Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

3 Eylül 2025 Çarşamba

 

AYM vs. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ: SİYASAL PARTİLERİN HUKUKSAL REJİMİNDE GARİPLİKLER

 

Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış

 

Özet

Bu makale, Türkiye’de siyasal partilerin hukuksal rejiminde ortaya çıkan kurumsal ve normatif belirsizlikleri incelemektedir. Anayasa, Siyasal Partiler Kanunu ve Türk Medeni Kanunu’ndaki düzenlemeler, siyasal partilerin iç işleyişinde Anayasa Mahkemesi (AYM) ile asliye hukuk mahkemeleri arasında bir yetki çatışması yaratmaktadır. Özellikle parti kongreleri, delege seçimleri ve genel başkanlık yarışlarının asliye hukuk mahkemeleri kararlarıyla şekillenmesi, demokratik meşruluk bakımından sorunlu sonuçlar doğurmaktadır. Bu süreç, literatürde “yargısal darbe” olarak adlandırılan, teknik usul gerekçeleri üzerinden siyasal iradenin devre dışı bırakılması olgusuna karşılık gelmektedir. Türkiye’deki örnekler, karşılaştırmalı siyaset yazınında Pakistan, Tayland ve Latin Amerika gibi ülkelerde görülen yargısal müdahale örnekleriyle benzerlik göstermektedir. Çalışmada, normatif düzeyde seçimlerin gözetim ve denetiminde Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK), siyasal partilerin anayasal konumunda ise yalnızca AYM’nin yetkili olması gerektiği vurgulanmaktadır. Asliye hukuk mahkemelerinin parti içi demokrasiye ilişkin konularda yetkilendirilmesi, hukuksal güvenlik ilkesini zedelemekte ve otoriterleşme sürecinde yargının araçsallaştırılmasına zemin hazırlamaktadır.

Anahtar Kelimeler: Siyasal partiler, Anayasa Mahkemesi, Asliye Hukuk Mahkemesi, yargısal darbe, otoriterleşme, seçim hukuku

Abstract

This article examines the institutional and normative ambiguities within the legal regime of political parties in Turkey. Provisions in the Constitution, the Political Parties Act, and the Civil Code have created a jurisdictional conflict between the Constitutional Court (AYM) and civil courts of first instance (asliye hukuk mahkemeleri) over the internal functioning of political parties. In particular, party congresses, delegate elections, and leadership contests have often been determined by civil court rulings, raising concerns regarding democratic legitimacy. This phenomenon corresponds to what the literature defines as a “judicial coup,” whereby political will is overridden under the guise of technical procedural justifications. The Turkish experience parallels cases in Pakistan, Thailand, and several Latin American countries, where judicial interventions have reshaped political competition. The study argues that, normatively, the exclusive authority over electoral supervision and integrity belongs to the Supreme Election Council (YSK), while the Constitutional Court should retain sole jurisdiction over the constitutional status of political parties. Empowering civil courts to adjudicate internal party disputes undermines legal certainty and provides fertile ground for the instrumentalization of the judiciary in processes of authoritarian backsliding.

Keywords: Political parties, Constitutional Court, civil courts, judicial coup, authoritarianism, electoral law

GİRİŞ

Türkiye’de siyasal partilerin hukuksal rejimi belirsizlikler içermektedir. Anayasa, Siyasal Partiler Yasası, Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yasası siyasal patilerin hukuksal sorunlarını çözmekte yetersiz kalmaktadır. Bir tarafta seçme ve seçilme hakkının temel insan hak ve özgürlüklerinden olması, seçimlerin demokrasilerde üstlendiği büyük sorunluluk, seçimlerin tarafsız ve adil yönetimi zorunluluğu yanında parti ile üyeler ve üyelerle diğer üyeler arasındaki uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların yargı yoluyla çözümlenmesi gereksinimi yasalarla düzenlenmiş konular arasındadır.

Bu olumlu bakışa karşın sorunun sürecin olumsuz yanları da bulunmaktadır. Bunların başında adli mahkemelerin siyasal partilerin tüzel kişiliklerini ve seçilmiş organlarını görevden almalarının yarattığı anayasal, hukuksal ve siyasal sorunlar yasal düzenlemelerin yetersiz ve çelişkili olduğunu açıkça göstermektedir.

HUKUKSAL ÇERÇEVE

Anayasal Çerçeve

1982 Anayasası’nın 68–69 maddeleriyle siyasal partilerin etkinliklerinin denetimi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Yani programlarının, mali denetimlerinin ve kapatma davalarının adresi Anayasa Mahkemesi’dir. Bu nedenle partilerin “anayasal denetimi” bakımından asliye hukuk mahkemelerinin doğrudan bir yetkisi yoktur.

Siyasi Partiler Kanunu (SPK, 1983/2820)

Partilerin kuruluşu, iç işleyişi, organlarının seçimi ve tüzükleri ile ilgili ayrıntılar SPK’da düzenlenmiştir. SPK’da, parti içi kongre ve kurultay süreçleriyle ilgili bazı uyuşmazlıklarda adli yargı (asliye hukuk mahkemeleri) devreye girer.

Dernekler Hukukuna Atıf

SPK, parti içi kongre ve delege işlerinde, Türk Medeni Kanunu (TMK) ve Dernekler Kanunu (DK) hükümlerine atıf yapar. TMK’nun 82 nci maddesi ve devamında, derneklerin genel kurul toplantıları ve organ seçimlerine ilişkin uyuşmazlıklarda asliye hukuk mahkemelerinin görevli olduğu belirtilmiştir. Siyasal partiler, özel statülü olmalarına karşın bu noktada dernekler gibi değerlendirilir.

Bu nedenle, asliye hukuk mahkemeleri, anayasal olarak değil SPK’nun dernekler hukukuna yaptığı atıf nedeniyle parti içi kurultay, delege seçimi, olağanüstü kongre gibi konularda yetkili kılınmıştır.

İLGİLİ YASA HÜKÜMLERİ

Siyasi Partiler Kanunu (SPK, 2820 sayılı Kanun)

Madde 19 – Parti İç Tüzüğü ve Organları

Siyasi partilerin kuruluşu, tüzükleri ve işleyişleri hakkında bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde Türk Medeni Kanunu’nun dernekler hakkındaki hükümleri uygulanır.

Yani partiler, kanunda açık düzenleme olmayan noktada dernek gibi işlem görür.

Türk Medeni Kanunu (TMK, 4721 sayılı Kanun) – Dernekler Hükümleri

Madde 82 – Genel Kurul Toplantısının Yapılmaması

Genel kurul, kanunda veya dernek tüzüğünde belirtilen zamanda yapılmazsa; üyelerden birinin istemi üzerine asliye hukuk mahkemesi derneğin genel kurulunu toplantıya çağırır.

Madde 83 – Organların Seçilmemesi

Genel kurul, kanunda öngörülen süre içinde toplanmaz veya gerekli organları seçmezse, üyelerden birinin başvurusu üzerine asliye hukuk mahkemesi üç üyeden oluşan bir kayyım heyeti atar.

Bağlantı

SPK’nun 19 uncu maddesi “Medeni Kanun hükümleri uygulanır” diyerek yetkiyi asliye hukuk mahkemelerine vermektedir. TMK’nun 82–83 maddeleri ise doğrudan asliye hukuk mahkemelerinin görevli olduğunu söylemektedir. Özetle, siyasal partilerin iç işleyişinde (kurultay, kongre, organların seçimi) çıkan uyuşmazlıklarda asliye hukuk mahkemeleri görevlidir. Ancak partilerin kapatılması, mali denetimi, anayasal konumu sadece Anayasa Mahkemesi’nin yetkisindedir.

ÖRNEK OLAYLAR

Meral Akşener’in MHP Genel Başkanlığı adaylığı sürecinde yaşadığı olaylar belirtmeye çalıştığım sorunu açıklıkla ortaya koymaktadır. Akşener’in seçilememesiyle sonuçlanan olaylar dizisi bu yolda iyi bir örnektir. Süreç, normal bir parti içi kongre veya siyasal karar süreçleriyle değil, asliye hukuk mahkemesi kararıyla gerçekleşmiştir. Olayın özünde iki kritik hukuksal ve siyasal boyut vardır: siyasal partinin tüzüğü ve yargı denetimi. Siyasal partiler kendi tüzükleri doğrultusunda işlerler. Ancak tüzük değişiklikleri, kongre kararları veya seçim sonuçları yargıya götürülebilir. Türkiye’de bu tür davalar genellikle asliye hukuk mahkemeleri tarafından görülür, çünkü parti içi kongre ve organ kararlarının iptali için asliye hukuk mahkemeleri yetkili olduğu varsayılmaktadır.

Akşener’in genel başkanlığa adaylığına itiraz

Akşener, MHP Genel Başkanlığı’nı hiç kazanamadı, yani o koltuğu kaybetmedi. Süreç şöyle gelişti: 2015 seçimlerinden sonra MHP içinde muhalif bir hareket başladı. Meral Akşener, Sinan Oğan ve Koray Aydın gibi isimler Devlet Bahçeli’nin koltuğunu bırakmasını istedi. Muhalifler olağanüstü kurultay toplamak istedi. Ancak Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin verdiği karar, muhaliflerin kurultay yapmasına olanak tanıdı. Fakat iktidarın da desteğini alan Bahçeli kanadı, başka mahkemelerden tam tersi kararlar çıkardı. Yargıtay da bu süreçte Bahçeli lehine karar verince, muhaliflerin kongre yaparak genel başkanı değiştirme olasılığı ortadan kalktı. Sonuçta Akşener MHP Genel Başkanlığı’na aday olamadı, seçilemedi. Bu nedenle 2017’de kendi partisi olan İYİ Parti’yi kurdu ve orada genel başkan oldu. Yani Akşener’in “yargı kararıyla kaybettiği” şey, MHP’de genel başkanlık yarışına girme hakkıydı.  Asliye hukuk mahkemesi, yapılan itirazı haklı bulduğunda, kongrede alınan kararları ve seçimi yok hükmünde sayabilmektedir.

ANAP: 2000’ler

Anavatan Partisi’nde çeşitli kongreler ve genel başkan seçimleri, usulsüz delege listeleri gerekçesiyle iptal edildi. Özellikle Mesut Yılmaz ve sonrasındaki isimler döneminde, asliye hukuk mahkemeleri kongre kararlarını geçersiz saydı. Genel başkanlık, mahkeme kararıyla düşmüş oldu. Parti yeni kongreye gitmek zorunda kaldı.

CHP: 1970’ler ve 1990’lar

CHP’de de dönem dönem kongre iptalleri yaşandı. 1970’lerde Bülent Ecevit ile İsmet İnönü arasında, 1990’larda Deniz Baykal ile Hikmet Çetin arasında çıkan kongre çekişmeleri mahkemelere taşındı. Mahkemeler bazı kongreleri iptal ederek parti yönetimini belirsizliğe sürükledi.

Demokrat Parti (DP) / Doğru Yol Partisi (DYP)

Tansu Çiller’in genel başkanlığı döneminde yapılan kongrelerden bazıları yargıya taşındı. Asliye hukuk mahkemeleri “kongre usulsüzlüğü” nedeniyle seçimlerin yenilenmesine hükmetti.

ÖRNEK OLAYLARIN ORTAK ÖZELLİĞİ

Türkiye’de siyasal partiler, Siyasal Partiler Kanunu gereği sıkı yargı denetimine bağlıdır. En küçük usulsüzlük (örneğin, delege listesinin ilan edilmemesi, noter onayı eksikliği, gizli oy açık sayım ilkesine uyulmaması) kongreyi geçersiz kılabilmektedir. Bu yüzden parti içi iktidar savaşımı çoğu zaman siyasetin değil, mahkeme salonlarının konusu olmaktadır.

Türkiye’de bir genel başkanın, parti içi iradeyle değil de bir asliye hukuk mahkemesi kararıyla görevden düşmesi, siyasette sık sık “yargı darbesi” kavramıyla tartışılıyor. Burada iki boyut vardır. Birincisi, yargı denetiminin normal boyutudur. SPK partileri sıkı denetime tabi tutar. Kongre çağrısı, delege listeleri, seçim usulleri gibi teknik konuların mahkemelerce iptali, hukuken olağan kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında, bu kararlar “hukuksal denetim” olarak yorumlanabilir. İkincisi, siyasete müdahale boyutu (yargı darbesi savı).

Ancak aslı sorun şudur: Bu tür kararlar çoğu zaman “teknik usulsüzlük” gerekçesiyle verilmektedir ama sonuçları doğrudan siyasal iradeyi ortadan kaldırmaktadır. Delegelerin seçtiği genel başkan, halkın önüne çıkmadan, bir yargıcın iptal kararıyla düşmektedir. Bu durum, “siyasal alanın yargı üzerinden tasarımlanması” algısını doğuruyor. Özellikle bağımsızlığı tartışmalı bir yargı düzeninde bu kararların iktidarın yönlendirmesiyle alındığına ilişkin şüpheler güç kazanmaktadır.

Sorun özellikle şu anda CHP’nin karşı karşıya bulunduğu davada tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. CHP İstanbul İl seçimlerinin iptal edilmesi ve delegelerin hukuksal sıfatlarını kaybetmesi nedeniyle bu delegelerin oy kullandığı CHP Kurultayı’nı da mutlak butlan savıyla hukuksal açıdan etkilenmesine yol açacaktır. Büyük olasılıkla seçilen Genel Başkan ve diğer organlar mahkeme kararıyla görevden alınacak ve yerlerine kayyım atanacaktır.

NEDEN YARGI DARBESİ DENİYOR?

“Darbe” kavramı, demokratik işleyişin dışında bir güç kullanarak siyasal iradeyi devre dışı bırakmayı ifade eder. Burada da partinin iç demokratik işleyişi (delegelerin seçimi) mahkeme kararıyla yok sayılmaktadır. Bu nedenle muhalifler ve bazı hukukçular, bu tür kararları “yargı darbesi” olarak adlandırıyor.

Akademik açıdan değerlendirildiğinde, hukuksal olarak “yargısal denetim” meşrudur. Siyasal açıdan bakıldığında “siyasal iradeyi boşa çıkarma” bir yargı darbesi algısı yaratmaktadır. Özellikle otoriterleşen rejimlerde yargı iktidar eliyle muhalefeti tasfiye etmenin en etkili aracıdır olabilmektedir. Yani teknik açıdan “usul denetimi”, ama siyasal açıdan “yargı darbesi” nitelemesi yabana atılamaz.

Yargısal darbe, anayasal ve demokratik süreçleri askeri veya doğrudan güç kullanarak değil, mahkeme kararları üzerinden devre dışı bırakmak anlamına gelir. Bir yargı darbesinde yargı, teknik bir gerekçeyi öne sürer (örneğin, usul, süreç), ancak kararın esas etkisi siyasal iradeyi bozmak olur. Yargı, tarafsız bir hakem olmaktan çıkar, siyasal mühendisliğin aracı durumuna gelir.

Pakistan’da (2007) yargı, Pervez Müşerref’in iktidarını meşrulaştırmak için seçilmişleri görevden aldı. Tayland’da mahkemeler seçilmiş başbakanları “usul ihlali” gerekçesiyle düşürdü. Latin Amerika’da yargı, muhalif adayların adaylıklarını iptal ederek iktidarın ömrünü uzattı. Bu örneklerde hep küçük usul meseleleri büyük siyasal sonuçlar doğurdu.

Türkiye’de de yargı, özellikle siyasal partiler alanında çok güçlüdür. Bu durum, özellikle bağımsızlığı tartışmalı bir yargı düzeninde kolayca siyasal araçsallaştırma riskini doğuruyor.  Yargısal darbe, yargı organlarının hukuksal görünüm altında, demokratik temsil veya siyasal iradenin meşruluğunu ortadan kaldıracak şekilde karar almasıdır.

Türkiye’de Otoriterleşme Sürecinde Yargının Siyasete Müdahale Biçimleri

Türkiye’de yargının siyasal süreçlere müdahalesi, yalnızca AYM kararları veya parti kapatma davaları üzerinden değil, aynı zamanda asliye hukuk mahkemeleri düzeyinde de gözlemlenmektedir. Özellikle siyasal partilerin kongre süreçleri, delege listeleri ve genel başkanlık seçimleri, çoğu kez usul denetimi kisvesi altında yargı denetimine tabi kılınmaktadır. Bu noktada yazında “yargısal darbe” (judicial coup) kavramı açıklayıcıdır. Yargısal darbe, hukuksal görünüm altında alınan kararlarla, demokratik temsilin veya siyasal iradenin devre dışı bırakılmasıdır. Küçük usule ilişkin gerekçeler (örneğin kongre çağrısının yöntemi, delege listelerinin ilanı, noter gözetimi eksikliği) öne sürülmekte, ancak sonuçta seçilmiş genel başkanın veya parti yönetiminin görevine son verilmektedir. Böylece yargı, tarafsız bir hakem olmaktan çıkmakta ve siyasal alanın yeniden tasarlanmasında etkili bir araç durumuna gelmektedir. Bu tür uygulamalar, otoriterleşme yazının da yargının araçsallaştırılması ve siyasal mühendislik bağlamında “yargısal darbe” tipolojisine denk düşmektedir.

Otoriterleşme Sürecinde Yargının Araçsallaştırılması: Yargısal Darbe

Otoriterleşme yazını, siyasal iktidarların demokratik kurumları kullanarak iktidarlarını pekiştirme süreçlerini özellikle yargı, medya, seçim ve ekonomi alanları üzerinden incelemektedir. Türkiye’de bu bağlamda öne çıkan önemli bir dinamik, yargının araçsallaştırılmasıdır. Yargı, demokratik rejimlerde güçler ayrılığı ilkesinin güvencesi olarak işlev görür. Ancak otoriterleşme eğilimi taşıyan rejimlerde, yargı bağımsızlığı aşındırılarak, muhalefeti zayıflatmanın ve siyasal alanı yeniden oluşturmanın bir aracı durumuna getirilir. Bu noktada “yargısal darbe” kavramı önemlidir. Yargısal darbe, hukuksal görünüm altında alınan kararlarla, demokratik temsilin ve siyasal meşruluğun ortadan kaldırılmasıdır. Küçük usul gerekçeleri öne sürülerek (örneğin kongre çağrısının yöntemi, delege listelerinin ilanı, noter gözetimi eksikliği) aslında seçilmiş aktörlerin iradesi bertaraf edilir.

Yargısal Darbe ile Diğer Otoriter Araçların İlişkisi

Yargısal darbeler, otoriterleşmenin diğer mekanizmalarıyla birlikte işlev görür. Yargı kararları çoğu zaman medya üzerinde baskıyı meşrulaştırır. Seçim kurulları ve mahkemeler aracılığıyla muhalefetin adaylığı iptal edilebilir. Yargı, iktidara yakın sermaye çevrelerini koruyacak, muhalif aktörleri ise cezalandıracak şekilde hareket eder. Gazeteciler, eylemciler ve siyasetçiler hakkında açılan davalar, muhalefeti caydırma aracı olarak kullanılır. Dolayısıyla “yargısal darbe”, tek başına bir otoriter araç olmaktan çok otokratikleşme sürecinde diğer stratejilerle bütünleşen bir rejimsel mühendislik yöntemi olarak değerlendirilebilir. Bir başka tanım ise, yargısal darbe, yargı kararları aracılığıyla, demokratik iradeyi devre dışı bırakmakla kalmayıp, anayasal düzeni değiştirecek veya dönüştürecek şekilde siyasal iktidarı yeniden şekillendirme sürecidir.

HUKUKSAL DEĞERLENDİRME

Türkiye’de seçim süreçleri anayasal güvence altına alınmış olup, 1982 Anayasası’nın 79. maddesi uyarınca seçimlerin genel yönetim ve denetimi Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) aittir. Anayasal düzenleme, seçimlerin dürüstlüğünü sağlamak amacıyla YSK kararlarının kesin olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu bağlamda, seçimlerin gözetimi ve denetimi üzerinde herhangi bir başka yargı merciine yetki tanınmamıştır. YSK’nın tek ve son otorite olması, seçim hukukunda hukuksal güvenlik ve öngörülebilirlik ilkesinin temel dayanağıdır.

Buna karşılık, bazı yasal düzenlemelerde Asliye Hukuk Mahkemeleri’ne verilen görev ve yetkiler, özellikle dernekler, partiler veya meslek kuruluşlarının iç işleyişine dair davalarda ortaya çıkmakla birlikte, siyasal seçimlerin doğrudan denetimine yönelik açık ve kesin bir hüküm içermemektedir. Bu durum, normatif düzeyde bir belirsizlik (muğlaklık) yaratmakta ve yasaların lafzı ile anayasal normun getirdiği açık sınırlar arasında açık bir çatışma doğurmaktadır. Özellikle seçimlerin iptali, sonuçların tescili veya aday listelerine müdahale gibi konularda Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin yetkisizliği açıktır, çünkü bu tür işlemler yalnızca YSK’nın görev alanına girmektedir.

Başsavcının kamuoyuna yaptığı açıklamalar ise, demokratik hukuk devletinde savcılık kurumunun konumunu tartışmalı duruma getirmektedir. Savcıların yürütme organı veya iktidar partileri lehine siyasal söylem geliştirmesi, tarafsızlık ve bağımsızlık ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Savcıların görev alanı, ceza soruşturmasının yürütülmesi ve kamu adına dava açılmasıyla sınırlıdır. Dolayısıyla, seçim süreçlerine ilişkin siyasal nitelikli değerlendirmelerde bulunmaları hem anayasal yetki dağılımına hem de “silahların eşitliği” ve “adil yargılanma” ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir.

Sonuç olarak, evrensel hukuk ilkeleri açısından bakıldığında, seçimlerin gözetiminde ana yetkinin YSK’da olduğu, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin bu konuda doğrudan bir rol üstlenemeyeceği, savcıların ise yürütme veya siyasal partiler adına bir söylem geliştiremeyeceği açıktır. Bu çerçevede, mevcut normatif belirsizlikler giderilmeli ve seçim hukukunun tarafsızlık, bağımsızlık ve hukuksal güvenlik ilkelerini koruyacak şekilde daha açık ve kesin düzenlemelerle güçlendirilmesi gerekmektedir.

Buna paralel olarak, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin görev alanı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m. 2’de düzenlenmiştir. İlgili hükme göre, kanunların başka bir mahkemeyi görevlendirmediği durumlarda dava konusunun değer ve miktarına bakılmaksızın malvarlığı haklarına ve şahıs varlığına ilişkin davalar Asliye Hukuk Mahkemelerinde görülür. Ayrıca, özel kanunlar bazı hususlarda (örneğin: derneklerin feshi, vakıfların yönetimi, şirket genel kurullarının iptali davaları) Asliye Hukuk Mahkemeleri’ni görevli kılmıştır.

Ne var ki, bu düzenlemeler doğrudan siyasal seçimlere veya seçim sonuçlarının denetimine ilişkin değildir. Anayasal düzeyde seçimlerin gözetim ve denetimi münhasıran Yüksek Seçim Kurulu’na verilmiştir. Dolayısıyla, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin yetkilerinin seçim hukukuna uygulanması hem yasaların lafzı hem de anayasal hükümlerin ruhu ile çelişmektedir. Bu noktada, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin yetkilerinin seçim süreçlerine taşınması, hukuksal güvenlik ve yetki ayrımı ilkelerini zedeleme riski taşır.

GENEL DEĞERLENDİRME VE SONUÇ

Türkiye’de siyasal partiler hem Anayasa Mahkemesi hem de Asliye Hukuk Mahkemeleri denetimine tabi kılınarak iki başlı bir yargı rejimi içine sokulmuştur. Bu durum demokratik meşruluğu zayıflatmakta ve parti içi iktidar savaşımlarını siyasal değil yargısal zeminde sonuçlandırmaktadır.

Normatif kurallar açısından değerlendirildiğinde, siyasal partilerin organlık sıfatını kaybetmeleri ile ilgili görev ve yetki SPK’nın TMK’na yaptığı bir atıfla asliye hukuk mahkemelerine verilemez. Siyasal partiler, derneklerden çok daha fazla önemlidir.

Asliye hukuk mahkemelerinin siyasal partilerin tüzel kişiliklerini kaybetmeleri veya seçilmiş organlarının statülerini kaybetmeleri yolunda karar verme yetkileri yoktur. Bu yolda verilen kararlar yok hükmündedir.

Türkiye’de siyasal partilerin hukuksal rejimi, Anayasa Mahkemesi ile asliye hukuk mahkemeleri arasında bölünmüş görünmekte ve bu durum çift başlı bir yargı rejimi ortaya çıkarmaktadır. Bu çift başlılık, yalnızca normatif belirsizlik değil, aynı zamanda siyasal meşruluk açısından da ciddi bir sorun kaynağıdır. Demokratik siyasal alan, esasen halk iradesi ve parti içi mekanizmalar üzerinden şekillenmesi gerekirken yargısal müdahalelerle yeniden tasarlanmaktadır.

Asliye hukuk mahkemelerinin, dernekler hukuku üzerinden siyasal partilere müdahalesi, normatif zeminde sorunlu ve demokratik meşruluk bakımından zayıf bir uygulamadır. Siyasal partiler, derneklerden farklı olarak, temsil işlevi gören anayasal kurumlardır. Bu nedenle, organlarının seçimi veya görevden alınması gibi meselelerin, basit usul eksiklikleri gerekçesiyle iptal edilmesi hem seçilmiş aktörlerin iradesini hem de temsil hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, yazında “yargısal darbe” olarak kavramsallaştırılan sürece denk düşmektedir.

Karşılaştırmalı siyaset yazını benzer örnekleri otoriterleşen rejimlerde sıklıkla gözlemlemektedir. Pakistan, Tayland ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü üzere, mahkemeler küçük usul hatalarını gerekçe göstererek seçilmiş aktörleri görevden uzaklaştırmış ve böylece siyasal alanı yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’de de benzer biçimde, parti içi iktidar savaşımları siyasal bir yarışma zemini yerine mahkeme salonlarında sonuçlandırılmaktadır. Bu ise demokratik süreçlerin erozyonuna yol açmaktadır.

Hukuksal açıdan bakıldığında, siyasal partilerin organlık sıfatını kaybetmeleri veya tüzel kişiliklerinin sonlandırılması, sıradan bir medeni hukuk uyuşmazlığı gibi ele alınamaz. Bu nedenle, SPK’nın TMK’ya yaptığı atıf üzerinden asliye hukuk mahkemelerine böyle bir yetki tanınması, anayasal çerçeveyle açık bir uyumsuzluk teşkil etmektedir. Yetkisiz mahkemelerce verilen bu kararlar, yok hükmünde kabul edilmelidir.

 

Sonuç olarak, Türkiye’de seçimlerin gözetiminde YSK’nın tekelci yetkisi, siyasal partilerin anayasal konumunu ise AYM’nin denetimi güvence altına almalıdır. Asliye hukuk mahkemelerinin parti içi demokrasiye ilişkin alanlarda yetkilendirilmesi normatif muğlaklık yaratmakta ve siyasal mühendislik riskini artırmaktadır. Siyasal partilerin hukuksal rejimi, tarafsızlık, bağımsızlık ve hukuksal güvenlik ilkeleri doğrultusunda yeniden ele alınmalı ve seçimlerin ve parti içi süreçlerin siyasal meşruluğu yargısal araçsallaştırmaya kapalı duruma getirilmelidir.

 


 

Kaynakça

 

 

Ginsburg, T., & Huq, A. Z. (2018). How to save a constitutional democracy. University of Chicago Press.

Hirschl, R. (2004). Towards juristocracy: The origins and consequences of the new constitutionalism. Harvard University Press.

Tushnet, M. (2015). Authoritarian constitutionalism. Cornell Law Review, 100(2), 391–461.

Varol, O. O. (2012). Stealth authoritarianism. Iowa Law Review, 100(4), 1673–1742.

Hiç yorum yok: