Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

15 Temmuz 2025 Salı

 

Laiklik, Vatandaşlık ve Dinsel Kimlik: Ümmet Temelli Söylemin Eleştirel Bir Çözümlemesi

 

Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış

Özet

Bu çalışma, Türkiye’de son yıllarda siyasal söylemde giderek daha fazla görünür hale gelen ümmet temelli dilin anayasal yurttaşlık anlayışı ve laiklik ilkesi ile olan ilişkisini eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemiyle incelemektedir. Erdoğan’ın sıklıkla dile getirdiği “ümmet birliği”, “İslam kardeşliği” ve “Türk-Kürt-Arap ittifakı” vurguları ilk bakışta toplumsal dayanışmayı destekleyen kapsayıcı bir birlik çağrısı gibi görünse de bu söylemin içerdiği dinsel referanslar, dışlayıcı kimlik oluşturmaları ve anayasal ilkelerle çatışan yönleri dikkate alındığında daha karmaşık ve sorunlu bir yapı sergilediği anlaşılmaktadır. Çalışmada Norman Fairclough’un üç düzeyli eleştirel söylem çözümlemesi modeli temel alınarak söylemin metinsel, söylemsel ve toplumsal boyutları incelenmiş ve Michel Foucault, Teun van Dijk ve Chantal Mouffe gibi kuramcıların görüşlerinden yararlanılmıştır. Çözümlemeler sonucunda, ümmet söyleminin çoğulcu demokrasi anlayışıyla çeliştiği, laiklik ilkesini aşındırdığı ve anayasal yurttaşlık anlayışıyla çatıştığı saptanmıştır. Ayrıca, bu söylemin Şii, Alevi, seküler ve gayrimüslim kesimleri dışlayarak Türkiye’deki toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme riski taşıdığı değerlendirilmiştir.

Anahtar Kelimeler: Ümmet söylemi, anayasal yurttaşlık, laiklik, eleştirel söylem çözümlemesi, kimlik siyasası, Türkiye siyaseti

Abstract

This study analyzes the rising prominence of ummah-based discourse in Turkey’s political rhetoric in recent years within the framework of constitutional citizenship and the principle of secularism, using the method of Critical Discourse Analysis (CDA). Frequently articulated by President Recep Tayyip Erdoğan, phrases such as “unity of the ummah,” “Islamic brotherhood,” and the “Turkish-Kurdish-Arab alliance” may initially appear to be calls for solidarity and unity. However, a closer examination reveals that this discourse contains exclusionary identity constructions and contradicts key constitutional principles such as legal equality and secularism. Drawing on Norman Fairclough’s three-dimensional model of CDA and the theories of scholars such as Michel Foucault, Teun van Dijk, and Chantal Mouffe, this study explores the linguistic, discursive, and socio-political layers of Erdoğan’s discourse. The findings indicate that the ummah discourse undermines pluralistic democracy, challenges the secular foundations of the Turkish Republic, and conflicts with the concept of constitutional citizenship. Additionally, by marginalizing Shiite, Alevi, secular, and non-Muslim communities, this discourse risks exacerbating social polarization in Turkey.

Keywords: Ummah discourse, constitutional citizenship, secularism, critical discourse analysis, identity politics, Turkish politics

GİRİŞ: SÖZÜN GÜCÜ, KİMLİĞİN KAVGASI

Son yıllarda Türkiye’de siyasal ve toplumsal alan giderek daha fazla kimlik temelli söylemlerle kuşatılmakta ve özellikle dinsel ait olma vurgusu üzerinden siyasal meşruluk üretme eğilimi hız kazanmaktadır. Bu çerçevede kimi siyasal aktörler ve kanaat önderleri kamuoyuna hitaben yaptıkları açıklamalarda ümmet, birlik, İslam kardeşliği, kenetlenme gibi kavramlarla örülü söylemler üretmekte, bu kavramlar aracılığıyla hem tarihsel bir özlem dillendirilmekte hem de güncel siyasal ayrışmalara karşı bir “birlik” reçetesi sunulmaktadır.

Böylesi bir söylemin çarpıcı bir örneği son günlerde kamuoyunda yankı bulan şu ifadelerde karşımıza çıkmaktadır: “Allah aşkına ümmetin birliğini, dirliğini, beraberliğini savunmak ne zamandan beri suç oldu. Ümmetin birliğini, beraberliğini savunmak suç mu? Türkler, Kürtler ve Arapların kucaklaşmasından, tarihte olduğu gibi bugün de ittifak kurmasından bu ülkenin evladı niye rahatsız olur? Türkiye ve İslam dünyasına bu kadar mı yabancısınız. Biz Türk milletinden, Hazreti Muhammed'in ümmetindeniz. Bunlar ümmet bilinci nedir bilmezler. Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere 'bir duvarın tuğlaları gibi' kenetlenmemizin neresi yanlış be gafiller!”

Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısı, tarih boyunca farklı etnik, dinsel ve kültürel kimliklerin bir arada var olduğu çok katmanlı bir yapıyı yansıtmaktadır. Bu çeşitlilik, zaman zaman toplumsal birlik ve ait olma tartışmalarını gündeme getirirken farklı kimlik tanımlamaları ve söylemler arasında gerilimlerin doğmasına da ortam hazırlamaktadır. Son yıllarda Türkiye’de siyasal söylemin önemli bir parçası haline gelen “ümmet” söylemi bu gerilimlerin merkezinde yer almakta hem tarihsel hem de ideolojik boyutlarıyla tartışılmaktadır.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu bağlamda tarihsel ve kültürel kökleri vurgulayan şu sözleriyle, farklı kimliklerin ortak bir paydada buluşması gerektiğine dikkat çekmektedir: "Tarih sahnesine dün çıkmış bir millet değiliz. Türkler, Kürtler, Araplar ittifak yaptığımızda atlarımızın rüzgarı Çin denizine kadar serin esintiler yaydı. Unutmayın atlarımızın şahlanışından coğrafyaya huzur yayıldı. Kılıçlarımızı gerektiğinden kınından çıkarıp omuz omuza çarpıştık. Gerektiğinde kalemlerimizi çıkardık." Bu ifadeler, tarihsel bir dayanışmayı ve ortak kader bilincini öne çıkarırken Erdoğan aynı zamanda geleceğe yönelik birlik ve güven mesajları vermekte, “Türkiye kardeşlikle büyüyecek. Türkiye kararlılık ve güven içinde yürüyecek” diyerek toplumsal barışa vurgu yapmaktadır. Ancak, bu söylemin anayasal çerçevede tanımlanan hukuksal vatandaşlık ve laiklik ilkeleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğu, dinsel kimlik vurgusunun toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olduğu gibi sorular araştırmanın odak noktalarındandır. Bu çalışma, bu gerilimi eleştirel söylem çözümlemesi yöntemiyle çözümleyerek, Türkiye’deki siyasal dilin ve kimlik oluşumunun anayasal düzen ve toplumsal bütünlük üzerindeki etkilerini açığa çıkarmayı amaçlamaktadır.

Bu ifadeler, ilk bakışta İslam dünyasının ortak birliği ve kardeşliği yönünde iyi niyetli bir çağrı gibi görünse de eleştirel bir gözle bakıldığında çok daha derin anlamlar taşımaktadır. Söylemin içeriğinde; anayasal yurttaşlık anlayışından farklı bir kimlik oluşturma, laiklik ilkesine meydan okuma ve farklı düşünen toplumsal kesimleri dışlama eğilimi dikkat çekmektedir.

Bu çalışmada, yukarıdaki söylem eleştirel söylem çözümlemesi çerçevesinde incelenecek ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık tanımıyla İslam ümmeti kavramı arasındaki gerilim irdelenecek ve aynı zamanda laikliğin anayasal bir ilke olarak bu tür söylemler karşısındaki konumu tartışılacaktır. Amaç, yalnızca bir söylemi çözümlemek değil bu söylemin üretildiği toplumsal, siyasal ve ideolojik zemini de görünür kılmaktır.

ARAŞTIRMANIN AMACI VE HEDEFLERİ

Bu araştırmanın temel amacı ümmet söyleminin siyasal ve ideolojik bağlamını Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı ve laiklik ilkesi çerçevesinde eleştirel söylem çözümlemesi yöntemiyle incelemektir. Araştırmada, dinsel referanslara dayalı birlik ve dayanışma çağrılarının, anayasal düzlemde yurttaşlık ve laiklik ilkeleriyle nasıl bir gerilim ilişkisi içinde konumlandığı açığa çıkarılmak istenmektedir. Bu bağlamda araştırmanın özel hedefleri şunlardır:

Ümmet söyleminin tarihsel, kültürel ve siyasal bağlamda taşıdığı anlamları ortaya koymak,

Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu üzerinden geliştirdiği siyasal dili çözümlemek,

Bu söylemin anayasal vatandaşlık tanımı ve laiklik ilkesiyle olan gerilimlerini açığa çıkarmak,

Söylemin çok kimlikli Türkiye toplumunda toplumsal birlik ve dışlayıcılık boyutlarını değerlendirmek, ve

Türkiye’deki siyasal dil ve kimlik siyasalarının anayasal düzen ve toplumsal barış üzerindeki etkilerini tartışmak.

Bu hedefler doğrultusunda araştırma, yalnızca bir metni çözümlemekle sınırlı kalmayacak ve aynı zamanda bu söylemin toplumsal ve siyasal düzlemdeki yankılarını ve tarihsel ve ideolojik köklerini de irdeleyecektir. Böylece din temelli siyasal dilin, çağdaş anayasal vatandaşlık anlayışıyla ne tür bir karşılaşma ve çatışma içinde olduğu kapsamlı biçimde ortaya konacaktır.

Araştırma Soruları

Ümmet söylemi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık tanımıyla nasıl bir gerilim ve etkileşim içindedir?

Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu Türkiye’deki çok kimlikli toplumsal yapının siyasal söylemde nasıl temsil edilmektedir?

Ümmet söyleminin laiklik ilkesi ve çağdaş hukuksal vatandaşlık anlayışı ile çatışan ya da destekleyen yönleri nelerdir?

Siyasal söylemde kullanılan dinsel referanslar ve kimlik vurguları, Türkiye’deki toplumsal birlik ve dışlayıcılık dinamiklerini nasıl şekillendirmektedir?

Erdoğan’ın söylemi bağlamında Türkiye’de anayasal düzen ve toplumsal bütünlük üzerindeki olası etkiler nelerdir?

YÖNTEM

Bu araştırma, eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemi kullanılarak yürütülmüştür. Söylemlerin yalnızca dilsel yapılarıyla değil aynı zamanda bu yapıları üreten ve yeniden üreten ideolojik, siyasal ve toplumsal bağlamlarla ilişkisi temel alınarak incelenmiştir. Çalışmanın amacı doğrultusunda söylemin içerdiği güç ilişkileri, kimlik oluşumları, dışlayıcı stratejiler ve normatif yönlendirmeler açığa çıkarılmaya çalışılmıştır.

Eleştirel Söylem Çözümlemesi (ESÇ): Araştırma, Norman Fairclough’un geliştirdiği üç katmanlı eleştirel söylem çözümlemesi modeli temelinde yapılandırılmıştır. Bu modele göre söylem üç düzeyde çözümlenir:

Metinsel Düzey: Söylemde kullanılan kelimeler, kavramlar, retorik stratejiler, tekrarlar ve metaforlar incelenmiştir.

Söylemsel Uygulama Düzeyi: Söylemin nasıl üretildiği, nasıl dolaşıma sokulduğu ve hangi bağlamlarda alındığı değerlendirilmiştir.

Toplumsal Uygulama Düzeyi: Söylemin ideolojik işlevi, güç ilişkilerine etkisi, kurumsal yapılarla ilişkisi ve toplumsal yapılar üzerindeki dönüştürücü gücü çözümleme edilmiştir.

Veri Seti ve Çözümleme Nesnesi: Çalışmanın çözümleme nesnesi, kamuoyunda tartışmalara yol açan ve belirli bir siyasal/dinsel söylem örneği sunan aşağıdaki metindir: “Allah aşkına ümmetin birliğini, dirliğini, beraberliğini savunmak ne zamandan beri suç oldu? … Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere 'bir duvarın tuğlaları gibi' kenetlenmemizin neresi yanlış be gafiller.” Bu metin hem içerdiği dinsel metin hem de anayasal düzenle gizil güc gerilim taşıyan söylem biçimi nedeniyle çözümleme için uygun bir örnek teşkil etmektedir.

Çözümleme Süreci: Söylemdeki kavramlar ve semboller (ümmet, millet, birlik, kenetlenmek, gafiller vb.) tematik olarak kodlanmıştır. Metindeki biz/öteki ayrımları, duygusal vurgular, meşrulaştırıcı dinsel göndermeler, iktidar ilişkileri belirlenmiş ve sınıflandırılmıştır. Bu tematik yapılar, anayasanın laiklik ve yurttaşlık ilkeleriyle karşılaştırmalı biçimde değerlendirilmiştir.

Çalışmanın Sınırlılıkları: Araştırma, tekil bir söylem örneği üzerinden yürütüldüğü için sonuçlar genellenemez. Ancak bu örnek üzerinden geliştirilen çözümleme çerçevesi benzer söylemlerin çözümlemesine zemin oluşturabilecek niteliktedir. Ayrıca çalışma yalnızca yazılı söylemi merkeze almakta ve söylemin görsel, işitsel ya da eylemsel boyutlarını kapsamamaktadır.

KURAMSAL ÇERÇEVE

Bu araştırma, söylemin yalnızca dilsel bir ifade biçimi değil aynı zamanda güç ilişkilerini yeniden üreten ideolojik bir araç olduğunu kabul eden eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) kuramına dayanmaktadır. Çalışma kapsamında, Norman Fairclough’un üç katmanlı söylem çözümleme modeli temel alınmakta; söylem hem metinsel düzlemde hem de toplumsal bağlamda anlamlandırılmaktadır. Bu yaklaşım, söylemi toplumsal yapılarla karşılıklı ilişki içinde incelemeyi olanaklı kılar.

Söylem, İktidar ve İdeoloji: Söylemin, toplumsal iktidarın yeniden üretilmesinde nasıl kullanıldığını açıklamak için Michel Foucault’nun söylem ve bilgi ilişkisine ilişkin görüşlerinden ve söylemin ideolojik doğasını tartışmak için ise Teun van Dijk ve Ruth Wodak gibi kuramcıların yaklaşımlarından yararlanılmıştır. Van Dijk’a göre, söylem, kimlik oluşturma ve “öteki”nin dışlanmasında başat rol oynar. Toplumsal kutuplaşmalar, çoğunlukla dilsel stratejiler aracılığıyla meşrulaştırılır. Fairclough ise, söylemin hem söylemsel uygulama hem de toplumsal yapıların içinde işlediğini, söylemin mevcut ideolojik yapıları ya yeniden ürettiğini ya da dönüştürdüğünü belirtir. Bu çerçevede araştırma, incelenen söylemin kimlik, meşruluk, ötekileştirme ve otorite üretiminde nasıl işlev gördüğünü açığa çıkarmayı amaçlar.

Kimlik ve Vatandaşlık Kuramı: Araştırma, söylemde dile getirilen ümmet temelli kimlik kurgusunu, çağdaş yurttaşlık kuramları çerçevesinde de değerlendirmektedir. Özellikle, Marshall’ın yurttaşlık modeli (sivil, siyasal ve toplumsal haklar ayrımı), Habermas’ın anayasal yurttaşlık yaklaşımı (kültürel değil, hukuksal birlik) ve Chantal Mouffe’un “agonistik demokrasi” kavramı (kimliklerin çoğulluğu) bu bağlamda referans alınmıştır. Bu kuramsal yaklaşımlar doğrultusunda, ümmet söyleminin çağdaş anayasal vatandaşlık tanımıyla nasıl bir çatışma ilişkisi içinde olduğu incelenmiştir. Erdoğan’ın ümmet söylemi bağlamında Chantal Mouffe’un agonistik demokrasi kuramı açıklayıcı olabilir. Agonistik kuram, demokratik siyasetin “düşman” yerine “hasım” (adversary) kavramı üzerinden yürütülmesini savunur. Bu bağlamda, toplumda kaçınılmaz olan çatışmaları yok etmek yerine bu çatışmaların meşru siyasal zeminde ifade edilmesini ve yönetilmesini öngörür. Ancak Erdoğan’ın söylemi (özellikle ümmet söylemi etrafında kurulan Sünni-Türk-Kürt-Arap ittifakı ve bu çerçevede Şii ve Alevi kimliklerinin dışarıda bırakılması) agonistik zemine zarar verme riski taşır. Çünkü bu tür söylemler “biz” kimliğini mezhepçi ve etno-dinsel bir şekilde tanımlarken, “öteki” olarak tanımlanan grupları (örneğin Aleviler, seküler kesimler, laik vatandaşlar, Şiiler) meşru siyasal alanın dışına itmektedir. Bu da Mouffe’un kuramının temel ilkesi olan “karşıtların meşru varlığına saygı” ilkesine aykırıdır. Sonuç olarak, Erdoğan’ın ümmetçi söylemi Türkiye'de çoğulcu bir agonistik alanın kurulmasına değil antagonistik kutuplaşmanın derinleşmesine neden olmaktadır. Bu durum anayasal yurttaşlık ilkesini zayıflatmakta, toplumsal birlik yerine dışlayıcı kimlik siyasetini pekiştirmektedir. Antagonistik kavramı, siyaset kuramında taraflar arasındaki uzlaşmaz ve düşmanca karşıtlıkları ifade eder. Bu yaklaşımda, siyasal rakipler meşru görüş farklılıklarına sahip aktörler olarak değil, tamamen dışlanması, etkisizleştirilmesi ya da yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görülür. Bu durum, demokratik toplumların çoğulcu yapısıyla bağdaşmaz. Çünkü demokrasi, farklı görüşlerin bir arada var olabileceği bir zemine dayanır.

Chantal Mouffe’un kuramına göre siyasal çatışmalar iki farklı biçimde ortaya çıkabilir: agonistik ve antagonistik. Agonistik çatışmalarda taraflar birbirlerini meşru siyasal aktörler olarak tanır, aralarındaki savaşım anayasal düzen ve demokratik normlar çerçevesinde yürür. Buna karşın antagonistik çatışmalarda karşı tarafın meşruluğu tümüyle reddedilir ve siyasal rakip bir düşmana dönüştürülür. Türkiye’de son yıllarda siyasal söylemlerde kullanılan dinsel referanslar ve kimlik temelli vurgular özellikle Sünni İslam kimliği ekseninde şekillendiğinde bazı toplumsal kesimlerin dışlanmasına yol açmaktadır. Özellikle Aleviler, Şiiler, seküler bireyler gibi grupların kamusal alanın dışında bırakılması, siyasal kutuplaşmayı derinleştirir. Bu dışlayıcı yaklaşım, siyasal farklılıkları meşru bir çeşitlilik olarak değil, tehdit olarak algılar. Dolayısıyla, siyasal tartışma alanı agonistik olmaktan çıkar, antagonistik bir niteliğe bürünür. Bu tür bir antagonistik kutuplaşma, anayasal düzeni ve toplumsal bütünlüğü zedeler. Çünkü anayasal vatandaşlık ilkesi, tüm yurttaşların din, mezhep ya da kimlik ayrımı yapılmaksızın eşit haklara sahip olduğunu öngörür. Oysa antagonistik yaklaşımlar bu eşitliği geçersiz kılar. Sonuç olarak, toplum içindeki farklılıkların barışçıl biçimde bir arada yaşamasını olanaklı kılan demokratik zemin zayıflar ve yerini daha çatışmalı ve dışlayıcı bir siyasal ortama bırakır.

Laiklik ve Siyasal Söylem: Araştırma aynı zamanda, anayasanın temel ilkelerinden biri olan laiklik ilkesini söylemsel düzlemde değerlendirmektedir. Bu doğrultuda, laikliğin yalnızca din-devlet ayrımı değil, aynı zamanda kamusal alanda dinsel hegemonyayı sınırlayıcı bir ilke olduğu yaklaşımı benimsenmiştir. Jose Casanova’nın “kamu alanında dinin yeniden görünürlüğü” tartışmaları ve Talal Asad’ın dinin çağdaş seküler sistem içindeki dönüşümüne ilişkin eleştirileri din temelli siyasal söylemin toplumsal etkilerini değerlendirmek açısından önemli kuramsal dayanaklar sağlamaktadır.

Bu kuramsal çerçeve sayesinde, araştırma yalnızca belirli bir metni yorumlamakla kalmaz aynı zamanda Türkiye’deki anayasal düzen, kimlik siyasaları ve dinsel söylem arasında giderek sertleşen gerilimleri daha geniş bir teorik zeminde tartışır.

Bu çalışmanın kuramsal temelini, ulus, millet ve ümmet kavramları ile vatandaşlık ve laiklik kuramlarının kesişiminde şekillenen yaklaşımlar oluşturmaktadır. Türkiye özelinde siyasal ve toplumsal söylemlerde sıkça kullanılan bu kavramlar farklı tarihsel, kültürel ve ideolojik kodlarla anlamlandırılmakta ve dolayısıyla birbirleriyle etkileşim halinde karmaşık bir kimlik ve ait olma ağını ortaya çıkarmaktadır. Ulus ve millet kavramları çağdaş devlet anlayışının temel taşlarını oluşturur. Ulus, genellikle ortak bir tarih, dil ve kültür temelinde şekillenen siyasal bir topluluğu ifade ederken, millet kavramı Türkiye özelinde hem etnik hem de siyasal anlamları birlikte taşıyan bir kimlik sınıfıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi, “Türk milleti” kavramı etrafında oluşturulmuştur ve anayasal vatandaşlık tanımı bu çerçevede şekillenmiştir. Bu bağlamda, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesi siyasal topluluğun birlik ve beraberliğini vatandaşlık bağı üzerinden tanımlamaktadır. Buna karşılık, ümmet kavramı İslam dinsel çerçevesinde, dinsel inanç birlikteliğine dayanan daha kapsayıcı ve evrensel bir ait olma biçimini temsil eder. Ümmet, ulus-devletin sınırlarını aşan bir dinsel topluluk olarak, farklı etnik ve ulusal kimlikleri birleştiren bir kardeşlik bağını ifade eder. Çağdaş ulus-devlet anlayışı ile ümmetçilik arasındaki bu ayrım özellikle Türkiye gibi laiklik ilkesini benimsemiş devletlerde ideolojik ve siyasal açıdan gerilimli bir alan yaratmaktadır.

Vatandaşlık kuramı bu bağlamda önemli bir kavramsal çerçeve sunar. Marshall’ın vatandaşlık modeli, bireylerin sivil, siyasal ve toplumsal haklarının anayasal güvence altına alınmasını temel alırken Habermas vatandaşlığı hukuksal bir birlik olarak tanımlayarak kültürel farklılıkların siyasal ait olmayı belirlemede öncelik taşımaması gerektiğini vurgular. Bu kuramsal yaklaşımlar, devletin birleştirici gücünün hukuk ve eşitlik temelinde sağlanmasını savunur. Ancak ümmet temelli söylemler, din temelli bir ait olma vurgusuyla bu hukuksal ve laik vatandaşlık anlayışına farklı bir kimlik önerisi sunar.

Laiklik kavramı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda temel bir ilke olarak yer almakta ve devlet ile dinin ayrımını güvence altına almaktadır. Laiklik, yalnızca din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmeyip aynı zamanda tüm vatandaşların inançlarına eşit uzaklıkta olunmasını ve dinin siyasal meşruluk kaynağı olarak kullanılmamasını öngörür. Ancak ümmetçi söylem, dinsel referanslar ve dinsel birlik çağrılarıyla siyasal meşruluk ve toplumsal birlik arayışı içine girerek laiklik ilkesine yönelik dolaylı bir meydan okuma oluşturabilir.

Bu noktada, eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ), bu kavramsal ve ideolojik çatışmaları dil ve söylem aracılığıyla görünür kılmayı hedefleyen bir yöntembilimsel araç olarak kullanılır. Fairclough, söylemi toplumsal yapıları yeniden üreten ya da dönüştüren uygulamalar olarak tanımlamakta ve söylemin metinsel, söylemsel uygulama ve toplumsal uygulama düzeylerinde çözümlenmesini önermektedir. Bu çerçevede, ulus-millet ve ümmet kavramları etrafında şekillenen vatandaşlık ve laiklik tartışmaları, bir yandan kimlik oluşturma süreçlerinde ideolojik konumlanmaları yansıtırken diğer yandan siyasal iktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde işlevsel olmaktadır.

Sonuç olarak, bu çalışma kapsamında, ulus-devlet vatandaşlığı, laiklik ilkesi ve ümmetçilik arasındaki karşıtlık ve gerilim, bu kavramların söylemsel uygulamalarda nasıl konumlandığı bağlamında ele alınacaktır. Böylece, Türkiye’deki siyasal ve toplumsal söylemlerde din, kimlik ve devlet ilişkilerinin çerçevesi kuramsal olarak ortaya konacaktır.

Bu çalışmanın temel teorik yaklaşımını oluşturan Eleştirel Söylem Çözümlemesi (ESÇ), söylemin toplumsal ve politik güç ilişkileriyle iç içe geçen bir pratik olduğunu savunur. ESÇ, dilin sadece iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda toplumsal yapıları oluşturan, yeniden üreten ve dönüştüren bir güç olduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşımın öncülerinden olan Norman Fairclough, söylemin metinsel düzeyde incelenmesinin yanı sıra, söylemsel uygulamaların üretildiği ve yorumlandığı toplumsal bağlamları da kapsaması gerektiğini vurgular. Fairclough’un üç katmanlı çözümleme modeli; metinsel çözümleme, söylemsel uygulama çözümlemesi ve toplumsal uygulama çözümlemesi ile söylemin çok boyutlu incelenmesini sağlar. ESÇ’nin temel varsayımlarından biri, söylemin iktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde merkezi bir rol oynadığıdır. Bu bağlamda, söylem yalnızca mevcut toplumsal düzeni yansıtmakla kalmaz aynı zamanda onu meşrulaştırır ya da sorgular. Dolayısıyla, dilsel tercihler, kavram kullanımları ve retorik stratejiler toplumsal güç savaşımlarının ve ideolojik çatışmaların arenası haline gelir. Teun A. van Dijk ise ESÇ kapsamında, söylemin özellikle kimlik oluşturma ve “öteki”nin dışlanmasında işlevsel olduğunu belirtir. Van Dijk’a göre, toplumsal gruplar, dil yoluyla kendilerini tanımlarken karşıt grupları dışlayıcı ve küçümseyici söylem stratejileri kullanabilir. Bu bakış açısı çalışmanın temelini oluşturan “ümmet” söyleminin, “biz/öteki” ayrımlarını nasıl kurguladığını anlamada kritik öneme sahiptir. ESÇ aynı zamanda laiklik, vatandaşlık ve kimlik gibi toplumsal kavramların söylemsel üretimini çözümlemek için uygun bir yöntemdir. Çünkü bu kavramlar, tarihsel ve toplumsal bağlamdan bağımsız olarak anlamlandırılamaz. Güç ve iktidar ilişkileri içinde sürekli yeniden şekillenirler. Dolayısıyla, ESÇ ile yapılan çözümleme, sadece metin çözümlemesi olmaktan çıkar aynı zamanda toplumsal yapının ve siyasal düzenin işleyiş biçimlerine ilişkin kritik bir sorgulama olanağı sağlar. Bu çalışmada ESÇ, Türkiye’de ümmetçi söylemin anayasal vatandaşlık ve laiklik ilkesiyle olan ilişkisini açığa çıkarmak, bu söylemin ideolojik işlevlerini ve toplumsal etkilerini ortaya koymak için kullanılmıştır. Söylemin dilsel yapıları ve bağlamsal konumlanmaları, yukarıda belirtilen üç düzeyde incelenerek, Türkiye’deki siyasal ve toplumsal kimlik savaşımının sözel yansımaları değerlendirilecektir.

ÇÖZÜMLEME

Ümmet Söylemi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Vatandaşlık Tanımı Arasındaki Gerilim ve Etkileşim: Türk-Kürt-Arap Bakış Açısı

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi, vatandaşlığı hukuksal bir bağ olarak tanımlamakta ve “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesiyle, etnik, dinsel veya kültürel kimliklerden bağımsız anayasal çerçevede bir ait olma modeli sunmaktadır. Bu tanım, çağdaş ulus-devlet anlayışının temelini oluşturmakta ve toplumsal birliği hukukun üstünlüğü ve eşitlik ilkesi üzerinden kurmaktadır. Ancak Erdoğan’ın son dönemlerde kullandığı söylemde, “Biz Türk milletinden, Hazreti Muhammed’in ümmetindeniz” ifadeleri anayasal vatandaşlık tanımıyla örtüşmeyen, din temelli ve kimlik siyasetine dayalı bir ait olma modeli önermektedir. Erdoğan’ın bu söylemi ulus-devlet yapısını aşan bir ümmet bilinci çağrısıdır ve bu yönüyle anayasal yurttaşlık kavramıyla belirgin bir gerilim içindedir. Bu gerilim, Erdoğan’ın “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenmek” metaforu üzerinden dile getirilen, etnik ve dinsel farklılıkların üzerini örtmeyi ve dinsel ait olma temelinde yeni bir toplumsal birlik yaratmayı hedefleyen çağrısıyla somutlaşmaktadır. Bu söylem, anayasal vatandaşlığın temel aldığı hukuksal eşitlik ve çoğulculuk ilkelerine ters düşmekte ve yerine dinsel ait olma merkezli, homojenleştirici bir kimlik dayatması getirmektedir. Erdoğan’ın “gafiller” olarak nitelediği kesimler ise, bu ümmetçi söylemin dışında kalan farklı kimlik ve düşüncelere sahip grupları ötekileştirmekte ve anayasal vatandaşlıkta öngörülen çoğulcu ve kapsayıcı toplumsal yapıyı zedelemektedir. Bu bağlamda, Erdoğan’ın dili, sadece dinsel bir çağrı değil aynı zamanda siyasal bir iktidar stratejisi olarak da okunmalıdır. Bu strateji, laikliğin ve anayasal hukukun sınırlarını zorlayan bir söylemsel hegemonya kurma girişimi olarak değerlendirilmelidir. Sonuç itibarıyla, Erdoğan’ın ümmet vurgusuyla şekillenen bu söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve hukuk temelli vatandaşlık tanımıyla çatışmakta hem toplumsal bütünlüğü hem de anayasal düzeni tehdit eden bir gerilim alanı oluşturmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin kimlik siyaseti ve anayasal rejimi arasındaki dönüşen ilişkilerin göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi, vatandaşlığı “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesiyle hukuksal ve siyasal bir bağ olarak tanımlar. Bu tanım, etnik, dinsel veya kültürel kimliklerden bağımsız olarak, tüm vatandaşları eşit ve kapsayıcı bir anayasal kimlik altında birleştirmeyi amaçlar. Böylece, anayasal vatandaşlık ulus-devletin temelini oluşturan çağdaş, laik ve hukuksal bir ait olma biçimidir. Buna karşılık, ümmet söylemi, özellikle Erdoğan’ın siyasal dilinde öne çıkan bir unsur olarak dinsel ve tarihsel ortaklıklar temelinde bir ait olma modeli sunar. Erdoğan’ın “Türkler, Kürtler, Araplar ittifak yaptığımızda…” şeklindeki vurgusu, Türkiye’nin çok etnikli ve çok kültürlü yapısının birlik içinde ele alınmasına dikkat çekerken aynı zamanda dinsel ve tarihsel bir dayanışma çerçevesinde ümmet bilincini güçlendirmeyi amaçlar.

Bu bağlamda, üç kimlik arasında kurulan bu ittifak çağrısı, anayasal vatandaşlık tanımıyla hem çatışma hem de etkileşim alanı yaratır.

Çatışma Boyutu: Anayasa’nın vatandaşlık tanımı, hukuksal bağ ve eşitlik üzerine kuruluyken ümmet söylemi dinsel ait olma ve tarihsel birliktelik üzerinden kimlik oluşturur. Bu durum, özellikle etnik ve dinsel kimliklerin siyasal ve toplumsal temsilinde farklı norm ve değerlerin öne çıkmasına neden olur. “Türk”, “Kürt” ve “Arap” kimlikleriyle yapılan birlik vurgusu dinsel referanslar ışığında ümmet kimliğiyle bütünleşirken laik ve eşitlikçi vatandaşlık modeliyle örtüşmeyebilir. Bu da kimlikler arası hiyerarşi veya dışlama gizil gücünü gündeme getirir.

Etkileşim Boyutu: Erdoğan’ın söylemi tarihsel ittifak ve dayanışma üzerinden farklı kimliklerin bir arada yaşaması ve siyasal birlik oluşturması iletisi verir. Bu, toplumsal barış ve dayanışma için umut vadeden bir söylem olarak okunabilir. Aynı zamanda, çok kimlikli toplumda anayasal ait olma ile dinsel ve tarihsel kimliklerin iç içe geçme biçimini temsil eder ve Türkiye’nin çok katmanlı kimlik yapısının siyasal söyleme yansımasının bir örneğidir.

Toplumsal ve Siyasal Sonuçlar: Ümmet söylemi ve Türk-Kürt-Arap birlik vurgusu, toplumsal bütünlüğü güçlendirme gizil gücüne sahip olmakla birlikte anayasal laiklik ve hukuksal eşitlik ilkeleri açısından gerilimli bir alan yaratır. Söylemin dışlayıcı unsurları ve kimlikler arası eşitsizlik algıları toplumsal kutuplaşmayı derinleştirebilir ve anayasal düzenin sınırlarını zorlayabilir.

Sonuç olarak, Türk-Kürt-Arap ittifakı vurgusunu da içeren ümmet söylemi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık tanımı Türkiye’nin çok kimlikli yapısında hukuksal, toplumsal ve siyasal alanlarda karmaşık bir gerilim ve etkileşim alanı yaratmaktadır. Bu durum, anayasal vatandaşlık, dinsel ait olma ve etnik kimliklerin siyasal söylemde kesiştiği ve dönüştüğü kritik bir tartışma zemini oluşturmaktadır.

“Sünni İttifakı” Eleştirisi Bağlamında Ümmet Söylemi

Türk siyasetinde Erdoğan’ın ve AKP’nin etrafında şekillenen birlik söylemi muhalefet kanadından önemli eleştirilerle karşılaşmaktadır. CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel tarafından “Sünni ittifakı” olarak nitelendirilen bu söylem özellikle dinsel ve mezhepsel kimliklerin siyasal ittifaklar üzerindeki belirleyici rolüne dikkat çekmektedir. Özel’in bu tanımlaması, Erdoğan’ın tarihsel ve etnik kimlikler temelinde sunduğu Türk-Kürt-Arap birlik çağrısının uygulamada Sünni Müslüman çoğunluğu esas alan bir siyasal bloklaşmaya dönüştüğü eleştirisini içermektedir. Bu bağlamda, “ümmet söylemi”nin anayasal çoğulculuk ve laiklik ilkeleriyle uyumlu olmayan bir mezhepsel önceliklendirme içerdiği iddia edilmektedir. “Sünni ittifakı” kavramı, Türkiye’deki toplumsal ve siyasal yapının çok dinli ve çok mezhepli yapısına karşılık siyasal alanda Sünni kimliğin hegemonik bir konuma yükseltilmesi olarak yorumlanabilir. Bu durum, Alevi, Hristiyan, Yahudi ve diğer dinsel azınlıkların siyasal açıdan önemsizleştirilmesine ve dışlanmasına ortam hazırlayabilir. Eleştirel söylem çözümlemesi bakış açısından bakıldığında bu söylem, toplumsal kimliklerin oluşturulmasında ve siyasal meşruluk elde etmede dilin nasıl bir araç olarak kullanıldığını göstermektedir. “Sünni ittifakı” eleştirisi dilsel stratejilerin hem toplumsal kutuplaşmayı pekiştirdiği hem de belirli kimlikleri dışlayıcı bir söylemsel hegemonya yarattığına işaret eder. Bu bağlamda, Özgür Özel’in tanımlaması Türkiye’deki siyasal dil ve kimlik siyasalarının anayasal eşitlik ve laiklik ilkeleriyle çatışan yönlerinin anlaşılmasında önemli bir kavramdır. Özgür Özel’in “Sünni ittifakı” ifadesi Türkiye’de siyasal iktidarın temelini oluşturan söylemin çoğunlukla Sünni Müslüman kimliği etrafında şekillendiği eleştirisini yansıtır. Bu yaklaşım, Erdoğan’ın ve AKP’nin birlik çağrılarının uygulamada dinsel bir çoğunluk ekseninde gerçekleştiğini ve diğer dinsel ve mezhepsel grupları dışlayıcı bir yapı oluşturduğunu vurgular. Bu durum, Türkiye’nin çok dinli ve çok mezhepli toplumsal yapısıyla çelişmekte ve anayasal olarak güvence altına alınan eşit yurttaşlık ilkesini zayıflatmaktadır. Sünni kimliğinin siyasal alanda hegemonik bir konuma yükseltilmesi toplumsal kutuplaşmayı derinleştirebilir ve farklı inanç gruplarının dışlanmasına yol açabilir. Özgür Özel’in bu eleştirisi, siyasal söylemin kimlik oluşturmada önemli bir rol oynadığını, dilin ise toplumsal ayrışmaları pekiştirme veya azaltma gizil gücü bulunduğunu ortaya koymaktadır. Sünni ittifakı olarak tanımlanan bu bloklaşma, laiklik ve çoğulculuk ilkeleriyle çatışmakta ve Türkiye’de demokratik bütünleşme sürecine yönelik bir risk olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle, Erdoğan’ın ümmet söylemi ve Türk-Kürt-Arap birlik vurgusu bağlamında, “Sünni ittifakı” eleştirisi, Türkiye’deki siyasal dilin çok boyutlu ve karmaşık yapısını anlamak için önemli bir çözümleme aracıdır.

Erdoğan’ın siyasal söyleminde sıkça yer bulan Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu, Türkiye’nin çok kimlikli toplumsal yapısını bir arada tutmayı amaçlayan önemli bir siyasal strateji ve kimlik oluşturma aracıdır. Bu söylem, farklı etnik gruplar arasındaki tarihsel dayanışmayı öne çıkararak, siyasal meşruluğunu pekiştirmeye çalışmaktadır. Örneğin, Erdoğan, 2023 yılında yaptığı bir konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır: "Türkler, Kürtler, Araplar ittifak yaptığımızda atlarımızın rüzgarı Çin denizine kadar serin esintiler yaydı. Unutmayın atlarımızın şahlanışından coğrafyaya huzur yayıldı. Kılıçlarımızı gerektiğinden kınından çıkarıp omuz omuza çarpıştık. Gerektiğinde kalemlerimizi çıkardık." Bu sözler, tarihsel bir savaşım ve dayanışma sürecini betimlemekle kalmayıp, farklı etnik kimliklerin ortak bir siyasal ve toplumsal gelecekte yan yana durabileceği iletisini da güçlü biçimde vermektedir. Bu birlik çağrısı, Erdoğan’ın diğer söylemlerinde de kendini gösterir. Örneğin, 2022 yılında Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaptığı gezilerde sıkça Türk-Kürt kardeşliğini vurgulayarak etnik kimlik farklılıklarının bir engel değil zenginlik olduğu yönünde mesajlar vermiştir. Ayrıca, Arap topluluklarına yönelik de benzer söylemlerle, bölgedeki toplumsal ve kültürel çeşitliliğin bir arada var olabileceğine işaret etmiştir. Bununla birlikte, Erdoğan’ın bu çok kimlikli birlik vurgusu sıklıkla dinsel referanslarla ve ümmet söylemiyle iç içe geçmektedir. “Biz Türk milletinden, Hazreti Muhammed’in ümmetindeniz” gibi ifadeler, siyasal söylemin dinsel boyutunu güçlendirmekte ve Türkiye’nin laik ve çoğulcu anayasal yapısıyla bazı açılardan gerilim yaratmaktadır. Bu durum, özellikle Alevi, Hristiyan ve diğer dinsel azınlıklar tarafından eleştirilmekte ve bu grupların siyasal söylemde kendilerini dışlanmış görmelerine yol açabilmektedir.

Siyasal dildeki bu karmaşıklık, çok kimlikli Türkiye toplumunun gerçekliğini ve bu gerçekliğe ilişkin söylemsel çabaları yansıtırken aynı zamanda laiklik, yurttaşlık eşitliği ve çoğulculuk ilkeleri açısından duyarlı dengeler gerektirmektedir. Erdoğan’ın söylemlerinde öne çıkan Türk-Kürt-Arap ittifakı, tarihsel birlik ve siyasal dayanışma çağrısı olarak önemli bir umut kaynağı olmakla birlikte bu birlik söyleminin kapsayıcılığını sorgulayan eleştiriler de bulunmaktadır. Örneğin, Özel’in “Sünni ittifakı” eleştirisi, bu birlik çağrısının uygulamada Sünni Müslüman çoğunluk etrafında şekillendiğini ve farklı etnik ve mezhepsel grupların siyaseten dışlandığını öne sürmektedir. Bu eleştiri, Erdoğan’ın söyleminin toplumsal gerçekliğe yansımasının ve siyasal alandaki uygulamalarının da dikkatle incelenmesini gerektirir. Sonuç olarak, Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu, çok katmanlı kimliklerin Türkiye’de siyasal söylemde temsil edilmesinde kritik bir rol oynarken bu söylemin anayasal eşitlik ve laiklik ilkeleriyle nasıl uyumlu hale getirileceği ve kapsayıcı bir toplumsal birlik oluşturup oluşturamayacağı önemli bir araştırma konusudur.

Muhalefet partileri, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve temsilcileri Erdoğan’ın Türk-Kürt-Arap birlik söylemine yönelik ciddi eleştiriler getirmektedir. Bu eleştirilerin temelinde söz konusu birlik çağrısının uygulamada Sünni Müslüman çoğunluk temelinde şekillenen ve diğer etnik-dinsel grupları dışlayan bir siyasal bloklaşmaya dönüşmesi kaygısı yatmaktadır. Özgür Özel tarafından “Sünni ittifakı” olarak tanımlanan bu eleştiri Erdoğan’ın söyleminin aslında Türkiye’nin çok dinli ve çok mezhepli yapısını tam olarak kapsamadığını savunur. Özellikle, Aleviler, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer dinsel azınlıkların bu ittifakın dışında bırakıldığı ve bu durumun ise toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdiği ifade edilmektedir. Muhalefet, bu söylemin Türkiye’nin laiklik ve eşit yurttaşlık temelindeki anayasal değerleriyle uyumsuz olduğunu vurgular. Ümmet ve dinsel referanslarla şekillenen bu dilin çoğulcu demokrasi anlayışını zayıflattığı ve toplumsal barışa zarar verdiği eleştirisi dile getirilir. Ayrıca, muhalefet bu söylemin kimlik siyasalarını pekiştirerek dışlayıcı ve kapsayıcı olmayan bir siyasal dil ürettiğini savunur. Bu durumun, siyasal meşruluk arayışında toplumsal ayrışmaları derinleştirme riski taşıdığı belirtilir. Sonuç olarak, muhalefetin eleştirileri, Erdoğan’ın birlik söyleminin toplumsal gerçekliği yansıtmadığı daha çok belirli bir dinsel ve etnik çoğunluğun çıkarlarını gözeten dar bir bloklaşmaya hizmet ettiği iddiasına dayanır. Bu bakış açısı, Türkiye’deki siyasal söylemin çok kimlikli yapıya uygun, kapsayıcı ve anayasal değerlere bağlı olması gerektiği görüşünü güçlendirir.

Şii ve Alevi Kesimin Dışlanması Eleştirisi

Türkiye’de Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin siyasal söyleminde öne çıkan “ümmet” ve “Türk-Kürt-Arap birlikteliği” vurguları, genel olarak Sünni İslam ekseninde şekillenmektedir. Bu durum, özellikle Şii ve Alevi kesimlerin siyasal ve toplumsal söylemde yeterince temsil edilmediği ve dışlandığı yönündeki eleştirileri beraberinde getirmektedir. Şii ve Alevi toplulukları, Türkiye’nin çok mezhepli yapısında önemli yer tutmasına karşın, siyasal dilde ve kamuoyunda çoğunlukla görünürlüklerinin sınırlı kaldığı gözlemlenmektedir. Ümmet söylemi ve onun etrafında şekillenen siyasal ittifaklar çoğunlukla Sünni kimlik referansları üzerine kurulduğu için, Alevi ve Şii kimliklerin bu söylem içerisinde sınırlandığı ve kendilerini “üçlü birlik” vurgusunun dışında gördükleri savlanmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki mezhepsel çoğulculuk ve eşit yurttaşlık ilkesiyle doğrudan çelişmektedir. Alevi ve Şii toplumlar, kendi kimliklerinin siyasal temsil ve tanınma alanında yeterince yer bulamaması nedeniyle toplumsal ve siyasal risklerinin arttığı bir ortamda bulunmaktadır.

Sonuç olarak, Erdoğan’ın ve AKP’nin ümmet ve birlik söylemlerinin Şii ve Alevi kesimleri dışlayıcı nitelik taşıması Türkiye’de demokratik çoğulculuk ve toplumsal bütünleşme süreçlerine yönelik önemli bir eleştiri kaynağıdır. Bu kesimlerin kapsayıcı bir şekilde siyasal söylem ve uygulamalarda temsil edilmesi ülkenin toplumsal barış ve anayasal eşitlik hedefleri açısından kritik bir gereklilik olarak değerlendirilmektedir.

Dışlayıcı Kimlik Siyasalarının Anayasal İlkelerle Çatışması

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, temel hak ve özgürlükler çerçevesinde eşitlik ve laiklik ilkelerini güçlü biçimde vurgular. Anayasa’nın 10. maddesi, “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin eşittir” hükmüyle tüm vatandaşların eşit işlem görmesini güvence altına alır. Aynı şekilde laiklik ilkesi, devletin dinsel referanslardan bağımsızlığını ve tüm inançlara eşit uzaklıkta olmasını zorunlu kılar. Bu bağlamda, siyasal söylem ve uygulamalarda Şii, Alevi veya diğer dinsel ve mezhepsel kesimlerin dışlanması Anayasa’nın eşitlik ve laiklik ilkeleriyle doğrudan çelişmektedir. Böyle bir dışlayıcılık yalnızca hukuksal değil aynı zamanda toplumsal barış ve demokratik çoğulculuk açısından da tehlikeli sonuçlar doğurabilir. Dışlayıcı kimlik siyasaları anayasal vatandaşlık ilkesini zayıflatır ve toplumda ait olma duygusunu zedeleyerek toplumsal kutuplaşma ve ayrışmayı artırma riskini taşır. Bu durum, demokratik sistemin sağlıklı işlemesini engeller ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zarar görmesine yol açabilir. Sonuç olarak, Türkiye’nin anayasal yapısı içinde tüm etnik, dinsel ve mezhepsel grupların eşit ve özgür yurttaşlar olarak tanınması zorunludur. Siyasal söylemin ve uygulamaların bu anayasal ilkelerle uyumlu olması, demokratik kararlılık ve toplumsal bütünleşme için yaşamsal öneme sahiptir.

Anayasal İlkeler ve Kimlik Temelli Dışlayıcılığın Hukuksal Çatışması

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, eşitlik, laiklik ve yurttaşlık ilkeleri temelinde toplumun tüm bireylerinin hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlar. Bu anayasal çerçevede, dinsel ve mezhepsel kimliklere dayalı dışlayıcı siyasal yaklaşımlar hem hukuk sistemi hem de demokratik düzen açısından ciddi sorunlar yaratır.

Eşitlik İlkesi (Anayasa Madde 10): Anayasa’nın 10. maddesi, “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin eşittir” hükmünü içerir. Bu madde, tüm vatandaşların devlet karşısında eşit haklara sahip olduğunu, hiçbir şekilde dinsel veya mezhepsel ait olmaları nedeniyle ayrımcılığa maruz kalamayacağını hükme bağlar. Şii ve Alevi gibi dinsel azınlıkların dışlanması doğrudan bu eşitlik ilkesinin çiğnenmesi anlamına gelir.

Laiklik İlkesi (Anayasa Madde 2 ve Madde 24): Anayasa’nın 2. maddesi devletin laik olduğunu belirtirken, 24. maddesi ise herkesin vicdan, dinsel inanç ve kanaat hürriyetine sahip olduğunu ve bu özgürlüklerin ancak başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar vermemek koşuluyla sınırlandırılabileceğini düzenler. Dinsel ait olmalara dayalı dışlayıcı söylemler ve uygulamalar devletin laiklik ilkesine aykırı olarak devletin tarafsızlık yükümlülüğünü zedeler.

Yurttaşlık ve Temsil İlkesi: Türkiye’de vatandaşlık, Anayasa’nın 66. maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” şeklinde tanımlanır. Bu tanım, hukuksal bağın etnik veya dinsel temellere göre ayrılmasını reddeder. Dolayısıyla, siyasal söylemlerde belirli dinsel veya mezhepsel grupların dışlanması yurttaşlık hakkının eşit kullanımıyla çelişir.

Demokratik Çoğulculuk ve Toplumsal Barış: Anayasal ilkeler sadece bireysel hakları değil aynı zamanda toplumsal barış ve demokratik çoğulculuğu da güvence altına alır. Kimlik temelli dışlayıcılık bu hedeflere zarar verir, toplumsal kutuplaşmayı artırır ve siyasal meşruluğu zayıflatır. Bu da hukukun üstünlüğü ve demokratik kararlılık için tehdit oluşturur.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’nin anayasal düzeni tüm vatandaşların eşit haklara sahip olduğu ve dinsel ve mezhepsel kimliklerin ayrımcılık için kullanılmadığı bir sistem öngörür. Erdoğan’ın siyasal söyleminde veya uygulamalarında Şii, Alevi ve diğer dinsel azınlıkların dışlanması bu anayasal ilkelerle çelişir ve hukuksal olarak kabul edilemez. Demokratik, laik ve eşitlikçi bir Türkiye için siyasal dil ve siyasaların anayasal ilkelerle tam uyumlu olması zorunludur.

Ümmet Söyleminin Laiklik İlkesi ve Çağdaş Hukuksal Vatandaşlık Anlayışı ile Çatışan ya da Destekleyen Yönleri

Ümmet kavramı, İslam dünyasında dinsel ait olma temelinde kurulan bir topluluk özlemini ifade eder. Bu söylem, bireylerin ulus-devlet sınırlarını aşan bir inanç topluluğunu yani İslam ümmetine mensup olduklarını vurgular. Buna karşılık, çağdaş ulus-devletin temel yapı taşlarından biri olan hukuksal vatandaşlık, kişilerin dinsel, etnik ya da mezhepsel ait olmalarından bağımsız olarak anayasal ve hukuksal çerçevede eşit yurttaşlık statüsünü esas alır. Bu nedenle, ümmet söyleminin çağdaş laik hukuk devletiyle ilişkisi çoğu zaman gerilimlidir ve bazen de araçsal ve uyarlayıcı nitelikler taşır.

Laiklik ilkesi, devletin dinsel kurumlardan ve dogmalardan bağımsız hareket etmesini, tüm inanç gruplarına eşit mesafede durmasını ve dinsel kimliğin siyasal temsil aracı haline getirilmemesini öngörür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinden biri olarak laiklik yurttaşların kamusal alanda dinsel kimlikleriyle değil hukuksal eşitlik temelinde tanınmasını güvence altına alır. Bu bağlamda, ümmet söylemi kamusal ve siyasal alanda öncelikli bir dinsel kimlik atfederek laiklik ilkesiyle doğrudan çelişme gizil gücü taşır.

Erdoğan’ın söylemlerinde sıkça vurgulanan ümmet özlemi özellikle Türk, Kürt ve Arap halklarının tarihsel dinsel birlikteliği üzerinden kurgulanmakta ve bu birlikteliğin güncel siyasal amaçlara hizmet edebilecek bir “İslam kardeşliği” çerçevesinde yeniden kurulması hedeflenmektedir. Bazı düşünürler tarafından “Yeni Osmanlıcılık” olarak tanımlanan bu söylem her ne kadar bölgesel dayanışma ve ortak geçmiş vurgusuyla olumlu bir dayanışma dili gibi görünse de Türkiye’deki Alevi, Şii, gayrimüslim ve seküler yurttaşların temsil ve katılım düzeylerini ikincilleştirme riskini taşımaktadır.

Çağdaş hukuksal vatandaşlık anlayışı etnik ya da dinsel kimliklere referans vermeksizin tüm bireylerin hak ve yükümlülük bakımından eşit kabul edilmesini esas alır. Bu bağlamda, ümmet söylemi çoğu zaman bu eşitlik ilkesini aşındıran bir araç olarak kullanılır. Çünkü ümmet vurgusu vatandaşlar arasında dinsel bir hiyerarşi yaratabilir ve “ümmetin mensupları” ile “ümmete dahil olmayanlar” şeklinde bir ayrım doğurabilir. Bu durum, Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesi ile de çelişmektedir.

Bununla birlikte, bazı siyasal aktörler ümmet kavramını sadece dinsel değil kültürel ve tarihsel bir birliktelik olarak sunarak laiklik ilkesine ters düşmediğini savunabilir. Ancak bu tür bir yorum da uygulamada laiklik ilkesinin evrensel yorumu olan inançların bireysel bir alan olarak sınırlandırılmasını yeterince karşılamamaktadır. Bu nedenle ümmet söylemi kamusal alanın din temelli biçimlendirilmesi anlamında laiklik ve çağdaş vatandaşlık anlayışıyla temel bir çatışma içindedir.

Siyasal Söylemde Kullanılan Dinsel Referanslar ve Kimlik Vurgularının Türkiye’deki Toplumsal Birlik ve Dışlayıcılık Dinamiklerine Etkisi

Türkiye’de siyasal söylemin temel bileşenlerinden biri durumuna gelen dinsel referanslar ve kimlik temelli vurgular toplumsal birlik ve beraberliği şekillendirme gücüne sahip olduğu kadar dışlayıcı uygulamalara da ortam hazırlayabilmektedir. Özellikle iktidar söyleminde sıkça başvurulan "ümmet", "İslam kardeşliği" ve "din kardeşliği" gibi kavramlar, ortak bir dinsel kimlik etrafında toplumsal bütünlük oluşturma amacını taşırken bu çerçevede tanımlanmayan veya tanınmayan kimliklerin dışlanmasına neden olabilmektedir. AKP liderliği, özellikle Erdoğan’ın konuşmalarında sıklıkla görüldüğü üzere, Türk, Kürt ve Arap halklarını tarihsel bir "ümmet kardeşliği" anlatısı etrafında birleştirmeye çalışmaktadır. Bu söylem, bölgesel düzeyde bir Sünni eksen özleminde de örtüşmekte ve Türkiye’nin dış siyasasında mezhep temelli bir yönelime meşruluk kazandırma işlevi görmektedir. Bu bağlamda, Erdoğan’ın çeşitli konuşmalarında kullandığı “Türk, Kürt ve Arap kardeştir” ifadesi bir yandan etnik farklılıkları İslami bir üst kimlik altında bütünleştirme çabasıdır ve diğer yandan, bu birliktelik anlayışının dışında kalan Şii, Alevi veya seküler kimliklerin görünmez kılınması ya da sistemli biçimde dışlanması riskini beraberinde taşımaktadır. Muhalefet cephesinden gelen eleştiriler bu duruma özellikle dikkat çekmektedir. Özel’in kamuoyuna yansıyan değerlendirmelerinde söz konusu yaklaşım “Sünni İttifakı” olarak nitelendirilmiş ve bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal temelleriyle özellikle laiklik ilkesiyle açık bir çelişki içinde olduğu vurgulanmıştır. Bu eleştiriler, siyasal söylemde dinsel referanslara ağırlık verilmesinin yalnızca dinsel çoğunluğa değil aynı zamanda mezhepsel ve dinsel azınlıklara yönelik bir dışlayıcılık üretebildiğine işaret etmektedir. Özetle, siyasal söylemde dinsel referansların ve ümmetçi kimlik vurgularının kullanımı, toplumda belirli bir "biz" kimliğini pekiştirerek birlik duygusu yaratabilirken bu kimliğe sahip olmayan kesimler açısından ait olma krizlerine, dışlanma duygusuna ve anayasal eşitliğin çiğnenmesine yol açabilmektedir. Bu durum, toplumsal barış ve demokratik bütünleşme açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Bu bağlamda, siyasal aktörlerin söylemlerinde çoğulcu, kapsayıcı ve anayasal vatandaşlık ilkesine uygun bir dil benimsemeleri Türkiye’nin çok kimlikli yapısına daha uygun ve sürdürülebilir bir birlik anlayışının oluşturulması açısından kritik önemdedir.

Erdoğan’ın söylemi bağlamında Türkiye’de anayasal düzen ve toplumsal bütünlük üzerindeki olası etkiler nelerdir?

Erdoğan’ın siyasal söyleminde giderek belirginleşen ümmet vurgusu, dinsel referanslarla şekillenen kimlik temsilleri ve özellikle “Türk-Kürt-Arap kardeşliği” söylemi, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulus-devlet temelli anayasal düzeniyle çok boyutlu bir gerilim alanı oluşturmaktadır. Bu söylem, bir yandan toplumsal dayanışma, ortak inançlar ve tarihsel birliktelik üzerinden bir kapsayıcılık iddiası taşırken, diğer yandan anayasal vatandaşlık ilkesiyle tanımlanmış olan eşit yurttaşlık anlayışını gölgede bırakabilecek gizil güç bir dışlayıcılığa da ortam hazırlamaktadır.

Anayasal Düzene Etkisi: Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi, vatandaşlığı “Türk” kavramı üzerinden tanımlar ve herhangi bir etnik ya da dinsel ait olma farkı gözetmeden tüm vatandaşları bu çatı altında eşit kabul eder. Bu bağlamda “ümmet” söylemi, dinsel temelli bir ait olmaya öncelik verdiği ve yurttaşlığı inanç eksenli bir zemine oturttuğu ölçüde anayasal düzene aykırılık taşıyabilir. Özellikle laiklik ilkesi devletin tüm inançlar karşısında tarafsız kalmasını ve yurttaşların dinsel ya da mezhebsel kimliklerine göre ayrıştırılmamasını öngörür. Bu ilkeden sapma, anayasanın temel ilkeleriyle çelişme riskini barındırır.

Toplumsal Bütünlüğe Etkisi: “Türk-Kürt-Arap kardeşliği” söylemi, ilk bakışta etnik gruplar arası bir birliktelik çağrışımı yaratsa da söylemin temelinde Sünni İslam inancına dayalı bir ortaklık vurgusu yatmaktadır. Bu durum, Şii, Alevi, Hristiyan veya seküler kesimlerin dışlandığı duygusunu doğurmakta ve toplumsal bütünlük açısından kırılganlık yaratmaktadır. Nitekim Özel’in bu tür bir söylemi “Sünni ittifakı” olarak nitelemesi dışlayıcı eğilimlere işaret etmektedir. Bu tür dışlayıcılık yurttaşlık hukukunun eşitlik ilkesini zedeler ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme riski taşır.

Siyasal Amaç ve Strateji Bağlamında: Erdoğan’ın ümmet vurgulu söylemi sadece inanç temelli değil aynı zamanda siyasal olarak da işlevseldir. Özellikle dış siyasada Suriye, Gazze ve ümmet coğrafyasına yapılan göndermeler içerideki toplumsal destek oluşumuna katkı sunarken aynı zamanda muhalefetin eleştirilerine karşı bir meşruluk zırhı da oluşturmaktadır. Bu yaklaşım, dinsel kimliği politik bir ait olma aracına dönüştürerek anayasal düzenin temel ilkeleriyle (laiklik, eşit yurttaşlık, hukuk devleti) çelişen bir siyasal yapı doğurabilir.

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Erdoğan’ın ümmet söylemi, anayasal düzen ve toplumsal bütünlük bakımından hem kapsayıcı hem de dışlayıcı yönler taşıyan çelişkili bir yapıya sahiptir. Dinsel referanslara dayalı bir siyasal kimlik oluşturma kısa vadede siyasal bütünleşme sağlasa da uzun vadede anayasal ilkelerin aşınması ve toplumsal barışın zedelenmesi riskini doğurabilir. Bu nedenle söz konusu söylemin anayasal yurttaşlık ilkeleri ve laiklik ekseninde dikkatle çözümlenmesi gerekmektedir.

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Bu çalışma, Türkiye’de son yıllarda giderek daha belirgin duruma gelen ümmet temelli siyasal söylemi anayasal yurttaşlık ve laiklik ilkeleri bağlamında eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemiyle değerlendirmiştir. Erdoğan’ın siyasal söylemlerinde sıkça yer bulan “ümmet birliği”, “İslam kardeşliği” ve “Türk-Kürt-Arap ittifakı” vurguları ilk bakışta kapsayıcı ve dayanışmacı bir birlik çağrısı gibi görünmekle birlikte söylemin içeriği ve bağlamsal konumlanışı dikkatle incelendiğinde bu çağrının aynı zamanda dışlayıcı, tekil bir kimlik inşasına yöneldiği ve anayasal ilkelerle çeliştiği ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirdiği sonucuna ulaşılmıştır.

Araştırma bulguları göstermektedir ki Erdoğan’ın ümmetçi söylemi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesinde tanımlanan hukuksal ve eşit yurttaşlık anlayışıyla açık bir gerilim içindedir. Yurttaşlığı dinsel kimlikler üzerinden tanımlamaya eğilimli bu söylem anayasal düzeyde tarafsızlık ve eşitlik ilkelerini zayıflatmakta ve laik devlet yapısının sınırlarını zorlayan bir meşruluk oluşturulmasına yönelmektedir. Bu bağlamda, “biz” kimliğinin İslam ümmetine mensup olmak temelinde kurulması, bu kimlik dışında kalan başta Aleviler, Şiiler, seküler yurttaşlar ve gayrimüslim azınlıklar olmak üzere çeşitli toplumsal kesimlerin sistemli biçimde dışlanmasına neden olmaktadır.

Çalışmada uygulanan eleştirel söylem çözümlemesi yöntemi Erdoğan’ın söylemlerinin yalnızca dilsel düzeyde değil aynı zamanda söylemin üretildiği siyasal bağlamda ve toplumsal düzlemde de değerlendirilmesini olanaklı kılmıştır. Bu yöntem sayesinde ümmet söyleminin yalnızca tarihsel bir çağrı değil aynı zamanda güncel bir siyasal hegemonya kurma stratejisi olduğu açığa çıkarılmıştır. Michel Foucault, Norman Fairclough, Teun van Dijk ve Chantal Mouffe gibi kuramsal referanslar eşliğinde yapılan çözümlemede Erdoğan’ın ümmet söyleminin agonistik demokratik alanı daralttığı ve bunun yerine antagonistik bir siyasal kutuplaşmayı beslediği ortaya konmuştur.

Özellikle “Sünni ittifakı” biçiminde kodlanan bu söylemin, mezhep temelli bir siyasal kimlik üretimi yarattığı ve Türkiye'nin çok kimlikli ve çok inançlı toplumsal yapısını yeterince yansıtmadığı değerlendirilmiştir. Bu durum, anayasa tarafından güvence altına alınan laiklik ve eşitlik ilkelerinin çiğnenmesine yol açmakta ve siyasal temsil ve yurttaşlık hakları bakımından bazı kesimlerin görünmez kılınmasına ya da dikkate alınmamasına neden olmaktadır. Çalışmada vurgulanan bir diğer önemli sonuç din temelli kimlik çağrılarının kısa vadede siyasal seferberlik sağlasa da uzun vadede toplumsal barış, demokratik çoğulculuk ve anayasal düzen açısından ciddi tehditler barındırdığıdır.

Bu bağlamda, siyasal aktörlerin söylem üretiminde daha kapsayıcı, çoğulcu ve anayasal vatandaşlık ilkesine dayalı bir dil kullanmaları hem demokratik siyasal kültürün gelişimi hem de toplumsal bütünlüğün sağlanması açısından yaşamsal önemdedir. Erdoğan’ın ümmet söylemi ise bu gerekliliklerin aksine hem siyasal alanda meşruluk üretme aracı hem de ideolojik bir baskı kurma mekanizması olarak işlev görmektedir.

Sonuç olarak bu çalışma, Türkiye’de din temelli siyasal söylemin anayasal vatandaşlık ve laiklik ilkeleriyle yaşadığı çelişkiyi görünür kılmakta ve bu çelişkinin yalnızca hukuksal değil aynı zamanda toplumsal ve siyasal boyutlarıyla da derinleştirici ve ayrıştırıcı etkiler yarattığını ortaya koymaktadır. Bu durum Türkiye’nin gelecekteki demokratik yapısı, kimlikler arası ilişkiler ve anayasal düzenin bütünlüğü açısından önemli bir risk alanı olarak değerlendirilmelidir.


 

KAYNAKÇA

Asad, T. (2003). Formations of the secular: Christianity, Islam, modernity. Stanford University Press.

Casanova, J. (1994). Public religions in the modern world. University of Chicago Press.

Erdoğan, R. T. (2023, Ekim 5). Milletimizden ve ümmetteniz [Konuşma metni]. T.C. Cumhurbaşkanlığı Resmi Web Sitesi. https://www.tccb.gov.tr

Fairclough, N. (1995). Critical discourse analysis: The critical study of language. Longman.

Fairclough, N. (2001). Language and power (2nd ed.). Pearson Education.

Habermas, J. (1996). Between facts and norms: Contributions to a discourse theory of law and democracy (W. Rehg, Trans.). MIT Press.

İnsel, A. (2001). Laiklik: Türkiye için yeni bir yorum. Birikim, (145), 18–27.

Marshall, T. H. (1950). Citizenship and social class. Cambridge University Press.

Mardin, Ş. (1989). Din ve ideoloji. İletişim Yayınları.

Mouffe, C. (2000). The democratic paradox. Verso.

Mouffe, C. (2005). On the political. Routledge.

Özel, Ö. (2023, Ekim 7). “Bu bir Sünni ittifakıdır” açıklaması [Basın açıklaması]. Cumhuriyet Gazetesi. https://www.cumhuriyet.com.tr

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası. (1982). T.C. Resmî Gazete, 2709 sayılı Anayasa. https://www.anayasa.gov.tr

Van Dijk, T. A. (1998). Ideology: A multidisciplinary approach. Sage Publications.

Wodak, R., & Meyer, M. (Eds.). (2009). Methods of critical discourse analysis (2nd ed.). Sage Publications.

Yılmaz, H. (2002). Türkiye’de vatandaşlık ve kimlik. Doğu Batı, 5(20), 11–35.

 

Hiç yorum yok: