Demokrasinin Temel Ölçütleri
Bağlamında Türkiye’de Demokratik Gerilemenin Yapısal Çözümlemesi
Prof. Dr. Firuz
Demir Yaşamış
ÖZET
Bu çalışma,
Türkiye'deki demokratik gerileme sürecini demokrasinin evrensel ölçütleri
temelinde incelemektedir. Çalışmada hukukun üstünlüğü, güçler ayrılığı, özgür
ve adil seçimler, ifade ve basın özgürlüğü, sivil toplumun özerkliği ve temel
hak ve özgürlükler gibi altı temel ölçüt üzerinden Türkiye’nin mevcut durumu
değerlendirilmiştir. Yapılan içerik çözümlemesi Türkiye’de demokratik
kurumların biçimsel varlığını korumakla birlikte işlevsel ve normatif düzeyde
ciddi aşınmalar yaşandığını ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi
ile kuvvetler ayrılığının zayıflaması, yargı bağımsızlığının yürütme etkisi
altına girmesi, medya ve sivil toplumun baskı altına alınması gibi gelişmeler,
Türkiye’yi seçimli otokrasi olarak tanımlanan rejim tipolojisine
yaklaştırmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye’deki demokratik çözülme hem içsel hem
de dışsal dinamiklerle beslenen çok boyutlu bir süreç olarak
değerlendirilmiştir. Bu sürecin tersine çevrilmesi için öncelikli reform
alanları vurgulanmış ve yapıcı müdahale önerileri sunulmuştur.
Anahtar
Kelimeler: Demokratik
gerileme, seçimli otokrasi, hukukun üstünlüğü, erkler ayrılığı, ifade özgürlüğü,
sivil toplum, Türkiye siyaseti
ABSTRACT
This study examines the democratic backsliding in
Turkey through the lens of universally recognized criteria of democracy. It
evaluates Turkey’s current status using six key indicators: rule of law,
separation of powers, free and fair elections, freedom of expression and press,
autonomy of civil society, and protection of fundamental rights. Content
analysis reveals that while formal democratic institutions remain in place,
there has been a significant erosion in their normative and functional
dimensions. Developments such as the weakening of checks and balances under the
Presidential Government System, the subordination of the judiciary to the
executive, and increasing pressure on the media and civil society have shifted
Turkey closer to the regime type known as electoral autocracy. In conclusion,
Turkey’s democratic erosion is assessed as a multidimensional process driven by
both internal and external dynamics. The study emphasizes urgent reform areas
and proposes constructive interventions to reverse the trend.
Keywords: Democratic backsliding, electoral autocracy,
rule of law, separation of powers, freedom of expression, civil society,
Turkish politics
GİRİŞ
Son yıllarda
küresel ölçekte artan otoriterleşme dalgası, demokrasilerin yalnızca seçimlerle
sınırlı bir sistem olmadığını, aynı zamanda kurumsal, hukuksal ve siyasal
normların korunmasına dayalı çok katmanlı bir rejim yapısı gerektirdiğini bir
kez daha ortaya koymuştur. Türkiye örneği, bu küresel eğilimin dikkat çekici ve
öğretici örneklerinden biri olarak öne çıkmaktadır. 2000’li yılların başında AB
üyelik sürecinin de etkisiyle demokratikleşme yönünde önemli adımlar atan
Türkiye aynı yüzyılın ikinci on yılından itibaren belirgin bir demokratik
gerileme sürecine girmiştir. Bu çalışma, demokrasinin evrensel düzeyde kabul
gören temel ölçütlerini esas alarak Türkiye’deki demokratik gerilemenin yapısal
boyutlarını incelemeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede, serbest ve adil seçimler,
hukukun üstünlüğü, ifade ve basın özgürlüğü, güçler ayrılığı, sivil toplumun
özerkliği ve siyasal çoğulculuk gibi temel demokratik ölçütler esas alınmış ve
her bir ölçütün Türkiye bağlamında mevcut durumu çözümlenmiştir. Amaç,
demokrasinin yalnızca biçimsel yönleriyle değil, işlevsel ve normatif
bileşenleriyle birlikte nasıl aşındırıldığına ilişkin bütüncül bir
değerlendirme ortaya koymaktır.
Araştırmanın
Amaçları ve Hedefleri
Bu
çalışmanın temel amacı, Türkiye’de son yıllarda yaşanan demokratik gerileme
sürecini, demokrasinin evrensel olarak kabul görmüş temel ölçütleri ışığında çözümlemektir.
Demokrasi yalnızca seçimlerle sınırlı bir siyasal rejim değil, aynı zamanda
hukukun üstünlüğü, özgürlükler, kurumsal denetim mekanizmaları ve çoğulculuk
gibi bir dizi normatif değerin bütünleşik biçimde işlemesini gerektirir. Bu
bağlamda, araştırmanın amacı, Türkiye'deki siyasal rejimin bu ölçütler
çerçevesinde ne ölçüde demokratik bir nitelik taşıdığını değerlendirmek ve
mevcut kırılma noktalarını görünür kılmaktır.
Bu temel
amaca bağlı olarak, araştırmanın alt hedefleri şunlardır:
Demokrasinin temel ölçütlerini belirlemek: Yazında geniş kabul gören
demokratik ölçünlar doğrultusunda kuramsal bir çerçeve oluşturmak.
Türkiye bağlamında mevcut durumu değerlendirmek: Her bir demokratik ölçüt bakımından
Türkiye’deki siyasal ve kurumsal gelişmeleri irdelemek.
Demokratik gerilemenin yapısal nedenlerini ortaya koymak: Sadece güncel gelişmeler değil, bu
gelişmelerin arkasındaki tarihsel, siyasal ve kurumsal etmenleri incelemek.
Ortak eğilimleri saptamak: Türkiye’deki demokratik gerilemenin, dünya genelinde
gözlemlenen otoriterleşme dalgalarıyla nasıl kesiştiğini ve özgül yanlarını
belirlemek.
Siyasa önerileri geliştirmek: Demokratikleşmenin yeniden kurulması
için öncelikli reform alanlarını ve bu alandaki olası müdahale stratejilerini
tartışmak.
Bu hedefler
doğrultusunda, çalışma hem kuramsal hem de uygulamalı düzeyde bir çözümleme
sunmayı ve akademik yazına katkıda bulunmayı hedeflemektedir.
Araştırma
Soruları
Bu çalışma,
Türkiye’deki demokratik gerileme sürecini anlamak ve açıklamak amacıyla
aşağıdaki temel araştırma sorularına yanıt aramaktadır:
Demokrasinin evrensel ölçütleri nelerdir ve bu ölçütler
Türkiye bağlamında nasıl tanımlanabilir? Bu soru, demokrasi kuramına ilişkin
genel geçer kabul gören normatif çerçevenin belirlenmesini ve bu çerçevenin
Türkiye özelinde nasıl işlediğinin sorgulanmasını amaçlamaktadır.
Türkiye’de demokrasinin temel bileşenleri olan hukukun
üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, temel hak ve özgürlükler, seçim güvenliği, medya
özgürlüğü ve sivil toplumun işlevselliği ne düzeyde korunmaktadır? Bu soruyla
amaçlanan, demokrasinin alt bileşenleri bakımından mevcut durumun ölçülebilir
biçimde çözümlenmesidir.
Demokratik gerilemeye yol açan temel siyasal, kurumsal ve
toplumsal dinamikler nelerdir? Bu soru, gerilemenin nedenlerini sadece sonuçlar
üzerinden değil, aynı zamanda bu sonuçları doğuran nedenlerle birlikte ele
almayı hedeflemektedir.
Türkiye’deki demokratik gerileme, küresel otoriterleşme
dalgalarıyla ne ölçüde örtüşmekte ve hangi yönleriyle özgünleşmektedir? Bu
soru, Türkiye deneyimini karşılaştırmalı siyaset bağlamında değerlendirmeye ve
küresel eğilimlerle ilişkilendirmeye yöneliktir.
Demokratik erozyonu durdurmaya ve tersine çevirmeye yönelik
hangi kurumsal ve siyasal reform önerileri geliştirilebilir? Bu son soru,
çalışmanın normatif yönünü oluşturarak, geleceğe yönelik iyileştirici ve yapıcı
bir bakış açısı sunmayı hedeflemektedir.
YÖNTEM
Bu çalışma,
Türkiye’deki demokratik gerilemeyi, kuramsal-demokratik ölçütler temelinde
çözümleyen nitel bir araştırmadır. Araştırma sürecinde, karşılaştırmalı siyaset
bilimi yaklaşımı ile kavramsal çözümleme yöntemi birlikte kullanılmış ve
belirlenen demokratik ölçütler doğrultusunda Türkiye’nin mevcut durumu sistemli
olarak değerlendirilmiştir. Araştırmada öncelikle demokrasinin evrensel
ölçütlerini saptamak amacıyla normatif kuramsal yazın taraması
gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda Robert A. Dahl, Guillermo O’Donnell, Juan
Linz, Larry Diamond ve Philippe C. Schmitter gibi önde gelen kuramcıların
tanımları temel alınarak altı temel ölçüt belirlenmiştir:
Hukukun üstünlüğü
Güçler ayrılığı ve denge-denetim mekanizmaları
Özgür ve adil seçimler
Temel hak ve özgürlükler
Medya ve ifade özgürlüğü
Sivil toplumun özerkliği ve katılımı
Bu ölçütler
çerçevesinde, Türkiye’nin mevcut durumu, son dönemde yayımlanmış altı akademik
çalışma üzerinden içerik çözümlemesine tabi tutulmuştur. Bu makaleler,
Türkiye’deki demokratik gerilemeye ilişkin farklı kuramsal ve deneysel bakış
açıları sunmaktadır. Metinler, ölçütler doğrultusunda sistem olarak kodlanmış
ve ortak bulgular ile yapısal sapmalar saptanmıştır. Araştırma sürecinde ayrıca
sentezleyici tablo yöntemi kullanılmış ve her bir ölçüt açısından Türkiye'nin
durumu, yazının ortak temaları doğrultusunda karşılaştırmalı olarak
değerlendirilmiştir. Bu tablo hem bulguların görselleştirilmesine hem de ortak
sorunların ve çözüm önerilerinin yapılandırılmasına olanak tanımıştır. Bu
yöntemsel yaklaşım sayesinde çalışma, yalnızca mevcut durumu saptamakla
kalmayıp aynı zamanda Türkiye’deki demokratik çözülmenin dinamiklerini ortaya
koymayı ve bu süreci tersine çevirebilecek stratejik müdahale alanlarını
belirlemeyi amaçlamaktadır.
KURAMSAL
ÇERÇEVE
Demokrasi
ve Otoriterlik Kavramları
Demokrasi,
halkın egemenliğine dayanan, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına
alındığı, hukukun üstünlüğünün egemen olduğu ve seçimlerin özgür, adil ve yarışmacı
biçimde gerçekleştiği bir siyasal rejim biçimi olarak tanımlanır (Dahl, 1971;
Diamond, 1999). Bu yapının temelinde, siyasal katılımın sağlanması, çoğulculuk,
sivil özgürlükler ve bağımsız yargı gibi kurumların işlevselliği yer alır. Otoriterlik
ise, bu demokratik ölçünlerin sistemli biçimde geriletildiği, siyasal katılımın
kısıtlandığı, temel özgürlüklerin engellendiği ve iktidarın belirli bir grup ya
da liderin elinde yoğunlaştığı rejimleri tanımlar (Linz, 2000).
Seçimli
Otokrasi (Electoral Autocracy)
Seçimli
otokrasi kavramı, demokratik kurumların biçimsel olarak var olduğu ancak
işlevsel olarak zayıflatıldığı, seçimlerin düzenli yapılmasına karşın adil ve
özgürlükçü nitelik taşımadığı rejimleri ifade eder (Schedler, 2006). Bu
rejimlerde muhalefet baskı altındadır, medya denetim altına alınmıştır ve
hukukun üstünlüğü büyük ölçüde aşınmıştır. Türkiye, günümüzde bu tür bir rejim
modeli olarak uluslararası demokrasi endekslerinde sınıflandırılmakta ve
incelenmektedir (Freedom House, 2023; V-Dem, 2023).
Popülist
Otoriterlik ve Demokratik Gerileme
Popülist
otoriterlik, liderlerin halk desteğini milliyetçilik, ideolojik söylemler ve
kutuplaştırıcı siyasalar aracılığıyla kurarak demokratik kurumları aşındırdığı
bir süreçtir (Mudde ve Rovira Kaltwasser, 2017). Demokratik gerileme sadece
kurumsal çözülme değil aynı zamanda siyasal kültür ve toplumsal yapıdaki
dönüşümlere işaret eder (Bermeo, 2016).
Demokrasinin
Evrensel Ölçütleri ve Çalışmanın Sınırlılıkları
Demokrasinin
evrensel ölçütleri kapsamlıdır ve birçok farklı boyutu içerir. Dahl'ın “Çoğulcu
Demokrasi” modeliyle başlayan ve günümüzde genişleyen demokratik ölçütler
seçimlerin özgür ve adil olması, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, siyasal
katılım, yargı bağımsızlığı, sivil toplumun işlevselliği gibi pek çok unsuru
içerir (Dahl, 1971; Diamond, 1999; Coppedge vd., 2011). Ancak bu çalışma,
inceleme kolaylığı ve odaklanılan makalelerin ortak temaları doğrultusunda,
Türkiye’de demokratik gerilemenin en temel ve belirgin boyutlarını temsil eden
sınırlı sayıda ölçüte yoğunlaşmıştır. Bu ölçütler, demokratik işleyişin
sağlanması açısından kritik kabul edilen ve yazında sıkça vurgulanan unsurlar
arasında seçilmiştir. Böylece çalışma hem kuramsal altyapıyı sağlamlaştırmak
hem de Türkiye örneği üzerinden somut çözümlemeler geliştirmek amacıyla bu
temel ölçütlere odaklanmaktadır.
Demokrasi
Ölçütleri Tablosu
Çizelge 1 Temel ölçütler,
kuramsal dayanaklar ve açıklama |
||
Ölçüt |
Kuramsal Kaynak |
Açıklama |
1. Hukukun Üstünlüğü |
Dahl, O’Donnell, Diamond |
Yasaların siyasal iktidarı da bağlaması; yargı
bağımsızlığı, keyfiliğe karşı koruma. |
2. Güçler Ayrılığı |
Montesquieu, Linz, Schmitter |
Yasama, yürütme ve yargının birbirinden bağımsız
işlemesi, denge ve denetim mekanizması. |
3. Özgür ve Adil Seçimler |
Dahl, Levitsky ve Way, Bermeo |
Seçimlerin eşit koşullarda, yarışmaya açık biçimde
yapılması; seçim güvenliği. |
4. Temel Hak ve Özgürlükler |
Diamond, Schmitter, Rawls |
İfade, örgütlenme, inanç ve özel yaşam özgürlüğünün
anayasal ve uygulamada güvencede olması. |
5. Medya ve İfade Özgürlüğü |
O’Donnell, Norris, Freedom House |
Medya çoğulculuğu, bağımsız gazetecilik ve hükümet
baskısından arınmış kamuoyunun varlığı. |
6. Sivil Toplumun Özerkliği |
Putnam, Schmitter, Tilly |
STK’ların ve toplumsal hareketlerin iktidardan
bağımsız örgütlenebilmesi ve etkili olması. |
TÜRKİYE’DE
MEVCUT DURUMUN BETİMLENMESİ
Çizelge 2 Türkiye’de Demokrasi
Ölçütleri ve Gerileme Göstergeleri |
|||
Demokratik Ölçüt |
Mevcut Durum (Türkiye) |
Gözlenen Sorunlar |
Önerilen Çözüm Yolları |
1. Serbest ve Adil Seçimler |
Seçimler teknik olarak düzenli yapılmakta; ancak
eşit yarışma koşulları ortadan kalkmıştır. |
Medya erişimi dengesizliği, kamu kaynaklarının
iktidar lehine kullanımı, YSK’nın tarafsızlığının tartışmalı hale gelmesi. |
Seçim kurullarının bağımsızlaştırılması, siyasal
finansmanın saydamlaştırılması, kamu medyasının özerkleştirilmesi. |
2. Hukukun Üstünlüğü |
Yargı, iktidarın etkisi altında bağımsızlığını büyük
ölçüde yitirmiştir. |
Yargıç ve savcı atamalarında yürütmenin etkisi,
keyfi tutuklamalar, AYM ve AİHM kararlarının uygulanmaması. |
Hakimler ve Savcılar Kurulu’nun yeniden
yapılandırılması, AYM kararlarının bağlayıcılığına saygı, hukuk eğitiminin
demokratik değerlerle uyumlu hale getirilmesi. |
3. Kuvvetler Ayrılığı |
Yasama, yürütmenin denetimi altına girmiştir;
denetleme yetkileri işlevsizleşmiştir. |
Cumhurbaşkanlığı sisteminde Meclis’in zayıflaması,
denetim araçlarının etkisizleştirilmesi. |
Parlamenter sistemin güçlendirilmesi, Meclis
araştırma ve soruşturma mekanizmalarının işlerliğinin sağlanması. |
4. Sivil Özgürlükler |
İfade, basın ve toplanma özgürlükleri ciddi ölçüde
kısıtlanmıştır. |
Gazetecilere yönelik davalar, sosyal medyada ifade
özgürlüğüne yönelik cezai yaptırımlar, barışçıl protestolara yönelik
orantısız müdahaleler. |
Basın özgürlüğü yasalarının evrensel ölçünlere
uyarlanması, internet ve sosyal medya düzenlemelerinin demokratik ölçütlerle
uyumlu hale getirilmesi. |
5. Sivil Toplumun Özerkliği |
STK’ların etkinlik alanları daraltılmış; bağımsız
örgütlenmelere yönelik baskılar artmıştır. |
Dernek kapatmaları, sivil aktörlerin kriminalize
edilmesi, devletin "makbul STK" yaratma girişimleri. |
Sivil toplum yasalarının demokratikleştirilmesi,
örgütlenme özgürlüğünün anayasal güvence altına alınması, uluslararası iş
birliklerinin kolaylaştırılması. |
6. Hesap Verebilirlik ve Saydamlık |
Kamu yönetimi hesap sorulamaz bir hale gelmiş,
denetim mekanizmaları etkisizleşmiştir. |
Sayıştay raporlarının kamuoyuyla paylaşılmaması,
ihalelerde saydamlık eksikliği, yolsuzluk vakalarının soruşturulmaması. |
Sayıştay ve TBMM denetiminin güçlendirilmesi, kamu
harcamalarının bağımsız denetimi, yolsuzlukla mücadele için ulusal ve uluslararası
iş birliği mekanizmaları. |
YAZIN
TARAMASI
Türkiye’de
demokratik gerileme olgusu, sadece yerel değil küresel akademik ve siyasa
tartışmalarında da yoğun şekilde ele alınmaktadır. Bu bağlamda, uluslararası yazında
demokrasi, otoriterleşme, popülizm ve seçimli otokrasi kavramları çerçevesinde
Türkiye’ye ilişkin önemli çözümlemeler ve eleştiriler yer almaktadır. Aşağıda,
alanda önde gelen yabancı akademisyenlerin Türkiye üzerine yaptığı temel
katkılar, güncel makaleler, kitaplar ve raporlar özetlenmiştir.
Seçimli
Otokrasi ve Demokratik Gerileme Bakış Açıları
Steven
Levitsky ve Lucan Way (2010), “Competitive Authoritarianism” kavramı ile
demokratik kurumların formel olarak var olduğu ancak uygulamada otoriter
güçlerin egemen olduğu rejim tipolojisini tanımlamış ve Türkiye’yi bu çerçevede
kritik bir örnek olarak göstermiştir. Levitsky ve Way’in çözümlemesi özellikle
seçimlerin serbest ama adil olmaması, medya ve yargı bağımsızlığının
zayıflaması konularına vurgu yapar. (Levitsky ve Way, 2010, Journal of
Democracy)
Ekim Arbatlı
ve Christopher J. Coyne (2020) ise Türkiye’deki demokratik gerilemeyi popülist
otoriterleşme bağlamında değerlendirerek Erdoğan rejiminin ekonomik kriz ve dış
siyasa dinamikleri ile otoriter eğilimleri nasıl pekiştirdiğini çözümlemişlerdir.
(Arbatlı ve Coyne, 2020, Democratization)
Popülizm
ve Otoriterlik
Cas Mudde ve
Cristobal Rovira Kaltwasser (2017), popülizmin demokrasi üzerindeki etkilerini
küresel bağlamda incelerken Türkiye’yi “popülist otoriterlik” modeli içinde ele
almışlardır. Bu modelde, liderlerin demokratik kurumları kendi iktidarını
güçlendirmek için manipüle ettiği vurgulanır. Mudde’nin çalışmaları
Türkiye’deki medyanın denetimi, yargı bağımsızlığının azaltılması ve sivil
toplum üzerindeki baskılar bağlamında önemli referans sağlar. (Mudde ve
Kaltwasser, 2017, Populism: A Very Short Introduction, Oxford University Press)
Medya
Özgürlüğü ve Bilgi Edinme Hakkı
Steven
Hellman, Marc A. Jones ve Daniel Kaufmann (2003), “Seçmenlerin bilgiye erişimi”
ve medyanın bağımsızlığı konusundaki çalışmaları ile demokratik işleyişin temel
taşlarını belirlemişlerdir. Türkiye özelinde, Yasemin Çongar gibi
akademisyenler ve Freedom House raporları, AKP iktidarı döneminde medyanın
giderek hükümete yakın medya grupları tarafından ele geçirildiğini ve bunun
demokratik denetim mekanizmalarını zayıflattığını göstermektedir. (Freedom
House, 2023 Türkiye Raporu)
Hukuk
Devleti ve Yargı Bağımsızlığı
Tom Ginsburg
ve Tamir Moustafa (2008), yargı bağımsızlığının otoriterleşmenin önündeki en
önemli engellerden biri olduğunu vurgulamışlardır. Türkiye’de 2010
referandumları ve sonrası yaşanan yapısal değişikliklerin yargı bağımsızlığını
nasıl zayıflattığı, demokratik kurumsallığı bozduğu, Michael Merlingen ve Sibel
Bozdoğan gibi araştırmacılarca ayrıntılı biçimde çözümlenmiştir. (Ginsburg ve
Moustafa, 2008, Rule by Law).
Sivil
Toplum ve Demokratik Direnç
Larry
Diamond (2015), demokrasi çalışmalarında sivil toplumun önemine dikkat
çekmiştir. Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarına yönelik artan kısıtlamalar,
sokağa çıkma yasakları ve demokratik protesto haklarının kısıtlanması,
Diamond’un demokratik direniş mekanizmalarının zayıflaması konusundaki çözümlemeleri
ışığında ele alınabilir. (Diamond, 2015, Facing Up to the Democratic Recession)
Uluslararası
Bakış açısı ve Politik İlişkiler
Ece Gürcan
ve Mustafa Aydın (2019) Türkiye’nin Avrupa Birliği ilişkileri ve uluslararası
arenadaki demokratik başarım düzeyini incelemişlerdir. AB ile görüşme
süreçlerinin durması, Türkiye’nin uluslararası normlardan uzaklaşması ve bunun
iç siyasaya etkileri ayrıntılandırılmıştır.
Ayrıca,
Freedom House, The Economist Intelligence Unit ve Varieties of Democracy
(V-Dem) gibi kurumların raporları Türkiye’nin demokratik endekslerdeki
gerilemesini sayısal verilerle desteklemektedir. (The Economist Democracy
Index, 2023)
Sonuç olarak
belirtmek gerekirse, yukarıdaki yazın, Türkiye’de demokratik gerilemenin
karmaşık, çok boyutlu ve uluslararası akademik çevrelerde yaygın şekilde
tartışılan bir süreç olduğunu göstermektedir. Popülist otoriterleşmeden hukuk
devleti zayıflıklarına, medya özgürlüğü kısıtlamalarından sivil toplumun
zayıflamasına kadar farklı alanlarda yaşanan dönüşümler, Türkiye’nin demokrasi
profilini derinden etkilemiştir. Bu yazın, çalışmamızın kuramsal çerçevesine
zenginlik katmakta ve Türkiye özelinde demokratik gerilemeyi daha bütüncül
anlamamıza olanak sağlamaktadır.
Uluslararası
Bakış Açısı: Türkiye-AB İlişkileri ve Demokratik Gerileme
Türkiye’nin
demokratik gerileme sürecinin uluslararası bağlamda değerlendirilmesinde,
Avrupa Birliği (AB) ile olan üyelik görüşme süreci ve ilişkileri belirleyici
bir konumdadır. AB, uzun yıllardır Türkiye’nin demokratik ölçünlerini
yükseltmek için bir destek mekanizması olarak görülmüştür. 2000’li yılların
başında, Türkiye’de demokrasi, hukuk devleti ve insan hakları alanlarında kayda
değer reformlar gerçekleşmiş ve AB ile ilişkiler bu olumlu gelişmelerle paralel
ilerlemiştir. Ancak, 2010’ların ikinci yarısından itibaren Türkiye’de
demokratik kurumlarda yaşanan erozyon, hukukun üstünlüğü ve temel haklar
alanındaki gerileme AB’nin Türkiye ile üyelik sürecinde giderek artan bir
tedirginlik yaratmasına neden olmuştur. Bu durum, görüşme sürecinin askıya
alınması noktasına gelmesine ve ilişkilerin derin bir krize girmesine yol
açmıştır (European Commission, 2023). AB-Türkiye ilişkilerindeki bu donukluk,
karşılıklı güvensizlik ve siyasal gerilim Türkiye’de demokratikleşme üzerinde
olumsuz bir baskı unsuru olarak değerlendirilmekte, Türkiye’nin otoriterleşme
eğilimlerini derinleştirdiği ve demokratik reform iradesini zayıflattığı
yönünde eleştiriler vardır (Gürcan ve Aydın, 2019). Ayrıca, AB’nin demokrasi ölçünleri
ve insan hakları konusundaki eleştirileri Türkiye’de içeride bir “egemenlik” ve
“dış tehdit” söyleminin güçlenmesine yol açarak otoriter liderlik ve popülist siyasaların
desteklenmesine zemin hazırlamıştır. Uluslararası demokrasi endekslerinde
Türkiye’nin giderek gerilemesi ve AB üyelik sürecinin donukluğu, iki taraf
arasında demokratikleşme konusunda sürdürülebilir bir ivme oluşturulamaması
sonucunu doğurmuştur. Bu durum, Türkiye’nin demokratik kurumlarının
güçlendirilmesi ve AB normlarıyla uyumlu reformların hayata geçirilmesi
bakımından kritik bir engel oluşturmaktadır (The Economist Intelligence Unit,
2023). Sonuç olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin mevcut koşulları Türkiye’de
demokratik gerilemenin uluslararası bir parametreyle açıklanması açısından
önemli bir boyut sunmakta aynı zamanda demokrasi reformlarının önündeki dış ve
iç siyasal engellerin anlaşılmasına katkı sağlamaktadır.
Avrupa
Birliği’nin, Türkiye ile üyelik görüşmelerini 2016 sonrası askıya alması,
demokratik ölçünler ve hukukun üstünlüğü alanındaki olumsuz gelişmelerle
yakından ilişkilidir. AB, Türkiye’de yargı bağımsızlığı, ifade özgürlüğü ve
temel haklar konusundaki gerileme, özellikle 2016 darbe girişimi sonrası
uygulanan olağanüstü hal dönemi siyasaları ve sonrasındaki geniş çaplı siyasal
tasfiyeler nedeniyle demokratik normlara uyumun ciddi şekilde zayıfladığını
değerlendirmiştir (European Council, 2019). Görüşmelerin askıya alınması,
Türkiye’de demokrasi alanında reform yapma yönündeki dış baskı ve özendirme
mekanizmasının azalmasına neden olmuş ve bu durum demokratik gerilemenin
hızlanmasına katkı sağlamıştır. AB’nin üyelik bakış açısının belirsizleşmesi
içeride demokratik reform iradesini zayıflatırken iktidarın otoriterleşme
eğilimlerini meşrulaştırıcı bir unsur durumuna gelmiştir (Kaya, 2021). Ayrıca, görüşmelerin
durması, Türkiye-AB ilişkilerinde karşılıklı güvensizliği artırmış ve
Türkiye’de “egemenlik” vurgusunun güçlenmesine yol açarak, demokratik normlara
yönelik eleştirilerin içeride dış müdahale savlarıyla karşılanmasına ortam
hazırlamıştır. Bu durum, demokratik gerilemenin iç siyasal meşruluğunu da
zedelemiş ve otoriterleşme dinamiklerini güçlendirmiştir. Sonuç olarak, AB’nin
Türkiye ile görüşmeleri askıya alma kararı, hem demokratik gerilemenin
uluslararası bağlamda bir göstergesi olmuş, hem de demokratikleşme sürecinin
önündeki dış siyasa kaynaklı engelleri görünür kılmıştır.
Avrupa
Birliği’nin Türkiye ile üyelik görüşmelerini 2016 sonrasında fiilen askıya
alması, Türkiye’deki demokratik gerileme sürecinin uluslararası yansımalarından
biridir. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü
hal uygulamaları, ifade özgürlüğü ve yargı bağımsızlığının ciddi biçimde
kısıtlanması, Türkiye’nin demokratik normlara uyum konusunda AB’nin temel
beklentilerini karşılamaktan uzaklaştığını göstermiştir (European Council,
2019; European Commission, 2020). AB, görüşmelerin ilerlemesini demokratikleşme
ölçünlerinin iyileştirilmesine koşullandırmış, ancak Türkiye’de hukuk devleti
ve insan hakları alanındaki olumsuz gelişmeler nedeniyle ilerleme
sağlanamamıştır (Kaya, 2021; Tocci, 2019). Bu bağlamda, AB Türkiye ilişkileri
“stratejik belirsizlik” dönemi yaşamış ve üyelik bakış açısı giderek
belirsizleşmiştir (Schimmelfennig, 2018). Görüşmelerin durması, Türkiye’de
demokratik reform yapma isteğin zayıflatmış, dış siyasa alanındaki bu kopuş,
içeride otoriterleşme eğilimlerini güçlendiren bir unsur olarak işlev görmüştür
(Öniş, 2020). Ayrıca, AB’den gelen eleştiriler ve yaptırımlar, Türk hükümeti
tarafından egemenlik haklarına yönelik dış müdahale savlarıyla karşılanmış ve bu
da demokratik normlara uyum sürecini daha da zorlaştırmıştır (Çarkoğlu ve
Kalaycıoğlu, 2019). Avrupa Parlamentosu’nun 2019 tarihli raporunda,
Türkiye’deki demokratik ölçünlerin gerilemesinin üye ülkeler açısından kaygı
verici olduğu ve üyelik görüşmelerinin sonlandırılması çağrısı yapılmıştır
(European Parliament, 2019). Bu durum, Türkiye’nin hem uluslararası demokratik
baskılara karşı direnç geliştirmesine hem de demokrasi normlarından
uzaklaşmasına neden olmuştur (Gürsel, 2022). Sonuç olarak, AB’nin genişleme görüşmelerini
askıya alması hem Türkiye’nin demokratik gerileme sürecinin önemli bir
göstergesi hem de demokratik reformların önündeki dış siyasa kaynaklı
engellerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Bu gelişme, Türkiye-AB
ilişkilerinde güvensizlik ortamını derinleştirmiş ve demokratikleşme sürecinin
hem iç hem de dış dinamiklerle zorlu bir evreye girmesine yol açmıştır.
ÇÖZÜMLEME
HUKUKUN
ÜSTÜNLÜĞÜ (HUKUK DEVLETİ) İLKESİNİN AŞINMASI
Hukukun
üstünlüğü, demokratik sistemlerin temel taşlarından biridir ve yasaların tüm
vatandaşlar için eşit uygulanması ile bağımsız ve tarafsız yargı organlarının
varlığına dayanır. Türkiye’de son yıllarda hukukun üstünlüğü ölçütünde önemli
zayıflamalar yaşanmıştır. Özellikle 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen
Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK’lar)
yoluyla birçok yargıç, savcı ve kamu görevlisi görevden alınmış ve bu durum
yargı bağımsızlığını olumsuz etkilemiştir. Anayasa Mahkemesi gibi üst
mahkemelerin bazı kararlarının uygulanmaması ve yargının siyasal iktidar etkisi
altında kalması, hukuksal süreçlerin keyfi olarak şekillenmesine neden
olmuştur. Örneğin, siyasal karşıtların yargı yoluyla sindirilmesi,
cezaevlerindeki artış ve soruşturma süreçlerinin uzunluğu, hukukun üstünlüğünün
Türkiye’de ciddi şekilde gerilediğini göstermektedir. Bu durum, vatandaşların
adalet ve eşitlik algısını zedeleyerek demokratik meşruluğu zayıflatmakta ve
rejimin otoriterleşme sürecini hızlandırmaktadır. Hukukun üstünlüğü, demokratik
rejimlerin temel unsurlarından biri olup yasaların herkes için eşit şekilde
uygulanması, bağımsız ve tarafsız yargının varlığı ve yasama, yürütme ile yargı
organlarının birbirinden ayrı işleyişini kapsar. Türkiye’de hukukun üstünlüğü
alanında son dönemde yaşanan gelişmeler, bu ölçütün ciddi biçimde zayıfladığına
işaret etmektedir. Özellikle 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrası ilan edilen
Olağanüstü Hal (OHAL) dönemi boyunca çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler
(KHK’lar), yargı bağımsızlığının önemli bir kısmının kaybedilmesine neden
olmuştur. Bu kararnamelerle çok sayıda hakim, savcı ve kamu görevlisi meslekten
uzaklaştırılmış, böylece yargı üzerindeki siyasal baskılar artmıştır. Anayasa
Mahkemesi gibi yüksek mahkemelerin verdiği hak ihlali kararlarının
uygulanmaması veya geciktirilmesi, hukukun üstünlüğüne olan güveni
zedelemiştir. Somut olarak, siyasal muhaliflerin yargı yolu ile hedef alınması,
özellikle HDP’ye yönelik kapatma davaları, milletvekillerinin
dokunulmazlıklarının kaldırılması ve tutuklamalar hukuksal sürecin siyasallaştığını
ve keyfi uygulamaların arttığını göstermektedir. Bu durum, yargının
bağımsızlığını ve tarafsızlığını sorgulatmakta ve vatandaşların adalet
arayışında mağdur olmalarına yol açmaktadır. Ayrıca, Türkiye’nin Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarını uygulamadaki isteksizliği uluslararası
hukuk normlarına uyumda da gerileme olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm bu
gelişmeler, hukukun üstünlüğünün sadece yasal bir kavram olmaktan çıkıp uygulamada
zayıflatılması sonucu, demokratik meşruluğun ve toplumsal güvenin aşınmasına
yol açmaktadır. Bu bağlamda, hukukun üstünlüğü alanındaki erozyon, Türkiye’de
demokratik gerilemenin en kritik göstergelerinden biri olarak
değerlendirilmelidir. OHAL KHK’ları ile görevden almalar, siyasal parti kapatma
davaları (özellikle HDP örneği), yargı bağımsızlığına yönelik müdahaleler (HSK
yapısı, atamalar), Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmaması, tutuklama
ve soruşturmalarda artış ve keyfi uygulamalar ve özel olarak tartışmalı davalar
(Selahattin Demirtaş, Osman Kavala, vs.) bu bağlamda değerlendirilmelidir.
Türkiye’de
demokratik gerilemenin en çarpıcı boyutlarından biri hukukun üstünlüğü
ilkesinin sistemli olarak zayıflatılması ve yargının siyasal iktidarın denetimine
sokulmasıdır. Bu süreçte hem yasama hem yürütme erklerinin yargı üzerindeki
etkisi belirginleşmiş ve özellikle bağımsız ve tarafsız yargı organları,
muhalefeti bastırma aracı durumuna getirilmiştir. Bu gelişmeler, yalnızca hukuk
devletinin değil, aynı zamanda bireysel hak ve özgürlüklerin de güvence altına
alınmasını olanaksız kılmaktadır. Türkiye’de yargının siyasal araçsallaşmasının
en görünür biçimlerinden biri gözaltı ve tutuklamaların cezaya dönüşmesi
olmuştur. “Masumiyet karinesi” hiçe sayılara, özellikle karşıt siyasetçiler,
gazeteciler, akademisyenler ve sivil toplum temsilcileri hakkında uzun süren
tutuklulukları uygulamada cezalandırma yöntemine dönüşmüştür. Bu durum, hem
Anayasa’da yer alan kişi özgürlüğü ve güvenliği ilkesine hem de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesine aykırıdır. Gezi davası kapsamında Osman
Kavala’nın, herhangi bir somut suç unsuru olmaksızın yıllarca tutuklu kalması
bu uygulamanın simgesel örneklerinden biridir. Aynı şekilde, Selahattin
Demirtaş hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) tahliye kararlarına
karşın yargı organları tarafından siyasal gerekçelerle tutukluluğun
sürdürülmesi Türkiye'nin uluslararası yükümlülüklerini ihlal ettiği gibi iç
hukuk normlarının da çiğnendiğini göstermektedir. Can Atalay örneği, hukuk
devleti ilkesinin ağır ihlallerinden biridir. Anayasa Mahkemesi (AYM) tarafından
iki kez hak ihlali kararı verilmiş olmasına karşın Yargıtay’ın bu kararı
tanımayarak Anayasa'yı ve AYM'yi yok sayması, anayasal düzenin temellerini
sarsmıştır. Bu durum yalnızca bir yargı yetki uyuşmazlığı değil aynı zamanda
anayasal denge-denetim mekanizmasının çöküşüdür. Atalay’ın milletvekili sıfatı gasp
edilmiş, seçilme ve temsil hakkı açıkça ihlal edilmiştir. Bu gelişmeler, bazı
hukukçuların tanımladığı biçimiyle bir “yargı darbesi” niteliği taşımaktadır.
Yargı organlarının anayasal sınırların dışına çıkarak siyasal iktidarın
amaçları doğrultusunda kararlar üretmesi hukuk devleti ilkesinin askıya
alındığını göstermektedir. Figen Yüksekdağ hakkında verilen mahkumiyet
kararlarının siyasal söylemler temelinde şekillenmesi ifade özgürlüğüyle
bağdaşmayan yargı uygulamalarının örneğidir. Öte yandan, AYM ve AİHM
kararlarına uyulmaması Türkiye’nin hem iç hukuk normlarını hem de tarafı olduğu
uluslararası sözleşmeleri sistemli biçimde ihlal ettiğini göstermektedir.
Anayasa'nın 90. maddesi uyarınca AİHM kararlarının bağlayıcı olduğu açıkken bu
kararların uygulanmaması hukuksal güvenlik ilkesini ortadan kaldırmakta ve
yargıya olan toplumsal güveni sarsmaktadır. Sonuç olarak, hukuk devleti ilkesi,
demokratik rejimin taşıyıcı sütunlarından biridir ve Türkiye’de bu sütunun
çökertilmesi süreci çok sayıda somut olayla belgelenmiştir. Gözaltı ve
tutuklamanın cezaya dönüşmesi, masumiyet karinesinin ihlali, seçilmiş temsilcilerin
mahkeme kararlarıyla devre dışı bırakılması, anayasal ve uluslararası yargı
kararlarının tanınmaması demokratik rejimin askıya alındığını ortaya
koymaktadır.
Hukukun
üstünlüğü, çağdaş demokrasilerin en temel taşıdır. Bu ilke yalnızca normatif
düzeydeki yasal çerçevenin varlığıyla değil yargı organlarının bağımsızlığı,
siyasal iktidarın hukukla sınırlanması, temel hak ve özgürlüklerin güvence
altına alınması gibi kurumsal uygulamalarla anlam kazanır. Türkiye’de bu
ölçütün ciddi biçimde aşındığı çeşitli iç ve dış gözlem raporlarıyla ve yargı
uygulamalarıyla somut olarak ortaya konmuştur. Son yıllarda hukukun üstünlüğü
ilkesinin en belirgin şekilde ihlal edildiği alanlardan biri, gözaltı ve
tutuklama önlemlerinin cezaya dönüştürülmesi olmuştur. Anayasal ve uluslararası
hukuk düzeninde yalnızca “istisnai” nitelikte uygulanması gereken bu önlemler
Türkiye'de özellikle siyasal nitelikli davalarda yaygın ve süreklilik arz eden
bir baskı aracına dönüşmüştür. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Gezi Parkı
davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan Osman Kavala’nın
durumu olmuştur. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Kavala’nın derhal
serbest bırakılması yönünde kesin karar vermiş ve Anayasa Mahkemesi de benzer
doğrultuda hak ihlali saptaması yapmıştır. Ancak bu kararlar, yargı organları
ve yürütme tarafından uygulanmamış ve Kavala’nın tutukluluğu devam ettirilerek
yargı bağımsızlığı ilkesi zedelenmiştir. Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ
gibi Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) üst düzey siyasetçilerine yönelik
uzun süreli tutukluluklar da benzer nitelik taşır. AİHM’in Demirtaş için
verdiği serbest bırakma kararı da yine uygulanmamış buna karşılık yargı süreci
iktidarın siyasal gündemine uygun biçimde şekillenmiştir. Aynı şekilde,
milletvekili seçilmesine karşın tahliye edilmeyen ve milletvekilliği düşürülen
Can Atalay olayı anayasa hükümlerinin ve Anayasa Mahkemesi kararlarının sistemli
biçimde çiğnendiğini gösteren bir başka önemli örnektir. Bu örneklerde ortak
olan nokta, masumiyet karinesinin sistemli biçimde ihlal edilmesidir. Tutuklama
tedbirleri, yargı süreci öncesinde bir cezaya dönüşmekte ve siyasal muhalefet
ve sivil toplum temsilcileri bu yolla bastırılmaktadır. Dahası, Anayasa
Mahkemesi ve AİHM gibi denetim organlarının kararlarının açıkça tanınmaması
Türkiye’de yargı sisteminin kendi anayasal sınırlarının dışına çıkmış olduğunu
göstermektedir. Tüm bu gelişmeler, Türkiye'de “yargı darbesi” kavramıyla
tanımlanabilecek bir olguya işaret etmektedir. Yargı, bağımsız bir erk olmaktan
çıkarılarak yürütmenin bir uzantısına dönüştürülmekte ve karşıt aktörler yargı
eliyle etkisizleştirilmektedir. Bu durum, sadece hukukun üstünlüğü ilkesini
değil aynı zamanda demokrasinin işlerliğini de doğrudan tehdit etmektedir.
ERKLER
AYRILIĞI İLKESİNİN AŞINMASI
Erkler
ayrılığı, anayasal demokrasilerin temel ilkesidir. Yasama, yürütme ve yargı
erklerinin birbirinden bağımsız olması ve birbirlerini denetleyebilmesi
demokratik rejimin özünü oluşturur. Türkiye’de bu ilkenin sistemli biçimde
aşındığı ve özellikle Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi sonrasında ciddi bir
kurumsal bozulmaya uğradığı görülmektedir. Anayasa’nın 7. maddesi uyarınca
yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir ve bu yetki devredilemez.
Ancak 2017 Anayasa değişiklikleriyle birlikte Cumhurbaşkanına verilen kapsamlı
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarma yetkisi yasama organının görev alanına
müdahale niteliği taşımaktadır. Bu durum, yürütme erkinin yasama yetkisini
kullanır duruma gelmesine neden olmuş ve kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırı bir
yapı doğurmuştur. Meclis’in yürütmeyi denetleme yetkileri büyük ölçüde
sınırlandırılmıştır. 2018 sonrası dönemde milletvekillerinin yazılı ve sözlü
soru önergeleri iktidar tarafından çoğunlukla yanıtsız bırakılmış veya
geçiştirici cevaplarla karşılanmıştır. Bakanların doğrudan Meclis'e karşı
sorumlu olmamaları onların hesap verebilirliğini ortadan kaldırmıştır. Gensoru
mekanizmasının anayasal sistemden çıkarılması, yürütme üzerinde parlamenter
denetimi neredeyse tamamen etkisiz kılmıştır. Ayrıca iktidar bloğunun
Meclis'teki sayısal üstünlüğü, yasama etkinliklerini çoğulcu tartışmadan
yoksun, çoğunluk “istibdadı”na dayalı bir sürece dönüştürmüştür. Muhalefet
partilerinin önerileri gündeme dahi alınmamakta ve komisyon çalışmaları iktidar
partisinin iradesine endeksli biçimde işlemektedir. Bu durum Meclis’in hem
temsil hem denetim işlevini zayıflatmış ve yasama organını, yürütmenin onay
makamı durumuna getirmiştir. Sonuç olarak, Türkiye’de erkler ayrılığı ilkesi
hem anayasal düzenlemeler hem de siyasal uygulamalar yoluyla büyük ölçüde
işlevsizleştirilmiştir. Yasama ve yargı organlarının yürütmeye karşı
bağımsızlığı ortadan kalkmış ve demokratik sistemin denge ve denetim
mekanizmaları ciddi biçimde ortadan kaldırılmıştır.
Yargının
Yürütmeye Bağımlı Hale Gelmesi
HSK üyelerinin
çoğunluğu Cumhurbaşkanı ve TBMM tarafından atanmakta ve bu da yargının
yürütmeden bağımsız olması gereken yapısını zedelemektedir. 2017 Anayasa
değişikliği sonrası yargının tarafsızlığı ciddi biçimde tartışılır hale
gelmiştir. AYM, Danıştay ve Yargıtay üyeliklerine yürütmeye yakın isimlerin
atanması yargı bağımsızlığına zarar vermektedir.
Anayasa
Mahkemesi’nin (AYM) Etkisizleştirilmesi
Can Atalay
kararında Yargıtay, AYM kararını tanımamış ve AYM üyeleri hakkında suç
duyurusunda bulunmuştur. Bu durum, anayasal düzenin güvencesi olan AYM'nin
otoritesini aşındırmaktadır. İktidara yakın medya ve siyasal söylemlerle
AYM’nin sürekli hedef gösterilmesi kurumun meşruluğunu zedeleyen bir ortam
yaratmaktadır.
Cumhurbaşkanlığı
Kararnameleri Yoluyla Yasama Yetkisinin Devri
Cumhurbaşkanının,
TBMM’den bağımsız olarak kapsamlı düzenlemeler yapabilmesi, Anayasa’nın 7.
maddesiyle çelişmektedir. Yasama yetkisi TBMM’ye ait olmasına karşın, pek çok
alanda doğrudan Cumhurbaşkanı kararname çıkarabilmektedir. Bu durum, yasama
organını işlevsizleştirmekte ve tek merkezli bir yürütme erkini
güçlendirmektedir.
TBMM’nin
Yürütmeyi Denetleme Yetkilerinin Zayıflatılması
Yeni
sistemde TBMM’nin yürütmeyi düşürme ya da hesap sorma yolları ciddi biçimde
sınırlanmıştır. Bakanların Meclis'e karşı siyasal sorumluluğu yoktur. Soru
önergelerine ya hiç cevap verilmemekte ya da geçiştirilmektedir. Meclis
araştırmaları iktidar çoğunluğu tarafından çoğunlukla reddedilmekte ve bu da
denetim işlevini kısıtlamaktadır.
Basın ve
Medyanın Yürütme Organı Tarafından Denetim Altında Tutulması
RTÜK’ün
taraflı kararları, yürütmenin medyaya müdahale aracı haline gelmiştir. Kamu
kaynaklarıyla finanse edilen TRT ve Anadolu Ajansı gibi kurumların hükümet
yanlısı yayın siyasaları kamusal bilgilendirme işlevini zayıflatmakta ve
yasama-yürütme-yargı dışında kalan dördüncü güç olarak tanımlanan medyanın
bağımsızlığına zarar vermektedir.
OHAL
KHK’ları ile Güçler Ayrılığına Kalıcı Zararlar Verilmesi
2016 sonrası
Olağanüstü Hal (OHAL) döneminde çıkarılan KHK’lar, yürütmenin yasama yetkisini
üstlendiği dönemler olmuştur. Bu KHK’ların kalıcı etkileri halen sürmektedir. Örneğin,
akademisyenlerin ihraçları, belediye başkanlarının görevden alınmaları gibi
kararlar yargısal denetim olmaksızın devam ettirilmiştir.
Yandaş
Hukukçuların Meslek Memurluğuna Alınmada Tercih Edilmesi: Kadrolaşma
Erkler
ayrılığı ilkesinin bir diğer önemli boyutu yargının yürütme tarafından doğrudan
ya da dolaylı olarak denetim altına alınmasıdır. Türkiye’de özellikle 2010
referandumu ve 2017 anayasa değişikliği sonrasında, yargı bağımsızlığı ciddi
biçimde erozyona uğramıştır. Bu süreçte Adalet Bakanlığı’nın yeni personel
alımında uyguladığı kadrolaşma yürütmenin yargı üzerindeki belirleyici etkisini
açık biçimde göstermektedir. Nitekim, Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan hakim
ve savcı alımlarında liyakat yerine siyasal sadakatin esas alınması kamuoyunda
geniş yankı uyandırmış ve iktidar partisi ile doğrudan ya da dolaylı bağı olan,
partinin gençlik ya da kadın kollarında görev yapmış kişilerin sınav ve mülakat
süreçlerinde kayırıldığı iddiaları gündeme gelmiştir. Dönemin Adalet Bakanı
Bekir Bozdağ’ın “Erdoğan’a 4.000 yeni hâkim ve savcı kazandırdık” şeklindeki
açıklaması, bu sürecin doğrudan siyasal bir kadrolaşma stratejisi olarak
yürütüldüğünü göstermektedir. Bu çerçevede, yürütmenin yargı organlarını
denetim altına alma çabası sadece kurumsal yapıların dönüştürülmesiyle sınırlı
kalmamış aynı zamanda yargı bürokrasisinin kadro yapısında da siyasal sadakat
temelinde yeniden yapılandırma yoluna gidilmiştir. Bu durum, yargı
bağımsızlığını ortadan kaldırmakla kalmamakta aynı zamanda hukukun üstünlüğü
ilkesinin de ağır biçimde zedelenmesine neden olmaktadır. Bağımsız yargı yerine
yürütmeye sadık bir yargı profili yaratılması kuvvetler ayrılığı ilkesinin
özüyle çelişmektedir. Bozdağ, 2016 OHAL sürecine ilişkin açıklamalarında 4.131
hakim‑savcı meslekten
uzaklaştırıldığını ve “3000‑4000
civarında stajyer hakim‑savcı”nın bu boşalan yerlere alındığını belirtmiştir. Bu, yalnızca sayısal bir değişim
değil ideal bir liyakat sistemi yerine siyasal gereksinimlere dayalı hızlı
kadrolaşma anlamına gelmektedir. Ayrıca KHK’larla Adalet Bakanlığına 4.000
hakim‑savcı kadrosu özgülenmiştir.
Bu yeni kadrolar, genellikle siyasal çevreyle ilişkili avukatlar, partinin
gençlik ve kadın kollarına mensup kişiler arasından seçilmiştir. Böylece yargı
bürokrasisine siyasal bağlantılar dahil edilmiştir.
Yargı
Bağımsızlığına ve Kuvvetler Ayrılığına Etkisi
Liyakat
mekanizmasının zayıflaması: Kadroların siyasal bağlılık üzerinden dağıtılması yargı bürokrasisinde
liyakat yerine ideolojik bağlılığı öne çıkarmıştır.
Yargı
üzerindeki yürütme etkisi: Adalet Bakanlığı ile HSK aracılığıyla yargının doğrudan yürütmenin denetimine
girmesi sağlanmıştır.
Bağımsız
yargının erozyonu:
Artan siyasal kadrolaşma hakim ve savcıların kararlarında tarafsızlık ve
bağımsızlık algısının zayıflamasına neden olmaktadır.
Bu somut
örnekler hukukun üstünlüğü ve kuvvetler ayrılığı ölçütlerinde yaşanan çarpıcı
bir çarpıklığı belgelemektedir. Yanıltıcı bir istatistik değil, sistemli bir
liyakatsiz atama mekanizmasına işaret etmektedir.
"Bugüne
kadar 4 bin yeni hâkim ve savcı aldık. Alımlarımızı liyakat esasına göre
yaptık. Türkiye’de yargıya güvenin yeniden tesis edilmesi için önemli adımlar
attık." Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, İstanbul Bölge İdare Mahkemesi Açılış
Konuşması, Eylül 2022. Kaynak: TRT Haber, 5 Eylül 2022
“3
Haziran’da, 2 bini hukuk fakültesi mezunu ve 750’si avukat olmak üzere 2 750
hâkim ve savcı alınacağını” Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Al Jazeera Türk’e
konuşurken.
Açıklamanın
Bağlamsal ve Demokratik Anlamı
Liyakate
Karşılık Siyasal Kadrolaşma: Bozdağ’ın belirttiği bu alım, FETÖ soruşturmaları sonucu
boşalan kadroların hızlı şekilde doldurulduğunu göstermektedir. Ancak bu
sürecin, özellikle iktidara yakın avukatlar ve parti kollarından adaylarla
yürütülmüş olması, yargının bağımsızlığı açısından ciddi kaygılar doğurmuştur.
Yargının
Siyasallaşması: Hakim
ve savcı alımında yürütmenin belirleyici rolü yargı sürecinin yürütme etkisine
açık hale gelmesi anlamına gelir. Bu durum, kuvvetler ayrılığı ilkesinin
bozulduğunu ve yürütme ile yargı arasındaki dengeyi zayıflattığını
göstermektedir.
Liyakat
İlkesi ve Demokratik Güven: Yargı sisteminin işlevsel ve güvenilir olması için liyakat temelinde
kadrolaştırılması gerekir. Aksi halde, tarafsız kararların yerini siyasal
bağlılıkla belirlenecek kararlar alabilir. Bu da hukukun üstünlüğüne doğrudan
zarar verir ve toplumsal adalet algısını zedeler.
Bu alıntı ve
çözümlemesi “Erkler Ayrılığı” ya da “Yargı Bağımsızlığı” gibi ölçütleri
incelerken savlarımızı somut kanıtlarla desteklemek bakımından kritiktir.
Star:
Adalet Bakanlığı 2.750 yeni hakim savcı alacak
Adalet
Bakanı Bekir Bozdağ, FETÖ bağlantısı nedeniyle meslekten uzaklaştırılan hakim
savcıların yerine yenilerinin alındığını söyledi ve 3 Haziran'da 2 bini hukuk
fakültesi mezunu, 750'si avukat olmak üzere toplam 2.750 yeni hakim ve savcı
alımı yapılacağını açıkladı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, FETÖ bağlantısı
nedeniyle meslekten uzaklaştırılan hakim ve savcıların yerine yenilerinin
alındığını belirterek, 3 Haziran 2017 tarihinde hukuk fakültesi mezunu 2.000,
avukat 750 olmak üzere toplam 2.750 yeni hakim ve savcı alımı yapılacağını
açıklamıştır (Star, 2017).
Sonuç olarak
belirtmek gerekirse, Türkiye’de demokratik gerilemenin önemli göstergelerinden
biri, erkler ayrılığı ilkesinin giderek zayıflamasıdır. Yasama, yürütme ve
yargı arasındaki dengelerin bozulması, demokrasinin temel yapı taşlarından biri
olan güçler ayrılığının aşınmasına yol açmaktadır. Özellikle yasama yetkisinin
Cumhurbaşkanına devri, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) yürütmeyi
denetleme işlevini etkin biçimde yerine getirememesine neden olmuştur.
Anayasa’nın 7. maddesi uyarınca yürütmenin yasama üzerindeki üstünlüğü,
bakanların yazılı ve sözlü soru önergelerine yanıt vermemesi, gensoru
mekanizmasının işlevsizleşmesi ve iktidar partisinin Meclis çoğunluğunu “çoğunluk
istibdadı”na dönüştürmesi bu durumu somutlaştırmaktadır. Bu süreçte, yargı
bağımsızlığına yönelik müdahaleler de artış göstermiştir. Yargı mensuplarının
atama, terfi ve disiplin süreçlerinde siyasal etki ve müdahaleler yoğunlaşmış,
Adalet Bakanlığı bünyesinde yapılan yeni hakim ve savcı alımlarında ise iktidar
partisiyle yakınlığı bulunan kişilerin tercih edildiği gözlemlenmiştir.
ÖZGÜR VE
ADİL SEÇİMLERİN AŞINMASI
Özgür ve
adil seçimler, demokratik rejimlerin en temel yapı taşlarından biridir.
Seçimlerin yalnızca düzenli aralıklarla yapılması yeterli değildir aynı zamanda
saydam, eşit koşullarda, katılımcı ve denetlenebilir bir biçimde gerçekleşmesi
gerekir. Türkiye’de son yıllarda yaşanan gelişmeler bu temel ilkenin ciddi
biçimde aşındırıldığını ve seçimlerin meşruluğuna gölge düşüren uygulamaların
kurumsallaştığını ortaya koymaktadır. Bu bağlamda en çok tartışılan
uygulamalardan biri, 16 Nisan 2017 referandumunda yaşanmıştır. Yüksek Seçim
Kurulu (YSK) seçim günü oy kullanmanın sonlanmasına çok az bir süre kala aldığı
bir kararla mühürsüz zarflarla kullanılan oyların geçerli sayılmasına karar
vermiştir. Oysa seçimden önce kamuoyuna duyurulan düzenlemeler mühürsüz
zarfların geçersiz olacağını öngörmekteydi. Bu keyfi karar oyların
güvenilirliğine ilişkin ciddi şüpheler doğurmuş ve halkın bir bölümünde seçime
olan inancı zedelemiştir. Bu örnek, seçim mevzuatının seçim günü siyasal
baskılarla esnetilebileceğini göstermesi açısından çarpıcıdır. Benzer şekilde,
2023 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan’ın üçüncü kez aday olmasına YSK
tarafından izin verilmesi anayasa hukukçuları ve muhalefet çevrelerince yoğun
biçimde eleştirilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 101. maddesi,
Cumhurbaşkanı’nın en fazla iki dönem seçilebileceğini açıkça hükme
bağlamaktadır. Ancak YSK, anayasa değişikliği sonrası “ilk dönem sayılacağı”
yorumuyla Erdoğan’ın adaylığının önünü açmış ve anayasanın ruhuna aykırı bir
içtihada imza atmıştır. Bu gelişme, yargı bağımsızlığının zedelenmesinin seçim
sürecine doğrudan etkisini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Seçim
güvenliği konusundaki eleştiriler yalnızca hukuksal tartışmalarla sınırlı
değildir. Seçim bölgelerinin yeniden düzenlenmesi (gerrymandering)
iktidar lehine nüfus dağılımı mühendisliğiyle sonuçlar üzerinde etkili
olabilecek şekilde planlanmaktadır. Bunun yanı sıra, özellikle sayısal seçmen
listeleri ve elektronik oy kullanımı süreçlerinde saydamlıktan uzak bir
uygulama biçimleri yerleşmiştir. Muhalefet partilerinin, çift oy kullanımı,
taşımalı seçmen uygulamaları, usulsüz seçmen kaydırmaları ve sayısal
sistemlerin denetlenememesi konusundaki uyarılarına karşın seçim kurulları bu
tür yaknmaları genellikle sonuçsuz bırakmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16
Nisan referandumu sonrasında söylediği “Atı alan Üsküdar’ı geçti” ifadesi seçim
sonuçlarına yönelik itirazların anlamsızlaştırılmasını simgeleyen bir söylem
olarak kamuoyuna yansımıştır. Bu söylem, iktidarın seçim sonrası meşruluk
tartışmalarına karşı duyarsızlığını ve seçimin sonucunun halk iradesinden çok eylemli
duruma dayandığına ilişkin bir algıyı beslemiştir. Bütün bu örnekler birlikte
değerlendirildiğinde Türkiye'de seçimlerin hem biçimsel hem de içeriksel olarak
adaletsizleştirildiği, seçim süreci boyunca devletin tarafsızlığının kaybolduğu
ve iktidarın sistem mühendisliğiyle seçim sonuçlarını kendi lehine yönlendirme
kapasitesini artırdığı görülmektedir. Böylece seçimler, demokratik hesap
verebilirlik mekanizması olmaktan uzaklaşarak otoriter iktidarın meşruluk
üretme aracına dönüşmektedir.
TEMEL HAK
VE ÖZGÜRLÜKLERİN SINIRLANDIRILMASI: TÜRKİYE ÖRNEĞİ
Türkiye’de
otoriterleşme süreci temel hak ve özgürlüklerin sistemli biçimde
sınırlandırılması ve kısıtlanması üzerinden ilerlemiştir. Bu süreçte özellikle
ifade özgürlüğü, toplanma ve örgütlenme hakkı, basın özgürlüğü, akademik
özgürlük, mülkiyet hakkı, özel hayatın gizliliği ve kişisel özgürlükler gibi
alanlarda ciddi aşınmalar gözlemlenmiştir. İfade özgürlüğü ve basın özgürlüğü
en sert darbelere uğrayan alanlar arasında yer almaktadır. Hükümetin doğrudan
ya da dolaylı ekonomik denetimi altına alınan medya organları aracılığıyla karşıt
seslerin bastırılması, RTÜK ve Basın İlan Kurumu gibi kurumsal araçlarla
cezalandırıcı siyasalar uygulanması, çok sayıda gazetecinin tutuklanması ve
oto-sansürün yaygınlaşması özgür medya ortamını neredeyse tamamen ortadan
kaldırmıştır. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) verilerine göre
Türkiye tutuklu gazeteci sayısında yıllardır üst sıralarda yer almaktadır. Toplanma
ve gösteri hakkı da sıklıkla sınırlandırılmıştır. 2013 Gezi Parkı protestoları
sonrasında gösterilere yönelik müdahaleler artmış, barışçıl eylemler bile “kamu
düzenine tehdit” gerekçesiyle yasaklanmış ya da sert biçimde bastırılmıştır.
Valilikler ve kaymakamlıklar, anayasal haklara karşın uzun süreli eylem ve
yürüyüş yasakları getirmiş ve emniyet güçlerinin orantısız güç kullanımı yaygın
duruma gelmiştir. Akademik özgürlükler, özellikle 2016 sonrası belirgin biçimde
aşınmıştır. Barış Bildirisi'ne imza atan akademisyenlerin ihraç edilmesi,
üniversitelerde kayyım rektör atamaları, öğretim elemanlarının açık tehditlere
maruz kalması, yer değiştirmesi, sözleşmelerinin yapay gerekçelerle
sonlandırılması, üniversitelerde yandaş bir öğretim üyesi kadrosu kurulması ve
araştırma özgürlüğüne yönelik sınırlamalar yükseköğretim kurumlarını siyasetten
arındırılmış bilgi üretim merkezleri olmaktan uzaklaştırmıştır. Siyasal haklar,
özellikle Kürt yurttaşların temsili bakımından daralmıştır. Halkların
Demokratik Partisi (HDP) üyesi milletvekilleri ve belediye başkanlarının
dokunulmazlıklarının kaldırılması, tutuklanması ve görevden alınarak yerlerine
kayyım atanması, seçmen iradesinin açık olarak çiğnenmesine işaret etmektedir.
Bu uygulamalar, sadece bireysel değil kolektif siyasal hakların da çiğnenmesidir.
Kişisel güvenlik ve özgürlük hakları özellikle Olağanüstü Hal döneminde
çıkarılan KHK'lar aracılığıyla askıya alınmıştır. Keyfi gözaltı, uzun
tutukluluk süreleri, delilsiz suçlamalar ve yargı süreçlerinde yaşanan
adaletsizlikler, hukuk güvenliği ilkesini zedelemiş ve vatandaşların devlete
duyduğu güven ciddi biçimde sarsılmıştır. İnternet ve sayısal haklar da büyük
ölçüde baskılanmıştır. Sosyal medya platformlarına yönelik erişim
engellemeleri, sayısal içeriklerin toplatılması ve bireylerin çevrimiçi
paylaşımları nedeniyle cezalandırılması, sayısal ifade alanlarını da
daraltmıştır. 2022 yılında çıkarılan “dezenformasyon yasası”, muğlak
ifadeleriyle iktidarın eline geniş sansür yetkisi vermektedir. Sonuç olarak,
Türkiye’de temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması, yalnızca bireysel yaşam
alanlarını daraltmakla kalmamış aynı zamanda demokrasinin tüm yapısal
dayanaklarını da aşındırmıştır. Bu hakların sistemli biçimde çiğnenmesi
otoriterleşme sürecinin hem bir aracı hem de göstergesi olmuştur.
Temel Hak
ve Özgürlüklerin Aşınması: Örnek Olaylar ve Değerlendirme
İfade
Özgürlüğüne Müdahale: Gazetecilere Yönelik Tutuklamalar ve Baskılar
Türkiye,
2020’li yıllarda gazeteci tutuklamalarında dünyada ilk sıralarda yer almıştır.
Özgürlük için Gazeteciler (RSF) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütlerinin
raporlarında, çok sayıda gazetecinin terörle mücadele yasası, halkı kin ve
düşmanlığa kışkırtma gibi geniş ve muğlak tanımlı maddelerle cezalandırıldığı
belgelenmiştir. Örneğin, gazeteci Müyesser Yıldız ve Barış Pehlivan yaptıkları
haberler gerekçe gösterilerek tutuklanmış ve kamuoyunda bu durum basın
özgürlüğünün ağır şekilde ihlali olarak değerlendirilmiştir.
Toplantı
ve Gösteri Yürüyüşü Özgürlüğünün Sınırlanması
Gezi Parkı
olayları sonrası süreçte, barışçıl gösterilere katılan yurttaşlara yönelik
kolluk kuvvetlerinin orantısız müdahaleleri ve sonrasında getirilen toplantı
yasakları, bu özgürlüğün büyük ölçüde kısıtlandığını göstermiştir. İstanbul
Sözleşmesi’ne yönelik protestolar, Onur Yürüyüşü, Boğaziçi eylemleri gibi sivil
itaatsizlik temelli gösteriler, Valiliklerce sistemli biçimde yasaklanmış ve
sert müdahalelere uğramıştır.
Akademik
Özgürlüklerin Sınırlandırılması: Boğaziçi Üniversitesi Örneği
2021 yılında
Boğaziçi Üniversitesi'ne rektör olarak atanan Melih Bulu'nun atanma biçimi
akademik özerklik ilkesinin açık çiğnenmesi olarak değerlendirilmiştir. Öğretim
üyeleri ve öğrencilerin tepkisiyle başlayan protestolara polis müdahalesi ve
öğrencilere yönelik tutuklamalar düşünce ve örgütlenme özgürlüğü açısından
ciddi bir gerilemeye işaret etmiştir.
Dernekler
ve Sivil Toplum Üzerindeki Baskılar
Dernekler
Kanunu'nda yapılan değişiklikle birlikte sivil toplum kuruluşlarına kayyım
atanması ve etkinliklerinin İçişleri Bakanlığı iznine bağlanması örgütlenme
özgürlüğüne doğrudan müdahale olarak yorumlanmıştır. Ayrıca LGBTİ+ derneklerine
yönelik kapatma davaları ve sürekli denetim tehditleri ayrımcılık yasağının da çiğnenmesi
olarak değerlendirilmiştir.
İnanç
Özgürlüğü ve Alevilere Yönelik Ayrımcı Uygulamalar
Alevi
yurttaşların ibadethanesi olan Cemevleri ibadethane statüsüne hala
kavuşmamıştır. Bu durum, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına karşın
sürdürülmekte ve eşit yurttaşlık ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Zorunlu
din dersi uygulamaları farklı inanç gruplarının taleplerinin karşılanmaması da
bu özgürlüğün sınırlandığını göstermektedir.
Kadın
Haklarının Geriye Gidişi: İstanbul Sözleşmesi’nden Çekilme
2021 yılında
Cumhurbaşkanı kararı ile Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmesi,
kadınların yaşam hakkı ve şiddetten korunma hakkı açısından ağır bir geri adım
olarak nitelendirilmiştir. Kadın örgütleri bu kararın kadın cinayetleri ve
toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılığın artmasına neden olacağını savunmuştur.
İnternet
ve Sayısal Hakların Kısıtlanması
2022 yılında
yürürlüğe giren ve kamuoyunda “Sansür Yasası” olarak adlandırılan 7418 sayılı
Basın Yasası değişikliği ile “dezenformasyon” tanımı altında sosyal medya
içeriklerine yönelik cezai yaptırımlar öngörülmüştür. Bu yasal düzenleme,
internet ortamında ifade özgürlüğünün sınırlandırıldığı bir dönemin
kurumsallaşması olarak eleştirilmiştir.
Bu sınırlı örnekler,
yalnızca belirli olaylara odaklanmakla kalmamakta, aynı zamanda anayasal
güvencelerin, uluslararası insan hakları belgeleriyle güvence altına alınmış
hakların sistemli şekilde sınırlandığına işaret etmektedir. Temel hak ve
özgürlüklerin bu denli aşınması Türkiye’deki demokratik gerilemenin temel
göstergeleri arasında yer almaktadır.
MEDYA VE
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜN SIJNIRLANDIRILMASI
Demokratik
rejimlerin temel sütunlarından biri olan ifade özgürlüğü Türkiye’de
otoriterleşme süreciyle birlikte ciddi biçimde sınırlandırılmıştır. Medya
kuruluşlarının büyük kısmının doğrudan hükümete yakın sermaye gruplarının denetimine
geçmesiyle birlikte haber alma özgürlüğü zedelenmiş, eleştirel gazetecilik
neredeyse tamamen ortadan kaldırılmış ya da en az düzeye indirgenmiştir. Bu
durum, yurttaşların farklı görüşlere erişim hakkını ortadan kaldırmakta ve
toplumsal muhalefeti güçsüzleştirmektedir. 2016 sonrası ilan edilen Olağanüstü
Hal döneminde yüzlerce medya organı kapatılmış, binlerce gazeteci işten
çıkarılmış ve çok sayıda basın mensubu cezaevine konulmuştur. Türkiye
Gazeteciler Sendikası (TGS) ve Sınır Tanımayan Gazeteciler (RSF) gibi kuruluşların
raporlarına göre Türkiye, uzun yıllar boyunca dünyada en fazla gazeteciyi
hapseden ülkeler arasında yer almıştır. RTÜK (Radyo ve Televizyon Üst Kurulu)
gibi kurumlar, yayın organlarına yönelik cezalandırıcı kararlarıyla sansür
mekanizmasının önemli bir ayağı durumuna gelmiştir. Eleştirel haber yapan
televizyon kanalları yüksek para cezaları ve yayın durdurma kararlarıyla karşı
karşıya kalmakta ve bu uygulamalar otosansürü yaygınlaştırmaktadır. Ayrıca
sosyal medya da benzer baskılara maruz kalmaktadır. 2020 yılında çıkarılan
“Sosyal Medya Yasası” ile birlikte, sosyal medya şirketlerine Türkiye’de
temsilci bulundurma ve içerikleri kaldırma yükümlülüğü getirilmiş ve bu
düzenleme sayısal mecralarda da ifade özgürlüğünü sınırlayan yeni bir araç
olarak devreye sokulmuştur. Gazetecilere yönelik fiziksel saldırılar ve yargı
tacizleri de ifade özgürlüğünü dolaylı olarak bastıran araçlar arasında
sayılabilir. Karşıt gazeteciler ve yorumcular çoğu zaman “Cumhurbaşkanına
hakaret” ya da “terör propagandası” gibi suçlamalarla karşı karşıya kalmakta ve
bu süreçler aracılığıyla basın üzerinde sürekli bir tehdit ortamı
oluşturulmaktadır. Sonuç olarak, Türkiye’de medya ve ifade özgürlüğü demokratik
gerilemenin en çarpıcı göstergelerinden biri durumuna gelmiş ve tek sesli medya
ortamı siyasal çoğulculuğun ve eleştirel düşüncenin kamusal alanda varlık
göstermesini zorlaştırmıştır.
Medya ve
İfade Özgürlüğünün Sınırlandırılması: Türkiye’de Somut Örnek Olaylar
Türkiye’de
medya ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması, otoriterleşme sürecinin en görünür
boyutlarından biri olarak öne çıkmaktadır. Bu süreç, yalnızca yasal
düzenlemelerle değil aynı zamanda siyasal baskılar, ekonomik araçlar ve yargı
müdahaleleri yoluyla da derinleştirilmiştir. Süreci açıklamak adına bazı örnek
olaylar bu yapısal dönüşümü somutlaştırmaktadır.
Doğan
Medya Grubu’nun Satışı (2018): Türkiye’nin en büyük ve etkili medya grubu olan Doğan Medya,
2018 yılında iktidara yakınlığıyla bilinen Demirören Grubu’na satılmıştır. Bu
devir, Hürriyet, CNN Türk, Posta gibi etkili medya organlarının denetiminin
hükümet yanlısı bir yapıya geçmesini sağlamış ve medyadaki çoğulculuğu büyük
ölçüde ortadan kaldırmıştır. Bu gelişme sonrasında CNN Türk ekranlarında
muhalefet temsilcilerine çok daha az yer verilmeye başlanmış ve gazeteciler
kitlesel biçimde işten çıkarılmıştır.
Ahmet
Altan ve Osman Kavala Vakaları: Gazeteci ve yazar Ahmet Altan, 2016 darbe girişiminin
ardından “darbe çağrışımı” yaptığı iddiasıyla tutuklanmış ve uzun süre
cezaevinde kalmıştır. Altan’ın yargılanması, düşünce ve ifade özgürlüğünün
cezai kovuşturmayla bastırılmasının tipik bir örneğidir. Benzer şekilde sivil
toplum önderi Osman Kavala Gezi Parkı protestoları ve 15 Temmuz darbe
girişimiyle ilişkilendirilerek tutuklanmış ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararlarına karşın serbest bırakılmamıştır. Kavala davası, ifade özgürlüğünün
sivil toplumla kesiştiği noktada nasıl sınırlandığını göstermektedir.
RTÜK’ün
Ceza Uygulamaları: Radyo
ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), özellikle 2019 sonrasında Halk TV, Tele1 ve Sözcü
TV gibi karşıt kanallara sistemli olarak yayın durdurma ve para cezaları
vermiştir. Örneğin, 2020 yılında Tele1 Genel Yayın Yönetmeni Merdan Yanardağ’ın
bir programda dile getirdiği eleştiriler gerekçe gösterilerek kanala beş günlük
yayın durdurma cezası verilmiştir. RTÜK’ün bu uygulamaları bağımsız yayıncılık
üzerinde sistemli bir baskı aracına dönüşmüştür.
Sosyal Medya
Yasası ve Sansür: 2020
yılında çıkarılan Sosyal Medya Yasası ile birlikte sayısal platformlar üzerinde
sıkı denetim mekanizmaları kurulmuştur. Twitter (şimdiki X), Facebook ve
YouTube gibi platformlara temsilci atama ve içerik kaldırma yükümlülüğü
getirilmiştir. Bu yasal düzenlemenin ardından pek çok karşıt içerik
sansürlenmiştir. Örneğin, gazeteci Erk Acarer'in yolsuzluk dosyalarına ilişkin
tweetleri mahkeme kararlarıyla kaldırılmıştır. 2022 yılında kabul edilen yeni
“Dezenformasyon Yasası” ile birlikte, “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma”
gibi muğlak tanımların ceza tehdidi oluşturması sosyal medya kullanıcılarının
otosansür uygulamasını yaygınlaştırmıştır.
Evrensel
ve BirGün Gazetelerine İlan Yasağı: Basın İlan Kurumu, iktidarı eleştiren sol tandanslı
gazetelere düzenli olarak resmi ilan ve reklam yasağı uygulamaktadır. Evrensel
ve BirGün gazeteleri bu kapsamda uzun süre ilan alamamış ve bu durum söz konusu
yayın organlarının ekonomik sürdürülebilirliğini doğrudan tehdit etmiştir. Bu
uygulama, iktidarın ekonomik araçları kullanarak ifade özgürlüğünü dolaylı
biçimde bastırmasının tipik örneklerinden biridir.
Gazeteci
Saldırıları ve Ceza İstisnaları: Son yıllarda gazetecilere yönelik fiziksel saldırılar artış
göstermiştir. Gazeteci Levent Gültekin 2021 yılında televizyon yayınına
girmeden önce İstanbul’da bir grup tarafından saldırıya uğramış, faillerin
bulunması konusunda ciddi bir ilerleme kaydedilmemiştir. Benzer şekilde
gazeteci Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’a yönelik soruşturmalar gazetecilik etkinliklerinin
suç gibi kabul edildiğini ve hukuk yoluyla caydırıcı bir baskı oluşturulduğunu
göstermektedir.
SİVİL
TOPLUMUN ÖZERKLİĞİ VE SİYASAL KATILIMI
Demokratik
rejimlerin sağlıklı işleyişinde sivil toplum kuruluşları (STK’lar), yurttaş
katılımının ve yöneten-yönetilen ilişkilerinin yeniden dengelenmesinde yaşamsal
bir rol oynar. Ancak Türkiye’de otoriterleşme süreciyle birlikte sivil toplumun
özerkliği giderek zayıflamış ve katılımcı mekanizmalar biçimsel düzeye
indirgenmiştir. Devlet, sivil toplum alanını ya doğrudan denetim altına alarak
ya da bağımsız aktörleri çeşitli yollarla etkisizleştirerek siyasal alan
üzerindeki hegemonik gücünü pekiştirmektedir. 2000’li yılların başlarında
Avrupa Birliği reform süreciyle birlikte ivme kazanan sivil toplum hareketleri
özellikle Gezi Parkı protestoları sonrasında ciddi bir baskı ortamına
girmiştir. Gezi sonrası iktidarın sivil topluma yönelik yaklaşımı, “milli ve yerli
olmayan”, “dış mihraklarca fonlanan” yapıların suçlanması uygulamaları
artmıştır. Bu söylem, hükümetin eleştirel STK’lara karşı güvenlikçi
reflekslerle yaklaşmasını meşrulaştırmakta ve özerk sivil alanı daraltmaktadır.
Özellikle insan hakları, çevre, kadın hakları, LGBTİ+ hakları ve kültürel
kimlik temelli çalışan sivil toplum aktörleri denetimler, vergi soruşturmaları,
yargı baskısı ve kamu fonlarından dışlanma gibi yollarla susturulmaya
çalışılmıştır. Bunun yanı sıra, hükümete yakın vakıf ve derneklerin kamu
kaynaklarıyla desteklenerek öne çıkarılması “sivil toplumun devletleştirilmesi”
eğilimini gözler önüne sermektedir. Türkiye Gençlik Vakfı (TÜGVA), Ensar Vakfı
ve TÜRGEV gibi yapılar bu sürecin tipik örnekleridir. Kamu kurumları ile
kurdukları protokoller aracılığıyla gençlik, eğitim ve kültür siyasalarında
belirleyici aktörler durumuna gelmişlerdir. Sivil toplumun siyasal karar alma
süreçlerine katılımı ise yalnızca danışma düzeyinde kalmakta ve katılım
genellikle yüzeysel ve simgesel olarak gerçekleşmektedir. Katılımcı
mekanizmaların içi boşaltılmış, merkezi yönetim yerel katılımı sınırlandırmış,
yerel yönetimlerin sivil toplumla kurduğu bağlar ise merkezi otoritenin
gözetimi altına alınmıştır. Bu durum, yurttaşların kendilerini ifade etme ve
karar alma süreçlerine etki etme yollarını tıkayarak, siyasal meşruluğun
toplumsal tabana yayılmasını engellemektedir. Sonuç olarak, Türkiye’de sivil
toplumun özerkliği ciddi bir şekilde aşındırılmış ve katılım süreçleri ise
biçimsel kalıplara indirgenmiştir. Bu gelişme hem demokratik denetim
mekanizmalarının hem de yurttaşlık bilincinin güçlenmesini engelleyen temel
dinamiklerden biri olarak değerlendirilmektedir.
Sivil
Toplumun Özerkliği, Katılımı ve Yerel Yönetimlerin Maruz Kaldığı Baskılar
Sivil
toplumun özerkliği ve katılım kapasitesi demokratik sistemlerin temel yapı
taşlarındandır. Toplumsal aktörlerin bağımsız biçimde örgütlenebilmesi, farklı
taleplerin temsil edilebilmesi ve yurttaşların yönetime katılabilmesi yalnızca
özgürlükçü bir hukuk düzeniyle değil aynı zamanda kurumsal çoğulculuğun
işlerliğiyle de doğrudan ilişkilidir. Bu bağlamda yerel yönetimler hem sivil
katılımın gelişmesi hem de yerinden yönetim ilkesinin hayata geçirilmesi
açısından merkezi bir öneme sahiptir. Türkiye’de son dönemde sivil toplumun
özerkliğini sınırlayan uygulamalar artarken bu durum yerel yönetimler düzeyinde
çok daha görünür hale gelmiştir. Özellikle muhalefet partilerinin yönettiği
belediyelere yönelik baskılar demokratik katılımı zayıflatmakta ve yönetsel
çoğulculuğu ortadan kaldırmaya yönelmektedir. Bu bağlamda Cumhuriyet Halk
Partisi (CHP) ve Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM) örnekleri yerel
yönetimlerin özerkliğine yönelik farklı fakat birbirini tamamlayan iki
biçimdeki müdahale stratejilerini ortaya koymaktadır. CHP’nin büyükşehir
belediyeleri başta olmak üzere yönettiği yerel yönetimler hem merkezi iktidarın
doğrudan müdahalesiyle ve hem de yönetsel ve mali araçlar yoluyla dolaylı
olarak sınırlandırılmaktadır. Belediyelerin borçlanma yetkilerinin
sınırlanması, merkezi idareden gelen payların keyfi biçimde kesilmesi, sosyal
yardım izinlerinin İçişleri Bakanlığı onayına bağlanması ve kamu bankalarının
kredi vermeyi reddetmesi gibi uygulamalar yerel özerkliğin askıya alınmasına
neden olmaktadır. Bu araçlar, seçilmiş belediyelerin toplumla kurdukları
doğrudan ilişki kurması zayıflatmakta ve merkeziyetçiliği yeniden kurulması
amacına hizmet etmektedir. Buna karşılık DEM’in yönettiği belediyeler çok daha
sert ve doğrudan müdahalelere maruz kalmaktadır. Seçilmiş belediye
başkanlarının görevden alınması, haklarında hiçbir kesinleşmiş yargı kararı
olmaksızın "terörle iltisak" iddiasıyla görevden el çektirilmeleri ve
yerlerine kayyım atanması, yerel düzeyde demokratik temsilin ortadan
kaldırılması anlamına gelmektedir. Bu durum yalnızca yerel özerkliği değil aynı
zamanda seçme ve seçilme hakkını da çiğnemektedir. Görevden alma, göz altına
alma, tutuklama ve kayyım uygulamaları sivil toplumun ve yerel halkın siyasal
özne olma kapasitesini ortadan kaldıran bir araç durumuna gelmiştir. CHP ve DEM
örnekleri, Türkiye’de farklı muhalefet biçimlerine karşı uygulanan baskı
stratejilerinin çeşitliliğini ortaya koymaktadır. Bu baskılar, sadece partisel yarışmayı
değil aynı zamanda yurttaşların siyasete katılımını, yerel düzeyde kendi yaşam
alanlarını şekillendirme haklarını ve kamu hizmetlerine eşit erişimlerini de
doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle sivil toplumun özerkliğini tartışmak
yalnızca dernekler ya da vakıflar gibi yapılarla sınırlı kalmamalı ve yerel
yönetimler ve onların kamusal temsi yeteneği de bu tartışmanın asli unsurları
olarak ele alınmalıdır.
Sivil
Toplumun Özerkliği, Katılım ve Yerel Yönetimler Üzerinden Kurumsal Dışlama
Türkiye'de
otoriterleşmenin derinleşmesiyle birlikte sivil toplumun özerk alanı giderek
daralmış, yurttaşların karar alma süreçlerine etkili biçimde katılımını
sağlayacak demokratik kanallar sistemli biçimde zayıflatılmıştır. Bu bağlamda
özellikle merkezi hükümetin karşıt yerel yönetimlere ve sivil toplum
kuruluşlarına yönelik dışlayıcı, baskılayıcı ve kaynak kısıtlayıcı siyasaları
dikkat çekmektedir. Özellikle 2019 yerel seçimlerinden sonra İstanbul ve Ankara
gibi büyükşehir belediyelerinin muhalefet partilerine geçmesiyle birlikte
merkezi yönetim bu belediyelerin hizmet sunma kapasitesini kısıtlamak üzere
çeşitli araçlara başvurmuştur. Belediye meclis çoğunluklarının AKP ve MHP'de
olması nedeniyle yürütme organı işlevsizleştirilmiş, yatırımlar ve karar alma
süreçleri sürekli olarak engellenmiştir. Örneğin İstanbul Büyükşehir
Belediyesi'nin (İBB) sosyal yardım bütçeleri, öğrenci yurtları ve kültürel
etkinlikleri gibi birçok etkinliği Sayıştay denetimleri veya İçişleri Bakanlığı
soruşturmalarıyla hedef durumuna getirilmiştir. DEM Partili belediyelerde ise
bu dışlama daha sert biçimde doğrudan kayyım atamaları yoluyla gerçekleşmiştir.
2019 yerel seçimlerinde kazanılan birçok belediyeye kısa süre içinde kayyım
atanmış seçilmiş belediye başkanları görevden alınarak yerlerine valiler veya
kaymakamlar geçirilmiştir. Bu uygulamalar yalnızca yerel demokrasiye değil
halkın siyasal katılım hakkına da açık bir müdahale olarak değerlendirilmiştir.
Kayyım atamaları, yerel yönetimlerin toplumsal taleplere duyarlılık gösterme
kapasitesini ortadan kaldırarak sivil toplumun gelişimi ve toplumsal katılım
kanallarını tıkamıştır. Ayrıca merkezi hükümetin fon ve kaynaklara erişimi denetim
altına almasıyla, karşıt belediyeler projeleri için merkezi destek alamamakta
ve yurttaş odaklı katılımcı projeler sürdürülebilirlikten yoksun hale
gelmektedir. Katılımcı bütçeleme, mahalle forumları gibi uygulamalar
yaygınlaştırılamamakta ve bu da hem yerel demokrasi hem de sivil toplumun
gelişimi açısından ciddi bir gerilemeye işaret etmektedir. Sonuç olarak,
Türkiye'de sivil toplumun özerkliği yalnızca dernekler, vakıflar ve meslek
örgütleri üzerinden değil yerel yönetimlerin işlevselliği ve karar alma
süreçlerine yurttaş katılımının engellenmesi yoluyla da aşındırılmaktadır. Bu
durum, sadece kurumsal yapıların değil, demokratik kültürün de ciddi biçimde
zayıfladığını göstermektedir.
Demokratik
sistemlerin vazgeçilmez unsurlarından biri olan sivil toplum, yurttaşların
devlet dışı alanlarda örgütlenerek kamu siyasalarını etkileme, yönetime katılma
ve denetim mekanizmalarına katkıda bulunma olanağı sunar. Bu bağlamda, sivil
toplumun özerkliği hem örgütlenme özgürlüğü hem de ifade, toplanma ve katılım
haklarının güvence altında olmasıyla doğrudan ilişkilidir. Ancak otoriterleşme
eğilimi gösteren rejimlerde sivil toplumun özerkliği hedef alınmakta ve bu alan
sistemli biçimde daraltılmakta ve baskı altına alınmaktadır. Türkiye özelinde
son yıllarda, özellikle insan hakları, çevre, kadın hakları, ifade özgürlüğü,
eğitim gibi alanlarda etkinlik gösteren sivil toplum örgütlerine yönelik
baskıların arttığı gözlemlenmektedir. Dernekler Kanunu’nda yapılan
düzenlemeler, İçişleri Bakanlığı’na derneklerin yönetimini değiştirme ve etkinliklerini
durdurma yetkisi verirken kayyım uygulamaları, özellikle HDP’nin seçildiği
illerdeki yerel yönetimler üzerinden sivil toplumla yerel kamusal alan
arasındaki bağı kopartmayı hedeflemiştir. Örneğin, 2019 yerel seçimlerinde
Diyarbakır, Van ve Mardin gibi büyükşehir belediyelerini kazanan Halkların
Demokratik Partisi (HDP, şimdiki DEM Parti) yönetimlerine kısa süre sonra
İçişleri Bakanlığı kararıyla kayyım atanmıştır. Bu uygulama yalnızca seçme-seçilme
hakkının zedelenmesine neden olmamış, aynı zamanda bu belediyelerle iş birliği
yapan yerel STK’ların etkinliklerini de doğrudan etkilemiştir. Kayyımların
yerel halkla ilişki kuran katılımcı yapıları lağvetmesi, yerel halkın
taleplerinin merkezi iktidar tarafından belirlenen programlara tabi hale
gelmesi, sivil toplumu işlevsizleştiren bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Benzer şekilde, Cumhuriyet Halk Partisi'nin (CHP) yönettiği büyükşehir
belediyelerinin sosyal yardım, kadın siyasaları, çevre duyarlılığı veya barınma
krizine yönelik sivil toplumla birlikte geliştirdiği siyasalar da merkezi hükümetten
gelen denetim baskısı, kaynak kısıtlamaları ve yasal müdahalelerle karşı
karşıya kalmıştır. İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyeleri'nin öğrencilere
yurt sağlama çabaları veya kadın sığınma evleri konusunda geliştirdikleri
projeler merkezi hükümetin engellemeleri nedeniyle yeterli kaynak ve mevzuat
desteği bulmakta zorlanmıştır. Sivil toplumun ve yerel yönetimlerin birlikte
çalışabildiği ortamlar çoğulcu demokrasinin yaygınlaştırılması açısından son
derece önemlidir. Ancak Türkiye’de son dönemde bu ilişkinin kısıtlandığı ve
yerel düzeyde demokratik katılım kanallarının kapatıldığı görülmektedir.
Özellikle kayyım uygulamaları, muhalif STK’lara yönelik soruşturmalar ve
vakıf/dernek kapatma işlemleri, sivil toplumun özerkliğine doğrudan bir
müdahale niteliği taşımaktadır.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Bu çalışma,
Türkiye'de son yıllarda yaşanan demokratik gerileme sürecini, demokrasinin
evrensel ölçütleri temelinde çok boyutlu biçimde çözümlemeyi amaçlamıştır.
Demokratik rejimlerin yalnızca seçimli yönetim biçimleri olmadığı aynı zamanda
hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, ifade özgürlüğü, sivil toplumun
özerkliği ve temel hakların güvencede olması gibi yapısal ve normatif ilkeleri
içeren bir bütünlük arz ettiği vurgulanmıştır. Türkiye örneği, bu bütünlük
içinde ele alındığında, demokratik standartlardan sistemli biçimde
uzaklaşıldığını gösteren özgül ve örnekleyici bir olgu olarak öne çıkmaktadır.
Çalışmanın
temel bulguları, Türkiye’de demokratik rejimin biçimsel yönlerinin korunmasına
karşın işlevsel ve içeriksel boyutlarda ciddi bir aşınma yaşandığını ortaya
koymuştur. Hukukun üstünlüğü alanında yargının bağımsızlığına yönelik
müdahaleler, Anayasa Mahkemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının
tanınmaması, siyasal içerikli davalarda yargının araçsallaştırılması demokratik
hukuk devletinin temel direklerini zedelemiştir. Kuvvetler ayrılığı ilkesi,
Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi ile birlikte büyük ölçüde işlevsizleşmiş,
yasama ve yargı yürütmenin etkisi altına girmiştir. Bu durum, demokratik denge
ve denetim mekanizmalarının büyük ölçüde devre dışı kalmasına neden olmuştur.
Özgür ve
adil seçimlerin yalnızca teknik düzenliliği değil, eşit koşullarda yarışma
ilkesine uygunluk bakımından da değerlendirilmesi gerektiği çalışmada ayrıntılı
biçimde gösterilmiştir. Yüksek Seçim Kurulu’nun tartışmalı kararları, seçim
mühendisliği uygulamaları, kamu kaynaklarının iktidar lehine kullanımı ve medya
dengesizliği, seçim süreçlerinin meşruluğunu gölgelemekte ve seçimin demokratik
hesap verebilirlik işlevini ortadan kaldırmaktadır.
Temel hak ve
özgürlükler alanında ifade, basın, toplanma ve örgütlenme özgürlüklerinin
sistemli biçimde sınırlandırılması Türkiye’nin demokratik normlardan
uzaklaştığını açık biçimde ortaya koymaktadır. Medya alanında iktidar yanlısı
tekelleşme, RTÜK ve Basın İlan Kurumu gibi araçlarla uygulanan yapısal sansür
ve gazetecilere yönelik yargı tacizleri ifade özgürlüğünü baskı altına
almıştır. Sivil toplum kuruluşlarına yönelik baskılar, kayyım atamaları, dernek
kapatmaları ve sivil aktörlerin suç odağı olarak gösterilmesi yurttaş
katılımının daralmasına ve demokratik denetimin zayıflamasına yol açmıştır.
Bütün bu
gelişmeler, Türkiye’nin uluslararası demokrasi endekslerinde “seçimli otokrasi”
ya da “melez rejim” olarak sınıflandırılmasına neden olmuş ve demokratik
meşruluk krizini derinleştirmiştir. Avrupa Birliği ile yürütülen üyelik
görüşmelerinin askıya alınması ve demokrasi ölçünlerinde gerilemeye ilişkin
eleştirilerin içeride “dış müdahale” söylemleriyle karşılanması otoriterleşme
sürecine dışsal bir meşruluk aracı işlevi görmektedir. Bu bağlamda, Türkiye
örneği, küresel düzeyde gözlemlenen popülist otoriterleşme eğilimlerinin yerel
bağlamda nasıl işlediğini anlamak açısından önemli bir laboratuvar niteliği
taşımaktadır.
Sonuç
olarak, Türkiye’de yaşanan demokratik gerileme, salt bir yönetsel değişim değil
yapısal ve kurumsal bir çözülmeye işaret etmektedir. Demokrasi, yalnızca
sandığa indirgenemeyecek kadar çok katmanlı bir rejim biçimidir ve bu
katmanların bütüncül biçimde aşınması, demokrasiyi içerikten yoksun bir
biçimselliğe indirgemektedir. Bu sürecin tersine çevrilebilmesi için hukukun
üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı öncelikli olmak üzere seçim güvenliği, medya
çoğulculuğu, sivil toplumun güçlendirilmesi ve siyasal katılımın genişletilmesi
yönünde kapsamlı reformlara gereksinim vardır. Aksi halde, Türkiye’de demokrasi
yalnızca anayasal bir sav olmaktan öteye geçemeyecek ve meşruluk zemini giderek
daralan bir yönetim biçimi olarak kalacaktır.
KAYNAKÇA
Bermeo, N.
(2016). On democratic backsliding. Journal of Democracy, 27(1), 5–19.
https://doi.org/10.1353/jod.2016.0012
Dahl, R. A.
(1971). Polyarchy: Participation and Opposition. Yale University Press.
Diamond, L.
(1999). Developing Democracy: Toward Consolidation. Johns Hopkins University
Press.
Diamond, L.
(2015). Facing up to the democratic recession. Journal of Democracy, 26(1),
141–155.
European
Commission. (2023). Turkey 2023 Report. Brussels. https://ec.europa.eu
European
Council. (2019). Council Conclusions on Enlargement and Stabilisation and
Association Process – Turkey. Brussels.
European
Parliament. (2019). Report on the 2018 Commission Report on Turkey.
https://www.europarl.europa.eu
Freedom
House. (2023). Freedom in the World 2023 – Turkey Report.
https://freedomhouse.org/country/turkey/freedom-world/2023
Ginsburg,
T., ve Moustafa, T. (Eds.). (2008). Rule by Law: The Politics of Courts in
Authoritarian Regimes. Cambridge University Press.
Kaya, A.
(2021). Authoritarianism and resistance in Turkey. In Turkish Studies, 22(2),
123–141.
Levitsky,
S., ve Way, L. A. (2010). Competitive Authoritarianism: Hybrid Regimes after
the Cold War. Cambridge University Press.
Mudde, C., ve
Rovira Kaltwasser, C. (2017). Populism: A Very Short Introduction. Oxford
University Press.
O’Donnell,
G. (1994). Delegative democracy. Journal of Democracy, 5(1), 55–69.
Öniş, Z.
(2020). Turkey’s new presidential regime and the struggle for democratic
consolidation. South European Society and Politics, 25(2), 197–218.
Putnam, R.
D. (1993). Making Democracy Work: Civic Traditions in Modern Italy. Princeton
University Press.
Schedler, A.
(2006). The Logic of Electoral Authoritarianism. Lynne Rienner Publishers.
V-Dem
Institute. (2023). Democracy Report 2023: Defiance in the Face of
Autocratization. University of Gothenburg. https://v-dem.net
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder