AYM vs. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ: SİYASAL
PARTİLERİN HUKUKSAL REJİMİNDE GARİPLİKLER
Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış
Özet
Bu makale, Türkiye’de siyasal
partilerin hukuksal rejiminde ortaya çıkan kurumsal ve normatif belirsizlikleri
incelemektedir. Anayasa, Siyasal Partiler Kanunu ve Türk Medeni Kanunu’ndaki
düzenlemeler, siyasal partilerin iç işleyişinde Anayasa Mahkemesi (AYM) ile
asliye hukuk mahkemeleri arasında bir yetki çatışması yaratmaktadır. Özellikle
parti kongreleri, delege seçimleri ve genel başkanlık yarışlarının asliye hukuk
mahkemeleri kararlarıyla şekillenmesi, demokratik meşruluk bakımından sorunlu
sonuçlar doğurmaktadır. Bu süreç, literatürde “yargısal darbe” olarak
adlandırılan, teknik usul gerekçeleri üzerinden siyasal iradenin devre dışı
bırakılması olgusuna karşılık gelmektedir. Türkiye’deki örnekler,
karşılaştırmalı siyaset yazınında Pakistan, Tayland ve Latin Amerika gibi
ülkelerde görülen yargısal müdahale örnekleriyle benzerlik göstermektedir.
Çalışmada, normatif düzeyde seçimlerin gözetim ve denetiminde Yüksek Seçim
Kurulu’nun (YSK), siyasal partilerin anayasal konumunda ise yalnızca AYM’nin
yetkili olması gerektiği vurgulanmaktadır. Asliye hukuk mahkemelerinin parti
içi demokrasiye ilişkin konularda yetkilendirilmesi, hukuksal güvenlik ilkesini
zedelemekte ve otoriterleşme sürecinde yargının araçsallaştırılmasına zemin
hazırlamaktadır.
Anahtar
Kelimeler: Siyasal partiler, Anayasa Mahkemesi,
Asliye Hukuk Mahkemesi, yargısal darbe, otoriterleşme, seçim hukuku
Abstract
This article examines the institutional and normative ambiguities within
the legal regime of political parties in Turkey. Provisions in the
Constitution, the Political Parties Act, and the Civil Code have created a
jurisdictional conflict between the Constitutional Court (AYM) and civil courts
of first instance (asliye hukuk mahkemeleri) over the internal
functioning of political parties. In particular, party congresses, delegate
elections, and leadership contests have often been determined by civil court
rulings, raising concerns regarding democratic legitimacy. This phenomenon
corresponds to what the literature defines as a “judicial coup,” whereby
political will is overridden under the guise of technical procedural
justifications. The Turkish experience parallels cases in Pakistan, Thailand,
and several Latin American countries, where judicial interventions have
reshaped political competition. The study argues that, normatively, the
exclusive authority over electoral supervision and integrity belongs to the
Supreme Election Council (YSK), while the Constitutional Court should retain sole
jurisdiction over the constitutional status of political parties. Empowering
civil courts to adjudicate internal party disputes undermines legal certainty
and provides fertile ground for the instrumentalization of the judiciary in
processes of authoritarian backsliding.
Keywords: Political parties, Constitutional Court, civil courts,
judicial coup, authoritarianism, electoral law
GİRİŞ
Türkiye’de siyasal partilerin hukuksal
rejimi belirsizlikler içermektedir. Anayasa, Siyasal Partiler Yasası,
Seçimlerin Temel Hükümleri Hakkında Kanun, Yüksek Seçim Kurulu (YSK) yasası
siyasal patilerin hukuksal sorunlarını çözmekte yetersiz kalmaktadır. Bir
tarafta seçme ve seçilme hakkının temel insan hak ve özgürlüklerinden olması,
seçimlerin demokrasilerde üstlendiği büyük sorunluluk, seçimlerin tarafsız ve
adil yönetimi zorunluluğu yanında parti ile üyeler ve üyelerle diğer üyeler
arasındaki uyuşmazlık ve anlaşmazlıkların yargı yoluyla çözümlenmesi
gereksinimi yasalarla düzenlenmiş konular arasındadır.
Bu olumlu bakışa karşın sorunun sürecin
olumsuz yanları da bulunmaktadır. Bunların başında adli mahkemelerin siyasal
partilerin tüzel kişiliklerini ve seçilmiş organlarını görevden almalarının
yarattığı anayasal, hukuksal ve siyasal sorunlar yasal düzenlemelerin yetersiz
ve çelişkili olduğunu açıkça göstermektedir.
HUKUKSAL ÇERÇEVE
Anayasal Çerçeve
1982 Anayasası’nın 68–69 maddeleriyle
siyasal partilerin etkinliklerinin denetimi Anayasa Mahkemesi’ne verilmiştir. Yani
programlarının, mali denetimlerinin ve kapatma davalarının adresi Anayasa
Mahkemesi’dir. Bu nedenle partilerin “anayasal denetimi” bakımından asliye
hukuk mahkemelerinin doğrudan bir yetkisi yoktur.
Siyasi Partiler
Kanunu (SPK, 1983/2820)
Partilerin kuruluşu, iç işleyişi,
organlarının seçimi ve tüzükleri ile ilgili ayrıntılar SPK’da düzenlenmiştir. SPK’da,
parti içi kongre ve kurultay süreçleriyle ilgili bazı uyuşmazlıklarda adli
yargı (asliye hukuk mahkemeleri) devreye girer.
Dernekler Hukukuna
Atıf
SPK, parti içi kongre ve delege
işlerinde, Türk Medeni Kanunu (TMK) ve Dernekler Kanunu (DK) hükümlerine atıf
yapar. TMK’nun 82 nci maddesi ve devamında, derneklerin genel kurul
toplantıları ve organ seçimlerine ilişkin uyuşmazlıklarda asliye hukuk
mahkemelerinin görevli olduğu belirtilmiştir. Siyasal partiler, özel statülü
olmalarına karşın bu noktada dernekler gibi değerlendirilir.
Bu nedenle, asliye hukuk mahkemeleri,
anayasal olarak değil SPK’nun dernekler hukukuna yaptığı atıf nedeniyle parti
içi kurultay, delege seçimi, olağanüstü kongre gibi konularda yetkili
kılınmıştır.
İLGİLİ YASA
HÜKÜMLERİ
Siyasi Partiler
Kanunu (SPK, 2820 sayılı Kanun)
Madde 19 – Parti İç Tüzüğü ve
Organları
Siyasi partilerin kuruluşu, tüzükleri
ve işleyişleri hakkında bu Kanunda hüküm bulunmayan hallerde Türk Medeni
Kanunu’nun dernekler hakkındaki hükümleri uygulanır.
Yani partiler, kanunda açık düzenleme
olmayan noktada dernek gibi işlem görür.
Türk Medeni
Kanunu (TMK, 4721 sayılı Kanun) – Dernekler Hükümleri
Madde 82 – Genel Kurul Toplantısının
Yapılmaması
Genel kurul, kanunda veya dernek
tüzüğünde belirtilen zamanda yapılmazsa; üyelerden birinin istemi üzerine
asliye hukuk mahkemesi derneğin genel kurulunu toplantıya çağırır.
Madde 83 – Organların Seçilmemesi
Genel kurul, kanunda öngörülen süre
içinde toplanmaz veya gerekli organları seçmezse, üyelerden birinin başvurusu
üzerine asliye hukuk mahkemesi üç üyeden oluşan bir kayyım heyeti atar.
Bağlantı
SPK’nun 19 uncu maddesi “Medeni Kanun
hükümleri uygulanır” diyerek yetkiyi asliye hukuk mahkemelerine vermektedir. TMK’nun
82–83 maddeleri ise doğrudan asliye hukuk mahkemelerinin görevli olduğunu söylemektedir.
Özetle, siyasal partilerin iç işleyişinde (kurultay, kongre, organların seçimi)
çıkan uyuşmazlıklarda asliye hukuk mahkemeleri görevlidir. Ancak partilerin
kapatılması, mali denetimi, anayasal konumu sadece Anayasa Mahkemesi’nin
yetkisindedir.
ÖRNEK OLAYLAR
Meral Akşener’in MHP Genel Başkanlığı
adaylığı sürecinde yaşadığı olaylar belirtmeye çalıştığım sorunu açıklıkla
ortaya koymaktadır. Akşener’in seçilememesiyle sonuçlanan olaylar dizisi bu
yolda iyi bir örnektir. Süreç, normal bir parti içi kongre veya siyasal karar süreçleriyle
değil, asliye hukuk mahkemesi kararıyla gerçekleşmiştir. Olayın özünde iki
kritik hukuksal ve siyasal boyut vardır: siyasal partinin tüzüğü ve yargı
denetimi. Siyasal partiler kendi tüzükleri doğrultusunda işlerler. Ancak tüzük
değişiklikleri, kongre kararları veya seçim sonuçları yargıya götürülebilir. Türkiye’de
bu tür davalar genellikle asliye hukuk mahkemeleri tarafından görülür, çünkü parti
içi kongre ve organ kararlarının iptali için asliye hukuk mahkemeleri yetkili
olduğu varsayılmaktadır.
Akşener’in genel
başkanlığa adaylığına itiraz
Akşener, MHP Genel Başkanlığı’nı hiç
kazanamadı, yani o koltuğu kaybetmedi. Süreç şöyle gelişti: 2015 seçimlerinden
sonra MHP içinde muhalif bir hareket başladı. Meral Akşener, Sinan Oğan ve
Koray Aydın gibi isimler Devlet Bahçeli’nin koltuğunu bırakmasını istedi. Muhalifler
olağanüstü kurultay toplamak istedi. Ancak Ankara 12. Sulh Hukuk Mahkemesi’nin
verdiği karar, muhaliflerin kurultay yapmasına olanak tanıdı. Fakat iktidarın
da desteğini alan Bahçeli kanadı, başka mahkemelerden tam tersi kararlar çıkardı.
Yargıtay da bu süreçte Bahçeli lehine karar verince, muhaliflerin kongre
yaparak genel başkanı değiştirme olasılığı ortadan kalktı. Sonuçta Akşener MHP
Genel Başkanlığı’na aday olamadı, seçilemedi. Bu nedenle 2017’de kendi partisi
olan İYİ Parti’yi kurdu ve orada genel başkan oldu. Yani Akşener’in “yargı
kararıyla kaybettiği” şey, MHP’de genel başkanlık yarışına girme hakkıydı. Asliye hukuk mahkemesi, yapılan itirazı haklı
bulduğunda, kongrede alınan kararları ve seçimi yok hükmünde sayabilmektedir.
ANAP: 2000’ler
Anavatan Partisi’nde çeşitli kongreler
ve genel başkan seçimleri, usulsüz delege listeleri gerekçesiyle iptal edildi. Özellikle
Mesut Yılmaz ve sonrasındaki isimler döneminde, asliye hukuk mahkemeleri kongre
kararlarını geçersiz saydı. Genel başkanlık, mahkeme kararıyla düşmüş oldu. Parti
yeni kongreye gitmek zorunda kaldı.
CHP: 1970’ler ve
1990’lar
CHP’de de dönem dönem kongre iptalleri
yaşandı. 1970’lerde Bülent Ecevit ile İsmet İnönü arasında, 1990’larda Deniz
Baykal ile Hikmet Çetin arasında çıkan kongre çekişmeleri mahkemelere taşındı. Mahkemeler
bazı kongreleri iptal ederek parti yönetimini belirsizliğe sürükledi.
Demokrat Parti
(DP) / Doğru Yol Partisi (DYP)
Tansu Çiller’in genel başkanlığı
döneminde yapılan kongrelerden bazıları yargıya taşındı. Asliye hukuk
mahkemeleri “kongre usulsüzlüğü” nedeniyle seçimlerin yenilenmesine hükmetti.
ÖRNEK OLAYLARIN
ORTAK ÖZELLİĞİ
Türkiye’de siyasal partiler, Siyasal
Partiler Kanunu gereği sıkı yargı denetimine bağlıdır. En küçük usulsüzlük (örneğin,
delege listesinin ilan edilmemesi, noter onayı eksikliği, gizli oy açık sayım
ilkesine uyulmaması) kongreyi geçersiz kılabilmektedir. Bu yüzden parti içi
iktidar savaşımı çoğu zaman siyasetin değil, mahkeme salonlarının konusu olmaktadır.
Türkiye’de bir genel başkanın, parti
içi iradeyle değil de bir asliye hukuk mahkemesi kararıyla görevden düşmesi,
siyasette sık sık “yargı darbesi” kavramıyla tartışılıyor. Burada iki boyut vardır.
Birincisi, yargı denetiminin normal boyutudur. SPK partileri sıkı denetime tabi
tutar. Kongre çağrısı, delege listeleri, seçim usulleri gibi teknik konuların
mahkemelerce iptali, hukuken olağan kabul edilmektedir. Bu açıdan bakıldığında,
bu kararlar “hukuksal denetim” olarak yorumlanabilir. İkincisi, siyasete
müdahale boyutu (yargı darbesi savı).
Ancak aslı sorun şudur: Bu tür
kararlar çoğu zaman “teknik usulsüzlük” gerekçesiyle verilmektedir ama
sonuçları doğrudan siyasal iradeyi ortadan kaldırmaktadır. Delegelerin seçtiği
genel başkan, halkın önüne çıkmadan, bir yargıcın iptal kararıyla düşmektedir. Bu
durum, “siyasal alanın yargı üzerinden tasarımlanması” algısını doğuruyor. Özellikle
bağımsızlığı tartışmalı bir yargı düzeninde bu kararların iktidarın
yönlendirmesiyle alındığına ilişkin şüpheler güç kazanmaktadır.
Sorun özellikle şu anda CHP’nin karşı
karşıya bulunduğu davada tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. CHP İstanbul İl
seçimlerinin iptal edilmesi ve delegelerin hukuksal sıfatlarını kaybetmesi
nedeniyle bu delegelerin oy kullandığı CHP Kurultayı’nı da mutlak butlan
savıyla hukuksal açıdan etkilenmesine yol açacaktır. Büyük olasılıkla seçilen
Genel Başkan ve diğer organlar mahkeme kararıyla görevden alınacak ve yerlerine
kayyım atanacaktır.
NEDEN YARGI
DARBESİ DENİYOR?
“Darbe” kavramı, demokratik işleyişin
dışında bir güç kullanarak siyasal iradeyi devre dışı bırakmayı ifade eder. Burada
da partinin iç demokratik işleyişi (delegelerin seçimi) mahkeme kararıyla yok
sayılmaktadır. Bu nedenle muhalifler ve bazı hukukçular, bu tür kararları
“yargı darbesi” olarak adlandırıyor.
Akademik açıdan değerlendirildiğinde,
hukuksal olarak “yargısal denetim” meşrudur. Siyasal açıdan bakıldığında “siyasal
iradeyi boşa çıkarma” bir yargı darbesi algısı yaratmaktadır. Özellikle
otoriterleşen rejimlerde yargı iktidar eliyle muhalefeti tasfiye etmenin en
etkili aracıdır olabilmektedir. Yani teknik açıdan “usul denetimi”, ama siyasal
açıdan “yargı darbesi” nitelemesi yabana atılamaz.
Yargısal darbe, anayasal ve demokratik
süreçleri askeri veya doğrudan güç kullanarak değil, mahkeme kararları
üzerinden devre dışı bırakmak anlamına gelir. Bir yargı darbesinde yargı,
teknik bir gerekçeyi öne sürer (örneğin, usul, süreç), ancak kararın esas
etkisi siyasal iradeyi bozmak olur. Yargı, tarafsız bir hakem olmaktan çıkar,
siyasal mühendisliğin aracı durumuna gelir.
Pakistan’da (2007) yargı, Pervez
Müşerref’in iktidarını meşrulaştırmak için seçilmişleri görevden aldı. Tayland’da
mahkemeler seçilmiş başbakanları “usul ihlali” gerekçesiyle düşürdü. Latin
Amerika’da yargı, muhalif adayların adaylıklarını iptal ederek iktidarın ömrünü
uzattı. Bu örneklerde hep küçük usul meseleleri büyük siyasal sonuçlar doğurdu.
Türkiye’de de yargı, özellikle siyasal
partiler alanında çok güçlüdür. Bu durum, özellikle bağımsızlığı tartışmalı bir
yargı düzeninde kolayca siyasal araçsallaştırma riskini doğuruyor. Yargısal darbe, yargı organlarının hukuksal
görünüm altında, demokratik temsil veya siyasal iradenin meşruluğunu ortadan
kaldıracak şekilde karar almasıdır.
Türkiye’de
Otoriterleşme Sürecinde Yargının Siyasete Müdahale Biçimleri
Türkiye’de yargının siyasal süreçlere
müdahalesi, yalnızca AYM kararları veya parti kapatma davaları üzerinden değil,
aynı zamanda asliye hukuk mahkemeleri düzeyinde de gözlemlenmektedir. Özellikle
siyasal partilerin kongre süreçleri, delege listeleri ve genel başkanlık
seçimleri, çoğu kez usul denetimi kisvesi altında yargı denetimine tabi
kılınmaktadır. Bu noktada yazında “yargısal darbe” (judicial coup)
kavramı açıklayıcıdır. Yargısal darbe, hukuksal görünüm altında alınan
kararlarla, demokratik temsilin veya siyasal iradenin devre dışı
bırakılmasıdır. Küçük usule ilişkin gerekçeler (örneğin kongre çağrısının
yöntemi, delege listelerinin ilanı, noter gözetimi eksikliği) öne sürülmekte,
ancak sonuçta seçilmiş genel başkanın veya parti yönetiminin görevine son
verilmektedir. Böylece yargı, tarafsız bir hakem olmaktan çıkmakta ve siyasal
alanın yeniden tasarlanmasında etkili bir araç durumuna gelmektedir. Bu tür
uygulamalar, otoriterleşme yazının da yargının araçsallaştırılması ve siyasal
mühendislik bağlamında “yargısal darbe” tipolojisine denk düşmektedir.
Otoriterleşme
Sürecinde Yargının Araçsallaştırılması: Yargısal Darbe
Otoriterleşme yazını, siyasal
iktidarların demokratik kurumları kullanarak iktidarlarını pekiştirme
süreçlerini özellikle yargı, medya, seçim ve ekonomi alanları üzerinden incelemektedir.
Türkiye’de bu bağlamda öne çıkan önemli bir dinamik, yargının
araçsallaştırılmasıdır. Yargı, demokratik rejimlerde güçler ayrılığı ilkesinin güvencesi
olarak işlev görür. Ancak otoriterleşme eğilimi taşıyan rejimlerde, yargı
bağımsızlığı aşındırılarak, muhalefeti zayıflatmanın ve siyasal alanı yeniden oluşturmanın
bir aracı durumuna getirilir. Bu noktada “yargısal darbe” kavramı önemlidir.
Yargısal darbe, hukuksal görünüm altında alınan kararlarla, demokratik temsilin
ve siyasal meşruluğun ortadan kaldırılmasıdır. Küçük usul gerekçeleri öne
sürülerek (örneğin kongre çağrısının yöntemi, delege listelerinin ilanı, noter
gözetimi eksikliği) aslında seçilmiş aktörlerin iradesi bertaraf edilir.
Yargısal Darbe
ile Diğer Otoriter Araçların İlişkisi
Yargısal darbeler, otoriterleşmenin
diğer mekanizmalarıyla birlikte işlev görür. Yargı kararları çoğu zaman medya
üzerinde baskıyı meşrulaştırır. Seçim kurulları ve mahkemeler aracılığıyla
muhalefetin adaylığı iptal edilebilir. Yargı, iktidara yakın sermaye
çevrelerini koruyacak, muhalif aktörleri ise cezalandıracak şekilde hareket eder.
Gazeteciler, eylemciler ve siyasetçiler hakkında açılan davalar, muhalefeti
caydırma aracı olarak kullanılır. Dolayısıyla “yargısal darbe”, tek başına bir
otoriter araç olmaktan çok otokratikleşme sürecinde diğer stratejilerle
bütünleşen bir rejimsel mühendislik yöntemi olarak değerlendirilebilir. Bir
başka tanım ise, yargısal darbe, yargı kararları aracılığıyla, demokratik
iradeyi devre dışı bırakmakla kalmayıp, anayasal düzeni değiştirecek veya
dönüştürecek şekilde siyasal iktidarı yeniden şekillendirme sürecidir.
HUKUKSAL
DEĞERLENDİRME
Türkiye’de seçim süreçleri anayasal
güvence altına alınmış olup, 1982 Anayasası’nın 79. maddesi uyarınca seçimlerin
genel yönetim ve denetimi Yüksek Seçim Kurulu’na (YSK) aittir. Anayasal
düzenleme, seçimlerin dürüstlüğünü sağlamak amacıyla YSK kararlarının kesin
olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu bağlamda, seçimlerin gözetimi ve denetimi
üzerinde herhangi bir başka yargı merciine yetki tanınmamıştır. YSK’nın tek ve
son otorite olması, seçim hukukunda hukuksal güvenlik ve öngörülebilirlik
ilkesinin temel dayanağıdır.
Buna karşılık, bazı yasal
düzenlemelerde Asliye Hukuk Mahkemeleri’ne verilen görev ve yetkiler, özellikle
dernekler, partiler veya meslek kuruluşlarının iç işleyişine dair davalarda
ortaya çıkmakla birlikte, siyasal seçimlerin doğrudan denetimine yönelik açık
ve kesin bir hüküm içermemektedir. Bu durum, normatif düzeyde bir belirsizlik
(muğlaklık) yaratmakta ve yasaların lafzı ile anayasal normun getirdiği açık
sınırlar arasında açık bir çatışma doğurmaktadır. Özellikle seçimlerin iptali,
sonuçların tescili veya aday listelerine müdahale gibi konularda Asliye Hukuk
Mahkemeleri’nin yetkisizliği açıktır, çünkü bu tür işlemler yalnızca YSK’nın
görev alanına girmektedir.
Başsavcının kamuoyuna yaptığı
açıklamalar ise, demokratik hukuk devletinde savcılık kurumunun konumunu
tartışmalı duruma getirmektedir. Savcıların yürütme organı veya iktidar
partileri lehine siyasal söylem geliştirmesi, tarafsızlık ve bağımsızlık ilkeleriyle
bağdaşmamaktadır. Savcıların görev alanı, ceza soruşturmasının yürütülmesi ve
kamu adına dava açılmasıyla sınırlıdır. Dolayısıyla, seçim süreçlerine ilişkin
siyasal nitelikli değerlendirmelerde bulunmaları hem anayasal yetki dağılımına
hem de “silahların eşitliği” ve “adil yargılanma” ilkelerine aykırılık teşkil
etmektedir.
Sonuç olarak, evrensel hukuk ilkeleri
açısından bakıldığında, seçimlerin gözetiminde ana yetkinin YSK’da olduğu,
Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin bu konuda doğrudan bir rol üstlenemeyeceği,
savcıların ise yürütme veya siyasal partiler adına bir söylem geliştiremeyeceği
açıktır. Bu çerçevede, mevcut normatif belirsizlikler giderilmeli ve seçim
hukukunun tarafsızlık, bağımsızlık ve hukuksal güvenlik ilkelerini koruyacak
şekilde daha açık ve kesin düzenlemelerle güçlendirilmesi gerekmektedir.
Buna paralel olarak, Asliye Hukuk
Mahkemeleri’nin görev alanı, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK) m.
2’de düzenlenmiştir. İlgili hükme göre, kanunların başka bir mahkemeyi
görevlendirmediği durumlarda dava konusunun değer ve miktarına bakılmaksızın
malvarlığı haklarına ve şahıs varlığına ilişkin davalar Asliye Hukuk
Mahkemelerinde görülür. Ayrıca, özel kanunlar bazı hususlarda (örneğin:
derneklerin feshi, vakıfların yönetimi, şirket genel kurullarının iptali
davaları) Asliye Hukuk Mahkemeleri’ni görevli kılmıştır.
Ne var ki, bu düzenlemeler doğrudan
siyasal seçimlere veya seçim sonuçlarının denetimine ilişkin değildir. Anayasal
düzeyde seçimlerin gözetim ve denetimi münhasıran Yüksek Seçim Kurulu’na
verilmiştir. Dolayısıyla, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin yetkilerinin seçim
hukukuna uygulanması hem yasaların lafzı hem de anayasal hükümlerin ruhu ile
çelişmektedir. Bu noktada, Asliye Hukuk Mahkemeleri’nin yetkilerinin seçim
süreçlerine taşınması, hukuksal güvenlik ve yetki ayrımı ilkelerini zedeleme
riski taşır.
GENEL
DEĞERLENDİRME VE SONUÇ
Türkiye’de siyasal partiler hem
Anayasa Mahkemesi hem de Asliye Hukuk Mahkemeleri denetimine tabi kılınarak iki
başlı bir yargı rejimi içine sokulmuştur. Bu durum demokratik meşruluğu
zayıflatmakta ve parti içi iktidar savaşımlarını siyasal değil yargısal zeminde
sonuçlandırmaktadır.
Normatif kurallar açısından
değerlendirildiğinde, siyasal partilerin organlık sıfatını kaybetmeleri ile
ilgili görev ve yetki SPK’nın TMK’na yaptığı bir atıfla asliye hukuk
mahkemelerine verilemez. Siyasal partiler, derneklerden çok daha fazla
önemlidir.
Asliye hukuk mahkemelerinin siyasal
partilerin tüzel kişiliklerini kaybetmeleri veya seçilmiş organlarının
statülerini kaybetmeleri yolunda karar verme yetkileri yoktur. Bu yolda verilen
kararlar yok hükmündedir.
Türkiye’de siyasal partilerin hukuksal
rejimi, Anayasa Mahkemesi ile asliye hukuk mahkemeleri arasında bölünmüş
görünmekte ve bu durum çift başlı bir yargı rejimi ortaya çıkarmaktadır. Bu
çift başlılık, yalnızca normatif belirsizlik değil, aynı zamanda siyasal meşruluk
açısından da ciddi bir sorun kaynağıdır. Demokratik siyasal alan, esasen halk
iradesi ve parti içi mekanizmalar üzerinden şekillenmesi gerekirken yargısal
müdahalelerle yeniden tasarlanmaktadır.
Asliye hukuk mahkemelerinin, dernekler
hukuku üzerinden siyasal partilere müdahalesi, normatif zeminde sorunlu ve
demokratik meşruluk bakımından zayıf bir uygulamadır. Siyasal partiler,
derneklerden farklı olarak, temsil işlevi gören anayasal kurumlardır. Bu
nedenle, organlarının seçimi veya görevden alınması gibi meselelerin, basit
usul eksiklikleri gerekçesiyle iptal edilmesi hem seçilmiş aktörlerin iradesini
hem de temsil hakkını ortadan kaldırmaktadır. Bu durum, yazında “yargısal
darbe” olarak kavramsallaştırılan sürece denk düşmektedir.
Karşılaştırmalı siyaset yazını benzer
örnekleri otoriterleşen rejimlerde sıklıkla gözlemlemektedir. Pakistan, Tayland
ve bazı Latin Amerika ülkelerinde görüldüğü üzere, mahkemeler küçük usul
hatalarını gerekçe göstererek seçilmiş aktörleri görevden uzaklaştırmış ve
böylece siyasal alanı yeniden şekillendirmiştir. Türkiye’de de benzer biçimde,
parti içi iktidar savaşımları siyasal bir yarışma zemini yerine mahkeme
salonlarında sonuçlandırılmaktadır. Bu ise demokratik süreçlerin erozyonuna yol
açmaktadır.
Hukuksal açıdan bakıldığında, siyasal
partilerin organlık sıfatını kaybetmeleri veya tüzel kişiliklerinin
sonlandırılması, sıradan bir medeni hukuk uyuşmazlığı gibi ele alınamaz. Bu
nedenle, SPK’nın TMK’ya yaptığı atıf üzerinden asliye hukuk mahkemelerine böyle
bir yetki tanınması, anayasal çerçeveyle açık bir uyumsuzluk teşkil etmektedir.
Yetkisiz mahkemelerce verilen bu kararlar, yok hükmünde kabul edilmelidir.
Sonuç olarak, Türkiye’de seçimlerin
gözetiminde YSK’nın tekelci yetkisi, siyasal partilerin anayasal konumunu ise
AYM’nin denetimi güvence altına almalıdır. Asliye hukuk mahkemelerinin parti
içi demokrasiye ilişkin alanlarda yetkilendirilmesi normatif muğlaklık
yaratmakta ve siyasal mühendislik riskini artırmaktadır. Siyasal partilerin
hukuksal rejimi, tarafsızlık, bağımsızlık ve hukuksal güvenlik ilkeleri
doğrultusunda yeniden ele alınmalı ve seçimlerin ve parti içi süreçlerin
siyasal meşruluğu yargısal araçsallaştırmaya kapalı duruma getirilmelidir.
Kaynakça
Ginsburg, T., & Huq, A. Z. (2018).
How to save a constitutional democracy. University of Chicago Press.
Hirschl, R. (2004). Towards
juristocracy: The origins and consequences of the new constitutionalism.
Harvard University Press.
Tushnet, M. (2015). Authoritarian
constitutionalism. Cornell Law Review, 100(2), 391–461.
Varol, O. O. (2012). Stealth
authoritarianism. Iowa Law Review, 100(4), 1673–1742.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder