Laiklik, Vatandaşlık ve Dinsel
Kimlik: Ümmet Temelli Söylemin Eleştirel Bir Çözümlemesi
Prof. Dr. Firuz
Demir Yaşamış
Özet
Bu çalışma,
Türkiye’de son yıllarda siyasal söylemde giderek daha fazla görünür hale gelen
ümmet temelli dilin anayasal yurttaşlık anlayışı ve laiklik ilkesi ile olan
ilişkisini eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemiyle incelemektedir. Erdoğan’ın
sıklıkla dile getirdiği “ümmet birliği”, “İslam kardeşliği” ve “Türk-Kürt-Arap
ittifakı” vurguları ilk bakışta toplumsal dayanışmayı destekleyen kapsayıcı bir
birlik çağrısı gibi görünse de bu söylemin içerdiği dinsel referanslar,
dışlayıcı kimlik oluşturmaları ve anayasal ilkelerle çatışan yönleri dikkate
alındığında daha karmaşık ve sorunlu bir yapı sergilediği anlaşılmaktadır.
Çalışmada Norman Fairclough’un üç düzeyli eleştirel söylem çözümlemesi modeli
temel alınarak söylemin metinsel, söylemsel ve toplumsal boyutları incelenmiş
ve Michel Foucault, Teun van Dijk ve Chantal Mouffe gibi kuramcıların
görüşlerinden yararlanılmıştır. Çözümlemeler sonucunda, ümmet söyleminin
çoğulcu demokrasi anlayışıyla çeliştiği, laiklik ilkesini aşındırdığı ve
anayasal yurttaşlık anlayışıyla çatıştığı saptanmıştır. Ayrıca, bu söylemin
Şii, Alevi, seküler ve gayrimüslim kesimleri dışlayarak Türkiye’deki toplumsal
kutuplaşmayı derinleştirme riski taşıdığı değerlendirilmiştir.
Anahtar
Kelimeler: Ümmet
söylemi, anayasal yurttaşlık, laiklik, eleştirel söylem çözümlemesi, kimlik
siyasası, Türkiye siyaseti
Abstract
This study analyzes the rising prominence of
ummah-based discourse in Turkey’s political rhetoric in recent years within the
framework of constitutional citizenship and the principle of secularism, using
the method of Critical Discourse Analysis (CDA). Frequently articulated by
President Recep Tayyip Erdoğan, phrases such as “unity of the ummah,” “Islamic
brotherhood,” and the “Turkish-Kurdish-Arab alliance” may initially appear to
be calls for solidarity and unity. However, a closer examination reveals that
this discourse contains exclusionary identity constructions and contradicts key
constitutional principles such as legal equality and secularism. Drawing on
Norman Fairclough’s three-dimensional model of CDA and the theories of scholars
such as Michel Foucault, Teun van Dijk, and Chantal Mouffe, this study explores
the linguistic, discursive, and socio-political layers of Erdoğan’s discourse.
The findings indicate that the ummah discourse undermines pluralistic
democracy, challenges the secular foundations of the Turkish Republic, and
conflicts with the concept of constitutional citizenship. Additionally, by
marginalizing Shiite, Alevi, secular, and non-Muslim communities, this
discourse risks exacerbating social polarization in Turkey.
Keywords: Ummah
discourse, constitutional citizenship, secularism, critical discourse analysis,
identity politics, Turkish politics
GİRİŞ: SÖZÜN
GÜCÜ, KİMLİĞİN KAVGASI
Son yıllarda
Türkiye’de siyasal ve toplumsal alan giderek daha fazla kimlik temelli
söylemlerle kuşatılmakta ve özellikle dinsel ait olma vurgusu üzerinden siyasal
meşruluk üretme eğilimi hız kazanmaktadır. Bu çerçevede kimi siyasal aktörler
ve kanaat önderleri kamuoyuna hitaben yaptıkları açıklamalarda ümmet, birlik,
İslam kardeşliği, kenetlenme gibi kavramlarla örülü söylemler üretmekte, bu
kavramlar aracılığıyla hem tarihsel bir özlem dillendirilmekte hem de güncel
siyasal ayrışmalara karşı bir “birlik” reçetesi sunulmaktadır.
Böylesi bir
söylemin çarpıcı bir örneği son günlerde kamuoyunda yankı bulan şu ifadelerde
karşımıza çıkmaktadır: “Allah aşkına ümmetin birliğini, dirliğini,
beraberliğini savunmak ne zamandan beri suç oldu. Ümmetin birliğini,
beraberliğini savunmak suç mu? Türkler, Kürtler ve Arapların kucaklaşmasından,
tarihte olduğu gibi bugün de ittifak kurmasından bu ülkenin evladı niye
rahatsız olur? Türkiye ve İslam dünyasına bu kadar mı yabancısınız. Biz Türk
milletinden, Hazreti Muhammed'in ümmetindeniz. Bunlar ümmet bilinci nedir
bilmezler. Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere 'bir duvarın tuğlaları gibi'
kenetlenmemizin neresi yanlış be gafiller!”
Türkiye’nin
toplumsal ve siyasal yapısı, tarih boyunca farklı etnik, dinsel ve kültürel
kimliklerin bir arada var olduğu çok katmanlı bir yapıyı yansıtmaktadır. Bu
çeşitlilik, zaman zaman toplumsal birlik ve ait olma tartışmalarını gündeme
getirirken farklı kimlik tanımlamaları ve söylemler arasında gerilimlerin
doğmasına da ortam hazırlamaktadır. Son yıllarda Türkiye’de siyasal söylemin
önemli bir parçası haline gelen “ümmet” söylemi bu gerilimlerin merkezinde yer
almakta hem tarihsel hem de ideolojik boyutlarıyla tartışılmaktadır.
Cumhurbaşkanı
Recep Tayyip Erdoğan, bu bağlamda tarihsel ve kültürel kökleri vurgulayan şu
sözleriyle, farklı kimliklerin ortak bir paydada buluşması gerektiğine dikkat
çekmektedir: "Tarih sahnesine dün çıkmış bir millet değiliz. Türkler,
Kürtler, Araplar ittifak yaptığımızda atlarımızın rüzgarı Çin denizine kadar
serin esintiler yaydı. Unutmayın atlarımızın şahlanışından coğrafyaya huzur
yayıldı. Kılıçlarımızı gerektiğinden kınından çıkarıp omuz omuza çarpıştık.
Gerektiğinde kalemlerimizi çıkardık." Bu ifadeler, tarihsel bir
dayanışmayı ve ortak kader bilincini öne çıkarırken Erdoğan aynı zamanda
geleceğe yönelik birlik ve güven mesajları vermekte, “Türkiye kardeşlikle
büyüyecek. Türkiye kararlılık ve güven içinde yürüyecek” diyerek toplumsal
barışa vurgu yapmaktadır. Ancak, bu söylemin anayasal çerçevede tanımlanan hukuksal
vatandaşlık ve laiklik ilkeleriyle nasıl bir ilişki içinde olduğu, dinsel
kimlik vurgusunun toplumsal ve siyasal sonuçlarının ne olduğu gibi sorular
araştırmanın odak noktalarındandır. Bu çalışma, bu gerilimi eleştirel söylem
çözümlemesi yöntemiyle çözümleyerek, Türkiye’deki siyasal dilin ve kimlik oluşumunun
anayasal düzen ve toplumsal bütünlük üzerindeki etkilerini açığa çıkarmayı
amaçlamaktadır.
Bu ifadeler,
ilk bakışta İslam dünyasının ortak birliği ve kardeşliği yönünde iyi niyetli
bir çağrı gibi görünse de eleştirel bir gözle bakıldığında çok daha derin
anlamlar taşımaktadır. Söylemin içeriğinde; anayasal yurttaşlık anlayışından
farklı bir kimlik oluşturma, laiklik ilkesine meydan okuma ve farklı düşünen
toplumsal kesimleri dışlama eğilimi dikkat çekmektedir.
Bu
çalışmada, yukarıdaki söylem eleştirel söylem çözümlemesi çerçevesinde
incelenecek ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık tanımıyla İslam
ümmeti kavramı arasındaki gerilim irdelenecek ve aynı zamanda laikliğin
anayasal bir ilke olarak bu tür söylemler karşısındaki konumu tartışılacaktır.
Amaç, yalnızca bir söylemi çözümlemek değil bu söylemin üretildiği toplumsal,
siyasal ve ideolojik zemini de görünür kılmaktır.
ARAŞTIRMANIN
AMACI VE HEDEFLERİ
Bu
araştırmanın temel amacı ümmet söyleminin siyasal ve ideolojik bağlamını
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki yurttaşlık tanımı ve laiklik ilkesi
çerçevesinde eleştirel söylem çözümlemesi yöntemiyle incelemektir. Araştırmada,
dinsel referanslara dayalı birlik ve dayanışma çağrılarının, anayasal düzlemde
yurttaşlık ve laiklik ilkeleriyle nasıl bir gerilim ilişkisi içinde
konumlandığı açığa çıkarılmak istenmektedir. Bu bağlamda araştırmanın özel
hedefleri şunlardır:
Ümmet söyleminin tarihsel, kültürel ve siyasal bağlamda
taşıdığı anlamları ortaya koymak,
Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu
üzerinden geliştirdiği siyasal dili çözümlemek,
Bu söylemin anayasal vatandaşlık tanımı ve laiklik ilkesiyle
olan gerilimlerini açığa çıkarmak,
Söylemin çok kimlikli Türkiye toplumunda toplumsal birlik ve
dışlayıcılık boyutlarını değerlendirmek, ve
Türkiye’deki siyasal dil ve kimlik siyasalarının anayasal
düzen ve toplumsal barış üzerindeki etkilerini tartışmak.
Bu hedefler
doğrultusunda araştırma, yalnızca bir metni çözümlemekle sınırlı kalmayacak ve
aynı zamanda bu söylemin toplumsal ve siyasal düzlemdeki yankılarını ve
tarihsel ve ideolojik köklerini de irdeleyecektir. Böylece din temelli siyasal
dilin, çağdaş anayasal vatandaşlık anlayışıyla ne tür bir karşılaşma ve çatışma
içinde olduğu kapsamlı biçimde ortaya konacaktır.
Araştırma
Soruları
Ümmet söylemi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık
tanımıyla nasıl bir gerilim ve etkileşim içindedir?
Recep Tayyip Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel
ittifakı vurgusu Türkiye’deki çok kimlikli toplumsal yapının siyasal söylemde
nasıl temsil edilmektedir?
Ümmet söyleminin laiklik ilkesi ve çağdaş hukuksal
vatandaşlık anlayışı ile çatışan ya da destekleyen yönleri nelerdir?
Siyasal söylemde kullanılan dinsel referanslar ve kimlik
vurguları, Türkiye’deki toplumsal birlik ve dışlayıcılık dinamiklerini nasıl
şekillendirmektedir?
Erdoğan’ın söylemi bağlamında Türkiye’de anayasal düzen ve
toplumsal bütünlük üzerindeki olası etkiler nelerdir?
YÖNTEM
Bu
araştırma, eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemi kullanılarak
yürütülmüştür. Söylemlerin yalnızca dilsel yapılarıyla değil aynı zamanda bu
yapıları üreten ve yeniden üreten ideolojik, siyasal ve toplumsal bağlamlarla
ilişkisi temel alınarak incelenmiştir. Çalışmanın amacı doğrultusunda söylemin
içerdiği güç ilişkileri, kimlik oluşumları, dışlayıcı stratejiler ve normatif
yönlendirmeler açığa çıkarılmaya çalışılmıştır.
Eleştirel
Söylem Çözümlemesi (ESÇ): Araştırma, Norman Fairclough’un geliştirdiği üç katmanlı eleştirel
söylem çözümlemesi modeli temelinde yapılandırılmıştır. Bu modele göre söylem
üç düzeyde çözümlenir:
Metinsel Düzey: Söylemde kullanılan kelimeler, kavramlar, retorik
stratejiler, tekrarlar ve metaforlar incelenmiştir.
Söylemsel Uygulama Düzeyi: Söylemin nasıl üretildiği, nasıl dolaşıma sokulduğu
ve hangi bağlamlarda alındığı değerlendirilmiştir.
Toplumsal Uygulama Düzeyi: Söylemin ideolojik işlevi, güç ilişkilerine etkisi,
kurumsal yapılarla ilişkisi ve toplumsal yapılar üzerindeki dönüştürücü gücü çözümleme
edilmiştir.
Veri Seti
ve Çözümleme Nesnesi:
Çalışmanın çözümleme nesnesi, kamuoyunda tartışmalara yol açan ve belirli bir
siyasal/dinsel söylem örneği sunan aşağıdaki metindir: “Allah aşkına ümmetin
birliğini, dirliğini, beraberliğini savunmak ne zamandan beri suç oldu? …
Peygamber Efendimizin buyurduğu üzere 'bir duvarın tuğlaları gibi'
kenetlenmemizin neresi yanlış be gafiller.” Bu metin hem içerdiği dinsel metin
hem de anayasal düzenle gizil güc gerilim taşıyan söylem biçimi nedeniyle çözümleme
için uygun bir örnek teşkil etmektedir.
Çözümleme
Süreci: Söylemdeki
kavramlar ve semboller (ümmet, millet, birlik, kenetlenmek, gafiller vb.)
tematik olarak kodlanmıştır. Metindeki biz/öteki ayrımları, duygusal vurgular,
meşrulaştırıcı dinsel göndermeler, iktidar ilişkileri belirlenmiş ve sınıflandırılmıştır.
Bu tematik yapılar, anayasanın laiklik ve yurttaşlık ilkeleriyle
karşılaştırmalı biçimde değerlendirilmiştir.
Çalışmanın
Sınırlılıkları: Araştırma,
tekil bir söylem örneği üzerinden yürütüldüğü için sonuçlar genellenemez. Ancak
bu örnek üzerinden geliştirilen çözümleme çerçevesi benzer söylemlerin
çözümlemesine zemin oluşturabilecek niteliktedir. Ayrıca çalışma yalnızca
yazılı söylemi merkeze almakta ve söylemin görsel, işitsel ya da eylemsel
boyutlarını kapsamamaktadır.
KURAMSAL
ÇERÇEVE
Bu
araştırma, söylemin yalnızca dilsel bir ifade biçimi değil aynı zamanda güç
ilişkilerini yeniden üreten ideolojik bir araç olduğunu kabul eden eleştirel
söylem çözümlemesi (ESÇ) kuramına dayanmaktadır. Çalışma kapsamında, Norman
Fairclough’un üç katmanlı söylem çözümleme modeli temel alınmakta; söylem hem
metinsel düzlemde hem de toplumsal bağlamda anlamlandırılmaktadır. Bu yaklaşım,
söylemi toplumsal yapılarla karşılıklı ilişki içinde incelemeyi olanaklı kılar.
Söylem,
İktidar ve İdeoloji: Söylemin,
toplumsal iktidarın yeniden üretilmesinde nasıl kullanıldığını açıklamak için
Michel Foucault’nun söylem ve bilgi ilişkisine ilişkin görüşlerinden ve
söylemin ideolojik doğasını tartışmak için ise Teun van Dijk ve Ruth Wodak gibi
kuramcıların yaklaşımlarından yararlanılmıştır. Van Dijk’a göre, söylem, kimlik
oluşturma ve “öteki”nin dışlanmasında başat rol oynar. Toplumsal kutuplaşmalar,
çoğunlukla dilsel stratejiler aracılığıyla meşrulaştırılır. Fairclough ise,
söylemin hem söylemsel uygulama hem de toplumsal yapıların içinde işlediğini,
söylemin mevcut ideolojik yapıları ya yeniden ürettiğini ya da dönüştürdüğünü
belirtir. Bu çerçevede araştırma, incelenen söylemin kimlik, meşruluk,
ötekileştirme ve otorite üretiminde nasıl işlev gördüğünü açığa çıkarmayı
amaçlar.
Kimlik ve
Vatandaşlık Kuramı: Araştırma,
söylemde dile getirilen ümmet temelli kimlik kurgusunu, çağdaş yurttaşlık
kuramları çerçevesinde de değerlendirmektedir. Özellikle, Marshall’ın
yurttaşlık modeli (sivil, siyasal ve toplumsal haklar ayrımı), Habermas’ın
anayasal yurttaşlık yaklaşımı (kültürel değil, hukuksal birlik) ve Chantal
Mouffe’un “agonistik demokrasi” kavramı (kimliklerin çoğulluğu) bu bağlamda
referans alınmıştır. Bu kuramsal yaklaşımlar doğrultusunda, ümmet söyleminin çağdaş
anayasal vatandaşlık tanımıyla nasıl bir çatışma ilişkisi içinde olduğu
incelenmiştir. Erdoğan’ın ümmet söylemi bağlamında Chantal Mouffe’un agonistik
demokrasi kuramı açıklayıcı olabilir. Agonistik kuram, demokratik siyasetin
“düşman” yerine “hasım” (adversary) kavramı üzerinden yürütülmesini
savunur. Bu bağlamda, toplumda kaçınılmaz olan çatışmaları yok etmek yerine bu
çatışmaların meşru siyasal zeminde ifade edilmesini ve yönetilmesini öngörür. Ancak
Erdoğan’ın söylemi (özellikle ümmet söylemi etrafında kurulan
Sünni-Türk-Kürt-Arap ittifakı ve bu çerçevede Şii ve Alevi kimliklerinin
dışarıda bırakılması) agonistik zemine zarar verme riski taşır. Çünkü bu tür
söylemler “biz” kimliğini mezhepçi ve etno-dinsel bir şekilde tanımlarken,
“öteki” olarak tanımlanan grupları (örneğin Aleviler, seküler kesimler, laik
vatandaşlar, Şiiler) meşru siyasal alanın dışına itmektedir. Bu da Mouffe’un
kuramının temel ilkesi olan “karşıtların meşru varlığına saygı” ilkesine aykırıdır.
Sonuç olarak, Erdoğan’ın ümmetçi söylemi Türkiye'de çoğulcu bir agonistik
alanın kurulmasına değil antagonistik kutuplaşmanın derinleşmesine neden
olmaktadır. Bu durum anayasal yurttaşlık ilkesini zayıflatmakta, toplumsal
birlik yerine dışlayıcı kimlik siyasetini pekiştirmektedir. Antagonistik
kavramı, siyaset kuramında taraflar arasındaki uzlaşmaz ve düşmanca
karşıtlıkları ifade eder. Bu yaklaşımda, siyasal rakipler meşru görüş
farklılıklarına sahip aktörler olarak değil, tamamen dışlanması,
etkisizleştirilmesi ya da yok edilmesi gereken düşmanlar olarak görülür. Bu
durum, demokratik toplumların çoğulcu yapısıyla bağdaşmaz. Çünkü demokrasi,
farklı görüşlerin bir arada var olabileceği bir zemine dayanır.
Chantal
Mouffe’un kuramına göre siyasal çatışmalar iki farklı biçimde ortaya çıkabilir:
agonistik ve antagonistik. Agonistik çatışmalarda taraflar birbirlerini meşru siyasal
aktörler olarak tanır, aralarındaki savaşım anayasal düzen ve demokratik
normlar çerçevesinde yürür. Buna karşın antagonistik çatışmalarda karşı tarafın
meşruluğu tümüyle reddedilir ve siyasal rakip bir düşmana dönüştürülür. Türkiye’de
son yıllarda siyasal söylemlerde kullanılan dinsel referanslar ve kimlik
temelli vurgular özellikle Sünni İslam kimliği ekseninde şekillendiğinde bazı
toplumsal kesimlerin dışlanmasına yol açmaktadır. Özellikle Aleviler, Şiiler,
seküler bireyler gibi grupların kamusal alanın dışında bırakılması, siyasal
kutuplaşmayı derinleştirir. Bu dışlayıcı yaklaşım, siyasal farklılıkları meşru
bir çeşitlilik olarak değil, tehdit olarak algılar. Dolayısıyla, siyasal
tartışma alanı agonistik olmaktan çıkar, antagonistik bir niteliğe bürünür. Bu
tür bir antagonistik kutuplaşma, anayasal düzeni ve toplumsal bütünlüğü
zedeler. Çünkü anayasal vatandaşlık ilkesi, tüm yurttaşların din, mezhep ya da
kimlik ayrımı yapılmaksızın eşit haklara sahip olduğunu öngörür. Oysa
antagonistik yaklaşımlar bu eşitliği geçersiz kılar. Sonuç olarak, toplum
içindeki farklılıkların barışçıl biçimde bir arada yaşamasını olanaklı kılan
demokratik zemin zayıflar ve yerini daha çatışmalı ve dışlayıcı bir siyasal
ortama bırakır.
Laiklik
ve Siyasal Söylem: Araştırma
aynı zamanda, anayasanın temel ilkelerinden biri olan laiklik ilkesini
söylemsel düzlemde değerlendirmektedir. Bu doğrultuda, laikliğin yalnızca
din-devlet ayrımı değil, aynı zamanda kamusal alanda dinsel hegemonyayı
sınırlayıcı bir ilke olduğu yaklaşımı benimsenmiştir. Jose Casanova’nın “kamu
alanında dinin yeniden görünürlüğü” tartışmaları ve Talal Asad’ın dinin çağdaş
seküler sistem içindeki dönüşümüne ilişkin eleştirileri din temelli siyasal
söylemin toplumsal etkilerini değerlendirmek açısından önemli kuramsal
dayanaklar sağlamaktadır.
Bu kuramsal
çerçeve sayesinde, araştırma yalnızca belirli bir metni yorumlamakla kalmaz
aynı zamanda Türkiye’deki anayasal düzen, kimlik siyasaları ve dinsel söylem
arasında giderek sertleşen gerilimleri daha geniş bir teorik zeminde tartışır.
Bu
çalışmanın kuramsal temelini, ulus, millet ve ümmet kavramları ile vatandaşlık
ve laiklik kuramlarının kesişiminde şekillenen yaklaşımlar oluşturmaktadır.
Türkiye özelinde siyasal ve toplumsal söylemlerde sıkça kullanılan bu kavramlar
farklı tarihsel, kültürel ve ideolojik kodlarla anlamlandırılmakta ve
dolayısıyla birbirleriyle etkileşim halinde karmaşık bir kimlik ve ait olma
ağını ortaya çıkarmaktadır. Ulus ve millet kavramları çağdaş devlet anlayışının
temel taşlarını oluşturur. Ulus, genellikle ortak bir tarih, dil ve kültür
temelinde şekillenen siyasal bir topluluğu ifade ederken, millet kavramı
Türkiye özelinde hem etnik hem de siyasal anlamları birlikte taşıyan bir kimlik
sınıfıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ideolojisi, “Türk milleti” kavramı
etrafında oluşturulmuştur ve anayasal vatandaşlık tanımı bu çerçevede
şekillenmiştir. Bu bağlamda, Anayasa’nın 66. maddesinde yer alan “Türk
Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” ifadesi siyasal
topluluğun birlik ve beraberliğini vatandaşlık bağı üzerinden tanımlamaktadır. Buna
karşılık, ümmet kavramı İslam dinsel çerçevesinde, dinsel inanç birlikteliğine
dayanan daha kapsayıcı ve evrensel bir ait olma biçimini temsil eder. Ümmet,
ulus-devletin sınırlarını aşan bir dinsel topluluk olarak, farklı etnik ve
ulusal kimlikleri birleştiren bir kardeşlik bağını ifade eder. Çağdaş
ulus-devlet anlayışı ile ümmetçilik arasındaki bu ayrım özellikle Türkiye gibi
laiklik ilkesini benimsemiş devletlerde ideolojik ve siyasal açıdan gerilimli
bir alan yaratmaktadır.
Vatandaşlık
kuramı bu bağlamda önemli bir kavramsal çerçeve sunar. Marshall’ın vatandaşlık
modeli, bireylerin sivil, siyasal ve toplumsal haklarının anayasal güvence
altına alınmasını temel alırken Habermas vatandaşlığı hukuksal bir birlik
olarak tanımlayarak kültürel farklılıkların siyasal ait olmayı belirlemede
öncelik taşımaması gerektiğini vurgular. Bu kuramsal yaklaşımlar, devletin
birleştirici gücünün hukuk ve eşitlik temelinde sağlanmasını savunur. Ancak
ümmet temelli söylemler, din temelli bir ait olma vurgusuyla bu hukuksal ve
laik vatandaşlık anlayışına farklı bir kimlik önerisi sunar.
Laiklik
kavramı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda temel bir ilke olarak yer almakta ve
devlet ile dinin ayrımını güvence altına almaktadır. Laiklik, yalnızca din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmeyip aynı zamanda tüm
vatandaşların inançlarına eşit uzaklıkta olunmasını ve dinin siyasal meşruluk
kaynağı olarak kullanılmamasını öngörür. Ancak ümmetçi söylem, dinsel
referanslar ve dinsel birlik çağrılarıyla siyasal meşruluk ve toplumsal birlik
arayışı içine girerek laiklik ilkesine yönelik dolaylı bir meydan okuma
oluşturabilir.
Bu noktada,
eleştirel söylem çözümlemesi (ESÇ), bu kavramsal ve ideolojik çatışmaları dil
ve söylem aracılığıyla görünür kılmayı hedefleyen bir yöntembilimsel araç
olarak kullanılır. Fairclough, söylemi toplumsal yapıları yeniden üreten ya da
dönüştüren uygulamalar olarak tanımlamakta ve söylemin metinsel, söylemsel
uygulama ve toplumsal uygulama düzeylerinde çözümlenmesini önermektedir. Bu
çerçevede, ulus-millet ve ümmet kavramları etrafında şekillenen vatandaşlık ve
laiklik tartışmaları, bir yandan kimlik oluşturma süreçlerinde ideolojik
konumlanmaları yansıtırken diğer yandan siyasal iktidar ilişkilerinin yeniden
üretiminde işlevsel olmaktadır.
Sonuç
olarak, bu çalışma kapsamında, ulus-devlet vatandaşlığı, laiklik ilkesi ve
ümmetçilik arasındaki karşıtlık ve gerilim, bu kavramların söylemsel uygulamalarda
nasıl konumlandığı bağlamında ele alınacaktır. Böylece, Türkiye’deki siyasal ve
toplumsal söylemlerde din, kimlik ve devlet ilişkilerinin çerçevesi kuramsal
olarak ortaya konacaktır.
Bu
çalışmanın temel teorik yaklaşımını oluşturan Eleştirel Söylem Çözümlemesi
(ESÇ), söylemin toplumsal ve politik güç ilişkileriyle iç içe geçen bir pratik
olduğunu savunur. ESÇ, dilin sadece iletişim aracı olmadığını, aynı zamanda toplumsal
yapıları oluşturan, yeniden üreten ve dönüştüren bir güç olduğunu ortaya koyar.
Bu yaklaşımın öncülerinden olan Norman Fairclough, söylemin metinsel düzeyde
incelenmesinin yanı sıra, söylemsel uygulamaların üretildiği ve yorumlandığı
toplumsal bağlamları da kapsaması gerektiğini vurgular. Fairclough’un üç
katmanlı çözümleme modeli; metinsel çözümleme, söylemsel uygulama çözümlemesi
ve toplumsal uygulama çözümlemesi ile söylemin çok boyutlu incelenmesini
sağlar. ESÇ’nin temel varsayımlarından biri, söylemin iktidar ilişkilerinin
yeniden üretiminde merkezi bir rol oynadığıdır. Bu bağlamda, söylem yalnızca
mevcut toplumsal düzeni yansıtmakla kalmaz aynı zamanda onu meşrulaştırır ya da
sorgular. Dolayısıyla, dilsel tercihler, kavram kullanımları ve retorik
stratejiler toplumsal güç savaşımlarının ve ideolojik çatışmaların arenası
haline gelir. Teun A. van Dijk ise ESÇ kapsamında, söylemin özellikle kimlik oluşturma
ve “öteki”nin dışlanmasında işlevsel olduğunu belirtir. Van Dijk’a göre,
toplumsal gruplar, dil yoluyla kendilerini tanımlarken karşıt grupları
dışlayıcı ve küçümseyici söylem stratejileri kullanabilir. Bu bakış açısı
çalışmanın temelini oluşturan “ümmet” söyleminin, “biz/öteki” ayrımlarını nasıl
kurguladığını anlamada kritik öneme sahiptir. ESÇ aynı zamanda laiklik,
vatandaşlık ve kimlik gibi toplumsal kavramların söylemsel üretimini çözümlemek
için uygun bir yöntemdir. Çünkü bu kavramlar, tarihsel ve toplumsal bağlamdan
bağımsız olarak anlamlandırılamaz. Güç ve iktidar ilişkileri içinde sürekli
yeniden şekillenirler. Dolayısıyla, ESÇ ile yapılan çözümleme, sadece metin
çözümlemesi olmaktan çıkar aynı zamanda toplumsal yapının ve siyasal düzenin
işleyiş biçimlerine ilişkin kritik bir sorgulama olanağı sağlar. Bu çalışmada
ESÇ, Türkiye’de ümmetçi söylemin anayasal vatandaşlık ve laiklik ilkesiyle olan
ilişkisini açığa çıkarmak, bu söylemin ideolojik işlevlerini ve toplumsal
etkilerini ortaya koymak için kullanılmıştır. Söylemin dilsel yapıları ve
bağlamsal konumlanmaları, yukarıda belirtilen üç düzeyde incelenerek,
Türkiye’deki siyasal ve toplumsal kimlik savaşımının sözel yansımaları
değerlendirilecektir.
ÇÖZÜMLEME
Ümmet
Söylemi ile Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın Vatandaşlık Tanımı Arasındaki
Gerilim ve Etkileşim: Türk-Kürt-Arap Bakış Açısı
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi, vatandaşlığı hukuksal bir bağ olarak
tanımlamakta ve “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes
Türk’tür” ifadesiyle, etnik, dinsel veya kültürel kimliklerden bağımsız
anayasal çerçevede bir ait olma modeli sunmaktadır. Bu tanım, çağdaş
ulus-devlet anlayışının temelini oluşturmakta ve toplumsal birliği hukukun
üstünlüğü ve eşitlik ilkesi üzerinden kurmaktadır. Ancak Erdoğan’ın son
dönemlerde kullandığı söylemde, “Biz Türk milletinden, Hazreti Muhammed’in
ümmetindeniz” ifadeleri anayasal vatandaşlık tanımıyla örtüşmeyen, din temelli
ve kimlik siyasetine dayalı bir ait olma modeli önermektedir. Erdoğan’ın bu
söylemi ulus-devlet yapısını aşan bir ümmet bilinci çağrısıdır ve bu yönüyle
anayasal yurttaşlık kavramıyla belirgin bir gerilim içindedir. Bu gerilim,
Erdoğan’ın “bir duvarın tuğlaları gibi kenetlenmek” metaforu üzerinden dile
getirilen, etnik ve dinsel farklılıkların üzerini örtmeyi ve dinsel ait olma
temelinde yeni bir toplumsal birlik yaratmayı hedefleyen çağrısıyla
somutlaşmaktadır. Bu söylem, anayasal vatandaşlığın temel aldığı hukuksal
eşitlik ve çoğulculuk ilkelerine ters düşmekte ve yerine dinsel ait olma
merkezli, homojenleştirici bir kimlik dayatması getirmektedir. Erdoğan’ın
“gafiller” olarak nitelediği kesimler ise, bu ümmetçi söylemin dışında kalan
farklı kimlik ve düşüncelere sahip grupları ötekileştirmekte ve anayasal
vatandaşlıkta öngörülen çoğulcu ve kapsayıcı toplumsal yapıyı zedelemektedir.
Bu bağlamda, Erdoğan’ın dili, sadece dinsel bir çağrı değil aynı zamanda siyasal
bir iktidar stratejisi olarak da okunmalıdır. Bu strateji, laikliğin ve
anayasal hukukun sınırlarını zorlayan bir söylemsel hegemonya kurma girişimi
olarak değerlendirilmelidir. Sonuç itibarıyla, Erdoğan’ın ümmet vurgusuyla
şekillenen bu söylem Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik ve hukuk temelli
vatandaşlık tanımıyla çatışmakta hem toplumsal bütünlüğü hem de anayasal düzeni
tehdit eden bir gerilim alanı oluşturmaktadır. Bu durum, Türkiye’nin kimlik
siyaseti ve anayasal rejimi arasındaki dönüşen ilişkilerin göstergesi olarak
değerlendirilmelidir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi,
vatandaşlığı “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür”
ifadesiyle hukuksal ve siyasal bir bağ olarak tanımlar. Bu tanım, etnik, dinsel
veya kültürel kimliklerden bağımsız olarak, tüm vatandaşları eşit ve kapsayıcı
bir anayasal kimlik altında birleştirmeyi amaçlar. Böylece, anayasal
vatandaşlık ulus-devletin temelini oluşturan çağdaş, laik ve hukuksal bir ait
olma biçimidir. Buna karşılık, ümmet söylemi, özellikle Erdoğan’ın siyasal
dilinde öne çıkan bir unsur olarak dinsel ve tarihsel ortaklıklar temelinde bir
ait olma modeli sunar. Erdoğan’ın “Türkler, Kürtler, Araplar ittifak
yaptığımızda…” şeklindeki vurgusu, Türkiye’nin çok etnikli ve çok kültürlü
yapısının birlik içinde ele alınmasına dikkat çekerken aynı zamanda dinsel ve
tarihsel bir dayanışma çerçevesinde ümmet bilincini güçlendirmeyi amaçlar.
Bu bağlamda,
üç kimlik arasında kurulan bu ittifak çağrısı, anayasal vatandaşlık tanımıyla
hem çatışma hem de etkileşim alanı yaratır.
Çatışma
Boyutu: Anayasa’nın
vatandaşlık tanımı, hukuksal bağ ve eşitlik üzerine kuruluyken ümmet söylemi dinsel
ait olma ve tarihsel birliktelik üzerinden kimlik oluşturur. Bu durum,
özellikle etnik ve dinsel kimliklerin siyasal ve toplumsal temsilinde farklı
norm ve değerlerin öne çıkmasına neden olur. “Türk”, “Kürt” ve “Arap”
kimlikleriyle yapılan birlik vurgusu dinsel referanslar ışığında ümmet
kimliğiyle bütünleşirken laik ve eşitlikçi vatandaşlık modeliyle
örtüşmeyebilir. Bu da kimlikler arası hiyerarşi veya dışlama gizil gücünü
gündeme getirir.
Etkileşim
Boyutu: Erdoğan’ın
söylemi tarihsel ittifak ve dayanışma üzerinden farklı kimliklerin bir arada
yaşaması ve siyasal birlik oluşturması iletisi verir. Bu, toplumsal barış ve
dayanışma için umut vadeden bir söylem olarak okunabilir. Aynı zamanda, çok
kimlikli toplumda anayasal ait olma ile dinsel ve tarihsel kimliklerin iç içe
geçme biçimini temsil eder ve Türkiye’nin çok katmanlı kimlik yapısının siyasal
söyleme yansımasının bir örneğidir.
Toplumsal
ve Siyasal Sonuçlar: Ümmet
söylemi ve Türk-Kürt-Arap birlik vurgusu, toplumsal bütünlüğü güçlendirme gizil
gücüne sahip olmakla birlikte anayasal laiklik ve hukuksal eşitlik ilkeleri
açısından gerilimli bir alan yaratır. Söylemin dışlayıcı unsurları ve kimlikler
arası eşitsizlik algıları toplumsal kutuplaşmayı derinleştirebilir ve anayasal
düzenin sınırlarını zorlayabilir.
Sonuç
olarak, Türk-Kürt-Arap ittifakı vurgusunu da içeren ümmet söylemi ile Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın vatandaşlık tanımı Türkiye’nin çok kimlikli yapısında
hukuksal, toplumsal ve siyasal alanlarda karmaşık bir gerilim ve etkileşim
alanı yaratmaktadır. Bu durum, anayasal vatandaşlık, dinsel ait olma ve etnik
kimliklerin siyasal söylemde kesiştiği ve dönüştüğü kritik bir tartışma zemini
oluşturmaktadır.
“Sünni
İttifakı” Eleştirisi Bağlamında Ümmet Söylemi
Türk
siyasetinde Erdoğan’ın ve AKP’nin etrafında şekillenen birlik söylemi muhalefet
kanadından önemli eleştirilerle karşılaşmaktadır. CHP Grup Başkanvekili Özgür
Özel tarafından “Sünni ittifakı” olarak nitelendirilen bu söylem özellikle dinsel
ve mezhepsel kimliklerin siyasal ittifaklar üzerindeki belirleyici rolüne
dikkat çekmektedir. Özel’in bu tanımlaması, Erdoğan’ın tarihsel ve etnik
kimlikler temelinde sunduğu Türk-Kürt-Arap birlik çağrısının uygulamada Sünni
Müslüman çoğunluğu esas alan bir siyasal bloklaşmaya dönüştüğü eleştirisini
içermektedir. Bu bağlamda, “ümmet söylemi”nin anayasal çoğulculuk ve laiklik
ilkeleriyle uyumlu olmayan bir mezhepsel önceliklendirme içerdiği iddia
edilmektedir. “Sünni ittifakı” kavramı, Türkiye’deki toplumsal ve siyasal
yapının çok dinli ve çok mezhepli yapısına karşılık siyasal alanda Sünni
kimliğin hegemonik bir konuma yükseltilmesi olarak yorumlanabilir. Bu durum,
Alevi, Hristiyan, Yahudi ve diğer dinsel azınlıkların siyasal açıdan
önemsizleştirilmesine ve dışlanmasına ortam hazırlayabilir. Eleştirel söylem
çözümlemesi bakış açısından bakıldığında bu söylem, toplumsal kimliklerin oluşturulmasında
ve siyasal meşruluk elde etmede dilin nasıl bir araç olarak kullanıldığını
göstermektedir. “Sünni ittifakı” eleştirisi dilsel stratejilerin hem toplumsal
kutuplaşmayı pekiştirdiği hem de belirli kimlikleri dışlayıcı bir söylemsel
hegemonya yarattığına işaret eder. Bu bağlamda, Özgür Özel’in tanımlaması
Türkiye’deki siyasal dil ve kimlik siyasalarının anayasal eşitlik ve laiklik
ilkeleriyle çatışan yönlerinin anlaşılmasında önemli bir kavramdır. Özgür
Özel’in “Sünni ittifakı” ifadesi Türkiye’de siyasal iktidarın temelini
oluşturan söylemin çoğunlukla Sünni Müslüman kimliği etrafında şekillendiği
eleştirisini yansıtır. Bu yaklaşım, Erdoğan’ın ve AKP’nin birlik çağrılarının uygulamada
dinsel bir çoğunluk ekseninde gerçekleştiğini ve diğer dinsel ve mezhepsel
grupları dışlayıcı bir yapı oluşturduğunu vurgular. Bu durum, Türkiye’nin çok
dinli ve çok mezhepli toplumsal yapısıyla çelişmekte ve anayasal olarak güvence
altına alınan eşit yurttaşlık ilkesini zayıflatmaktadır. Sünni kimliğinin siyasal
alanda hegemonik bir konuma yükseltilmesi toplumsal kutuplaşmayı
derinleştirebilir ve farklı inanç gruplarının dışlanmasına yol açabilir. Özgür
Özel’in bu eleştirisi, siyasal söylemin kimlik oluşturmada önemli bir rol
oynadığını, dilin ise toplumsal ayrışmaları pekiştirme veya azaltma gizil gücü
bulunduğunu ortaya koymaktadır. Sünni ittifakı olarak tanımlanan bu bloklaşma,
laiklik ve çoğulculuk ilkeleriyle çatışmakta ve Türkiye’de demokratik
bütünleşme sürecine yönelik bir risk olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle,
Erdoğan’ın ümmet söylemi ve Türk-Kürt-Arap birlik vurgusu bağlamında, “Sünni
ittifakı” eleştirisi, Türkiye’deki siyasal dilin çok boyutlu ve karmaşık
yapısını anlamak için önemli bir çözümleme aracıdır.
Erdoğan’ın
siyasal söyleminde sıkça yer bulan Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı
vurgusu, Türkiye’nin çok kimlikli toplumsal yapısını bir arada tutmayı
amaçlayan önemli bir siyasal strateji ve kimlik oluşturma aracıdır. Bu söylem,
farklı etnik gruplar arasındaki tarihsel dayanışmayı öne çıkararak, siyasal meşruluğunu
pekiştirmeye çalışmaktadır. Örneğin, Erdoğan, 2023 yılında yaptığı bir
konuşmada şu ifadeleri kullanmıştır: "Türkler, Kürtler, Araplar ittifak
yaptığımızda atlarımızın rüzgarı Çin denizine kadar serin esintiler yaydı.
Unutmayın atlarımızın şahlanışından coğrafyaya huzur yayıldı. Kılıçlarımızı
gerektiğinden kınından çıkarıp omuz omuza çarpıştık. Gerektiğinde kalemlerimizi
çıkardık." Bu sözler, tarihsel bir savaşım ve dayanışma sürecini betimlemekle
kalmayıp, farklı etnik kimliklerin ortak bir siyasal ve toplumsal gelecekte yan
yana durabileceği iletisini da güçlü biçimde vermektedir. Bu birlik çağrısı,
Erdoğan’ın diğer söylemlerinde de kendini gösterir. Örneğin, 2022 yılında Doğu
ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaptığı gezilerde sıkça Türk-Kürt
kardeşliğini vurgulayarak etnik kimlik farklılıklarının bir engel değil
zenginlik olduğu yönünde mesajlar vermiştir. Ayrıca, Arap topluluklarına
yönelik de benzer söylemlerle, bölgedeki toplumsal ve kültürel çeşitliliğin bir
arada var olabileceğine işaret etmiştir. Bununla birlikte, Erdoğan’ın bu çok
kimlikli birlik vurgusu sıklıkla dinsel referanslarla ve ümmet söylemiyle iç
içe geçmektedir. “Biz Türk milletinden, Hazreti Muhammed’in ümmetindeniz” gibi
ifadeler, siyasal söylemin dinsel boyutunu güçlendirmekte ve Türkiye’nin laik
ve çoğulcu anayasal yapısıyla bazı açılardan gerilim yaratmaktadır. Bu durum,
özellikle Alevi, Hristiyan ve diğer dinsel azınlıklar tarafından eleştirilmekte
ve bu grupların siyasal söylemde kendilerini dışlanmış görmelerine yol
açabilmektedir.
Siyasal
dildeki bu karmaşıklık, çok kimlikli Türkiye toplumunun gerçekliğini ve bu
gerçekliğe ilişkin söylemsel çabaları yansıtırken aynı zamanda laiklik,
yurttaşlık eşitliği ve çoğulculuk ilkeleri açısından duyarlı dengeler
gerektirmektedir. Erdoğan’ın söylemlerinde öne çıkan Türk-Kürt-Arap ittifakı,
tarihsel birlik ve siyasal dayanışma çağrısı olarak önemli bir umut kaynağı
olmakla birlikte bu birlik söyleminin kapsayıcılığını sorgulayan eleştiriler de
bulunmaktadır. Örneğin, Özel’in “Sünni ittifakı” eleştirisi, bu birlik
çağrısının uygulamada Sünni Müslüman çoğunluk etrafında şekillendiğini ve
farklı etnik ve mezhepsel grupların siyaseten dışlandığını öne sürmektedir. Bu
eleştiri, Erdoğan’ın söyleminin toplumsal gerçekliğe yansımasının ve siyasal
alandaki uygulamalarının da dikkatle incelenmesini gerektirir. Sonuç olarak,
Erdoğan’ın Türk, Kürt ve Arapların tarihsel ittifakı vurgusu, çok katmanlı
kimliklerin Türkiye’de siyasal söylemde temsil edilmesinde kritik bir rol
oynarken bu söylemin anayasal eşitlik ve laiklik ilkeleriyle nasıl uyumlu hale
getirileceği ve kapsayıcı bir toplumsal birlik oluşturup oluşturamayacağı
önemli bir araştırma konusudur.
Muhalefet
partileri, özellikle Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve temsilcileri Erdoğan’ın
Türk-Kürt-Arap birlik söylemine yönelik ciddi eleştiriler getirmektedir. Bu
eleştirilerin temelinde söz konusu birlik çağrısının uygulamada Sünni Müslüman
çoğunluk temelinde şekillenen ve diğer etnik-dinsel grupları dışlayan bir siyasal
bloklaşmaya dönüşmesi kaygısı yatmaktadır. Özgür Özel tarafından “Sünni
ittifakı” olarak tanımlanan bu eleştiri Erdoğan’ın söyleminin aslında
Türkiye’nin çok dinli ve çok mezhepli yapısını tam olarak kapsamadığını
savunur. Özellikle, Aleviler, Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer dinsel
azınlıkların bu ittifakın dışında bırakıldığı ve bu durumun ise toplumsal
kutuplaşmayı derinleştirdiği ifade edilmektedir. Muhalefet, bu söylemin
Türkiye’nin laiklik ve eşit yurttaşlık temelindeki anayasal değerleriyle
uyumsuz olduğunu vurgular. Ümmet ve dinsel referanslarla şekillenen bu dilin
çoğulcu demokrasi anlayışını zayıflattığı ve toplumsal barışa zarar verdiği
eleştirisi dile getirilir. Ayrıca, muhalefet bu söylemin kimlik siyasalarını
pekiştirerek dışlayıcı ve kapsayıcı olmayan bir siyasal dil ürettiğini savunur.
Bu durumun, siyasal meşruluk arayışında toplumsal ayrışmaları derinleştirme
riski taşıdığı belirtilir. Sonuç olarak, muhalefetin eleştirileri, Erdoğan’ın
birlik söyleminin toplumsal gerçekliği yansıtmadığı daha çok belirli bir dinsel
ve etnik çoğunluğun çıkarlarını gözeten dar bir bloklaşmaya hizmet ettiği
iddiasına dayanır. Bu bakış açısı, Türkiye’deki siyasal söylemin çok kimlikli
yapıya uygun, kapsayıcı ve anayasal değerlere bağlı olması gerektiği görüşünü
güçlendirir.
Şii ve
Alevi Kesimin Dışlanması Eleştirisi
Türkiye’de
Recep Tayyip Erdoğan’ın ve AKP’nin siyasal söyleminde öne çıkan “ümmet” ve
“Türk-Kürt-Arap birlikteliği” vurguları, genel olarak Sünni İslam ekseninde
şekillenmektedir. Bu durum, özellikle Şii ve Alevi kesimlerin siyasal ve
toplumsal söylemde yeterince temsil edilmediği ve dışlandığı yönündeki
eleştirileri beraberinde getirmektedir. Şii ve Alevi toplulukları, Türkiye’nin
çok mezhepli yapısında önemli yer tutmasına karşın, siyasal dilde ve kamuoyunda
çoğunlukla görünürlüklerinin sınırlı kaldığı gözlemlenmektedir. Ümmet söylemi
ve onun etrafında şekillenen siyasal ittifaklar çoğunlukla Sünni kimlik
referansları üzerine kurulduğu için, Alevi ve Şii kimliklerin bu söylem
içerisinde sınırlandığı ve kendilerini “üçlü birlik” vurgusunun dışında gördükleri
savlanmaktadır. Bu durum, Türkiye’deki mezhepsel çoğulculuk ve eşit yurttaşlık
ilkesiyle doğrudan çelişmektedir. Alevi ve Şii toplumlar, kendi kimliklerinin
siyasal temsil ve tanınma alanında yeterince yer bulamaması nedeniyle toplumsal
ve siyasal risklerinin arttığı bir ortamda bulunmaktadır.
Sonuç
olarak, Erdoğan’ın ve AKP’nin ümmet ve birlik söylemlerinin Şii ve Alevi
kesimleri dışlayıcı nitelik taşıması Türkiye’de demokratik çoğulculuk ve
toplumsal bütünleşme süreçlerine yönelik önemli bir eleştiri kaynağıdır. Bu
kesimlerin kapsayıcı bir şekilde siyasal söylem ve uygulamalarda temsil
edilmesi ülkenin toplumsal barış ve anayasal eşitlik hedefleri açısından kritik
bir gereklilik olarak değerlendirilmektedir.
Dışlayıcı
Kimlik Siyasalarının Anayasal İlkelerle Çatışması
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası, temel hak ve özgürlükler çerçevesinde eşitlik ve laiklik
ilkelerini güçlü biçimde vurgular. Anayasa’nın 10. maddesi, “Herkes dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gözetilmeksizin eşittir” hükmüyle tüm vatandaşların eşit işlem
görmesini güvence altına alır. Aynı şekilde laiklik ilkesi, devletin dinsel
referanslardan bağımsızlığını ve tüm inançlara eşit uzaklıkta olmasını zorunlu
kılar. Bu bağlamda, siyasal söylem ve uygulamalarda Şii, Alevi veya diğer dinsel
ve mezhepsel kesimlerin dışlanması Anayasa’nın eşitlik ve laiklik ilkeleriyle
doğrudan çelişmektedir. Böyle bir dışlayıcılık yalnızca hukuksal değil aynı
zamanda toplumsal barış ve demokratik çoğulculuk açısından da tehlikeli
sonuçlar doğurabilir. Dışlayıcı kimlik siyasaları anayasal vatandaşlık ilkesini
zayıflatır ve toplumda ait olma duygusunu zedeleyerek toplumsal kutuplaşma ve
ayrışmayı artırma riskini taşır. Bu durum, demokratik sistemin sağlıklı
işlemesini engeller ve hukukun üstünlüğü ilkesinin zarar görmesine yol
açabilir. Sonuç olarak, Türkiye’nin anayasal yapısı içinde tüm etnik, dinsel ve
mezhepsel grupların eşit ve özgür yurttaşlar olarak tanınması zorunludur.
Siyasal söylemin ve uygulamaların bu anayasal ilkelerle uyumlu olması,
demokratik kararlılık ve toplumsal bütünleşme için yaşamsal öneme sahiptir.
Anayasal
İlkeler ve Kimlik Temelli Dışlayıcılığın Hukuksal Çatışması
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası, eşitlik, laiklik ve yurttaşlık ilkeleri temelinde
toplumun tüm bireylerinin hak ve özgürlüklerini korumayı amaçlar. Bu anayasal
çerçevede, dinsel ve mezhepsel kimliklere dayalı dışlayıcı siyasal yaklaşımlar
hem hukuk sistemi hem de demokratik düzen açısından ciddi sorunlar yaratır.
Eşitlik
İlkesi (Anayasa Madde 10): Anayasa’nın 10. maddesi, “Herkes dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin
eşittir” hükmünü içerir. Bu madde, tüm vatandaşların devlet karşısında eşit
haklara sahip olduğunu, hiçbir şekilde dinsel veya mezhepsel ait olmaları
nedeniyle ayrımcılığa maruz kalamayacağını hükme bağlar. Şii ve Alevi gibi dinsel
azınlıkların dışlanması doğrudan bu eşitlik ilkesinin çiğnenmesi anlamına
gelir.
Laiklik
İlkesi (Anayasa Madde 2 ve Madde 24): Anayasa’nın 2. maddesi devletin laik olduğunu belirtirken,
24. maddesi ise herkesin vicdan, dinsel inanç ve kanaat hürriyetine sahip
olduğunu ve bu özgürlüklerin ancak başkalarının hak ve özgürlüklerine zarar
vermemek koşuluyla sınırlandırılabileceğini düzenler. Dinsel ait olmalara
dayalı dışlayıcı söylemler ve uygulamalar devletin laiklik ilkesine aykırı
olarak devletin tarafsızlık yükümlülüğünü zedeler.
Yurttaşlık
ve Temsil İlkesi: Türkiye’de
vatandaşlık, Anayasa’nın 66. maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile
bağlı olan herkes Türk’tür” şeklinde tanımlanır. Bu tanım, hukuksal bağın etnik
veya dinsel temellere göre ayrılmasını reddeder. Dolayısıyla, siyasal
söylemlerde belirli dinsel veya mezhepsel grupların dışlanması yurttaşlık
hakkının eşit kullanımıyla çelişir.
Demokratik
Çoğulculuk ve Toplumsal Barış: Anayasal ilkeler sadece bireysel hakları değil aynı zamanda
toplumsal barış ve demokratik çoğulculuğu da güvence altına alır. Kimlik
temelli dışlayıcılık bu hedeflere zarar verir, toplumsal kutuplaşmayı artırır
ve siyasal meşruluğu zayıflatır. Bu da hukukun üstünlüğü ve demokratik kararlılık
için tehdit oluşturur.
Sonuç olarak
belirtmek gerekirse, Türkiye’nin anayasal düzeni tüm vatandaşların eşit haklara
sahip olduğu ve dinsel ve mezhepsel kimliklerin ayrımcılık için kullanılmadığı
bir sistem öngörür. Erdoğan’ın siyasal söyleminde veya uygulamalarında Şii,
Alevi ve diğer dinsel azınlıkların dışlanması bu anayasal ilkelerle çelişir ve hukuksal
olarak kabul edilemez. Demokratik, laik ve eşitlikçi bir Türkiye için siyasal
dil ve siyasaların anayasal ilkelerle tam uyumlu olması zorunludur.
Ümmet
Söyleminin Laiklik İlkesi ve Çağdaş Hukuksal Vatandaşlık Anlayışı ile Çatışan
ya da Destekleyen Yönleri
Ümmet
kavramı, İslam dünyasında dinsel ait olma temelinde kurulan bir topluluk özlemini
ifade eder. Bu söylem, bireylerin ulus-devlet sınırlarını aşan bir inanç
topluluğunu yani İslam ümmetine mensup olduklarını vurgular. Buna karşılık, çağdaş
ulus-devletin temel yapı taşlarından biri olan hukuksal vatandaşlık, kişilerin dinsel,
etnik ya da mezhepsel ait olmalarından bağımsız olarak anayasal ve hukuksal
çerçevede eşit yurttaşlık statüsünü esas alır. Bu nedenle, ümmet söyleminin çağdaş
laik hukuk devletiyle ilişkisi çoğu zaman gerilimlidir ve bazen de araçsal ve
uyarlayıcı nitelikler taşır.
Laiklik
ilkesi, devletin dinsel kurumlardan ve dogmalardan bağımsız hareket etmesini,
tüm inanç gruplarına eşit mesafede durmasını ve dinsel kimliğin siyasal temsil
aracı haline getirilmemesini öngörür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş
ilkelerinden biri olarak laiklik yurttaşların kamusal alanda dinsel
kimlikleriyle değil hukuksal eşitlik temelinde tanınmasını güvence altına alır.
Bu bağlamda, ümmet söylemi kamusal ve siyasal alanda öncelikli bir dinsel
kimlik atfederek laiklik ilkesiyle doğrudan çelişme gizil gücü taşır.
Erdoğan’ın
söylemlerinde sıkça vurgulanan ümmet özlemi özellikle Türk, Kürt ve Arap
halklarının tarihsel dinsel birlikteliği üzerinden kurgulanmakta ve bu
birlikteliğin güncel siyasal amaçlara hizmet edebilecek bir “İslam kardeşliği”
çerçevesinde yeniden kurulması hedeflenmektedir. Bazı düşünürler tarafından “Yeni
Osmanlıcılık” olarak tanımlanan bu söylem her ne kadar bölgesel dayanışma ve
ortak geçmiş vurgusuyla olumlu bir dayanışma dili gibi görünse de Türkiye’deki
Alevi, Şii, gayrimüslim ve seküler yurttaşların temsil ve katılım düzeylerini
ikincilleştirme riskini taşımaktadır.
Çağdaş hukuksal
vatandaşlık anlayışı etnik ya da dinsel kimliklere referans vermeksizin tüm
bireylerin hak ve yükümlülük bakımından eşit kabul edilmesini esas alır. Bu
bağlamda, ümmet söylemi çoğu zaman bu eşitlik ilkesini aşındıran bir araç
olarak kullanılır. Çünkü ümmet vurgusu vatandaşlar arasında dinsel bir
hiyerarşi yaratabilir ve “ümmetin mensupları” ile “ümmete dahil olmayanlar”
şeklinde bir ayrım doğurabilir. Bu durum, Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan
eşitlik ilkesi ile de çelişmektedir.
Bununla
birlikte, bazı siyasal aktörler ümmet kavramını sadece dinsel değil kültürel ve
tarihsel bir birliktelik olarak sunarak laiklik ilkesine ters düşmediğini
savunabilir. Ancak bu tür bir yorum da uygulamada laiklik ilkesinin evrensel
yorumu olan inançların bireysel bir alan olarak sınırlandırılmasını yeterince
karşılamamaktadır. Bu nedenle ümmet söylemi kamusal alanın din temelli
biçimlendirilmesi anlamında laiklik ve çağdaş vatandaşlık anlayışıyla temel bir
çatışma içindedir.
Siyasal
Söylemde Kullanılan Dinsel Referanslar ve Kimlik Vurgularının Türkiye’deki
Toplumsal Birlik ve Dışlayıcılık Dinamiklerine Etkisi
Türkiye’de
siyasal söylemin temel bileşenlerinden biri durumuna gelen dinsel referanslar
ve kimlik temelli vurgular toplumsal birlik ve beraberliği şekillendirme gücüne
sahip olduğu kadar dışlayıcı uygulamalara da ortam hazırlayabilmektedir.
Özellikle iktidar söyleminde sıkça başvurulan "ümmet", "İslam
kardeşliği" ve "din kardeşliği" gibi kavramlar, ortak bir dinsel
kimlik etrafında toplumsal bütünlük oluşturma amacını taşırken bu çerçevede
tanımlanmayan veya tanınmayan kimliklerin dışlanmasına neden olabilmektedir. AKP
liderliği, özellikle Erdoğan’ın konuşmalarında sıklıkla görüldüğü üzere, Türk,
Kürt ve Arap halklarını tarihsel bir "ümmet kardeşliği" anlatısı
etrafında birleştirmeye çalışmaktadır. Bu söylem, bölgesel düzeyde bir Sünni
eksen özleminde de örtüşmekte ve Türkiye’nin dış siyasasında mezhep temelli bir
yönelime meşruluk kazandırma işlevi görmektedir. Bu bağlamda, Erdoğan’ın
çeşitli konuşmalarında kullandığı “Türk, Kürt ve Arap kardeştir” ifadesi bir
yandan etnik farklılıkları İslami bir üst kimlik altında bütünleştirme
çabasıdır ve diğer yandan, bu birliktelik anlayışının dışında kalan Şii, Alevi
veya seküler kimliklerin görünmez kılınması ya da sistemli biçimde dışlanması
riskini beraberinde taşımaktadır. Muhalefet cephesinden gelen eleştiriler bu
duruma özellikle dikkat çekmektedir. Özel’in kamuoyuna yansıyan
değerlendirmelerinde söz konusu yaklaşım “Sünni İttifakı” olarak
nitelendirilmiş ve bunun Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasal temelleriyle
özellikle laiklik ilkesiyle açık bir çelişki içinde olduğu vurgulanmıştır. Bu
eleştiriler, siyasal söylemde dinsel referanslara ağırlık verilmesinin yalnızca
dinsel çoğunluğa değil aynı zamanda mezhepsel ve dinsel azınlıklara yönelik bir
dışlayıcılık üretebildiğine işaret etmektedir. Özetle, siyasal söylemde dinsel
referansların ve ümmetçi kimlik vurgularının kullanımı, toplumda belirli bir
"biz" kimliğini pekiştirerek birlik duygusu yaratabilirken bu kimliğe
sahip olmayan kesimler açısından ait olma krizlerine, dışlanma duygusuna ve
anayasal eşitliğin çiğnenmesine yol açabilmektedir. Bu durum, toplumsal barış
ve demokratik bütünleşme açısından ciddi riskler barındırmaktadır. Bu bağlamda,
siyasal aktörlerin söylemlerinde çoğulcu, kapsayıcı ve anayasal vatandaşlık
ilkesine uygun bir dil benimsemeleri Türkiye’nin çok kimlikli yapısına daha
uygun ve sürdürülebilir bir birlik anlayışının oluşturulması açısından kritik
önemdedir.
Erdoğan’ın
söylemi bağlamında Türkiye’de anayasal düzen ve toplumsal bütünlük üzerindeki
olası etkiler nelerdir?
Erdoğan’ın
siyasal söyleminde giderek belirginleşen ümmet vurgusu, dinsel referanslarla
şekillenen kimlik temsilleri ve özellikle “Türk-Kürt-Arap kardeşliği” söylemi,
Türkiye Cumhuriyeti’nin laik ve ulus-devlet temelli anayasal düzeniyle çok
boyutlu bir gerilim alanı oluşturmaktadır. Bu söylem, bir yandan toplumsal
dayanışma, ortak inançlar ve tarihsel birliktelik üzerinden bir kapsayıcılık
iddiası taşırken, diğer yandan anayasal vatandaşlık ilkesiyle tanımlanmış olan
eşit yurttaşlık anlayışını gölgede bırakabilecek gizil güç bir dışlayıcılığa da
ortam hazırlamaktadır.
Anayasal
Düzene Etkisi: Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın 66. maddesi, vatandaşlığı “Türk” kavramı üzerinden
tanımlar ve herhangi bir etnik ya da dinsel ait olma farkı gözetmeden tüm
vatandaşları bu çatı altında eşit kabul eder. Bu bağlamda “ümmet” söylemi, dinsel
temelli bir ait olmaya öncelik verdiği ve yurttaşlığı inanç eksenli bir zemine
oturttuğu ölçüde anayasal düzene aykırılık taşıyabilir. Özellikle laiklik
ilkesi devletin tüm inançlar karşısında tarafsız kalmasını ve yurttaşların dinsel
ya da mezhebsel kimliklerine göre ayrıştırılmamasını öngörür. Bu ilkeden sapma,
anayasanın temel ilkeleriyle çelişme riskini barındırır.
Toplumsal
Bütünlüğe Etkisi: “Türk-Kürt-Arap
kardeşliği” söylemi, ilk bakışta etnik gruplar arası bir birliktelik çağrışımı
yaratsa da söylemin temelinde Sünni İslam inancına dayalı bir ortaklık vurgusu
yatmaktadır. Bu durum, Şii, Alevi, Hristiyan veya seküler kesimlerin dışlandığı
duygusunu doğurmakta ve toplumsal bütünlük açısından kırılganlık yaratmaktadır.
Nitekim Özel’in bu tür bir söylemi “Sünni ittifakı” olarak nitelemesi dışlayıcı
eğilimlere işaret etmektedir. Bu tür dışlayıcılık yurttaşlık hukukunun eşitlik
ilkesini zedeler ve toplumsal kutuplaşmayı derinleştirme riski taşır.
Siyasal
Amaç ve Strateji Bağlamında: Erdoğan’ın ümmet vurgulu söylemi sadece inanç temelli değil
aynı zamanda siyasal olarak da işlevseldir. Özellikle dış siyasada Suriye,
Gazze ve ümmet coğrafyasına yapılan göndermeler içerideki toplumsal destek oluşumuna
katkı sunarken aynı zamanda muhalefetin eleştirilerine karşı bir meşruluk zırhı
da oluşturmaktadır. Bu yaklaşım, dinsel kimliği politik bir ait olma aracına
dönüştürerek anayasal düzenin temel ilkeleriyle (laiklik, eşit yurttaşlık,
hukuk devleti) çelişen bir siyasal yapı doğurabilir.
Sonuç olarak
belirtmek gerekirse, Erdoğan’ın ümmet söylemi, anayasal düzen ve toplumsal
bütünlük bakımından hem kapsayıcı hem de dışlayıcı yönler taşıyan çelişkili bir
yapıya sahiptir. Dinsel referanslara dayalı bir siyasal kimlik oluşturma kısa
vadede siyasal bütünleşme sağlasa da uzun vadede anayasal ilkelerin aşınması ve
toplumsal barışın zedelenmesi riskini doğurabilir. Bu nedenle söz konusu
söylemin anayasal yurttaşlık ilkeleri ve laiklik ekseninde dikkatle çözümlenmesi
gerekmektedir.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bu çalışma,
Türkiye’de son yıllarda giderek daha belirgin duruma gelen ümmet temelli
siyasal söylemi anayasal yurttaşlık ve laiklik ilkeleri bağlamında eleştirel
söylem çözümlemesi (ESÇ) yöntemiyle değerlendirmiştir. Erdoğan’ın siyasal
söylemlerinde sıkça yer bulan “ümmet birliği”, “İslam kardeşliği” ve
“Türk-Kürt-Arap ittifakı” vurguları ilk bakışta kapsayıcı ve dayanışmacı bir
birlik çağrısı gibi görünmekle birlikte söylemin içeriği ve bağlamsal
konumlanışı dikkatle incelendiğinde bu çağrının aynı zamanda dışlayıcı, tekil
bir kimlik inşasına yöneldiği ve anayasal ilkelerle çeliştiği ve toplumsal
kutuplaşmayı derinleştirdiği sonucuna ulaşılmıştır.
Araştırma
bulguları göstermektedir ki Erdoğan’ın ümmetçi söylemi Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası’nın 66. maddesinde tanımlanan hukuksal ve eşit yurttaşlık anlayışıyla
açık bir gerilim içindedir. Yurttaşlığı dinsel kimlikler üzerinden tanımlamaya
eğilimli bu söylem anayasal düzeyde tarafsızlık ve eşitlik ilkelerini
zayıflatmakta ve laik devlet yapısının sınırlarını zorlayan bir meşruluk
oluşturulmasına yönelmektedir. Bu bağlamda, “biz” kimliğinin İslam ümmetine
mensup olmak temelinde kurulması, bu kimlik dışında kalan başta Aleviler,
Şiiler, seküler yurttaşlar ve gayrimüslim azınlıklar olmak üzere çeşitli
toplumsal kesimlerin sistemli biçimde dışlanmasına neden olmaktadır.
Çalışmada
uygulanan eleştirel söylem çözümlemesi yöntemi Erdoğan’ın söylemlerinin
yalnızca dilsel düzeyde değil aynı zamanda söylemin üretildiği siyasal bağlamda
ve toplumsal düzlemde de değerlendirilmesini olanaklı kılmıştır. Bu yöntem
sayesinde ümmet söyleminin yalnızca tarihsel bir çağrı değil aynı zamanda
güncel bir siyasal hegemonya kurma stratejisi olduğu açığa çıkarılmıştır.
Michel Foucault, Norman Fairclough, Teun van Dijk ve Chantal Mouffe gibi
kuramsal referanslar eşliğinde yapılan çözümlemede Erdoğan’ın ümmet söyleminin
agonistik demokratik alanı daralttığı ve bunun yerine antagonistik bir siyasal
kutuplaşmayı beslediği ortaya konmuştur.
Özellikle
“Sünni ittifakı” biçiminde kodlanan bu söylemin, mezhep temelli bir siyasal
kimlik üretimi yarattığı ve Türkiye'nin çok kimlikli ve çok inançlı toplumsal
yapısını yeterince yansıtmadığı değerlendirilmiştir. Bu durum, anayasa
tarafından güvence altına alınan laiklik ve eşitlik ilkelerinin çiğnenmesine
yol açmakta ve siyasal temsil ve yurttaşlık hakları bakımından bazı kesimlerin
görünmez kılınmasına ya da dikkate alınmamasına neden olmaktadır. Çalışmada
vurgulanan bir diğer önemli sonuç din temelli kimlik çağrılarının kısa vadede
siyasal seferberlik sağlasa da uzun vadede toplumsal barış, demokratik
çoğulculuk ve anayasal düzen açısından ciddi tehditler barındırdığıdır.
Bu bağlamda,
siyasal aktörlerin söylem üretiminde daha kapsayıcı, çoğulcu ve anayasal
vatandaşlık ilkesine dayalı bir dil kullanmaları hem demokratik siyasal
kültürün gelişimi hem de toplumsal bütünlüğün sağlanması açısından yaşamsal
önemdedir. Erdoğan’ın ümmet söylemi ise bu gerekliliklerin aksine hem siyasal
alanda meşruluk üretme aracı hem de ideolojik bir baskı kurma mekanizması
olarak işlev görmektedir.
Sonuç olarak
bu çalışma, Türkiye’de din temelli siyasal söylemin anayasal vatandaşlık ve
laiklik ilkeleriyle yaşadığı çelişkiyi görünür kılmakta ve bu çelişkinin
yalnızca hukuksal değil aynı zamanda toplumsal ve siyasal boyutlarıyla da
derinleştirici ve ayrıştırıcı etkiler yarattığını ortaya koymaktadır. Bu durum Türkiye’nin
gelecekteki demokratik yapısı, kimlikler arası ilişkiler ve anayasal düzenin
bütünlüğü açısından önemli bir risk alanı olarak değerlendirilmelidir.
KAYNAKÇA
Asad, T.
(2003). Formations of the secular: Christianity, Islam, modernity. Stanford
University Press.
Casanova, J.
(1994). Public religions in the modern world. University of Chicago Press.
Erdoğan, R.
T. (2023, Ekim 5). Milletimizden ve ümmetteniz [Konuşma metni]. T.C.
Cumhurbaşkanlığı Resmi Web Sitesi. https://www.tccb.gov.tr
Fairclough,
N. (1995). Critical discourse analysis: The critical study of language.
Longman.
Fairclough,
N. (2001). Language and power (2nd ed.). Pearson Education.
Habermas, J.
(1996). Between facts and norms: Contributions to a discourse theory of law and
democracy (W. Rehg, Trans.). MIT Press.
İnsel, A.
(2001). Laiklik: Türkiye için yeni bir yorum. Birikim, (145), 18–27.
Marshall, T.
H. (1950). Citizenship and social class. Cambridge University Press.
Mardin, Ş.
(1989). Din ve ideoloji. İletişim Yayınları.
Mouffe, C.
(2000). The democratic paradox. Verso.
Mouffe, C.
(2005). On the political. Routledge.
Özel, Ö.
(2023, Ekim 7). “Bu bir Sünni ittifakıdır” açıklaması [Basın açıklaması].
Cumhuriyet Gazetesi. https://www.cumhuriyet.com.tr
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası. (1982). T.C. Resmî Gazete, 2709 sayılı Anayasa. https://www.anayasa.gov.tr
Van Dijk, T.
A. (1998). Ideology: A multidisciplinary approach. Sage Publications.
Wodak, R.,
& Meyer, M. (Eds.). (2009). Methods of critical discourse analysis (2nd
ed.). Sage Publications.
Yılmaz, H.
(2002). Türkiye’de vatandaşlık ve kimlik. Doğu Batı, 5(20), 11–35.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder