlayabilmektedir. Refahyol hükümeti Başbakanı Erbakan’ın bu açıklamalar nedeniyle istifa ettiği bilinmektedir. Artvin’de yaptığı konuşma ile Başbakan Erbakan’ı ağır bir dille eleştiren Erzurum Jandarma Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek bu yetkililerden biridir. Hürriyet Gazetesi’nden Sedat Ergin bu olay konusunda özetle şu haber-yorumu veriyor: “RP’yi eleştiren Tuğgeneral Osman Özbek’e üst kademe komutanlardan da destek geldi. Özbek Paşa için herhangi bir işlem yapılmayacağını belirten ve ‘Hükümet gitmezse, daha ağır açıklamalar gelecek, buna hazır olun’ diyen üst düzey komutanlar, artık bıçağın kemiğe dayandığını söylediler. RP’nin boy hedefi haline gelen Özbek’le girilen bu kuvvetli dayanışma, aynı zamanda Ordu-Refah ilişkilerinin kopma, daha doğrusu ‘kontrolden çıkma’ noktasına geldiğini de gösteriyor. Ordu içindeki rahatsızlığın son günlerde ciddi bir tırmanışa geçmesinin ardında iki somut olay var. Bunlardan birincisi, RP yanlısı bir grubun sahnelediği ve halkı açıkça orduya karşı silahlanmaya teşvik eden tiyatro oyunu. İkincisi ise RP’nin hacca yaptığı çıkartmayla birlikte Suudi Arabistan’dan televizyonlara yansıyan görüntüler… Ordunun beklentisi, arzusu sır değil. Askerler, RP’li koalisyonun Meclis içinden bulunacak bir çözümle bir an önce sona ermesini istiyorlar: ‘Çözümü muhalefet parlamento içinde getirmeli. Ancak Meclis’in içinde daha çok iş takipçiliği ile meşgul olanlarda ne yazık ki bu hassasiyeti görmüyoruz’.”  [189]

 

Ege Ordusu Komutanı Orgeneral Doğu Aktulga emekliye ayrılması nedeniyle yaptığı konuşmada, TSK’nın devletin iskeleti olduğunu belirterek, ülke yönetimi ile ilgili görüşlerini açıklıkla ortaya koymaktadır: “İskelet çökerse devlet de çöker. İskeletin böylesine saptırılmış, yozlaşmış demokrasi anlayışı ve bir türlü kavranamayan düşünce ve ifade özgürlüğü kaosunda çok sağlam olması, ulusun çağdaş yaşamı için ön koşuldur. Hele bir çok yönetim yetersizliklerinin ve umursamazlığın, tehdit algılamadaki beceriksizliğin kol gezdiği koşullarda, bu görev daha titiz bir bakış açısı ve yaklaşımı zorunlu kılmaktadır… Temelin çimentosu olan laiklik, hayati bir değer taşır. Bu çimentoyu atarsanız devlet depremdeki şehirlere döner, tanımı felakettir… Bizim ülkemizde, özellikle şeriatçı saldırılar başta olmak üzere, bölücülük gibi ciddi tehditler vardır. Dolayısıyla ürettiğimiz güvenlik hizmeti olağanüstü değer taşır.”

 

Bu açıklamalar, zaman zaman, en üst kademelerden de gelebilmektedir. Genelkurmay Başkanı Kıvrıkoğlu, Marmara Depremiyle ilgili olarak basınla yaptığı sohbet toplantısında 28 Şubat ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “28 Şubat’ta Milli Güvenlik Kurulu’ndan 18 maddelik bir karar çıkmıştır. Burada tavsiye edilen 18 karardan temel eğitim de dahil olmak üzere yalnızca 4 tanesinin kanunu çıkmıştır. Ancak diğerlerinin de çıkmasını teşvik edici bir durum görmüyoruz. Bir de ‘28 Şubat’ bitmiştir’ şeklinde yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. 28 Şubat bir süreçtir. 1923’te başlamıştır ve bu tarihten bu yana irticaya endeksli olarak sürmektedir. Bunu müdafaa olarak kabul ediyoruz. 28 Şubat gerekirse 10 sene sürecektir. Bu gerekirse 100 sene, gerekirse 1000 sene devam edecek bir süreçtir. Meclis 1 Ekim tarihinde açıldığında 28 Şubat’ın kalan diğer kanun tasarılarını hızla ele alınmasını bekliyoruz.” [190]

 

RP ve daha sonra FP yetkilileri de asker-sivil ilişkileri konusunda çeşitli yorumlarda bulunmaktadırlar. FP Genel Başkan Yardımcısı Veysel Candan, askeri çevrelerin 28 Şubat kararlarının yasalaştırılması için ısrarcı olduklarını söylemekte ve  “Kimsenin Meclis’e şu yasa çıksın diye söylemeye hakkı yoktur. Burada yetki aşımı var. Asker, sivil herkes kendi görevini yapmalıdır... Askeri çevrenin 28 Şubat tavsiyelerinin yasalaşması için ısrarları var. Yasaları TBMM’de milletvekilleri teklif eder. Hükümetler de tasarı getirir. Bunun dışında kimsenin yetkisi yoktur” demektedir. Refahyol döneminin ‘irtica brifingleri’ne de gönderme yapan Candan, yargıya dayatmaların kabul edilemeyeceğini söylemektedir. 28 Şubat’tan bu yana milletin devlete güveninin kalmadığını savunan Candan, 28 Şubat önerilerine esas olan raporların sağlıklı olmadığını belirtmektedir. Candan, irtica ile ilgili raporların Diyanet İşleri, asayişle ilgili olanların da İçişleri Bakanlığı tarafından hazırlanması gerektiğini belirtmekte, Anayasa ve hukuk değişiklikleri yapılana kadar asker-sivil herkesin bunlara uymak zorunda olduğunu ileri sürmektedir.

 

Yukarıda yapılan değerlendirmeler ülkenin demokratikleşmesi açısından çok önemli unsurları içinde barındırmaktadır. Konu bir anlamda, içinden çıkılamayacak kadar karmaşıktır. Bir yandan ülkede, devlet düzenini bozmak ve Anayasa’da belirtilen Cumhuriyet’in temel niteliklerini değiştirmeyi amaçlayan güçlerin varlığı ve bu güçlerin din gibi son derecede stratejik bir silahı kullanarak kitleleri etkilemeye çalışmaları ve öte yandan Anayasa’nın ve Atatürk devrim ve ilkelerinin korunması ve sürdürülmesi kararlılığı bu çelişkinin iki temel dinamiğini oluşturmaktadır.

 

Avrupa Birliği üyeleri gibi, pek çok demokratik ülkede askerle ilgisi olmayan bir konu olarak kolay bir şekilde çözümlenebileceği savunulan konu, Türkiye’nin kendisine özgü toplumsal gerçekleri devreye girdiğinde yanıtsız ve çözümsüz kalmaktadır. Ancak, yeni bir yüzyıla giren ve Avrupa Birliği’ne üye olmayı temel hedef olarak benimseyen Türkiye’de, yönetime müdahale etmek kabul edilemez bir davranıştır. Bunun yanında hemen belirtilmelidir ki, çok önemli bir toplumsal güç ve ülkenin en iyi örgütlenmiş kesimi olarak TSK’nın ülke sorunları konusunda görüşlerini açıklamalarındaki yarar da hiç kimse tarafından yadsınmamalıdır.

 

12 Eylül’ün Yargılanması ve Ara Dönemde Çıkan Yasaların Geçerlilik Durumunun Sorgulanması

 

12 Eylül rejimi ülkemizde tartışma konusu olmaya aradan geçen 20 yıla karşın hala devam etmektedir. Anayasa’nın geçici 15 inci maddesi bu konuyu düzenlemiş olması nedeniyle giderek artan bir yoğunlukta değişim isteklerine konu olmaktadır. Bu madde, iki bölümden ibarettir. Birinci bölümü, bu dönemde çıkarılan yasaların Anayasa’ya aykırılıklarının öne sürülemeyeceği ve ikinci bölümü de 12 Eylül yöneticilerinin herhangi bir suç iddiası ile yargı önüne çıkarılamayacakları hükmünü öngörmektedir. Her iki bölüm de, doğal olarak, hukuk devleti ve demokrasi ilkeleri açılarından ciddi eleştirilere konu olmaktadır.

 

Bir kere, 1982 Anayasası’nın geçici 15 inci maddesi 12 Eylül döneminde çıkarılan yasaların Anayasa’ya aykırılığının öne sürülemeyeceğini hükme bağlamaktadır. Bu nedenle “değiştirilemez” ve “yargılanamaz” özellikleri taşıyan bu yasaların diğer yasalardan farklı bir konumda olması anti-demokratik bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır. Aradan geçen yaklaşık 20 yıllık süreden sonra bu yasaların Anayasa Mahkemesi tarafından incelenmesine olanak verilmesi konusunda kamuoyunda fikir oydaşlığı ortaya çıkmıştır. Bu gereksinim, Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk tarafından da bir kaç kez açıkça yinelenmiştir. Siyasal partilerde de, bu yolda genel bir fikir birlikteliği gözükmektedir. FP, MHP ve DYP geçici 15 inci maddenin tümüyle kaldırılmasını istemektedir.

 

Tartışılan ikinci konu ise 12 Eylül askeri darbesini yapanların yargılanmaları isteğidir. Benzer bir durum Yunanistan’da yaşanmıştır. Yunanistan’da darbe ile işbaşına gelen Papadopulos ve ekibi daha sonra yargı önüne çıkarılmıştır. 12 Eylül yöneticilerinin yargılanmasını isteyenler aynı olgunun Türkiye’de de yinelenmesinin demokratikleşme yolunda önemli bir adım olacağını belirtmektedirler. Bu bağlamda, ANAP ve DSP 12 Eylül yasalarının yargılanmasına olumlu bakarken, 12 Eylül yöneticilerinin yargılanmasına olumsuz bakmaktadırlar. Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk bu konuda şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Eğer maddenin tamamı kaldırılırsa, o dönemde görev yapanların tümünden hesap sorulmasına kadar gidebilir. Bu da Türk toplumunda nasıl bir gerilime yol açar düşünün. Maddenin tamamının kaldırılması toplumsal rövanşizme yol açar.” [191]

 

Ancak, ülkede demokratikleşme ve Anayasa değişikliği çalışmaları yoğunluk kazanırken bu partilerin görüşlerinde zaman içinde değişiklik yaptıkları gözlemlenmektedir.

 

Ekim 2001’de gerçekleşen Anayasa değişikliği bu konuda önemli hükümler getirmiştir. Yukarıda yer alan çözümlemeye koşut olarak, 12 Eylül döneminde çıkarılan mevzuata ilişkin olarak anayasal yargı denetimi yolu açılmış ancak 12 Eylül’ü gerçekleştirenlerin yargılanmasıyla ilgili engelleyici hüküm saklı tutulmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin bu bağlamdaki ilk kararları ortaya çıkmaya başlamıştır.

Demokratik Katılım Süreçleri

 

Türkiye’de siyasal tıkanıklığın temel nedenleri arasında gösterilen çok önemli etmenlerden biri de ülkedeki demokratik katılım olanaklarının yetersizliği ve denetim süreçlerinin eksikliğidir. Bu alandaki eleştirilerin başında yurttaşların örgütlenme hakkının sınırlanması ve kullanılmasının izne bağlanması gelmektedir. Bu bağlamda, özellikle kamu personelinin sendikalaşması, toplu sözleşme yapması ve grev hakkını kullanması üzerindeki kısıtlamalar dikkat çekmektedir.

 

1995 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikleri kapsamında yapılan değişiklikler bu yolda önemli ve olumlu sonuçlar getirmiştir. Değişiklikler çerçevesinde, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolu kurmaları yolundaki anayasal engel kaldırılmış, üniversite öğretim üyelerine siyasal partilerin genel merkez organlarına katılabilme yolu açılmış ve yüksek öğrenim öğrencilerinin siyasal partilere üye olabilmelerine olanak verilmiştir. Ancak, anayasal değişiklerin bir anlam içermesi, bu konuda hazırlanması gereken yasaların bir an önce yasalaştırılarak yürürlüğe konmasına  bağlıdır. Yapılan bu değişikliklerle demokratik siyasal katılımın genişletilmesine daha fazla olanak verilmiştir. Ancak, bu yolda varlığı bilinen öteki engellerin de kaldırılması yararlı olacaktır.

 

Yukarıda belirtildiği üzere, 1995 yılında yapılan anayasa değişikliğiyle, seçme yaşının 18’e indirilmesi önemli bir olumlu gelişme olarak ortaya çıkmıştır.  Bu  çerçevede seçilme yaşının indirilmesi konusu üzerinde de durulması gerekmektedir.

 

Öte yandan, göreve seçimle gelmiş görevlilerin kendisini göreve getirenler tarafından geri çağrılması -yani, görev sürelerini tamamlamadan görevlerine son verilebilmesi- gibi kurumların yokluğu ve referandum gibi kurumların etkili bir şekilde kullanılamaması seçilenlerin yeterince denetlenememesine ve yurttaşların demokratik görev ve ödevlerinin yalnızca oy verme günüyle sınırlanmasına neden olmaktadır.

 

Demokratik katılım ve denetim konusunda ortaya çıkan sorunlardan bir başkası da vatandaşa karşı duyulan güvensizliktir. Kamuda yapılmakta olan işlemlerde esas itibarıyla vatandaşa karşı güvensizlik anlayışı egemendir. Bu nedenle yurttaşların beyan ve açıklamalarının doğruluk derecesinin belgelenmesi istenmektedir. Bu durum yurtttaşları demokratik katılım ve denetim süreçlerini daha yoğun olarak kullanmak konusunda cesaretsizlendirmektedir.

Sivil Toplum Kuruluşları: Üçüncü Sektör

 

Demokratik katılımı sınırlandıran başka bir neden de, sivil toplum örgütlerinin ve hükümet dışı gönüllü kuruluşların yeteri kadar gelişmemiş olmalarıdır. Bu durum, demokrasinin en önde gelen koşullarından biri olan örgütlü toplumun ortaya çıkmasını engellemektedir. Demokrasi, yurttaşların karar alma sürecine en fazla ölçüde ve en doğrudan katıldıkları ve kendileri adına yönetim kademelerine getirilmiş olanları en fazla denetleyebildikleri rejimin adıdır. Toplumların demokratik olma düzeylerini gösteren ölçütlerin başında katılım ve denetim yetkilerinin güçlülüğü gelmektedir.

 

Bu amaç ve hedeflerin Türkiye’de elde edilebilme düzeyini saptayabilmek açısından bu tür örgütlerin önde gelenleri ile ilgili olarak kamuoyuna yansıyan haberlerden bazı örnekler aşağıda verilmiştir:

 

“TÜSİAD demokrasi ofisi açıyor. Demokratikleşme önündeki engellerin aşılması için hükümet üzerinde baskı gücü oluşturmaya hazırlanan TÜSİAD, bu amaçla Ankara’da bir ofis kuracak.”

 

“THK’da vurgun.”

 

“Emniyetçilere vakıf sorgusu. Ankara Cumhuriyet Savcısı ‘Türk Polisini Güçlendirme Vakfı’nın gelirlerini kişisel çıkarları için kullandıkları’ gerekçesiyle haklarında soruşturma başlattığı (sorumluların) ifadesini aldı…”

 

“Meclis’ten zehir zemberek Kızılay raporu.”

 

“THK kazdıkça batıyor.”

 

“THK da kayyuma gidiyor.”

 

“Sivil başkaldırı. Halk gücünün farkına vardı. Vatandaş, deprem felaketi ve af rezaletinde demokrasi dersi verdi. Kıvılcım deprem felaketinde çaktı. Yardıma koşan sivil toplum kuruluşları Ankara’nın olumsuz tavrına karşı ‘ortak akıl’ üretti. Sağcısı, solcusu 101 kuruluş devlete ‘gölge etme’ çağrısı yaptı. Hareketin öncüsü, lideri yoktu. Deprem ‘sivil uyanış’ için milat oldu. İkinci direniş ‘Af Yasası’nda gerçekleşti. Bu kez bireyler sahneye çıktı. Çetelerin affedilmesine, katillerin salıverilmesine telefonla, faksla, mektupla isyanlarını dile getirdiler...”

 

Üçüncü sektör ya da sivil toplum kuruluşları ile ilgili olarak ortaya çıkan temel sorunları şu şekilde sıralamak olanaklıdır: kişisel çıkarların ön plana alınması, yolsuzluklar, rüşvet, benmerkezcilik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, toplumun güveninin kaybolması, niteliksiz eleman bolluğu, kötü yönetim, planlama eksikliği, hantal örgütsel yapılar, iç yönetimde demokratik süreçlerin işleyememesi, temel politikaların ve stratejik planların yokluğu, hiyerarşik merkezi yapının egemenliği, topluma karşı yabancılaşma, muhasebenin saydam olmaması, resmi devlet kimliği ile bütünleşme, kuruluşu rant sağlama aracı olarak görme, gerçek amaçlardan uzaklaşma, proje bazında hizmet üretememe, politikacıların dayanılmaz ağırlığı, politik güdüler ve tercihler, öteki sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği ve eşgüdüm içine girmeme, statükoculuk, değişimi ve yenilenmeyi sağlayamama, denetim eksikliği,  iletişim kopukluğu…

Öneriler

Daha önceki bölümde ayrıntıları ile belirlenen sorunlarla ilgili olarak uygulanması yararlı sonuçlar doğurabilecek olan bazı çözüm önerileri aşağıda belirtilmiştir:

Herşeyden önce belirtilmelidir ki, “devletin tekliği, ulusun bütünlüğü ve vatanın bölünmezliği” temel ve değişmez ilkelerdir.

Ancak, buna karşılık, ülkede daha demokratik bir toplumsal ve siyasal ortama geçilmesi yolunda hem gerçekçi bir gereksinim ve hem de bu gereksinimin yukarıda belirtilen temel ilkelere zarar gelmeksizin gerçekleştirilebilme olanakları vardır. Bu konuda ana hedef, daha önce sözü edilen, “Fadime Sendromu’nu ortadan kaldırmak olmalıdır. “Fadime”ler devlet kurumlarına tam bir güven duygusu içinde ve yüreklerinde hiç bir korku olmaksızın meydanlara inebilmeli, -yanlış ya da doğru- isteklerini ve dileklerini cesurca başbakanlarına iletebilmeli, bunların dikkate alınacağından emin olmalı ve söylediklerinden ötürü Devletin kendilerine haksız, yersiz ve yasa dışı baskı ve yaptırımlar uygulayabileceği endişesinden uzak olmalıdır.

Devlet yönetiminde tam bir saydamlık sağlanmalıdır.

İnsan hakları tam ve mükemmel koşullar altında güvence altına alınmalıdır. Yukarıda belirtilen temel ilkeler saklı kalmak koşuluyla, hiç bir gerekçe Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının doğuştan sahip oldukları ve devredilemez ve bölünemez nitelikli insan haklarını tam olarak kullanmasının önünde geçiktirici ve engelleyici bir etmen olarak ortaya çıkmamalıdır.

İdam cezası bütünüyle kaldırılmalıdır.

İşkence insanlık suçudur. İşkencenin her türü kesinlikle önlenmelidir. Türkiye’de işkencenin varlığını kabul etmek; ancak, bunun bir devlet politikası olmadığını söylemek işkencenin önlenmesi açısından yeterli değildir. Devletin ana görevi işkenceyi önlemektir. Bu nedenle, devlet işkenceyi önlemeyi amaçlayan önlemleri almak ve uygulamaya koymak zorundadır. Bu önlemler işkenceye uğrayanların yeniden topluma kazandırılması önlemlerini ve uğradıkları maddi ve manevi zararların devlet tarafından tazmin edilmesini de içermelidir. Ödenecek tazminatlar işkenceyi yapanlara rücu edilmelidir.

Kürtçe dilinde yayın yapılabilmeli ve herkes dilediği ismi alabilmelidir.

Haberleşmenin mutlak özgürlüğü esas olmalıdır. Devlet, hiç bir şekilde yurttaşların haberleşme özgürlüğünü kısıtlamamalı ve sansür etmemelidir.  Telefon  ve  mektup  haberleşmesi -elektronik ortamda gerçekleştirilen iletişim de dahil olmak üzere- izlenmemeli, açılmamalı ve dinlenmemelidir. Kamu görevlilerinin ya da özel bazı kurum ve kuruluşların aksi yöndeki eylem ve davranışları -Watergate örneğinde olduğu üzere- görevin kötüye kullanılması ve özgürlüklerin kullanılmasının sınırlanması suçu kabul edilerek kovuşturulmalıdır. Bu durumun tek istisnası, bu bölümün başında belirtilen ölçütler ışığında, her bir olay için ayrı ve olaya özgü kalmak koşuluyla yargıç kararının elde edilmiş olması hali olmalıdır.

MGK anayasal bir kurum olarak saklı tutulmalı ve ana işlevi ulusal güvenlik politikasının hazırlanması, uygulanmasının izlenmesi ve değerlendirilmesi olmalıdır. Ancak, MGK esas olarak bir danışma kurulu olarak düzenlenmeli, oluşum biçimi genişletilmeli, hem bazı yeni bakanların Kurul’a katılmaları sağlanmalı ve hem de ana muhalefet partisinin lideri Kurul’a üye olmalıdır. Kurul, görüşlerini hükümete “bildirmek” yerine “önermek” durumunda olmalıdır. Bu değişiklik gerçekleşmiştir.

Demokratik rejimin işleyişine hiç bir şekilde müdahale edilmemelidir. Ara rejimler ve yönetime el koyma girişimleri demokrasi ile bağdaşmayan uygulamalardır. Silahlı kuvvetlerin ülkenin yönetimi ile ilgili görüş ve önerilerini yasal yollarla ilgili kurumlara bildirmeleri elbette son derecede doğal ve haklı bir yöntemdir. Ancak, bu haklılığın kullanılma şekli, ülkede son sözün söylenme hakkının seçilmiş ulus temsilcilerinin bütününün oluşturduğu TBMM’ne ait olduğu ilkesini gölgede bırakacak ve TBMM’nin mutlak iradesini sorgulanabilir duruma düşürecek biçem ve koşulların ortaya çıkmasına yol açmamalıdır.

Haber alma örgütleri birleştirilmelidir. Bunun olanaklı olmaması durumunda ise, bu örgütler arasında işbirliği ve eşgüdüm kesin olarak güvence altına alınmalı, bu örgütlerin birbirleriyle yarışmaları ve birbirlerine düşmanlıkları önlenmeli ve farklı siyasal odakların kendi kamusal haber alma örgütlerini kurma girişimleri ya da bu örgütleri kendi çıkarları ve amaçları doğrultusunda kullanma istek ve girişimlerine kesin olarak olanak verilmemelidir.

12 Eylül yasaları Anayasa Mahkemesi denetimine tabi olmalıdır. Bu amaçla, Anayasa’nın Geçici 15 inci maddesi değiştirilmelidir. Bu öngörü Ekim 2001’de gerçekleşmiştir.

Gerek ulusal düzeyde ve gerekse yerel düzeyde demokratik katılım süreçleri çeşitlenmeli, zenginleştirilmeli ve kolay uygulanabilir kılınmalıdır. Seçilme yaşının düşürülmesi, referandumun geliştirilmesi, kamusal nitelikli bazı kurum ve kuruluşların yasa ve karar önerme yetkisine kavuşturulmaları,  yerel meclislerin toplantılarının halka açık olma ilkesinin kabulü ve seçilmiş organların görev süreleri dolmadan geri çağrılabilmeleri bu yolda düşünülebilecek seçenekler arasındadır.

Hükümet dışı gönüllü kuruluşlar demokratik katılımı sağlayan ana unsurlar olarak desteklenmeli, güçlendirilmeli ve özendirilmelidir.

Düşünce ve fikir yayma özgürlüğü mutlak güvence altına alınmalıdır. Ancak, düşünce ve fikri yayma özgürlüğünün bazı kişiler tarafından “propaganda” yapmak ve çıkar sağlamak amacıyla kullanılmasına da olanak verilmemelidir. Devlet, özgür olmaları gereken basın ve yayın organları üzerinde yasa dışı hiç bir güç ve yaptırım kullanmamalı, basının otokontrolü esas olmalı ancak otokontrol gerçekçi bir işlerliğe ve caydırıcı yaptırımlara kavuşturulmalıdır.

Toplumun daha kolay bir şekilde örgütlenebilmesi ve görüşlerini daha iyi duyurabilmesi için Anayasa’da yer alan ve ilgili yasalarla pekiştirilen kısıtlamalar ortadan kaldırılmalıdır. Dernek kurma hakkı ile ilgili olarak Anayasa’da yapılan son değişiklikler bu yolda önemli bir açılım getirmiş olmakla birlikte aynı yaklaşımın üzerinde kısıtlama uygulanan öteki kesimlere ve toplantı ve gösteri yürüyüşü ile ilgili hak ve özgürlüklere yansıtılması ülkede demokratikleşmenin geliştirilmesi bağlamında önemli yararlar sağlayacaktır.

Özel sektörde çalışan işçilerin sendikal haklarını daha kolay kullanabilmeleri için mevcut yasalarda var olan ve hakkın kullanılmasını zorlaştırıcı ve güçleştirici nitelikte olan engeller ortadan kaldırılmalıdır.

Siyaset yapması yasaklı gruplar kavramı ortadan kaldırılmalıdır.  Bilim adamları ve öğrenciler üzerindeki yasakların Anayasa değişikliği ile kaldırılması önemli bir gelişme yaratmıştır. Söz konusu değişikliklerin anlamlı sonuçlar üretmesi bu konuda çıkarılacak yasalara bağlı kılındığından konu ile ilgili yasaların bir an önce yürürlüğe konulması sağlanmalıdır.

Öte yandan, kamu görevlilerinin yerel yönetim meclislerinde yer alamamaları ile ilgili düzenlemelerin gözden geçirilmesi ve en azından bu kişilere yerel yönetim meclislerinde üye olmak hakkının verilmesi gerekmektedir.

Türk toplumu çok genç bir nüfus yapısına sahiptir. Seçme ve seçilme yaşının yüksekliği önemli büyüklükteki nüfus gruplarının demokratik haklarını kullanamamaları ile sonuçlanmaktadır. 1995 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile seçme yaşı 18’e indirilmiş ancak seçilme yaşında bir değişiklik yapılmamıştır. Seçilme yaşının aşağıya çekilmesi demokratik katılımın gençleşmesine yol açacaktır.

Devlet organlarının vatandaşlarla ilişkilerinde egemen olduğu gözlemlenen güvensizlik ortamı belirgin bir güven ortamına dönüştürülmeli ve bu ortamın yaratılması için bu yolda mevcut mevzuatta yer alan hükümler düzeltilmelidir.

 


 

BÖLÜM  11

 

 

 

TÜRKİYE’DE

SİYASET,

SİYASETÇİ  VE

SİYASAL PARTİLER SORUNU

 

 

 

 

 

 

Görünüm

Siyasal partilerimizden ve politikacılarımızdan topluma yansıyan bazı olaylar…

 

“Uzlaştılar ve kurtuldular. CHP’nin hem Yılmaz’ı, hem de Çiller’i Yüce Divan’a gönderme hesabını, ANAP’la DYP arasındaki yeni hükümet pazarlıkları bozdu. İki parti, liderlerinin Yüce Divan’a gitmesini önlemek için son anda uzlaştı. Çiller’in Malvarlığını Soruşturma Komisyonu’nun dünkü toplantısında FP, ANAP, DYP ve DSP birlikte hareket etti. Çiller’in Yüce Divan’a gitmesi, 2 CHP’linin kabul oyuna karşılık 12 oyla reddedildi. Aynı saatlerde Başbakan Mesut Yılmaz’ın Malvarlığını Soruşturma Komisyonu’nda da benzer manzara yaşandı. FP’nin ve CHP’ye destek vermesine karşın Yılmaz’ın Yüce Divan’a gitmesi 5’e karşı 10 oyla kabul edilmedi.”

 

“Hoca meğer üyeymiş. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, RP lideri Erbakan’ın, başında Kaddafi’nin bulunduğu Uluslararası İslam Halk Komutanlığı’na üyeliğini resmen doğruladı.”

 

“Yüce Divan yolu. Selçuk Parsadan’ın mahkumiyetini dün onaylayan Yargıtay 6. Ceza Dairesi, örtülü ödeneğin 5.5 milyar lira dolandırıldığını da tesçil etti.”

 

“Flash TV baskınında DYP kuşkusu. TBBM Araştırma Komisyonu’nun raporunda ‘dönemin DYP’li Ulaştırma Bakanı’nın başından beri olayların içinde olduğu kuşkularının arttığı’ belirtildi.”

 

“Telefon dinleme skandalı. Anayasa’nın 22’nci maddesini ihlal edip, gizlice kaydettirdiği Doğan Holding ve Hürriyet Gazetesi yöneticilerinin özel telefon görüşmelerini açıklayan DYP Genel Başkan Yardımcısı Meral Akşener suç işledi. Bu suçun hatırlatılması üzerine sinirlenen Akşener, ‘Ben de bedelini öderim’ dedi.”

 

“Konak’taki çete ‘tele-kulakla’ yakalandı. … Partisi Konak İlçe Başkanı İzmir’de çete kurarak ihaleleri alıp haraç topladığı iddiasıyla gözaltına alındı.”

 

“… Meclis’te kadın dövdü. … Milletvekili, döner kapıdan yavaş geçtiği gerekçesiyle … adlı kadını bir tokatta yere serdi.”

 

“ ‘İllallah’ dedirten … milletvekili. Torpilleriyle bürokratları canından bezdiren milletvekili, bir düğünde ortalığı ayağa kaldırdı. Milletvekili, peşpeşe silah sıkıp panik yaşatırken, yanına gelen polisleri de ‘Siz kim oluyorsunuz da neşemizi bozuyorsunuz?’ diye kovdu.”

 

“Milletvekili trafik polisini dövdü.”

 

“… İl Başkanı bakanlıkta oda bastı. İl Başkanı, Sağlık Bakanlığı Personel Genel Müdürü’nü, kendisiyle görüşmediği gerekçesiyle odasını basarak tartakladı.”

 

Yukarıda, yalnızca bazı örnekleri verilen olayların da işaret ettiği üzere, Türk siyasal rejimini ve demokratik düzenini yakından etkileyen sorun alanlarından birinin siyasal parti sisteminin yozlaşması olduğu hiç bir kuşkuya ve duraksamaya yer bırakmayacak kadar açık bir olgudur.               

 

Siyasal parti sisteminin yozlaşmasına yol açan nedenlerin başında siyasal partilerde kamu yararını gerçekleştirme amaç, ideal ve anlayışının terkedilmesi ve parti yöneticilerinin ve üyelerinin siyasal ve ekonomik gelecek beklentilerinin sisteme egemen olması gelmektedir.

 

Bunun yanında, sistemin önemli oranda israfa yönelik olması ve siyasal uzlaşmayı zorlaştıran niteliklere sahip olması da üzerinde ısrarla durulan sorun odakları arasında yer almaktadır. [192]

Siyasal Partilerin Kurumsallaşamaması Sorunu

 

Demokrasilerin vazgeçilmez kurumunun siyasal partiler olduğu sloganı kuşkusuz doğrudur. Doğru olan bir başka yargı da siyasal partilerin kurumsal yapılarının sağlıklı ve güçlü olduğu ölçüde demokrasinin de o ölçüde güçlü ve sağlıklı olacağıdır. Bu açıdan bakıldığında ülkemizde siyasal partilerin kurumsallaşma düzeyinin yeterince güçlü ve sağlıklı olmadığı görülmektedir. [193]

 

Bu savı doğrulayan önemli kanıtlardan birini Fazilet Partisi ortaya koymuştur. Sıkı bir otorite anlayışına ve tek kişinin değişmez liderliğine (‘de iure’ ya da ‘de facto’) dayalı olan bu Parti, son Genel Kurulu’nda partinin lideri ve genel merkezi tarafından onaylanmayan ikinci bir genel başkan adayının ortaya çıkması üzerine bu adayı saf dışı bırakmak amacıyla Parti Tüzüğü’nde ani ve parti örgütüne yeterince duyurulmayan değişiklikler yaparak parti organları için yapılacak seçimlerde uygulanması gereken ilke ve kuralları değiştirmiştir. Yargıtay Başsavcılığı da bu değişikliği yasaya aykırı bularak Kongre’nin hukuksal açıdan geçersiz olduğunu açıklamıştır.

 

Bu durum, ülkemizde birinci parti konumuna gelmiş partilerin dahi yeterince kurumsallaşamadığını göstermektedir. Ancak, hemen belirtmek gerekir ki, tüm siyasal partiler, parti içi demokrasi, tartışma özgürlüğü ve üyelerin liderden farklı davranabilmeleri açılarından önemli sınırlılıklar içinde bulunmaktadır.

 

CHP’nin eski Genel Başkanı Altan Öymen döneminde hazırlıklarına başlanan yeni parti tüzüğü çok eski bir parti olmasına karşın CHP’ye  bazı yeni ilkesel yenilikler getirmek istemiştir. Parti’nin kurumsal yapısını güçlendirmeyi amaçlayan yeniliklerin bir kesimi şöyle: genel seçimlerde başarısız olan parti yönetiminin görevden ayrılmak zorunda bırakılması, mal ve servet beyanı ilkesi, seçim ve kampanya harcamalarında saydamlık ilkesi, kamu kurumlarıyla ekonomik ve ticari ilişkide bulunmamak ilkesi, ocak örgütlenmesi ilkesi, kadınlara kota ilkesi ve üye aylıklarının ödenmesi zorunluluğu.

 

Pek çok batılı demokraside siyasal partilerin genel alışkanlıkları ve yazılı kuralları içine girmiş bu ve benzeri kavramların ülkenin en eski  partisi olan CHP ile yeni tanışmakta olması ülkemizdeki siyasal partilerin kurumsallaşma düzeyinin ne denli geri olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Bu konuda en önemli değerlendirmelerden biri 10 uncu Cumhurbaşkanı Sezer’den gelmiştir. Sezer, parti içi demokrasi ile ilgili olarak şunları söylemektedir: “Türkiye’de demokratikleşmeyi istiyorsanız bunu önce Siyasi Partiler Kanunu’ndan başlatın. Bugün Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engellerden biri Siyasi Partiler Kanunu’dur. Bunun en kısa zamanda değişmesi gerekir. Milletvekillerini biz mi seçiyoruz, halk mı seçiyor? Liderler seçiyor. İşte bu ve benzeri maddelerin değişmesi gerekir.” [194]

 

Türkiye’de Politik Etik ve Politikacının Etik Anlayışı

 

Ülkemizde politik sistemin içinde bulunduğu etik çerçevenin anlaşılabilmesi için ilginç örnek olaylar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu örnek olayların irdelenmesi politikanın ahlak profilinin belirlenmesi bakımından önem taşımaktadır.

 

İncelenmesi gereken örnek olaylardan birincisi, süresi dolan dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’in süresinin uzatılması için iktidar partileri tarafından geliştirilen ve muhalefet partileri tarafından da büyük çapta benimsendiği anlaşılan yöntemdir. Burada, bizim açımızdan önemli olan nokta, kimin ne kadar süre ile Cumhurbaşkanı olması değil fakat bu önemli sorunun çözümlenmesi için geliştirilen modelin etik boyutlarıdır. Geliştirilen çözüm modeline göre, Anayasa’da değişiklik yapılarak, Cumhurbaşkanı’nın görev süresi yedi yıldan beş yıla indirilecek ancak buna karşılık aynı kimsenin iki kez arka arkaya aynı göreve seçilebilmesi olanaklı olacaktır. Kuşkusuz, bu bir siyasal çözümdür ve eleştirilebilecek bir yanı yoktur.

 

Ancak, yine Anayasa’ya göre, bu önerinin referanduma gitme zorunluluğu olmadan kabul edilebilmesi için gerekli oyu iktidar partileri sağlayamamakta ve ayrıca da miletvekillerinin gizli yapılacak oylamada nasıl oy kullanacakları bilinememektedir.

 

Bu şüphelerin aşılabilmesi için ve Cumhurbaşkanlığı ile ilgili Anayasa değişikliği önerisinin gerçekleşmesini sağlamak amacıyla geliştirilen yöntem iki konuda ödün verilmesinden oluşmaktadır. Bunlardan biri, milletvekilleri aylıklarının doğrudan TBMM tarafından belirlenmesine ve böylelikle de milletvekillerinin istedikleri kadar aylık alabilmelerine olanak sağlayan Anayasa değişikliğidir. İkinci ödün de, Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından kapatılması için Anayasa Mahkemesi’nde dava açılmış olan Fazilet Partisi’ne mensup üyelerin oylarının alınabilmesi için Anayasa’nın siyasal partilerin kapatılması ile ilgili hükümlerinin parti kapatmanın olanaksız derecede zorlaştırılmasını sağlayacak düzeyde değiştirilmesidir. Her iki önerinin, Cumhurbaşkanı’nın seçimi ile ilgili değişiklikle birlikte ve bir arada oylanması öngörülmüştür. Böylelikle, Cumhurbaşkanı’nın süresinin uzatılması güvence altına alınacaktır. Bunun karşılığında, milletvekilerine ve milletvekili emeklilerine sınırsız aylık artışı ve kapatılması öngörülen bir partinin kapatılmasının olanaksız duruma getirilmesi ödün olarak verilecektir. İşte bu formül Türkiye’de politikanın etik çizgisini ortaya koymak bakımından büyük bir önem taşımaktadır.

 

Konuya ilişkin görüşlerini açıklayan Mümtaz Soysal şunları yazmaktadır: “15 Şubat (2000) günü Zimbabwe’de halkoylaması yapıldı ve önerilen bir anayasa değişikliği yüzde 55 çoğunlukla reddedildi. Değişiklik, Cumhurbaşkanı Robert Mugabe’nin altışar yıllık iki dönem daha başkanlık yapmasını öngörmekteydi… Halkoylamasında ‘evet’ çıksın diye, oya sunulan aynı metne Anayasa’nın 57. maddesini değiştiren bir hüküm eklemişler; buna göre, değişiklik kabul edilirse, İngiliz yönetiminden kalan beyazların elindeki topraklar da kamulaştırılacakmış. Yine de sonuç ‘hayır’ çıkmış. Beş milyon seçmenin 3 milyon 700 bini sandık başına bile gitmemiş… Türk demokrasisinin düne kadar sömürge durumunda olan bir Kara Afrika ülkesiyle aynı paralele düşmüş olması hazin bir olaydır. ‘Beş artı beş’ formülünü Meclis’ten geçirmek için kuyruğuna ‘kıyak emeklilik’ ve ‘parti kapatmayı zorlaştırma’ maddelerini eklemeye kalkışmanın başka anlamı var mı?” [195]

 

Üzerinde durulması gereken bir başka örnek olay da, milletvekili emeklilerinin aylıklarını artırmak üzere geliştirilen siyasal çözüm modelidir. 1984 yılından beri 17 kez gündeme getirilen, 9 kez Cumhurbaşkanı tarafından iade edilen, 8 kez Anayasa Mahkemesi’nin iptal ettiği düzenleme TBMM tarafından bir kez daha kabul edilmiştir. Ancak bu kez, yasanın kapsamı değiştirilmiş ve yargı ile birlikte bazı üst düzey bürokratlar da yasa kapsamı içine alınmıştır.

 

Tasarının yasalaşması için de özel bir yöntem kullanıldığı anlaşılmıştır. Önerinin, TBMM Kanunlar ve Kararlar Dairesi’nce incelenmesine izin verilmemiş, olması gerekenin aksine, hükümetin görüşü sorulmamış,  “spekülasyonlara yol açmamak için” öneri basına dağıtılmamış ve aniden geldiği Bütçe ve Plan Komisyonu’nda görüşülmeksizin kabul edilmiştir.

 

TBMM’de görüşülmesi sırasında öneriyi savunan Komisyon Başkanı Metin Şahin’in şu sözleri dikkat çekicidir: “Eğer milletvekillerine hizmetlerin karşılığı olan maaşı vermezseniz sıkıntı çeker ve gelir getirici başka arayışlara girer.” [196]

 

Güngör Uras, bu olayla ilgili yorumunda şunları yazmaktadır: “Bundan önce Anayasa Mahkemesi’nin 8 defa iptal ettiği ve de sadece kendilerini ilgilendiren bir kanunu milletvekillerinin ‘allayıp, pullayarak ve de şeklini değiştirerek’ bir daha kanunlaştırmaya çalışmaları ‘kanuna karşı’ hiledir... Bu defa milletvekilleri ‘hile’nin de ötesine geçerek kanunun Anayasa Mahkemesi’nde iptalini önlemek için ‘rüşvet’ dağıtmaya kalkmış durumdadır. Milletvekilleri için çıkarılacak ‘kıyak emeklilik’ kanununun Anayasa Mahkemesi tarafından iptalini önlemek için ‘milletvekillerine sağlanan kıyaklar’ yanında, Anayasa Mahkemesi üyeleri ile yüksek rütbeli subaylara da ‘kıyak ödeme’ yapılması için kanuna eklemeler yapılmış… Kasım ayının sonlarında milletvekillerimiz ‘Deprem oldu… Bu depremden zarar görenlere yardım için ek vergi çıkaralım’ dediler... Depremden yürekleri yanan Türk halkı ‘deprem vergisini’ ‘gık çıkarmadan’ içine sindirdi. Deprem vergisi tebliği… yayınlandı… Tabloya bakıyorum. Köyde yaşayan bir bakkalın, bir minibüsçünün yıllık geliri 31 milyon 800 bin lirayı aşıyor ise vatan borcu olarak 1 milyon 590 bin lira ‘deprem vergisi’ ödeyecek…Ücretler üzerindeki ‘deprem vergisi’ ile ilgili maddeyi okudum. 1998 yılında ücret geliri 12 milyar lirayı aşmayanlardan deprem vergisi alınmayacak diye madde konulmuş… Köydeki bakkal… yıllık geliri 31 milyon lirayı aştı diye vergi veriyor da ücretli 12 milyar lira için neden hiç vergi ödemiyor?… Öğrendim ki, 1998 yılında milletvekillerimize ‘ücret’ adı ile yapılan ödemelerin toplamı 12 milyarı geçmiyormuş. Diğer ödemeler ‘tazminat’, ‘yolluk’ gibi başka isimlerle yapılıyormuş. Bunun için 12 milyar liranın altındaki ücretler vergi dışında kalınca saygıdeğer milletvekilerimiz deprem vergisi ödemekten kurtulmuş. Bazıları buna kanuna karşı hile, bazıları da ‘ayıp’ diyor.” [197]

 

Oysa, bu olayın içinde yer aldığı mali yılın Bütçe Kanunu, enflasyonla mücadeleyi gerekçe göstererek, tüm kamu çalışanlarının aylık artışlarını yüzde 25 ile sınırlandırmış ve gerek halktan ve gerekse özel sektörden enflasyonla mücadele hedefinin tutturulması için azami özveri istemiştir.

 

Buna karşılık, dünyanın bir çok ülkesinde yasama organı üyelerinin kendi aylık ve ödeneklerini kendilerinin saptamadığı görülmektedir. Örneğin, İsrail’de aylıklar bağımsız bir komite tarafından saptanmaktadır. Bir çok ülkede de, yapılan artışların bir sonraki dönem itibarıyla yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmaktadır.

 

Türkiye’de politikacının davranışlarını uzun yıllardan bu yana belirleyen bir başka etmen de, din olmuştur. Yurttaşların dinsel eğilimlerini partileri açısından oya dönüştürmek isteyen politikacılar dinden, din akımlarından, dinsel nitelikli örgütlenmelerden ve din adamlarından sürekli olarak yararlanmak istemişlerdir. Toplumun eğitim düzeyinin yetersizliği ve dinsel inançların bireysel davranışları belirlemedeki gücü bu yoldaki yönlendirmeleri kolaylaştıran bir unsur olmuştur.

 

Nitekim, Meclis Anayasa Komisyonu, türbanın Meclis Genel Kurulu’nda giyilmesinin yasak olduğunu karar altına almaya cesaret edememiştir. Yaşanan son türbanlı bayan milletvekili nedeniyle, İçtüzük’ün 52 nci maddesinde değişiklik yaparak bayan TBMM üyeleri ile görevlilerinin başı açık olarak görev yapmalarını öngören girişim komisyonda kabul görmemiş ve önerge 5’e karşı 10 oyla reddedilmiştir.

 

Yine, TBMM tarihinde ilk kez olmak üzere, Cuma namazı nedeniyle Genel Kurul çalışmalarına ara verilmiştir. Oysa, üzerine yemin edilen laiklik ilkesi din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngörmektedir.

 

Dini değerleri ön plana çıkararak politika yapan bir siyasal partinin mesleği giysi tanıtmak olan bayan mankenleri, yani bir anlamda cinselliği, politik çıkar ve destek amacıyla kullanmaya çalışması,  ülkemizde siyasal etik anlayışının düzeyini göstermesi bakımından dikkatle irdelenmek durumunda olan bir başka politik davranış biçimidir.

 

Siyaset adamı ile yakın ilişkili bir başka önemli kavram da, tarikat kavramıdır. Türkiye, geçmiş 50 yılında, bu olgu ile sık sık yüzyüze gelmiştir. Siyaset adamları tarikat liderlerinden sürekli olarak oy beklemişlerdir. Bunun bedeli ve karşılığı da Cumhuriyet’in Anayasa’da sıralanan özelliklerinden ve “devrim yasaları”ndan ödün verilmesi olmuştur.

 

Politikanın ve politikacının etik anlayışını belirleyen bir başka etmen de politikacı-işadamı ilişkileridir. İşadamlarının  bürokrasi ile ilişkilerini düzenleyen ve sermayenin yasal ya da yasal olmayan işlerini parasal karşılık sağlayarak takip eden millet temsilcilerinin varlığı hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak kesinlikte bir gerçektir.

 

Bu durum bizzat TÜSİAD yöneticileri tarafından da dile getirilmektedir. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Erkut Yücaoğlu, seçilen milletvekilerinin meclise para kazanmak amacıyla gittiğini savunarak şunları söylemektedir: “Biz milletvekillerinin gerekli yasal düzenlemeyi yapmalarını beklerken, onlar iş takip etmek, para kazanmak için meclise gidiyor”. [198]

 

Bazı işadamları ise bu görüşü çok daha ileri götürerek milletvekillerinin parayla satın alınabildiğini süylemektedirler. Kanal D’de yayınlanan “Teke Tek” programında Fatih Altaylı’nın sorularını yanıtlayan Jet-Pa Holding’in sahibi Fadıl Akgündüz kamuoyu önünde şunları ileri sürmüştür: “İsteseydim Sergen’e verdiğim parayla milletvekili satın alırdım. Ben dedim ki, bazı şirketler var ki gizliden gizliye gidip milletvekili satın alıyor. Bunu herkes konuşuyor… Eğer isteseydim şirketimin bir yatırımı olarak, Jet-Pa’nın ihtiyacı olsaydı, Sergen’e yaptığım yatırımla 20-25 tane milletvekili alırdım. 10 milyara, 50 milyara, 30 milyara milletvekili alıyorsun.” Altaylı’nın “O kadar ucuz mu? sorusuna Akgündüz şu yanıtı veriyor: “O kadar ucuz. Seçimden sonra da göreceksiniz ne kadar hareket olacak Meclis’te.” [199]

 

Soruna kendi açılarından çözüm getirmek isteyen TÜSİAD, “iş ahlakı ilkeleri”ni yenilemek üzere çalışmalara başlamış ve yeni ilkeler arasına politikacı-işadamı ilişkilerini de almıştır: “Şirketler, yan kuruluşları, iştirakleri ile bağlı oldukları şirket veya kuruluşlarında, aktif görevde olan milletvekillerini ve kamu görevlilerini istihdam etmezler, yönetim, denetim ve diğer hiç bir organlarında görev vermezler. Kendilerinden ne ad ve nam altında olursa olsun danışmanlık, temsilcilik, aracılık, bilirkişilik vs. hizmet talep etmezler. Böyle bir ilişki içinde olmaz ve kanunların elverdiği şekil ve limitlerin dışında maddi yardımda bulunmaz, açıkça bir siyasi partiyi ya da politikacıyı desteklemezler. Siyasi parti üyelerini çıkar beklentisi ile istihdam etmezler. Çalışmalarının siyasi partilerle olan ilişkilerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmez ve bu ilişkilerden çıkar elde etmeye çalışmazlar.” [200]

 

Nitekim, DYP eski Genel Başkanı adayı Köksal Toptan “Balina Operasyonu’nun lideri M.N.’dan 100 milyar değil 15 milyar aldım” diyerek politikacı ile işadamları arasındaki parasal ilişkileri açıklayan ilk kişi olmuştur. Toptan, politikanın finansmanı konusunda şu itirafta bulunmaktadır: “Türkiye’de kendi öz serveti olmayan milletvekilleri, seçim ve kongre masraflarını eş dost yardımları ile karşılıyorlar. DYP Genel Merkezi geçen yıl teşkilatlara para gönderemiyordu. Seçim ve kongre masrafları adayların üstünde kalıyordu. Sayın M.N. de o çerçevede bana bir miktar yardımda bulunmuştur.”   [201]

 

Türkiye’de siyasetin çok olumsuz yönlerinden bir başkası da, siyasetçi-yeraltı suç örgütleri-işadamı üçgeni arasında kurulan ilişkilerdir. Ülkede, hepsi olmasa dahi, bir kısım siyasetçinin, ekonomik gücünü sermaye sahiplerinden ve vurucu gücünü de yasa dışı ve yeraltı etkinliklerde bulunan gruplardan almaya çalıştığı yolunda güçlü bir inanç vardır.

 

Siyasette güçlenebilmenin ve yükselebilmenin yolu ve koşulu olarak para ve kaba güç etmenleri ön plana çıkmaktadır. Kuşkusuz, bu olanaklar siyasetçiye karşılıksız olarak sunulmamakta ve desteğin faturası zaman zaman önlerine konulmakta ve desteğin bedeli ödetilmektedir. Türkiye’de siyaset yapma pratiğinin özünde ve temelinde yer alan bu olgu siyaseti ve dolayısıyla da demokrasiyi kirletmektedir.

 

Bu konuda bir açıklama yapan TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan, “yeraltı suç örgütleri-siyasetçi zincirini kırın” çağrısı yapmaktadır. Kayhan, “Siyasette reformu iş dünyası rastgele gündeme almadı. Mevcut siyasal sistemden herkes rahatsız… Meclis’te farklı kompozisyonlar içinde de olsa, siyasal reformlara destek bulmak mümkün. Siz iktidarı çeteleri temizleme taahhüdü ile aldınız. İlişkiler ağının uç noktalarında bazı isimler yakalanıyor ve adalete teslim ediliyor, ama zincirin halkaları bir türlü tamamlanamıyor. Susurluk bilmecesi çözülemediği gibi, ülke hergün yeni bilmecelerle yüz yüze kalıyor. Bu bilmecelerin kamu vicdanını tatmin edecek biçimde çözülmesi için yeraltı suç örgütleri ile siyasetçi bağının kalıcı olarak koparılması zorunlu. Bu bağ koparıldığında, yeraltı suç örgütleri mensuplarının işadamı kılığında meşrulaşma çabalarına destek sağlayan her türlü siyasi rant operasyonunun da damarları kesilmiş olacaktır” demektedir. [202]

 

Ülkemizde politik etiğin içinde bulunduğu koşullar açısından bir başka belirleyici örnek olay da, yargılanmaları gereken bazı siyasal liderlerin karşılıklı anlaşma ve destek yoluyla birbirlerini aklamaları ve böylelikle de hesap vermekten sıyrılmaları olgusudur.

 

Bu örneklerden en sonuncusu ANAP Lideri Mesut Yılmaz ile DYP Lideri Tansu Çiller’in birbirlerini aklama operasyonudur. DSP Lideri Bülent Ecevit de çeşitli gerekçelerle bu aklama içinde rol ve pay sahibi olmuştur. Böylelikle, her iki lider de haklarında alınan Yüce Divan’a “gönderilmeme” kararı ile hesap vermek zorunluluğundan kurtulmuşlardır.

 

Politik etik düzeyini belirleyen bir başka unsur da milletvekillerinin partiler arasında yaptıkları transferlerdir. Bir anlamda, kendilerini ve sahip oldukları siyasal düşünceyi parlamentoda temsil etmeye söz verdikleri seçmenlerin oylarına ihanet etmek anlamına gelen bu eylem türü ülkemizde politikacının bireysel çıkarlarının bir savunma aracı olarak kullanılmaktadır.

 

Partisi ile açmaza düşen milletvekili  kendisine oy veren yüzbinlerce insanın oyunu kendisine oy verilmemiş bir başka partiye taşıyabilmektedir. Bu eylem türü yüzbinlerin kandırılmasından, ancak beş yılda bir kullanabildikleri demokratik haklarının gasbından ve oylarının boşa çıkarılmasından başka bir şey değildir. Ekonomik ve siyasal çıkar sağlamak amacıyla bu tür bir davranışın sergilenebilmesi ve bu eylemin sıradanlık niteliği kazanması ülkemizde politikanın ve politikacının etik anlayışını sergileyen bir başka olgudur.

 

 

Etik anlayışın bir başka görüntüsü de, yasama görevinin yerine getiriliş biçimidir. Temas ve incelemelerde bulunmak üzere yurt dışına giden yasama heyetlerinin bir kısım üyelerinin bu çalışmalarda bulunmak yerine zamanını eğlence yerlerinde geçirdiği anlaşılmıştır. Bir görevlinin şu sözleri dikkat çekicidir: “Heyeti gezdirmekle görevli kişiler emir kuludur. Söylenileni yapmak durumundadırlar. Bu tür eğlence yerlerine gitmek her gelen heyette alışkanlık olmuş”. [203]

 

Nitekim, temiz siyaset için yasama dokunulmazlığının sınırlandırılmasını isteyen ve bu amaçla Anayasa’da değişiklik yapılmasını öngören tasarısına TBMM Genel Kurulu’nda ancak 300 evet oyu verilebilmiş ve referanduma gidebilmek için gerekli olan 367 oy toplanamamıştır.

 

Milletvekilleri, dokunulmazlıklarının kaldırılmasını ve hatta sınırlandırılmasını istememektedirler. Bu nedenle, dokunulmazlıkların kaldırılması için yapılan Anayasa ve Adalet Komisyonu toplantıları sıklıkla kavgalara sahne olmaktadır. Bu bağlamda en sık kullanılan yöntemlerden biri de dokunulmazlık dosyasının karara bağlanmasının yasama dönemi sonuna bırakılması, yani rafa kaldırılmasıdır.

 

Türkiye’de siyasetin kirlendiğini ve Türk halkının parlamentoya güvenmediğini belirten MHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Yahnici’nin ABD ve İngiltere’den bazı parlamenterleri TBMM’ne davet ederek “Siyasi Etik Nedir?” konulu konferanslar verdirtmesi ülkemizde bu konuda karşılaşılan en ilginç güncel olaylardan birisi olmuştur. Yahnici bu girişimle ilgili olarak, “Yürütme, yargı ve yasama erkinden TBMM’yi çıkarttığınız takdirde demokratik cumhuriyetten bahsetmek mümkün değil. TBMM güçlü ve itibarlı olmak zorundadır. Parlamento, ahlaklı ya da ahlaksız diye vasıflandırılamaz. Parlamenter ahlaklı ya da ahlaksızdır. Parlamenterler örnek teşkil etmeli. Soygun, vurgun, rüşvet ve ahlaksızlığa değil, bunlarla mücadeleye örnek olmalıdır. Türkiye’de etik ile ilgili yasalar var ama bunların düzgün uygulanması lazım” demiştir. [204]

 

Siyasi ahlak konusunda İstanbul’da bir konferans veren İsrail Meclisi “Knesset” üyesi Abraham Poraz kendi ülkesinde geçerli etik anlayışı konusunda şu örnekleri vermektedir: “İzak Rabin, Washington Büyükelçiliği yaptığı dönemde karısı adına açtığı birkaç bin dolarlık banka hesabı yüzünden başbakanlıktan istifa etmişti.  İsrail yurttaşlarının yabancı bankalarda hesap açmaları yasaktır… Rabin’in bir tarihte açtığı sonradan unuttuğu bu küçük banka hesabı 1977 yılında ortaya çıktı. Rabin derhal istifa etti. Eşi de para cezası ödemeye mahkum oldu… Netanyahu ve karısı hakkında da benzer bir soruşturma devam ediyor. Yasa gereği, resmi sıfatınızla aldığınız ... hediyelerin değeri 100 doları aşıyorsa o hediye devletindir. Makamınızdan ayrılırken bırakmanız gerekir. Netanyahu ve eşinin bu tip hediyeleri yanlarında götürdükleri iddia ediliyor… Yakın bir tarihte bir eski İçişleri Bakanımız rüşvet almaktan hapse girdi… Milletvekilleri … otobanlarda 110 kilometrelik hız limitini aştıklarında veya araçlarını yanlış yere park ettiklerinde mahkemeye veriliyor, cezası neyse ödüyorlar. Yasal soruşturmayı gerekli kılan hallerde milletvekili dokunulmazlığı engel teşkil etmiyor… Milletvekilleri, yasama görevi dışında herhangi bir iş yapamazlar İsrail’de… Yapabileceğimiz tek iş kitap yazmak. Eğer yeteneğiniz varsa opera da yazabilirsiniz. Meclis üyeleri maaşlarını kendileri belirleyemiyor. Kendi kendilerine kıyak yapabilecekleri düşüncesiyle. Bağımsız bir komite tarafından saptanıyor maaşlar. Şu an net 3 bin dolar civarında maaş alıyoruz.” [205]

 

Siyasal etik sorunu, kuşkusuz, yalnızca ülkemize özgü bir sorun değildir. Rusya’da Yeltsin, Almanya’da Kohl, İsrail’de Netanyahu ve Weizman içinde bulunduğumuz günlerin dünya çapında konuşulan konularıdır.

 

Günümüzde, özellikle, gelişmekte olan ülkelerde yoğunlaşan siyasal etik sorunu bakımından ülkeleri etik sorunu olanlar ya da olmayanlar şeklinde ikiye ayırmanın yanlış olduğu anlaşılmaktadır. Doğru olan ayrım ise siyasal etiği koruma altına alacak güvencelerin geliştirilmiş ya da geliştirilmemiş olduğudur. Tüm gelişmekte olan ülkeler gibi ülkemiz de ikinci grupta yer almaktadır.

 

Türkiye’de kurumsal politikanın etik çizgisi yukarıda temel özellikleriyle belirtilmeye çalışılmıştır.

 

Ancak, bu konuda Ocak 2001’de meydana gelen bir olaya özellikle değinmek gerekmektedir. TBMM Genel Kurulu’nda, İçtüzük değişikliği ile ilgili olarak yapılan görüşmeler sırasında iktidar ve muhalefet partilerine mensup milletvekilleri arasında yaşanan kavga ve tartışmalar sırasında, Şanlıurfa milletvekili Fevzi Şıhanlıoğlu büyük bir olasılıkla aldığı yumruk darbeleri sonucunda kalp krizi geçirerek yaşama veda etmiştir. Bu somut olgu, yasama ve etik sorununun ülkemizde ne denli büyük bir açmaz içinde olduğunu açıklıkla ortaya koymaktaır.

 

Türkiye’de siyaset yapma sürecinin en başta gelen sorunlarından birini etik kavramının göreli yokluğu oluşturmaktadır. Ulusal ve yerel siyaset adamları arasında sıklıkla görülen, Machiavelle’ci davranış ve yaklaşımlar, bireysel çıkarların her şeyin önünde ve üstünde tutulması, yurttaşların kanun önünde eşitliği ilkesini bozan ve yasalara aykırı kayırmalara çıkar karşılığı göz yumulması ve hatta yardımcı olunması, Türkiye’de siyasetin uygulanma koşulları çerçevesinde etik kavramının önemsiz ve değersiz bir kavram ve olgu olarak gözardı edilmesi ve bir yana bırakılması ile sonuçlanmaktadır.

 

Yukarıda verilen bazı örnek olaylar, ülkede sıklıkla görülen ve halk vicdanında da uzun yıllardan bu yana sürdürüldüğüne inanılan bu olumsuz ve tehlikeli olgunun sayısız örneklerinden yalnıza bir kaçıdır.

 

Arı Düşünce ve Toplumsal Gelişim Derneği tarafından hazırlanan “Ahlaki Yeniden Yapılanma ve Toplam Ahlaka Doğru: 3- Siyasal Ahlak” başlıklı raporda, siyasal ahlakın bozulması ve siyasal yozlaşmanın giderek yaygınlaştığı, bunun da tüm toplum üzerinde etkili olduğu belirtilmektedir. Raporda, siyasal karar alma sürecinde yaşanan yozlaşmaların günümüz modern toplumlarında rüşvet, irtikap, zimmet, ihtilas ve adam kayırmacılıkla sınırlı olmadığı; hizmet kayırmacılığı, oy ticareti, lobicilik, rant kollama, siyasal manipülasyon ve benzeri yozlaşmalar da yaşandığı işleri sürülmektedir. Raporda, “Temiz siyaset arayışındaki toplumlarda kamu yönetiminde yeniden yapılanma reformu mutlaka yapılmalıdır” denilmektedir. [206]

 

Oligarşik Yönetim Yapısı

 

“Partilerde oligarşi var” diyen Prof. Dr. Hurşit Güneş şunları belirtmektedir: “Bence yaşanan bir ideal ve fikir erozyonu. Siyasi partiler fikri farklılıklarını büyük ölçüde erozyona uğratarak birbirlerinden oy çalmaya çalıştılar. Bu siyasi partileri yozlaştırdı, kendi ideolojik köklerinden kopardı... Aslında demokrasiye siyasi liderler gölge düşürüyor. Çünkü siyasi partilerin içinde demokrasi yok, oligarşi var. Eğer içlerinde demokrasi olsaydı, siyasi partiler demokrasiyi yerleştirme, güçlendirme mücadelesi verebilirdi.”  [207]

 

Bu durum bizzat liderlerin yaptığı itiraflarla da ortaya çıkmaktadır. Bir parti genel başkanının parti yöneticileriyle yaptığı bir konuşmada söylediği şu sözler bu açıdan çok anlamlıdır: “Beni savunanların önünü açmadım mı? Onları bakan yapmadım mı?...  Bizi savunanlarla yola devam ederiz. Bundan sonra beni savunanı ön plana çıkaracağım, bakan yapacağım. Beğenmeyen de burada oturmaz.”

 

Parti İçi Demokrasinin Yetersizliği

 

Part içi demokrasi siyasal partilerde önemli ölçüde kaybolmuştur. Fazilet Partisi’nin ilk Genel Kurul toplantısında yaşanan gelişmeler bu eksikliği açıkça ortaya koymaktadır.

 

Her ne kadar yapılan gelen kurul toplantısında oldukça demokratik bir sahne sergilenmişse de, bu noktaya kadar geçen aşamalar içindeki olgular parti içi demokrasinin gerçek koşulları konusunda daha farklı görünümler ortaya koymaktadır.

 

Abdullah Gül’ün, Parti’nin yenilikçi kanadının adayı olarak ikinci genel başkan adayı şeklinde ortaya çıkması parti içinde dayanılmaz sancılar yaratmıştır. Bu sancılar, ancak, Gül’ün seçimi kazanamayacağı anlaşılınca dinmiştir.

 

Bu bağlamda, Parti örgütüne genelgeler gönderilmiş ve genelgede “Bizim kongrelerimizde iki aday çıkması davaya ihanettir. Bunu yapan ahirette cayır cayır yanar” [208] gibi skolastik, anti-demokratik ve otokratik görüşlere yer verilebilmiştir.

 

Fazilet Partisi’nin ilk genel kongresinin yapılmasına iki gün kala yapılan Tüzük değişikliği ile parti içi demokrasi rafa kaldırılmıştır. Yapılan değişikliğe göre, herhangi bir kongre üyesi ne kadar oy alırsa alsın seçilen genel başkanın önerdiği listede yer almıyorsa seçilmiş sayılmayacaktır.

 

Bu durum, hem Anayasa açısından sağlıklı bir durum değildir ve hem de hukukun genel ilkelerine aykırıdır. Çünkü, bu uygulama biçimi içinde part içi muhalefet tümüyle ortadan kalkmış olacaktır.

 

Aynı durum, Cumhurbaşkanlığı seçimleri nedeniyle MHP’de de yaşanmıştır. Devlet Bakanı Sadi Somuncuoğlu, Cumhurbaşkanlığı için aday olmuş ancak bu girişimi partisinin bazı milletvekilleri tarafından önlenmek istenmiş, kendisine partisinin töreleri anımsatılmış, hakarete uğramış ve bu girişiminin bedelini bakanlık görevinden azledilmekle ödemiştir.

 

Yasa Dışı Uygulamalar: Ganimetin Paylaşılması, Yolsuzluk, Rüşvet ve Bağış Sorunu

 

Türkiye’de “ganimetin paylaşılması” sistemi yürürlüktedir. Devlet olanakları siyasal partiler, siyaset  adamları ve milletvekilleri aracılığıyla kötüye kullanılmaktadır. Siyasal partiler yasalara aykırı uygulamaların içine de girebilmektedir.

 

Sabah Gazetesi’nin görüşlerini yansıtan “Sabah Diyor ki” köşesinde Sabah Gazetesi “Kara Para” başlıklı yorumda şu konuyu gündeme getirmektedir: “Bugün çoğu Fazilet’li olan 88 Refah Partisi yöneticisi zimmetlerine 2 trilyon lira geçirmekle suçlanıyor! Paranın büyük kısmını Hazine yardımı ve partiye bağışlar oluşturuyor. Yasalar ‘Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılan siyasi partinin bütün malları Hazine’ye geçer’ hükmünü taşıyor. Hazine avukatları, Refah yöneticilerinin bu parayı Hazine’ye kaptırmamak için iç ettiklerini öne sürüyor. Paranın bir kısmı sahte makbuzlarla parti örgütlerine dağıtılmış gibi gösterildi, bir kısmının hiç izi bulunamadı. Bu paranın faiziyle geri alınması için açılan davaya bakmaya başlayan Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesi dün, Necmettin Erbakan’ın da aralarında bulunduğu 10 parti yöneticisinin malvarlıklarına ihtiyati tedbir konulmasına karar verdi… Kayıt dışı para demek, kanun dışı ve ahlak dışı faaliyetin finansmanı demektir. En azından oy satın almak için kullanılır. Böyle bir para, parti yöneticilerini illegal faaliyetlere özendiren tahriklerin kaynağıdır. Demokraside kara para kullanan parti olmaz. Neden?...  Çünkü... Kara para ile aydınlık işler yapılmaz.” [209]

 

MHP eski Genel Başkanı Türkeş’in, son günlerde ortaya çıkan yurt dışı hesapları bu partinin kapatılması olasılığına karşı o günlerde çeşitli önlemler alındığını göstermektedir. Bu paranın kaynakları, geliş biçimi, harcanma koşulları ve daha sonra da tümüyle yok olması Türkiye’deki siyasal parti gerçeğini tüm açıklığıyla ortaya koymaktadır. Evrensel standartların egemen olduğu demokratik bir ortamda, bu tür ilişkilerin varlığı söz konusu olamaz.

 

Partilerin ve siyaset adamlarının devlet ve kamu olanaklarının yağmalanmasına yönelik eylem ve girişimlerinin trajikomik örnekleri artık Türkiye’de sıradan günlük olaylar konumuna gelmiştir. “Ahtapot” operasyonundan, “Beyaz Enerji” operasyonuna, “Deli Dana” skandalından “AKTAŞ” skandalına ve “Paraşüt” operasyonuna kadar sayısı artık yüzleri bulan büyük kapsamlı soygun olaylarının bir tek aktörü sabittir ve de hiç değişmemektedir: siyasetçi.

 

Türkiye’de siyaset kirlenmiştir. Siyaset, rant sağlama eksenine oturmuş ve siyasetçiler ve siyasal partiler ortak çıkarları gerektirdiğinde siyasal etik kurallarını bir yana iterek birbirlerine yardımcı olma yarışına girmişlerdir. Siyasal partiler, ortak çıkarları gerektirdiğinde, Anayasa’dan ve yasalardan ödün verebilmektedirler.

Siyasetçinin Kalitesi

 

Ülkemizde siyaset yapma gerçeğiyle ilgili tartışmaların bir başka önemli boyutu da, siyaset adamının kalitesi ile ilgilidir.

 

Türkiye, hem kaliteli politikacı yetiştirememekte ve hem de eğitsel, kültürel ve davranışsal kalitesi yetkin ve yeterli olan unsurları politika yapma süreci ve uğraşı içinde tutamamaktadır. Bu yolda bir deneme yapmak isteyenler de, kötü paranın iyi parayı piyasadan kovması gibi, bir süre sonra dışlanmakta ve politika dışına itilmektedir. Bu sürecin sonucu olarak, ülkede politika yapma işlevi parası ve ekonomik gücü olan ancak genel yetkinliği ve yeterliliği kuşkulu kişilere ve kliklere kalmaktadır.

Siyasal Partilerin Kapatılması Sorunu

 

Yukarıda yapılan açıklamalar, demokratik yaşamın en önemli ve vazgeçilmez aktörü olan siyasal partiler olgusunun yozlaşma içinde bulunabileceklerini göstermektedir. Bu durumda ortaya çıkan sorun ise yozlaşmanın yaptırımının ne olacağıdır.

 

Demokratik açıdan gelişmiş ülkelerde bu açıdan herhangi bir sorun yoktur. Zira, sorun yasalarla tam olarak düzenlenmiş ve konulan kurallar da toplum ve siyaset odakları tarafından benimsenmiştir. Bu nedenle, bu ülkelerde siyasal partilerin kapatılması gibi demokrasi açısından sakıncalı bir durum ortaya çıkmamakta ancak yasaya aykırı davranan kişiler hakkında hukuksal yaptırımlar uygulanmaktadır.

 

Türkiye’deki durum oldukça farklıdır. Bir kere, demokrasisi gelişmiş ülkelerde kurulu düzeni kökten değiştirme ve hatta yıkma amacına yönelik olarak kurulan siyasal partiler yoktur. Oysa, Türkiye’de hem bölücü ve hem de dinci amaçları açıklıkla bilinen siyasal partiler vardır. İkincisi, mevcut bir “Siyasi Partiler Kanunu” vardır; ancak, bu Yasa siyasal partilerin ve seçimlerin finansmanı konularında yeterli düzenlemeler içermemektedir. Üçüncüsü, bu Yasa parti içi demokrasinin güvence altına alınması ve lider sultası ya da oligarşik yapı olarak nitelenen sakıncalı durumun önlenmesi konularında yeterli düzenlemeler içermemektedir.

 

Bu nedenlerle, Türkiye’de, siyasal partilerin kapatılması konusu sıklıkla gündeme gelmektedir. Örneğin, Anayasa Mahkemesi’nde Fazilet Partisi’nin kapatılması ile ilgili davanın iddianamesinde şu görüşlere yer verilmektedir: “FP yöneticileri, kamu kurumlarında ve üniversitelerde başörtüsü ile ilgili mevzuatı uygulayan görevlilerin laikliğe aykırı davranışta bulunduğunu ve suç işlediklerini iddia ederek, halkımızın bir bölümünü devletimize karşı kışkırtmayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Seçimlerden önce türbanını hiç bir şekilde çıkarmayacağını söyleyen Merve Kavakçı’nın Meclis’te yapacağı eylemi tüm FP milletvekilleri ve parti yöneticileri önceden biliyordu. Basın toplantısına FP’li milletvekillerinin katılması eylemin planlandığı ve teşvik edildiğinin delilidir. RP’li yöneticilerin FP’yi kurdurduklarını çocuklar dahi bilmektedir. Habis bir ur gibi demokrasimizin sağlıklı işlemesini engelleyen, Anayasal düzenimiz için daima açık ve yakın tehlike oluşturmuş bu çeşit partilerin kapatılması Türkiye Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar yaşatabilmenin vazgeçilmez koşuludur.” [210]

 

Kapatılan Refah Partisi ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararında şu hüküm yer almaktadır: “Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri nedeniyle Anayasa’nın 68 ve 69. maddeleriyle, 2820 sayılı Siyasi Partiler Yasası’nın 101. maddesi B bendi ve 103. maddenin 1. fıkrası gereğince, Refah Partisi’nin kapatılmasına … oy çokluğu ile karar verilmiştir.” [211]

 

Bu gelişmelere karşın, 18 Nisan 1999 seçimleriyle oluşan parlamento siyasal partilerin kapatılması konusunda daha zorlaştırıcı bir sistemi benimsemiştir. FP’nin, “tahkim” ile ilgili hükümet düzenlemelerine destek verme karşılığında hükümetin FP’ye Siyasi Partiler Yasası’nda istediği değişiklikleri vermesiyle gerçekleşen süreç sonucunda “yasak eylemler odağı olmak” kavramının yeni bir tanımı yapılmıştır. Buna göre, bir siyasal parti, “yasak eylemin odağı” haline “parti büyük kongre, merkez karar ve yönetim kurulu veya TBMM grup yönetim ve genel kurulunca zımnen veya açıkça benimsenmesi ve parti organlarınca kararlılıkla işlenmesi durumunda” gelmiş sayılacaktır. [212] Bu değişiklik, siyasal partilerin kapatılmasının olanaksız denebilecek düzeyde zorlaştırılması anlamına gelmektedir.

 

Siyasi Partiler Yasası’nda yapılan öteki değişiklikler ise şunlardır: partilerin mal edinmelerinin denetim altına alınması, partilerin gençlik ve kadın kolları ile yurt dışında temsilcilik açmalarına izin verilmesi, seçmen yaşının 21’den 18’e düşürülmesi, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile işçi ve işveren sendikaları ile bunların üst kuruluşları, dernekler, vakıflar ve kooperatiflere bağış yasağının kaldırılması, bir kişinin aynı yıl içinde bir partiye yapabileceği bağış miktarının 50 milyon liradan 2 milyar liraya çıkarılması,  yurt dışındaki Türk işçilerden bağış alınabilmesi yolunun açılması, partilerin kredi ve borç almalarının yasaklanması, belgesiz yapılacak harcamaların üst sınırının 5 bin liradan 5 milyon liraya yükseltilmesi, yasaya aykırı olarak edinilen mal ve kazançların Hazine’ye gelir kaydedilmesi, partilerin kapatılmasına neden olanlara verilen 10 yıllık siyaset yasağının 5 yıla indirilmesi, Anayasa’ya aykırı eylemde bulunanların partiden ihraç edilmesi, yasa dışı bağışların cezalandırılması ve para cezalarının yükseltilmesi.

 

Bu bölüme Fazilet Partisi’nin kapatılma davası nedeniyle Anayasa Mahkemesi’ne verdiği savunmanın özetiyle son vermek gerekiyor. Fazilet Partisi savunmasında şunları ileri sürüyor: “... Demokrasi toleranstır, çoğulculuktur. Laik demokratik Cumhuriyet bu milletin başardığı bir modernleşme projesidir ve millet bunu tutmuştur, benimsemiştir. 76 yıl sonra sanki dün dikilmiş bir fidan gibi, mahallenin birkaç yaramaz çocuğunun itelemesiyle söküleceğini, devrileceğini, söylemek 76 yıllık zamana haksızlık olur. Şüphesiz her toplumda her fikrin, inancın, ipe sapa gelmezleri vardır. Siyasi partiler bir anlamda bunların enterne edildiği demokratik platformlardır. FP bir gerçekliktir. FP’nin olmaması durumunda bunun siyasi tabloya yansıması nasıl olacaktır? Türkiye acaba gittikçe gelişme istidadı gösteren şovenizme dört nala at koşturmaz mı? Bir kaç beyandan, birkaç kişinin çirkin görüntüsünden yola çıkarak, siyasete müdahale doğru sonuçlar vermemiştir. Kapatma konusu bu çerçevede istisnai olarak düşünülmelidir. Kapatmak için acil toplumsal ihtiyaç olmalıdır.” [213]

Öteki Ülkelerden Örnekler ve Türkiye İle Karşılaştırılmaları

 

Ülkemizdeki siyasal partilerle Avrupa’daki siyasal partiler birlikte ele alındığında temel bir çelişkiyle karşılaşılmaktadır. Avrupa’da, siyasal partilerin popüler geçerlilikleri azalırken kamusal ayrıcalıkları artmaktadır. Buna göre, Avrupa’da, siyasal partilerden hoşnutsuzluk ve partilere güvensizlik artmakta, partiye bağlılık ve bir parti ile özdeşleme duygusu azalmakta, partilerin üye sayısı gerilemekte, siyasal partilerin karar ve hareket alanları daralmakta ve siyasal partiler arasındaki ideolojik farkılıklar daralmaktadır.

 

Buna karşılık, bir partinin iktidara ortak olma şansı -koalisyonlar nedeniyle- eskiye oranla artmakta, partiler akçal ve personel kapasiteleri bakımından zenginleşmekte ve partilerin patronaj kaynaklarını kullanma olanakları artmaktadır.

 

Ülkemizde ise siyasal patilerin konumu toplumun genel örgütlenme biçimine uygun özellikler taşımaktadır. Toplumumuzun siyasal örgütlenmesi tepeden aşağıya doğrudur. Yani, hiyerarşiktir. Siyasal partilerimiz de bu yapıyı yansıtmaktadır.

 

Öte yandan, siyasal partiler, sempatizanlarına oy karşılığında rant sağlayan araçlar olmak konumundadır. Bu nedenle, rant kavgası önce partilerin kendi içlerinde olmaktadır.

 

Dış rekabetten çok, iç rekabet belirleyicidir.

 

Partiler, liderlerine aşırı bağlıdır.

 

Yönetimleri dar kadrolara dayanmaktadır. 

 

Partilerin örgütsel etkinlikleri sadece büyük kongre ve kurultaylarda ve seçim dönemlerinde görülmektedir.

 

Ülkeyi belli bir modele ve felsefeye göre değiştirme yerine pragmatik olmayı tercih etmektedirler.  Bu yüzden sempatizan odaklı (clientalist) olmaktadırlar.

 

Bir seçim şirketi gibi işlev görmektedirler.

 

Ülkemizde, siyasal partiler ekonomik temellere değil daha çok sosyo-kültürel temele dayanmaktadırlar. Ülkemizdeki siyasal partiler 1990’lardan sonra oluşan yeni toplumsal talepleri karşılayamamaktadır.

 

Ayrıca, partiler kendi geleneksel ideolojik köklerinden kopmuşlar ve birbirlerinden oy kapmaya çalışan örgütler durumuna gelmişlerdir. Ancak, oy kapma yarışı sol ve sağ bloklar arasında değil blokların kendi içindekiler arasında cereyan etmektedir.

 

Siyasal partilerimize kurumsal açıdan bakıldığında şu olgular dikkati çekmektedir:

 

·     Cumhuriyet döneminde kurulmuş parti sayısı -22 hülle partisi hariç- 171’dir. Bunların 5’i tek parti döneminde, 166’sı ise çok partili dönemde kurulmuştur. Bu partilerden 44’ü 1950-99 arasında yapılan 13 genel seçime katılmış, sadece 23’ü parlamentoya girebilmiştir.

·     Partilerin kuruluş dönemlerine bakıldığında 38’i 1945-60 arasında, 51’i 1960-80 arasında ve 77’si ise 1980-99 arasında kurulmuşlardır.

·     Halen 33 parti yaşamaktadır.

·     Cumhuriyet tarihi boyunca 55 parti kapatılmıştır.

·     Çalışmalarına kendiliğinden son veren parti sayısı 68, kendiliğinden dağılanların sayısı ise 32’dir.

 

Ülkemizde siyasal partiler ile ilgili temel sorunların üzerinde yoğunlaştığı alanlar şu şekilde sınıflandırılabilir:

 

·     parti içi demokrasinin işlememesi

·     üyelik kurumunun sağlıklı olmaması

·     üretimlerinin sınırlı olması

·     toplumla aralarındaki bağların kopuk olması

·     toplumun kendilerine güven duymaması.

                       

     Siyasal partilere finansal destek sorunu, demokrasisi gelişmiş ülkelerde de yaşanmaktadır. Ancak, bu ülkelerde, özellikle ABD ve Avrupa ülkelerinde siyasal partilerin finansmanı konusunda oldukça ciddi önlemler alınmıştır. Bu konuda bazo önemli örnek olaylara aşağıda işaret edilmiştir.

 

ABD’de ortaya çıkan ve Başkan Nixon’ın yargılanmasına kadar gelişen olaylar dizisinin başlangıcında bir siyasal partinin telefonlarının bir başka siyasal parti tarafından dinlenmesi olgusu vardır. Ancak, suç saptanmış ve suçlular bedelini en ağır şekilde ödemiştir.

 

Almanya’da Hristiyan Demokrat Parti ve Kohl olayı bir başka önemli olaydır. Almanya’da 16 yıl Başbakanlık yapan ve iki Almanya’nın birleştirilmesinde önemli rol oynayan Hristiyan Demokrat Birlik Partisi Lideri Helmut Kohl, 1993-1998 yılları arasında yaklaşık 2 milyon mark nakit bağış aldığını ve bu bağışları parti hesaplarına yansıtmadığını itiraf etmiştir. Bu itiraf, hem ceza kovuşturmasının başlatılmasına neden olmuş ve hem de Kohl’ü partisinin onursal başkanlığından etmiştir.

 

Belçika’da yaşanan Willy Claes olayının temeli de, siyasal partilere yasanın öngördüğü koşulların dışında akçal yardım sağlanmasıdır. İtalyan Augusta ve Fransız Dassault firmalarından alınan bağışların yolsuzluk suçu oluşturması nedeniyle tecilli hapis cezasına çarptırılmalarından sonra, Belçikalı sosyalistler aldıkları rüşveti iade etmişler ve suçlular çok ağır şekilde cezalandırılmışlardır.

 

Aynı şekilde, ABD Kongresi’nde, Başkan Clinton için açılan soruşturmada da, Başkan, Monica Lewinski olayı nedeniyle değil fakat  büyük jüri önünde yalan söylemek ve adalete engel olmak eylemlerinden ötürü suçlu bulunmuştur. Clinton, ancak, suçunu itiraf ederek ve özür dileyerek cezadan kurtulabilmiştir.

 

Öneriler

 

Demokratik rejimlerde siyasal partiler demokratik yaşamın vazgeçilmez unsurlarıdır. Ancak, hemen belirtmek gerekirki, demokrasilerde asıl vazgeçilmez olan halkın iradesidir. Siyasi partiler bu iradenin en iyi şekilde yansımasını sağlamak zorunluluğu içindedir. Bunun da ötesinde, siyasal partiler en iyi ve yeterli kadroların ortaya çıkarılmasında temel bir ortam oluşturmak durumundadırlar. Bunların gerçekleşememesi  ya da engellenmesi durumunda gerekli düzeltici önlemler alınmalıdır.

 

Yukarıda belirtilen sorunların önlenmesi ve demokratik rejimin sağlıklı bir biçimde işlerliğinin sağlanması için siyasal partiler konusunda alınması gereken temel önlemler aşağıda belirtilmiştir:

 

Herşeyden önce, parti içi demokrasiyi güvence altına alacak parti içi yönetim ve denetim süreçleri geliştirilmelidir.

 

Partiler için tek tip örgütlenme modeli ilkesi terk edilmeli ve halka en yakın yerleşim yerlerinde dahi örgütlenebilmelerine izin verilmelidir. Partiler sorun odaklarında özellikle örgütlenebilmeli ve merkez ile taşra birimleri arasındaki yetki bölüşümü açıklık ve kesinlik taşımalıdır.

 

Partilere yeni yönetim alışkanlıkları kazandırılmalıdır. Bunlar arasında ‘genel başkanlık’ ve ‘genel sekreterlik’ ilişkilerinin gözden geçirilmesi, ‘tek adam’ın yönetimi ilkesi yerine ‘eşgüdüm’ sağlayan lider prototipinin ortaya çıkarılması, genel merkez ile meclis grubu arasındaki dengenin yeniden kurulması ve parti içi seçimlerde ‘göreli temsil’ ilkesinin uygulanması üzerinde özellikle durulmalıdır.

 

Üye kayıt sistemi yeni ilkelere bağlanmalı, üyelik hakları yeniden düzenlenmeli ve kongrelerde yapılan seçimlerin yargıç denetiminde yapılması sağlanmalıdır.

 

Partiden ihraç kurumu sıklıkla ve kolaylıkla başvurulan ve muhalifleri sindirmek için kullanılan bir kurum olmaktan çıkarılmalıdır. 

 

Parti içi disiplin kavramı yenileşmeyi ve fikir tartışmalarını önleyecek şekilde kullanılmamalıdır.

 

Parti üyeleri dışlanmak ya da cezalandırılmak korkusu ile görüşlerini açıklıkla ortaya koymaktan uzaklaştırılmamalıdır.

 

Genel merkezlerin il ve ilçe kurullarını görevden alma yetkisi parti içi yönetimde katılımcılığın gelişmesini, parti yönetiminde demokratikleşmenin güçlenmesini ve keyfi yönetim tehlikesinin azalmasını sağlayacak şekilde yeni yasal düzenlemelere bağlı kılınmalıdır.

 

Siyasi Partiler Kanunu’nda gerekli değişiklikler yapılarak parti içi örgütlenmenin parti içi demokrasiyi geliştirecek şekilde yapılması güvence altına alınmalıdır.

 

Parti genel başkanlarının seçimleri ve görev statüleri ile ilgili koşullar yeniden düzenlenmelidir. Siyasi parti yönetiminde ‘sadakat’ yerine ‘ehliyet’ ilkesini ön plana çıkaran düzenlemelere yer verilmelidir.

 

Siyasi parti sistemlerinin yozlaşmasında en önde gelen nedenlerden olan parti aracılığı ile çıkar sağlama amacının önüne geçebilecek şekilde yoğun bir eğitim çalışması yapılmalı ve bu tür girişimler için caydırıcı etki yapabilecek yaptırımlar geliştirilmelidir.

 

Siyasi parti hesaplarının Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi sistemine devam edilmelidir.

 

Siyasi parti liderleri malvarlıklarının yönetimini özel kayyumlara devretmelidir. Bu suretle liderlerin servetleri sorunu toplum vicdanında rahatsızlık yaratan bir konu olmaktan çıkarılmalıdır.


 


 

BÖLÜM  12

 

 

 

SEÇİM SİSTEMİ

 

 

 

 

 

 

Giriş

 

Bir ülkede uygulanan seçim sistemi, yani oyların partiler arasında dağılımının parlamentoda sandalye sayısına dönüştürülmesinde uygulanan yöntem ve matematiksel çalışma şekli, o ülkenin siyasal kararlılığının temel belirleyici unsurudur. Bu konuda uygulanan farklı yöntem ve hesaplama formülleri aynı oyu almakla birlikte, parlamentoda birbiriyle hiç ilişkisi olmayan sandalye dağılımlarının ortaya çıkmasına neden olabilmektedir.

 

Demokratik rejimimizle ilgili temel sorunlardan bir başkasının, seçim sistemi ve bu sistemi düzenleyen yasalar olduğu açıklıkla görülmektedir.

 

Ulusal iradenin ortaya çıkmasında temel unsur olan seçim sisteminin, ulusal iradeyi parlamentoya yansıtmadaki başarı derecesi partilerin oy oranlarının parlamentodaki sandalye dağılımını belirlemedeki rolü ile kararlı ve parlamento çoğunluğuna dayalı hükümetlerin kurulabilme olasılığı arasındaki ilişkiye bağlıdır.

 

Bu anlamda, yasama organının çalışmalarındaki sorunların önemli bir belirleyicisi de seçim sistemidir. Yasama organında temsil oranlarının belirlenmesinde çok önemli bir rolü olan seçim sistemi, siyasal kararlılığın sağlanması ve devamı açılarından olağanüstü düzeyde öneme sahiptir.

 

Seçim yöntemi, uygulanacak aritmetik formül ve bunların yaratacağı siyasal görünümler arasındaki farklılıklar konusunda Hikmet Sami Türk ve Erol Tuncer tarafından yapılan bir denemede bu yolda oldukça ilginç sonuçlar elde edildiği görülmüştür.  [214]

Temel Sorun Alanları

 

Seyfettin Gürsel de, TÜSİAD için hazırladığı raporun bir özetini verdiği,  “İstikrar ‘iki turlu’da” başlıklı yazısında [215] şunları belirtmektedir: “Oyların başlıca 7 parti arasında aşırı biçimde dağıldığı koşullarda, halen yürürlükte olan yüksek ülke barajlı (yüzde 10) ve göreli ‘d’Hont’ seçim sisteminin ortaya çıkardığı milletvekili dağılımı, siyasal ve demokratik açıdan sorun yaratıyor… Bu sorunları dört noktada özetleyebiliriz: 1. Partiler arasında oylar öylesine dağınıktır ki, parlamentoda çoğunluğu ancak 3 partinin yakalayabilmesi en yüksek olasılıktır. Ülkemizin koşullarında üç partili koalisyon hükümetlerinin tutarlı ve istikrarlı bir yönetim sergilemeleri oldukça zordur. 2. En yüksek oy oranına sahip parti parlamentoda 7-8 puan daha yüksek bir paya sahip olmaktadır. Bu partinin, seçmenlerin büyük çoğunluğu tarafından istenmeyen bir parti olması durumunda, parlamenter teamüllere ve Meclis aritmetiğine göre kurulması gereken hükümetin, seçmenlerin çoğunluğu tarafından kabul edilmeyen bir hükümet olması durumu ortaya çıkmaktadır. 3. Partileri seçim öncesinde aralarında ittifak oluşturmaya teşvik edecek mekanizmalar mevcut değil. Seçimden sonra Meclis aritmetiğine göre ve seçmenin hiç bir şekilde onayını almamış pazarlıklarla koalisyon hükümetleri kurulabiliyor. Seçmenlerin en çok nasıl bir koalisyon hükümeti istediklerini ortaya çıkaracak mekanizmalar mevcut seçim sisteminde yok. 4. Yönetimde istikrar gerekçesiyle yüzde 10 gibi aşırı yüksek ülke barajı 1995 seçimlerinde 2 milyonun üzerinde oy alan (oy oranı yüzde 8.2) MHP’yi Meclis’in dışında bırakmıştı. Ama bu dışlanma anti demokratik olmasının yanı sıra yönetim istikrarına da hiç bir katkıda bulunmamıştı. Bu durumun MHP ya da başka partiler için tekrar yaşanmayağının hiç bir garantisi yoktur.”  [216]

 

Seçim sistemiyle ilgili temel sorun alanını belirleyen şu önemli sözler ise dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’e aittir: “Ben halkın devlet idaresine daha çok el koymasını istiyorum. Demokrasinin en önemli kurumu seçimdir. Ya halkı rejime dahil edeceksiniz, ya da halkın yabancılaşmasına göz yumacaksınız. Halk rejime dahil olmadığı zaman sandık başına gitmez. Çünkü kendisinin nasıl olsa kaale alınmadığı gibi bir kanaata saplanır.” [217]

 

Bölge Genişliği, Baraj Düzeyi, Tur Sayısı ve İkinci Tercihlere İlişkin Sorunlar

 

Bu kitabın amacı ülke için bir seçim sistemi önermek olmayıp ülkenin daha demokratik hale gelmesi yolunda üzerinde çalışılması gereken ana sistemik unsurları belirlemektir. Bu nedenle, Türkiye’de nasıl bir seçim sistemi uygulanması gerektiği konusu burada ele alınmayacak ve esas olarak seçim sisteminin demokratikleşme süreci üzerindeki önemi üzerinde durulacaktır.

 

Bu bağlamda, FP Lideri Recai Kutan şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “TBMM’den seçim sistemi değişikliğinin çıkabileceğine inanmıyorum. İki turlu sistem büyük partilere avantaj sağlar. Özellikle düşük oy potansiyeline sahip sosyal demokrat partiler ise çok olumsuz etkilenir. İki turlu sistemin yerel seçim için kullanılması halinde CHP ve DSP’nin belediye başkanı çıkarması çok güç. Bu sistemde sona kalan partiler FP, DYP ya da ANAP olacak. Sosyal demokratların tek belediye çıkarma şansı olmayacak. Genel seçimlerde milletvekili çıkarma şansları bile tehlikeye girecek. Bu nedenle bu partilerin böyle bir sisteme yanaşmaları mümkün değil. Bu konuda ikinci bir önemli sorun dar bölge sistemidir. Biz iki turlu ve dar sisteme varız diyoruz. Ancak sosyal demokratların ve milletvekili az olan partilerin itirazlarını önlemek için iki turlu sistemde ikinci turda iki partinin değil üç partinin yarışmasından yanayız.” [218]

 

Mevcut sistem yüzde 25 oranında oy alabilen bir partinin, kuramsal da olsa, parlamentonun çok büyük bir kesimini denetleyebilmesine olanak vermektedir. Ancak, bu kuramsal gerçeğe karşın, Türkiye’de artık herhangi bir partinin tek başına iktidara gelebilmesi olasılığı da oldukça azalmış görünmektedir. Buna karşılık il, seçim bölgesi ve ülke barajları çok önemli bir oy potansiyelinin dikkate alınmaması ile sonuçlanabilmektedir.

 

“Herkesin iki tur hesabı farklı” diyen Günseli Önal şu ilginç çözümlemede bulunmaktadır: “Demirel: İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerinin yüzlerce trilyon liraya ulaşan bütçe gücünün FP’nin elinden alınması için iki turlu seçim istiyor… Askerler: Yerel seçimlerin iki turlu yapılması konusunda eğilimlerini MGK’da dile getiren askerler, bu doğrultuda düzenleme yapılmazsa seçimlerde FP ve bazı merkezlerde HADEP’in zaferle çıkacağını düşünüyor… FP: FP, karşısında oluşacak blokla elindeki belediyeleri kaybedeceği ve bunun genel seçimlere de yansıyacağı endişesini taşıyor… ANAP: İkinci tura FP’yle kendisinin kalacağını ve bu yarışta en şanslı parti olacağını hesaplıyor.  DYP: Karşı çıkıyor… Bu karşı çıkışın arkasında, ikinci turda ANAP’ın gerisinde kalma kaygısının yattığı öne sürülüyor… DSP: Hükümete kadar iki turluya karşı olan DSP, grafiğinin yükselmesi üzerine modele sıcak bakmaya başladı.  CHP: İki turlu seçimin sağ partileri güçlendireceğini düşünen CHP … Türkiye’nin önemli bir bölümünde ikinci tura kalamadığını dikkate alıyor.”

 

Bu konuda görüşlerini açıklayan Cumhurbaşkanlığı eski Danışmanı Safa Reisoğlu da [219] şunları belirtmektedir: “Yürürlükteki sistem korunarak gidilecek bir seçimin parlamentonun sayısal yapısını ‘iktidar sorununu’ çözümleyecek bir şekilde değiştirmesi uzak bir olasılıktır. Toplumun büyük çoğunluğunun iradesi yönünde sürekli ve güçlü bir iktidarın oluşmasını istiyorsak, milli iradeyi ‘sandık’ yoluyla iktidara taşımayı arzu ediyorsak, seçim sistemini değiştirmeli, ‘dar bölgeli - iki turlu’ bir sistemi benimsemeliyiz. Merkez sol partilerin ‘dar bölgeli - iki turlu’ seçim sistemine yönelik kaygılarını gidermek üzere, Almanya’daki uygulamadan da esinlenerek, milletvekillerinin yarısının ‘dar bölgeli - iki turlu’ sistemle, diğer yarısının ise ‘nisbi temsil’ sistemiyle seçilmesini öngören bir yaklaşım da partilerarası uzlaşmayı sağlamaya yönelik bir çözüm olarak düşünülmelidir. Belediye başkanlarının seçiminde iki turlu bir sistemin benimsenmesi ise, geçmiş deneyimlerden sonra, duraksamaya yol açmaması gereken bir zorunluluktur. Bir şehrin belediye başkanının yüzde 20-25 oyla seçilmesi, o şehirde yaşayanların çoğunluğunun desteğine sahip bir belediye başkanının göreve gelmesine imkan verilememesi, çeşitli ciddi sakıncaların yanında, o şehirde yaşayanlara duyulması gereken saygıyla, onların haklarıyla bağdaşmayan bir yaklaşımdır.”

 

Yerel seçimlerde iki turlu seçim sistemine gidilmesi gerektiğini en fazla savunanlardan biri de dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’dir:  “Mesele şu: Yerel seçimde yüzde 25 alan başkan oluyorsa, geride bir de ona oy vermemiş olan yüzde 75 var. Birinci gerekçe, halka hizmet verecek olanların halkın desteğine sahip olmaları gereğidir. Demokraside milli irade tecelli edecekse, halkın çoğunluğuna yaklaşmak lazım. Milleti azınlık idare etmemelidir. Artık, ‘çoğunluk herşeye yetkilidir’ diyen jakoben zihniyet de geride kalmıştır. Çoğunluğun istediğini yapabilmesinin de sınırları vardır ki, bunların özüne dokunulamaz. O noktada çoğunluğun kararı da yeterli olmaz. Azınlığın tahakkümü yanlış olduğu gibi, temel hakların özüne dokunulduğu noktada çoğunluğun tahakkümü de sınırlıdır. Hep azınlığa iktidar veriyorsunuz. Oysa halkın büyük kesimini idareye ortak etmek gerekir. Hükümette güven oyu ararken, Meclis’in çoğunluğunun onayını arıyorsunuz. Cumhurbaşkanı seçimi söz konusu olduğunda, aynı şekilde Meclis’in yarısının oyunu şart koşuyorsunuz. Belediyeye gelince direk seçiyorsunuz. Ayrıca başkanın belediye meclisinin içinden çoğunlukla seçilmesi gibi bir yönetimi de benimsemiyorsunuz. İki turlu seçim bu nedenle demokrasiye atılan bir adımdır. Demokrasilerde halkın rızası esasdır. İki turlu seçim hem halkın rızasının hakim olmasını sağlar, hem de istikrar getirir.” [220]

Seçimlerin Finansmanı Sorunu

 

Seçim sistemi kadar önemli olan bir başka nokta da, seçimlerin ve kampanyaların finansmanı sorunudur. Kuşkusuz günümüzde seçimi, ideolojik üstünlük ve seçim platformu zenginliğinden çok, ekonomik ve akçal üstünlüğü olan siyasal partiler kazanmaktadır.

 

Bir yandan kitle iletişim araçları yoluyla yapılan propaganda ve zihin şekillendirme çalışmalarının yoğunluk düzeyi ve öte yandan seçmenlere sağlanan bireysel akçal avantajlar seçimlerin sonucu üzerine daha fazla ve önemli bir rol oynamaktadır.

 

Bu nedenle seçimlerin finansmanı sistemi demokratik yönden gelişmiş ülkelerde sıkı kurallara bağlanmış ve bir çok ülkede bu yolda çok ciddi düzenlemeler yapılmıştır. Ülkemizde ise bu yolda hemen hemen hiç bir düzenleme yer almamaktadır.

Adayların Nitelikleri

 

Demokratik zorunluluklar nedeniyle adaylarda okur-yazarlık  dışında bir başka nitelik aranamaması ilkesi yasama organında ve yerel yönetim meclislerinde nitelik arayışlarının çoğalmasına ve nitelik düşüklüğünden yakınmaların artmasına neden olmuştur.

 

1982 Anayasası’nın milletvekili seçimleri ileri ilgili olarak getirdiği “ilkokul” bitirmiş olmak koşulu kanımca yerindedir. Bu koşul, “temel eğitim” olarak da düşünülebilir.

 

Yerel yönetim seçimlerinde de benzer bir tercihte bulunulması kanımca anti-demokratik bir yaklaşım olmayacaktır. Zira, seçilenlerin bu önemli demokratik haklarının güvence altına alınması kadar önemli olan bir başka unsur, seçmenlerin seçilenlerin sunacakları hizmetin niteliğinden emin olmalarının güvence altına alınmasıdır.

 

Eğitim düzeyinin yüksekliği bu güvenceyi sağlayan tek ve salt unsur olmayabilir. Ancak, bu yolda çok önemli bir etmen olduğu da gözde uzak tutulmamalıdır.

 

Ulusal siyaset düzleminde, ikinci meclis olarak “Senato” kavramına yeniden dönülmesini istemenin arkasında da bu düşünce yatmaktadır.

Seçilenlerin Temel Öncelikleri

 

Mevcut seçim sistemi, ülke sorunlarını ülkenin bütünü açısından ele alacak milletvekili tipi yerine, çalışmalarında esas ağırlığı seçildikleri bölgenin sorunlarına veren milletvekili tipinin ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

 

1982 Anayasası bu yaklaşımı kesinlikle reddederek, milletvekillerinin tüm ülkeyi temsil etmekle yükümlü oldukları ilkesini yinelemiştir.

 

Ancak, Meclis’te sandalye sayısının 450’den 550’ye çıkmasıyla sonuçlanan “Türkiye milletvekilliği” serüveninin ortaya çıkmasını zorunlu kılan gerekçeler hiç bir zaman gözden uzak tutulmamalıdır.

 

Anayasa’nın açık hükmüne karşın milletvekillerinin büyük bir çoğunluğu kendilerini esas olarak seçildikleri yörenin temcilcisi olarak görmekte ve çalışmalarını buna göre yürütmektedirler.

Partiler Arası Dayanışma

 

Partiler arası dayanışma (ittifak) olasılığının ortadan kalkmış olması da siyasal uzlaşmaya ortam bırakmaması bakımından üzerinde düşünülmesi gereken bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Demokratik açıdan gelişmiş ikiden fazla partili ülkelerde demokratik istikrarın sağlanması açısından partiler arası dayanışmaya olumlu bakılmaktadır. Ülkemizde de bu yolda yeni düzenlemeler yapılması yararlı olacaktır.

Seçimlerin Yenilenme Süresi

 

Öte yandan, seçimlerin yenilenmesi için öngörülen beş yıllık sürenin çok uzun olduğu ve bu nedenle de dört yıllık eski süreye geri dönülmesinin sorunu çözebileceği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir.

Kanımca, seçimlerin yenilenmesi için beş yıllık süre oldukça uzun bir süredir. Türkiye gibi hızlı toplumsal ve ekonomik değişimler gösteren bir ülkede, siyasal tercihler de kısa zaman aralıklarında değişebilmektedir. Bu nedenle, seçim döneminin kısaltılması yararlı olacaktır.

Öneriler

 

Yukarıda belirtilenler seçim sisteminin yeniden düzenlenmesini ve bir yandan ulusal iradeyi parlamentoya eşite en yakın düzeyde yansıtabilen ve öte yandan da kararlı hükümetlerin kurulması şansını ortadan kaldırmayan ve aynı zamanda da bireylerin seçilme hakkını rahatlıkla kullanabilmelerine olanak veren bir sistemin yürürlüğe konmasını gerekli kılmaktadır.

 

Ancak, hemen belirtmek gerekirki, dar bölge ya da iki aşamalı seçim gibi ilk bakışta yeniliği nedeniyle çekici görülebilecek önerilerin son çözümlemede yaratabileceği tüm siyasal sakıncaların da önceden açıklıkla belirlenmesi gerekmektedir.

 

Tüm bunların sonucu ise demokratik rejimin vazgeçilmez unsurları olan siyasal partilerden rejimin beklediği yararların elde edilememesi olmaktadır. Böyle bir sonuç siyasal rejimimiz açısından önemli bir kayıp olarak nitelendirilmelidir.

 

Demokratik rejimin işlerliğinin sağlanmasında siyasal parti rejimleri kadar seçim sisteminin de önemi vardır. Oysa, Türkiye’de uygulanmakta olan seçim sisteminin bu açıdan önemli bazı sorunlara sahip olduğu bilinmektedir.

 

Demokratikleşme süreci açısından önem taşıyan seçim sistemi ile ilgili önemli sorunların çözümlenebilmesi için aşağıdaki önlemlerin alınması yararlı olacaktır:

 

Seçim sisteminin değiştirilmesi gerekmektedir. Yeni seçim sistemi bir yandan siyasal kararlılığı korurken öte yandan azınlık oylarının siyasal kararlılığa engel olmayacak biçimde adil olarak değerlendirilmesine olanak sağlamalıdır.

 

Bir başka anlatımla, yeni seçim sistemi, temsilde adaleti ve yönetimde kararlılığı sağlayıcı nitelikte olmalıdır.

 

Bu bağlamda, her şeçimde yeni bir seçim sistemi uygulaması yerine, kalıcı ve değiştirilemeyen bir seçim sistemi oluşturulmalıdır.

 

Seçme ve seçilme haklarının en demokratik şekilde kullanılmasını sağlamak yapılacak düzenlemelerin diğer önemli hedefi olmalıdır. Bu çerçevede seçim sistemi herhangi bir siyasal partinin ve görüşün çıkarlarına hizmet etmekten kurtarılmış olacaktır.

 

Ulusal ve yerel seçim sistemlerinin yenilenmesinde, değişik ve ilginç olmaları açısından çekici olabilecek görüşler yerine, fizibilite etüdü yapılmış ve geçerliliği anlaşılmış sistemler tercih edilmelidir.

 

Ancak, siyasal parti sayısının artması gerçeği karşısında, düşük oy oranları ile seçilmeyi önlemek ve seçmenlerin en az yarısının güvenine sahip kişilerin seçilmesini sağlamak bakımından, belediye başkanı seçimi gibi, seçim sonucunda tek kişinin seçileceği seçimlerde iki turlu sistem uygulanmalıdır.

 

Partilere Hazine yardımına devam edilmelidir. Ancak, özellikle belirtilmelidir ki, bu alanda ipin ucu kaçırılmak üzeredir. Yapılan ve kamuoyunun dikkatinden kaçan bir değişiklikle partilere yardım miktarı iki misli artırılmılştır. Bu durum hazine üzerinde büyük akçal yük yaratacaktır. Ayrıca, hazineden yapılan yardımın belli bir oranının eğitim ve araştırma çalışmalarına ayrılması yasa ile güvence altına alınmalıdır.

 

Ancak, partilerin ya da adayların seçim kampanyalarına yapılacak bağışlar belirli koşullara bağlanmalıdır. Bugün var olan tavan sınırlamasına ek olarak bağışın nakit değil çek yoluyla yapılması, kampanya giderlerinin fatura karşılığı yapılması, kampanya gelir ve gider muhasebesinin yeminli mali müşavirlikler aracılığı ile yürütülmesi, seçim sonucunda bağışta bulunanların ve hesap bilançosunun topluma açıklanması ve kampanyadan artan paraların Hazine’ye devredilmesi gibi koşullar da seçim sistemi içine alınmalıdır.

 

Ülke ve seçim bölgesi ile ilgili baraj sistemleri ve oranları yeniden gözden geçirilerek çok önemli sayıda seçmenin görüşlerinin siyasal iradenin oluşmasının dışında bırakılmasının önüne geçilmelidir.

 

Parlamentonun niteliklerinin iyileştirilmesi için özel bazı niteliklere sahip adayların kontenjanlar yolu ile parlamentoya alınmasına olanak verilmeli ve bu yolda olumlu sonuç verebilecek yeni düzenlemeler geliştirilmelidir.

 

Seçimlerin yenilenme süresi dört yıl olarak kabul edilmelidir.

 

Partilerin seçim dayanışması yapmasını engelleyen yasal hükümler yürürlükten kaldırılmalıdır.

 

Seçim maliyetinin azaltılması ve rekabet koşullarının iyileştirilmesi bakımından kampanya sırasında yapılabilecek etkinliklere sınırlamalar getirilmesi üzerinde düşünülmeli ve seçim maliyeti kabul edilebilir düzeye çekilmelidir.

 

Seçim yönetim sistemi yeniden düzenlenmeli ve örgütlendirilmelidir. Seçimlerin yargıç denetiminde yapılması ilkesi kuşkusuz devam ettirilmeli ancak Yüksek Seçim Kurulu’nun işlevlerinde değişikliklere gidilmelidir. Bu Kurul’a bağlı olan Seçmen Kütükleri Genel Müdürlüğü yalnızca kütük yazımı ile ilgili işlevlerden değil fakat seçim ile ilgili tüm işlevlerden sorumlu olacak Seçim İşleri Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmeli ve Yüksek Seçim Kurulu yönetsel işlevlerinden uzaklaştırılarak en üst düzeyde yönetim ve karar organı olarak yeniden düzenlenmelidir.

 

Seçimin sağlıklılık düzeyinin artırılması ve sonuçların bir an önce alınabilmesi için, sürdürülmekte olan seçmen kütüğü veri otomasyonu çalışmaları bir an önce tamamlanmalı ve elektronik aygıtlarla oy kullanabilme olanakları geliştirilmelidir.

 

Kamu görevlilerinin ulusal ve yerel seçimlerde aday olabilmeleri için istifa etmelerini zorunlu kılan yasal düzenlemeler gözden geçirilmelidir. Bazı kamu görevlilerinin bu olanağı kendi siyasal görüşlerini “deşifre” etmek ve bu yolu siyasal ilişki kurmak  amacıyla kullanacağı bilinse bile, daha liberal bir yaklaşım benimsenmeli, istifa zorunluluğu kaldırılmalı ve seçimlerde ulusal iradenin TBMM’ne en yüksek ve ussal şekilde yansıması sağlanmalıdır.

 


 


BÖLÜM  13

 

 

 

EKONOMİK KOŞULLAR

VE

ULUSAL EKONOMİNİN

YÖNETİMİ

 

 

 

 

 

 

Giriş

 

“Dünya Bankası verilerine göre, Türkiye, 1965-1998 döneminde yıllık ortalama yüzde 4.3’lük büyüme hızıyla, kapsama alınan 30 büyük ekonomi içinde Japonya ve Brezilya ile birlikte yedinci oldu.  Büyüme hızında yılllık ortalama yüzde 8.6’lık büyüme hızıyla birinci olan Çin’i, yüzde 8.1 ile Güney Kore ve yüzde 7.3 ile Tayland izledi… Çin bu dönemde reel bazda milli gelirini 15, kişi başına milli gelirini ise 8.8 katına çıkardı. Türkiye de bu dönemde ekonomisini dörde katladı ama hızlı nüfus artışı nedeniyle kişi başına milli gelirini iki katına çıkardı. Milli gelir 1965-1998 döneminde 1998 fiyatlarıyla 50 milyon dolardan 200.5 milyar dolara, kişi başına milli gelir ise 1.590 dolardan 3.160 dolara yükseldi. Bu dönem yıllık ortalama yüzde 4.3’lük büyüme gösteren Türkiye’nin büyüme oranının yüzde 2.2’si nüfus artışına gitti. Oysa, aynı dönemde sadece yüzde 3.7 ortalama büyüme yakalayan İtalya’nın, nüfusunun yerinde sayması nedeniyle kişi başına milli geliri her yıl ortalama yüzde 2.5 arttı.” 

 

Anadolu Ajansı’nın bir haberinden yukarıya alınan bu ilginç bölüm aslında Türkiye’nin son 50 yıllık büyük uğraşında elde ettiği başarı düzeyinin sayılarla açıklanmasıdır. Bu kitapta irdelemesi yapılacak konu ise bu sonuca yol açan makro-ekonomik politikaların nitelik ve nicelikleri değil; fakat, bu olgunun, yani ekonomik büyüme ve kalkınma olgusunun kurumsal ve yönetimsel koşullarının içinde bulunduğu özellikler olacaktır.

 

Ulusal ekonomiler, en liberal ülkelerde dahi, kendi başlarına yürümezler, ulusal ekonominin sorumluları, yetkilileri ve yöneticileri tarafından yönetilir, yönlendirilir ve eşgüdümlenirler. Her siyasal kararın ekonomik bir sonucu vardır. Ulusal ekonomi bu kararlara göre şekillenir. Bu kararların alınma ve uygulama biçiminin incelenmesi, irdelenmesi ve eleştirilmesi gerekmektedir. Özellikle, Türkiye gibi, son 15-20 yılda yüksek enflasyona dayalı ekonomik büyüme stratejisini benimsemiş bir ülkede bu durum özellikle ve öncelikle incelenmelidir. Ekonomik kararlar nasıl alınmaktadır? Hangi kurumlar ekonominin yönetiminden sorumludur? Ortak politika var mıdır? Bu politika hangi süreç içinde şekillenmektedir? Sorumluluk kime aittir? Bu ve bunun gibi daha pek çok soru yanıt beklemektedir.

 

Biraz önce belirtilen başarı öyküsüne karşılık, İstanbul Sanayi Odası tarafından yaptırılan “Türkiye’nin 500 Büyük Sanayi Kuruluşu Anketi”, Türkiye’de makro-ekonominin içinde bulunduğu koşullar konusunda oldukça önemli ancak olumsuz nitelikte ipuçları vermektedir. Anket sonuçları, aslında, bir ekonomik krizin belgelendiğini göstermektedir. Anket, ülkede, üretim yaparak kar etmenin artık olanaklı olmadığını belirtmekte, parasal yapısı güçlü, üretim dışı kaynakları olan sanayi kuruluşlarının faiz geliri elde ederek, ayakta kaldıklarını göstermektedir. Sanayi faizde büyümekte, ancak üretimde ve ulusal gelire katkıda küçülmektedir. Ankete göre, 1998 yılı içinde ülkenin en büyük 500 sanayi kuruluşu gelirlerinin yüzde 87.7’sini “ana çalışma alanı dışı” karlardan, yani, faizden, elde etmiştir. Anket sonuçlarını açıklayan Oda Başkanı Hüsamettin Kavi şunları söylemektedir: “Satış karlılığı yüzde 8.3’ten yüzde 4.8’e düşüyor, daha da çarpıcı olanı üretim faaliyet karı yüzde 0.0’a düşmüştür. Yani, artık üretim yaparak kar etmek mümkün değildir.” Devletin ekonomiden çıkmamakta direndiğini belirten Kavi “Devlet batmaz, bütçe açığını finans eder. Ancak, sanayiciler batabilir” [221] demektedir.

 

Nitekim, Türkiye ekonomisi 1999’un ilk üçte birinde Cumhuriyet tarihinin en büyük küçülmelerinden birini yaşamıştır: yüzde 8.4. Üretim durmuş ve sanayici faizle geçinmeye başlamıştır. Ekonomi, üretim gelirinden rant gelirine yönelmiştir. Bu durumun depremle de ilgisi yoktur, zira veriler deprem öncesi döneme aittir. Bu dönemde üretimin ulusal gelir içindeki payı yüzde 10.3 olurken, faiz gelirlerinin payı yüzde 57.9 olmuştur. Aynı dönemde ithalat vergisi de yüzde 23.5 gerilemiştir. Sanayici bu dönemde üretim yapmamış, parasını faizde değerlendirmiş, isşizlik artmış ve gelir adaletsizliği büyümüştür.

 

1999’un ilk yarısı bittiğinde karşılaşılan manzara şudur: 1999’un ilk yarısında 20 katrilyon lira iç borç ödenmiştir. 1999 sonuna kadar vergiden beklenen para 14 katrilyon liradır. 1999 bütçesinde faize ayrılan pay 10.3 katrilyon liradır. Sosyal güvenlik açıklarının geldiği nokta ise 2 katrilyon lira. 1999 bütçesinde 9 katrilyonluk açık bulunmaktadır. Devlet maaş ve öteki borçlarını ödeyebilmek için bir gün önceden borçlanmaktadır. Bir günde 2 katrilyon lira borçlanma zorunluluğu vardır. Dış borçlanma zor olduğu için devlet iç borç almak zorunda kalmakta ve bu zorunluluk bankaları faizi yükseltmeye itmektedir.

 

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel bu duruma ilşikin olarak “Ekonomi SOS veriyor” demiştir. İstikrarın sağlanabilmesi için Maastricht Anlaşması ile belirlenen ölçüt olan yıllık yüzde 3 enflasyon oranına ulaşılması gerektiğini söyleyen Demirel, “istikrarsızlığın” ekonomik nedenlerden değil, akçal nedenlerden kaynaklandığını söylemektedir. “Eğer devletin topladığı vergiler borcunun faizine bile yetmiyorsa, bu gerçek SOS’dir. Bir başka tehlike işareti de borç ödemede, borçları faizli para alarak ödemektir. O zaman da kamu maliyesini bir yere götüremezsiniz.” [222]

 

Nitekim, konu Milli Güvenlik Kurulu’nda da ele alınmış ve MGK uluslararası alanda görülen ekonomik krizin Türkiye’ye de bulaştığını belirterek ekonomide yapısal düzeltimler yapılması gerektiğini bildiren hükümete destek vermiştir.

 

Bu özellikler taşıyan bir ulusal ekonomi yönetimi tablosundan topluma yansıyan somut olgular ve sonuçlar şunlardır:

 

“Dövizzede” ve “bankazede” oarak bilinen kişiler, aslında son 20 yılda izlenen ekonomik yönetim kaosunun ana kurbanlarıdır. Ulusal ekonomiyi yönetenlerin belirgin hataları nedeniyle bir çok insan batık bankalara para kaptırmışlar ve tüketim için dövizle borçlanmışlardır.

 

“Bankalar”, içleri soyularak batırılmış ve mevduat güvencesi olmadığından halk bu paraları kaybetmiştir. Daha sonra mevduata tam güvence getirilmiştir.

 

“Dolara el sürenin eli yanar” denmiş, ancak daha sonra dolar bir gecede son derecede büyük değer kaybına uğramış ve dövizle borçlananlar bu borcu ödeyemez duruma gelmişlerdir.

 

Ekonominin yöneticileri, bu kimselerin sorunlarına karşı duyarsız kalmış; ancak, “off-shore” bankalarda büyük faiz beklentisi uyarınca mevduat güvencesi olmamasına karşın para batıranların kayıplarının tazmin edilmesine karar vermiştir.

 

Çalışanların aylıklarından kesilen ödentilerden oluşan ve “zorunlu tasarruf fonu”nda biriken paralar yok olma tehlikesi içine düşmüştür. Ekonomi yöneticileri bu parayı geri ödeme olanağının olmadığını açıklamış ve sonunda bu Fon için yapılan kesintilere son verilmiştir. Fonda toplanan 2.3 katrilyon liralık paranın geri ödenemeyecek durumda olması, aslında Hazine’nin iflas ettiğini söylemek ile eşdeğerdedir.

 

Oysa, bu Fon’un kuruluş amacı belliydi: çalışanların gelirlerinden kesinti yapmak, işverenin de katkıda bulunmasıyla oluşacak bir fonda toplanan paraları doğru ve etkili bir kullanarak daha da çoğaltmak ve çalışanların ekonomik düzeylerinin gelişmesine katkıda bulunmak. Bunun için gerekli olan tek koşul bu paranın doğru dürüst bir şekilde işletilmesinden ibaretti. Ancak, iç borç faizlerinin ve memur aylıklarının ödenmesinde güçlük çeken ekonomi yöneticilerinin ellerinin altındaki bu Fon’u amacına aykırı olarak kötüye kullanmaları sonucunda toplanan para iyi bir şekilde değerlendirilememiş ve Fon iflas noktasına gelmiştir. Bu ulusal ekonominin yöneticilerinin tam anlamıyla başarısızlığıdır. Fonun sona erdirilmesiyle bu başarısızlık da tesçil edilmiştir.

 

Aynı şekilde, bir başka ekonomik yönetim başarısızlığı da konut edindirme yardımında yaşanmıştır. 1986 yılında “Memurlar ve İşçiler İle Bunların Emeklilerine Konut Edindirme Yardımı Yapılması Hakkındaki Kanun” ile kurulan Fon’da 3 milyon çalışana ait 400 trilyon lira birikmiştir. Ancak, ekonomik yönetimde başarısızlığın bir başka temel göstergesi olmak üzere, önce 1996 yılında Fon’a yapılan kesintiler durdurulmuş ve Fon Aralık 1999’da çıkarılan KHK ile sona erdirilmiştir. Bu paranın nasıl geri ödeneceği belli değildir. Esasen yüksek enflasyon, Fon’da toplanan paranın değerini her geçen gün daha da eritmektedir. Böyleikle, çalışanlar ile ilgili bir başka ekonomik kurum daha iflas etmiştir.

 

Keza, “vergi iadesi” sisteminin içinde bulunduğu durum da yukarıdaki örneklere çok benzemektedir. Sosyal içerikli olan ve bir yandan KDV toplama oranını en üst düzeye çıkarırken öte yandan dar gelirlilere ek akçal olanak sağlayan vergi iadesi sistemi de, üzerindeki parasal yük artıkça ve kamu maliyesi bozuldukça önce amacından saptırılmış ve daha sonra da simgesel düzeye indirgenmiştir.

 

Hazine, bir taraftan kamuda “moratoryum” anlamına gelen “konsolidasyon” kelimesini kullanmaktan ısrarla ve dikkatle kaçınırken, ses çıkarma olanağı yasal olarak bulunmayan çalışanlar kesiminin borçlarının ödenmeyeceğini -belki emeklilik sırasında olabilir denilerek- açıkça söyleyebilmektedir.

 

Ancak, ulusal ekonominin ve özellikle kamu maliyesinin içinde bulunduğu koşullar o kadar elverişsizdir ki, bu tür olumsuzluklara her gün bir başkası eklenmektedir.

 

Nitekim, bir başka örnek Ağustos 1999 depreminden sonra yaşanmış ve ekonomiden sorumlu bakan deprem için toplanan yardımlarla memur aylıklarının ödendiğini açıklayıvermiştir. Her ne kadar, daha sonra, bu açıklamanın “yanlış anlaşıldığı” ve olayın bir “dil sürçmesi” [223] olduğu belirtilmişse de aslında gerçek durumun bu olduğu açıklıkla ortaya çıkmıştır.

 

Maliye Bakanlığı’nın her yıl yayınladığı “böyle gitmez” genelgeleri de ulusal ekonominin başarım göstergelerinin iyi olmadığını açıklıkla ortaya koymaktadır. 2000 yılının bütçe çağrısı genelgesinde Maliye Bakanı Sümer Oral, faiz ve personel harcamaları nedeniyle bütçedeki esnekliğin giderek azaldığını, bütçenin finansmanında borçlanmanın payının büyümesinin kamu hizmetlerinin maliyetini ciddi boyutlarda artırdığını ve ekonominin sağlıklı bir yapıya kavuşturulmasının, akçal dengelerin yeniden ve süreklilik arzeden biçimde kurulmasına bağlı olduğunu açıkça belirtmektedir.

 

İşte, 1999 yılı bütçesinin ara değerlendirmesi: yatırıma 1, faize  13. 1999 yılının ilk altı ayında devlet bütçesinden iç ve dış borç faizi için toplam 5.3 katrilyon lira ödenirken, yatırımlara ancak 397 trilyon lira harcanabilmiştir.

 

Bu gelişmeler, bazı yeni ekonomik deyimlerin de icadına neden olmaktadır. Maliye Bakanlığı uzmanları, kamu maliyesindeki başarım düzeyini ölçmek için yeni bir gösterge yaratmak zorunda kalmışlardır: “faiz dışı bütçe fazlası”. Bir başka anlatımla, önce faiz ödemelerinin bir kenara bırakılması ve bundan sonra kamunun gelir ve gider sonuçlarının karşılaştırılması. Bu açıdan ele alındığında, gelirler artmakta ve giderler azalmaktadır. Bu durum, kamu maliyesini yönetenlerde sevinç yaratmaktadır. Bu yaklaşımın, faiz ödemelerini görmemek için başı kuma sokmaktan farklı olmadığı açıktır.

 

Ulusal ekonominin içinde bulunduğu koşullarla demokratik rejimin ve devlet yönetiminin işleyişi arasında sıkı bağlar bulunduğu her türlü açıklamadan uzak olmak gerekir.  Güçlü ekonomi, gelişmiş bir demokratik süreç ve iyi işleyen bir devlet yapısı için önemi inkar edilemeyecek bir unsurdur. Bu kavramlar arasında doğru yönlü ve güçlü ilişkiler vardır.

 

Oysa, genel ekonomik parametreler açısından ülke ekonomisi önemli sorunlar içinde görünmektedir. Kalkınma hızı yavaşlamış, iç ve dış borçlar oldukça artmış ve enflasyon hızı kabul edilemez bir düzeye erişmiştir. Devlet bütçesinde borç faizleri için ayrılan miktar ilk kez memur aylıklarının önüne geçmiştir. Vergi toplamada yeterince başarılı olunamamış, kayıt dışı ekonominin vergilendirilmesinde istenilen noktaya gelinememiş ve dış ticaret dengesinde umut verici ve sorun çözücü gelişmelerin kısa zamanda elde edilebilmesi olasılığı oldukça azalmıştır.

 

Bu durum devlet yönetiminde çok önemli sorunların ortaya çıkmasının temel nedenlerinden biri olarak kabul edilmelidir.

 

Bu ve benzeri gelişmeler ve ortaya çıkan sonuç ve olgular doğal olarak şu soruları akla getirmektedir: “Bu nasıl bir ekonomi politikasıdır?”, “Bu kadar önemli düzenlemeler içine giren, büyük hedefler ortaya koyan ancak hepsinde başarısız olan bu tür politikalar hangi koşullar altında ve hangi kurumsal yapılarla yönetilmektedir?”, “Bu ekonomik yapılar neden kurulmuştur?”, “Amaçları yanlış mıdır?” “Nasıl bir yönetim düzeni öngörülmüştür?”, “Başarızlığın nedenleri nelerdir?”, “Başarısızlığın sorumlusu kimdir?”, “Başarısızlığın yaptırımı nedir?”, “Ulusal ekonomi ile oynamak bu kadar kolay mıdır?” ve “Bundan sonra oluşturulacak ekonomik nitelikli yeni örgütler için kamu güveni  nasıl sağlanacaktır?”.

 

Ulusal Ekonominin Yönetim Açmazı: Aktör ve Rol Bolluğu

 

Ulusal ekonominin yönetiminde bir “rol” tartışması. “Eğilmez: Hazine yetkilerini kısıtladı, sıra siyasilerde. Hazine Müsteşarı Mahfi Eğilmez, ekonomide radikal değişiklikler öngören programını Hürriyet’e açıkladı. Bunları yakında hükümete sunup onay isteyeceğini kaydeden Eğilmez, bu kararların uygulanmasının şart olduğunu belirterek ‘Siyasiler de artık kendilerini bağlamalı. Biz Hazine olarak kendi yetkilerimizi kısıtlıyoruz. Tüm siyasiler de, lütfen, kendi yetkilerinizi kısıtlayın’ dedi.” Eğilmez, “rol”lerle ilgili olarak şunları söylüyor: “Planladığımız tedbirlerden ilkini açıkladık; Hazine ile Merkez Bankası protokol imzaladı… Elbetteki mali programın en önemli ayağı Maliye Bakanlığı’ndadır. Vergi düzenlemeleri, harcama ayakları Maliye Bakanlığı yetkisinde, nakit yönetimi yetkisi Hazine’dedir…” [224]

 

İşadamları da, sıklıkla, bu temel sorunsalı dile getirmektedirler. Ankara Sanayi Odası Başkanı Zafer Çağlayan’ın ulusal ekonominin planlanması, örgütlenmesi, yürütümü, denetimi, iletişimi ve eşgüdümü, kısacası yönetimi ve Anayasa’sı konusundaki görüşleri şöyle: “Gelişmiş ülkeler 2020 yılının programını yaparken, biz 3 ay sonrasının hedeflerini ortaya koyamıyoruz. Türkiye’nin en büyük sıkıntısı yapısal reformları yapamamasıdır. Devlet özelleştirme ile banka satarken, yeni bankalar geliyor. Türkiye’nin belki de bir ekonomik anayasaya ihtiyacı var.” [225]

 

Ulusal ekonominin yönetiminde uzun bir süreden bu yana süregelen roller ve aktörler arası çatışmanın en canlı örneği DPT ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı arasında yaşanmıştır. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, “yap-işlet-devret” (YİD) modeli ile yabancı şirketlere yaptırdığı bazı enerji santrallerinin ihale sözleşmelerinde rayiç uluslararası fiyatın çok üstünde birim fiyata elektrik satın almak için güvence vermiştir. DPT Müsteşarı da bu durumu basına açıklamıştır. Müsteşar’ın verdiği bilgilere göre, YİD projeleriyle gerçekleşen imtiyaz anlaşmalarıyla yabancı şirketlere Avrupa ortalamasından üç-dört kat daha pahalı elektrik alımı için söz verilmiştir. Bu yaklaşımın 7 milyar dolar zarara neden olabileceğini söyleyen Müsteşar, 2005 yılında enerji fazlasıyla karşılaşılacağını, bu durumda 7 milyar doların boşa gideceğini ve pahalı elektrik girdisi nedeniyle de Türk ekonomisinin batılı ekonomilerle rekabet gücünün azalacağını belirtmektedir.

 

Enerji Bakanlığı’nın bu projelerine DPT’nin karşı çıkması üzerine patlak veren tartışmada Enerji Bakanı Cumhur Ersümer’in şu sözleri dikkatle incelenmelidir: “DPT Müsteşarı devletin memurudur. Müsteşarlığını yapsın. Orası siyaset yeri değildir... Biz yanlış yapmışız. Tahkimi çıkartmaya, Danıştay’daki süreyi kısaltmaya çalışacağımıza, DPT’nin onay yetkisini kaldırmamız gerekirmiş... Meğer Türkiye’nin önündeki engel DPT imiş.” [226]

 

Öte yandan, enflasyonla mücadele bağlamında Hazine Müsteşarlığı tarafından  geliştirilen yeni bir kurum ve kavram daha geliştirilmiştir: piyasa yapıcılığı. Devlet borçlanmasında faiz düşüşü ve piyasa likiditesi sağlamak için öngörülen piyasa yapıcılığı sisteminde bir yıl boyunca 19 bankanın görev yapması planlanmıştır. Devletin iç borçlanmasında ana kurum olacak piyasa yapıcıları Hazine Müsteşarlığı tarafından yeni ekonomik düzenin önemli aktörlerinden biri olarak ulusal ekonominin yönetim sistemi içine alınmaya çalışılmaktadır.

 

Bu gelişmeler, aslında, sorunsalın içinde barındırdığı açmazı da yeterince açıklamaktadır. Yukarıdaki cümleler içinde sadece dört ana kurumun adı geçmiştir. “Siyasal erk”, “Hazine Müsteşarlığı”, “Maliye Bakanlığı” ve “Merkez Bankası”. Acaba “aktör” sayısı bunlarla sınırlı mı? Kuşkusuz hayır. İşte diğerleri: Devlet Planlama Teşkilatı, Yüksek Planlama Kurulu, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Sermaye Piyasası Kurulu,  İstanbul Menkul Kıymetler Borsası, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, Enerji Yüksek Kurulu. Ve, daha niceleri…

 

Bu karmaşık kurumsal yapı ve bu kurumsal düzen içinde ortaya çıkması kaçınılmaz olan politika belirleme, planlama, yürütme, yönetim, uygulama, denetleme, işbirliği ve eşgüdüm sorunları nasıl çözümlenecektir? Kısacası, ekonominin yönetiminde “patron” kimdir? “Sorumlular” kimlerdir? Ortaya çıkan mevcut durum bu sorulara şu yanıtı vermektedir: Tek bir patron yoktur, patronlar vardır ve sorumluluk bu birimler arasında dağıtıldığından sorumlu yoktur.

 

Buraya kadar yaptığımız açıklamalarda ekonomik politikalar üzerinde değil fakat ekonominin yönetimi ve kurumsal sorunları üzerinde durulmuştur. Bu kitabın amacı da uygulanan ulusal ekonomik politikaların makro ya da mikro düzeyde doğruluk ya da isabetlilik düzeyini tartışmak değildir. Amaç, ulusal ekonominin yönetimindeki yetersizlik, yanlışlık ve aksaklıkları belirlemek ve bunların ortadan kaldırılmasını sağlayacak önerilerde bulunabilmektir.

 

Bu açıdan bakıldığında ve yukarıda sıralanan somut olgular ve örnekler dikkate alındığında, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetiminde tam bir yetersizlik, karmaşa ve gelişigüzellik egemen görünmektedir. Ekonomi yönetiminin bu şekilde örgütlendirildiği, kurumsallaştırıldığı, planlandığı ve yürütüldüğü bir toplumda hangi içerikte olursa olsun, ekonomik programların uygulanmasında başarı beklenemez.

 

Nitekim, 1999’un ikinci yarısından sonra döviz fiyatının Merkez Bankası tarafından sabitlenmesi, kiraların ve ücretlerin yasa ile dondurulması ve özel sektörün gönüllü fiyat denetimi yapması politikalarına dayalı enflasyonla mücadele programı da aynı açmaza düşmüştür.

 

Bu durum, yukarıda sayılan aktörler tarafından da bilinmektedir.  Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısında Başbakan tarafından yapılacak bir konuşmaya ön hazırlık olması amacıyla DPT tarafından hazırlanan “hizmete özel” nitelikli gizli bir bilgi notunun yanlışlıkla basına dağıtılması sonucunda elde edilen bilgiler bu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır. Başbakan’a iletilen gizli notta şu içten görüşlere yer verilmektedir: “Yıl sonu enflasyon hedefi tutmayacaktır, faizler ileriki aylarda artabilecektir, ekonomik büyüme yüzde 5.5’in altında kalabilecektir ve bir yıl sonra döviz kurları serbest bırakıldığında develüasyon zorunluluğu ortaya çıkabilecektir.”

 

Bu görüşler, uygulanan ekonomik program için ilk olumsuzluk belirtileri olmuştur. Öte yandan, bazı çevrelerce ortaya atılan ‘ince ayar’ önerileri, özel sektöre yönelik haksız zam iddiaları, bu suçlamalara özel sektörden verilen yanıtlar ve ithalatta meydana gelen yüzde 107’lik patlama ekonomik programın uygulama alanına konulmasından daha bir yıl geçmeden tartışılmaya başlandığını göstermiştir.

 

Ve, 19 Şubat 2001 krizi ile bu ekonomik program da -beklendiği üzere- tam bir başarısızlıkla sonuçlanmış, “çıpalı döviz” politikasından vazgeçilmiş, döviz piyasada dalgalanmaya bırakılmış, lira en az yüzde 40 oranında değer kaybetmiş ve ülke yeni bir kurtarıcı ve yeni bir ekonomik politika daha aramaya başlamıştır.

 

Esasen, bu bölümde açıklanmaya çalışıldığı şekilde yönetilen bir ekonomiden farklı sonuçlar beklemek de olanaksızdır.

 

Ancak, herşeye karşın belirtilmelidir ki, bu anlatım, enflasyonun yüzde 100’lerden, yüzde 40’lara indirilmesinin önemsiz olduğunu söylemek anlamına gelmemektedir.

 

Önemli olan, başarıyı kalıcı ve sürekli kılmak ve gerçek bir ekonomi başarısı elde edebilmektir.  Bu tür bir yönetimle, kurumsallaşmayla ve örgütlenme düzeniyle bu hedefin gerçekleştirilmesinin çok zor olduğu hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde bir kez daha görülmüştür.

 

Ekonomi ve Devlet: Devletin Ekonomideki Rolü

 

“Temiz toplum istiyorsak, devletin ticaretten ve ekonomiden elinin çekilmesi sağlanarak menfaat dağıtır olmaktan çıkarılması ve asli görevlerine dönmesi gerekir… Ticaret ve sanayi, piyasa kurallarına göre kar etme ilkesi ile çalışan, teknolojisini yenileyebilen, değişen koşullara kolaylıkla uyum sağlayabilen dinamiğe sahip, yatırım ve diğer ticari-idari kararlarını verimlilik ve karlılık ilkelerine göre, zamanında verebilen özel sektöre bırakılmalıdır. Müteşebbislerimizin, yatırımcılarımızın teşebbüs ruhu, arzusu ve gayreti tüm dünyanın hayranlığını kazanmıştır. Ülkemizde böyle bir potansiyel varken, burada devletin bundan sonraki görevi, artık yatırım altyapısını kurmak ve bu alanda fırsat eşitliği sağlamaktır. Esasen, gerçek bir demokrasinin başarısı, bireyi güçlendiren, teşebbüs kabiliyetini teşvik eden ve herkese fırsat eşitliğini telkin edebilen bir yapılanmaya sahip olabilmesidir.” [227]

 

Yukarıdaki sözler Devlet Bakanı Yüksel Yalova’ya aittir. Ancak, özünde, devletin genel yapılanmasıyla ilgili bir endişeyi ve endişenin çözümüne yönelik bir siyasal felsefeyi yansıtmaktadır.

 

Endişe, devletin ulusal ekonomik yaşamdaki rolü, kamu sektörünün ulusal ekonomi içindeki payının görece yüksekliği, kamusal iş ve hizmetlerin özel sektör tarafından yapılabilirliği, kalkınmanın önderliği ve ulusal sermayenin oluşum biçimi ve gücü ile ilgilidir.

 

Çözüm ise, devletin ekonomideki payını olabildiğince azaltmak, devleti ana görevlerine çekmek, kamu hizmetlerinin sunumunda hem özel sektörün rolünü artırmak ve hem de pazar türü araçlardan daha fazla yararlanmaya olanak hazırlamaktır.

 

TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Bülent Eczacıbaşı’nın “Ekonomik önlemleri almaktaki başarının, son derecede bozuk olan siyasi sistemimizde yapılacak reform konusunda da tekrarlanmasına ihtiyacımız vardır. Bir süre sonra reformlar öncesi duruma dönmemiz olasılığı belirecektir”   [228] derken bir anlamda kastetmek istediği budur.

 

Ülkemizde demokratik rejimin işleyişini güçleştiren önemli nedenlerden bir başkası da devletin ekonomideki ağırlığıdır. Özellikle, Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarında, ulusal burjuvazinin oluşturulması ve bu kesimin serbest piyasa ekonomisine dayalı ekonomik gelişmenin sürükleyici gücü olması yolundaki temel tercih yanında ulusal sermaye birikimi yetersizliği nedeniyle temel üretim kurumlarının ancak devlet sermayesi ile kurulabilmesi zorunluluğu da devletin ekonomik alanda önemli bir pay almasını zorunlu kılmıştır.

 

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in bir konuşmasında söylediği şu sözler oldukça dikkat çekici: “Enflasyona dokunduğunuz zaman bunun altı var. Bunun altı birinci derecede kamu maliyesidir. Çünkü devletin personeli çoktur, devlet israf içindedir. İktisadi devlet teşekkülleri devlete büyük zararlar vermeye başlamıştır. Tarım kesiminden gelen bu yükleri devlet, bankalar taşımaktadır. Bütün bunlardan çıkan netice, devlet elbisesine sığmamaktadır.” [229]

 

Ülkenin ekonomik açıdan azgelişmiş yöreleri gözönüne alındığında günümüzde bazı yöreler için geçerliliğini hala sürdüren kalkınma çabalarına kamunun önderlik yapması yolundaki temel tercih, ülkenin bütünü bakımından ele alındığında sahip olduğu geçerlilik düzeyi, kendisinden beklenen işlevin büyük çapta tamamlanmış olması, ekonomik ganimetin siyasal çıkar odakları tarafından yağmalanmasına olanak vermesi ve üretkenlik yerine ranta dayanması açılarından artık sorgulanmaya başlanmıştır.

 

Bugün açıklıkla görülen gerçek, devletin ekonomik yaşamda sahip olduğu payın gereksiz şekilde büyük olduğu ve ekonomik gelişmeye öncülük yapma rolüne artık eskisi kadar gereklilik kalmadığıdır. Türkiye’de, özel sektörün ulaşmış olduğu sermaye birikimi ve gelmiş olduğu teknolojik düzey itibarıyla bu rol ve sorumluluğu devir almaya hazır olduğu görülmektedir. Devlet işletmeciliğinin rekabet gücünün eksikliği, üretim maliyetinin yüksekliği ve yönetim kapasitelerinin sınırlılığı kamu işletmelerinde görülen verim düşüklüğünün temel nedenleri olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu açık gerçeğe karşın devletin ekonomik alandaki rolünün aynı şekilde devam etmesi serbest piyasa sistemi içinde tam rekabet koşullarının oluşmasını önlemekte ve bu nedenle de demokratik rejimin işleyişinde önemli tıkanmalara yol açmaktadır. Bir başka anlatımla, siyasal liberalleşme eğilimi ekonomik liberalleşme ile elele ilerleyememektedir.

 

Öte yandan, bu durum ülkede serbest piyasa düzenine geçişin tam ve kesin olarak sağlanması hedefleri açısından engel yaratmaktadır. Devletin ekonomide tekel yaratmasının önüne geçilmesi ve rekabet koşullarının geliştirilmesi de devletin ekonomik yaşamdaki rolünün azaltılması kadar önem taşımaktadır.

 

Son yıllarda ortaya konulan ve başarsızlıkla sonuçlanarak ülkeye çok ağır bir bedele mal olan ulusal ekonomik politikayı burada biraz daha irdelemek gerekmektedir. 2001 Şubat’ında iflas ettiği açıklanan bu ekonomik istikrar politikası, döviz fiyatlarındaki artışı 1999-2000 yılları için yüzde 20 ile sınırlandırmak ve piyasadaki fiyat artışlarının bu düzeyde kalmasını “umut” etmek politikası olarak gündeme getirilmiştir. Ancak, bu politikanın kimin politikası olduğu hiç bir anlaşılamamıştır. Programı, bağımsız olduğu varsayılan, Merkez Bankası Başkanı açıklamıştır. Ancak, dönemin ekonomiden sorumlu devlet bakanının bir kaç üstü kapalı sözünden başka bir siyasal destek hükümetten gelmemiştir. Program, sanki, olası bir başarısızlık durumunda “Bu, hükümetin politikası değildir, Merkez Bankası Başkanı’nın ve Hazine Müsteşarı’nın kişisel girişimleridir” denilecekmiş gibi [230] bir ortam içinde ekonomiye sunulmuştur. Ancak görülen şudur: Merkez Bankası bu süre içinde dövizin değerini en fazla yüzde 25 oranında artıracaktır. Piyasadaki diğer fiyatların da bu oranda artması beklenecektir. Ücretler bu düzeyde artacaktır, kiralar bu düzeyde artacaktır ve genel enflasyon yüzde 25’e indirilmiş olacaktır.

 

Bu, gerçekleşmesi çok istenilen ancak gerçekleşmesi olanağı olmayan bir politikadır. Herşeyden önce, arkasında gerçek ve güçlü bir siyasal destek yoktur. İkincisi, bu kadar çok başlı bir ekonomi yönetimi içinde programı hangi kurumların uygulayacağı belli değildir. Belli olan yalnızca Merkez Bankası’nın sorumluluğudur. Nitekim, Merkez Bankası döviz artışını yüzde 20 ile sınırlandırırken, Bayındırlık ve İskan Bakanlığı devlet ihalelerinde uygulanacak eskelasyon oranını bunun çok üzerinde saptamıştır. Üçüncüsü, bu politika, oyunun kurallarına aykırıdır.

 

Bu durumu en iyi şekilde Güngör Uras açıklamaktadır: “Nasıl ki kadının ‘az hamile’si olmaz ise ekonominin de az serbesti olmaz. Ekonomi ya ‘tam serbest’tir ya da ‘fiyat ve ücret’ kontrolü vardır. Döviz fiyatını tek başına dizgine bağlayamazsınız, Onu bağladınız mı, ücreti kirayı ve giderek faizi de bağlamanız ‘kaçınılmaz bir zorunluluk’tur… Merkez Bankası dövizin bir yıllık fiyat artışının yüzde 20 kazığa bağladığını ilan etti. Hükümet de bir yılda fiyatlardaki artışın yüzde 25’i geçmeyeceğini ilan etti... Döviz fiyatını tutmak Merkez Bankası’nın elinde ama fiyatların yüzde 25’ten fazla artmamasını hükümet nasıl tutabilir ki?’ Doğal olarak, buna şunu da eklemek gerekli, yeteri kadar döviziniz varsa. 100 milyar dolardan fazla dış borcu bulunan bir ülkede en iyimser dönemlerde 20 milyar dolar düzeyinde olan rezerv yeterli sayılırsa…” [231]

 

Türkiye’de, devlet, ulusal ekonomide hala çok önemli bir paya sahiptir. Bu payın büyüklüğü ülkede pazar ekonomisinin tüm kural ve süreçleri ile gerçekleşmesi yolunda önemli bir engel yaratmaktadır. Devletin ekonomi içindeki rolünün belirlenmesinde şu dört unsur temel yol gösterici olmalıdır: Birincisi, ‘ekonomik planlama’ ilkesidir. Yani, beş yıllık ulusal kalkınma planları yoluyla ulusal ekonominin planlanması ve yönetilmesi ilkesi vazgeçilmez bir esastır. İkinci ilke ‘denge’ ilkesidir. Bu ilke, ekonomideki iç ve dış finansman dengelerinin güvence altına alınmasının yanısıra bölgelerararası dengeli kalkınmanın da güvence altına alınmasının kaçınılmaz olduğunu belirtmektedir. Bu güvenceler gerçekleştirilemediği takdirde ekonomik büyümenin enflasyonu daha da körükleyeceği kabul edilmelidir. Bu nedenle, bir yandan iç ve dış finansman dengeleri güvence altına alınırken; öte yandan, bölgelerarası dengeli büyüme güvence  altına alınmalıdır. Üçüncü ilke ekonomide ‘kararlılık’ ilkesidir. İnişli ve çıkışlı ve hatta zikzaklı ekonomik politikaların yurt içindeki girişimcinin yanısıra dış sermayedarların ülkeye yatırımlarını engelleyeceğinin bilinmesi ve siyasal ve ekonomik kararlılığa en büyük önceliğin verilmesi gerekmektedir. Dördüncü ilke ‘güven’ ilkesidir. Para, sermaye ve mal piyasalarında devlete güven duygusunun pekiştirilmesi mutlak zorunluluktur.

 

Herşeyden önce, açıklıkla belirtmek gerekirki, ülkemizde 1980’lerin ortalarından bu yana, planlı kalkınma ilkesi önemli sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. 80’li yıllarda planın ülke ekonomisinin yönetimindeki ağırlığı azalmıştır. Beş yıllık kalkınma planı yerine, ‘ardışık’ (“rolling”, yani bir dönem bitince arkasına yeni bir beş yıllık dönem değil sadece bir yıllık dönem eklenen) plan kavramı tartışılmaya başlanmıştır.

 

Bu bağlamda yapılan çalışmalar arasında, DPT’yi tümüyle kaldırmak seçeneği de yer almaktadır. Başbakanlık’a sunulan bir DPT kararnamesinde DPT’nin adının değiştirilerek ‘Stratejik Araştırma ve Planlama Kurumu’ olarak yeniden yapılandırılması ve kurumun “müsteşarlık”tan “başkanlık”a dönüştürülmesi öngörülmektedir. Kararnamede, ayrıca, bir “Yüksek Danışma Kurulu” kurulması ve “Yüksek Planlama Kurulu” ile “Para-Kredi Koordinasyon Kurulu”nun yanı sıra “Ekonomik ve Sosyal Konseyi”n yeni kurumun bünyesine alınması istenilmektedir.

 

Bu kararname dahi ekonomik aktörlerle ilgili kurumsal karmaşanın devam etmekte olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

 

Azgelişmiş bölgelerin geliştirilmesi ve bölgelerarası ekonomik gelişmişlik alanında denge ve eşitliğin sağlanması için devletin öncü rol oynama ihtiyacı devam etmektedir. Ancak, bölgelerarası dengesizliğin giderilmesi yolunda yapılan çalışmaların sınırlı kaldığı ve etkili olmadığı görülmektedir.

 

Devletin genel olarak ekonomide sahip olduğu payın büyüklüğü ekonomide liberalleşmeyi önlemekte, arz ve talep süreçlerinin ekonomik dengeyi sağlamasını engellemekte, “ganimet” sisteminin oluşmasına olanak vermekte ve ekonomide üretkenlik yerine rant gelirleri tercihinin egemen olmasına yol açmaktadır.

 

Bu çerçevede, KİT’lerin rekabet gücü azalmıştır, yüksek maliyet ile üretim yapmaktadır, çalışmaları önemli ölçüde verimsizdir ve örgütlenme ve yönetim açılarından kurumsal sorunları vardır.

 

Devletin ekonomideki payı ve yarattığı tekeller serbest piyasa ve tam rekabet koşullarının oluşmasını engellemekte ve -bu nedenle de- siyasal liberalleşme ile ekonomik liberalleşme birlikte ilerleyememektedir.

 

Bu durum, çözümlenmesi güç bir ekonomik ikilem yaratmaktadır. Devletin ekonomik gelişme yetersizliği görülen bazı yörelerdeki öncü rolünün devam etmesi buna karşılık ülkenin büyük bir bölümünde bu role önemli sınırlamalar getirilmesi gerekmektedir. Bu yolda yapılacak son tercihin içeriğinde bazı temel unsurların yer alması gerekmektedir. Bir kere, geri kalmış bölgelerin ekonomik açıdan kalkındırılması ve bölgelerarası ekonomik dengenin sağlanması zorunludur. İkincisi, Devlete ait kamu iktisadi kuruluşlarının daha fazla büyümesinin önlenmesi, yeni KİT’ler yaratılmaması ve elden çıkarılamayan KİT’lerle ilgili olarak, kurumsal gelişme yöntemlerine dayalı, rehabilitasyon projelerinin devreye sokulması çalımalarının başlatılması sağlanmalıdır. Üçüncüsü, özel sektöre devredilmesi olanaklı olan kamu iktisadi kuruluşlarının bir an önce elden çıkarılmaları ve  ‘özelleştirilme’leri güvence altına alınmalıdır.

 

Ülkemizde, ekonomi yönetiminde yetki ve sorumluluklar iyiden iyiye dağılmış ve devletin akçal bütünlüğünü anlatan bütçe ve hazine birliği ilkesi ortadan kaldırılmıştır. Dünyanın her ülkesinde uygulanan ve Türkiye’de 1984 yılına kadar geçerli olan devletin tüm malvarlığına sahip olma, malvarlığını koruma ve kollama ve bu varlık üzerinde eylem ve işlemde bulunma görev ve yetkisinin tek elde bulundurulması ilkesi bozulmuştur.

 

Bu tür uygulamaların uzun zaman dilimi içinde süregelmesi, sonuçta, ulusal ekonominin yönetiminde önderliğin, planlamanın, politika üretme ve uygulamada etkililiğin, kurumlarararası işbirliğinin ve eşgüdümün yok olması, ekonomik ve yönetsel kararsızlıkların ortaya çıkması, toplumsal güvenin kaybolması ve yukarıda sözü edilen kritik önemde temel dengelerin bozulması anlamına gelmiştir.

 

Yukarıda belirtilen unsurlar gözönünde tutularak, Türkiye’de  ulusal ekonominin yönetimi ve devletin genel ekonomi içindeki yerinin belirlenmesi ile ilgili olarak şu genel nitelikli, önerilerin yapılmasında yarar görülmektedir.

 

Ekonomi yönetiminde yeniden yapılanmaya gidilmelidir. Bu çerçevede, “bütçe” ve “hazine birliği” sağlanmalı ve akçal disiplin gerçekleştirilmelidir.

 

Başbakanlık örgütünde yer alan ekonomi yönetimine dahil tüm müsteşarlıklar ile Maliye Bakanlığı bir bütün olarak düşünülmeli ve yeniden yapılanma çalışmaları çerçevesinde ‘Ekonomi Bakanlığı’ kurulması fikri üzerinde özellikle durulmalıdır.

 

Merkez Bankası’nın özerkliği değil bağımsızlığı sağlanmalı; ancak, hükümet içinde yeni bir hükümet oluşturulmasından kaçınılmalıdır.

 

Devletin ekonomiye müdahale olanakları sınırlanmalıdır. Bu bağlamda, emisyon, kur ve faiz konularında serbest piyasa ekonomisinin koşullarının belirleyici rol oynamasına ve bu durumun sürekliliğinin güvence altına alınmasına öncelik verilmelidir.

 

Ekonomi yönetiminde görev alan her birimin görev, yetki ve sorumluluklarına ilişkin çerçeve doğru çizilmeli ve eşgüdüm yeri isabetli bir şekilde belirlenmelidir.

 

Bunlara ek olarak, devlet asıl işlevlerine geri dönmeli ve akçal yük yaratan ekonomik girişimler özel sektöre, yerinde görülmesi daha ekonomik ve verimli olan kamu hizmetleri yerel yönetimlere ve özellikle belediyelere devredilmelidir. Devlet, KİT’ler aracılığı ile üretim yapan devlet olmaktan uzaklaştırılmalıdır. Devlet, şayet kar amaçlı şirketler kuracaksa, bu şirketlere menkul kıymetler borsasında kota edilmek koşulu getirilmelidir.

 

Özelleştirme

 

Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu açmazların en büyüklerinden biri de özelleştirmedir. Özelleştirme çalışmalarının yönetimi ve kurumsal açıdan içinde bulunduğu sorunlar ekonomi yönetiminin en büyük sıkıntı kaynaklarından biri olmak durumundadır.

 

1980’lerin ortalarına doğru “Toplu Konut ve Özelleştirme İdaresi Başkanlığı” olarak kurulan ve daha sonra iki ayrı kurum olarak ayrılmasıyla bağımsızlaşan bu kurum aradan geçen 15 yıl sonra elde ettiği performans, yüksek enflasyon hızının indirilmesine katkısı ve ekonomik iyileşme açısından gerçekleştirmek zorunda olduğu hedefleri gerçekleştirebilme oranı bakımından tartışma konusudur.

 

Özelleştirmede hedefler tutturulamamıştır. Bu duruma yol açan nedenler ise hukuki sorunlar ve ihalelerdeki şaibelerdir. 179 KİT’in özelleştirme kapsamına alınmasıyla 1986 yılında fiilen başlayan özelleştirmeden Aralık 1998’e ancak 4.5 milyar dolar gelir sağlanmıştır. 113 KİT’in satışından sağlanan bu gelirin 3.5 milyar doları 1997 yılına kadar olan döneme aittir. Bu 11 yıllık dönemde her yıl başına 4-5 milyar dolarlık hedefler açıklanmasına karşın gerçekleştirilen yıllık özelleştirme 300 milyon dolarda kalmıştır.

 

Gelinen bu durum özelleştirme için “sil baştan” kararı alınmasına neden olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit, şimdiye kadar özelleştirmeden beklenen ‘yeterli, olumlu ve uyumlu’ sonuç alınamadığını itiraf etmiş ve bu sonuca Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın değil, Anayasa ve diğer yasal engellerle, şimdiye kadar uygulanan politikaların yol açtığını söylemiştir. Özelleştirmeden sağlanan kazançlarla, özelleştirme için yapılan harcamaların eşdüzeye geldiğini, böylece özelleştirmenin anlamını yitirdiğini savunan Ecevit, özelleştirmede tüm sistemin baştan aşağı gözden geçirilmesi gerektiğini belirtmiştir.

 

Türk-İş Başkanı Meral’a göre, bugünkü özelleştirme bir “bataklık”tır ve bu bataklık cumhuriyeti tehlikeye sokacak kadar kokmaya başlamıştır.

 

Merhum işadamı Ayhan Şahenk, “özelleştirme sınıfta kaldı” demiştir. Son olarak POAŞ ve Türkbank ihaleleriyle bu işin tesçil olduğunu kaydeden Şahenk, şu eleştirilerde bulunmuştur: “Özelleştirme deyince dosya alıp gidiliyor. Böyle olmaz. Bir sisteme dayanması gerekir. Yap şartnameyi, dosyayı tetkik et, yeterlik belgesi ver, sonra da telefon et. Bürokrata verilmeli bu işler. Merkeziyetçi ve devletçi yapı var. Bu nedenle özelleştirmelerden zaman zaman geri dönülüyor. Bu işi halka bile anlatamadılar’.”

 

Son yıllarda özelleştirme ile ilgili olarak  gazetelere yansıyan haberlerden bazıları aşağıda verilmiştir:

 

“CHP, Korkmaz Yiğit ile Çakıcı’nın ‘telefonda banka pazarlığı’ bandını açıkladı.”

 

“Türkbank ihalesinde görevimizi yaptık. Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, ‘Türk Ticaret Bankası satışıyla aynı günlerde Korkmaz Yiğit’in olağanüstü yüksek bedeller önererek, birçok basın yayın organını satın almaya girişmesi üzerine konuyla ilgilenme gereğini’ duyduk. Çete bağlantıları olabilecek bazı işadamlarının bazı banka ve medya kuruluşlarını olağanüstü bedellerle satın alma girişimleri, bir yandan medya ve finans kesimini ele geçirme, bir yandan da karapara aklama amaçlarını akla getiriyor.”

 

“Yılmaz yanlış yaptı. TÜSİAD Başkanı Muharrem Kayhan, ‘Başbakan Mesut Yılmaz’ın Türkbank ihalesinde kamu olanaklarını kullandırdığına inanmıyorum. Ama, ne olursa olsun bir Başbakan’ın ihaleye katılanlarla olumlu veya olumsuz bu kadar yakın ilişki içinde olması toplumda tereddütlere neden oluyor’ dedi.”

 

“Türkbank ihalesi için 9 sanıklı dava açıldı. İstanbul DGM Başsavcılığı, Türkbank’ın satışıyla ilgili ihaleye ‘fesat karıştırdıkları’ gerekçesiyle 9 sanık hakkında 6 aydan 6 yıla varan hapis cezaları istemiyle dava açtı.”

 

“Özelleştirmede kara leke. Özelleştirilen kuruluşlara şaibe karışması ÖİB Başkanı’nı isyan ettirdi: Bayar ‘Sadece paralarını almayalım, bu insanları doğru dürüst araştıralım’ dedi. Petrol Ofisi ihalesi Ankara 6. İdare Mahkemesi kararıyla, anayasaya ve özelleştirmenin tabana yayılması ilkesine aykırılık nedeniyle durduruldu. POAŞ’ı alan girişim grubu, İdare Mahkemesi’nin kararı ve özelleştirmede sorunlu bir dönemin başlamasından dolayı ihaleden geri çekilmeyi düşünüyor.”

 

“Aktaş için zehir gibi rapor. Danıştay savcısı, İstanbul’un Anadolu yakasındaki elektrik dağıtımının Aktaş Elektrik’e devredilmesini özelleştirmeye aykırı buldu ve ‘Şirkete haksız kazanç sağlandı’ dedi.”

 

“El konulan Aktaş, devlete 26 trilyon lira borç taktı.”

 

“Üç kez sözleşme imzalandı. Enerji Bakanlığı yargı kararı ile yönetimine el koyduğu Aktaş Elektrik ile hakkındaki tüm şikayetlere rağmen üç kez sözleşme yeniledi.”

 

“Hükümet depremde iç çamaşırı üretiyordu. Deprem felaketinin Türkiye’de özelleştirmenin gerektiğini bir kez daha ortaya koyduğunu belirten Bayar, ‘Hükümet iç çamaşırı üretimi ya da KİT’lerin yönetim kurullarında kimlerin yer alacağını tartışıyordu. Bu yüzden deprem felaketine etkili müdahale edilemedi. Ancak bu değişmeli, KİT’ler biran önce özelleştirilerek hükümet asli işlevlerine geri dönmelidir’ dedi.”

 

Yukarıda yer alan alıntılar ülkemizde özelleştirme çalışmalarının içinde bulunduğu koşulları açıklıkla ortaya koymaktadır: Türkiye özelleştirme çalışmalarında başarısız olmuştur. Tesisler elden çıkmış, ancak elde edilen gelir yalnızca özelleştirme çalışmalarının finnasmanında kullanılmıştır. Elden çıkan tesislere karşın ülkeye ekonomik bir girdi sağlanamamıştır.

 

Özelleştirme çalışmaları açısından başka büyük bir aksama da özelleştirilmek istenen kurumlardan sağlanan siyasal ve ekonomik rantın paylaşımında yaşanmaktadır.

 

Özelleştirmenin içine düştüğü durum devletin ulusal ekonomi içindeki rolünün önemini ve payının büyüklüğü sorununu bir kez daha gündeme getirmektedir.

 

Kamunun gerek merkezi birimleri ve gerekse yerel yönetimler aracılığıyla sahip olduğu ekonomik kuruluşların karşılaştıkları zararın kamu bütçelerinden karşılanması zorunluluğunun yarattığı iç finansman yükü ve verimli ve karlı çalışma yolunda sahip oldukları yapısal sorunlar genel ve yerel ekonomik koşullar üzerinde olumsuz etkiler yaratmaktadır.

 

İç finansman ihtiyacının azaltılabilmesi bakımından kamu sektörünün üzerindeki bu ağır yükün hafifletilmesi gerekmektedir.  Bu özelleştirme ile sağlanabilir. Bu amaçla yapılan çalışmalar ise istenen sonuçları verememektedir. Bu sonuç, ülkenin ulusal ekonomisinin yönetimi için yaşamsal öneme sahip bir politikanın sorumlu ve yetkili “aktör”ler tarafından yerine getirilemediğini ortaya koymaktadır. [232]

 

Kamunun sahip olduğu ve kamu tarafından yönetilen ekonomik nitelikli işletmelerin bugünkü koşullar altında sürdürülmesi olanaksızdır. Durumun mevcut koşullar altında sürdürülmesi ekonomideki yapısal bozukluğun devamı anlamına gelecektir. Sorunun giderilmesi için uygulanmaya çalışılan önlemlerden biri olan özelleştirme çalışmalarında kamu çıkarını hiç bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde güvence altına alan (fiyat tespitinde temel yetkinin kamuda kalması ve tekelleşmeye yol açılmaması gibi) önlemlerin ihmal edilmemesi ve satış sürecindeki yavaş ilerlemenin önüne geçilmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştır.

 

Özelleştirme konusunda önemli engellerden biri de, özelleştirme akımlarının pek çok ülkede destek bulması ve bir anlamda uluslararası alanda oluşan ‘özelleştirilebilecek kurumlar’ piyasasına arz edilen kurum miktarının bu alandaki mevcut talep karşısında çok fazla sayılabilecek bir düzeye çıkması ve talep azlığı nedeniyle bu kurumların gerçek anlamda özelleştirilebilme şanslarının oldukça sınırlanmış olmasıdır.

 

Sorunun çözümlenmesi için bir başka yöntem olan KİT’lerin kurumsal açıdan ıslahı ve yönetsel verimlilik ve karlılık düzeylerinin artırılması konusunda gözle görülebilen ve kamuoyunu tatmin edebilen bir çalışma ortaya çıkamamıştır.

 

Yukarıda özetlenen tablo, Türkiye’de özelleştirme çalışmalarının geleceği açısından umut verici olmaktan uzak görünmektedir. Özelleştirme çalışmalarında ortaya çıkan bilgi ve deneyim eksikliği, yapılan hukuksal yanlışlıklar, siyasal tercihler, kayırmacılık ve yanlış kararlar da söz konusu tabloyu daha çok bozan unsurlar olmak durumundadır.

 

Nitekim, Dünya Bankası, geçmiş dönemde, Türkiye için vermeyi düşündüğü “mali” sektör uyum kredisini, bazı kamu kuruluşlarının özelleştirilmelerinde yaşanan gecikmeler nedeniyle askıya aldığını açıklamıştı.

 

Bu konuda son bir uyarıyı IMF ile Dünya Bankası tarafından yayınlanan bir raporda bulmak olanaklıdır. ‘Yolsuzluk ve Kalkınma’ başlıklı bu raporda örgütlenmiş suç odaklarının özelleştirme ihalelerine yöneldikleri, bu tür suç örgütleri ile mücadelenin ‘siyasi kararlılık’ gerektirdiği, bunu yapacak olan siyasilerin ‘siyasi intiharı göze alarak’ mücadele etmeleri gerektiği belirtilmektedir.

 

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Türkiye hem özelleştirmeyi başaramamakta ve hem de bu tür kuruluşların ıslahı için gerekli önlemleri alamamaktadır. Bu başarısızlık ise Türkiye’de devletin ekonomik alandaki rolünün daraltılması yolundaki çok önemli stratejinin gerçekleştirilememesi anlamına gelecektir. Özelleştirme stratejisi yeniden belirlenmelidir. Bu amaçla TBMM’de grubu bulunan siyasal partiler arasında özelleştirme için temel ilkeler konusunda ulusal bir uzlaşma sağlanmalı ve bu uzlaşmaya dayalı özelleştirme ana planı yapılmalıdır.

 

Tahkim

 

Türkiye’de ulusal ekonominin yönetimine yeni bir aktör daha katılmak üzeredir: uyuşmazlık çözücü hakemler, yani “tahkim” kurumu.

 

Son yıllarda üzerinde en çok konuşulan, Anayasa değişikliği yapılan ve yasalaştırılması için Meclis’te uzun ve yoğun kulisler yapılan bir konu olan “tahkim” kurumu, bir kesime göre ülkenin ekonomik yönden kalkınmasına büyük hız verecek yabancı sermayenin ülkeye çekilmesindeki en büyük engelin aşılması anlamına gelecek ve bazı kesimlere göre de bu kurum “düveli muazzamaya karşı yeni kapitülasyonlar verilmesi”nden başka bir şey olmayacaktır.

 

Tahkim, esas olarak, sermaye yatırımlarından doğan hukuksal uyuşmazlıkların, yargı organlarında değil, iki tarafça belirlenen bir hakem ya da hakemler kurulu tarafından çözülmesi demektir.

 

Bu anlamda, tahkim, Türk Ticaret Kanunu tarafından da öngörülmüş bir kurumdur. Ülke içi sorunların çözümünde uygulanmaktadır. Hatta, Yargıtay’ın tahkim ile ilgili pek çok kararı vardır. Bu bağlamda tahkim, ekonomik uyuşmazlıkları yargının uzun süren sürecinden uzaklaştırarak kısa sürede çözülmesini sağlayan etkili ve verimli bir yöntemdir. Ulusal ilişkilerde olduğu üzere, uluslararası ekonomik ve ticari uyuşmazlıklarda da bu yöntemin kullanılması son derecede uygar ve çağdaş bir davranıştır.

 

Öyle ise bu tartışmalar neden? Bu kadar yoğun bir tartışmaya gerek var mı? Evet, var! Zira, Türkiye’ye, Anayasa değişikliği yapılarak, aktarılmaya çalışılan tahkim kavramıyla bundan farklı ve yalnızca “imtiyaz devri” niteliğinde olan ve içinde “yabancı”lık unsuru bulunan sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların hakem aracılığıyla çözümü sağlanmaya çalışılmaktadır. Esasen var ve kullanılmakta olan bir kavramın yeniden düzenlenmesi söz konusu değildir. Elde edilmek istenen bu yeni olanak Türk hukuk sisteminde köklü ve kalıcı değişiklikler yapılmasını sağlamak amacını gütmektedir.

 

Konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak bakımından şu kısa sonuçları kaydetmekte yarar vardır. Bir kere, bugün tartışma konusu olan sorunsal, olağan ekonomik ve ticari anlaşmazlıkların yargı yerine hakem aracılığıyla çözümlenmesi değildir. Bu esasen vardır. Türkiye 1958 New York Anlaşması ile uluslararası tahkimi kabul etmiştir. “Uluslararası Ticaret Odası Tahkim Divanı Anlaşması” ile “Devletler ve Diğer Devletin Vatandaşları Arasındaki Yatırım Uyuşmazlıklarının Çözümlenmesi Hakkındaki Sözleşme” de Türkiye tarafından imzalanmıştır. Türkiye, “Yeni Bir Avrupa İçin Paris Şartı” ile “Helsinki Son Bildirisi”ni de imzalamıştır ve her iki belge de uluslararası tahkimi öngörmektedir. Son olarak da uluslararası tahkimi öngören Avrupa Enerji Sözleşmesi parafe edilmiştir ve TBMM’de onaylanmayı beklemektedir.

 

Bu bağlamda bugüne kadar 41 ülkenin yatırımcılarına uluslararası tahkime gitme hakkı tanınmıştır. İkincisi, uluslararası nitelikte olan ve içinde yabancılık unsuru bulunan ekonomik ve ticari anlaşmazlıkların yargı yerine hakem aracılığıyla çözümlenmesi de tartışılmamaktadır. Zira, bu durum da son derecede doğal karşılanmaktadır. Üçüncüsü, tartışma konusu olan ana sorun “devletin imtiyaz haklarının devri” niteliğinde olan ve içinde “yabancı”lık unsuru bulunan sözleşmelerden doğan uyuşmazlıkların çözümünde ulusal yargı yerlerine tanınan yetkilerin kaldırılarak ya da kısıtlanarak uluslararası hakeme gidilmesinin zorunlu kılınmasıdır.

 

Bu bağlamda, “imtiyaz hakkı” kavramının kısaca açıklanması gerekmektedir. Devlet, merkezi örgütlenmesi, bu örgütlenmenin taşra birimleri ya da yerinden yönetim kuruluşları aracılığıyla toplumun ortak nitelikli gereksinimlerini karşılamak üzere oluşturulmuş bir aygıtdır. Önüne gelen herkesin aklına esen herşeyi yapmasının önlenmesi için bazı kamu hizmetlerinin sadece ve yalnızca devlet ya da kamu tarafından üretilebileceği ilkesi kabul edilmiştir. İşte, bu tür hizmetlere, yani kamu tarafından yapılması gereken ve özel kişiler tarafından yapılmasına izin verilmeyen hizmet konuları kamu açısından imtiyaz hakkı oluşturmaktadır.

 

İmtiyaz hakkı, hizmetin mutlaka kamu tarafından yapılmasını da gerekli ve zorunlu kılmamaktadır. Kamu yönetimleri, kamu çıkarını saklı tutmak koşuluyla, zaman zaman gerekli gördüğü hizmet alanlarında çalışma yapmak yetkisini özel sektör kuruluşlarına da devredebilir ve özel sektör bu hizmeti yabancı ortaklarla da yapabilir. Örneğin, elektrik üretme, dağıtma ve satma hakkı böyle bir imtiyazdır. Keza, içmesuyu üretme, dağıtma ve satma hakkı da bir kamusal imtiyazdır. Maden çıkarma da bunlardan biridir. Hangi alanlarda kamusal imtiyaz bulunduğu da yasalarla -örneğin, 1580 sayılı Belediye Yasası- belirlenmiştir.

 

Bu gibi imtiyaz alanlarında yapılacak devir sözleşmelerinde kamu çıkarının korunması zorunluluğu Anayasa ile zorunlu kılınmış ve kamu çıkarının korunup korunmadığını araştırmak üzere de en yüksek yönetsel yargı yeri olan Danıştay görevlendirilmiştir.

 

Tartışma konusu da burada başlamaktadır. Danıştay’ın bu konuda vereceği kararların belirleyicilik ve kesinlik düzeyinin azaltılması ve imtiyaz hakkı devri niteliğindeki uluslararası sözleşmelerde hakemlik kurumunun tam ve tek yetkili kılınması için Danıştay’ın bu yoldaki yetkilerinin kaldırılması ve böylelikle de ülkeye yabancı sermaye girişinde en büyük engel olarak görülen bir sorunun giderilmesi amaçlanmaktadır.

 

Ağustos 1999’da, tahkim ile ilgili Anayasa değişikliği, TBMM’de referanduma gerek bırakmayacak düzeyde bir oy çokluğuyla (448 kabul, 45 red, 11 çekimser) ve parlamentoda temsil edilen tüm partilerin desteğiyle kabul edilmiştir. Cumhurbaşkanı değişikliği onaylamıştır.

Buna göre, Türkiye’de yatırım yapacak olan yabancılarla, devlet arasında yapılacak imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinde uyuşmazlık çıkması durumunda, sorun iki tarafça belirlenecek hakem aracılığıyla çözümlenecektir.

Daha önce “onay” makamı olan Danıştay ise bundan böyle yalnızca iki ay içinde görüş bildirmek durumunda olan “danışma” kurumu olacak ve Danıştay’ın vereceği kararın uygulanması zorunluluğu bulunmayacaktır.

Bu Yasa da, Ocak 2000’de, TBMM tarafından kabul edilmiştir. Bu kez, muhalefet, Anayasa değişikliği oylamasından farklı olarak, Yasa’ya karşı çıkmış, olumsuz oy kullanmış ve tasarının kabul edilmesi üzerine Yasa’nın iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini açıklamıştır. Ancak, aradan geçen uzun süreye karşın muhalefet henüz Anayasa Mahkemesi’ne başvurmamıştır.

 

Bu arada, Yasa’nın uygulanmasıyla ortaya çıkabilecek bazı gelişmeler de kendisini göstermeye başlamıştır. Başbakanlık’dan İçişleri Bakanlığı’na gönderilen bir yazı, Danıştay’ın kesinleşmiş kararıyla çalışması durdurulan Bergama Altın Madeni İşletmesi’nin bu yolla işletmeye açılmak istendiğini göstermektedir. Gelişmeler üzerine bir açıklama yapan TEMA Vakfı, tahkim yoluyla sorunun yeniden gündeme getirilmesine karşı olduğunu açıklamıştır.

 

Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası

 

Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası ile ilişkiler, ulusal ekonomi yönetiminin devletin uluslararası saygınlığı açısından oldukça düşündürücü bir aşamaya ulaşmıştır. Ülkenin ithalat giderlerinin karşılanması ve dış borç taksitlerinin ödenebilmesinde gereksinme duyulan döviz girdilerinin sağlanabilmesi için bu kuruluşlardan kredi almak zorunda kalınması ulusal egemenlik bakımından ciddi olumsuzlukların ve sakıncaların ortaya çıkması ile sonuçlanmaktadır.

 

Herşeyden önce belirtilmelidir ki, Dünya Bankası, son yıllarda, oldukça yüksek faizle kredi satan bir kurum haline gelmiştir. Dünya Bankası’nın şu anda Türkiye’ye uyguladığı yıllık döviz cinsinden faiz, ‘libor artı yüzde 4.5 ya da 5’ oranındadır. Bu uygulama, yıllık faizi, dolar cinsinden yüzde 10.5 ya da 11’e çıkarmaktadır. Ortaya çıkan bu yüksek oran, uluslararası ortamda dolar için çok yüksek düzeyde faiz istemek demektir.

 

Olay bununla kalmamakta, dış para bulma kolaycılığı bu kuruluşa her türlü siyasal ödünün verilmesiyle sonuçlanmaktadır. Bu kuruluş temsilcilerinin bir başka ülkenin yöneticilerine söylemekte son derecede zorlanacağı görüşler Türkiye’de kolaylıkla açıklanabilmekte ve bunun ötesinde bu tür görüşler kanıksanmış istekler olarak kısa zamanda ve kolaylıkla kabul görmektedir.

 

2000 yılının Nisan ayı başlarında IMF’e verilen niyet mektubunda bu yolda şu sözlerin verildiği görülmektedir: “Tarım Satış Kooperatifleri Birlikleri otonom duruma getirilecek”, “yedi adet bütçe içi fon kapatılacak”, “kamu harcamalarının izlenebilmesi için entegre bilgisayar muhasebe sistemi kurulacak”, “Türk Telekom’un yüzde 20 hissesinin satışı için Nisan ayı sonunda ihaleye çıkılacak”, elektrik üretiminde devlet tekeli kırılacak, özel sektörde toplu sözleşmelerin “istikrar” programına aykırı olmaması temin edilecek…” 

 

Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşlarla Türk bürokrasisi arasındaki ilişkilerin niteliğini daha iyi algılayabilmek için şu habere gözatmak yeterli olacaktır:

 

“Dünya Bankası bugün kanun yazmaya geliyor. Dünya Bankası, Elektrik Piyasası Kanunu taslağının yazımına ‘yardımcı olmak üzere’ bugün Türkiye’ye bir enerji ekibi gönderiyor. Banka’nın Enerji Bakanlığı’nın Deloitte-Touche adlı firmayla birlikte hazırladığı taslağı tamamlandı. Ancak Dünya Bankası’nın bu çalışmadan hoşnut kalmadığı öğrenildi.”

 

Bu haber aslında bir yandan Türk bürokrasisinin içinde bulunduğu teknik yetersizliği ve öte yandan da uluslararası kredi ve finans kuruluşlarına karşı içine girilen teslimiyetçi tutumu anlatmaktadır.

 

Nitekim, aşağıya alınan bir başka gazete haberinde, bu durumun aslında Türk toplumu tarafından da bu şekilde algılandığını ortaya koymaktadır:

 

“Baydur ile Okuyan ‘mertlik’ tartışması yaptı. TİSK Başkanı Baydur, Sosyal Güvenlik Yasası’nın IMF baskısıyla çıkarıldığını, hükümetin bunu mertçe açıklayamadığını söyleyince Bakan Okuyan sinirlendi. Okuyan ‘Hiç bir hükümet dış dayatma ile kanun çıkarmaz. Hükümeti mert bulmamakla itham etmenizden üzüntü duydum’ dedi... Baydur, yeni Sosyal Güvenlik Yasası’nın, IMF’nin baskısı ile çıkarıldığını ileri sürdü. Baydur, Meclis’ten yıldırım hızı ile geçtiğini söylediği yasanın, işvereni yatırım yapmamaya zorladığını, dış dünyadan gelen ortaklıkları engellediğini iddia etti. Baydur, Ekonomik ve Sosyal Konsey toplantısına Sosyal Güvenlik Yasası’nın geldiğini ifade ederken ‘Keşke o zaman hükümet bize dürüstçe, mertçe, açıkça, berrakça ‘Ben IMF’ye mahkumum’ diye sıkıntısını anlatıp, ‘Gelin bu yolda adım atalım’ diyebilseydi. Dünyanın dikte ettiği şeyleri bakalım ne zaman bırakacağız’ diye konuştu.”

 

Başbakan Bülent Ecevit’in ABD’ye yaptığı ziyaret sırasında Dünya Bankası Başkanı’nın Başbakan ile görüşmesine ilişkin tutumu ise bir skandal niteliğine dönüşmüştür. Konuyla ilgili bir gazete haberi şöyle:

 

“Gitme, o gelsin! Başbakan Bülent Ecevit’in ABD’de Dünya Bankası ile yapacağı görüşme, büyük bir skandala dönüştü. Dünya Bankası Başkanı’nın randevu yeri konusundaki garip tutumu nedeniyle, ilk kez bir Türk Başbakanı, bir banka yöneticisinin ayağına gidecek. Böylece Türkiye Başbakanı ziyarette, ‘kabul eden’ taraf olmaktan çıkıp, ‘kabul edilen’ taraf durumuna düşecek.”

 

Bu tepkiler ve gelişmeler üzerine, Dünya Bankası Ecevit’i ikametine ayrılan resmi konutta ziyaret etmek durumunda kalmıştır. Bu örnek olay, ulusal ekonominin içinde bulunduğu koşulları yeterince açıklamak özelliğine sahiptir.

 

1999 sonunda IMF’ye yeni “stand-by” anlaşması için verilen niyet mektubunda, ilk kez, IMF istekleri yolunda yapılacak çalışmalar değil, IMF istekleri yolunda yapılan çalışmalardan elde edilen sonuçlar yer almıştır. Verilen niyet mektubunda, yeni kredinin onaylanması için geçen dönemde kabul edilen yasalar ile yine bu dönemde alınan akçal önlemler dile getirilmektedir. Türkiye’nin, IMF istekleri doğrultusunda başardığını belirttiği çalışmalar ise şunlar: Tahkim Yasası’nın çıkartılması, SSK Yasası’nda değişiklik yapılması, Sermaye Piyasası Yasası’nda değişiklik yapılması, Bankalar Yasası’nda değişiklik yapılması, Bankalar Üst Kurulu’nun oluşturulması, banka operasyonları, ek vergi yasasının çıkartılması, Telekom’u Türk Ticaret Kanunu’na bağlı kurum durumuna getiren yasanın kabulü, tarım reformu bağlamında yapılan çalışmalar ve ucuz kredilere son verilmesi. Şubat 2001 krizinden sonra, bu listeye 15 yeni yasa eklenmiştir. Bunlar arasında Merkez Bankası, Şeker, Tütün, THY, borçlanma ve devlet güvencesi verme yasaları bulunmaktadır.

 

Yeni niyet mektubunda yapılacağı belirtilen çalışmalar ise şunlar: personel giderlerinin azaltılması, tüm fonların kapatılması, yeni ek vergiler konulması, iç borç politikasında değişklik yapılması, memur ücret artışlarının TÜFE’ye endekslenmesi, asgari ücretin kısıtlanması ve piyasa yapıcılığı sistemine geçilmesi.

 

IMF, 2001 yılının bütçesi hazırlanırken faiz dışı hiç bir harcamanın reel olarak artırılmamasını Maliye Bakanı Sümer Oral’dan isteyebilmiştir. IMF gibi kuruluşların istekleri yalnızca kamu sektörü ile sınırlı kalmamakta zaman zaman özel sektörü de kapsam içine alabilmektedir.

 

Bu konudaki bir gazete haberi şöyle:

 

“İş dünyası ücret ve fiyat sınırlamasını konuşuyor. IMF’nin ücret ve fiyat artışlarının yüzde 25’le sınırlanması önerisini değerlendiren iş dünyası bunun için toplumsal uzlaşma gerektiği görüşünde. IMF Türkiye Masası Şefi Carlo Cotarelli’nin önceki gün İstanbul’da özel sektör temsilcileriyle yaptığı görüşmelerde, ücret ve fiyat artışlarının, hükümetin 2000 yılı enflasyon hedefine paralel olarak yüzde 25’le sınırlanmasını istemesi tartışma yarattı. Örgütlenmesini ağırlıklı olarak özel sektör şirketlerinde gerçekleştiren DİSK Başkanı Vahdettin Karabay, IMF’nin ücretlerde yüzde 25 ile sınırlanma teklifine sert tepki gösterdi.”

 

Ulusal ekonominin içine düştüğü açmaz nedeniyle uluslararası finans kurumlarıyla içine girişilen ilişkilerde Türkiye’nin karşılaştığı durum, Cotarelli’nin 2001 yılı ücret artışlarının da 2001 yılına ilişkin enflasyon hedefi doğrultusunda yapılmasını istemesiyle toplumsal bunalıma dönüşmüştür. Toplumun ve işçi sendikalarının tepkisi üzerine, Başbakan Bülent Ecevit bir açıklama yaparak Dünya Bankası Türkiye Masası eski Şefi’nin susmasını istemiştir. Ecevit şunları söylemiştir: “IMF gibi destek istediğimiz kuruluşların kaygılarını belirtmeleri veya tavsiyelerde bulunmaları doğal. Ama Türkiye’nin ekonomi, finans ve sosyal politikalarını bu yabancı kuruluşlar değil, kendi ilgili toplum kesimlerimizle birlikte devletimiz belirler.” [233]

 

Ancak, anlaşılan odur ki, Türkiye ekonomisi, esas olarak, IMF ve Dünya Bankası tarafından yönetilmektedir. Nitekim, Kasım 2000 ve Şubat 2001’de ortaya çıkan büyük ekonomik krizler sırasında Dünya Bankası Başkanı, Başbakan Ecevit’e bir mektup göndererek Türkiye’nin güçlü bir tehdit altında bulunduğu belirtmiş ve hükümetten “hafta sonuna kadar ve derhal” bir açıklama yaparak IMF destekli ekonomik programın arkasında olduğunu en güçlü anlatımlarla kamuoyuna duyurmasını istemiştir. Başkanın uyarısı hükümetin programa sahip çıkmaması ve programın arkasına siyasal iradesini koymaması anlamına gelmektedir. Olayların geldiği noktada, Dünya Bankası hükümetten program konusundaki kararlılığını ve desteğini açıklamasını istemek zorunda kalmaktadır. Hükümet bu isteklerin tümünü yerine getirmiştir.

 

Türkiye ekonomisinin yönetimiyle sorumlu aktörlerin sayıca bolluğu ve aktörler arasında ilişkilerin belirsiz olması bu alanda çok ciddi ölçüde yönetsel ve kurumsal açmazlara yol açmakta; ancak, bu açmazlar ortamında para ve kredi veren uluslararası kurumlar ulusal ekonominin yönetiminde egemen ve başat aktörler olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Nitekim, bu gerçek Başbakan Bülent Ecevit tarafından da itiraf edilmiştir. Şubat 2001 ekonomik krizinden sonra bir değerlendirme yapan Ecevit, bundan böyle IMF’den gelen her öneriye “evet” denilmeyeceğini açıklamıştır.

 

Bankacılık Sektörü

 

Bankalar, hiç kuşkusuz, liberal ekonomilerde, ulusal ekonomilerin en önemli kuruluşlarıdır. Ekonominin her türlü denetimi bankalar aracılığıyla sağlanır ve rantlar bankalar aracılığıyla dağıtılır.

 

Bankacılık sistemi güçlü ve serbest piyasa koşullarında çalışması durumunda yozlaşma tehlikesi azalır. Ancak, gelişmekte ve ulusal sermayesini yeni oluşturmakta olan ülkelerde yolsuzluk tehlikesi oldukça büyüktür.

 

Türkiye’de, bankalar, gördükleri çok önemli ve yararlı işler yanında, ekonomik vurgun vurmanın temel aracı olarak da işlev yapmaktadırlar.

 

Banka sahipleri, mevduata sağlanan tam devlet güvencesi nedeniyle, bankalarından kendi şirketlerine gerçek karşılığı olmaksızın kaynak aktarmaktadır. Bankaların finansal bunalım içine düşmesi üzerine de bu bankalar Merkez Bankası tarafından yönetilen Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na aktarılmakta ve oluşan zarar kamu kaynaklarınca karşılanmaktadır. Bu durum kamu maliyesi üzerindeki çok olumsuz etkiler yaratmaktadır.

 

Ve, bazı banka olayları…

 

Interbank: İstanbul Şişli Cumhuriyet Savcılığı tarafından Interbank’tan kendisine ait 42 şirkete, 250 trilyon lira aktardığı iddiasıyla hakkında beş yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açılan bankanın eski sahibi Cavit Çağlar’ın şirket ortakları arasında görülen 33 kişi Bursa’da gözaltına alınmıştır. Hakkında kırmızı bülten çıkarılan eski Bakan Çağlar, FBI tarafından New York’da göz altına alınmıştır.

 

Sümerbank: Mevduat Sigorta Fonu’na devredilen Sümerbank’ın toplam 134.5 trilyon liralık alacağı için icra takibi başlatılmıştır. Bankanın eski sahibinin 33 şirketi Sümerbank’ın önde gelen borçluları arasında bulunmaktadır.

 

Egebank: Bankanın eski sahibi ile altı yöneticiye, “hileli faaliyetlerde bulunarak, zimmetlerine para geçirdikleri” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunulmuştur. Bankanın sahibi, tutuklanmıştır. Egebank eski Genel Müdürü, İstanbul’da çıkarıldığı Ağır Ceza Mahkemesi’nde, Bankekspres’ten alınan 8.3 trilyon liralık kredinin, banka sahibinin hesabına aktarıldığını itiraf etmiştir. Egebank’ın, yurt dışı kredileri, komisyonlu aracılar, naylon firmalar ve “off-shore” yöntemleri kullanılarak dört ayrı koldan “hortumladığı” ileri sürülmektedir.

 

Emlakbank: Gizlenen zararın 53.5 trilyon lira olduğu ileri sürülmektedir. Banka’nın iki yıldır açıklanmayan zararının 1999 yılında 172.5 trilyon  ve 2000’in ilk altı ayında 53.5 trilyon olduğu anlaşılmıştır. Alınan son ekonomik önlemler çerçevesinde Emlakbank ve Halk Bankası, Ziraat Bankası ile birlikte ortak yönetime alınmıştır.

 

Yaşarbank: Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından el konulan Yaşarbank’ın 1999’da 585.3 trilyon lira, yani 1.1 milyar dolar zarar ettiği açıklanmıştır. Yaşarbank’ın 1999 yılı zararı, bankanın İMKB verilerine göre 52.6 trilyon lira olan piyasa değerinin 10 katından daha yüksek bir rakama ulaşmıştır. Yaşarbank’ın geçen yılki zararı, sektörün en büyük iki özel bankası olan İş Bankası ile Akbank’ın aynı dönemdeki net kar toplamlarının üzerine çıkmıştır.

 

Bağımsız denetim şirketlerinin yaptığı incelemelere göre, el konulan Egebank, Esbank, Yaşarbank, Sümerbank ve Yurtbank’taki zararın 6 milyar dolar olduğu anlaşılmıştır.

 

Bu gelişmeleri doğrulayan dönemin ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Önal, beş bankanın toplam zararının 1.6 katrilyon lira olduğunu açıklamıştır.

 

Son olarak, BDDK, Etibank ve Bank Kapital’in mali bünyelerinin zayıfladığı yönündeki murakıp raporları üzerine iki bankanın da Fon’a devredilmesine karar vermiştir.

 

Bu bağlamda, 1999 yılını “bankacılık tarihinin en karanlık yılı” olarak isimlendiren DCR Türkiye Yönetim Kurulu Başkan Vekili Selçuk Abaç, Türkiye Bankalar Birliği’nin açıkladığı sektör bilançosunu, “Türk bankacılık sektörünün tarihindeki en ağır sonuç’ olarak nitelemiştir. Abaç ‘... Artık mızrak çuvala sığmaz hale geldi. Türk bankacılığı tarihinde ilk kez zarar ediyor. Bankalarımızın sermaye yetersizliği ispat edildi. Aktif yapısı açısından en kötü görüntü ortaya çıktı. Gelir, gider yapısı rasyonel değil ve karlılık oranları negatif. Kötü bir görüntü var. Mevcut görüntü, mevcut yapısıyla birleştiğinde Türkiye’nin uluslararası derecelendirmesini olumsuz etkiler. Enflasyonla mücadeleyi zorlaştırır. Bankacılık kesimine olan güveni sarsar. Yapısal olan bu sorunların çözülmesi için fondaki bankalar başta olmak üzere hemen tedbir alınmalı. Fondaki bankalar, yönetmeyi başarabileceklere, satış fiyatına bakılmaksızın devredilmeli” demiştir.

 

Bankalarla ilgili olarak meydana gelen bu olaylara karşılık, Bankalar Yasası’na eklenen bir madde ile bu gibi konularda haber yayanlara ağır hapis ya da yayın durdurma cezası verilmesi hükmü getirilmiştir.  Değiklik yapılan maddede, “isimleri belirtilmese dahi bankaların güvenilirliği konusunda kamuoyunda tereddüte yol açarak bankaların akçal bünyelerinin olumsuz etkilenmesine neden olabilecek nitelikte haber yayınlayan yayın kurumlarına 2 milyar liradan 4 milyar liraya kadar ağır para cezası verilebileceği gibi bunların yayınları bir aya kadar geçici olarak durdurulur” hükmü yer almaktadır.

 

Uluslararası Araştırma ve Danışmanlık Şirketi, IBAR, ‘Türkiye’de Bankalar ve Bankacılık Sistemi 99’ adlı araştırma raporunda bankacılık sisteminin alarm verdiğini belirtmektedir. Araştırmaya göre, Türk bankacılığı ileri gelişmişlik düzeyine karşın, akçal durum sektör bazında alarm vermektedir. Karlılık, sermaye yeterliliği, aktif kalitesi gibi göstergeler, ancak belirli sayıdaki bankalar için yeterli görülüyor… Enfasyonun üzerinde kar edebilen banka sayısı 15. Raporda, “Bankacılık sektörü üstlenilen riskleri taşıyabilecek özkaynaklara sahip değil. Bu durum Türk bankacılığının yurt dışındaki kredibilitesini olumsuz etkiliyor” [234] denilmektedir. Türk bankacılık sektörünün saydamlaşması gerektiği belirtilen raporda sektördeki banka sayısının ve özellikle banka şubesi sayısının çok olduğu vurgulanmaktadır. Araştırmaya göre, bankaların bilanço risklerindeki hızlı artışa karşılık, özkaynaklar reel olarak artmamıştır. Sektör bazında dönem karı reel olarak azalırken, zararlarda çok hızlı artış olmuştur. Raporda, çok yüksek oranlarda artan kredi ve kur isteklerine karşılık, yetersiz karşılık ve artan zararlardan dolayı özkaynakların güçlendirilemediği, banka sisteminin risk derecesinin yükseldiği ve sisteme sağlıklı akçal yapı kazandırılması ihtiyacının en üst düzeye çıktığı belirtilmektedir.

 

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, batık bankalarda “hortumlanan” paranın 40-50 milyar dolar olabileceğini açıklamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük yatırımı olan GAP’ın toplam maliyetinin 35 milyar dolar civarında olduğu ve aradan geçen yaklaşık 15 yılda yapılan harcamaların ancak 14 milyar doları bulduğu gözönüne alınırsa “hortum”un ne denli büyük olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.

 

Bankacılık konusunda son değerlendirmeyi dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel’e bırakmakta yarar var: “Türkiye’nin kazancı, masrafına yetmemiştir. Yetmeyince kamu maliyesi Türkiye pazarından, sermaye piyasasından para almıştır. Almaya devam etmiştir. Ne olmuştur? Bankacılık, fonksiyonunu yitirmiştir Türkiye’de. Çünkü bankada toplanan tasarrufları, bankacı plase etmek için bir yere yatırmak, oradan alacağı nema ile faiz ödemek durumunda değil. Nasıl olsa bankadaki paranın müşterisi var. Devlet. Yüksek faizle o parayı devlet alıyor, devlet alınca ticaret ve sanayie yatırılacak para kalmıyor. Devlet, bütün ticari işlerin içinden çıkması gerekir derken, bankaların da içinden çıkması lazım.” [235]

 

Bu bölümde anımsanması gereken bir başka son yargı ise, Türkiye’de bankacılık sektörünün “çürümüş” olduğunu uluslararası kamouyuna açıklayan Dünya Bankası Ankara Temsilcisi Ajay Chibber’a ait sözler olmalıdır.

 

Yeşil Sermaye ve Bankerlik Sorunu

 

Türk ekonomisinin önemli aktörlerinden ikisi, Sermaye Piyasası Kurulu ile Rekabet Kurulu’dur. Giderek büyüyen özel sermaye, oldukça büyük boyutlara ulaşan serbest piyasa hacmi, önemi artan tam ve serbest rekabet koşullarının sağlanması ve tekelciliğin önlenmesi sorunu bu iki kurumu stratejik açıdan önemli bir konuma getirmektedir.

 

Her iki “kurul”un işlevsellik ve başarım düzeyini yeterince algılayabilmek için “yeşil sermaye” olarak bilinen ve “faiz-İslam dini” ilişkileri nedeniyle özel bir önem kazanan olguya kısaca gözatmak gerekmektedir.

 

Bir iddia: Tarikatlar kazanç kapısı. İstihbarat birimlerinin hazırladığı ve basına yansıyan bir rapora göre, 7 büyük holding, 11 finans kurumu ve 4.123 şirkete sahip olan tarikat ve cemaatlerin 1 katrilyonluk gücü vardır. Köktenci dini grupların bu kadar büyük bir parasal güce ulaşmasının ardında rant kavgasının  bulunduğu saptamasına yer verilen raporda şu görüşler dile getirilmektedir: ‘Bu kadar çok sayıda tarikat ve cemaatin bulunmasının nedenleri arasında, siyasal islamı Türkiye’de egemen kılmada izlenen metot farklılığı birinci derecede rol oynuyorsa da, 1990’dan sonra meydana gelen gelişmelerde tarikat ve cemaatlerin yoğun ekonomik etkinliklere girmesi de sayılabilir. Tarikat liderliği sermaye sahipliği haline gelmiş, tarikat ve cemaatler artık bir rant paylaşımı ve üyeleri için de bir kazanç kapısı haline dönüşmüştür.’ İrticai kesimlerin genel bir tasnifinin de yapıldığı raporda, Hizbullah, İBDA-C, İslami Hareket, İCB, AFİD ve VASAT terör örgütleri sayılıyor.

 

Raporda, köktenci dini gruplar arasında 24 ayrı gruba yer verilmektedir.

 

Yeşil sermaye olgusu özellikle Almanya’daki Türk vatandaşları arasında yaygınlık kazanmıştır. Almanya’daki gelişmelere ilişkin bir gazete haberi aşağıda yer almaktadır:

 

“Allahın izni ile yüzde 37. Almanya’da çalışan Türk işçilerinden yüzde 20 ile 40 arasında faiz (kar payı) ile para toplayan holdinglerden birisi olan ve henüz bir yıllık geçmişi bulunan T. Holding yüzde 37 gibi olağanüstü bir faiz veriyor. Almanya’daki ortaklarına gönderdiği mektupta, holdingin mülkiyet ortaklığı sistemi uyguladığı belirtildi. Holdingin sahip olduğu menkul ve gayrimenkullerin değerlerinin mahkemeler aracılığı ile değer artışı tespitinin her yıl için yeniden yapıldığı ve herkese sahip olduğu hisse senedi oranında ek hisse senedi verildiği bildirildi. Şirket, kar payı ile ilgili olarak ise şu açıklamayı yaptı: ‘1998 yılı kar payımız yüzde 37 olduğunu bildirir, bizimle ortak olmanın ayrıcalık olduğunu, Allah (c.c.)’ın izni ve dostlarımızın dünden daha büyük destekleri ile ekonomideki bahar güllerini beraber derlemek ümidiyle kalbi muhabbetlerimi sunar hiç bir emanetin yanında zayi olmayacağı Allah (c.c.)’a emanet ederim’. Ayrıca daha önce U. AŞ olan Şişecam Bayii de, şirketin adını K. Holding olarak değiştirerek mark bazında yüzde 28 ile ortak topluyor. Ayakkabılar çıkartılarak girilen her iki şirket gibi Uşak’da 1600 ortağı bulunan U. Holding de yüzde 21 getiri ile kuracağı seramik fabrikasına yurt dışından temsilcileri aracılığıyla finansman sağlamaya çalışıyor.”

 

Gazetelerden konuyla ilgili öteki bazı haber örnekleri:

 

“Yeşil sermayenin pazar kavgası. Yaklaşık iki yıl önce yüzde 50 ortaklık kurarak beraber hareket etmek kararı alan, ancak yolları bir süre sonra ayrılan Jet-Pa ve Kombassan Holding Almanya’daki şirket ortaklarını paylaşamıyor... Kombassan’ın Avrupa’da pazar ve şirket ortağı kaybettiğini iddia eden Akgündüz, Kombassan tarafından gelen eleştirilerin nedeninin de rekabet olduğunu belirtti... Akgündüz şöyle devam etti: ‘Siyasi rant peşinde olsam, partilerle gizli ilişkiler kurar, adaylarımı partiye sokardım. Sergen’e vereceğim parayla milletvekilleri alırdım. Bizimkisi memleket davası. Siyasi partilerle diyaloğumuz devam edecek... Partiler gelip ‘Bizim adayımızı destekler misin?’ diye soruyorlar. Biz de adayları inceliyoruz’.”

 

“Partilere Jet-Pa çengeli. Sermayesinin kaynağı konusunda SPK tarafından yakın takibe alınan İslami holding Jet-Pa’nın patronu Fadıl Akgündüz, politik arenada söz sahibi olmaya çalışıyor. Akgündüz’ün Siirt DYP’de milletvekilliği için 3 kontenjanı garantilemesinin ardından ANAP ve FP’den de adamlarını Meclis’e sokmaya çalıştığı ortaya çıktı. Jet-Pa’nın patronu, güçlü olduğu bölgelerde HADEP ve BBP’den de aday göstermeyi planlıyor.”

 

“Frankfurt Savcılığı: Jet-Pa paraları uçtu. Jet-Pa hakkında soruşturma yürüten Frankfurt Başsavcılığı Basın Sözcüsü Job Tilmann, paralarını bu şirkete teslim eden kişilerin paralarını geri almasının hemen hemen olanaksız olduğunu söyledi. Tilmann, ‘Paraların geri alınması için hukuki zemin yok’ dedi.”

 

“Maliye’den Jet Fadıl’a 40 trilyonluk ‘jet’ haciz. Maliye Bakanlığı beyan ettiği ve elde ettiği gelir arasındaki uçurum nedeniyle, Fadıl Akgündüz’ün sahibi olduğu Jet-Pa Holding hakkında 40 trilyon liralık ihtiyati haciz başlattı. Bakanlık, haciz işlemi için, Jet-Pa hakkında sürdürülen vergi incelemesinin tamamlanmasını beklemedi.”

 

Bu örneklerde de görüldüğü üzere, yeşil sermaye olgusu Türkiye’de ulusal ekonomiyi etkileyebilecek güce ulaşmıştır. Bu ekonomik gücün siyasal alanda da etkisini artırmaya çalışması beklenmesi gereken bir gelişme olmalıdır.

 

 Yeşil sermaye ile ilgili bir başka tehlike ise, dini inançları güçlü masum Türk vatandaşlarının dolandırılmaları tehlikesidir. Bu tehlike giderek büyümektedir.

 

Ekonomik ve siyasal yaşamdaki bu olumsuzlukları önlemek durumunda olan kamu kurumları Sermaye Piyasası Kurulu ile Rekabet Kurulu’dur.

 

SPK çalışmaları ile ilgili olarak belirgin bir işlevsellik görülürken, Rekabet Kurulu’nun ülkemizde henüz işlevsellik kazanamadığı anlaşılmaktadır. SPK çalışmalarının içinde bulunduğu koşulların bu kurumun hedeflerine uygun bir çalışma yöntemi geliştirdiği ve çalışmalarına ivme kazandırmaya çalıştığı görülmektedir. Ancak, bu istence karşın, ülkede ya da öteki ülkelerde yaşamakta olan yurttaşlarımızın dinsel inançlarla “faiz” kavramından kaçınarak inançlarına uygun bir şekilde tasarruflarını değerlendirmek istemelerini kullanan bazı çevrelerin iyi veya kötü niyetlerle bu olgudan yararlanmak istedikleri ve bunda da önemli ölçüde başarılı oldukları görülmektedir. Genelde “saadet zinciri” yaklaşımına dayalı yeşil sermaye olgusu nedeniyle gerek yurt içinde ve gerekse yurt dışında oldukça önemli oranda Türk yurttaşı zarar görmektedir. SPK’nın bu oluşumun önlenmesinde elde ettiği başarı düzeyi kuşkuludur.

 

Borsa

 

Kuşkusuz, liberal ekonomi düzeninin ayrılmaz kurumlarından biri “stock exchange” adı verilen ve mülkiyet hakkının alınıp satılabildiği menkul kıymetler borsalarıdır. Liberal ekonomiyi kendisine esas alan Türkiye de, bu tür bir kurumu -İMKB- oluşturmuş ve işlevsel kılmıştır. Bu bağlamda, İMKB ulusal ekonominin gelişmesi ve ticaretin ilerlemesi için çok önemli ve yararlı işlevler görmektedir.

 

Bu nedenle, İMKB, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetiminde yer ve görev alan önemli bir başka “aktör” olmaktadır. Bu “aktör”ün rolünü doğru ve etkili bir şekilde yerine getirmesi ülke ekonomisinin ulusal ve uluslararası başarım düzeyinin geliştirilmesi açısından son derecede önem taşımaktadır. Ancak, yukarıda belirtilen unsurlar duyarlı dengelere dayalı bu sistemde bazı ciddi sorunların yaşanmakta olduğunu göstermektedir.

 

İMKB ile ilgili sorunların öncelikle üç konu üzerinde yoğunlaştığı görülmektedir: hisse senetleri piyasasında “manipülasyon” gerçeği, “insider trading” yani şirketlerin akçal yapıları konusunda elde edilen bilgilerin hisse senetleri piyasasında kötüye kullanılması ve suç işleyen aracı kurumların izlenmesi, denetlenmesi ve cezalandırılması konusunda gerekli etkililiğin sağlanamaması.

 

Bunlardan ilk ikisinin İMKB yönetimi ile bir ilgisi olmamasına karşın son konu İMKB yönetimini yakından ilgilendirmektedir. Borsanın daha çok gelişmesi, esas olarak, ülkedeki sermayenin aile bütünlüğü içinden çıkıp, toplumla bütünleşmesine bağlı olmakla birlikte yukarıda belirtilen sorunların çözümlenmesinin bu yolda önemli katkı sağlayacağı anlaşılmaktadır.

 

İMKB, bu yolda yapılan uyarıları dikkate almalı, pazarda tam rekabetin aksamasına neden olabilecek etmenleri belirlemeli ve alacağı önlemlerle bu gibi durumların önüne geçmelidir.

 

Bundan daha çok önem taşıyan nokta ise, bu “aktör”ün diğer “aktör”lerle ilişkilerinin sağlıklılık düzeyi ve ilişkilerin eşgüdümünde mükemmelliğin güvence altına alınması zorunluluğudur.

 

İMKB, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgedeki komşularıyla ve özellikle Ortaasya’daki Türksel Cumhuriyetler ile bağlarını çok daha güçlü kılmalıdır.

 

Yüksek Enflasyon ve Yaşam Pahalılığı

 

Türkiye, kronikleşmiş bir enflasyon hastalığı içindedir.

 

Enflasyon, bir anlamda, vergi kavramıyla özdeşleşmiştir. Bir başka vergi türü konumuna gelmiştir. Devletin temel gelir kaynağı olan vergilerin toplanmasında yetersiz kalan ulusal ekonomi yönetimi, devlet giderlerini ve kalkınmanın gereklerini finanse edebilmek için sürekli olarak karşılıksız para basmaktadır.

 

Sonuç olarak, yüksek oranlı enflasyon uzun süreden bu yana ülkede devam etmektedir.

 

Nobel ödüllü ekonomi profesörü olan Merton Miller, 1985 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde enflayonun yıllık yüzde 65 olduğunu gördüğünü belirterek “Bu durum sonsuza kadar gidemez. Enflasyon ya kontrolden çıkacak ya sıfırlanacak tahmininde bulundum. Yıllar içinde yanıldığımı gördüm. Türkiye’de enflasyon var, her yıl istikrarlı olarak çift haneli devam ediyor. Bu gerçekten ekonomide çözülmesi zor bir bilmecedir” demektedir.

 

Enflasyonun nedenlerinin ekonomik değil, siyasal olduğunu söyleyen Prof. Miller enflasyonun her yıl Türkiye’de Gayri Safi Milli Hasıla’nın yüzde 4’ünü yok ettiğini belirtmektedir: “Başka bir deyişle, ürettiğiniz herşeyin yüzde 4’ünü alıyorsunuz ve Boğaz’ın sularına bırakıyorsunuz. Bu gerçekten ekonomistler olarak bizler için de bir bilmecedir. Bu durumun devam etmesinin neden tolere edildiğini anlamakta güçlük çekiyoruz. Fakat buna daha çok ekonomik değil, siyasi boyutta cevap verilebilecektir.” [236]

 

2000 yılının Nisan ayı ülkemizde ilginç bir olaya tanıklık etmiştir. TOBB ve Türkiye İhracatçılar Meclisi tarafından başlatılan ‘Türkiye Enflasyonu Yeniyor’ kampanyası kapsamında hazırlanan ulusal anlaşma metni olan “Milli Ant”a ilk imzayı dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel koymuştur. Onuncu Cumhurbaşkanı Necdet Sezer de daha sonra “ant”ı imzalamıştır. “Ant” şöyle: “Toplumun tüm kesimleri için, refah seviyesinin yükselmesinin ön koşulu, enflasyondan kurtulmaktır. Enflasyonla mücadeleye, milletimizin sahip çıkması ve denetlemesi, enflasyonun düşüşünü hızlandıracaktır. Enflasyonu ortadan kaldırma mücadelesinin yürütülmesi ve denetlenmesinde devlet, başta işçi işveren kuruluşları ve meslek odaları olmak üzere, tüm sivil örgütler, medya, üniversiteler ve bunların hepsini kapsayan millet olarak bizler, üzerimize düşen görev, sorumluluk ve hakların bilincindeyiz. Devlet, döviz, para ve bütçe uygulamalarını, şeffaflık ve disiplin altında yürütmenin yanı sıra, enflasyonu yenmenin ve kalkınmanın gereği olan yapısal reformlarda sosyal adalet ilkelerini gözetmeyi, toplumun değişik kesimlerinden gelen uyarı ve önerilere duyarlı olmayı görev bilir. Tüm sivil toplum örgütleri, medya, üniversiteler ve yurttaş olarak bizler, devletin enflasyonla mücadele ve yapısal reformlardaki uygulamalarını, ekonomideki fiyatlar başta olmak üzere tüm gelişmeleri izlemeyi ve yasalar çerçevesinde denetlemeyi görev biliriz. Biz aşağıda imzası bulunanlar, bu mutabakatın gereğini her koşulda hayata geçirme azim ve kararlılığındayız.”

 

Bu tür ulusal kampanyalara karşın enflasyon olanca hızıyla sürmektedir. Oysa, “işsizlik” sorunuyla birlikte, yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığı rejimin iyi işlemesi yolunda önemli birer engel olarak kabul edilmelidir. Yıllık enflasyon oranının yüksekliği, üzerinde fevkalade önemle durulması ve derhal çözüm üretilmesi gereken sorunların başında gelmektedir. Yüksek enflasyonun dar ve sabit gelirli kesim üzerinde yarattığı olumsuz etkiler, gelir dağılımı dengesizliği üzerinde meydana getirdiği hızlandırıcı sonuçlar ve artan faiz hadleri nedeniyle yatırımlar üzerinde ortaya koyacağı geciktirici ve önleyici etkiler siyasal huzur ve barışın temel koşulu olan ekonomik kararlılığın sağlanması ve sürdürülmesi bakımlarından büyük ve kritik bir önem taşımaktadır.

 

Yüksek enflasyon ve yaşam pahalılığı, rejimin işlerliğini sınırlandıran en önemli etmenlerin başında gelmektedir. Yüksek enflasyon gelir dağılımının daha da bozulmasına, dar ve sabit gelirlilerin ekonomik gücünün zayıflamasına ve artan faiz oranları nedeniyle özel sermaye yatırımlarının önemli ölçüde azalmasına yol açmaktadır.

 

Yüksek enflasyon nedeniyle ekonomik ve siyasal kararlılığın sağlanamaması demokratik rejimin temellerini sarsabilecek nitelikte görülmektedir. Yüksek enflasyonun, “stagflasyon” (ekonomik durgunluk içinde yüksek enflasyon) konumuna gelmesi olasılığı ise rejimin kararlılığına yönelik tehlikelerin daha ciddi boyutlara gelmesi ile eşanlamlı olacaktır.

 

Ancak, enflasyon ile mücadele için önerilebilecek tek ve her koşulda başarılı olabilecek bir çözüm yolu da mevcut bulunmamaktadır. Enflasyon olgusu karmaşık ekonomik ve finansal koşullardan kaynaklanan bir sonuçtur ve çözümü de aynı ölçüde karmaşık ve birbirleri ile ilintili olan bir dizi eylemin birlikte yürürlüğe konulmasını gerektirmektedir.

 

Tüm bunlara karşın açıklıkla bilinen tek şey Türkiye’de içinde bulunulan düzeyde bir enflasyonun devamına olanak bulunmadığı ve bu yüksek oranın bir an önce daha makul ve kabul edilebilir düzeylere indirilmesi gerektiğidir.

 

2000 yılından başlamak üzere, uygulama alanına konulan ancak başarısızlıkla sonuçlanan son ekonomik paketde, temel hedef, enflasyonun aşağıya çekilmesi, tüketici fiyatlarındaki yıllık artış bazında yüzde 20’ye indirilmesi ve dövizin bu dönemde en fazla yüzde 25 oranında değer kazanması olarak olarak ortaya konulmuştu. Merkez Bankası’nın 2000 ve 2001 yılları için döviz fiyatlarını sabitleştirmesi bu programın gözle görülür ilk güvencesi olacaktı. Programın ilk altı aylık uygulamasında ortaya çıkan sonuçlar, enflasyon hızında bariz bir azalma olduğunu, programda hedeflenen oranların elde edilemeyeceğini ancak enflasyonun 2000 yılı için yüzde 35-40 arasında kalacağını göstermiştir. Yıllık enflasyon yüzde 39’a düşürülebilmiştir. Ne varki, programın döviz ayarlaması dışında ortaya konulan başka bir somut uygulaması da olmamıştır. Daha önce de belirttiğim üzere, döviz stoklarındaki erime nedeniyle, IMF’in müdahalesi ile başarısızlığın faturası bürokratlara çıkarılmış ve programa son verilmiştir.

 

Yapılan çözümlemeler açıklıkla göstermektedir ki, enflasyonun en önemli nedenlerinden biri, ekonomik yönetimin kurumsal azgelişmişliği ve yönetim koşullarının içinde bulunduğu yetersizliktir. Enflasyonun düşürülmesi için alınması gereken önlemler açıklık ve netlikle planlanmalı ve herhangi bir ödün verilmeksizin uygulama alanına konulmalıdır.

 

Ancak, ülkede ekonomi yönetiminin içinde bulunduğu olumsuzluklar bu tür çalışmaların yapılmasını olanaksız kılmaktadır. Türkiye, bu temel nedenden ötürü, ekonomik sorunlarını çözmede başarısız kalmaktadır. İyi bir ekonomi yönetimi kuruluncaya kadar bu sorunların sürmesi -bana göre- kaçınılmazdır.

 

Enflasyonla mücadelede kanımca şu temel ilkeler esas alınmalıdır:

 

Kamu kesiminde finansman dengesi mutlaka sağlanmalıdır. Kamu harcamaları azaltılırken kamu gelirlerinin artırılmasının yolları aranmalıdır. Kamu maliyesinde denge sağlanmadan enflasyonun önlenmesi olanağı yoktur.

 

KİT’lerin özelleştirmeleri mutlaka gerçekleştirilmeli, KİT açıkları kapatılmalı ve KİT’lerin kamu maliyesi üzerinde yük olması mutlaka önlenmelidir.

 

Yerel yönetimlerin ve özellikle belediyelerin açık finansmanla iş yapmaları engellenmelidir.

 

Fonların tümü kapatılmalıdır.

 

Tarım ürünlerinde açık finansmana neden olan destekleme politikalarında yeni düzenlemeler yapılmalıdır.

 

Sosyal güvenlik sisteminin finansman açığı vermesi önlenmelidir.

 

İç ve Dış Borçlanma

 

Türkiye’nin bugün en önemli sorunu iç ve dış borçların gelmiş olduğu düzeydir. Bu sorun yalnızca ve esas olarak, ekonomik ve finansal değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal nedenleri ve sonuçları olan bir sorundur. Türkiye’nin, tam ve köktenci nitelikli bir devlet düzeltimi gereksinmesi içine girmesinin ana ve temel nedeni iç ve dış borçlar nedeniyle kamu maliyesinin iflas noktasına gelmiş olmasıdır.

 

Nitekim, son 20 yıldan bu yana gizli gizli gelişen, kendisine yanıltıcı kılıf ve gerekçeler bulunan ve soruna el sürmeye cesaret edemeyen hükümetler tarafından pembe tablolarla geçiştirilmeye çalışılan bu sorun, bugün Türkiye’de artık gizlenemez nitelikte temel bir sorunsal ve çözüm bekleyen gerçek bir ekonomik olgu olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır.

 

Nisan 1997’de Türkiye’nin iç borç stoku 3.6 katrilyon liraya ve dış borç stoku ise -20 milyar doları kısa vadeli olmak üzere- 80 milyar dolara dayanmıştır. İç borç, Temmuz 1998’de 8.4 katrilyon liraya ve dış borç stoku 94.4 milyar ABD dolarına ulaşmıştır. Kasım 1998’de iç borç stoku 10.2 katrilyon lira yani 34 milyar ABD dolarıdır.  İç borç stoku 1988 yılında 28.5 trilyon lira iken Şubat 1999’da 6.2 katrilyon lira olmuştur.

 

Konsolide bütçenin bu dönemdeki açığı 4.1 katrilyon iken devlet 2.1 katrilyon daha fazla borçlanmıştır. Bu durum borçlanmanın bütçe açığı dışında da nedenleri olduğunu göstermektedir.

 

Aralık 1999 itibarıyla kamu borçlarının içinde bulunduğu durum şöyledir:

 

 


ÇİZELGE    3

 

KAMU MALİYESİ  1999 *

 

 

I. Toplam kamu borcu                                                            39.588

1. Orta ve uzun vadeli                                               39.558

a.   Kamu                                              35.174

b.   KİT                                                   4.384   

 

II.  Özel sektör borcu                                                              40.282 

1.   Orta ve uzun vadeli                                              18.537

a.   Bankalar                                            3.867 

b.   Diğer                                               14.670

2.   Kısa vadeli                                                            21.475

a.   Bankalar                                             8.503

b.   Diğer                                                13.242

 

III. Döviz mevduat hesabı                                                       11.132 

     1.Orta ve uzun vadeli                                                10.273

     2. Kısa vadeli                                                                 859

 

GENEL TOPLAM                                                               91.002

                            

                            * Milyar dolar

 

             Kaynak: Maliye Bakanlığı

Yukarıdaki çizelgenin incelenmesinden ortaya çıkan ve 1980-2000 yılları arasındaki konsolide devlet bütçelerinin genel parametrelerindeki eğilimlere ilişkin genel bulgular aşağıda sıralanmıştır:

 

·        Devletin vergi gelirleri hızla artmaktadır.

·        Ancak, artan verginin tümü faiz ve personel giderlerine gitmektedir.

·        Cari harcamalarda  artış vardır.

·        Faiz ödemeleri inanılmaz bir hızla artmaktadır.

·        Personel giderleri de inanılmaz bir hızla artmaktadır.

·        Bu artışın hizmet miktarındaki artıştan kaynaklandığı kuşkuludur.

·        Personel giderleri personel sayısındaki gereksiz artıştan kaynaklanmaktadır.

·        İşsizlik ve istihdam ana sorun kaynağıdır.

·        Vergi kompozisyonu hızla değişmekte ve dolaylı vergilerin payı dolaysız vergileri önemli oranda aşmıştır.

·        Sosyal devlet ortadan kalkmıştır.

·        Yatırımlar giderek azalmaktadır.

·       Eğilimlerin dönüş tarihi 1980’li yılların başlarıdır. [237]

 

Bazı gazete haberleri...

 

“Türkiye’nin 2000 yılı sonu itibarıyla toplam dış borç stoku, 114 milyar 324 milyon dolara yükseldi.”

 

“İç borç stoku arttı. Hazine, mart ayı (2000) sonunda iç borç stokunun 26 katrilyon 679.1 trilyon liraya yükseldiğini açıkladı. Kurumdan yapılan açıklamada, stokun 24 katrilyon 881.1 lirasının tahvil, 1 katrilyon 798 trilyon lirasının ise bonodan oluştuğu belirtildi. İç borç stoku, 1999 sonunda 22.9 katrilyon, ocak ayı sonunda 42.2 katrilyon, şubat ayı sonunda ise 28.9 katrilyon lira olmuştu. Bu arada, hazine, kamu kurumlarınca ihraç edilen menkul kıymetlere verilen Hazine garantilerini kapsayan garantili iç borç stokunun da 72 trilyon lira olduğunu açıkladı.”

 

“Dış borç stoku 111 milyar dolar. Türkiye’nin dış borç stoku, 1999 yılı sonu itibarıyla geçici sonuçlarla 111 milyar 215 milyon dolara ulaştı... Buna göre, 1988 yılı sonunda 103 milyar 861 milyon dolar olan Türkiye’nin dış borç stoku, geçen yıl sonunda, yüzde 7.08 artışla 111 milyar 215 milyon dolara ulaştı. Hazine tarafından yapılan açıklamada konsolide bütçe dış borç stokunun da geçen yıl sonu itibarıyla 33.1 milyar dolara ulaştığı bildirildi.”

 

“Dış borç milli gelirin % 60’ına ulaştı. Bir süredir iyileşme eğiliminde olan dış borç göstergeleri olumsuza döndü. Dış borç stokunun 111.2 milyar dolara ulaştığı, milli gelirin ise 185.1 milyar dolara gerilediği 1999’da dış borçların milli gelire oranı yüzde 60.1’e ulaştı. Bu rakam 1998’de yüzde 51’di. Dış borç ödemelerinin, döviz gelirlerine oranı da büyüdü. 1998’de döviz gelirlerinin yüzde 26’sı kadar bir borç servisi gerçekleştiren Türkiye, geçen yıl döviz gelirlerinin yüzde 35’i kadar bir dış borç servisi gerçekleştirdi. Olumsuz gelişme ödemelere de yansıdı. 1988’de milli gelirin yüzde 8’i kadar dış borç anapara ve faiz ödemesi yapan Türkiye, bu işlem için geçen yıl mili gelirin yüzde 10’unu kullanmak zorunda kaldı. Tek başına faiz ödemeleri ise milli gelirin yüzde 3’üne çıktı.”

 

“İç borçlanma yine dış borçlara gitti. Türkiye’nin dış borçlarını iç borçla finanse etmesine yol açan dış borçlardaki ‘net ödeyici’ konumu, bu yıl daha da belirginleşti. Yılın ilk yarısında 6.6 milyar dolarlık orta ve uzun vadeli dış borç bulabilen Türkiye, 9.3 milyar dolar tutarında geri ödeme yaptı. Dış borçlanma ve geri ödemeler sonucu net 2.7 milyar dolarlık bir kaynak çıkışı yaşandı.”

 

Bu ve benzeri haberlere sıklıkla rastlamak günümüz Türkiyesi için artık son derecede doğal bir olgudur. 1980 yıllarda başlatılan monetarist kamu maliyesi politikasının Türk ekonomisine armağanı ağır olmuştur. Türkiye Bankalar Birliği’nin 1999 yılında yaptığı bir araştırmada elde olunan sonuçlar aşağıdaki çizelgede yer almaktadır.


 

ÇİZELGE    5

 

TÜRKİYE’NİN İÇ VE DIŞ BORÇ DURUMUNDA GELİŞMELER  (1980-1998)

 

                                                           1980    1985    1990    1995     1998

 

Kişi başına iç borç ($)            182      241        348      379      553

Kişi başına dış borç ($)          365      506        874    1209    1497

Kişi başına toplam borç ($)   547      748      1222    1589    2050

Kişi başına gelir ($)             1570    1356     2715    2788    3224

Kişi başına iç borç/kişi

   başına gelir (%)                    11.6    17.8     12.8     13.6     17.1

Kişi başına dış borç/kişi

   başına gelir (%)                    23.3    37.3     32.2     43.4     46.4

Kişi başına toplam borç/kişi

   başına gelir (%)                     34.9  55.2     45.0     57.0     63.6

 

Kaynak: Bankalar Birliği

 

Yukarıdaki çizelge Türkiye’nin 1980 sonrasındaki iç ve dış borçlanmalarla ilgili başarım düzeyini kişi başına gelirle karşılaştırarak ortaya koymaktadır. 20 yılın sonucu oldukça açıktır: iç ve dış borçlanma olanca hızı ile büyümekte ve Türk halkı giderek daha borçlu bir konuma sürüklenmektedir.

 

Bu durumu yorumlayan dönemin Cumhurbaşkanı Demirel şunları söylemektedir: “Yönetimi kötülüyor falan değilim. Yönetimdeki kötülük devletin büyümesiyle mütenasip olarak kontrol edilemeyen bir takım unsurlardan geliyor. Kontrol edilemeyişinde siyasi istikrarsızlığın da rolü vardır. Ne yapacaksınız? (Borcu) uzun vadeye yayacaksınız. Ama bunu yaparken haksızlık yapmayacaksınız. Bunun da yolu Türkiye’nin iç borcunu dış borca çevirmektir... Eğer borç sarmalından kurtulabiliriz diyorsanız gerçeği budur. Borçları ödeyeceksiniz.” [238]

 

Tüm bu gelişmeleri yorumlayan TOBB ise hükümete “konsolidasyon” önerisinde bulunmaktadır. TOBB tarafından 1998 yılında hazırlatılan “Türkiye Ekonomisinde Daralma: Reel ve Finansal Gelişmeler ve Öneriler” başlıklı raporda yer alan şu görüşler oldukça dikkat çekicidir: “Reel faizlerin inmesini sağlayacak ve özellikle 1999 başlarında iç borçlanma konusunda rahatlama sağlayacak bazı pazarlıkların bankacılarla yapılması gerekiyor. Bu bir anlamda konsolidasyonu çağrıştırsa bile denemek gerekir. Çünkü Türkiye’nin uzun süreli bu kadar yüksek faizlere dayanabilmesi güçtür. Türkiye’yi özellikle yabancıların gözünde riskli kılan ‘Türkiye bir süre sonra iç borçlarını ödeyemez duruma düşecek, yani Rusya’nın durumuna düşecek’ değerlendirmesidir.” [239]

ANAP Manisa Milletvekili Ekrem Pakdemirli de, 2000 yılı Maliye Bakanlığı bütçesinin görüşülmesi ile ilgili olarak ANAP adına yaptığı konuşmada, IMF’den süratli şekilde kaynak sağlanamaması durumunda Hazine’nin alacaklılarıyla konsolidasyona gitmesinin gerekli olduğunu söylemektedir. [240]

 

Nitekim, 1999 yılı içinde, Hazine ancak ortalama yıllık yüzde 100 oranında faizle borç bulabilmiş ve Haziran 1999’da bu oran yüzde 140 olarak gerçekleşmiştir. 2000 yılı başında uygulama alanına konulan ekonomik paket ile iç borçlanmada faiz oranı yüzde 40’lara kadar gerilemiştir. Bu programın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra faiz oranı yeniden yüzde 190’lara çıkmıştır.

 

Bu durum, zaman zaman, iç borçları konsolidasyon yolu ile ödeme yerine, dış borç alarak iç borçları ödeme seçeneğinin tartışma konusu yapılmasına neden olmaktadır. İç borç faizlerinin yükseldiği dönemlerde daha ucuza gelebilecek dış borçlanma ile iç borçların ödenmesi ve bu yolla Hazine’nin karşılıksız para basma zorunluluğundan uzaklaşarak enflasyon hızının azaltılması önerisi ileri sürülmektedir.

 

Tartışılan bir başka konu ise, Türkiye’nın net dış borç ödeyicisi yani dış borçların anaparalarını ödemeye başlayıp başlamadığı ile ilgilidir. Bazı dönemlerde Türkiye gerçekten de dış borç anapara geri ödemesi yapmaktadır; ancak daha sonra alınan yeni dış borçlarla bu görünüm ortadan kalkmaktadır. Bugün gerçek olan nokta, Türkiye’nin gerek iç borçta ve gerekse iç borçta hala borç almaya devam ettiği ve borçlanma hızının azalmadan sürdüğüdür.

 

Ekonomik ve sosyal gelişmenin sonucu olarak, devletin vergi gelirleri dışında kaynaklara gereksinim duyması ve bunu ülke içindeki kaynaklara başvurarak çözümlemesi doğal ve normal bir gelişmedir.  Ancak, iç borçlanmada makul ölçüler dışına çıkılması ve borcun yeni borç alınarak ya da emisyon hacmi artırılarak ödenmesi ülke ekonomisinin geleceğini baskı ve hatta ipotek altına almaktadır.

 

Ülkemizde bir anlamda iç borçlanmanın sınırına gelindiği artık açıklıkla kabul olunmalıdır. İç borçların makul bir düzeye indirilmesi ekonominin düze çıkarılması bakımından önem taşımaktadır.

 

Kamu borçlarının kanunla kamu adına tek bir kurum tarafından yapılması gerektiği halde bütçe kanunlarına konulan hükümlerle bu kuralın dışına çıkılmaya başlanmıştır.

 

Gerek iç ve gerekse dış borçlanma için kamunun borç alma ve kamu güvencesi vermesi ile ilgili koşullar ve esaslar en kısa zamanda çıkarılacak bir yasayla düzenlenmeli ve denetim altına alınmalıdır.

 

İç ve dış borçlarla ilgili bir başka sorunsal da, Devlet’in borçlarını saklaması ve kamuya yanıltıcı olarak daha düşük borç rakamları açıklamasıdır. IMF bu olgu nedeniyle Türk hükümetinin resmi açıklamalarını esas almamakta ve kendi değerlerini kullanmaktadır.

 

Bu konuda en önemli saptama en yüksek akçal denetim yeri olan Sayıştay tarafından yapılmıştır. Sayıştay Genel Kurulu tarafından kabul edilen “2000 Yılı Mali Raporu”nda bazı borç kalemlerinin yapılan resmi açıklamalarda yer almadığına dikkat çekilmektedir. Sayıştay, yaklaşık 20 katrilyon liralık bir borcun belgelere aktarılmadığını saptamıştır.

 

İç ve dış borçlanmada borç yönetimi ayrı bir önem taşımaktadır. Bu amaçla alınması gereken önlemler aşağıda belirtilmiştir:

 

Hazine dışında kamu borçlanmasının yapılamayacağı kuralı bozulmamalıdır.

 

Hazine kamu borçlarının yönetimi için gerekli yapısal değişikliği bünyesinde gerçekleştirmelidir.

 

İç borçların vadesi yeni özendirme sistemleri getirilerek uzatılmalıdır.

 

Yeniden hazine bonosu ve devlet tahvili ayrımı getirilmelidir.

 

Alınabilecek en fazla iç ve dış borçlar için ayrı yasal sınırlamalar konulmalıdır.

 

Dış borçlarda kur riski yönetimi geliştirilmeli ve Hazineye bu konuda yetki verilmelidir.

 

Büyük proje yatırımlarında kamunun iç ve dış borçlanmasına özel olanaklar sağlayabilecek yöntemlerin oluşturulabilmesi için yasal düzenlemeler yapılmalıdır.

 

Ödemeler Dengesi ve Dış Ticaret Hacmi

 

Türkiye’de, dış ticaret açığında önemli olumsuzluklar vardır. 1999 yılının ilk üç aylık döneminde cari işlemler dengesi 1 milyar 276 milyon dolar fazla vermiş iken, 2000 yılının aynı döneminde açığın yüzde 387 oranında arttığı görülmektedir. Yapılan çözümlemeler açığın büyümesindeki ana etmenin ithalatta meydana gelen önemli artış olduğunu ortaya koymaktadır. Bu gelişme üzerine, DPT 2000 yılı için öngördüğü 2.8 milyar dolarlık cari işlemler dengesi açığı hedefini 5 milyar dolara çıkarmıştır. Bu durum, uzun yıllardan bu yana ülkenin değişmeyen bir ekonomik karakteristiğine işaret etmektedir: daha fazla dış borç gereksinimi.

 

Kuşkusuz, kalkınmakta olan her ülkede olduğu üzere, Türkiye’de de kalkınmanın gereksinim duyacağı gelişmiş teknolojinin ve temel üretim girdilerinin elde edilmesi bakımlarından dış ticaret dengesinde belli bir oranda açık verilmesi normal karşılanmalıdır. Ancak, bu oran hiç bir şekilde ödenemeyecek düzeye ulaşmamalıdır. Öte yandan, dış ticaret açığının ileride daha da bozulabileceği ve yeni darboğazlarla karşılaşılabileceği hiç bir zaman unutulmamalıdır. Bu tür darboğazlar ve ödeme dengesindeki aşırı bozulmalar dış sermaye ve uluslararası siyasal odakların Türkiye’ye karşı pazarlık güçlerinin artması ve ülkedeki siyasal dengelerin etkilenmesi anlamına gelecektir. Ödemeler dengesi açığında son yıllarda gözlemlenen azalma eğilimi önemli olmakla birlikte, dış ticaret hacminde yeni ve daha büyük hedeflerin programlanması Türkiye’nin büyümesi açısından zorunlu duruma gelmiştir.

 

Türkiye dış ticaret için kendisine yeni hedefler benimsemeli ve dış ticaret örgütünü de gözden geçirmeli ve yapılandırmalıdır.

 

Dış ticaret hacminin geliştirilmesinde örgütsel ve yönetsel yöntemlerin rolü oldukça önemli olmasına karşın Türkiye’de kamu ağırlıklı yönetim biçiminin özelleştirme de dahil başka alternatiflerinin denenmemiş, bu tür modelleri olan ülkelerin incelenmemiş olması ve yanlış bir örgütlenmeye dayalı olan dış ticaret örgütünün yeniden düzenlenmesi konusunun ele alınmaması önemli bir eksiklik yaratmaktadır.

 

Mevcut dış ticaret örgütlenmesinde, Dış Ticaret Müsteşarlığı, İhracatçılar Konseyi, İhracatçılar Vakfı, ihracatçı birlikleri, İhracatı Geliştirme Merkezi ve Dış Ticaret Derneği’nin yanısıra Odalar Birliği bünyesindeki Dış Ekonomik İlişkiler Konseyi olmak üzere birbirinden kopuk ve dağınık bir yapılanma modeli mevcuttur.

 

Ekonomi yönetiminde olduğu gibi dış ticarette de yeniden örgütlenmeye ve dış ticaret yönetiminin yenilenmesine gereksinim vardır. Öte yandan, çeşitli bakanlıkların yurt dışı birimleri arasında önemli işbirliği ve eşgüdüm sorunları yaşanmaktadır.

 

Yukarıda belirtilen sorunların aşılması için Türkiye dış ticaret hacminin genişletilmesi için yeni bir atak içine girmelidir. Bu çerçevede yapılması gereken düzeltimlerden bazıları aşağıda belirtilmiştir:

 

Dış ticaret örgütü bugünkü yapısının dışına çıkarılmalı ve olabildiğince özelleştirilmelidir.  Bu çerçevede tüm dünyayı kapsayacak bölge müdürlükleri kurulmalı ve bu bölge müdürlüklerine bağlı ülke büroları oluşturulmalıdır.  Ülke bürolarının çalışması, uygun ve gerekli görülürse bu ülkelerde görev yapan özel şirketler ya da bu ülkelerin Türkiye tarafından istihdam edilecek vatandaşları tarafından yürütülmelidir. Ücretleri verilerek istihdam edilen bu personelin çalışma performansı dönemsel olarak gözden geçirilmeli ve söz konusu ülke ile dış ticaret dengesinde istenilen hedef elde edilemediği takdirde istihdam edilenler yenilenmelidir. 

 

Dış ticaret merkez örgütü ise, dış ticaret dengesinin iyileştirilmesi için izlenmesi gereken stratejileri geliştiren, uygulama programları hazırlayan, yukarıda belirtilen şekilde kurulacak dış ticaret sistemini yöneten, bölgelerin ve ülke bürolarının başarı düzeyini değerlendiren, alınması gereken düzeltici önlemleri alarak uygulama alanına koyan ve dış pazarlarla ülke özel sektörü arasında etkili bir köprü oluşturan konumda olmalıdır.

 

‘Reeksport’ konusunda, ülke özel sektöründe ve hukuksal altyapıda var olan bilgi, deneyim ve düzenleme eksiklikleri giderilmeli ve Türkiye özellikle Ortaasya Türksel Cumhuriyetleri’nin tüm dünyaya açılma sürecini ‘reeksport’ düzeni ile daha etkili duruma getiren bir rol üstlenmelidir.

 

Yabancı ülkelerdeki Türkiye bürolarının dış ticaret ile ilgili olarak aralarında görülmekte olan eşgüdüm ve işbirliği sorunlarının çözümlenmesi için gerekli hukuksal, kurumsal ve yönetsel düzenlemeler geciktirilmeden uygulama alanına konulmalıdır.

 

Bölgelerarası Gelişme Dengesizliği

 

Gelir dağılımındaki dengesizlik kendisini bölgelerarası gelişme ve kalkınma alanında da göstermektedir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da, esas itibarıyla topografik, coğrafi ve klimatolojik koşullara bağlı olmasına karşın, ülkenin öteki bölgeleri ile mukayese edildiğinde daha geri bir ekonomi ve daha az gelir düzeyine sahip aileler vardır. Bu durumun, bölgede yaşanmakta olan siyasal gerilimin temel nedenlerinden biri olduğu içtenlikle kabul edilmelidir. 

 

Son 20-30 yıl içerisinde, GAP başta olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti bu bölgedeki altyapının büyük ölçüde tamamlanmasında önemli bir başarı elde etmiştir. Aynı başarının ekonomik gelişme alanında da sağlanması demokratik rejimimizin işlerliğe kavuşması ve bölge halkının sorunlarının çözümlenmesi bakımından çok yararlı olacaktır. MGK’nun yönlendirmesiyle uygulama alanına konulan yeni Plan, bu yolda atılmış önemli ve olumlu bir adımdır.

 

Güneydoğu Bölgesi’nde yaşanan terör olayı, hem ülkeye ve hem de bölgeye, çok ağıra mal olmuştur. Çeşitli kurumlarca yapılan hesaplamalar, son 20 yılda terörle mücadele için harcanan miktarın 80 ile 200 milyar dolar arasında olduğunu göstermektedir. Bu miktar, ülke kalkınması açısından çok büyük bir bedeldir.

 

Son 20-30 yıl içinde elde edilen önemli ilerlemelere karşın Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin ekonomik açıdan geri kalmışlıkları ve bölgeler arasında görülmekte olan gelişme dengesizlikleri bazı iç ve dış merkezlerde, ayrımcı ve bölücü terörün gerekçesi olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Bu gerekçenin ortadan kaldırılamaması devletin işlerliğini ve demokratik rejimin sağlıklı olmasını yakından ilgilendirmektedir. [241]

 

Ekonomi yönetiminin diğer alanlarında olduğu üzere, bölge planlaması konusunda da ciddi kurumsal yetersizlikler vardır. Gerek İmar Kanunu’na ve gerekse DPT’nin kuruluşu ve görevleri hakkındaki mevzuata göre, Türkiye’de bölge planlaması yapmak görevi bu kuruma verilmiştir. Ancak, bugüne kadar DPT hiç bir bölge planlaması çalışması yapmamıştır. Türkiye’de bölge planlaması -yasal düzenlemelere ve görevlere karşın- henüz yerine getirilmemiş bir görevdir. DPT’nin GAP bölgesi için uluslararası ihale ile yaptırdığı bölge planı hariç tutulursa bölge planlaması -yani, sektörel kalkınma planının mekan bazına uyarlanması- sorunu uzun süreden bu yana ilgi ve çözüm beklemektedir.

 

Bu çerçevede ele alınması uygun olabilecek üç temel öneri aşağıda belirtilmiştir:

 

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde, girdi-çıktı (input-output) çözümlemelerine dayalı ve bölge ekonomilerinin gelişmesini ve öteki bölgelerin ekonomileri ile bütünleşmesinin daha iyi ve etkili bir şekilde sağlanmasını amaçlayan bölge planlama çalışmaları yapılmalıdır. Planlama çalışmalarının yürütülmesi sorumluluğu kendisine verilmiş olan Devlet Planlama Teşkilatı bu görevine işlerlik kazandırmalıdır. DPT’de son zamanlarda bu yolda başlamış olan ve Erzurum’da ilk bölge planlaması ofisinin kurulmasını amaçlayan hareketlilik desteklenmelidir.

 

Önceki yıllarda hazırlanmış olan GAP Master Planı’nın bugüne değin elde ettiği gelişmeler ve halen içinde bulunduğu koşullar gözden geçirilmeli ve planın aksayan yönleri saptanarak sorunların giderilmeleri için gerekli önlemler alınmalıdır.

 

Bölge planlarının uygulanması amacıyla, ülkenin mülki yönetiminin örgütlenme biçim ve koşulları da gözönünde tutularak ve bu yönetimlerle gerekli uyumu sağlayacak şekilde,  ‘Bölge Kalkınma Ajansları’ kurulmalı, bölgesel kalkınma çalışmalarında bu ajanslar odak nokta durumuna getirilmeli ya da Olağanüstü Hal Kanunu’nun ekonomik krizler nedeniyle uygulanabilme bu bağlamda ele alınmalıdır.

 

Bölgesel kalkınma konusunda iyi örnekler olduğu bilinen ABD’deki “Tennessee Valley Authority” ve güney İtalya’daki “Mezzo Giornio” uygulamalarından bu amaçla yararlanılmalıdır.

 

Kamu Maliyesinin Yeniden Düzenlenmesi

                         

Türkiye’de kamu maliyesinin içinde bulunduğu gelişmişlik düzeyi, öteki bazı ülkelerle karşılaştırıldığında, yeteri kadar gelişmemiş gözükmektedir. [242]

 

Türkiye’de kamu maliyesinin en önde gelen sorununun iç ve dış borçlar olduğunu burada yinelemeye gerek görülmemektedir. Ancak, salt bir yönetsel kurum olarak ele alınması durumunda kamu maliyesinin -Hazine’nin yanında KİT’ler ve yerel yönetimler dahil- en başta gelen sorununun saydamlık unsuru taşımaması olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu nedenle, kamu maliyesinin yönetimi ve yürütümünde yapılacak düzeltimlerde ilk öncelik muhasebenin saydamlaştırılmasına verilmelidir. Saydamlık hem bütçe uygulamalarında akılcılığı ve hem de denetim kolaylığını getirecektir. Yalnızca merkezi hükümetin yani Hazine’nin değil aynı zamanda KİT’lerin ve yerel yönetimlerin (özellikle belediyelerin) muhasebeleri saydamlaştırılmalı ve gerek bütçenin bileşim biçimi ve gerekse gelir-gider durumu açıklıkla ortaya konulmalıdır. [243]

 

Bu temel sorunun yanında kamu maliyesinin başka sorunları da vardır. Herşeyden önce bütçe bir yönetim aracı olarak işlev görmekten uzaklaşmıştır. Bir Anayasa emri olmasına karşın denk bütçe yapılamamaktadır. Program bütçe anlayışı tam olarak yerleşmemiştir. Bütçe gelirlerinin hesaplanma biçimi gerçekçi değildir. 

 

Merkez Bankası’nın bağımsızlığı yeteri kadar güvence altına alınamamıştır. Merkez Bankası’nın emisyon hacmini ve kurları belirlemesi yönündeki yetkilerine siyasal nitelikli müdahaleler yapılabilmektedir. Merkez Bankası Kanunu’nda Nisan 2001’de yapılan değişiklikler Banka’nın tam bağımsızlığını güvence altına almamakla birlikte olumlu ve önemlidir. Doğru yolda atılmış bir adımdır.

 

Hazine Müsteşarlığı ile Merkez Bankası arasındaki ilişkilere net bir açıklık getirilememiştir. Bu örneklerin sayılarının daha da artırılabilmesi olanaklıdır. Ancak, bu ve benzeri sorunların çözümlenememiş olması kamu maliyesinin yönetimi açısından önemli sakıncalar yaratmaktadır.

 

Bütçe gerçek niteliğine kavuşturulmalı ve Devlet’in akçal yönetimin en etkili aracı konumuna getirilmelidir.  Bu çerçevede, Hazine Müsteşarlığı aracılığı ile Dünya Bankası kredisi desteği altında yürütülmekte olan uluslararası danışmanlık hizmetleri projesinden elde edilecek çözüm önerileri bir an önce uygulamaya aktarılmalıdır. Yapılacak çalışmaların hedefi bütçenin uygulanmasında ve muhasebeleşmesinde tam veri otomasyonunun sağlanması ve bütçenin gerçek bir akçal yönetim aracı konumuna getirilmesi olmalıdır.

 

Anayasa’nın 163 üncü maddesinde yer alan “Cari yıl bütçesindeki ödenek artışını öngören değişiklik tasarılarında ve cari ve ileriki yıl bütçelerine akçal yük getirecek nitelikteki kanun tasarı ve tekliflerinde, belirtilen giderleri karşılayabilecek akçal kaynak gösterilmesi zorunludur” ilkesine uyulması kesinlikle sağlanmalı ve gerekirse TBMM İçtüzüğü’ne bu yolda engelleyici bir hüküm konulmalıdır.

 

Vergi Adaleti ve Yönetimi

 

Türkiye, geçtiğimiz yıllarda ilginç bir olguya tanık olmuştur. Maliye Bakanlığı, gazetelere bir dizi ilan vererek, ülke ekonomisinin ve kamu maliyesinin içinde bulunduğu açmazları itiraf etmiştir. Bu kampanyadan yaklaşık bir buçuk ay önce TBMM tarafından kabul edilen vergi düzeltimine yönelik eleştiri ve itirazlara karşı yanıt olmak üzere hazırlanan ve gazetelerde günlerce yayınlanan ilanlardan birinde yer alan bir grafiğe göre, 1994 yılı itibarıyla Türkiye’de ulusal gelir dağılımı son derecede adaletsizdir ve vergi düzeltimi bu adaletsizliğin önüne geçmeyi amaçlamaktadır. Bu grafiğe göre, ilk yüzde 20’lik dilim ulusal gelirin yüzde 54.9’unu alırken, öteki yüzde 20’lik dilimlerin payları sırasıyla şu şekilde hesaplanmıştır: 19, 12.6, 8.6 ve 4.9.

 

İlanın metni de şöyle: “Vergi reformu çıkalı bir buçuk ay oldu. Bu bir buçuk ayda, söylenmeyen kalmadı. Daha uygulanmaya bile başlanmadan, her türlü olumsuzluğun nedeni olarak Reform gösterilir oldu. Borsa düşse... nedeni Reform! Kriz çıksa... nedeni Reform! İşsizlik olsa... nedeni Reform... Faizler yükselse... nedeni gene Reform! El insaf!  Vergi reformu neden hazırlandı? Devlet, vatandaşına sıkıntı olsun diye yasa çıkarmaz. Ülkemiz, dünyadaki gelir dağılımı en bozuk ülkelerden biri... 94 verilerine göre Türkiye’deki en zengin % 20’lik dilim Milli Gelirin % 55’ini alıyor. Ortadirek kabul edilebilecek ikinci en zengin % 20’lik dilim % 19 pay alıyor. Üçüncü sıradaki % 20, fakirlik sınırında: % 12.6. Toplumun geriye kalan % 40’ı ise açlık sınırında. Üstelik en zengin % 20’lik toplumsal kesim, her geçen yıl, diğerleri aleyhine zenginleşmeye devam ediyor. Bu pay bugün % 65’lere yükselmiş düzeyde. Böyle giderse toplum çalkalanacak. İşte Vergi Reformu bu gidişe son vermek için çıkarıldı. Vergi Reformu... Daha adilce paylaşan bir toplum için... Açlık sınırındaki halkın insanca koşullara kavuşturulması için... Toplumsal dengelerin yeniden kurulması için... Huzurlu, kalkınan Türkiye için... Hepimiz için...”

 

Böyle bir söylem, bir zamanlar, sıradan bir insan için hapse mahkum edilme nedeni idi. Ancak, bu görüşlerin Maliye Bakanlığı aracılığıyla Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından gazetelere verilen ilanlarda yer alması gerçekten çok çarpıcı oldu. Ne varki, bu olay toplumda ve akademik çevrelerde yeteri kadar yansıma bulmadı ve irdelenmedi.

 

Maliye Bakanlığı tarafından da açıklıkla belirtildiği üzere, Türkiye vergi toplayamıyor. Daha da kötüsü, enflasyon olgusunu bir vergi toplama aracı olarak kullanıyor. Yani, gelir ve servet sahibinden alınamayan vergi yerine karşılıksız para basılarak devlet giderlerinin karşılanmasına çalışılıyor. Bunun sonucunda da, para hızla değer kaybediyor. Ancak, bu değer kaybetme eşit olmayanlar arasında eşitçe sağlandığı için aslında eşitsizliğin devamı anlamına geliyor. Hatta, ilanda da belirtildiği gibi, eşitsizlik, bir kesimin ücretleri konusunda söz söyleme hakkına sahip olmamaları nedeniyle giderek artıyor.

 

Vergi yükü toplumsal katmanlar arasında eşit olmayan bir şekilde dağılmaktadır. Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü’nün açıklamasına göre, 1999 yılında tahsil edilen gelir vergisinin yüzde 47.7’si ücretlilerden alınmıştır.  Ücretliler, böylelikle toplam 5.7 katrilyonluk gelir vergisi toplamının 2.7 katrilyonunu ödemiştir. Buna karşılık tahvil ve hazine bonosu sahipleri bu dönemde yalnızca 125 trilyon 854 milyar lira gelir vergisi ödemiştir.  Bu miktar, toplam gelir vergisinin yüzde 2.2’sini oluşturmaktadır. Mevduat sahipleri ise aynı dönemde toplam gelir vergisinin yüzde 12.8’ini ödemiştir. Repo gelirlerinden alınan vergiler, toplam gelir vergisinin yüzde 3.3’üdür. Bu durum, gelir vergisinin toplanmasında önemli toplumsal eşitsizlikler yaşandığını ve vergi yükünü ücretlilerin taşıdığını açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

2000 yılında nüfusu 70 milyona yaklaşan ülkede sadece 6-7 milyon vergi yükümlüsü vardır. Yükümlülerin hemen hemen tümü de gelirlerini yeterli düzeyde beyan etmemektedir. Denetim eksikliği ve sistemde yer alan öteki aksaklıklar nedeniyle de vergi denetimi yapılamamaktadır. 1992 yılında denetlenen yükümlü sayısı altı milyona ulaşırken, 1996 yılında bu rakam yüzde 35 azalarak dört milyon düzeyine gerilemiştir.

 

Yapılan araştırmalar, ortaya çıkan büyük vergi kaçağının temelinde yasaların yetersizliğinin değil, uygulamadaki eksiklik ve aksaklıkların yattığını göstermektedir. Bir başka anlatımla, asıl sorumlu vergi yönetimidir. Gelir yönetiminin günün koşullarına göre düzenlenmemiş olması, vergi denetimlerinin sağlıklı yapılmaması, vergi kaçıranların gerekli yaptırımlara çarptırılamaması vergi yönetiminin aksayan noktalarının önde gelenleri arasında yer almaktadır.

 

Maliye Bakanlığı’nda 216 maliye müfettişliği kadrosunun 110’u, 650 hesap uzmanı kadrosunun 361’i boş bulunmaktadır. 900 kişilik gelirler kontrolörü kadrosunun 566’sı, 3.449 olan vergi denetmen kadrosunun 1.542’si boş durumda.

 

Ayrıca, vergi kaçıranlara hapis cezası uygulanmaması, uzlaşma sisteminin varlığı ve vergi davalarının yargıda uzun sürede sonuçlanamaması Türkiye’yi bir vergi kaçırma cenneti yapmaktadır. Zaman zaman çıkarılan vergi afları ise yükümlülerin yaptırımlar konusunda duyarsız kalmalarına neden olmuştur.

 

Götürü vergi, istisna ve bağışıklıklar da vergi yönetiminde zayıf noktalar olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Maliye Bakanlığı tarafından yapılan araştırmalarda, yükümlülerin vergi kaçırmak için kırka yakın değişik yönteme başvurdukları saptanmıştır. Yasal belge düzenlememek, düşük tutarlı belge düzenlemek, belgeleri muhasebe defterlerine eksik işlemek, kur farklarını hesaplamamak, kişisel giderleri şirket hesaplarına aktarmak bunlardan yalnızca bir kaç tanesidir.

 

Bir açıklama yapan TÜRMOB Başkanı Mustafa Özyürek, Türkiye’de vergi kaçıran bir yükümlünün yakalanma olasılığının yüzde 2 olduğunu belirtmekte ve “Bu ülkede, ücretliler dışında hemen herkesin vergi kaçırma hürriyeti var” demektedir. [244]

 

Nitekim, Ömer Lütfi Topal’ın 1993-6 yılları arasındaki hesaplarını incelemeye alan Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanları Kurulu 1.593.000.000 dolarlık kazancın gizlendiğini ortaya çıkarmıştır. Bu miktar, Marmara depreminde uğranılan zararın yaklaşık üçte biri, deprem sonrasında yurt dışından yapılan parasal yardımların yarısı ve 488.000 prefabrik konutun bedelidir.

 

Kurul tarafından hazırlanan raporda vergi kaçakçılığının açık senet ve çekler ile kredi kartıyla yapılan ödemelerin paravan şirketlere aktarılması yoluyla gerçekleştirildiği belirtilmektedir.

 

Maliye Bakanlığı tarafından yapılan öteki araştırmalara göre, ihracatta KDV iadesi yöntemiyle önemli vurgunlar yapılmaktadır. Yapılan bu araştırmalarda KDV iade taleplerinin yüzde 22.8’inin sahte ve yanıltıcı belgelere dayandığı saptanmıştır.

 

İçişleri Bakanı Saadettin Tantan’ın “yolsuzluk haritası” olarak nitelediği olumsuzluklar yumağında ortaya çıkarılan ve çeşitli hayvan isimleri verilen polis operasyonlarında ağırlıklı payı vergi iadeleri ve hayali ihracat olayları almaktadır. Tantan “Yolsuzluk, fahişelikten kötü. Akbaba sürüsüne imkan ve fırsat tanımama azmindeyiz” demektedir. [245]

 

Ancak, hükümetler arasında gerekli politika ve uygulama birliğinin sağlanamaması, yapılanların daha sonra bozulması ile sonuçlanmaktadır. Daha önce çıkartılan vergi yasası ve “mali milat” ile ilgili düzenlemeler DSP’nin bir başka koalisyon hükümetinde yasa değişikliği yapılarak yürürlükten kaldırılmış ya da en azından ertelenmiştir. Yapılan değişiklikler arasında “gelir” tanımının yeniden yapılması, “nereden buldun” sorusundan bir süre için vazgeçilmesi, “mali milat”ın kaldırılması, mevduat ve repo kazançlarında beyan zorunluluğunun kaldırılması, borsa gelirlerinden alınacak gelir vergisinin ertelenmesi, uzlaşmada eski sisteme geri dönülmesi ve peşin vergide sürenin altı aya çıkarılması gibi unsurlar yer almaktadır.

 

Açıklıkla ve içtenlikle kabul edilmelidir ki, Türkiye’de vergi adaleti sağlanamamıştır. Bu  çerçevede vergi yükünün dar ve sabit gelirlilerden daha yüksek gelir gruplarına kaydırılması ve özellikle vergi dışı kalan rantiyelerden vergi toplanması gerekmektedir. Vergi yönetimi açısından bir başka önemli sorun da, vergi toplama verimliliğinin sınırlı kalmasıdır.  Devlet vergi gelirlerinin ve vergi dışı gelirlerinin tahsil edilme oranını artırmak yolunda çaba sarfetmelidir.

 

Öte yandan, hem yerel yönetimlere gelir bazı oluşturulabilecek yerel vergi olanağının getirilmesi ve hem de yerel yönetimlerin çok yetersiz olan vergi toplayabilme yetkinliklerinin geliştirilmesi gerekmektedir.

 

Çevre sorunlarının önlenebilmesi açısından çok değerli bir ekonomik ve mali çevre yönetimi aracı olabilme potansiyeline sahip olan çevre vergilerinin (yeşil vergiler, ekolojik vergiler ya da çevre kirliliği vergileri) ve harçlarının yokluğu hem çevre yönetiminin etkililiği açısından önemli bir eksiklik yaratmakta ve hem de önemli bir gelir kaynağının değerlendirilememesi alamına gelmektedir.

 

Vergi yönetiminde düzeltim konusunda eski bir hesap uzmanı olan Tahir Perek şunları yazmaktadır: “... Vergi yönetiminde bir idari reform şart(tır)... Vergi idaresinin kapsamlı bir şekilde yeniden yapılanmasının ne kadar zorunlu olduğu, arka arkaya patlak veren son olaylar nedeni ile bir kere daha anlaşılmıştır. Kapsamlı bir vergi kaçakçılığının ortaya çıkarılmasında, vergi incelemelerinin yanı sıra, şüphesiz Adliyeyi ve Emniyeti de ilgilendiren yönler bulunmaktadır. Ancak ne yazık ki bu birimlerin hangi olaylarda nasıl bir işbirliği içinde çalışacaklarını, hiyerarşik düzenlerini, yetki ve sorumluluklarını belirten bir sistem ve yöntem bulunmamaktadır. Bu durumda, önemli bir olay patlak verince, bir görev ve yetki kargaşası çıkmakta, operasyonun ses getirmesi ya da bir miktar başarılı olması halinde, bazı kişi ve kurumlar kendilerine prim çıkarmaya çalışmaktadırlar. Böyle çabalar ve hatta bazı işgüzarlıklar, resmi kurumların birbirlerini suçlama ve rencide etme boyutuna kadar varabilmektedir. Bunun vahim bir örneği son Balina operasyonunda yaşanmıştır...” [246]

 

Tahir Perek, vergi yönetiminde düzeltim yapılması konusunda da şunları söylemektedir: “Vergicilikte reform denilince üç türlü reform akla gelir. Birincisi, vergi kanunlarında önemli değişiklikler yapmak, yeni vergiler, yeni usuller koymak, yani vergilendirmede reform. İkincisi, vergi gelirlerini isabetli yerlere sarf etmek için ‘harcama’ usul ve esaslarında köklü değişiklikler ve yenilikler getirmek, yani harcamada reform. Üçüncüsü ise, vergi yönetiminde önemli reorganizasyonlar yapmak, yani idari reform. Şimdiye kadar hep vergilendirmede reforma gidilmeye çalışılmış ve uzun yıllar boyunca ancak bir arpa boyu yol katedilebilinmiştir. Harcamada reformun ise ucu siyasetçilere dayandığı için bunu yapmaya hiç bir iktidar yanaşmamaktadır. Bize göre, vergi yönetiminde idari reform yapmanın … bugüne hala gerçekleşmemiş olması büyük bir talihsizliktir...”

 

Türkiye’de akçal yönetimin iyileştirilmesi çalışmaları çerçevesinde vergi yönetiminin de ele alınması ve ülkede vergi adaletini sağlayıcı çalışmaların bir an önce tamamlanması gerekmektedir. Vergi yönetiminin geliştirilmesi ve vergi adaletinin sağlanması ile ilgili olarak alınması uygun olabilecek bazı çözüm yolları aşağıda belirtilmiştir:

 

Türkiye’de vergi yükünün sosyal katmanlar ve gelir grupları arasında  daha adil olarak dağılımı sağlanmalı ve vergi yükü tabana yayılmalıdır.

 

Vergi yükümlüsü sayısı bugünkü düzeyinin çok üstüne çıkarılmalıdır. Bu amaçla, ekonomik ve ticari işlev gören, bu yollardan gelir sahibi olan, ancak, vergi kapsamı dışında kalanların vergi yükümlüsü konumuna getirilmeleri sağlanmalıdır. Kayıt dışı olarak bilinen ve kendilerinden vergi alınamayanların kaçırdıkları vergi miktarının önemli olduğu anlaşılmaktadır.

 

Vergi yükü esas itibarıyla dar ve sabit gelirliler üzerindedir. Bu gruplar üzerindeki vergi yükü azaltılmalı ve rant ve faiz gelirlerinden daha çok vergi alınmalıdır.

 

Uygulanmakta olan vergi oranları çok yüksektir ve vergi kademeleri fazladır. Dünyanın en yüksek vergi oranlarından birine sahip olan Türkiye’de vergi kaçağını tahrik etmekte olan yüksek vergi oranları düşürülmeli, kademe sayısı azaltılmalı ve vergi sistemi basitleştirilmelidir. 

 

Çevre vergileri ve harçları getirilmelidir.

 

Merkezi ve yerel yönetimlerin vergi tahsil edebilme yetenekleri son derecede sınırlıdır. Bu yönetimlerin ve özellikle yerel yönetimlerin vergi tahsil edebilme beceri ve yetkinliklerinin geliştirilmesi için yoğun çaba harcanmalıdır.

 

Anayasa’da gerekli değişiklik yapılarak yerel yönetimlere -esas olarak, belediyelere- yerel vergi koyma yetkisi verilmelidir.

 

Kentsel rant vergi dışıdır. Kentsel rantın vergilendirilmesi için gerekli süreçler geliştirilmeli ve hukuksal bir temele bağlanmalıdır.

 

Çok sayıda ve türde vergi vardır. Bu nedenle vergi sisteminde basitleştirmeye gidilmesi ve bu amaçla da Avrupa Birliği ile uyum sağlayacak çalışmaların yapılması gerekmektedir.

 

Vergi sisteminde uygulanmakta olan götürülük sistemi ve uygulamaları vergi disiplinini bozmaktadır. Götürülük sistemi belirli bir zaman süreci içinde sistem dışına çıkarılmalıdır.

 

Vergi cezalarının caydırıcı etki yapması güvence altına alınmalıdır.

 

Türk vergi sisteminin mevcut yapısıyla istihdamı cezalandırdığı dikkate alınarak asgari ücret vergi dışı bırakılmalıdır.

 

Akçal piyasaları özendirici bir vergi sistemi uygulamaya konulmalıdır.

 

Vergi denetimi yapan personel sayısı artırılmalıdır.

 

Delil sistemi değiştirilmeli, karine ve kıyaslamaya dayalı vergilendirme sistemine geçilmelidir.

 

Ekonomik Yolsuzluklar ve Suçlar

Türkiye ekonomik vurgunlar ve yolsuzluklar ülkesi konumuna gelmiştir. Ekonominin ve kamu maliyesinin içinde bulunduğu koşullar vurgun ve soygunlara elverişli bir ortam yaratmaktadır. Bu tür olaylar azalmak bir yana, miktarları büyüyerek devam etmektedir.

Bir haber: “300 trilyonluk vurgun. Hayali ihracat operasyonunda 3500 beyannameye el kondu. Bir bankacı gözaltına alındı. Polisin önceki gün başlattığı ve 14 kişiyi gözaltına aldığı hayali ihracat operasyonunun parasal değerinin 100 trilyon lira dolayında olduğu belirlendi. İhraç amacıyla ithal edilen ancak iç piyasaya sürülen mallar yüzünden devletin vergi kaybının 200-300 trilyon lirayı bulduğu bildirildi. Hayali ihracat ve karapara aklamayı da kapsayan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı olasılığı da araştırılan olayda bazı valiler dahil bazı üst düzey bürokratların adı geçiyor…”

Böylesine büyük bir vurgunun, ekonomik yönetim kuruluşları arasında yer alan kamu yönetimlerinin ve yöneticilerinin ilgisi ve desteği olmadan elde edilmesi olasılığı ise hiç yok denecek kadar azdır.

Ülkede bu tür olayların sayısı oldukça fazladır. Bu kitabın sınırlı hacmi içinde bu olayların tümünü sıralayabilme olanağı da bulunmamaktadır. Burada yalnızca olayların türleri ve kapsamı hakkında kanı oluşturmaya yardımcı olacak bilgiler verilecektir. Ancak, şurası belirtilmelidir ki, ekonomik yolsuzlukların boyutları oldukça büyümüştür. Maliye Bakanlığı tarafından yapılan son açıklamalara göre, hayali ihracat oranı 1999 yılında toplam başvuruların yüzde 37’sine ulaşmıştır.

Bu olaylar arasında en fazla dikkat çekeni, hükümetler tarafından zaman zaman çıkartılan ‘gecekondu’ kararnamelerdir. Bu kararnameler çerçevesinde, yürütme organı bir kararname çıkararak ya da bir yönetmelik değişikliği yaparak gerekli hukuksal ortamı hazırlamakta, önceden haberli olan gruplar gerekli bürokratik işlemleri derhal tamamlamakta ve amacın gerçekleşmesinden sonra yapılan değişiklik geri alınarak eski sisteme geri dönülmektedir. “Terlik” kararnameleri ve “arsa” kararnameleri örnekleri bunlar arasındadır.

Devlet İstatistik Enstitüsü Başkanı Ömer Gebizlioğlu, Türkiye’de “saklı ekonomi”nin ya da başka bir anlatımla, kayıt dışı ekonominin büyüklüğünün 90-100 milyar dolar düzeyinde olduğunu bildirmiştir. Gebizlioğlu, saklı ekonominin yeraltı, yasa dışı ve informal ekonomi şeklinde oluştuğunu belirtmektedir.

Bütün bu gelişmelerin sonucu olarak, MGK “Ulusal Güvenlik Siyaset Belgesi”nde yapılan değişiklikle, ekonomik sorunlar MGK’nın çalışma alanı içine alınmış ve ekonomik krizin izlenmesi ve ulusal güvenlik üzerindeki etkilerinin belirlenmesi amacıyla, “Batı Çalışma Grubu”na benzer nitelikte “Ekonomik Çalışma Grubu” oluşturulması önerisi gündeme gelmiştir. 

Bu çerçevede, Genelkurmay Başkanlığı içinde bir süreden bu yana çalıştığı belirtilen “Yüksek Enflasyonla Mücadele Grubu”nun “Ekonomik Çalışma Grubu” şekline dönüştürülmesi konusunda kararlar alındığı basına ve kamuoyuna yansımıştır.

Öte yandan, Af Yasası tasarısının hazırlanması sırasında ortaya çıkan ve ‘ekonomik yolsuzluk suçlarını’ paranın geri ödenmesi koşuluyla affetmeyi öneren yaklaşım kamuoyunda ciddi tartışmalara yol açmıştır. Çalınan ekonomik değerin geri verilmesi ya da çalınan paranın kurtarılması durumunda ekonomik yolsuzluk suçunu işleyenlerin affedilmelerinin, Anayasa’nın “kanun önünde eşitlik” ilkesini zedeleyici nitelikte olduğu açıktır. Kaldıki, toplumun büyük kesimlerinin son derecede sıkıntılı günler geçirdiği bir ülkede bu suçları affetmeye yönelik girişimler kamuoyunu ciddi ölçüde endişeye yöneltmektedir.

Yolsuzluklar konusundaki en anlamlı kuşku ifadesi ise ABD’den gelmiştir. Yeni ABD Başkanı Bush’a yakın uzmanlardan biri olan uluslararası stratejist Scowcroft, Bush yönetiminin “siyasi sistemdeki ahlaki çöküntü, yolsuzluk kuşkuları nedeniyle” Türkiye’ye doğrudan kaynak vermekte duraksama içine düştüğünü söylemiştir. [247]

Kemal Derviş’in ekonomiden sorumlu devlet bakanı olarak atanmasından sonra, uluslararası kuruluşlar ve dost ülkelerle başlatılan ekonomik yardım diyaloglarında karşı taraflarca öne sürülen ilk koşul Türkiye’deki ekonomik yolsuzlukların önlenmesi koşulu olmuş ve yolsuzlukların önüne geçilmeden Türkiye’ye dış destek sağlanmayacağı anlaşılmıştır.

Scowcroft’un yorumunun, Bush yönetiminin duraksamasının ve dost ülkelerin koşulunun haklılığı açıklıkla kabul edilmelidir.

Gelir Dağılımı Dengesizliği: Sosyal Devlet

 

Bu bölüme bundan yaklaşık 35 yıl önce henüz Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde bir öğrenci iken yayınladığım bir araştırmaya değinerek giriş yapmakta yarar görmekteyim. O tarihlerde Köy İşleri Bakanlığı tarafından iller bazında hazırlanan köy envanterlerinden hareket ederek ve Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgelerinde yer alan 18 ilde tarımsal toprakların aileler arasında dağılımından yola çıkarak gelir dağılımını hesaplamış ve bölgede sürmekte olan çok ciddi gelir dağılımı eşitsizliğine dikkat çekmek istemiştim.

 

Bu araştırmada yer alan pek çok çizelge arasında en önemlisi tarımsal işletmeler arasında gelir dağılımını gösteren çizelgedir. Bu çizelge aşağıda verilmiştir.

 

 

ÇİZELGE    6

 

ÜRÜN DAĞILIM ÇİZELGESİ   [248]

 

Dönüm   Ailelere    Aile                     Ürün           Aile Baş. Ürün
          Oranı (%) Sayısı        En Kötü   En İyi   En Kötü   En İyi

 

  0-10       33.8     162.044           41.566      571.598      0.25     3.50

11-25       20.8     100.084           77.314   1.063.172      0.77    10.60

26-50       18.0       85.788         188.881   1.634.770      1.40    19.00

51-75         8.1       38.128           92.278   1.268.948      2.49    33.00

76-100       7.2       33.362          93.940   1.291.811      2.80    41.00

101-200     7.6       36.221         146.315   2.012.025     4.00    55.00

201 +         4.5       21.024       261.039     3.859.636  12.80    183.60

Yukarıdaki çizelge, ülkenin önemli bir bölgesinde yıllar önce saptanan çok ciddi bir gelir dağılımı dengesizliğini açıklıkla ortaya koymaktadır. Toplam ailelerin yüzde 33.8’ini oluşturan çok az topraklı aileler, en kötü üretim koşullarında, aile başına ortalama 0.25 birim ürün elde ederken, toplam ailelerin yüzde 4.5’i aile başına 12.80 birim ürün elde etmektedir. Bu oran, iki aile türü arasındaki gelir dağılımının 50 kattan daha fazla olduğunu ortaya koymaktadır.

 

Kuşkusuz, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içinde ulusal gelirini artırma yolunda büyük bir başarı elde etmiştir. 1920’lerin yokluklar içindeki bir ülkesinden 1990’ların dünya sanayii içinde kendisine iyi bir yer sağlamış olan Türkiyesi’ne gelinmiştir. Ancak, gelirin toplum katmanları arasında adil dağılımında aynı başarı elde edilememiştir. Nüfusun az bir kesimi ulusal gelirin oldukça büyük bir kesimini elde ederken nüfusun büyük kesimine ulusal gelirden düşen pay oldukça azdır. [249]

 

Gelir dağılımının bu derecede bozuk olduğu ülkelerde siyasal kararlılık ve iç huzur, potansiyel olarak, bir baskı ve tehdit altında olacaktır. Rejimin geleceğinin güvence altına alınması bakımından ulusal gelirin toplum katmanları arasında dağılımında önemli iyileştirmeler yapılması çok önemli katkılar getirecektir.

 

Türkiye’de uzun yıllardan bu yana devam eden gelir dağılımı dengesizliğinin son yıllarda giderek daha da bozulması, demokratik rejimi ve siyasal kararlılığı tehdit eden ve hatta bozan bir etmen olmak durumuna gelmiştir.  Nüfusun az bir kesiminin ulusal gelirin büyük bir bölümünü elde ettiği toplumlarda siyasal huzurun sürekli kılınmasının önünde önemli engeller olması doğal karşılanmak gerekir.

 

Ülkenin siyasal kararlılığını yakından ilgilendiren gelir dağılımı sorununun çözümlenmesi için mevcut gelir dağılımı kalıpları son veriler ışığında gözden geçirilerek yeni hedefler geliştirilmeli ve bu hedeflere varılmasını sağlayacak hukuksal, ekonomik ve finansal eylemler ve süreçler belirlenerek uygulama alanına konulmalıdır.

 

Ancak, herhalde, kayıt dışı ekonomi ve rantlar denetim altına alınmalı ve faiz ve rant ekonomisinden reel ekonomiye geçişin koşulları mutlaka sağlanmalıdır.

 

Bu bölümde, son bir değerlendirme yapmak için Milliyet’te yer alan ve Dünya Bankası’nın Türkiye ile ilgili bir raporuna değinen habere göz atmakta yarar var: “Dünya Bankası’nın gizlenen raporu. Devlet yoksula ulaşmıyor. Türkiye’de fakirlere kaynak aktarılmadığını vurgulayan rapor bir yıldır yayınlanmıyordu. Dünya Bankası’nın 1999 yaz aylarında tamamlanan, ancak hükümetin ve Hazine’nin yayınlanmasına karşı çıktığı için bekletilen raporunda Türkiye’deki bölgeler arası eşitsizlik gözler önüne serildi. Raporda şu tespitlerde ... bulunuldu: Türkiye’deki adaletsiz gelir dağılımı eşitsizliğin çok yüksek olduğu Rusya ve Peru gibi ülkelerle yakın düzeye ulaştı. Türkiye’de nüfusun yüzde 36.2’si ekonomik kararsızlıktan hemen zarar görebilecek sınırın altında yaşıyor. Tarım sübvansiyonu sistemi büyük çiftçiler ve zengin bölgeler yararına işliyor. Eğitim sistemi fakirlere uzanamıyor. Eğitimdeki adaletsiz dağılım, gelir dağılımındaki bozukluğun en önemli nedeni. Devlet sübvansiyonları fakir nüfusa yardımcı olmuyor.”

 

Sonuç ve Ekonominin Yönetim Biçiminin Değerlendirilmesi

 

Ulusal ekonominin ele alındığı bu bölümde yapılan çözümlemelerden ortaya çıkan birinci önemli sonuç, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetimi ile ilgili kurumların sayıca çok fazla olduğudur.

 

Varılması gereken ikinci önemli sonuç ise, her biri bir başka bakanlığa bağlı olan bu çok sayıdaki kurum ve kuruluş arasında işbirliği ve eşgüdüm sorunlarının, daha iyi bir anlatımla da yönetsel sorunların ortaya çıkmasının kaçınılmazlığıdır.

 

Ancak, bunlardan daha önemli olan üçüncü sonuç ise, ulusal ekonominin yönetimi için politika üretilmesinde güçlüklerle  karşılaşılmakta olmasıdır.

 

Dördüncü sonuç, üretilen politikaların uygulama biçim ve koşullarının yeterince izlenememekte ve denetlenememekte olmasıdır.

 

Beşinci ne sonuncu önemli sonuç ise, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kredi ve finans kuruluşlarının bu karmaşık kurumsal yapı içinde ön plana çıkmaları ve ulusal ekonominin yönetiminde dizginleri ele geçirmeleridir.

 

Kurumsal açıdan bakıldığında, örgütsel çok başlılık yanında, her örgütün iç örgütlenme yapısı içinde gözlemlenen yanlışlık, eksiklik, yetersizlik ve etkisizlikler ana sorun alanları olarak ortaya çıkmaktadır.

 

Yönetsel açıdan en önemli sorun ise, başarım yönetimi, sonuç yönetimi ve hedefe yönelik yönetim gibi yönetim tekniklerinin uygulanmamakta olmasıdır. Ulusal ekonominin yönetiminde günlük, hatta anlık ve her olayın kendine özgü koşullarına bağlı olarak şekillenen karar alma iklimi çalışma ortamına egemen olmuştur. Ekonomik olgular ve süreçler uzun zaman dilimleri göz önüne alınarak planlanamamakta, örgütlenememekte ve yönetilememektedir.

 

Bu koşullar altında, doğal olarak, sorumluluk yönetimi de gerçekleşememektedir. Ekonomik programın unsurları  tam olarak saptanmadığından, çok sayıdaki ilgili ve yetkili kurumun program içindeki rolleri ve işlevleri açık ve net olarak belirlenmediğinden ve karar alma ve eşgüdüm süreçleri açıklık taşımadığından kurumlar ne yapacaklarını bilememekte, birilerinin kendilerini yönlendirmesini beklemekte ve genellikle edilgen bir ortamda gelişmeleri izlemekle yetinmektedirler. 

 

Örneğin, çeyrek yüzyıldır süregelen yüksek enflasyon hızının azaltılması için uygulama alanına konulan, döviz satış fiyatlarının Merkez Bankası’nın denetimi altında sınırlı bir oranda artırılmasından ibaret olan ancak başarısızlıka sonuçlanan son ulusal ekonomik politikanın gerçek sahibi ve yöneticisinin hangi kurum olduğu hiç bir zaman belli olmamıştır. Program, Merkez Bankası tarafından açıklanmıştır. Kesimsel olarak da, Hazine Müsteşarlığı  konuya sahip çıkmıştır. Diğer ekonomik kurumların bu politika içindeki yerleri ve rolleri belli edilmemiştir. Ekonomiden sorumlu devlet bakanı dahi programın içeriği, etkinlikleri ve elde edilen gelişmeler konusunda kesin  görüşler kullanmamıştır.

 

Bu eleştiriye karşı ileri sürülebilecek olan DPT eliyle 5 yıllık kalkınma planları ve yıllık programlar yapılmakta olması savı ise, vurgulamaya çalıştığımız eleştirileri yeterince karşılamamaktadır.

 

Yaklaşık çeyrek yüzyıldan bu yana yüksek enflasyon hızı içinde yaşamak durumunda kalmış bir ülkede, ulusal ekonominin yönetimi, beş yıllık plan ve yıllık program yapmanın çok ötesinde, ekonomik olayları  çok  daha  yakından  izlemeyi  ve  alınması gereken kararları -uzun erimli hedefler gözönünde tutularak- hızlı, etkili ve kapsamlı bir şekilde yönlendirmeyi gerekli kılmaktadır.

 

Bu sıkıntılı ortam, koalisyon dönemlerinde kendisini çok daha fazla duyurmaktadır. Ekonominin yönetimi ile ilgili kurumların koalisyon partileri arasında dağılması ulusal ekonominin yönetimini daha da zorlaştırmaktadır. Partiler bu kurumları kendileri için bağımsız egemenlik alanları olarak görmekte ve siyasal çıkarları için kullanmaya çalışmaktadırlar.

 

Kemal Derviş tarafından açıklanan son ekonomik yeniden yapılanma programı bu gerçeği resmen itiraf etmektedir. Kamu bankaları ve Telekom gibi kurumlarda yaşanan örnek olaylar bu durumun tipik ve somut örnekleridir. Türkiye’de uzun yıllardan bu yana koalisyon hükümetlerinin varlığı ve bundan sonra da durumun bu şekilde olması gerçeği ise, ekonomi yönetimindeki sorunları kronik bir konuma getirmektedir.

 

2000 yılı Kasım ayının sonlarına doğru ortaya çıkan ekonomik bunalım sonucunda yabancı yatırımcılar İMKB’den 6 milyar doları çekerek ayrılmışlar ve ekonomi tam anlamıyla uçurumun kenarına gelmiştir.

 

Bu durum, Kasım 2000 sonunda yaşanan olayların dönemsel bir dalgalanma olmadığını ve yapısal bir açmazla karşılaşıldığı gerçeğini ortaya çıkarmıştır.

 

Bu dönemde, ülkenin kullanılabilir döviz rezervi 3 milyar doların altına inmiştir. Kullanılabilir döviz rezervinin son derecede kritik bir düzeye inmesi üzerine hükümet IMF’ye gece yarısı başvuruda bulunarak acil döviz çekme hakkını kullanma talebinde (SRF) bulunmuş ve 5 milyar doların en kısa Türkiye’ye gönderilmesini istemiştir. Bu hak, IMF’ye üye ülkelerin ancak döviz rezervlerinin bitmek üzere olması durumunda kullanabildikleri bir haktır. Bu hakkın kullanılması için başvuruda bulunulmuş olması, Türkiye ekonomisinin gelmiş olduğu durumu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Bu aşamaya varılmasının ana nedeni, ulusal ekonominin yönetiminde ve örgütlendirilmesinde süregelmekte olan kurumsal yetersizliklerdir. Türkiye, ulusal ekonominin örgütlendirilmesinde  ve yönetiminde köktenci ve acil nitelikte düzeltimler yapmak zorundadır.

 

Nitekim, Dünya Bankası Başkanı, bu gelişmeler üzerine Başbakan Ecevit’e gönderdiği acil mektupta “Türkiye iç mali piyasalarda faiz oranlarında keskin yükselişe ve dış rezervlerde düşüşe yol açmış olan son sarsıntıdan kaynaklanan güçlü bir tehditle karşı karşıyadır” demiştir.

 

Gelişmeler üzerine, ABD’nin devreye girmesi ve Türkiye lehine önemli bir ağırlık koyması sonucunda IMF Türkiye’ye 10 milyar dolarlık acil durum kredisi sağlamıştır.

 

Türkiye’de yaşanan bu olaylar yalnızca ülke ekonomisini etkilemekle kalmamış, başta Rusya, ABD ve Almanya olmak üzere pek çok ülkenin borsası bu gelişmelerden olumsuz olarak etkilenmişlerdir. Bu durum, Türkiye’deki ekonomik koşulları daha net olarak ortaya koymaktadır.

 

Bu gelişmeler üzerine, 2001 yılına girerken, gerek Merkez Bankası Başkanı ve gerekse Hazine Müsteşarı bu ekonomik programın başarılı olabilmesi için “yapısal” düzeltimler yapılması gerektiğinden söz etmeye ve “yapısal” düzeltimler yapılamadığı takdirde programı yürütmenin olanaklı olamayacağını itiraf etmeye başlamışlardır.

 

Takvimlerin 22 Şubat 2001 gününü gösterdiği günün erken saatlerinde hükümet tarafından yapılan ve IMF’in isteği üzerine alındığı anlaşılan bir kararla, enflasyonun durdurulması için temel politika olarak belirlenen, “kur çıpası” olarak adlandırılan ve döviz kurunun belirli bir süre için Merkez Bankası tarafından saptanmasını öngören ulusal ekonomi politikasına son verildiği ve bunun yerine döviz kurunun serbest piyasadaki arz ve talep dengelerine göre belirleneceği “dalgalı kur” sistemine geçileceği açıklanmıştır.

 

Bir önceki ekonomik programın başarısızlığı ve yetersizliği konularında önemli bir itirafta bulunan Başbakan Yardımcısı Yılmaz şunları söylemiştir: “IMF programına harfiyen uyduk, çöktük. Bu program Türkiye’nin mali sisteminin yapısını doğru biçimde ele alan bir program değildi. Program çökmüştür.” [250]

 

Bu açıklama, 9 Aralık 1999 tarihinde başlatılan ve toplumu tüm kesimleriyle  büyük özveriye zorlayan  ulusal ekonomi politikasının başarısız olduğunu ve iflas ettiğini göstermektedir. İflasın görünen nedeni döviz stoklarının, artan ithalat ve azalan ihracat nedeniyle hızla erimesidir. 

 

Ancak, bu kitapta özellikle vurgulandığı üzere, asıl iflas eden ülkenin döviz stoku değil ekonomi yönetimi olmuştur. Varolan kurumsal yapılanma biçimi ve yönetim koşulları altında daha farklı bir sonucun ortaya çıkması -bu kitapta ayrıntılarıyla ortaya konduğu üzere- esasen olanaksız idi.

 

Yukarıda belirtilen koşullar pek çok soruyu akla getirmektedir: Ekonomik politikalar nasıl geliştirilir? Makro hedefleri kim belirler? Uygulanmak istenen politikanın ekonomik, toplumsal ve siyasal maliyeti nedir? Programın belirlenen hedeflerine ulaşılması için izlenecek stratejiler, politikalar ve yerine getirilecek işlevler ve etkinlikler nelerdir?  İlgili kurumların rollerini kim belirler? Uygulama planını kim yapar? Uygulamanın izlemesi kim tarafından ve nasıl yapılır? Hangi kurum programın hangi işlevlerini yerine getirmekten sorumludur? Hedeften sapma ve uzaklaşmanın belirlenmesi durumunda hangi kurum bu durumu saptayacak ve gerekli düzeltici önlemleri alacaktır? Ulusal ekonominin örgütlenme düzeyi makro-ekonomik amaçların ve hedeflerin gerçekleştirilebilmesi bakımından uygun ve yeterli midir?

 

Bu ve benzeri sorulara kısa yoldan “DPT” yanıtını vermek geçerli ve yeterli değildir. DPT’nin ulusal kalkınma planları hazırlanması yolundaki yetkileri bellidir. “Yüksek Planlama Kurulu” ise yapısı ve oluşumu açısından üst düzey kararlar alan ancak çalışmalarını günlük bazda yürütmeyen bir kurumdur.  Bu nedenle, ne DPT ve ne de YPK uzun erimli ulusal ekonomik politikaların kısa süreli aşamalarını yürütmede istenilen etkililiği sağlayabilecek kurumlar değildir.

 

Öteki kurumların ve kurulların kendi görev ve yetki alanları içinde kalmaları zorunluluğu ise politika geliştirme, izleme, denetleme, işbirliği ve eşgüdüm gibi ortak nitelikli yönetsel işlevlerin yeterince yerine getirilememesi sonucunu doğurmaktadır.

 

Nitekim 2000 yılının sonu ve 2001 yılının başına gelindiğinde gazete başlıklarına yansıyan şu mesajlar yukarıda açıklanan durumu bir kez daha doğrulamaktadır:

 

“Uçurum öncesi son çıkıştayız. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Bülent Eczacıbaşı, ekonomi için gereken reformların savsaklandığını belirtti. Eczacıbaşı, ‘artık uçurumdan önceki son çıkıştayız. Kaybolan güven ortamını sağlamaktan başka çaremiz yok’ dedi… Eczacıbaşı kamu bankalarının ‘hayallere sığmayan boyutlarda’ soygunlara alet edildiğini söyledi”. [251]

 

“Patronlar hükümete isyan etti. TÜSİAD’ın Ankara’daki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında hükümeti eleştiri bombardımanına tutan işadamları, Türkiye’nin önündeki son fırsatı da kaybetmemesi için ‘kriz yönetimi’ uygulanmasını istedi.”

 

“İstanbul Ticaret Odası Başkanı Mehmet Yıldırım, dün herkesi şaşırttı. Ekonominin kötü yönetildiğini belirten Yıldırım, Milli Güvenlik Kurulu’na, ‘hükümete müdahale edin’ çağrısı yaptı. Yıldırım, ‘MGK eften püften şeylerle uğraşacağına, ekonomiye burnunu soksun. Hükümete ‘beceremediniz, bu işi beceren 15-20 bakan atayalım’ desin’ dedi.” [252]

 

Ve, bir başka açıklama… İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birlikleri Yönetim Kurulu Başkanı Oğuz Satıcı şunları söylemektedir: “Geçim sıkıntısı büyüyor. Halk isyanından korkuyoruz. İşçi ve memur öyle bir noktaya geldi ki, herkes elindeki kredi kartıyla 3-5 ay sonrasının parasıyla yaşamını sürdürüyor…  Ödemelerde zorluklar başaldı. Artık şahsi ödemelerde de zorluklar yaşanıyor. Kredi kartlarında ödemeler sıkıştıkça bireysel iflaslar olacak. Buna hazır olmalıyız… Tekstil sektörü, Türk ekonomisinin yüzde 40’ı demektir. Biz batınca bankacılık sistemiyle, siyasiler, tüm çalışanlar, sanayii batacak…”  [253]

 

19 Şubat 2001’de Sezer-Ecevit çatışmasından sonra başlayan büyük ekonomik krizin çözümüne yardımcı olması amacıyla Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevinden ayrılarak Türkiye’de ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı olarak göreve getirilen Kemal Derviş ile ilgili olarak ABD’nin Ankara Elçisi, Başbakan’ı ve Başbakan Yardımcısı Yılmaz’ı ziyaret ederek Derviş’e destek verip vermediklerini sormuştur. Bir elçi için son derecede şaşırtıcı olan bu girişim nedeniyle Yılmaz şu açıklamayı yapmıştır: “Büyükelçi bana da geldi. Programa destek verip vermediğimizi sordu. Desteğimizin yüzde 99 değil, yüzde 100 olduğunu, çünkü bunun bizim programımız olduğunu söyledim. Hükümetin başlattığı, Kemal Derviş’in bürokratlarla hazırlayıp hükümete getireceği böyle bir programın arkasında siyasi irade olup olmadığını büyükelçinin tahkik etmesini, ben de yadırgadım.” [254]

 

Bu çıplak gerçek, ülkenin ekonomi yönetiminin hangi olumsuz koşullar  altında olduğunu açıklıkla ortaya koymaktadır.

 

Bu nedenlerle, özellikle vurgulanmalıdır ki, Türkiye’de ulusal ekonominin yönetiminde acil çözüm bekleyen çok ciddi kurumsal ve yönetsel sorunlar vardır. Bu sorunlar çözümlenmediği için ekonomi yönetiminde istenilen başarım düzeyi yakalanamamakta, ekonominin her alanında başarısızlıklar ve hatta skandallar birbirini izlemekte ve bu olumsuzluğun maliyetini geniş halk kitleleri ödemektedir.

 

Açıklıkla kabul edilmelidir ki, Türkiye’de doğru ve etkili çalışan bir ulusal ekonomi yönetimi yoktur. İçinde bulunulan koşullar altında ulusal makro-ekonomik politikaların başarılı olması ve arzulanan hedeflerin elde edilmesi olanaksız denecek kadar zordur. Türkiye, ulusal ekonomisinin yönetiminde köktenci nitelikte düzeltimler yapmak zorundadır.

 


 

BÖLÜM  14

 

 

 

BİTİRİRKEN

VE

SONSÖZ

 

 

 

 

 

 

Genel Saptamalar

 

Türkiye, kesin olarak, bir devlet düzeltimi (reformu) gereksinimi içindedir. Bu gereksinim, yalnızca yürütme erkini ya da yönetimi (idare) değil, aynı zamanda, yasama ve yargı erklerini de kapsamaktadır.

Türkiye, yukarıda belirtilen temel gereksinime koşut olarak, daha üst düzey standartları hedefleyen demokrasi düzeltimine de gereksinim duymaktadır. Son 80 yılda önemli bir ivme kazanan ve son 50 yılda yoğunlaşan demokratikleşme çabalarının vardığı aşama toplum katmanları tarafından yeterli bulunmamakta ve daha geniş bir hoşgörüye ve toplumsal uzlaşmaya dayalı demokratik bir siyasal yaşam istenmektedir.

Devletin yeniden yapılandırılması ve demokratik standartların yükseltilmesi gereksinimleri, doğal olarak, yeni bir Anayasa gereksinimi de beraberinde getirmektedir.

Ülkenin, başkanlık rejimi gibi, yeni siyasal arayışlara ve çözümlere gereksinimi olmadığını düşünüyorum. Her siyasal rejimin kendine özgü üstünlük ve zayıflıklara sahip olduğu bilinmektedir. Bu nedenle, çözüm, bir siyasal rejimin diğerinin yerini almasında değil, oyunun kurallarına göre oynanmasında aranmalıdır. Siyasal rejimde ani, sert, köktenci değişiklikleri öngören önerilerden mucize iyileşmeler beklenemez. Dünyanın hiç bir ülkesinde bu yolda elde edilmiş olumlu bir örnek yoktur.

Siyasetin yapılış biçiminin içinde bulunduğu açmazlar yanında, günümüz Türkiyesi’nin en fazla dikkat çeken olumsuz yanı rüşvet, irtikap, yolsuzluk ve kayırmacılıkların yol açtığı siyasal ve bürokratik yozlaşmadır. Yozlaşmanın önlenmesi, devletin ve demokrasinin yeniden yapılandırılması kadar önemlidir.

Devlet yönetiminde ehliyet ve liyakat ilkeleri terk edilmiş, siyasal ve ekonomik çıkar gruplarına sadakat ilkesi bu ilkelerin yerini almıştır.

Bu çok olumsuz noktaya gelinmiş olmasının  pek çok nedeni vardır. 80’li ve 90’lı yılların monetarist, lükse yönelik israfçı ekonomik ve devlet harcaması politikaları, Körfez Savaşı’nın yol açtığı ekonomik kayıplar, AB ile bütünleşme sürecinde devreye giren “Gümrük Birliği” sürecinin ülke dövizini yurt dışına kaçırması ve bölücü ve ayrılıkçı etnik örgüt PKK ile savaşımın maliyeti bu etmenlerden bazılarıdır.

Ancak, bütün bu etmenlerin de bir sonucu olarak bir başka temel etmen ortaya çıkmaktadır. Bu temel etmen diğerlerine göre çok daha önemli ve çok daha belirleyicidir. Bu temel etmen, kamu maliyesidir. Türkiye’de kamu maliyesi saydam değildir. Yapısal ve işlevsel açıdan  çöküntü içindedir. Devlet gelirleri, giderlerini karşılayamamaktadır. Vergi gelirleri ile ancak borç faizi ödenebilmektedir. Devlet bütçesi kamusal politikaların etkili bir aracı olma niteliğini yitirmiştir. Bütçenin yarısından fazlası borç ve faiz ödemelerine gitmektedir.

Bu gerçeğe karşın, ekonominin içinde bulunduğu koşullar itibarıyla, devletin iç ve dış borçlanma gereksinimi devam etmektedir. Borç sorunu, sonu olmayan kısır bir döngü durumuna dönüşmüştür. Borçlar ve faizleri geri ödenememektedir. Borç ve faizleri ödemek için yeni ve yüksek faizli borç alınmaktadır. Hatta, iç borçların ödenmesi için dış borçlar alınmaktadır. Borç miktarı, yıllık ulusal hasılanın yüzde 60’ına ulaşmıştır.

Öte yandan, genç ve hızla artan nüfus, giderek büyüyen kentleşme, iç göç ve işsizlik olgusu ve tüm toplumun ve özellikle kentlileşmiş nüfusun daha çok, daha kaliteli ve daha çeşitli kamu hizmeti arzı yolundaki beklentileri kamu maliyesi üzerinde olumsuz baskılar oluşturmaktadır.

Tüm bu olumsuzluklara eklenebilecek ancak en az bunlar kadar önemli olan bir başka olumsuzluk da, kamu yönetiminin bir bütün olarak içinde bulunduğu geriliktir. Türkiye’de kamu yönetimi, yanlış örgütlendirilmiştir; etkili ve verimli olmayan bir şekilde yönetilmektedir; amaçları ve hedefleri belli olmayan ve bu nedenle kaynak ve çalışma planlaması yapamayan bir konumdadır; yönetim ekonomisi ve hizmet maliyeti kavramları ile tanışmamıştır; akçal yönetim tekniklerini ve maliyetin geri dönüşü kavramlarını bilmeyen bir ortam içinde çalışmaktadır.

Kamu yönetiminde hedef, strateji ve politika kavramları yoktur. Stratejik planlama kavramı kamu yönetimi içine girmemiştir. İşbirliği ve eşgüdüm yetersizdir. Kamuda denetim, hala, biçimsel yasallık ya da meşruluk ilkesi üzerine dayalıdır. Başarım düzeyi ve hizmetin genel ya da birim maliyeti birer endişe kaynağı olarak ortaya çıkmamıştır. Kamu sektörünün genel ekonomi içindeki payı büyüktür. Yetki ve otorite merkezde -Ankara’da- yoğunlaşmıştır. “Devlet baba” anlayışı ve yaklaşımı, hala, geçerli devlet yönetimi felsefesidir. Kamu yönetimleri, yurttaşların gereksinimlerine, haklarına ve beklentilerine karşı duyarsızdır. Kamu hizmetinde standart kavramı gelişmemiştir. Yönetimin, bir kurum olarak, kendini yenileme, aşma ve daha iyi hizmeti daha ucuza üretme gibi bir çabası yoktur. Buna karşılık, kıt kamu kaynaklarını siyasal sadakat ölçütüne göre yandaşlarla paylaşma ve bu paylaşımdan ekonomik ve siyasal çıkar elde etme süreci tam olarak yönetim iklimine egemendir.

                   Temel Değerlendirme

Yukarıda betimlenen tablo oldukça karamsardır. Sorunlar birikmiş, yoğunlaşmış ve çözümlenmesi oldukça zor bir aşamaya gelmiştir. Hiç kimsenin ve hiç bir kurumun bu bulgu ve sonuçların önemini azaltmaya, “bunu da çözeriz” cinsinden hafifliklerle sorunun boyutlarını küçültmeye ya da bazı “incremental” [255] yaklaşımlarla sorunu çözüyormuş gibi yapmaya ve bu yolda izlenimler yaratmaya hakkı yoktur. Zira, artık gecikmeye dayanabilmek olanağı bulunmamaktadır. Sorunun çözümü gerçekçi, kapsamlı, iyi planlanmış ve siyasal irade desteğine sahip köklü müdahalelerde aranmalıdır.

Bu bağlamda, açıklıkla belirtilmelidir ki, Türkiye’de devlet yönetimi önemli darboğazlar, açmazlar ve sıkıntılar içindedir. Yürütme organının ve yönetimin gerek merkezi hükümet, gerek yerel yönetimler, gerek kamu iktisadi kuruluşları ve gerekse hizmet yerinden yönetimi kuruluşları açısından yeniden düzenlenmeleri gerekmektedir. Bu kesin zorunluluk yeterli bir şekilde yerine getirilmediği takdirde, bir yandan rüşvet ve yolsuzluk gibi yozlaşma süreci güç ve ivme kazanırken, öte yandan, kıt ekonomik ve akçal kaynakların israfı kaçınılmaz olacaktır. Bu, ekonomik bunalımın süreklilik kazanması demektir.

Yasama, ülkenin sorunlarını çözme yeteneğini  önemli ölçüde yitirmiştir. Ülkenin ve toplumun sorunlarına karşı duyarsızdır. İşlevini erozyona uğratmış ve yürütmenin güdümüne girmiştir.

Siyasal etik anlayışı aşınmıştır. Siyasetçinin kalite düzeyi toplumu memnun etmemektedir. Ülkede, siyaset yapma olanak, kural ve süreçleri yeniden yapılandırılmak zorunluluğundadır. Yeniden yapılanma süreci, bir yandan parlamentonun çalışmalarını daha etkili ve verimli kılarken; öte yandan, siyasetin yapılış biçimini ve siyasal partilerin yönetim süreçlerini de köktenci bir şekilde değiştirmelidir.

Bu önlemler alınmadığı takdirde, yasama organı saygınlığını daha da yitirecek, parlamento daha da işlevsiz kalacak, kamuoyunun siyasetçiye karşı beslediği güvensizlik duyguları pekişecek ve ülkenin sorunları çözümsüz kalacaktır.

Bu, Türk toplumunun ödememesi gereken ağır bir faturadır.

Yargıda düzeltim kaçınılmazdır. Yargı, adaleti istenilen hızda, verimlilikte  ve etkililikte dağıtamamaktadır. Hukukta düzeltim, yargıda düzeltime oranla ikinci derecede önem taşımaktadır. Ana sorun, yargının yönetim ve işleyiş biçiminin olumsuz koşullar içinde bulunması ve bireylerin hak arama uğraşlarında yargı sistemi dışındaki illegal güçlerden yardım bekleyişi içine girmiş olmalarıdır.

Bu durum, devleti devlet yapan en önemli işlevlerden birinin yani adalet dağıtma işlevinin ortadan kalkması anlamına gelmektedir.

Toplumda adalet duygularının ortadan kalkması, devlete karşı güven duygularının sarsılması ve toplumsal huzursuzluğun ülke çapında yaygınlaşması ile eş anlamlıdır.

Devlet başkanlığı sistemi ve Cumhurbaşkanı’nın anayasal statüsü yeniden tanımlanmalıdır. Cumhurbaşkanı, siyasal bunalımların aşılmasında ve siyasal sorunların çözümlenmesinde hakem rolü üstlenebilmelidir. Parlamentonun feshinin daha işler kılınması bunu sağlayacak önlemlerden biridir. Cumhurbaşkanı’nın yalnızca devleti betimleyen bir simge olarak algılanması ve Başbakan’ın gölgesinde bırakılması önemli bir olanağın ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu bağlamda, Cumhurbaşkanı’nın yalnızca bir dönem için ve halk tarafından seçilmesi önemli bir olumluluk kaynağı olabilmek özelliğine sahiptir.

Türkiye’nin sorunlarının çözümlenmesinde iç ve dış borç sorununun çözümlenmesi yaşamsal düzeyde önemlidir. İç borçlar bir şekilde tasfiye edilmediği takdirde, ülkenin hiç bir sorununun çözümlenmesi olanaklı değildir.

Bununla birlikte, ulusal ekonominin yönetimi de örgütlenme biçimi ve yönetim koşulları bakımlarından zor koşullar altındadır. Ulusal ekonominin yönetimi çok başlılıktan, karmaşadan ve aşırı derecede bölünmüşlükten kurtarılmalıdır. Ulusal ekonominin yönetiminde sorumlu ve yetkili kurumlar arasında işbirliği ve eşgüdüm olanakları güçlendirilmelidir.

Bu koşullar altında, devlet düzeltimi ya da en azından yönetim düzeltimi gereksinimi ülkenin acil çözüm bekleyen en önemli sorunu durumuna gelmiş bulunmaktadır. Bu gereksinim, ülkenin diğer  sorunlarından hatta çok büyük boyutlara ulaştığı iç ve dış tüm ilgili kesimlerce kabul olunan ekonomik sorunlardan daha önce ele alınmalı ve çözüme kavuşturulmalıdır.

İyi yönetilmeyen bir toplumda, yapılacak öteki tüm düzeltim ve iyileştirme çalışmalarının boşa gitmeye mahkum olduğu hiç bir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.

                   Temel Stratejiler

Düzeltim çalışmalarının temel stratejisi iki ayrı düzlemde ele alınmalıdır: (1) devlet yönetiminde yeniden yapılanma çalışmalarının izlemesi gereken strateji ve (2) daha demokratik siyasal bir yapıya kavuşma amacıyla yapılacak çalışmaların stratejisi.

Devletin yapılanmasında izlenmesi gereken temel strateji çok genel çizgileriyle ve özet olarak aşağıda belirtilmiştir:

·      Kamu Sektörünün Büyüklük Düzeyi ve Yapısı

 

  Kamu sektörünün ulusal ekonomi içindeki payı küçültülmelidir. Kamunun üretim sisteminde sahip olduğu büyüklük tam rekabet koşullarını olumsuz olarak etkilemekte ve yurttaşların alternatif hizmet ve ürünler arasında seçim yapma hakkını sınırlamaktadır. [256]

 

·      Merkezi Yönetimin Rolü ve İşlevi

 

Merkezi yönetimin temel işlevleri yeniden ve açıklıkla tanımlanmalı, ülkenin gelmiş olduğu kalkınma düzeyi çerçevesinde merkezi yönetimin  rolü  daraltılmalı  ve  merkezde  yoğunlaşmış yetkiler alana -periferiye- dağıtılmalıdır.

 

·      Özelleştirme, Ticarileşme ve Şirketleşme

 

Merkezde yoğunlaşmış otoritenin periferiye yaygınlaştırılmasında izlenmesi gereken ilk strateji yönetim sözleşmeleri de dahil olmak üzere ve kamunun özelleştirme nedeniyle oluşabilecek tekel benzeri yapılanmaların yol açabileceği ekonomik istismarını önleyecek önlemler alınmak koşuluyla, özel sektörden kamu hizmeti üretmede daha fazla yararlanılmasıdır. Bu bağlamda, halen harç ve resim karşılığı üretilen kamu hizmetlerinin ticari koşullar altında üretilmesine ve halka sunulmasına olanak veren, ancak, yeni KİT’ler yaratılmamasını güvence altına alan, ticarileşme ve şirketleşme eğilimlerinin desteklenmesi sağlanmalıdır. Bir başka anlatımla, kamu kurum ve kuruluşlarının ne pahasına olursa olsun elden çıkartılması anlayışı yerine özel sektörün kamu hizmeti üretmede sunabileceği katkılardan en fazla ölçüde yararlanılmasını öngören bir anlayış geliştirilmelidir. Ayrıca, konusu itibarıyla fiyatlandırılmaya olanaklı olan kamu hizmetlerinin topluma kar ve zarar dengesini ya da en azından hizmetin maliyetini gözeten kamu şirketleri aracılığı sunulması özendirilmelidir.

 

·      Yerinden Yönetim

 

Yerel yönetimler, önce sistemik (belediye toplulaştırması, il özel idarelerinin yeniden  gözden geçirilmesi, büyükşehir belediyesi sisteminin yeniden irdelenmesi ve köylerin yeni bir yönetsel statüye bağlanması kapsamında) ve daha sonra da kurumsal açıdan (doğru örgütsel yapılanma, üstün yönetsel kapasite ve etkili kaynak planlaması yetkinliği bağlamında) yeniden düzenlenmeli ve güçlendirilmelidir. Bu düzenlemede belediyelere öncelik ve ağırlık verilmelidir. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin kamu kurumlarının yapılanmasında 1992 Maastricht Anlaşması’yla temel ilke konumuna getirdiği “hizmette yerellik” (subsidiarity) ilkesini yaşama geçiren bir yaklaşım ve anlayış içinde merkezi yönetim tarafından yerine getirilen hizmetlerin önemli bir kesimi yerel yönetimlere aktarılmalıdır.

 

·      Yetki Aktarımı/Göçerimi

 

Merkezde oluşmuş yoğunluğun azaltılması yöntemlerinden biri de yetkinin merkezin alandaki ajanlarına, yani, bölge, il ve ilçe kuruluşlarına aktarılmasıdır. Aktarılacak işlevler arasında yerel bütçenin hazırlanması, iş ve çalışma programlarının yapılması ve personel alımı da yer almalıdır. Taşra birimlerine daha fazla yetki, görev ve sorumluluk verilmelidir. Sorunlar yerinde çözümlenmeli ve Ankara yalnızca politika saptama, kaynak yaratma, standart koyma ve denetim işlevleri ile yükümlendirilmelidir.

 

·      Pazar Türü Yönetim Araçlarının Genişlik Kazanması

 

“Hizmet kuponu”, “kamu mülkiyeti anlayışının değiştirilmesi”, “kirletme kotaları” gibi serbest piyasa koşullarına daha iyi uyum sağlayan ve kıt kaynakların ekonomik açıdan daha verimli kullanılabilmelerine yardımcı olan “pazar türü yönetim araçları” geliştirilmeli, uygulanmalı ve çeşitlendirilmelidir.

 

·      Personel Yönetiminde İyileştirme ve Ücret Sisteminde Köktenci Değişiklikler

 

Kamu personel yönetimi sil baştan değiştirilmelidir. Bu süreç içinde, “insan kaynakları yönetimi” kavramı ve modeli esas alınmalı ve başarıma ve üretime dayalı ücret sistemine geçilmelidir. Devlet Memurları Yasası mutlaka değiştirilmelidir.

 

·      Yasa, Tüzük ve Yönetmelik Gibi Düzenleyici Metinlerin Sayıca Azaltılması, Kapsamlarının Daraltılması ve Daha Anlaşılır  Kılınması

 

Düzenleyici metinlerin sayıca çokluğu yöneticilerin hareket yeteneklerini sınırlamakta ve yönetimde bireysel sorumluluğun oluşmasını önlemektedir. Ayrıca, mevzuatın eski dilde yazılmış olması genç nüfusa sahip Türkiye’de, insanların yönetildikleri yasaları anlayamamaları ile sonuçlanmaktadır. Bu olumsuzlukların önüne geçilebilmesi için mevzuat sadeleştirilmeli ve anlaşılır kılınmalıdır.

 

·      Duyarlı Bir Yönetim Oluşturma

 

“Devlet baba” imajı değiştirilmelidir. Bu imaj, yalnızca, “sosyal devleti” simgelemek için kullanılmalıdır. Yurttaşlara karşı üstünlük ifade eden, kutsallık duygusu aşılayan ve bu nedenle de keyfilik ve sorumsuzluk yaratan bu kavramdan hızla uzaklaşılmalıdır. Bunun yerine, yurttaşı kamu hizmetlerinin ana muhatabı ve finansörü olarak gören ve bu nedenle de yurttaşların kamu hizmeti alırken elde etmek istediği özelliklere ve kolaylıklara özel bir önem ve ağırlık vererek bunu çalışmalarına yansıtan bir kamu yönetimi anlayışı benimsenmelidir.

 

·      Bilişim Teknolojisinin Kamu Yönetiminde Yaygınlık ve Genişlik Kazanması

 

“Dijital devlet” olarak da bilinen ve bilgi işleme, elektronik ve haberleşme teknolojilerinde gerçekleştirilmiş bulunan devrimleri kamu yönetimlerinin günlük çalışma alışkanlıkları içine sokmayı amaçlayan bu hedef, devletin yeniden yapılandırılması açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bu bağlamda, kamuda, bir yandan bilgisayarlar yolu ile kayıt, bilgi toplama, derleme ve işleme süreçleri geliştirilirken; öte yandan, “internet” aracılığı ile kurumların iç bünyelerinde, kurumlar arasında ve kurumla toplum arasında iletişim sağlanmasına özel bir önem verilmelidir.

 

·      Başarım Yönetimi

 

Türk kamu yönetiminde bir zihniyet değişimine gidilmelidir. Türk kamu yöneticisinin teknik kapasitesi sınırlıdır. Hedefe yönelik yönetim, başarım yönetimi ve sonuç yönetimi gibi kavramlardan uzaktır. Bu yönetim teknikleri Türk kamu yöneticisine en iyi şekilde öğretilmeli ve uygulanmalarını güvence altına alacak şekilde kurumsallaştırılmalıdır. Bu bağlamda, kamu kurumlarının iç örgütlenme biçimi de yeniden ele alınmalı ve süreç ağırlıklı kurumsal gelişme tekniklerine uygun olarak yeniden örgütlendirilmelidir. Aynı şekilde, kamu yöneticilerinin kaynak planlaması ve çalışma planlaması yapma yetkinliklerine genişlik ve ivme kazandırılmalıdır.

 

·      Sorumluluk Yönetimi

 

Türk kamu yönetiminde çalışmanın yasal kurallara uygun olarak yapılmamasının yaptırımı vardır; ancak, yapılan işin uygun, doğru ve düzenli olarak yapılmamasının bir yaptırımı yoktur. Bir başka anlatımla, hesap verme sorumluluğu yoktur. Öte yandan, işin ya da hizmetin ekonomik, verimli ve olması gereken şekilde yapılmamasının sorumluluğu en alt amirden en üst amire kadar çeşitli kademeler arasında dağıtılmıştır. Herkes sorumlu olduğundan, aslında, kimse sorumlu değildir. Bu nedenle de bireysel sorumluluk ve hesap verme durumu ortaya çıkmamaktadır. Bu kavram, yani hesap verme sorumluluğu, Türk kamu yönetimi içine kalıcı olarak sokulmalıdır. Bu hedefi gerçekleştirmenin yöntemlerinden biri de, iş tanımlarının ve çalışma yönetmeliklerinin hazırlanması ve iş anlaşmaları kavramının kamu yönetimi içinde yer almasının sağlanmasıdır.

 

·      Yönetsel ve Teknik Süreçlerin İyileştirilmesi

 

Kamu yönetimleri yüzlerce bürokratik süreci birarada ve birlikte yerine getirerek kamu hizmeti üreten yerlerdir. Ancak, hizmetin üretilme süreci genelde yerleşik alışkanlıklara, eski yöneticilerden öğrenilenlere ve edinilen deneyimlere dayalıdır. Süreçler gelişigüzel ve rastgele şekilde ortaya çıkmıştır. Bilimsel bir araştırma ve incelemeye dayalı değildir. Bu durumun doğal sonucu olarak, uygulanmakta olan süreçler her zaman en verimli ve en ekonomik süreçler olmak durumunda değildir. Bu süreçlerin daha ekonomik, verimli ve ussal sonuçları güvence altına alacak şekilde yeniden tasarlanması ve uygulamaya konulması olanaklıdır. Türk kamu yönetiminin yeniden yapılanmasında en fazla öncelik ve ağırlık verilmesi gereken çalışma bu olmalıdır.

 

·      Kamu Hizmeti Standartları

 

Yurttaşlarla kamu yönetimleri arasındaki ilişkilerin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Yurttaşların kamu yönetimlerinden beklentilerinin saptanması ve kamu çalışanlarının görevlerini daha iyi biçimde yerine getirebilmelerinin sağlanması için kamu hizmetlerinde standartlar geliştirilmeli ve bunlar topluma duyurulmalıdır. Bu standartlar, “yurttaş hakları”, “yönetsel usul yasaları” ve “kamu kalite gözlemevleri” şeklinde düzenlenebilir. Bu standartlarda, işin yapılış şekli, alması beklenen olası ve ortalama süre ve başvuranların hakları gibi kavramlara yer verilmelidir.

 

·      Denetim Anlayışında Değişiklikler

 

Kamuda denetim anlayışı değiştirilmeli ve yasallığı ya da meşruluğu araştıran denetim anlayışı, paranın değer karşılığını araştıran ve elde edilen başarım düzeyini irdeleyen başarımın (performansın) denetimi  anlayışı ile bütünleştirilmelidir.

 

·      Avrupa Birliği'ne Tam Üyelik Yükümlülüğü

 

Kopenhag ölçütlerinin önde gelenlerinden biri de, üye ülkelerin kamu yönetimlerinin örgütsel ve yönetsel yetkinliklerinin Ortaklık Sözleşmesi’nin öngördüğü yükümlülükleri yerine getirebilme konusunda, Avrupa Birliği normları çerçevesinde kabul edilebilir düzeyde olmasıdır. Bu bağlamda, “katılma ortaklığı belgesi”nin AB tarafından yayınlandığı ve Türkiye’nin de buna “Ulusal Program” ile yanıt verdiği bir ortamda kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması kaçınılmaz bir ödev ve sorumluluk olmaktadır. Bu durum, ayrıca, kamu yönetiminde düzeltim yapılabilmesi için AB’nin teknik ve akçal desteğinden de yararlanabilmek anlamına gelmektedir. Bu bağlamda, AB ile kamu yönetimi düzeltimi konusu öncelikle ele alınmalı ve bu yoldaki çalışmalar ortak projeler çerçevesinde başlatılmalıdır.

 

·      Erdemlilik Yönetiminin Yeniden Oluşturulması ve Yönetimde Yozlaşmanın Önlenmesi

 

Türk kamu yönetiminin içinde bulunduğu koşullar altında çözümü en fazla çaba isteyen sorunu bürokratik etik ortamının yeniden oluşturulmasıdır. Bu ortamın oluşması ise siyasal yapıda etik kuralların kurumlaşması ile yakından ilgilidir. Bu bağlamda, rüşvet ve yolsuzluklarla en yoğun şekilde mücadele edilebilmesine olanak veren siyasal irade oluşturulmalı ve kurumsallaştırılmalıdır. Bu amaçla, “Kamu Yönetimi Kariyer Komisyonu” oluşturulmalı ve üst düzey görevlere yapılacak atamalarda bu kurula etkili bir rol verilmelidir. Bu komisyon üst düzey görevliler için iş tanımları hazırlamalı ve atamaların bu tanımlara uygunluğunu denetlemelidir. Üst düzey yöneticilere görev güvencesi verilmelidir. Atama ve nakillerde ehliyet ve liyakat ilkelerine uyulması güence altına alınmalıdır. “Kamu Yönetimi Etik Normlar Yasası” çıkarılmalıdır.

 

Demokrasinin yeniden yapılanmasında izlenmesi gereken temel strateji de, yine, çok genel çizgileriyle ve özet olarak aşağıda belirtilmiştir:

 

·      Yeni Anayasa

 

Demokratikleşme sürecinde öncelik yeni bir Anayasa yapılmasına verilmelidir. Ülkenin içinde bulunduğu koşullarda yeni bir sivil Anayasa yapılması olasılığı oldukça düşük olmasına karşın önceliğin bu konu üzerinde tutulmasında yarar görülmektedir. Bununla birlikte, olanaklar elverdikçe, siyasal sistemi iyileştirecek değişikliklere gitme yolu açık tutulmalıdır.

·      Daha Fazla Katılım

Demokratikleşme yolunda ikinci önemli engelin geniş halk kitlelerinin siyasal karar alma mekanizmasına katılamamaları olduğu anlaşılmaktadır. Seçim dışında kalan siyasal katılma mekanizmaları hem ulusal ölçekte ve hem de yerel ölçekte yeniden düzenlenmeli, geliştirilmeli ve toplumun kullanımına sunulmalıdır.

·      Temel İnsan Hak ve Özgürlükleri Alanında İlerleme

Temel insan hakları ve özgürlükleri konusunda anayasal değişikliklerin yapılması,  demokratikleşme yolunda önemli bir olgu olarak kabul edilmelidir. 1982 Anayasası, yazılış biçimi itibarıyla, batılı demokrasiler içinde yer alabilecek bir belgedir. Ancak, yürürlükte olan bazı yasalar ya da yasal düzenlemeye konu olmamış alanların varlığı bazı anayasal hak ve özgürlüklerin uygulamada anlamsız kalmasına neden olabilmektedir. Örneğin, 1995 yılında yapılan Anayasa değişikliklerinin öngördüğü bazı yasalar hala çıkarılamamıştır. Bu bağlamda, Avrupa Birliği tarafından yayımlanan “katılma ortaklığı belgesi”nde işaret edilen demokratikleşme ve insan hakları alanında ilerleme isteklerine özel bir önem verilmelidir.

·      Hukukun Üstünlüğü

Kanımıza göre, demokratikleşme yolunda izlenmesi gereken en önemli strateji hukukun üstünlüğü anlayışının tüm siyasal kurumlarca ve yönetim birimlerince içtenlikle benimsenmesi ve uygulanmasıdır. Yalnızca hukuk devleti ilkesinin değil; fakat, hukukun üstünlüğü ilkesinin tüm veçheleriyle yaşama geçirilmesi demokratikleşme konusunda atılacak en önemli adım olarak değerlendirilmelidir. Zira, Türkiye’de eksik olan unsurun yazılı yasal düzenlemeler değil; fakat,  bunların uygulamada aldıkları şekil ve biçim olduğu açıklıkla görülmektedir.

                   Değişimin Yönetimi

Kamu sektöründe düzeltim yapmak isteyen ülkelerde uygulanan yaklaşımları beş ana grupta toplamak olanaklıdır: “yapısal değişimci/bütüncül” (transformational/comprehensive) yaklaşım, “seçici köktenci” (selective radical) yaklaşım, “fırsatçı parçacıl” (opportunistic incremental) yaklaşım, “gelişmeci” (evolutionary) yaklaşım ve “ince ayarcı” (finetuning) yaklaşım. [257]

 

Devlet yönetiminde düzeltim çalışmalarının yapıldığı dokuz ülkedeki deneyimlerden elde edilen bilgilerden, değişimin yönetimi konusunda şu ilkelere dikkat edilmesinin yararlı olacağı anlaşılmaktadır: Değişim sürecinde “parçacıl” yaklaşımlar yerine  “bütüncül” yaklaşımlar tercih edilmelidir; değişim konusunda siyasal irade güvence altına alınmalıdır; değişim sürecine yol ve yön verecek güçlü bir lidere gereksinim vardır; değişim için muhalefet partilerinin desteği sağlanmalıdır; bakanların tümünün değişim çalışmalarının hedefleri konusunda kararlı ve ısrarlı olmaları büyük önem taşımaktadır; değişim yolunda tüm kamu sektöründe ve kamu yöneticilerinde kararlılık oluşturulmalıdır; değişimin amaç ve hedefleri oldukça açık bir şekilde ortaya konulmalı ve kamuoyuna yansıtılmalıdır; son derecede güçlü stratejiler, program içerikleri, yönetim biçemleri ve taktikler hazırlanmalı ve uygulama alanına konulmalıdır; öncelikler belirlenmeli ve sıralanmalıdır; düzeltim çalışması geniş bir alanı kapsayacağından uygulanan strateji ve taktiklerle yapılmakta olan etkinlikler arasında uyum sağlanmalıdır; çok ayrıntılı olmasa bile düzeltim çalışmalarının genel bir planı olmalıdır; başarıyı güvence altına alacak kritik noktalar belirlenmeli ve bunlara uygun önlemler alınmalıdır; düzetim çalışmalarını tehlikeye sokacak riskler belirlenmeli ve bu risklere karşı etkili önlemler alınmalıdır; değişime karşı oluşacak direnç noktaları ve eğilimleri önceden saptanmalı ve direnmenin önüne geçilmelidir; kamuoyunun desteği mutlaka sağlanmalıdır; değişimden elde edilen olumlu sonuçlar kanıtlarıyla birlikte kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır; çalışmalar sürekli olarak izlenmeli ve gelişmelere ilişkin bilgiler ilgili tüm yanlara iletilmelidir; değişim çalışmalarının sürekliliği güvence altına alınmalıdır ve başarısızlıklardan gerekli dersler çıkarılmalıdır.

 

                   Sonsöz

Türkiye’de, devlet yönetimi ile genel ve yerel demokrasi yeniden yapılandırılmalı ve insan hakları konusunda yeni bir açılım sağlanmalıdır. Bu görev, en kısa zamanda ve en iyi şekilde yerine getirilemediği takdirde, gelecek kuşakların sıkıntısı bugünkü ve geçmiş kuşaklardan daha fazla olacaktır.

 

“Sonsözü”, 10 Nisan 2001 günü TOBB tarafından yayımlanan önemli bir bildiriye bırakmak uygun olacaktır: “… (S)iyaset, Türkiye'de dibe vurmuştur. Sistem tıkanma noktasına gelmiştir. Bunları toplum olarak düşünüp tartışmalıyız. Ülke bugün sistemi sorgulama noktasındadır. Bu sorgulamanın konusu siyasi partiler, seçim kanunları, yeniden düzenlenecek anayasa ve devletin yeniden yapılanmasıdır. Siyasetin yeniden yapılanmasına karşı direnmek demokratik parlamenter rejimin kullanımını zedelemektedir.”  [258]

 

Toplumun önemli gerçeklerini ve önemli bir kesiminin görüşlerini yansıtan bu sözler, Türkiye’de hem devletin ve hem de demokrasinin yeniden yapılanmasını istemek anlamına gelmektedir. Bu istek, artık, Türkiye’ye yabancı değildir. Devletin ve demokrasinin yeniden yapılanması konusunda gerçek anlamda halk ve toplum iradesi oluşmuştur.

 

Bu isteklere kulak verilmeli ve gereği yapılmalıdır.

 

Üstelik, bugünün dünyasında, bu konudaki başarılı deneyimlerinden yararlanılabilecek ya da başarısızlıklarından gerekli dersler alınabilecek pek çok örnek ülke ve örnek çalışma vardır.

 

Türkiye, bu gereksinimi giderebilecek güce sahiptir.

 

Eksikliği duyulan tek unsur, ulusal siyasal iradedir.

 

Türkiye’de devletin ve demokrasinin yeniden yapılanması sorunu gündoğumu ya da günbatımı ile eşdeğer önem düzeyindedir.

 

Mevcut düzenin devamında ısrar etmek ya da yeniden yapılandırma çalışmalarında başarısız kalmak ülke için günbatımıdır.

 

Devleti ve demokrasiyi günün ve geleceğin gereksinmelerini çözecek şekilde yeniden yapılandırmayı başarmak ise gündoğumu.

 

Türkiye, her gün daha parlak doğan günlerin ülkesi olmalıdır…

 

Olacaktır…

 


 

KISA   KAYNAKÇA

 

 

Adaman, Fikret ve Ali Çarkoğlu, “Türkiye’de Yerel ve Merkezi Yönetimlerde Hizmetlerden Tatmin, Patronaj İlişkileri ve Reform,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 196.

 

Akdeniz, Prof. Gıyas, “Türkiye’de Devlet Fonksiyonlarının Gelişme Seyri ve Devlet Faaliyetlerinin Finansmanında Bazı Problemler”, İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi, Maliye Enstitüsü Konferansları Dokuzuncu Cilt, Ayrı Bası, Sermet Matbaası, İstanbul, 1964.

 

Akder, Halis (co.), “Regional Development and Rural Poverty,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul , 2000, s. 91.

 

Akder, A. Halis ve Murat Güvenç (ko), “Yoksulluk, Bölgesel Gelişme ve Kırsal Yoksulluk, Kent Yoksulluğu”, TESEV Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 183.

 

Alkan, Türker, Prof. Dr.. “Siyasal Ahlak ve Ahlaksızlık”, Bilgi Yayınevi, Ankara, Ekim 1993, s. 474.

 

Alpkaya, Gökçen, “AGİK Sürecinde İnsan Hakları”, Ankara, 1994, yayınlanmamış doktora tezi.

 

Arın, Tülay, Necdet Kesmez ve İhsan Gören, “Parlamento ve Sayıştay Denetimi,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 261.

 

Atiyas, İzak ve Şerif Sayın (ko), “Kamu Maliyesinde Saydamlık”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 156.

 

Atiyas, İzak (ko), “Devletin Düzenleyici Rolü”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul,  2000, s. 281.

 

Avrupa Birliği Komisyonu, (2000) “2000 Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession”, 8 Kasım 2000, s.82

 

Bank, John, “The Essence of Total Quality Management”, Prentice Hall, 1992, s. 203.

 

Başbakanlık, İdareyi Geliştirme Başkanlığı, “2001 Hedefleri Doğrultusunda 21. Yüzyıla Girerken Kamu Yönetiminin Geliştirilmesi ve Bazı Ülkelerdeki Uygulamalar”, Mayıs 1994, Ankara, s. 274.

 

Berberoğlu, Enis, “Kod Adu Yüksekova – Susurluk, Ankara, Bodrum, Yüksekova Fay Hattı”, Milliyet Yayınları, 2. Baskı, Kasım 1998, s. 182.

 

Berkman, A. Ümit, “Azgelişmiş Ülkelerde Kamu Yönetiminde Yolsuzluk ve Rüşvet”, TODAİE, Ankara, s. xii+157.

 

Brudney, Jeffrey L., Laurence J. O’Toole ve Hal G. Rainey, “Advancing Public Management in Theory, Methods, and Practice, Nisan 2000, s. 304.

 

Caiden, Gerald E., “Administrative Reform”, Aldine, Chicago, USA, 1969, s. xv + 239.

 

Çapoğlu, Gökhan, “Türkiye İstikrar İçinde Nasıl Kalkınır?” Adım Yayıncılık, Ankara, 1992, s. 106.

 

Çapoğlu, Gökhan, “Türkiye’de Siyasi Tıkanıklığı Aşmak İçin”, Stratejik Araştırmalar Vakfı, Eylül 1994, Ankara, s. 112.

 

Çarkoğlu, Ali (ko), “Siyasi Partilerde Reform”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 271.

 

Ceyhun, Ekrem, “2000 Yılında Türkiye”, Ankara, 1988, s. 136.

 

Çoker, Ziya, “Merkezden Yönetim, İl Sistemi ve Yerel Yönetim Reformu”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 174-189.

 

Çoker, Ziya, “Yönetim ve Siyaset - Bir Valinin İl Yönetimine İlişkin Görüş ve Anıları”, İstanbul, s. 301.

 

Danışman, Zuhuri (hazırlayan), “Koçi Bey Risalesi”, MEB yayınları, İstanbul, 1997, s.127.

 

Defterdar Sarı Mehmet Paşa, “Devlet Adamlarına Öğütler”, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, İstanbul, s.165.

 

Dinçer, Nabi ve Turan Ersoy, “Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi (MEHTAP) Tavsiyelerinin Uygulanma Durumunu Değerlendirme Araştırması”, TODAİE, 1974, Ankara, s. viii+ 366.

 

DPT, “Kamu Yönetiminin İyileştirilmesi”, Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, 1994, s. 45.

 

DPT, “Mahalli Hizmetlerin Yerinden Karşılanması”, VI. Beş Yıllık Kalkınma Planı Özel İhtisas Komisyonu Raporu, 1991, Ankara, s. 145.

 

DPT, “Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Mali Saydamlık", 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara, 2000,  s.145.

 

DPT, “Yedinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Stratejisi”, Resmi Gazete, 6 Mayıs 1995.

 

Drucker, Peter F., “Yeni Gerçekler”, Çev. Birtane Karanakçı, 4. Baskı, 194, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara, s. vi+270.

 

Drucker, Peter F., “Gelecek İçin Yönetim: 1990’lar ve Sonrası”, Çev. Fikret Üçcan, İş Bankası Yayınları, Nisan 1995, s. 378.

 

Drucker, Peter F., “Yönetim: Görevleri, Sorumlulukları, Uygulamaları”, Çev. Fatoş Dilber, ODTÜ, 1994, s. 528.

 

Findley, Carter, “Osmanlı Devleti’nde Bürokratik Reform”, İz Yayıncılık, İstanbul,1994, s. 474.

 

Findley, Carter, “Kalemiyeden Mülkiye’ye Osmanlı Memurlarının Toplumsal Tarihi”, Türkiye Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı, İstanbul, 1996,  s. 335.

 

Finland, Ministry of Finance, Public Management Department, “Public Management Reform Policies”, 1994, s. 31.

 

Frederickson, George H. (ed) ve Jocelyn M. Johnston (ed), “Public Management Reform and Innovation: Research, Theory and Application”, Mayıs 1999, s. 392.

 

Geray, Cevat, “Yerel Demokrasi, Özerklik ve Halk Katılımı”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 72-75.

 

Goetsch, David L., ve Stanley B. Davis, “Introduction to Total Quality”, Prentice Fall, 1997, s.660.

 

Gore, Al, “Kırtasiyeden sonuçlara: Daha İyi İşleyen ve Daha Az Masraflı Bir Devlet Yaratmak”, Eylül 1993, s. 414.

 

Gore, Al, “The Best Kept Secrets in Government”, Random House, 1996, s.137.

 

Grishankar, Navin, “Reforming Institutions for Service Delivery: A Framework for Development Assistance with an Application to the Health, Nutrition and Population Portfolio”, The World Bank, Policy Research Working Paper: 2039, January, 1999.

 

Güler, Birgül Ayman, “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi: Yapısal Uyarlama Politikaları”, TODAİE, Ankara, Nisan 1996, s. 193.

 

Hayek, Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen”, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Atilla Yayla, Ekim 1996, s. 278.

 

Hayek, Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun Siyasal Düzeni”, Türkiye İş Bankası Yayınları, Çev. Doç. Dr. Mehmet Öz, Şubat 1997, s. 313.

 

Hood, Christopher, “The Art of the State: Culture, Rhetoric and Public Management”, Nian 2000.

 

İnalcık, Halil, “Osmanlı’da Devlet, Hukuk, Adalet”, Eren Yayıncılık, İstanbul 2000, s. 208.

 

İnan, Kamran, “Siyasetin İçinden”, Milliyet Yayınları, Ocak1995, İstanbul, s. 131

 

Jenkins, Kate ve William Plowden,  “Keeping Control: The Management of Public Sector Reform Programmes”, The British Council, 1995, s. 32.

 

Keleş, Ruşen, “Yerel Demokrasinin Neresindeyiz?”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 66-71.

 

Kettl, Donald F., “The Global Public Management Reform: A Report on the Transformation of Governance”, Brookings Institute, Nisan 2000, s. 96.

 

Keykavus, Kabusname, Milli Eğitim Basımevi 1974.

 

Kırca, A. Coşkun, “Devlette Yozlaşmayı Yenmek”, İki cilt, Ekim 1994, Milliyet Yayınları, İstanbul, s. 851.

 

Kunt, I. Metin, “The Sultan’s Servants, The Transformation of Ottoman Provincial Government 1550-1650, Columbia University Press, 1983, s. xxiii + 181.

 

Laski, Harold J., “The Rise of European Liberalism”, Londra, 1962, s. 192.

 

Mahalli İdareler Eğitim Araştırma Merkezi, TBD ve Adenauer Vakfı, “21. Yüzyıla Girerken Belediyelerimiz: Sorunlar - Çözümler”, Aralık 1993, s. v+103.

 

Mosher, Frederick C., Report to the US Senate Watergate Committee, “Watergate: Implications For Responsible Government”, 1974, New York, Basic Books, s. xiii+137.

 

Mustafa Nuri Paşa, “Netayic-ül Vukuat, Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi”, Sadeleştiren Prof. Dr. Neşet Çağatay, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1992, Ankara, iki cilt.

 

OECD, “Administration as Service, The Public as Client”, Paris, 1987, s. 136.

 

OECD, “Governance in Transition: Public Management Reforms in OECD Countries”, Paris, 1995, s. 171.

 

OECD, “Responsive Government: Service Quality Initiatives”, Paris, 1996, s. 297.

 

OECD, “Trends in Public Sector Pay in OECD Countries”, 1995, s. 165.

 

OECD, Occasional Papers, 1994, No 3, “Performance Management in Government: Performance and Results-Oriented Management”, Paris, 1994, s. 92.

 

OECD, “Government of the Future: Getting from Here to There”, Paris, 2000, s. 247.

 

OECD, “Ethics in the Public Service: Current Issues and Practice”, 1996, Paris, s. 59.

 

OECD, “Synthesis of Reform Experiences in Nine OECD Countries: Change Management”, Belge no: PUMA/SGF (99) 2, s. 18.

 

Ökçesiz, Hayrettin Prof. Dr., “Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması”, İstanbul Barosu Çevresi, 1999, s.176.

 

Öztuna, Yılmaz T., “Türkiye Tarihi”, 12 cilt, Hayat kitapları, 1967, İstanbul.

 

Pollitt, Christopher ve Geert Bouckaert, “Public Management Reform: A Comparative Analysis”, Şubat, 2000.

 

Rao, Ashok, Lawrence P. Carr, Ismael Dambolena, Robert J. Kopp, John Martin, Farshad Rafii ve Phllis Fineman Schlesinger, “Total Quality Management: A Cross Functional Perspective”, John Wiley and Sons, 1996, s. 630.

 

Sağlar, Fikri ve Emin Özgönül, “Kod Adı Susurluk – Derin İlişkiler”, Boyut Kitapları, 6. Baskı, Aralık 1998, s. 399.

 

Sayıştay, “2000 Yılı Mali Raporu.”

 

Schmidt, Helmut, “Toplumda Ahlak Arayışı – Yeni Yüzyılın Eşiğinde Almanya”, Çev. Fatma Artunkal, Sabancı Üniversitesi, 2002, s. ix + 226.

 

Steinberg, Sheldon S. ve David T. Austern, “Hükümet, Ahlak ve Yöneticiler”, Çev. Turgay Ergun, TODAİE, Ankara, Aralık 1995, s. 191.

Stratejik Araştırmalar Vakfı, “Demokrasinin Tabana Yayılmasında Yerel Yönetimlerin Önemi”, Uluslararası Konferans Raporu, Şubat 1994, Ankara, s. xii+114.

 

Şaylan, Gencay, “Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi”, TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Deleme Merkezi, Ankara, 1998, s. 102.

 

Şaylan, Gencay, “Kamu Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş: Kritik ve Reform Önerileri”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 144.

 

Taşkent, Savaş, “İnsan Haklarının Uluslararası Dayanakları”, İstanbul, 1991, s. 207.

 

Teziç, Erdoğan, “Sorun Siyasi Rejim Yapılanması mı?”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 7-12.

 

Titiz, Tınaz, M., (ko), “Türkiye’de Devlet Denetiminde Reformlar ve Başarılarının Değerlendirilmesi”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 100.

 

TODAİE, “Merkezi Hükümet Teşkilatı Kuruluş ve Görevleri”, Merkezi Hükümet Teşkilatı Araştırma Projesi Yönetim Kurulu Raporu, Nisan 1963, Ankara, s. 450.

 

TODAİE, “İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve Öneriler”, İdari Reform Danışma Kurulu Raporu, TODAİE, 1972, Ankara, xi+236.

 

TODAİE, “Kamu Yönetimi Araştırması - Genel Rapor”, 1991, Ankara. s. 240.

 

TODAİE, “Kamu Yönetimi Araştırması - Yerel Yönetimler Araştırma Grubu Raporu”, TODAİE, 1992, Ankara, s. vi+255+viii.

 

Turan, İlter (ko), “TBMM’nin Etkinliği”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 152.

 

Tutum, Cahit, “Kamu Yönetiminde Yeniden Yapılanma”, TESAV Yayınları, 1994, s.160

 

Türk, Hikmet Sami Prof. Dr. ve Erol Tuncer, “Türkiye İçin Nasıl Bir Seçim Sistemi? Sistem Önerileri ve Seçim Uygulamaları”, TESAV Yayınları, No 6, 1995, s. viii+ iv+324.

 

TÜSİAD, “Yerel Yönetimler: Sorunlar ve Çözümleri”, Mayıs 1992, İstanbul, s. 81.

 

TÜSİAD, “21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Devlet Modeline Doğru: Optimal Devlet”, Şubat 1995, İstanbul, s. 166.

 

TÜSİAD, “Türkiye İçin Yeni Bir Seçim Yöntemi Tasarımına Doğru”, Mayıs 1995, İstanbul, s. 248.

 

TÜSİAD, “Yargılama Düzeninde Kalite”.

 

TÜSİAD, “İnsan Hakları - TÜSİAD "Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi" Tartışma Toplantıları Dizisi – 5”.

 

TÜSİAD, “Hukuk Devleti ve Yargı - "Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi" Tartışma Toplantıları Dizisi – 4.”

 

TÜSİAD, Seçimler, TBMM ve Hükümet Sistemleri - “Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi” Tartışma Toplantıları Dizisi - 2”

 

TÜSİAD, “Siyasi Partiler Yasası - “Demokratik Standartların Yükseltilmesi Paketi” Tartışma Toplantıları Dizisi - 1”

 

TÜSİAD, “Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri”.

 

Wood Robert ve Verena Marshall, OECD, Occasional Papers, “Performance Appraisal: Practice, Problems and Issues”, Paris 1993, s. 36.

 

Yaşamış, Doç. Dr. Firuz D.,Belediye Yönetimi”, 1996, Ankara, s. 492.

 

Yaşamış, Dr. Firuz D.,  “Bebek Ölümlerinin Çevresel Nedenleri”,  1991, Ankara, 224 s.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler:  “Administration”dan “Management”a”, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, Sayı 417, s. 1-28.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Hızlı Kentleşmenin Sonuçları ve Belediyelerin Kurumsal Örgütsel ve Yönetimsel Olanakları”, Amme İdaresi Dergisi, cilt 24, sayı 3, Eylül 1991, s. 163-188.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Belediye Reformu”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, cilt 2, sayı 2, Mart 1993, s. 11-24.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Belediyelerin Temel Gereksinimi: Örgütsel ve Yönetsel Yeniden Yapılanma”, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, cilt 1, sayı 5, Eylül 1992, s. 17-35.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Bölge Valiliği ve Bölge Planlaması Kavramlarının Tanıtılması Üzerine Bir Çalışma”, Türk İdare Dergisi, yıl 50, sayı 360, Şubat 1979, s.1-15.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Cumhuriyetin 70. yılında Türkiye’nin Kurumsal Sorunları”, Türk İdare Dergisi, yıl 65, sayı 401, Aralık 1993, s. 87-126.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Çukurova Projesi Deneyimleri Işığında Belediyelerde Reorganizasyon ve Örgütsel Gelişme”, Türk İdare Dergisi, yıl 60, sayı 378, Mart 1988, s.435-446.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Büyük Şehir Sorunsalı”, Amme İdaresi Dergisi, Mart 1995, Cilt 28, Sayı 1, Ankara, s. 93-111.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Üçüncü Bin Yılın Yönetim Teknolojisine İlişkin Gereksinimleri ve Türk Belediyeleri”, Yeni Türkiye Dergisi, sayı 4, Mayıs-Haziran 1995, s. 427-454.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “Oklokrasi ya da Devletin ve Demokrasinin Yozlaşması”, Yeni Türkiye Dergisi, Ankara, Yıl 3, Sayı 13, Ocak-Şubat 1997, s. 123-131.

 

Yaşamış, Firuz Demir, “İstanbul'un Yönetimine İliskin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri”, Türk İdare Dergisi, Ankara, Sayı 411, s. 71-92.

 

Yaşamış, Firuz Demir, Terör: Türkiye ve ABD'deki Hukuksal Çerçevenin Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, Türk İdare Dergisi, Ankara,  Aralık 1994, Sayı 405, s. 1-31.

 

Yaşamış, Firuz D., “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Gelir Dağılımı Açısından Toprak ve İnsan İlişkileri Sorunu”, Kim Dergisi, Ankara, 22 Mart 1968, s.  8-10.9



[1] Şaylan, Gencay, Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişmesi, TODAİE, İnsan Hakları Araştırma ve Deleme Merkezi, Ankara, 1998, s. 102.

 

[2] Hürriyet, 29.9.1997

[3] Ibid

[4] Hürriyet, 2.10.1997

[5] Milliyet, 1.7.1999

[6] Milliyet, 11.11999

[7] Milliyet, 10.9.1999

[8] Ibid

[9] Mitolojik bir Yunan haydutu. Kurbanlarını demir bir yatağa yatıran ve boyu kısa gelenlerin ayaklarını çekerek uzatan ve uzun gelenlerin bacaklarını kesitren bir haydut. Katılık ve sertlik yanlısı devlet nitelemesi.

[10] Hürriyet, 20.12.1999

[11] Ibid

[12] Adli yıl açış konuşması, 6.9.1999

[13] Hürriyet, 27.10.1999

[14] Milliyet, 14.11.1998

[15] Milliyet, 26.9.1998

[16] Milliyet, 2.11.1998

[17] Hürriyet, 23.12.1998

[18] Hürriyet, 30.8.1999

[19] Hürriyet, 3.11.1998

[20] Hürriyet, 21.9.1999

[21] Hürriyet, 26.10.1999

[22] Milliyet, 23.101999

[23] TBMM, Faili Meçhul Cinayetleri Araştırma Komisyonu Raporu.

[24] Yeni Türkiye Dergisi’nin “Demokratikleşme ve Yeni Anayasa” başlıklı özel sayısı bu konudaki arayışların birlikte yeraldığı ilginç bir platform oluşturmaktadır. Sorunla ilgili değişik görüşler için lütfen bu sayıya bakınız. Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 30, Kasım-Aralık 1999, Ankara.

[25] Avrupa Birliği Komisyonu, (2000) “2000 Regular Report From the Commission on Turkey’s Progress Towards Accession”, 8 Kasım 2000, s. 82.

[26] Ibid

[27] Ibid

[28] Hürriyet, 13.10.1999

[29] Hürriyet, 7.91999

[30] Hürriyet, 8.11.1998

[31] Milliyet, 9.11.1999

[32] Hürriyet, 13.10.1999

[33] Hürriyet, 5.11.1998

[34] Hürriyet, 8.9.1997

[35] Milliyet, 10.11.2000

[36] Güler, Birgül Ayman, “Yeni Sağ ve Devletin Değişimi: Yapısal Uyarlama Politikaları”, TODAİE, Ankara, Nisan 1996, s. 193.

[37] Hayek, Friedrich A., “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Özgür Bir Toplumun Siyasi Düzeni” ve “Hukuk, Yasama ve Özgürlük: Kurallar ve Düzen”.

[38] Bkz. Yaşamış, Firuz Demir, Kamu Yönetimi Kuramında ve Uygulamasında Yeni Gelişmeler:  "Administration"dan "Management"a, Türk İdare Dergisi, Ankara, 1997, Sayı 417, s. 1-28.

 

[39] Ceyhun, Ekrem, “2000 Yılında Türkiye”, Ankara, 1988, s. 136.

[40] Ibid.

[41] Jenkins, Kate ve William Plowden,  “Keeping Control: The Management of Public Sector Reform Programmes”, The British Council, 1995, s. 32.

  

[42] Bu konuda OECD tarafından 2000 yılında yayımlanan bir sempozyum raporu oldukça ilginç bilgiler içermektedir. Konu ile ilgili daha fazla bilgi edinmek isteyenlerin bu kaynağa bakmaları yararlı olacaktır: OECD, “Government of the Future: Getting from Here to There”, Paris, 2000, s. 247.

[43] Hürriyet, 18.9.1997

[44] İncioğlu, Nihal (ko), “Siyasal Rejim Tartışmaları”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 122.

[45] Hürriyet, 6.10.1999

[46] Milliyet, 5.12.1999

[47] Milliyet, 10.10.1998

[48] Mosher, Frederick C., Report to the US Senate Watergate Committee, “Watergate: Implications For Responsible Government”, 1974, New York, Basic Books, s. xiii+137.

 

[49] Hürriyet, 21.5.2000

[50] Milliyet, 7.5.2000

[51] Yetki yasasının bu yolda bir yetki vermediğini belirten eden görüşlerin varlığına dikkat edilmelidir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi bu yetki Yasası’nı hem iptal etmiş ve hem de Yasa hakkında yürütmenin durdurulması kararı vermiştir.

[52] Hürriyet, 11.8.2000

[53] Hürriyet, 27.8.2000

[54] Milliyet, 2.7.2000

[55] Hürriyet, 3.10.1999

[56] Hürriyet, 11.11.1999

[57] Hürriyet, 9.11.1999

[58] Milliyet, 14.10.1999

[59] Milliyet, 8.2.2000

[60] Yasa tasarısı taslağı

[61] Turan, İlter (ko), “TBMM’nin Etkinliği”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 152.

[62] Hürriyet, 16.1.1999

[63] Milliyet, 1.11.2000, 8.6.2000, 9.6.2000

[64] Hürriyet, 29.10.1999

[65] Hürriyet, 27.12.1997

[66] Arın, Tülay, Necdet Kesmez ve İhsan Gören, “Parlamento ve Sayıştay Denetimi,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 261.

[67] Hürriyet, 4.6.2000

[68] Hürriyet, 4..6.2000

[69] Hürriyet, 9.6.2000

[70] Ülkemizde kamu hizmetlerinin optimallik ölçüsünü araştıran çalışma sayısı yok denecek kadar azdır. Ancak, uzun yıllar boyunca belediyelerde yaptığım hizmet maliyeti araştırmaları bu konuda önemli bulgular üretmiş bulunmaktadır. Bu nedenle, burada belirtilen yargı, esas olarak, beldiyelerde elde olunan bulgulara dayanmakta ise de, merkezi yönetime bağlı birimlerin daha farklı konumda olmadıkları da açıklıkla söylenebilir. Bu konuda lütfen bkz: Doç. Dr. Firuz D. Yaşamış,Belediye Yönetimi”, 1996, Ankara, s. 492.

 

[71] Bkz. Aristotle, “Politika” ve Rousseau, Jean-Jack,  “Toplumsal Sözleşme”, Üçüncü kitap.

[72] Bu rapor için lütfen bakınız: www.opacityindex.com

[73] Hürriyet, 15.3.2000

[74] Şaylan, Gencay, “Kamu Personel Yönetiminden İnsan Kaynakları Yönetimine Geçiş: Kritik ve Reform Önerileri”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 144.

[75] Sermaye Piyasası Kurulu, Bankacılık Üst Kurulu ve Rekabet Kurulu gibi.

[76] Milliyet, 27.12.1997

[77] Milliyet, 1.6.1999

[78] Sabah, 13.11.1999

[79] Hürriyet, 7.12.1999

[80] Hürriyet, 12.7.1999

[81] Milliyet, 17.7.1999

[82] Hürriyet,  20.1.1998

[83] Ibid

[84] Titiz, Tınaz, M., (ko), “Türkiye’de Devlet Denetiminde Reformlar ve Başarılarının Değerlendirilmesi”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 100.

[85] Hürriyet, 6.7.1998

[86] Ibid

[87] Hürriyet, 21.7.1997

[88] Adaman, Fikret ve Ali Çarkoğlu, “Türkiye’de Yerel ve Merkezi Yönetimlerde Hizmetlerden Tatmin, Patronaj İlişkileri ve Reform,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 196.

[89] Milliyet, 21.10.1999 ve 15.9.2000

[90] Milliyet, 20.8.1999

[91] Milliyet, 15.4.1999

[92] Milliyet, 19.9.2000

[93] Milliyet, 17.11.2000

[94] Yaşamış, Firuz Demir, İstanbul'un Yönetimine İliskin Kurumsal Sorunlar ve Bazı Çözüm Önerileri, Türk İdare Dergisi, Ankara, Sayı 411, s. 71-92.

 

[95] Hürriyet, 21.7.1997

[96] Samsun ve Kayseri büyük şehir belediyelerinin borcu yoktur. Diyarbakır büyük şehir belediyesinin borcu ise oldukça azdır.

[97] Milliyet, 23.1.2000

[98] Milliyet, 24.3.2000

[99] Hürriyet, 1..6.2000

[100] Yerel yönetimlerde “özerklik” ya da “otonomi” kavramının ülkemizde yanlış anlaşılmakta ve anlatılmakta olduğunu vurgulamakta yarar görmekteyim. Türkiye’de yerel yönetim uzmanı olduğunu belirten yazarların tamamına yakını -bir slogan gibi- yerel yönetimlerin yeteri kadar özerk olmadığından söz etmekte ve bu eksikliğin gerek ülke demokrasisinin ve gerekse yerel yönetimlerin Türkiye’de istenen düzeye gelememesinin ya da başarısızlıklarının ana nedeni olduğunu savunmaktadırlar. “Otonomi” ya da “özerklik” kavramları, bağımsızlık unsurunu içeren deyimlerdir. Herşeyden önce belirtmek gerekirki, yerel yönetimler “bağımsız olma” anlamında “özerk” ya da “otonom” kuruluşlar değildir ve olamazlar. Ülkenin ulusal yönetimi bir bütündür. Bu bütünlük, yasalarla yapılan görev dağılımı çerçevesinde merkezi yönetimi ve yerel yönetimleri ortaya çıkarır. Buna hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını da eklemek olanaklıdır. Ancak, yerel yönetimleri merkezi yönetimden kopuk ve merkezi yönetimin “karşıtı” ve “alternatifi” olarak görmek ve göstermek son derecede yanlıştır. İkinci yanlış ve yanılgı ise belediyelerin içinde bulunduğu başarısızlık ortamının temel nedeni olarak özerklik düzeylerinin yetersiz olduğunu savunmaktır. Esas olan, bu iki yönetim arasında doğru, sağlıklı ve dengeli ilişkilerin kurulabilmesidir. Özellikle belirtilmelidir ki, yerel yönetimler açısından geçerliliği olan ilke özerklik yani “otonomi” ya da ingilizce karşılığı ile “autonomy” değildir. Önemli olan kavram, yerel yetkinlik yani “discretion” ya da daha doğru bir ifade ile “local discretion” kavramıdır. Yapılması gereken şey yerel yönetimleri merkezi yönetimden kopuk ve ondan bağımsız kılmak değil, yerel yönetimleri kendilerine yasalarla verilen görev ve sorumlulukları tam olarak yerine getirebilecekleri örgütsel, yönetsel ve akçal yetkinliğe kavuşturmaktır. Bu nedenle, yerel yönetimlerle ilgili olarak özerklik kelimesinin daha dikkatli ve özenli kullanılması gerekmektedir.

[101] European Charter for Local Self-Government

[102] Hürriyet, 7.10.1999

[103] Milliyet, 21.7.2000

[104] Bu amacın uygulamada ne kadar başarılı bir şekilde gerçekleştirildiği yolunda önemli kuşkular vardır.

[105] Hürriyet, 30 Mart 2002

[106] Hürriyet, 13.1.1998

[107] Sabah, 22.12.1999

[108] Milliyet, 12.11.1999

[109] Hürriyet, 10.11.1999

[110] Milliyet, 2.8.1999

[111] Milliyet, 2.3.1999

[112] www.yolsuzluklar.org

[113] Milliyet, 21.12.1999

[114] Hürriyet, 8.12.1999

[115] Hürriyet, 28.8.1998

[116] Hürriyet, 13.10.1998

[117] Hürriyet, 23.9.1998

[118] Keykavus, Kabusname, Milli Eğitim Basımevi 1974.

[119] Hürriyet, 5.10.2000

[120] Hürriyet, 29.10.1998

[121] Milliyet, 2.4.2000

[122] Sabah, 5.9.1998

[123] Hürriyet, 20.9.1999

[124] Hürriyet, 20.5.1997

[125] Hürriyet, 10.4.1999

[126] Hürriyet, 24.1.2000

[127] Hürriyet, 26.10.1997

[128] Milliyet, 28.11.1998

[129] Milliyet, 15.3.1999

[130] Hürriyet, 11.11.1998

[131] Hürriyet, 2.10.1998

[132] Hürriyet, 21.10.1998

[133]  Yaşamış, Firuz, D., Terör: Türkiye ve ABD'deki Hukuksal Çerçevenin Karşılaştırmalı Bir Çözümlemesi, Türk İdare Dergisi, Ankara,  Aralık 1994, Sayı 405, s. 1-31.

 

[134] Milliyet, 30.11.1999

[135] Milliyet, 3.10.1999

[136] Milliyet, 15.6.1999

[137] Ibid

[138] Adli yıl açış konuşması, 6 Eylül 1999

[139] Anayasa Mahkemesi'nin 38. Kuruluş Günü Törenini Açış Konuşması, 25 Nisan 2000.

[140] Hürriyet, 26.10.1997

[141] Hürriyet, 9.9.1997

[142] Adli yıl açış konuşması, 6 Eylül 1999

[143] Hürriyet, 11.12.1998

[144] Hürriyet, 9.9.1997

[145] Hürriyet, 22.121998

[146] Hürriyet, 20.10.1999

[147] Ibid

[148] Hürriyet, 25.10.1999

[149] Hürriyet, 24.1.2001

[150] Milliyet,  11.2.2000

[151] Milliyet, 28.2.2000

[152] Milliyet, 28.2.2000

[153] Hürriyet, 7.3.2000

[154] Bu rapor için lütfen TÜSİAD’ın web sayfasına bakınız.

[155] Hürriyet, 1.7.1999

[156] Hürriyet, 14.7.1999

[157] Hürriyet, 2.9.2000

[158] Hürriyet, 12.12.1997

[159] Ökçesiz, Hayrettin Prof. Dr., Adli Yargıda Yolsuzluk Araştırması, İstanbul Barosu Çevresi,  1999, s.176

[160] Hürriyet, 20.12.1999

[161] Hürriyet, 4.5.2000

[162] Milliyet, 27.11.1999

[163] Hürriyet, 15.10.1999

[164] Milliyet, 19.12.1999

[165] Ibid

[166] Hürriyet, 11.3.1998

[167] Milliyet, 16.1.2000

[168] Milliyet, 14.3.2000, 2.5.2000, 3.5.2000

[169] Bu rapor için TÜSİAD’ın WEB sayfasına bakınız.

[170] Hürriyet, 4.9.1999

[171] Ibid

[172] Miliyet, 5.9.1999

[173] Milliyet, 13.10.1999

[174] Hürriyet, 14.9.1997

[175] Milliyet, 16.11.1999

[176] Laski, Harold J., “The Rise of European Liberalism”, Londra, 1962, s. 192.

[177] Anayasa Mahkemesi'nin 38. Kuruluş Günü Törenini Açış Konuşması, 25 Nisan 2000

 

[178] Hürriyet, 2.12.1997

[179] Hürriyet, 4.11.1997

[180] Hürriyet, 6.9.1997

[181] Cumhuriyet, 8.1.1999

[182] Milliyet, 25.7.2000

[183] Cumhuriyet, 8.1.1999

[184] Ibid

[185] Hürriyet, 12.9.1997

[186] Hürriyet, 9.7.1997

[187] Ibid

[188] Hürriyet, 13.9.1997

[189] Hürriyet, 7.9.1999

[190] Hürriyet, 4.9.1999

[191] Milliyet, 10.10.1999

[192] Türkiye’de politikanın ve politikacının yozlaşması ile ilgili ayrıntılı bilgi ve yorumlar için lütfen Yeni Türkiye Dergisi’nin iki ciltlik “Siyasette Yozlaşma” özel sayısına bakınız. Bu özel sayıda yer alan yüzlerce makalede ülkedeki yozlaşmanın ne denli geniş, kapsamlı ve derin olduğu anlatılmaktadır. Yeni Türkiye Dergisi, Sayı 13, Ocak-Şubat 1997, Ankara.

[193] Çarkoğlu, Ali (ko), “Siyasi Partilerde Reform”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 271.

[194] Hürriyet, 30.10.2000

[195] Hürriyet, 28.2.2000

[196] Hürriyet, 15.12.1999

[197] Milliyet, 16.12.1999

[198] Hürriyet, 4.3.1999

[199] Hürriyet, 26.2.1999

[200] Milliyet, 19.1.2000

[201] Hürriyet, 14.8.2000

[202] Hürriyet, 10.19.1998

[203] Hürriyet, 6.11.1999, 3.10.1999

[204] Milliyet, 6.11.1999

[205] Milliyet, 5.12.1999

[206] Milliyet, 30.6.1999

[207] Milliyet, 11.1.1999

[208] Milliyet, 20.1.1999

[209] Sabah, 26.10.1999

[210] Milliyet, 8.5.1999

[211] Hürriyet, 17.1.1998

[212] Milliyet,13.8.1999

[213] Milliyet, 10.2.2000

[214] Türk, Hikmet Sami Prof. Dr. ve Erol Tuncer, “Türkiye İçin Nasıl Bir Seçim Sistemi? Sistem Önerileri ve Seçim Uygulamaları”, TESAV Yayınları, No 6, 1995, s. viii+ iv+324.

[215]   Gürsel, Seyfettin,  “İstikrar İki Turluda, Milliyet, 14.11.1998.

[216] Nitekim, aynı olay 1999 seçimlerinde CHP’nin başına gelmiştir.

[217] Hürriyet, 1.2.1999

[218] Milliyet, 16.9.1998

[219]  Prof. Dr. Safa Reisoğlu, Milliyet Gazetesi, 2.2.1999

[220] Hürriyet, 1.2.1999

[221] Milliyet, 14.7.2000

[222] Milliyet, 29.6.1999

[223] 17.10.1999

[224] Hürriyet, 4.8.1997

[225] Hürriyet, 15.1.1999

[226] Miliyet, 26.8.2000

[227] Hürriyet, 30.4.2000

[228] Milliyet, 15.12.2000

[229] Milliyet, 29.6.1999

[230] Nitekim, Şubat 2001’de yaşanan büyük ekonomik kriz sonucuna bu politika çökmüş ve başarızılığın faturası iki kamu görevlisine çıkartılmıştır.

[231] Milliyet, 25.12.1999

[232] Atiyas, İzak (ko), “Devletin Düzenleyici Rolü”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul,  2000, s. 281.

[233] Hürriyet, 12.9.2000

[234] Hürriyet, 4.10.1999

[235] Milliyet, 10.10.1999

[236] Hürriyet, 29.6.1999

[237] Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş de aynı olgudan söz etmekte ancak olumsuzluğun başlangıç yılları olarak 90’lı yılları işaret etmektedir. Oysa, çizelgede de açıkça görüldüğü üzere, olumsuzluk trendinin başlama yılları 1980’in ilk yıllarıdır.

[238] Milliyet, 27.11.1999

[239] Milliyet, 20.12.1998

[240] Hürriyet, 29.6.1999

[241] Akder, Halis (co.), “Regional Development and Rural Poverty,” TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul , 2000, s. 91.

[242] Bknz. DPT, 8. Beş Yıllık Kalkınma Planı, Özel İhtisas Komisyonu Raporu, “Kamu Mali Yönetiminin Yeniden Yapılandırılması ve Mali Saydamlık”, Ankara, 2000,  s.145.

[243] Atiyas, İzak ve Şerif Sayın (ko), “Kamu Maliyesinde Saydamlık”, TESEV, Devlet Reformu Dizisi, İstanbul 2000, s. 156.

[244] Miliyet, 1.7.1999

[245] Milliyet, 31.10.2000

[246] Hürriyet, 9.7.2000

[247] Milliyet, 27.3.2001

[248] Yaşamış, Firuz D., “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Gelir Dağılımı Açısından Toprak ve İnsan İlişkileri Sorunu, Kim Dergisi, Ankara, 22 Mart 1968, s.  8-10.

[249] Akder, A. Halis ve Murat Güvenç (ko), “Yoksulluk, Bölgesel Gelişme ve Kırsal Yoksulluk, Kent Yoksulluğu”, TESEV Devlet Reformu Dizisi, İstanbul, 2000, s. 183. Bunun yanında, daha bir çok araştırma benzer bulguları ortaya koymaktadır. Bunlar arasında, DİE ve DPT tarafından yapılan gelir dağılımı araştırmaları ve TÜSİAD ve UNICEF tarafından yapılkan öteki araştırmalar sayılabilir. Ayrıca, “Bebek Ölümlerinin Çevresel Nedenleri” başlıklı kitabımda açıklanan ve Ankara ölçeğinde bir gelir dağılımı araştırması olan çalışma da benzer sonuçlar üretmiştir.

[250] Hürriyet, 9.3.2001

[251] Hürriyet, 16.12.2000

[252] Hürriyet, 19.12.2000

[253] Hürriyet, 30.1.2001

[254] Hürriyet, 18.3.2001

[255] “Incremental” = parçacıl, ortaya çıkan küçük sorunların/parçaların ele alınması şeklinde. “Gelişmeci” (evolutionary) ya da “aşamalı” (step-by-step) anlamında değil.” “Bütüncül”  (comprehensive) ya da “köktenci (radical) kavramının karşıtı olarak.

[256] Genelde devletin ve özelde merkezi yönetimin kamu ekonomisi içindeki payının büyüklüğü ve bu payın  giderek büyümesi konusunda daha fazla için lütfen bakınız: TÜSİAD, “21. Yüzyıl İçin Yeni Bir Devlet Modeline Doğru: Optimal Devlet”, Şubat 1995, İstanbul, s. 166.

[257] OECD, “Synthesis of Reform Experiences in Nine OECD Countries: Change Management”, Belge no: PUMA/SGF (99) 2, s. 9.

[258] TOBB, Başkanlar Toplantısı Sonuç Bildirisi, Ankara, 10 Nisan 2001.