Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

11 Temmuz 2025 Cuma

 

Demokrasinin Temel Ölçütleri Bağlamında Türkiye’de Demokratik Gerilemenin Yapısal Çözümlemesi

 

Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış

 

ÖZET

Bu çalışma, Türkiye'deki demokratik gerileme sürecini demokrasinin evrensel ölçütleri temelinde incelemektedir. Çalışmada hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, özgür ve adil seçimler, ifade ve basın özgürlüğü, sivil toplumun özerkliği ve temel hak ve özgürlükler gibi altı temel ölçüt üzerinden Türkiye’nin mevcut durumu değerlendirilmiştir. Yapılan içerik çözümlemesi Türkiye’de demokratik kurumların biçimsel varlığını korumakla birlikte işlevsel ve normatif düzeyde ciddi aşınmalar yaşandığını ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile kuvvetler ayrılığının zayıflaması, yargı bağımsızlığının yürütme etkisi altına girmesi, medya ve sivil toplumun baskı altına alınması gibi gelişmeler, Türkiye’yi seçimli otokrasi olarak tanımlanan rejim tipolojisine yaklaştırmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye’deki demokratik çözülme hem içsel hem de dışsal dinamiklerle beslenen çok boyutlu bir süreç olarak değerlendirilmiştir. Bu sürecin tersine çevrilmesi için öncelikli reform alanları vurgulanmış ve yapıcı müdahale önerileri sunulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Demokratik gerileme, seçimli otokrasi, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, ifade özgürlüğü, sivil toplum, Türkiye siyaseti

 

ABSTRACT

This study examines the democratic backsliding in Turkey through the lens of universally recognized criteria of democracy. It evaluates Turkey’s current status using six key indicators: rule of law, separation of powers, free and fair elections, freedom of expression and press, autonomy of civil society, and protection of fundamental rights. Content analysis reveals that while formal democratic institutions remain in place, there has been a significant erosion in their normative and functional dimensions. Developments such as the weakening of checks and balances under the Presidential Government System, the subordination of the judiciary to the executive, and increasing pressure on the media and civil society have shifted Turkey closer to the regime type known as electoral autocracy. In conclusion, Turkey’s democratic erosion is assessed as a multidimensional process driven by both internal and external dynamics. The study emphasizes urgent reform areas and proposes constructive interventions to reverse the trend.

Keywords: Democratic backsliding, electoral autocracy, rule of law, separation of powers, freedom of expression, civil society, Turkish politics


 

GİRİŞ

Son yıllarda küresel ölçekte artan otoriterleşme dalgası, demokrasilerin yalnızca seçimlerle sınırlı bir sistem olmadığını, aynı zamanda kurumsal, hukuksal ve siyasal normların korunmasına dayalı çok katmanlı bir rejim yapısı gerektirdiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Türkiye örneği, bu küresel eğilimin dikkat çekici ve öğretici örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. 2000’li yılların başında AB üyelik sürecinin de etkisiyle demokratikleşme yönünde önemli adımlar atan Türkiye aynı yüzyılın ikinci on yılından itibaren belirgin bir demokratik gerileme sürecine girmiştir. Bu çalışma, demokrasinin evrensel düzeyde kabul gören temel ölçütlerini esas alarak Türkiye’deki demokratik gerilemenin yapısal boyutlarını incelemeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede, serbest ve adil seçimler, hukukun üstünlüğü, ifade ve basın özgürlüğü, güçler ayrılığı, sivil toplumun özerkliği ve siyasal çoğulculuk gibi temel demokratik ölçütler esas alınmış ve her bir ölçütün Türkiye bağlamında mevcut durumu çözümlenmiştir. Amaç, demokrasinin yalnızca biçimsel yönleriyle değil, işlevsel ve normatif bileşenleriyle birlikte nasıl aşındırıldığına ilişkin bütüncül bir değerlendirme ortaya koymaktır.

Araştırmanın Amaçları ve Hedefleri

Bu çalışmanın temel amacı, Türkiye’de son yıllarda yaşanan demokratik gerileme sürecini, demokrasinin evrensel olarak kabul görmüş temel ölçütleri ışığında çözümlemektir. Demokrasi yalnızca seçimlerle sınırlı bir siyasal rejim değil, aynı zamanda hukukun üstünlüğü, özgürlükler, kurumsal denetim mekanizmaları ve çoğulculuk gibi bir dizi normatif değerin bütünleşik biçimde işlemesini gerektirir. Bu bağlamda, araştırmanın amacı, Türkiye'deki siyasal rejimin bu ölçütler çerçevesinde ne ölçüde demokratik bir nitelik taşıdığını değerlendirmek ve mevcut kırılma noktalarını görünür kılmaktır.

Bu temel amaca bağlı olarak, araştırmanın alt hedefleri şunlardır:

Demokrasinin temel ölçütlerini belirlemek: Yazında geniş kabul gören demokratik ölçünlar doğrultusunda kuramsal bir çerçeve oluşturmak.

Türkiye bağlamında mevcut durumu değerlendirmek: Her bir demokratik ölçüt bakımından Türkiye’deki siyasal ve kurumsal gelişmeleri irdelemek.

Demokratik gerilemenin yapısal nedenlerini ortaya koymak: Sadece güncel gelişmeler değil, bu gelişmelerin arkasındaki tarihsel, siyasal ve kurumsal etmenleri incelemek.

Ortak eğilimleri saptamak: Türkiye’deki demokratik gerilemenin, dünya genelinde gözlemlenen otoriterleşme dalgalarıyla nasıl kesiştiğini ve özgül yanlarını belirlemek.

Siyasa önerileri geliştirmek: Demokratikleşmenin yeniden kurulması için öncelikli reform alanlarını ve bu alandaki olası müdahale stratejilerini tartışmak.

Bu hedefler doğrultusunda, çalışma hem kuramsal hem de uygulamalı düzeyde bir çözümleme sunmayı ve akademik yazına katkıda bulunmayı hedeflemektedir.

Araştırma Soruları

Bu çalışma, Türkiye’deki demokratik gerileme sürecini anlamak ve açıklamak amacıyla aşağıdaki temel araştırma sorularına yanıt aramaktadır:

Demokrasinin evrensel ölçütleri nelerdir ve bu ölçütler Türkiye bağlamında nasıl tanımlanabilir? Bu soru, demokrasi kuramına ilişkin genel geçer kabul gören normatif çerçevenin belirlenmesini ve bu çerçevenin Türkiye özelinde nasıl işlediğinin sorgulanmasını amaçlamaktadır.

Türkiye’de demokrasinin temel bileşenleri olan hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükler, seçim güvenliği, medya özgürlüğü ve sivil toplumun işlevselliği ne düzeyde korunmaktadır? Bu soruyla amaçlanan, demokrasinin alt bileşenleri bakımından mevcut durumun ölçülebilir biçimde çözümlenmesidir.

Demokratik gerilemeye yol açan temel siyasal, kurumsal ve toplumsal dinamikler nelerdir? Bu soru, gerilemenin nedenlerini sadece sonuçlar üzerinden değil, aynı zamanda bu sonuçları doğuran nedenlerle birlikte ele almayı hedeflemektedir.

Türkiye’deki demokratik gerileme, küresel otoriterleşme dalgalarıyla ne ölçüde örtüşmekte ve hangi yönleriyle özgünleşmektedir? Bu soru, Türkiye deneyimini karşılaştırmalı siyaset bağlamında değerlendirmeye ve küresel eğilimlerle ilişkilendirmeye yöneliktir.

Demokratik erozyonu durdurmaya ve tersine çevirmeye yönelik hangi kurumsal ve siyasal reform önerileri geliştirilebilir? Bu son soru, çalışmanın normatif yönünü oluşturarak, geleceğe yönelik iyileştirici ve yapıcı bir bakış açısı sunmayı hedeflemektedir.

YÖNTEM

Bu çalışma, Türkiye’deki demokratik gerilemeyi, kuramsal-demokratik ölçütler temelinde çözümleyen nitel bir araştırmadır. Araştırma sürecinde, karşılaştırmalı siyaset bilimi yaklaşımı ile kavramsal çözümleme yöntemi birlikte kullanılmış ve belirlenen demokratik ölçütler doğrultusunda Türkiye’nin mevcut durumu sistemli olarak değerlendirilmiştir. Araştırmada öncelikle demokrasinin evrensel ölçütlerini saptamak amacıyla normatif kuramsal yazın taraması gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda Robert A. Dahl, Guillermo O’Donnell, Juan Linz, Larry Diamond ve Philippe C. Schmitter gibi önde gelen kuramcıların tanımları temel alınarak altı temel ölçüt belirlenmiştir:

Hukukun üstünlüğü

Güçler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmaları

Özgür ve adil seçimler

Temel hak ve özgürlükler

Medya ve ifade özgürlüğü

Sivil toplumun özerkliği ve katılımı

Bu ölçütler çerçevesinde, Türkiye’nin mevcut durumu, son dönemde yayımlanmış altı akademik çalışma üzerinden içerik çözümlemesine tabi tutulmuştur. Bu makaleler, Türkiye’deki demokratik gerilemeye ilişkin farklı kuramsal ve deneysel bakış açıları sunmaktadır. Metinler, ölçütler doğrultusunda sistem olarak kodlanmış ve ortak bulgular ile yapısal sapmalar saptanmıştır. Araştırma sürecinde ayrıca sentezleyici tablo yöntemi kullanılmış ve her bir ölçüt açısından Türkiye'nin durumu, yazının ortak temaları doğrultusunda karşılaştırmalı olarak değerlendirilmiştir. Bu tablo hem bulguların görselleştirilmesine hem de ortak sorunların ve çözüm önerilerinin yapılandırılmasına olanak tanımıştır. Bu yöntemsel yaklaşım sayesinde çalışma, yalnızca mevcut durumu saptamakla kalmayıp aynı zamanda Türkiye’deki demokratik çözülmenin dinamiklerini ortaya koymayı ve bu süreci tersine çevirebilecek stratejik müdahale alanlarını belirlemeyi amaçlamaktadır.

KURAMSAL ÇERÇEVE

Demokrasi ve Otoriterlik Kavramları

Demokrasi, halkın egemenliğine dayanan, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu ve seçimlerin özgür, adil ve yarışmacı biçimde gerçekleştiği bir siyasal rejim biçimi olarak tanımlanır (Dahl, 1971; Diamond, 1999). Bu yapının temelinde, siyasal katılımın sağlanması, çoğulculuk, sivil özgürlükler ve bağımsız yargı gibi kurumların işlevselliği yer alır. Otoriterlik ise, bu demokratik ölçünlerin sistemli biçimde geriletildiği, siyasal katılımın kısıtlandığı, temel özgürlüklerin engellendiği ve iktidarın belirli bir grup ya da liderin elinde yoğunlaştığı rejimleri tanımlar (Linz, 2000).

Seçimli Otokrasi (Electoral Autocracy)

Seçimli otokrasi kavramı, demokratik kurumların biçimsel olarak var olduğu ancak işlevsel olarak zayıflatıldığı, seçimlerin düzenli yapılmasına karşın adil ve özgürlükçü nitelik taşımadığı rejimleri ifade eder (Schedler, 2006). Bu rejimlerde muhalefet baskı altındadır, medya denetim altına alınmıştır ve hukukun üstünlüğü büyük ölçüde aşınmıştır. Türkiye, günümüzde bu tür bir rejim modeli olarak uluslararası demokrasi endekslerinde sınıflandırılmakta ve incelenmektedir (Freedom House, 2023; V-Dem, 2023).

Popülist Otoriterlik ve Demokratik Gerileme

Popülist otoriterlik, liderlerin halk desteğini milliyetçilik, ideolojik söylemler ve kutuplaştırıcı siyasalar aracılığıyla kurarak demokratik kurumları aşındırdığı bir süreçtir (Mudde ve Rovira Kaltwasser, 2017). Demokratik gerileme sadece kurumsal çözülme değil aynı zamanda siyasal kültür ve toplumsal yapıdaki dönüşümlere işaret eder (Bermeo, 2016).

Demokrasinin Evrensel Ölçütleri ve Çalışmanın Sınırlılıkları

Demokrasinin evrensel ölçütleri kapsamlıdır ve birçok farklı boyutu içerir. Dahl'ın “Çoğulcu Demokrasi” modeliyle başlayan ve günümüzde genişleyen demokratik ölçütler seçimlerin özgür ve adil olması, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, siyasal katılım, yargı bağımsızlığı, sivil toplumun işlevselliği gibi pek çok unsuru içerir (Dahl, 1971; Diamond, 1999; Coppedge vd., 2011). Ancak bu çalışma, inceleme kolaylığı ve odaklanılan makalelerin ortak temaları doğrultusunda, Türkiye’de demokratik gerilemenin en temel ve belirgin boyutlarını temsil eden sınırlı sayıda ölçüte yoğunlaşmıştır. Bu ölçütler, demokratik işleyişin sağlanması açısından kritik kabul edilen ve yazında sıkça vurgulanan unsurlar arasında seçilmiştir. Böylece çalışma hem kuramsal altyapıyı sağlamlaştırmak hem de Türkiye örneği üzerinden somut çözümlemeler geliştirmek amacıyla bu temel ölçütlere odaklanmaktadır.

Demokrasi Ölçütleri Tablosu

Çizelge 1

 

Temel ölçütler, kuramsal dayanaklar ve açıklama

Ölçüt

Kuramsal Kaynak

Açıklama

1. Hukukun Üstünlüğü

Dahl, O’Donnell, Diamond

Yasaların siyasal iktidarı da bağlaması; yargı bağımsızlığı, keyfiliğe karşı koruma.

2. Güçler Ayrılığı

Montesquieu, Linz, Schmitter

Yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız işlemesi, denge ve denetim mekanizması.

3. Özgür ve Adil Seçimler

Dahl, Levitsky ve Way, Bermeo

Seçimlerin eşit koşullarda, yarışmaya açık biçimde yapılması; seçim güvenliği.

4. Temel Hak ve Özgürlükler

Diamond, Schmitter, Rawls

İfade, örgütlenme, inanç ve özel yaşam özgürlüğünün anayasal ve uygulamada güvencede olması.

5. Medya ve İfade Özgürlüğü

O’Donnell, Norris, Freedom House

Medya çoğulculuğu, bağımsız gazetecilik ve hükümet baskısından arınmış kamuoyunun varlığı.

6. Sivil Toplumun Özerkliği

Putnam, Schmitter, Tilly

STK’ların ve toplumsal hareketlerin iktidardan bağımsız örgütlenebilmesi ve etkili olması.

 

TÜRKİYE’DE MEVCUT DURUMUN BETİMLENMESİ

Çizelge 2

 

Türkiye’de Demokrasi Ölçütleri ve Gerileme Göstergeleri

Demokratik Ölçüt

Mevcut Durum (Türkiye)

Gözlenen Sorunlar

Önerilen Çözüm Yolları

1. Serbest ve Adil Seçimler

Seçimler teknik olarak düzenli yapılmakta; ancak eşit yarışma koşulları ortadan kalkmıştır.

Medya erişimi dengesizliği, kamu kaynaklarının iktidar lehine kullanımı, YSK’nın tarafsızlığının tartışmalı hale gelmesi.

Seçim kurullarının bağımsızlaştırılması, siyasal finansmanın saydamlaştırılması, kamu medyasının özerkleştirilmesi.

2. Hukukun Üstünlüğü

Yargı, iktidarın etkisi altında bağımsızlığını büyük ölçüde yitirmiştir.

Yargıç ve savcı atamalarında yürütmenin etkisi, keyfi tutuklamalar, AYM ve AİHM kararlarının uygulanmaması.

Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yeniden yapılandırılması, AYM kararlarının bağlayıcılığına saygı, hukuk eğitiminin demokratik değerlerle uyumlu hale getirilmesi.

3. Kuvvetler Ayrılığı

Yasama, yürütmenin denetimi altına girmiştir; denetleme yetkileri işlevsizleşmiştir.

Cumhurbaşkanlığı sisteminde Meclis’in zayıflaması, denetim araçlarının etkisizleştirilmesi.

Parlamenter sistemin güçlendirilmesi, Meclis araştırma ve soruşturma mekanizmalarının işlerliğinin sağlanması.

4. Sivil Özgürlükler

İfade, basın ve toplanma özgürlükleri ciddi ölçüde kısıtlanmıştır.

Gazetecilere yönelik davalar, sosyal medyada ifade özgürlüğüne yönelik cezai yaptırımlar, barışçıl protestolara yönelik orantısız müdahaleler.

Basın özgürlüğü yasalarının evrensel ölçünlere uyarlanması, internet ve sosyal medya düzenlemelerinin demokratik ölçütlerle uyumlu hale getirilmesi.

5. Sivil Toplumun Özerkliği

STK’ların etkinlik alanları daraltılmış; bağımsız örgütlenmelere yönelik baskılar artmıştır.

Dernek kapatmaları, sivil aktörlerin kriminalize edilmesi, devletin "makbul STK" yaratma girişimleri.

Sivil toplum yasalarının demokratikleştirilmesi, örgütlenme özgürlüğünün anayasal güvence altına alınması, uluslararası iş birliklerinin kolaylaştırılması.

6. Hesap Verebilirlik ve Saydamlık

Kamu yönetimi hesap sorulamaz bir hale gelmiş, denetim mekanizmaları etkisizleşmiştir.

Sayıştay raporlarının kamuoyuyla paylaşılmaması, ihalelerde saydamlık eksikliği, yolsuzluk vakalarının soruşturulmaması.

Sayıştay ve TBMM denetiminin güçlendirilmesi, kamu harcamalarının bağımsız denetimi, yolsuzlukla mücadele için ulusal ve uluslararası iş birliği mekanizmaları.

 

YAZIN TARAMASI

Türkiye’de demokratik gerileme olgusu, sadece yerel değil küresel akademik ve siyasa tartışmalarında da yoğun şekilde ele alınmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası yazında demokrasi, otoriterleşme, popülizm ve seçimli otokrasi kavramları çerçevesinde Türkiye’ye ilişkin önemli çözümlemeler ve eleştiriler yer almaktadır. Aşağıda, alanda önde gelen yabancı akademisyenlerin Türkiye üzerine yaptığı temel katkılar, güncel makaleler, kitaplar ve raporlar özetlenmiştir.

Seçimli Otokrasi ve Demokratik Gerileme Bakış Açıları

Steven Levitsky ve Lucan Way (2010), “Competitive Authoritarianism” kavramı ile demokratik kurumların formel olarak var olduğu ancak uygulamada otoriter güçlerin egemen olduğu rejim tipolojisini tanımlamış ve Türkiye’yi bu çerçevede kritik bir örnek olarak göstermiştir. Levitsky ve Way’in çözümlemesi özellikle seçimlerin serbest ama adil olmaması, medya ve yargı bağımsızlığının zayıflaması konularına vurgu yapar. (Levitsky ve Way, 2010, Journal of Democracy)

Ekim Arbatlı ve Christopher J. Coyne (2020) ise Türkiye’deki demokratik gerilemeyi popülist otoriterleşme bağlamında değerlendirerek Erdoğan rejiminin ekonomik kriz ve dış siyasa dinamikleri ile otoriter eğilimleri nasıl pekiştirdiğini çözümlemişlerdir. (Arbatlı ve Coyne, 2020, Democratization)

Popülizm ve Otoriterlik

Cas Mudde ve Cristobal Rovira Kaltwasser (2017), popülizmin demokrasi üzerindeki etkilerini küresel bağlamda incelerken Türkiye’yi “popülist otoriterlik” modeli içinde ele almışlardır. Bu modelde, liderlerin demokratik kurumları kendi iktidarını güçlendirmek için manipüle ettiği vurgulanır. Mudde’nin çalışmaları Türkiye’deki medyanın denetimi, yargı bağımsızlığının azaltılması ve sivil toplum üzerindeki baskılar bağlamında önemli referans sağlar. (Mudde ve Kaltwasser, 2017, Populism: A Very Short Introduction, Oxford University Press)

Medya Özgürlüğü ve Bilgi Edinme Hakkı

Steven Hellman, Marc A. Jones ve Daniel Kaufmann (2003), “Seçmenlerin bilgiye erişimi” ve medyanın bağımsızlığı konusundaki çalışmaları ile demokratik işleyişin temel taşlarını belirlemişlerdir. Türkiye özelinde, Yasemin Çongar gibi akademisyenler ve Freedom House raporları, AKP iktidarı döneminde medyanın giderek hükümete yakın medya grupları tarafından ele geçirildiğini ve bunun demokratik denetim mekanizmalarını zayıflattığını göstermektedir. (Freedom House, 2023 Türkiye Raporu)

Hukuk Devleti ve Yargı Bağımsızlığı

Tom Ginsburg ve Tamir Moustafa (2008), yargı bağımsızlığının otoriterleşmenin önündeki en önemli engellerden biri olduğunu vurgulamışlardır. Türkiye’de 2010 referandumları ve sonrası yaşanan yapısal değişikliklerin yargı bağımsızlığını nasıl zayıflattığı, demokratik kurumsallığı bozduğu, Michael Merlingen ve Sibel Bozdoğan gibi araştırmacılarca ayrıntılı biçimde çözümlenmiştir. (Ginsburg ve Moustafa, 2008, Rule by Law).

Sivil Toplum ve Demokratik Direnç

Larry Diamond (2015), demokrasi çalışmalarında sivil toplumun önemine dikkat çekmiştir. Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarına yönelik artan kısıtlamalar, sokağa çıkma yasakları ve demokratik protesto haklarının kısıtlanması, Diamond’un demokratik direniş mekanizmalarının zayıflaması konusundaki çözümlemeleri ışığında ele alınabilir. (Diamond, 2015, Facing Up to the Democratic Recession)

Uluslararası Bakış açısı ve Politik İlişkiler

Ece Gürcan ve Mustafa Aydın (2019) Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkileri ve uluslararası arenadaki demokratik başarım düzeyini incelemişlerdir. AB ile görüşme süreçlerinin durması, Türkiye’nin uluslararası normlardan uzaklaşması ve bunun iç siyasaya etkileri ayrıntılandırılmıştır.

Ayrıca, Freedom House, The Economist Intelligence Unit ve Varieties of Democracy (V-Dem) gibi kurumların raporları Türkiye’nin demokratik endekslerdeki gerilemesini sayısal verilerle desteklemektedir. (The Economist Democracy Index, 2023)

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, yukarıdaki yazın, Türkiye’de demokratik gerilemenin karmaşık, çok boyutlu ve uluslararası akademik çevrelerde yaygın şekilde tartışılan bir süreç olduğunu göstermektedir. Popülist otoriterleşmeden hukuk devleti zayıflıklarına, medya özgürlüğü kısıtlamalarından sivil toplumun zayıflamasına kadar farklı alanlarda yaşanan dönüşümler, Türkiye’nin demokrasi profilini derinden etkilemiştir. Bu yazın, çalışmamızın kuramsal çerçevesine zenginlik katmakta ve Türkiye özelinde demokratik gerilemeyi daha bütüncül anlamamıza olanak sağlamaktadır.

Uluslararası Bakış Açısı: Türkiye-AB İlişkileri ve Demokratik Gerileme

Türkiye’nin demokratik gerileme sürecinin uluslararası bağlamda değerlendirilmesinde, Avrupa Birliği (AB) ile olan üyelik görüşme süreci ve ilişkileri belirleyici bir konumdadır. AB, uzun yıllardır Türkiye’nin demokratik ölçünlerini yükseltmek için bir destek mekanizması olarak görülmüştür. 2000’li yılların başında, Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları alanlarında kayda değer reformlar gerçekleşmiş ve AB ile ilişkiler bu olumlu gelişmelerle paralel ilerlemiştir. Ancak, 2010’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de demokratik kurumlarda yaşanan erozyon, hukukun üstünlüğü ve temel haklar alanındaki gerileme AB’nin Türkiye ile üyelik sürecinde giderek artan bir tedirginlik yaratmasına neden olmuştur. Bu durum, görüşme sürecinin askıya alınması noktasına gelmesine ve ilişkilerin derin bir krize girmesine yol açmıştır (European Commission, 2023). AB-Türkiye ilişkilerindeki bu donukluk, karşılıklı güvensizlik ve siyasal gerilim Türkiye’de demokratikleşme üzerinde olumsuz bir baskı unsuru olarak değerlendirilmekte, Türkiye’nin otoriterleşme eğilimlerini derinleştirdiği ve demokratik reform iradesini zayıflattığı yönünde eleştiriler vardır (Gürcan ve Aydın, 2019). Ayrıca, AB’nin demokrasi ölçünleri ve insan hakları konusundaki eleştirileri Türkiye’de içeride bir “egemenlik” ve “dış tehdit” söyleminin güçlenmesine yol açarak otoriter liderlik ve popülist siyasaların desteklenmesine zemin hazırlamıştır. Uluslararası demokrasi endekslerinde Türkiye’nin giderek gerilemesi ve AB üyelik sürecinin donukluğu, iki taraf arasında demokratikleşme konusunda sürdürülebilir bir ivme oluşturulamaması sonucunu doğurmuştur. Bu durum, Türkiye’nin demokratik kurumlarının güçlendirilmesi ve AB normlarıyla uyumlu reformların hayata geçirilmesi bakımından kritik bir engel oluşturmaktadır (The Economist Intelligence Unit, 2023). Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut koşulları Türkiye’de demokratik gerilemenin uluslararası bir parametreyle açıklanması açısından önemli bir boyut sunmakta aynı zamanda demokrasi reformlarının önündeki dış ve iç siyasal engellerin anlaşılmasına katkı sağlamaktadır.

Avrupa Birliği’nin, Türkiye ile üyelik görüşmelerini 2016 sonrası askıya alması, demokratik ölçünler ve hukukun üstünlüğü alanındaki olumsuz gelişmelerle yakından ilişkilidir. AB, Türkiye’de yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü ve temel haklar konusundaki gerileme, özellikle 2016 darbe girişimi sonrası uygulanan olağanüstü hal dönemi siyasaları ve sonrasındaki geniş çaplı siyasal tasfiyeler nedeniyle demokratik normlara uyumun ciddi şekilde zayıfladığını değerlendirmiştir (European Council, 2019). Görüşmelerin askıya alınması, Türkiye’de demokrasi alanında reform yapma yönündeki dış baskı ve özendirme mekanizmasının azalmasına neden olmuş ve bu durum demokratik gerilemenin hızlanmasına katkı sağlamıştır. AB’nin üyelik bakış açısının belirsizleşmesi içeride demokratik reform iradesini zayıflatırken iktidarın otoriterleşme eğilimlerini meşrulaştırıcı bir unsur durumuna gelmiştir (Kaya, 2021). Ayrıca, görüşmelerin durması, Türkiye-AB ilişkilerinde karşılıklı güvensizliği artırmış ve Türkiye’de “egemenlik” vurgusunun güçlenmesine yol açarak, demokratik normlara yönelik eleştirilerin içeride dış müdahale savlarıyla karşılanmasına ortam hazırlamıştır. Bu durum, demokratik gerilemenin iç siyasal meşruluğunu da zedelemiş ve otoriterleşme dinamiklerini güçlendirmiştir. Sonuç olarak, AB’nin Türkiye ile görüşmeleri askıya alma kararı, hem demokratik gerilemenin uluslararası bağlamda bir göstergesi olmuş, hem de demokratikleşme sürecinin önündeki dış siyasa kaynaklı engelleri görünür kılmıştır.

Avrupa Birliği’nin Türkiye ile üyelik görüşmelerini 2016 sonrasında fiilen askıya alması, Türkiye’deki demokratik gerileme sürecinin uluslararası yansımalarından biridir. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hal uygulamaları, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığının ciddi biçimde kısıtlanması, Türkiye’nin demokratik normlara uyum konusunda AB’nin temel beklentilerini karşılamaktan uzaklaştığını göstermiştir (European Council, 2019; European Commission, 2020). AB, görüşmelerin ilerlemesini demokratikleşme ölçünlerinin iyileştirilmesine koşullandırmış, ancak Türkiye’de hukuk devleti ve insan hakları alanındaki olumsuz gelişmeler nedeniyle ilerleme sağlanamamıştır (Kaya, 2021; Tocci, 2019). Bu bağlamda, AB Türkiye ilişkileri “stratejik belirsizlik” dönemi yaşamış ve üyelik bakış açısı giderek belirsizleşmiştir (Schimmelfennig, 2018). Görüşmelerin durması, Türkiye’de demokratik reform yapma isteğin zayıflatmış, dış siyasa alanındaki bu kopuş, içeride otoriterleşme eğilimlerini güçlendiren bir unsur olarak işlev görmüştür (Öniş, 2020). Ayrıca, AB’den gelen eleştiriler ve yaptırımlar, Türk hükümeti tarafından egemenlik haklarına yönelik dış müdahale savlarıyla karşılanmış ve bu da demokratik normlara uyum sürecini daha da zorlaştırmıştır (Çarkoğlu ve Kalaycıoğlu, 2019). Avrupa Parlamentosu’nun 2019 tarihli raporunda, Türkiye’deki demokratik ölçünlerin gerilemesinin üye ülkeler açısından kaygı verici olduğu ve üyelik görüşmelerinin sonlandırılması çağrısı yapılmıştır (European Parliament, 2019). Bu durum, Türkiye’nin hem uluslararası demokratik baskılara karşı direnç geliştirmesine hem de demokrasi normlarından uzaklaşmasına neden olmuştur (Gürsel, 2022). Sonuç olarak, AB’nin genişleme görüşmelerini askıya alması hem Türkiye’nin demokratik gerileme sürecinin önemli bir göstergesi hem de demokratik reformların önündeki dış siyasa kaynaklı engellerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu gelişme, Türkiye-AB ilişkilerinde güvensizlik ortamını derinleştirmiş ve demokratikleşme sürecinin hem iç hem de dış dinamiklerle zorlu bir evreye girmesine yol açmıştır.

ÇÖZÜMLEME

HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ (HUKUK DEVLETİ) İLKESİNİN AŞINMASI

Hukukun üstünlüğü, demokratik sistemlerin temel taşlarından biridir ve yasaların tüm vatandaşlar için eşit uygulanması ile bağımsız ve tarafsız yargı organlarının varlığına dayanır. Türkiye’de son yıllarda hukukun üstünlüğü ölçütünde önemli zayıflamalar yaşanmıştır. Özellikle 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK’lar) yoluyla birçok yargıç, savcı ve kamu görevlisi görevden alınmış ve bu durum yargı bağımsızlığını olumsuz etkilemiştir. Anayasa Mahkemesi gibi üst mahkemelerin bazı kararlarının uygulanmaması ve yargının siyasal iktidar etkisi altında kalması, hukuksal süreçlerin keyfi olarak şekillenmesine neden olmuştur. Örneğin, siyasal karşıtların yargı yoluyla sindirilmesi, cezaevlerindeki artış ve soruşturma süreçlerinin uzunluğu, hukukun üstünlüğünün Türkiye’de ciddi şekilde gerilediğini göstermektedir. Bu durum, vatandaşların adalet ve eşitlik algısını zedeleyerek demokratik meşruluğu zayıflatmakta ve rejimin otoriterleşme sürecini hızlandırmaktadır. Hukukun üstünlüğü, demokratik rejimlerin temel unsurlarından biri olup yasaların herkes için eşit şekilde uygulanması, bağımsız ve tarafsız yargının varlığı ve yasama, yürütme ile yargı organlarının birbirinden ayrı işleyişini kapsar. Türkiye’de hukukun üstünlüğü alanında son dönemde yaşanan gelişmeler, bu ölçütün ciddi biçimde zayıfladığına işaret etmektedir. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi boyunca çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK’lar), yargı bağımsızlığının önemli bir kısmının kaybedilmesine neden olmuştur. Bu kararnamelerle çok sayıda hakim, savcı ve kamu görevlisi meslekten uzaklaştırılmış, böylece yargı üzerindeki siyasal baskılar artmıştır. Anayasa Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin verdiği hak ihlali kararlarının uygulanmaması veya geciktirilmesi, hukukun üstünlüğüne olan güveni zedelemiştir. Somut olarak, siyasal muhaliflerin yargı yolu ile hedef alınması, özellikle HDP’ye yönelik kapatma davaları, milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklamalar hukuksal sürecin siyasallaştığını ve keyfi uygulamaların arttığını göstermektedir. Bu durum, yargının bağımsızlığını ve tarafsızlığını sorgulatmakta ve vatandaşların adalet arayışında mağdur olmalarına yol açmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamadaki isteksizliği uluslararası hukuk normlarına uyumda da gerileme olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm bu gelişmeler, hukukun üstünlüğünün sadece yasal bir kavram olmaktan çıkıp uygulamada zayıflatılması sonucu, demokratik meşruluğun ve toplumsal güvenin aşınmasına yol açmaktadır. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğü alanındaki erozyon, Türkiye’de demokratik gerilemenin en kritik göstergelerinden biri olarak değerlendirilmelidir. OHAL KHK’ları ile görevden almalar, siyasal parti kapatma davaları (özellikle HDP örneği), yargı bağımsızlığına yönelik müdahaleler (HSK yapısı, atamalar), Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmaması, tutuklama ve soruşturmalarda artış ve keyfi uygulamalar ve özel olarak tartışmalı davalar (Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, vs.) bu bağlamda değerlendirilmelidir.

Türkiye’de demokratik gerilemenin en çarpıcı boyutlarından biri hukukun üstünlüğü ilkesinin sistemli olarak zayıflatılması ve yargının siyasal iktidarın denetimine sokulmasıdır. Bu süreçte hem yasama hem yürütme erklerinin yargı üzerindeki etkisi belirginleşmiş ve özellikle bağımsız ve tarafsız yargı organları, muhalefeti bastırma aracı durumuna getirilmiştir. Bu gelişmeler, yalnızca hukuk devletinin değil, aynı zamanda bireysel hak ve özgürlüklerin de güvence altına alınmasını olanaksız kılmaktadır. Türkiye’de yargının siyasal araçsallaşmasının en görünür biçimlerinden biri gözaltı ve tutuklamaların cezaya dönüşmesi olmuştur. “Masumiyet karinesi” hiçe sayılara, özellikle karşıt siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri hakkında uzun süren tutuklulukları uygulamada cezalandırma yöntemine dönüşmüştür. Bu durum, hem Anayasa’da yer alan kişi özgürlüğü ve güvenliği ilkesine hem de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesine aykırıdır. Gezi davası kapsamında Osman Kavala’nın, herhangi bir somut suç unsuru olmaksızın yıllarca tutuklu kalması bu uygulamanın simgesel örneklerinden biridir. Aynı şekilde, Selahattin Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tahliye kararlarına karşın yargı organları tarafından siyasal gerekçelerle tutukluluğun sürdürülmesi Türkiye'nin uluslararası yükümlülüklerini ihlal ettiği gibi iç hukuk normlarının da çiğnendiğini göstermektedir. Can Atalay örneği, hukuk devleti ilkesinin ağır ihlallerinden biridir. Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından iki kez hak ihlali kararı verilmiş olmasına karşın Yargıtay’ın bu kararı tanımayarak Anayasa'yı ve AYM'yi yok sayması, anayasal düzenin temellerini sarsmıştır. Bu durum yalnızca bir yargı yetki uyuşmazlığı değil aynı zamanda anayasal denge-denetim mekanizmasının çöküşüdür. Atalay’ın milletvekili sıfatı gasp edilmiş, seçilme ve temsil hakkı açıkça ihlal edilmiştir. Bu gelişmeler, bazı hukukçuların tanımladığı biçimiyle bir “yargı darbesi” niteliği taşımaktadır. Yargı organlarının anayasal sınırların dışına çıkarak siyasal iktidarın amaçları doğrultusunda kararlar üretmesi hukuk devleti ilkesinin askıya alındığını göstermektedir. Figen Yüksekdağ hakkında verilen mahkumiyet kararlarının siyasal söylemler temelinde şekillenmesi ifade özgürlüğüyle bağdaşmayan yargı uygulamalarının örneğidir. Öte yandan, AYM ve AİHM kararlarına uyulmaması Türkiye’nin hem iç hukuk normlarını hem de tarafı olduğu uluslararası sözleşmeleri sistemli biçimde ihlal ettiğini göstermektedir. Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca AİHM kararlarının bağlayıcı olduğu açıkken bu kararların uygulanmaması hukuksal güvenlik ilkesini ortadan kaldırmakta ve yargıya olan toplumsal güveni sarsmaktadır. Sonuç olarak, hukuk devleti ilkesi, demokratik rejimin taşıyıcı sütunlarından biridir ve Türkiye’de bu sütunun çökertilmesi süreci çok sayıda somut olayla belgelenmiştir. Gözaltı ve tutuklamanın cezaya dönüşmesi, masumiyet karinesinin ihlali, seçilmiş temsilcilerin mahkeme kararlarıyla devre dışı bırakılması, anayasal ve uluslararası yargı kararlarının tanınmaması demokratik rejimin askıya alındığını ortaya koymaktadır.

Hukukun üstünlüğü, çağdaş demokrasilerin en temel taşıdır. Bu ilke yalnızca normatif düzeydeki yasal çerçevenin varlığıyla değil yargı organlarının bağımsızlığı, siyasal iktidarın hukukla sınırlanması, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması gibi kurumsal uygulamalarla anlam kazanır. Türkiye’de bu ölçütün ciddi biçimde aşındığı çeşitli iç ve dış gözlem raporlarıyla ve yargı uygulamalarıyla somut olarak ortaya konmuştur. Son yıllarda hukukun üstünlüğü ilkesinin en belirgin şekilde ihlal edildiği alanlardan biri, gözaltı ve tutuklama önlemlerinin cezaya dönüştürülmesi olmuştur. Anayasal ve uluslararası hukuk düzeninde yalnızca “istisnai” nitelikte uygulanması gereken bu önlemler Türkiye'de özellikle siyasal nitelikli davalarda yaygın ve süreklilik arz eden bir baskı aracına dönüşmüştür. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Gezi Parkı davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Osman Kavala’nın durumu olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kavala’nın derhal serbest bırakılması yönünde kesin karar vermiş ve Anayasa Mahkemesi de benzer doğrultuda hak ihlali saptaması yapmıştır. Ancak bu kararlar, yargı organları ve yürütme tarafından uygulanmamış ve Kavala’nın tutukluluğu devam ettirilerek yargı bağımsızlığı ilkesi zedelenmiştir. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ gibi Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) üst düzey siyasetçilerine yönelik uzun süreli tutukluluklar da benzer nitelik taşır. AİHM’in Demirtaş için verdiği serbest bırakma kararı da yine uygulanmamış buna karşılık yargı süreci iktidarın siyasal gündemine uygun biçimde şekillenmiştir. Aynı şekilde, milletvekili seçilmesine karşın tahliye edilmeyen ve milletvekilliği düşürülen Can Atalay olayı anayasa hükümlerinin ve Anayasa Mahkemesi kararlarının sistemli biçimde çiğnendiğini gösteren bir başka önemli örnektir. Bu örneklerde ortak olan nokta, masumiyet karinesinin sistemli biçimde ihlal edilmesidir. Tutuklama tedbirleri, yargı süreci öncesinde bir cezaya dönüşmekte ve siyasal muhalefet ve sivil toplum temsilcileri bu yolla bastırılmaktadır. Dahası, Anayasa Mahkemesi ve AİHM gibi denetim organlarının kararlarının açıkça tanınmaması Türkiye’de yargı sisteminin kendi anayasal sınırlarının dışına çıkmış olduğunu göstermektedir. Tüm bu gelişmeler, Türkiye'de “yargı darbesi” kavramıyla tanımlanabilecek bir olguya işaret etmektedir. Yargı, bağımsız bir erk olmaktan çıkarılarak yürütmenin bir uzantısına dönüştürülmekte ve karşıt aktörler yargı eliyle etkisizleştirilmektedir. Bu durum, sadece hukukun üstünlüğü ilkesini değil aynı zamanda demokrasinin işlerliğini de doğrudan tehdit etmektedir.

ERKLER AYRILIĞI İLKESİNİN AŞINMASI

Erkler ayrılığı, anayasal demokrasilerin temel ilkesidir. Yasama, yürütme ve yargı erklerinin birbirinden bağımsız olması ve birbirlerini denetleyebilmesi demokratik rejimin özünü oluşturur. Türkiye’de bu ilkenin sistemli biçimde aşındığı ve özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi sonrasında ciddi bir kurumsal bozulmaya uğradığı görülmektedir. Anayasa’nın 7. maddesi uyarınca yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir ve bu yetki devredilemez. Ancak 2017 Anayasa değişiklikleriyle birlikte Cumhurbaşkanına verilen kapsamlı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisi yasama organının görev alanına müdahale niteliği taşımaktadır. Bu durum, yürütme erkinin yasama yetkisini kullanır duruma gelmesine neden olmuş ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı bir yapı doğurmuştur. Meclis’in yürütmeyi denetleme yetkileri büyük ölçüde sınırlandırılmıştır. 2018 sonrası dönemde milletvekillerinin yazılı ve sözlü soru önergeleri iktidar tarafından çoğunlukla yanıtsız bırakılmış veya geçiştirici cevaplarla karşılanmıştır. Bakanların doğrudan Meclis'e karşı sorumlu olmamaları onların hesap verebilirliğini ortadan kaldırmıştır. Gensoru mekanizmasının anayasal sistemden çıkarılması, yürütme üzerinde parlamenter denetimi neredeyse tamamen etkisiz kılmıştır. Ayrıca iktidar bloğunun Meclis'teki sayısal üstünlüğü, yasama etkinliklerini çoğulcu tartışmadan yoksun, çoğunluk “istibdadı”na dayalı bir sürece dönüştürmüştür. Muhalefet partilerinin önerileri gündeme dahi alınmamakta ve komisyon çalışmaları iktidar partisinin iradesine endeksli biçimde işlemektedir. Bu durum Meclis’in hem temsil hem denetim işlevini zayıflatmış ve yasama organını, yürütmenin onay makamı durumuna getirmiştir. Sonuç olarak, Türkiye’de erkler ayrılığı ilkesi hem anayasal düzenlemeler hem de siyasal uygulamalar yoluyla büyük ölçüde işlevsizleştirilmiştir. Yasama ve yargı organlarının yürütmeye karşı bağımsızlığı ortadan kalkmış ve demokratik sistemin denge ve denetim mekanizmaları ciddi biçimde ortadan kaldırılmıştır.

Yargının Yürütmeye Bağımlı Hale Gelmesi

HSK üyelerinin çoğunluğu Cumhurbaşkanı ve TBMM tarafından atanmakta ve bu da yargının yürütmeden bağımsız olması gereken yapısını zedelemektedir. 2017 Anayasa değişikliği sonrası yargının tarafsızlığı ciddi biçimde tartışılır hale gelmiştir. AYM, Danıştay ve Yargıtay üyeliklerine yürütmeye yakın isimlerin atanması yargı bağımsızlığına zarar vermektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Etkisizleştirilmesi

Can Atalay kararında Yargıtay, AYM kararını tanımamış ve AYM üyeleri hakkında suç duyurusunda bulunmuştur. Bu durum, anayasal düzenin güvencesi olan AYM'nin otoritesini aşındırmaktadır. İktidara yakın medya ve siyasal söylemlerle AYM’nin sürekli hedef gösterilmesi kurumun meşruluğunu zedeleyen bir ortam yaratmaktadır.

Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri Yoluyla Yasama Yetkisinin Devri

Cumhurbaşkanının, TBMM’den bağımsız olarak kapsamlı düzenlemeler yapabilmesi, Anayasa’nın 7. maddesiyle çelişmektedir. Yasama yetkisi TBMM’ye ait olmasına karşın, pek çok alanda doğrudan Cumhurbaşkanı kararname çıkarabilmektedir. Bu durum, yasama organını işlevsizleştirmekte ve tek merkezli bir yürütme erkini güçlendirmektedir.

TBMM’nin Yürütmeyi Denetleme Yetkilerinin Zayıflatılması

Yeni sistemde TBMM’nin yürütmeyi düşürme ya da hesap sorma yolları ciddi biçimde sınırlanmıştır. Bakanların Meclis'e karşı siyasal sorumluluğu yoktur. Soru önergelerine ya hiç cevap verilmemekte ya da geçiştirilmektedir. Meclis araştırmaları iktidar çoğunluğu tarafından çoğunlukla reddedilmekte ve bu da denetim işlevini kısıtlamaktadır.

Basın ve Medyanın Yürütme Organı Tarafından Denetim Altında Tutulması

RTÜK’ün taraflı kararları, yürütmenin medyaya müdahale aracı haline gelmiştir. Kamu kaynaklarıyla finanse edilen TRT ve Anadolu Ajansı gibi kurumların hükümet yanlısı yayın siyasaları kamusal bilgilendirme işlevini zayıflatmakta ve yasama-yürütme-yargı dışında kalan dördüncü güç olarak tanımlanan medyanın bağımsızlığına zarar vermektedir.

OHAL KHK’ları ile Güçler Ayrılığına Kalıcı Zararlar Verilmesi

2016 sonrası Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde çıkarılan KHK’lar, yürütmenin yasama yetkisini üstlendiği dönemler olmuştur. Bu KHK’ların kalıcı etkileri halen sürmektedir. Örneğin, akademisyenlerin ihraçları, belediye başkanlarının görevden alınmaları gibi kararlar yargısal denetim olmaksızın devam ettirilmiştir.

Yandaş Hukukçuların Meslek Memurluğuna Alınmada Tercih Edilmesi: Kadrolaşma

Erkler ayrılığı ilkesinin bir diğer önemli boyutu yargının yürütme tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak denetim altına alınmasıdır. Türkiye’de özellikle 2010 referandumu ve 2017 anayasa değişikliği sonrasında, yargı bağımsızlığı ciddi biçimde erozyona uğramıştır. Bu süreçte Adalet Bakanlığı’nın yeni personel alımında uyguladığı kadrolaşma yürütmenin yargı üzerindeki belirleyici etkisini açık biçimde göstermektedir. Nitekim, Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan hakim ve savcı alımlarında liyakat yerine siyasal sadakatin esas alınması kamuoyunda geniş yankı uyandırmış ve iktidar partisi ile doğrudan ya da dolaylı bağı olan, partinin gençlik ya da kadın kollarında görev yapmış kişilerin sınav ve mülakat süreçlerinde kayırıldığı iddiaları gündeme gelmiştir. Dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın “Erdoğan’a 4.000 yeni hâkim ve savcı kazandırdık” şeklindeki açıklaması, bu sürecin doğrudan siyasal bir kadrolaşma stratejisi olarak yürütüldüğünü göstermektedir. Bu çerçevede, yürütmenin yargı organlarını denetim altına alma çabası sadece kurumsal yapıların dönüştürülmesiyle sınırlı kalmamış aynı zamanda yargı bürokrasisinin kadro yapısında da siyasal sadakat temelinde yeniden yapılandırma yoluna gidilmiştir. Bu durum, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmakla kalmamakta aynı zamanda hukukun üstünlüğü ilkesinin de ağır biçimde zedelenmesine neden olmaktadır. Bağımsız yargı yerine yürütmeye sadık bir yargı profili yaratılması kuvvetler ayrılığı ilkesinin özüyle çelişmektedir. Bozdağ, 2016 OHAL sürecine ilişkin açıklamalarında 4.131 hakimsavcı meslekten uzaklaştırıldığını ve 30004000 civarında stajyer hakimsavcı”nın bu boşalan yerlere alındığını belirtmiştir. Bu, yalnızca sayısal bir değişim değil ideal bir liyakat sistemi yerine siyasal gereksinimlere dayalı hızlı kadrolaşma anlamına gelmektedir. Ayrıca KHK’larla Adalet Bakanlığına 4.000 hakimsavcı kadrosu özgülenmiştir. Bu yeni kadrolar, genellikle siyasal çevreyle ilişkili avukatlar, partinin gençlik ve kadın kollarına mensup kişiler arasından seçilmiştir. Böylece yargı bürokrasisine siyasal bağlantılar dahil edilmiştir.

Yargı Bağımsızlığına ve Kuvvetler Ayrılığına Etkisi

Liyakat mekanizmasının zayıflaması: Kadroların siyasal bağlılık üzerinden dağıtılması yargı bürokrasisinde liyakat yerine ideolojik bağlılığı öne çıkarmıştır.

Yargı üzerindeki yürütme etkisi: Adalet Bakanlığı ile HSK aracılığıyla yargının doğrudan yürütmenin denetimine girmesi sağlanmıştır.

Bağımsız yargının erozyonu: Artan siyasal kadrolaşma hakim ve savcıların kararlarında tarafsızlık ve bağımsızlık algısının zayıflamasına neden olmaktadır.

Bu somut örnekler hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ölçütlerinde yaşanan çarpıcı bir çarpıklığı belgelemektedir. Yanıltıcı bir istatistik değil, sistemli bir liyakatsiz atama mekanizmasına işaret etmektedir.

"Bugüne kadar 4 bin yeni hâkim ve savcı aldık. Alımlarımızı liyakat esasına göre yaptık. Türkiye’de yargıya güvenin yeniden tesis edilmesi için önemli adımlar attık." Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Açılış Konuşması, Eylül 2022. Kaynak: TRT Haber, 5 Eylül 2022

“3 Haziran’da, 2 bini hukuk fakültesi mezunu ve 750’si avukat olmak üzere 2 750 hâkim ve savcı alınacağını” Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Al Jazeera Türk’e konuşurken.

Açıklamanın Bağlamsal ve Demokratik Anlamı

Liyakate Karşılık Siyasal Kadrolaşma: Bozdağ’ın belirttiği bu alım, FETÖ soruşturmaları sonucu boşalan kadroların hızlı şekilde doldurulduğunu göstermektedir. Ancak bu sürecin, özellikle iktidara yakın avukatlar ve parti kollarından adaylarla yürütülmüş olması, yargının bağımsızlığı açısından ciddi kaygılar doğurmuştur.

Yargının Siyasallaşması: Hakim ve savcı alımında yürütmenin belirleyici rolü yargı sürecinin yürütme etkisine açık hale gelmesi anlamına gelir. Bu durum, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bozulduğunu ve yürütme ile yargı arasındaki dengeyi zayıflattığını göstermektedir.

Liyakat İlkesi ve Demokratik Güven: Yargı sisteminin işlevsel ve güvenilir olması için liyakat temelinde kadrolaştırılması gerekir. Aksi halde, tarafsız kararların yerini siyasal bağlılıkla belirlenecek kararlar alabilir. Bu da hukukun üstünlüğüne doğrudan zarar verir ve toplumsal adalet algısını zedeler.

Bu alıntı ve çözümlemesi “Erkler Ayrılığı” ya da “Yargı Bağımsızlığı” gibi ölçütleri incelerken savlarımızı somut kanıtlarla desteklemek bakımından kritiktir.

Star: Adalet Bakanlığı 2.750 yeni hakim savcı alacak

Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, FETÖ bağlantısı nedeniyle meslekten uzaklaştırılan hakim savcıların yerine yenilerinin alındığını söyledi ve 3 Haziran'da 2 bini hukuk fakültesi mezunu, 750'si avukat olmak üzere toplam 2.750 yeni hakim ve savcı alımı yapılacağını açıkladı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, FETÖ bağlantısı nedeniyle meslekten uzaklaştırılan hakim ve savcıların yerine yenilerinin alındığını belirterek, 3 Haziran 2017 tarihinde hukuk fakültesi mezunu 2.000, avukat 750 olmak üzere toplam 2.750 yeni hakim ve savcı alımı yapılacağını açıklamıştır (Star, 2017).

Sonuç olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’de demokratik gerilemenin önemli göstergelerinden biri, erkler ayrılığı ilkesinin giderek zayıflamasıdır. Yasama, yürütme ve yargı arasındaki dengelerin bozulması, demokrasinin temel yapı taşlarından biri olan güçler ayrılığının aşınmasına yol açmaktadır. Özellikle yasama yetkisinin Cumhurbaşkanına devri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) yürütmeyi denetleme işlevini etkin biçimde yerine getirememesine neden olmuştur. Anayasa’nın 7. maddesi uyarınca yürütmenin yasama üzerindeki üstünlüğü, bakanların yazılı ve sözlü soru önergelerine yanıt vermemesi, gensoru mekanizmasının işlevsizleşmesi ve iktidar partisinin Meclis çoğunluğunu “çoğunluk istibdadı”na dönüştürmesi bu durumu somutlaştırmaktadır. Bu süreçte, yargı bağımsızlığına yönelik müdahaleler de artış göstermiştir. Yargı mensuplarının atama, terfi ve disiplin süreçlerinde siyasal etki ve müdahaleler yoğunlaşmış, Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan yeni hakim ve savcı alımlarında ise iktidar partisiyle yakınlığı bulunan kişilerin tercih edildiği gözlemlenmiştir.

ÖZGÜR VE ADİL SEÇİMLERİN AŞINMASI

Özgür ve adil seçimler, demokratik rejimlerin en temel yapı taşlarından biridir. Seçimlerin yalnızca düzenli aralıklarla yapılması yeterli değildir aynı zamanda saydam, eşit koşullarda, katılımcı ve denetlenebilir bir biçimde gerçekleşmesi gerekir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler bu temel ilkenin ciddi biçimde aşındırıldığını ve seçimlerin meşruluğuna gölge düşüren uygulamaların kurumsallaştığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda en çok tartışılan uygulamalardan biri, 16 Nisan 2017 referandumunda yaşanmıştır. Yüksek Seçim Kurulu (YSK) seçim günü oy kullanmanın sonlanmasına çok az bir süre kala aldığı bir kararla mühürsüz zarflarla kullanılan oyların geçerli sayılmasına karar vermiştir. Oysa seçimden önce kamuoyuna duyurulan düzenlemeler mühürsüz zarfların geçersiz olacağını öngörmekteydi. Bu keyfi karar oyların güvenilirliğine ilişkin ciddi şüpheler doğurmuş ve halkın bir bölümünde seçime olan inancı zedelemiştir. Bu örnek, seçim mevzuatının seçim günü siyasal baskılarla esnetilebileceğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Benzer şekilde, 2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasına YSK tarafından izin verilmesi anayasa hukukçuları ve muhalefet çevrelerince yoğun biçimde eleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 101. maddesi, Cumhurbaşkanı’nın en fazla iki dönem seçilebileceğini açıkça hükme bağlamaktadır. Ancak YSK, anayasa değişikliği sonrası “ilk dönem sayılacağı” yorumuyla Erdoğan’ın adaylığının önünü açmış ve anayasanın ruhuna aykırı bir içtihada imza atmıştır. Bu gelişme, yargı bağımsızlığının zedelenmesinin seçim sürecine doğrudan etkisini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Seçim güvenliği konusundaki eleştiriler yalnızca hukuksal tartışmalarla sınırlı değildir. Seçim bölgelerinin yeniden düzenlenmesi (gerrymandering) iktidar lehine nüfus dağılımı mühendisliğiyle sonuçlar üzerinde etkili olabilecek şekilde planlanmaktadır. Bunun yanı sıra, özellikle sayısal seçmen listeleri ve elektronik oy kullanımı süreçlerinde saydamlıktan uzak bir uygulama biçimleri yerleşmiştir. Muhalefet partilerinin, çift oy kullanımı, taşımalı seçmen uygulamaları, usulsüz seçmen kaydırmaları ve sayısal sistemlerin denetlenememesi konusundaki uyarılarına karşın seçim kurulları bu tür yaknmaları genellikle sonuçsuz bırakmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Nisan referandumu sonrasında söylediği “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesi seçim sonuçlarına yönelik itirazların anlamsızlaştırılmasını simgeleyen bir söylem olarak kamuoyuna yansımıştır. Bu söylem, iktidarın seçim sonrası meşruluk tartışmalarına karşı duyarsızlığını ve seçimin sonucunun halk iradesinden çok eylemli duruma dayandığına ilişkin bir algıyı beslemiştir. Bütün bu örnekler birlikte değerlendirildiğinde Türkiye'de seçimlerin hem biçimsel hem de içeriksel olarak adaletsizleştirildiği, seçim süreci boyunca devletin tarafsızlığının kaybolduğu ve iktidarın sistem mühendisliğiyle seçim sonuçlarını kendi lehine yönlendirme kapasitesini artırdığı görülmektedir. Böylece seçimler, demokratik hesap verebilirlik mekanizması olmaktan uzaklaşarak otoriter iktidarın meşruluk üretme aracına dönüşmektedir.

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILMASI: TÜRKİYE ÖRNEĞİ

Türkiye’de otoriterleşme süreci temel hak ve özgürlüklerin sistemli biçimde sınırlandırılması ve kısıtlanması üzerinden ilerlemiştir. Bu süreçte özellikle ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü, akademik özgürlük, mülkiyet hakkı, özel hayatın gizliliği ve kişisel özgürlükler gibi alanlarda ciddi aşınmalar gözlemlenmiştir. İfade özgürlüğü ve basın özgürlüğü en sert darbelere uğrayan alanlar arasında yer almaktadır. Hükümetin doğrudan ya da dolaylı ekonomik denetimi altına alınan medya organları aracılığıyla karşıt seslerin bastırılması, RTÜK ve Basın İlan Kurumu gibi kurumsal araçlarla cezalandırıcı siyasalar uygulanması, çok sayıda gazetecinin tutuklanması ve oto-sansürün yaygınlaşması özgür medya ortamını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) verilerine göre Türkiye tutuklu gazeteci sayısında yıllardır üst sıralarda yer almaktadır. Toplanma ve gösteri hakkı da sıklıkla sınırlandırılmıştır. 2013 Gezi Parkı protestoları sonrasında gösterilere yönelik müdahaleler artmış, barışçıl eylemler bile “kamu düzenine tehdit” gerekçesiyle yasaklanmış ya da sert biçimde bastırılmıştır. Valilikler ve kaymakamlıklar, anayasal haklara karşın uzun süreli eylem ve yürüyüş yasakları getirmiş ve emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımı yaygın duruma gelmiştir. Akademik özgürlükler, özellikle 2016 sonrası belirgin biçimde aşınmıştır. Barış Bildirisi'ne imza atan akademisyenlerin ihraç edilmesi, üniversitelerde kayyım rektör atamaları, öğretim elemanlarının açık tehditlere maruz kalması, yer değiştirmesi, sözleşmelerinin yapay gerekçelerle sonlandırılması, üniversitelerde yandaş bir öğretim üyesi kadrosu kurulması ve araştırma özgürlüğüne yönelik sınırlamalar yükseköğretim kurumlarını siyasetten arındırılmış bilgi üretim merkezleri olmaktan uzaklaştırmıştır. Siyasal haklar, özellikle Kürt yurttaşların temsili bakımından daralmıştır. Halkların Demokratik Partisi (HDP) üyesi milletvekilleri ve belediye başkanlarının dokunulmazlıklarının kaldırılması, tutuklanması ve görevden alınarak yerlerine kayyım atanması, seçmen iradesinin açık olarak çiğnenmesine işaret etmektedir. Bu uygulamalar, sadece bireysel değil kolektif siyasal hakların da çiğnenmesidir. Kişisel güvenlik ve özgürlük hakları özellikle Olağanüstü Hal döneminde çıkarılan KHK'lar aracılığıyla askıya alınmıştır. Keyfi gözaltı, uzun tutukluluk süreleri, delilsiz suçlamalar ve yargı süreçlerinde yaşanan adaletsizlikler, hukuk güvenliği ilkesini zedelemiş ve vatandaşların devlete duyduğu güven ciddi biçimde sarsılmıştır. İnternet ve sayısal haklar da büyük ölçüde baskılanmıştır. Sosyal medya platformlarına yönelik erişim engellemeleri, sayısal içeriklerin toplatılması ve bireylerin çevrimiçi paylaşımları nedeniyle cezalandırılması, sayısal ifade alanlarını da daraltmıştır. 2022 yılında çıkarılan “dezenformasyon yasası”, muğlak ifadeleriyle iktidarın eline geniş sansür yetkisi vermektedir. Sonuç olarak, Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, yalnızca bireysel yaşam alanlarını daraltmakla kalmamış aynı zamanda demokrasinin tüm yapısal dayanaklarını da aşındırmıştır. Bu hakların sistemli biçimde çiğnenmesi otoriterleşme sürecinin hem bir aracı hem de göstergesi olmuştur.

Temel Hak ve Özgürlüklerin Aşınması: Örnek Olaylar ve Değerlendirme

İfade Özgürlüğüne Müdahale: Gazetecilere Yönelik Tutuklamalar ve Baskılar

Türkiye, 2020’li yıllarda gazeteci tutuklamalarında dünyada ilk sıralarda yer almıştır. Özgürlük için Gazeteciler (RSF) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütlerinin raporlarında, çok sayıda gazetecinin terörle mücadele yasası, halkı kin ve düşmanlığa kışkırtma gibi geniş ve muğlak tanımlı maddelerle cezalandırıldığı belgelenmiştir. Örneğin, gazeteci Müyesser Yıldız ve Barış Pehlivan yaptıkları haberler gerekçe gösterilerek tutuklanmış ve kamuoyunda bu durum basın özgürlüğünün ağır şekilde ihlali olarak değerlendirilmiştir.

Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Özgürlüğünün Sınırlanması

Gezi Parkı olayları sonrası süreçte, barışçıl gösterilere katılan yurttaşlara yönelik kolluk kuvvetlerinin orantısız müdahaleleri ve sonrasında getirilen toplantı yasakları, bu özgürlüğün büyük ölçüde kısıtlandığını göstermiştir. İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik protestolar, Onur Yürüyüşü, Boğaziçi eylemleri gibi sivil itaatsizlik temelli gösteriler, Valiliklerce sistemli biçimde yasaklanmış ve sert müdahalelere uğramıştır.

Akademik Özgürlüklerin Sınırlandırılması: Boğaziçi Üniversitesi Örneği

2021 yılında Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör olarak atanan Melih Bulu'nun atanma biçimi akademik özerklik ilkesinin açık çiğnenmesi olarak değerlendirilmiştir. Öğretim üyeleri ve öğrencilerin tepkisiyle başlayan protestolara polis müdahalesi ve öğrencilere yönelik tutuklamalar düşünce ve örgütlenme özgürlüğü açısından ciddi bir gerilemeye işaret etmiştir.

Dernekler ve Sivil Toplum Üzerindeki Baskılar

Dernekler Kanunu'nda yapılan değişiklikle birlikte sivil toplum kuruluşlarına kayyım atanması ve etkinliklerinin İçişleri Bakanlığı iznine bağlanması örgütlenme özgürlüğüne doğrudan müdahale olarak yorumlanmıştır. Ayrıca LGBTİ+ derneklerine yönelik kapatma davaları ve sürekli denetim tehditleri ayrımcılık yasağının da çiğnenmesi olarak değerlendirilmiştir.

İnanç Özgürlüğü ve Alevilere Yönelik Ayrımcı Uygulamalar

Alevi yurttaşların ibadethanesi olan Cemevleri ibadethane statüsüne hala kavuşmamıştır. Bu durum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına karşın sürdürülmekte ve eşit yurttaşlık ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Zorunlu din dersi uygulamaları farklı inanç gruplarının taleplerinin karşılanmaması da bu özgürlüğün sınırlandığını göstermektedir.

Kadın Haklarının Geriye Gidişi: İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilme

2021 yılında Cumhurbaşkanı kararı ile Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi, kadınların yaşam hakkı ve şiddetten korunma hakkı açısından ağır bir geri adım olarak nitelendirilmiştir. Kadın örgütleri bu kararın kadın cinayetleri ve toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığın artmasına neden olacağını savunmuştur.

İnternet ve Sayısal Hakların Kısıtlanması

2022 yılında yürürlüğe giren ve kamuoyunda “Sansür Yasası” olarak adlandırılan 7418 sayılı Basın Yasası değişikliği ile “dezenformasyon” tanımı altında sosyal medya içeriklerine yönelik cezai yaptırımlar öngörülmüştür. Bu yasal düzenleme, internet ortamında ifade özgürlüğünün sınırlandırıldığı bir dönemin kurumsallaşması olarak eleştirilmiştir.

Bu sınırlı örnekler, yalnızca belirli olaylara odaklanmakla kalmamakta, aynı zamanda anayasal güvencelerin, uluslararası insan hakları belgeleriyle güvence altına alınmış hakların sistemli şekilde sınırlandığına işaret etmektedir. Temel hak ve özgürlüklerin bu denli aşınması Türkiye’deki demokratik gerilemenin temel göstergeleri arasında yer almaktadır.

MEDYA VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SIJNIRLANDIRILMASI

Demokratik rejimlerin temel sütunlarından biri olan ifade özgürlüğü Türkiye’de otoriterleşme süreciyle birlikte ciddi biçimde sınırlandırılmıştır. Medya kuruluşlarının büyük kısmının doğrudan hükümete yakın sermaye gruplarının denetimine geçmesiyle birlikte haber alma özgürlüğü zedelenmiş, eleştirel gazetecilik neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış ya da en az düzeye indirgenmiştir. Bu durum, yurttaşların farklı görüşlere erişim hakkını ortadan kaldırmakta ve toplumsal muhalefeti güçsüzleştirmektedir. 2016 sonrası ilan edilen Olağanüstü Hal döneminde yüzlerce medya organı kapatılmış, binlerce gazeteci işten çıkarılmış ve çok sayıda basın mensubu cezaevine konulmuştur. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) gibi kuruluşların raporlarına göre Türkiye, uzun yıllar boyunca dünyada en fazla gazeteciyi hapseden ülkeler arasında yer almıştır. RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu) gibi kurumlar, yayın organlarına yönelik cezalandırıcı kararlarıyla sansür mekanizmasının önemli bir ayağı durumuna gelmiştir. Eleştirel haber yapan televizyon kanalları yüksek para cezaları ve yayın durdurma kararlarıyla karşı karşıya kalmakta ve bu uygulamalar otosansürü yaygınlaştırmaktadır. Ayrıca sosyal medya da benzer baskılara maruz kalmaktadır. 2020 yılında çıkarılan “Sosyal Medya Yasası” ile birlikte, sosyal medya şirketlerine Türkiye’de temsilci bulundurma ve içerikleri kaldırma yükümlülüğü getirilmiş ve bu düzenleme sayısal mecralarda da ifade özgürlüğünü sınırlayan yeni bir araç olarak devreye sokulmuştur. Gazetecilere yönelik fiziksel saldırılar ve yargı tacizleri de ifade özgürlüğünü dolaylı olarak bastıran araçlar arasında sayılabilir. Karşıt gazeteciler ve yorumcular çoğu zaman “Cumhurbaşkanına hakaret” ya da “terör propagandası” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmakta ve bu süreçler aracılığıyla basın üzerinde sürekli bir tehdit ortamı oluşturulmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğü demokratik gerilemenin en çarpıcı göstergelerinden biri durumuna gelmiş ve tek sesli medya ortamı siyasal çoğulculuğun ve eleştirel düşüncenin kamusal alanda varlık göstermesini zorlaştırmıştır.

Medya ve İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması: Türkiye’de Somut Örnek Olaylar

Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması, otoriterleşme sürecinin en görünür boyutlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Bu süreç, yalnızca yasal düzenlemelerle değil aynı zamanda siyasal baskılar, ekonomik araçlar ve yargı müdahaleleri yoluyla da derinleştirilmiştir. Süreci açıklamak adına bazı örnek olaylar bu yapısal dönüşümü somutlaştırmaktadır.

Doğan Medya Grubu’nun Satışı (2018): Türkiye’nin en büyük ve etkili medya grubu olan Doğan Medya, 2018 yılında iktidara yakınlığıyla bilinen Demirören Grubu’na satılmıştır. Bu devir, Hürriyet, CNN Türk, Posta gibi etkili medya organlarının denetiminin hükümet yanlısı bir yapıya geçmesini sağlamış ve medyadaki çoğulculuğu büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu gelişme sonrasında CNN Türk ekranlarında muhalefet temsilcilerine çok daha az yer verilmeye başlanmış ve gazeteciler kitlesel biçimde işten çıkarılmıştır.

Ahmet Altan ve Osman Kavala Vakaları: Gazeteci ve yazar Ahmet Altan, 2016 darbe girişiminin ardından “darbe çağrışımı” yaptığı iddiasıyla tutuklanmış ve uzun süre cezaevinde kalmıştır. Altan’ın yargılanması, düşünce ve ifade özgürlüğünün cezai kovuşturmayla bastırılmasının tipik bir örneğidir. Benzer şekilde sivil toplum önderi Osman Kavala Gezi Parkı protestoları ve 15 Temmuz darbe girişimiyle ilişkilendirilerek tutuklanmış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına karşın serbest bırakılmamıştır. Kavala davası, ifade özgürlüğünün sivil toplumla kesiştiği noktada nasıl sınırlandığını göstermektedir.

RTÜK’ün Ceza Uygulamaları: Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), özellikle 2019 sonrasında Halk TV, Tele1 ve Sözcü TV gibi karşıt kanallara sistemli olarak yayın durdurma ve para cezaları vermiştir. Örneğin, 2020 yılında Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın bir programda dile getirdiği eleştiriler gerekçe gösterilerek kanala beş günlük yayın durdurma cezası verilmiştir. RTÜK’ün bu uygulamaları bağımsız yayıncılık üzerinde sistemli bir baskı aracına dönüşmüştür.

Sosyal Medya Yasası ve Sansür: 2020 yılında çıkarılan Sosyal Medya Yasası ile birlikte sayısal platformlar üzerinde sıkı denetim mekanizmaları kurulmuştur. Twitter (şimdiki X), Facebook ve YouTube gibi platformlara temsilci atama ve içerik kaldırma yükümlülüğü getirilmiştir. Bu yasal düzenlemenin ardından pek çok karşıt içerik sansürlenmiştir. Örneğin, gazeteci Erk Acarer'in yolsuzluk dosyalarına ilişkin tweetleri mahkeme kararlarıyla kaldırılmıştır. 2022 yılında kabul edilen yeni “Dezenformasyon Yasası” ile birlikte, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” gibi muğlak tanımların ceza tehdidi oluşturması sosyal medya kullanıcılarının otosansür uygulamasını yaygınlaştırmıştır.

Evrensel ve BirGün Gazetelerine İlan Yasağı: Basın İlan Kurumu, iktidarı eleştiren sol tandanslı gazetelere düzenli olarak resmi ilan ve reklam yasağı uygulamaktadır. Evrensel ve BirGün gazeteleri bu kapsamda uzun süre ilan alamamış ve bu durum söz konusu yayın organlarının ekonomik sürdürülebilirliğini doğrudan tehdit etmiştir. Bu uygulama, iktidarın ekonomik araçları kullanarak ifade özgürlüğünü dolaylı biçimde bastırmasının tipik örneklerinden biridir.

Gazeteci Saldırıları ve Ceza İstisnaları: Son yıllarda gazetecilere yönelik fiziksel saldırılar artış göstermiştir. Gazeteci Levent Gültekin 2021 yılında televizyon yayınına girmeden önce İstanbul’da bir grup tarafından saldırıya uğramış, faillerin bulunması konusunda ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Benzer şekilde gazeteci Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’a yönelik soruşturmalar gazetecilik etkinliklerinin suç gibi kabul edildiğini ve hukuk yoluyla caydırıcı bir baskı oluşturulduğunu göstermektedir.

SİVİL TOPLUMUN ÖZERKLİĞİ VE SİYASAL KATILIMI

Demokratik rejimlerin sağlıklı işleyişinde sivil toplum kuruluşları (STK’lar), yurttaş katılımının ve yöneten-yönetilen ilişkilerinin yeniden dengelenmesinde yaşamsal bir rol oynar. Ancak Türkiye’de otoriterleşme süreciyle birlikte sivil toplumun özerkliği giderek zayıflamış ve katılımcı mekanizmalar biçimsel düzeye indirgenmiştir. Devlet, sivil toplum alanını ya doğrudan denetim altına alarak ya da bağımsız aktörleri çeşitli yollarla etkisizleştirerek siyasal alan üzerindeki hegemonik gücünü pekiştirmektedir. 2000’li yılların başlarında Avrupa Birliği reform süreciyle birlikte ivme kazanan sivil toplum hareketleri özellikle Gezi Parkı protestoları sonrasında ciddi bir baskı ortamına girmiştir. Gezi sonrası iktidarın sivil topluma yönelik yaklaşımı, “milli ve yerli olmayan”, “dış mihraklarca fonlanan” yapıların suçlanması uygulamaları artmıştır. Bu söylem, hükümetin eleştirel STK’lara karşı güvenlikçi reflekslerle yaklaşmasını meşrulaştırmakta ve özerk sivil alanı daraltmaktadır. Özellikle insan hakları, çevre, kadın hakları, LGBTİ+ hakları ve kültürel kimlik temelli çalışan sivil toplum aktörleri denetimler, vergi soruşturmaları, yargı baskısı ve kamu fonlarından dışlanma gibi yollarla susturulmaya çalışılmıştır. Bunun yanı sıra, hükümete yakın vakıf ve derneklerin kamu kaynaklarıyla desteklenerek öne çıkarılması “sivil toplumun devletleştirilmesi” eğilimini gözler önüne sermektedir. Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), Ensar Vakfı ve TÜRGEV gibi yapılar bu sürecin tipik örnekleridir. Kamu kurumları ile kurdukları protokoller aracılığıyla gençlik, eğitim ve kültür siyasalarında belirleyici aktörler durumuna gelmişlerdir. Sivil toplumun siyasal karar alma süreçlerine katılımı ise yalnızca danışma düzeyinde kalmakta ve katılım genellikle yüzeysel ve simgesel olarak gerçekleşmektedir. Katılımcı mekanizmaların içi boşaltılmış, merkezi yönetim yerel katılımı sınırlandırmış, yerel yönetimlerin sivil toplumla kurduğu bağlar ise merkezi otoritenin gözetimi altına alınmıştır. Bu durum, yurttaşların kendilerini ifade etme ve karar alma süreçlerine etki etme yollarını tıkayarak, siyasal meşruluğun toplumsal tabana yayılmasını engellemektedir. Sonuç olarak, Türkiye’de sivil toplumun özerkliği ciddi bir şekilde aşındırılmış ve katılım süreçleri ise biçimsel kalıplara indirgenmiştir. Bu gelişme hem demokratik denetim mekanizmalarının hem de yurttaşlık bilincinin güçlenmesini engelleyen temel dinamiklerden biri olarak değerlendirilmektedir.

Sivil Toplumun Özerkliği, Katılımı ve Yerel Yönetimlerin Maruz Kaldığı Baskılar

Sivil toplumun özerkliği ve katılım kapasitesi demokratik sistemlerin temel yapı taşlarındandır. Toplumsal aktörlerin bağımsız biçimde örgütlenebilmesi, farklı taleplerin temsil edilebilmesi ve yurttaşların yönetime katılabilmesi yalnızca özgürlükçü bir hukuk düzeniyle değil aynı zamanda kurumsal çoğulculuğun işlerliğiyle de doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda yerel yönetimler hem sivil katılımın gelişmesi hem de yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesi açısından merkezi bir öneme sahiptir. Türkiye’de son dönemde sivil toplumun özerkliğini sınırlayan uygulamalar artarken bu durum yerel yönetimler düzeyinde çok daha görünür hale gelmiştir. Özellikle muhalefet partilerinin yönettiği belediyelere yönelik baskılar demokratik katılımı zayıflatmakta ve yönetsel çoğulculuğu ortadan kaldırmaya yönelmektedir. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) örnekleri yerel yönetimlerin özerkliğine yönelik farklı fakat birbirini tamamlayan iki biçimdeki müdahale stratejilerini ortaya koymaktadır. CHP’nin büyükşehir belediyeleri başta olmak üzere yönettiği yerel yönetimler hem merkezi iktidarın doğrudan müdahalesiyle ve hem de yönetsel ve mali araçlar yoluyla dolaylı olarak sınırlandırılmaktadır. Belediyelerin borçlanma yetkilerinin sınırlanması, merkezi idareden gelen payların keyfi biçimde kesilmesi, sosyal yardım izinlerinin İçişleri Bakanlığı onayına bağlanması ve kamu bankalarının kredi vermeyi reddetmesi gibi uygulamalar yerel özerkliğin askıya alınmasına neden olmaktadır. Bu araçlar, seçilmiş belediyelerin toplumla kurdukları doğrudan ilişki kurması zayıflatmakta ve merkeziyetçiliği yeniden kurulması amacına hizmet etmektedir. Buna karşılık DEM’in yönettiği belediyeler çok daha sert ve doğrudan müdahalelere maruz kalmaktadır. Seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması, haklarında hiçbir kesinleşmiş yargı kararı olmaksızın "terörle iltisak" iddiasıyla görevden el çektirilmeleri ve yerlerine kayyım atanması, yerel düzeyde demokratik temsilin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Bu durum yalnızca yerel özerkliği değil aynı zamanda seçme ve seçilme hakkını da çiğnemektedir. Görevden alma, göz altına alma, tutuklama ve kayyım uygulamaları sivil toplumun ve yerel halkın siyasal özne olma kapasitesini ortadan kaldıran bir araç durumuna gelmiştir. CHP ve DEM örnekleri, Türkiye’de farklı muhalefet biçimlerine karşı uygulanan baskı stratejilerinin çeşitliliğini ortaya koymaktadır. Bu baskılar, sadece partisel yarışmayı değil aynı zamanda yurttaşların siyasete katılımını, yerel düzeyde kendi yaşam alanlarını şekillendirme haklarını ve kamu hizmetlerine eşit erişimlerini de doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle sivil toplumun özerkliğini tartışmak yalnızca dernekler ya da vakıflar gibi yapılarla sınırlı kalmamalı ve yerel yönetimler ve onların kamusal temsi yeteneği de bu tartışmanın asli unsurları olarak ele alınmalıdır.

Sivil Toplumun Özerkliği, Katılım ve Yerel Yönetimler Üzerinden Kurumsal Dışlama

Türkiye'de otoriterleşmenin derinleşmesiyle birlikte sivil toplumun özerk alanı giderek daralmış, yurttaşların karar alma süreçlerine etkili biçimde katılımını sağlayacak demokratik kanallar sistemli biçimde zayıflatılmıştır. Bu bağlamda özellikle merkezi hükümetin karşıt yerel yönetimlere ve sivil toplum kuruluşlarına yönelik dışlayıcı, baskılayıcı ve kaynak kısıtlayıcı siyasaları dikkat çekmektedir. Özellikle 2019 yerel seçimlerinden sonra İstanbul ve Ankara gibi büyükşehir belediyelerinin muhalefet partilerine geçmesiyle birlikte merkezi yönetim bu belediyelerin hizmet sunma kapasitesini kısıtlamak üzere çeşitli araçlara başvurmuştur. Belediye meclis çoğunluklarının AKP ve MHP'de olması nedeniyle yürütme organı işlevsizleştirilmiş, yatırımlar ve karar alma süreçleri sürekli olarak engellenmiştir. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) sosyal yardım bütçeleri, öğrenci yurtları ve kültürel etkinlikleri gibi birçok etkinliği Sayıştay denetimleri veya İçişleri Bakanlığı soruşturmalarıyla hedef durumuna getirilmiştir. DEM Partili belediyelerde ise bu dışlama daha sert biçimde doğrudan kayyım atamaları yoluyla gerçekleşmiştir. 2019 yerel seçimlerinde kazanılan birçok belediyeye kısa süre içinde kayyım atanmış seçilmiş belediye başkanları görevden alınarak yerlerine valiler veya kaymakamlar geçirilmiştir. Bu uygulamalar yalnızca yerel demokrasiye değil halkın siyasal katılım hakkına da açık bir müdahale olarak değerlendirilmiştir. Kayyım atamaları, yerel yönetimlerin toplumsal taleplere duyarlılık gösterme kapasitesini ortadan kaldırarak sivil toplumun gelişimi ve toplumsal katılım kanallarını tıkamıştır. Ayrıca merkezi hükümetin fon ve kaynaklara erişimi denetim altına almasıyla, karşıt belediyeler projeleri için merkezi destek alamamakta ve yurttaş odaklı katılımcı projeler sürdürülebilirlikten yoksun hale gelmektedir. Katılımcı bütçeleme, mahalle forumları gibi uygulamalar yaygınlaştırılamamakta ve bu da hem yerel demokrasi hem de sivil toplumun gelişimi açısından ciddi bir gerilemeye işaret etmektedir. Sonuç olarak, Türkiye'de sivil toplumun özerkliği yalnızca dernekler, vakıflar ve meslek örgütleri üzerinden değil yerel yönetimlerin işlevselliği ve karar alma süreçlerine yurttaş katılımının engellenmesi yoluyla da aşındırılmaktadır. Bu durum, sadece kurumsal yapıların değil, demokratik kültürün de ciddi biçimde zayıfladığını göstermektedir.

Demokratik sistemlerin vazgeçilmez unsurlarından biri olan sivil toplum, yurttaşların devlet dışı alanlarda örgütlenerek kamu siyasalarını etkileme, yönetime katılma ve denetim mekanizmalarına katkıda bulunma olanağı sunar. Bu bağlamda, sivil toplumun özerkliği hem örgütlenme özgürlüğü hem de ifade, toplanma ve katılım haklarının güvence altında olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Ancak otoriterleşme eğilimi gösteren rejimlerde sivil toplumun özerkliği hedef alınmakta ve bu alan sistemli biçimde daraltılmakta ve baskı altına alınmaktadır. Türkiye özelinde son yıllarda, özellikle insan hakları, çevre, kadın hakları, ifade özgürlüğü, eğitim gibi alanlarda etkinlik gösteren sivil toplum örgütlerine yönelik baskıların arttığı gözlemlenmektedir. Dernekler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler, İçişleri Bakanlığı’na derneklerin yönetimini değiştirme ve etkinliklerini durdurma yetkisi verirken kayyım uygulamaları, özellikle HDP’nin seçildiği illerdeki yerel yönetimler üzerinden sivil toplumla yerel kamusal alan arasındaki bağı kopartmayı hedeflemiştir. Örneğin, 2019 yerel seçimlerinde Diyarbakır, Van ve Mardin gibi büyükşehir belediyelerini kazanan Halkların Demokratik Partisi (HDP, şimdiki DEM Parti) yönetimlerine kısa süre sonra İçişleri Bakanlığı kararıyla kayyım atanmıştır. Bu uygulama yalnızca seçme-seçilme hakkının zedelenmesine neden olmamış, aynı zamanda bu belediyelerle iş birliği yapan yerel STK’ların etkinliklerini de doğrudan etkilemiştir. Kayyımların yerel halkla ilişki kuran katılımcı yapıları lağvetmesi, yerel halkın taleplerinin merkezi iktidar tarafından belirlenen programlara tabi hale gelmesi, sivil toplumu işlevsizleştiren bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Benzer şekilde, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) yönettiği büyükşehir belediyelerinin sosyal yardım, kadın siyasaları, çevre duyarlılığı veya barınma krizine yönelik sivil toplumla birlikte geliştirdiği siyasalar da merkezi hükümetten gelen denetim baskısı, kaynak kısıtlamaları ve yasal müdahalelerle karşı karşıya kalmıştır. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri'nin öğrencilere yurt sağlama çabaları veya kadın sığınma evleri konusunda geliştirdikleri projeler merkezi hükümetin engellemeleri nedeniyle yeterli kaynak ve mevzuat desteği bulmakta zorlanmıştır. Sivil toplumun ve yerel yönetimlerin birlikte çalışabildiği ortamlar çoğulcu demokrasinin yaygınlaştırılması açısından son derece önemlidir. Ancak Türkiye’de son dönemde bu ilişkinin kısıtlandığı ve yerel düzeyde demokratik katılım kanallarının kapatıldığı görülmektedir. Özellikle kayyım uygulamaları, muhalif STK’lara yönelik soruşturmalar ve vakıf/dernek kapatma işlemleri, sivil toplumun özerkliğine doğrudan bir müdahale niteliği taşımaktadır.

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Bu çalışma, Türkiye'de son yıllarda yaşanan demokratik gerileme sürecini, demokrasinin evrensel ölçütleri temelinde çok boyutlu biçimde çözümlemeyi amaçlamıştır. Demokratik rejimlerin yalnızca seçimli yönetim biçimleri olmadığı aynı zamanda hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü, sivil toplumun özerkliği ve temel hakların güvencede olması gibi yapısal ve normatif ilkeleri içeren bir bütünlük arz ettiği vurgulanmıştır. Türkiye örneği, bu bütünlük içinde ele alındığında, demokratik standartlardan sistemli biçimde uzaklaşıldığını gösteren özgül ve örnekleyici bir olgu olarak öne çıkmaktadır.

Çalışmanın temel bulguları, Türkiye’de demokratik rejimin biçimsel yönlerinin korunmasına karşın işlevsel ve içeriksel boyutlarda ciddi bir aşınma yaşandığını ortaya koymuştur. Hukukun üstünlüğü alanında yargının bağımsızlığına yönelik müdahaleler, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının tanınmaması, siyasal içerikli davalarda yargının araçsallaştırılması demokratik hukuk devletinin temel direklerini zedelemiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi, Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile birlikte büyük ölçüde işlevsizleşmiş, yasama ve yargı yürütmenin etkisi altına girmiştir. Bu durum, demokratik denge ve denetim mekanizmalarının büyük ölçüde devre dışı kalmasına neden olmuştur.

Özgür ve adil seçimlerin yalnızca teknik düzenliliği değil, eşit koşullarda yarışma ilkesine uygunluk bakımından da değerlendirilmesi gerektiği çalışmada ayrıntılı biçimde gösterilmiştir. Yüksek Seçim Kurulu’nun tartışmalı kararları, seçim mühendisliği uygulamaları, kamu kaynaklarının iktidar lehine kullanımı ve medya dengesizliği, seçim süreçlerinin meşruluğunu gölgelemekte ve seçimin demokratik hesap verebilirlik işlevini ortadan kaldırmaktadır.

Temel hak ve özgürlükler alanında ifade, basın, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin sistemli biçimde sınırlandırılması Türkiye’nin demokratik normlardan uzaklaştığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Medya alanında iktidar yanlısı tekelleşme, RTÜK ve Basın İlan Kurumu gibi araçlarla uygulanan yapısal sansür ve gazetecilere yönelik yargı tacizleri ifade özgürlüğünü baskı altına almıştır. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik baskılar, kayyım atamaları, dernek kapatmaları ve sivil aktörlerin suç odağı olarak gösterilmesi yurttaş katılımının daralmasına ve demokratik denetimin zayıflamasına yol açmıştır.

Bütün bu gelişmeler, Türkiye’nin uluslararası demokrasi endekslerinde “seçimli otokrasi” ya da “melez rejim” olarak sınıflandırılmasına neden olmuş ve demokratik meşruluk krizini derinleştirmiştir. Avrupa Birliği ile yürütülen üyelik görüşmelerinin askıya alınması ve demokrasi ölçünlerinde gerilemeye ilişkin eleştirilerin içeride “dış müdahale” söylemleriyle karşılanması otoriterleşme sürecine dışsal bir meşruluk aracı işlevi görmektedir. Bu bağlamda, Türkiye örneği, küresel düzeyde gözlemlenen popülist otoriterleşme eğilimlerinin yerel bağlamda nasıl işlediğini anlamak açısından önemli bir laboratuvar niteliği taşımaktadır.

Sonuç olarak, Türkiye’de yaşanan demokratik gerileme, salt bir yönetsel değişim değil yapısal ve kurumsal bir çözülmeye işaret etmektedir. Demokrasi, yalnızca sandığa indirgenemeyecek kadar çok katmanlı bir rejim biçimidir ve bu katmanların bütüncül biçimde aşınması, demokrasiyi içerikten yoksun bir biçimselliğe indirgemektedir. Bu sürecin tersine çevrilebilmesi için hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı öncelikli olmak üzere seçim güvenliği, medya çoğulculuğu, sivil toplumun güçlendirilmesi ve siyasal katılımın genişletilmesi yönünde kapsamlı reformlara gereksinim vardır. Aksi halde, Türkiye’de demokrasi yalnızca anayasal bir sav olmaktan öteye geçemeyecek ve meşruluk zemini giderek daralan bir yönetim biçimi olarak kalacaktır.


KAYNAKÇA

 

Bermeo, N. (2016). On democratic backsliding. Journal of Democracy, 27(1), 5–19. https://doi.org/10.1353/jod.2016.0012

Çarkoğlu, A., ve Kalaycıoğlu, E. (2019). Fragile but Resilient: Turkish Democracy under the AKP. Turkish Studies, 20(1), 1–18.

Dahl, R. A. (1971). Polyarchy: Participation and Opposition. Yale University Press.

Diamond, L. (1999). Developing Democracy: Toward Consolidation. Johns Hopkins University Press.

Diamond, L. (2015). Facing up to the democratic recession. Journal of Democracy, 26(1), 141–155.

European Commission. (2023). Turkey 2023 Report. Brussels. https://ec.europa.eu

European Council. (2019). Council Conclusions on Enlargement and Stabilisation and Association Process – Turkey. Brussels.

European Parliament. (2019). Report on the 2018 Commission Report on Turkey. https://www.europarl.europa.eu

Freedom House. (2023). Freedom in the World 2023 – Turkey Report. https://freedomhouse.org/country/turkey/freedom-world/2023

Ginsburg, T., ve Moustafa, T. (Eds.). (2008). Rule by Law: The Politics of Courts in Authoritarian Regimes. Cambridge University Press.

Kaya, A. (2021). Authoritarianism and resistance in Turkey. In Turkish Studies, 22(2), 123–141.

Levitsky, S., ve Way, L. A. (2010). Competitive Authoritarianism: Hybrid Regimes after the Cold War. Cambridge University Press.

Mudde, C., ve Rovira Kaltwasser, C. (2017). Populism: A Very Short Introduction. Oxford University Press.

O’Donnell, G. (1994). Delegative democracy. Journal of Democracy, 5(1), 55–69.

Öniş, Z. (2020). Turkey’s new presidential regime and the struggle for democratic consolidation. South European Society and Politics, 25(2), 197–218.

Putnam, R. D. (1993). Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Italy. Princeton University Press.

Schedler, A. (2006). The Logic of Electoral Authoritarianism. Lynne Rienner Publishers.

V-Dem Institute. (2023). Democracy Report 2023: Defiance in the Face of Autocratization. University of Gothenburg. https://v-dem.net

Hiç yorum yok: