Hakkımda

FİRUZ DEMİR YAŞAMIŞ Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni bitirmiştir (1968). University of Southern California’da planlama (kentsel ve bölgesel çevre) ve kamu yönetimi yüksek lisans programlarını bitirmiştir (1976). Siyaset ve Kamu Yönetimi Doktoru (1991). Yerel Yönetimler, Kentleşme ve Çevre Politikaları bilim dalında doçent (1993). Başbakanlık Çevre Müsteşarlığı’nın kuruluşu sırasında müsteşar vekili. (1978-80) UNICEF Türkiye temsilciliği. (1982-84) Dünya Bankası’nın Çukurova Kentsel Gelişme Projesi’nde kurumsal gelişme uzmanı. (1984-86) Çankaya Belediyesi’nin kurumsal gelişme projesini yürütmüştür. (1989-91) Yedinci Kalkınma Planı “Çevre Özel İhtisas Komisyonu”nun başkanlığı. DPT “Çevre Yapısal Değişim Projesi” komisyonu başkanlığı. Cumhurbaşkanlığı DDK’nun Devlet Islahat Projesi raportörü. (2000-1) Çevre Bakanlığı Müsteşarı (Şubat 1998 – Ağustos 1999). Sabancı Üniversitesi tam zamanlı öğretim üyesi. (2001-2005) Halen yarı zamanlı öğretim üyesi olarak çeşitli üniversitelerde ders vermektedir. Şimdiye kadar ders verdiği üniversiteler arasında Ankara, Orta Doğu, Hacettepe, Fatih, Yeditepe, Maltepe ve Lefke Avrupa (Kıbrıs) üniversiteleri bulunmaktadır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.

Translate

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE

EVİM: ARKEON, TUZLA, ISTANBUL, TÜRKİYE
EV

Bu Blogda Ara

4 Ekim 2025 Cumartesi

 

 

CHP’NİN MECLİS AÇILIŞINA KATILMAMASI: TÜRKİYE NEREYE KOŞUYOR?

 

 

Prof. Dr. Firuz Demir Yaşamış

 

 

Giriş

1 Ekim günü TBMM'nin açış konuşmasını Erdoğan yaptı. CHP, TİP ve EMEP protesto amacıyla açılış oturumuna katılmadı. Erdoğan konuşmasından sonra Başkanlık Divanı'nda tüm parti liderlerini görüşmeye davet etti. Sonra da birlikte oldukları bir fotoğraf basına servis edildi. Bu toplantı spontane bir gelişme mi idi, yoksa planlanış bir olay mıydı? Planlanmış ise amacı ne idi? Tüm siyasal çevreler bu konuyu tartışıyor ve belirtilen sorulara yanıt bulmaya çalışıyor.

Çözümleme

Kanımca, 1 Ekim açılış günü yaşanan olay spontane değil, planlanmış bir siyasal bir atılımdı. Erdoğan’ın TBMM açış konuşması, iç ve dış kamuoyuna yönelik mesajlarla dikkatle hazırlanmıştı. Aynı gün yapılan “liderlerle görüşme” çağrısı da protokol birimi tarafından önceden hazırlanmıştı. TBMM Başkanlık Divanı’nda bu görüşmenin yapılacağı yer, basına servis edilecek fotoğrafın çekileceği nokta önceden belirlenmişti. Bu saptama spontane değil önceden planlanmış bir halkla ilişkiler (PR) operasyonuna işaret etmektedir.

CHP ve diğer partilerin açılış oturumuna katılmaması iktidar açısından “meşruluk açığı” yaratıyordu. Erdoğan’ın bütün parti liderlerini “bir arada gösteren” fotoğrafı bu açığı kapatmak üzere kullanıldı. Fotoğraf, iç kamuoyuna “bakın, Meclis açıldı, herkes bir arada, sistem işler durumda” mesajı vermek içindi. Bu, özellikle ekonomik kriz ve yargı tartışmaları gündemini yumuşatma stratejisinin parçasıydı. Erdoğan son dönemde (özellikle Bahçeli’nin “PKK’nın silahsızlanması” söylemiyle paralel biçimde) “barıştırıcı” ve “devletin üst aklı” rolünü yeniden canlandırmak istemektedir.

Bu tür simgesel birlik görüntüleri Erdoğan’ın “ben partiler üstü devlet lideriyim” imajını güçlendirmek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla görüşme çağrısı, sadece Meclis açılışının bir parçası değil, Erdoğan’ın önümüzdeki dönemin siyasal atmosferini şekillendirme stratejisinin bir unsuru olarak okunmalıdır. CHP ve diğer partilerin oturuma katılmamasıyla oluşan “boşluk” Erdoğan’ın bu manevrasıyla doldurulmuş oldu. Özellikle CHP’nin yeni yönetiminin (Özel liderliğindeki yapının) tepkisiz bırakılması, Erdoğan’a “tek otorite” görünümünü güçlendirme fırsatı sundu. Böylece Erdoğan hem kendi tabanına “devletin egemeni benim” mesajı verdi, hem de muhalefeti “protesto eden ama alanda olmayan” konumuna itti. Sonuç olarak bu toplantı planlı, denetimli ve simgesel bir siyasal jest idi. Kısacası, bu olay, spontane bir “liderler buluşması” değil, önceden planlanmış, protokol ve basın üzerinden yürütülmüş ve meşruluk yaratmaya ya da artırmaya yönelik bir siyasal atılımdı. Erdoğan, bu atılımla hem TBMM açılışındaki protesto havasını dağıttı hem de siyasal psikolojiyi “birlik ve kararlılık” eksenine çekmeye çalıştı.

Yalnızlaştırma

Sorulan bir başka soru da CHP'nin yalnızlığı mı vurgulanmak istendi idi. Bu olayın en önemli örtük mesajı, CHP’nin yalnızlığını ve siyasal açıdan marjinalleşmiş görüntüsünü vurgulamak idi. Erdoğan’ın konuşması sonrası yapılan liderler toplantısı ve servis edilen fotoğraf, siyasal iletişimde çok güçlü bir araçtır.

Fotoğrafta CHP’nin yer almaması, doğrudan söylenmese de “CHP dışarıda, diğerleri devlette” mesajı taşır. Bu tür simgesel kareler, seçmen algısında “CHP artık sistemin içinde değil” ya da “CHP marjinal muhalefet çizgisine kaydı” duygusu yaratır. Erdoğan bu tür simgesel dilin gücünü çok iyi bilen bir siyasetçidir. Bu kare, tıpkı “tek vücut devlet” görüntüsü gibi, psikolojik üstünlük sağlamaya yönelikti. 2023 seçimlerinden sonra Millet İttifakı’nın dağılması, CHP’nin diğer partilerle bağlarının zayıflaması da Erdoğan için fırsattı.

Bu toplantı ve fotoğraf ile Erdoğan şu mesajı vermek istedi: “Ben herkesle konuşabiliyorum. Sistem benim etrafımda dönüyor. Konuşmayan, gelmeyen CHP’dir.” Böylece hem CHP’nin yalıtılmışlığını hem de Erdoğan’ın merkezi konumunu aynı anda görünür kıldı. CHP ve TİP’in oturuma katılmaması bir meşruluk eleştirisi anlamı taşıyordu. Ancak Erdoğan’ın hemen ardından yaptığı “liderlerle görüşme” jesti, bu protestonun kamuoyu etkisini kırdı. Sonuçta gündemde şu soru kaldı: “Diğerleri geldi, CHP neden gelmedi?” Yani iktidar bu atılımla protestoyu tersine çevirdi ve muhalefetin “ilkesel duruşu” yerine “yalnızlaşmış tavrı” tartışılır duruma geldi.

Erdoğan bu tür jestlerle muhalefete bir ikilem dayatıyor: Görüşmelere katılırsan meşruluğumu kabul etmiş olursun, katılmazsan, “yalnız, etkisiz, marjinal” görünürsün. Bu strateji, Erdoğan’ın uzun süredir kullandığı bir yöntemdir: denetimli kapsama ve dışlama. CHP’nin bu açılışta dışarıda kalması, Erdoğan’a bu denklemi yeniden kurma fırsatı verdi. Bu yalnızlaştırma hamlesi, Bahçeli’nin “yeni süreç” olarak işaret ettiği dönemin de iletişim hazırlığıdır. Erdoğan, önümüzdeki dönemde olası bir “yumuşama” veya “ulusal birlik süreci” başlatacaksa bu sürecin dışında kalan tek büyük parti olarak CHP’yi göstermek istiyor. Böylece hem DEM (Kürt tabanı) hem de diğer küçük partileri “devletle diyalog durumunda” konumlandırırken, CHP’yi “ideolojik muhalefet, sistem dışı” noktaya itmek istemektedir. Sonuç olarak, Erdoğan’ın asıl amacı CHP’nin yalnızlığını görünür kılmak, kendi liderliğini sistemin merkezi olarak pekiştirmek muhalefeti psikolojik olarak bölmek idi.

Asıl amaç nedir?

Bu gelişme aslında Erdoğan’ın 2026’ya doğru planladığı “yeni siyasal normalleşme” sürecinin iletişimsel ilk adımıdır. Bu süreci anlamak için olayı üç katmanda incelenebilir: siyasal konjonktür, stratejik hedef ve iletişim dili. Siyasal konjonktür açısından meşruluk krizi, ekonomik daralma ve yeni denge arayışıdır. Erdoğan yönetimi, ekonomik krizin ve yargı tartışmalarının toplumda yarattığı huzursuzluğun farkındadır. 2024 yerel seçimleri sonrası iktidar bloku (AKP-MHP) ilk kez “mutlak egemenlik ve üstünlük” görüntüsünü kaybetti. Bu tablo, Erdoğan’ı yeni bir meşruluk üretme sürecine itti. “Normalleşme” söylemi bu yüzden geliştiriliyor. Sert kutuplaşmayı yumuşatmak, toplumu yeniden “Erdoğan merkezli” bir dengeye çekmek güdülen amaçlardır. Stratejik hedef açısından ise 2026 Anayasa süreci ve Kürt açılımı ön plana çıkmaktadır. Erdoğan’ın 2026’ya kadar hedeflediği iki ana siyasal proje vardır. Birincisi, yeni Anayasa için atılım yapmaktır. Erdoğan, kendi meşruluğunu “artık bir sistem değişikliğiyle tamamlayacak” noktaya getirmek istemektedir. Yeni Anayasa tartışması hem başkanlık sistemini kalıcılaştırmak hem de kendi iktidarını “demokratik dönüşüm” kisvesiyle meşrulaştırmak için kullanılacaktır. Ancak bunu yapabilmek için Meclis’te DEM’in veya bazı muhalif partilerin desteğine ihtiyaç vardır. İkincisi, PKK- Öcalan-DEM çizgisidir. Bahçeli’nin son aylarda gündeme getirdiği “PKK silah bıraksın, Öcalan devreye girebilir” çıkışı bu sürecin ulusal güvenlik tabanlı zeminidir. Erdoğan bu sorunu doğrudan sahiplenmek yerine, Bahçeli üzerinden “zemin yoklaması” yapmaktadır. Olası bir “silahsızlanma” ve “hak temelli normalleşme” sürecinde, Erdoğan kendini “devleti bütünleştiren lider” olarak sunacaktır.

Bu tabloda CHP’nin rolü ne olmalıydı?

Aslında, Erdoğan’ın istediği şey CHP’nin ya bu sürece katılması (ve böylece süreci meşrulaştırması) ya da dışarıda kalıp “normalleşme karşıtı” konumuna itilmesi idi. CHP ikinci yolu seçti ve Erdoğan bu tercihi “CHP yalnız ve uzlaşmaz” imajıyla siyasal üstünlüğe çevirdi.

Erdoğan, 1 Ekim fotoğrafıyla şu üç mesajı aynı anda vermeye çalışmıştır: “Devletin düzeni sürüyor. Herkes benimle görüşüyor. Kriz yok, kararlılık var.” Bu, ekonomik sıkıntı ve toplumsal gerginliklere karşı psikolojik denge mesajıdır.  Muhalefete ise, “Ben konuşuyorum, siz dışarıdasınız” mesajı verilmek istenmiştir. Böylece CHP’nin protestosu siyasal olarak yalnızlaştırılmıştır. Uluslararası kamuoyuna ise, “Türkiye kararlılık içinde, liderler bir arada ve demokrasi işliyor” mesajı verilmek istenmiştir.  Sonuç olarak TBMM’de yapılan toplantı önceden planlanmıştı ve çok katmanlı bir manevraydı.

Erken seçim için hazırlık mı?

Kamuoyunda tartışılan bir başka konu da bu girişimin erken seçime bir hazırlık olarak kabul edilebilip, edilemeyeceği idi. Erdoğan’ın 1 Ekim TBMM açılışında sergilediği bu “birlik” manevrası ve sonrasındaki liderlerle görüşme ve fotoğraf verilmesi sadece günü kurtarmaya dönük bir jest değildir. Erken seçime yönelik stratejik bir hazırlığın erken sinyali olarak yorumlanabilir. Erdoğan siyasasının temel ritmi hep aynıdır. Kriz yaratır veya mevcut bir krizi sahiplenir. Kriz üzerinden meşruluk oluşturur. Meşruluk sağlanınca erken seçime gider ve bu atmosferi sandıkta üstünlüğe çevirir. Bu nedenle, 2015’teki “terör-kararlılık” kampanyası, 2017’deki “yeni sistem-ulusal irade” referandumu, 2018 erken seçimi ve 2023’te işlenen “beka ve liderlik” temaları hep aynı modelin değişik sürümleriydi. Şimdi 2025-2026 çizgisinde benzer bir döngünün yeni sürümü başlatılıyor.

Oysa, ekonomik durum?

Mevcut ekonomik tabloya bakıldığında ise seçim ekonomisi öncesi “nefes aralığı” elde etmek istemektedir. Ekonomik veriler Erdoğan açısından risklidir. Yüksek enflasyon, reel ücret erimesi, faiz artışları tabloyu Erdoğan açısından karartmaktadır.  Dolayısıyla 2025 sonuna kadar piyasalarda kararlılık ve kısa vadeli rahatlama yaratacak bir dönem planlanmaktadır. Bu dönemde hem Körfez hem Çin kaynaklı sermaye girişiyle “yumuşama” süreci güçlendirilecektir. Böylece 2026’da “kararlılığı ben sağladım” söylemiyle erken seçim zemini oluşturulabilir.

1 Ekim fotoğrafı aynı zamanda seçim öncesi “merkezileşme” hazırlığı idi. Erdoğan o gün aslında siyasal kutuplaşmayı yeniden kendi eksenine toplamaya başladı. Muhalefeti bölen, kendi çevresinde toplayan ve “devletin ortasında duran lider” imajı erken seçim öncesi hegemonya oluşturma sürecinin başlangıcıdır. Bu fotoğraf, ileride kullanılacak “birlik, kararlılık, liderlik” temalarının prototipidir.

CHP’nin yalnızlaştırılması ise seçim stratejisinin olumsuz ayağıdır. Erdoğan her zaman “olumlu meşruluk” (birlik, kararlılık) yanında “olumsuz meşruluk” (ötekileştirme, dışlama) yaratmak ister. Bu kez hedef, CHP’nin yalnız bırakılması ve DEM’in sistem içine çekilmesidir.  DEM ile “Öcalan süreci” üzerinden diyalog kurulur ve CHP bu süreç dışında kalırsa Erdoğan seçimi şu anlatıyla kurgulayabilir: “Ben Kürtleri de milliyetçileri de muhafazakarları da birleştiren liderim. CHP ise yine kavga, eski Türkiye.” Bu formül, 2026’da olası bir erken seçim kampanyasının merkez temasına dönüşebilir.

Bahçeli’nin rolü ise yumuşamayı MHP üzerinden sınamaktır. Bahçeli’nin son dönemde “Öcalan, silahsızlanma, yeni anayasa” gibi çıkışları, Erdoğan’ın nabız ölçme yöntemidir. Eğer kamuoyu tepkisi yönetilebilirse, bu gündem “Erdoğan’ın seçim öncesi büyük devlet atılımı” olarak devreye alınacaktır. Bu süreçte MHP’nin tabanı kaygılanırsa, Erdoğan “devletin lideri” söylemini öne çıkararak dengeyi sağlayacaktır.

Erken seçim içinzamanlama hesabı ise 2026 başı veya sonunu işaret etmektedir. 2026, takvim olarak hem yeni anayasa referandumu hem de erken genel seçim için uygun bir eşik yılıdır. Anayasa atılımı “ulusal birliktelik” söylemiyle başlatılır ve ardından “milletin onayına gidelim” denilerek erken seçim gerekçesi oluşturulabilir.

Yani, 1 Ekim 2025 fotoğrafı bu senaryoda erken seçimin ilk karelerinden biridir.

Özet

Boyut

Amaç

Erken Seçim Bağlantısı

Sembolik

Devlet-lider birliği görüntüsü

“Kararlılığın güvencesi benim” algısı

Siyasal

CHP’yi izole etmek, DEM’i sistem içine çekmek

Geniş koalisyon görüntüsüyle seçime gitmek

Ekonomik

Sermaye girişi ve kısa vadeli refah algısı

Ekonomik rahatlama döneminde seçime gitmek

İletişimsel

Normalleşme ve diyalog söylemi

Kutuplaşmayı kendi lehine yeniden tanımlamak

 

Sonuç olarak, 1 Ekim TBMM açılışı ve sonrasında verilen “liderler bir arada” fotoğrafı, spontane bir jest değil, erken seçim öncesi meşruluk ve hegemonya hazırlığının ilk adımıdır.

CHP Hata mı Yaptı?

Protestoların siyasal etkisi ve algısal sonucu arasında ciddi farklıklar vardır. Kısaca söylemek gerekirse, CHP’nin protestosu ilkesel olarak anlaşılır idi ama stratejik olarak hatalıydı. İlkesel düzeyde meşruluk sorgulaması doğru bir tavırdı CHP’nin protestosunun gerekçesi (yargıdaki skandallar, hukukun üstünlüğünün zedelenmesi, yürütmenin yasama üzerindeki baskısı) demokratik meşruluk açısından haklı temellere dayanıyordu. Meclis açılışı, bir “biçimsel açılış” olmaktan çıkmış, “tek adam rejiminin ritüel alanı” durumuna gelmişti. Dolayısıyla CHP, bu oturuma katılmayarak bir demokratik protesto sergiledi. Bu açıdan eylem doğru ilkesel mesaj taşıyordu. Stratejik düzeyde ise Erdoğan’ın eline fırsat geçti. Ancak siyasette ilkesel doğruluk her zaman stratejik kazanç anlamına gelmemektedir. CHP’nin yokluğu, Erdoğan’ın planladığı “liderlerle görüşme” fotoğrafında görsel bir boşluk yarattı. Bu boşluk, Erdoğan’ın “CHP sistemi reddediyor, biz ise devleti temsil ediyoruz” mesajını vermesine olanak sağladı. Protesto, Erdoğan’ın meşruluk açığını kapatmak yerine onu güçlendiren bir çerçeveye dönüştü. Erdoğan bu tür simgesel fırsatları ustaca kullanmaktadır. CHP’nin “doğru gerekçesi” iletişimsel olarak yanlış zeminde görünür duruma geldi.

Farklı bir strateji olanaklı mıydı?

CHP şu tür bir atılım yapabilirdi. Oturuma katılır, ama Erdoğan salona girdiğinde sırtını dönerek ya da sessizce salonu terk ederek protesto edebilirdi. Bu tür bir eylem hem kurumsal meşruluğu korur hem de verilmek istenen siyasal mesajı daha görünür kılardı. Böylece Erdoğan’ın “liderlerle görüşme” manevrasını boşa çıkarırdı. Sorun “katılmak ya da katılmamak” değil, “nasıl katılıp, nasıl karşılık vermek” sorusuydu. CHP bu dengeyi kuramadı.

Halkın büyük bölümü için meşruluk tartışması soyut bir konudur ve insanlar somut simgeler üzerinden algı kurarlar. O gün ekranlara düşen kare şuydu: Erdoğan, MHP, İYİ Parti, DEM temsilcileriyle bir arada ama CHP yok. Bu görüntü, “CHP yine dışarıda kaldı” algısını güçlendirdi. Dolayısıyla kamuoyu etkisi bakımından protestonun getirisi düşük, maliyeti yüksek oldu. Uzun vadede ise CHP’nin “uzlaşmaz” imajı yeniden üretildi. Erdoğan uzun süredir CHP’yi “olumsuz kutup” olarak konumlandırıyor. “Biz devletiz, onlar kavga partisi.” Bu protesto, farkında olmadan o çerçeveyi pekiştirdi. CHP’nin yeni yönetimi (Özgür Özel dönemi) “ılımlı muhalefet” çizgisine yönelmişti. Bu eylem, o çizgiyle de tutarsız bir görüntü yarattı.

CHP doğru bir sorunu savundu, ama yanlış sahnede ve yanlış biçimde uyguladı. Sonuçta Erdoğan’ın planlı iletişim atılımına istemeden hizmet etmiş oldu.

CHP ne yapmalı?

CHP’nin “1 Ekim protestosu” sonrasında oluşan yalnızlık ve etkisizlik algısını kırabilmesi için, üç düzlemde yeniden yapılanmaya gitmesi gerekir: stratejik, iletişimsel ve yapısal. Bu üçü birlikte işletilmezse Erdoğan’ın “CHP marjinalleşti” kurgusu kalıcı duruma gelir. Stratejik düzlemde “sistemin dışında değil, denetim merkezindeyiz” çizgisi yeniden oluşturulmalıdır. CHP’nin protestosu “sistem dışı” izlenimi yarattı. Bunu tersine çevirmek için partinin yeni söylemi şu eksende olmalıdır. Sisteme karşı değiliz ama sistemi denetliyoruz. CHP artık “boykot eden” değil, “hesap soran” konuma geçmelidir. Bu, Meclis içinde etkili siyasa yürütmek anlamına gelir. Komisyonlarda, bütçe görüşmelerinde ve yolsuzluk dosyalarında görünür olmak, Erdoğan’ın her atılımını anayasal denetim diliyle sorgulamak gerekir. “Katılmamak” değil, “katılıp sistemi zorlamak” izlenmesi gereken stratejidir. Bu strateji, CHP’yi yeniden kurumsal muhalefet merkezine taşır.

İkincisi, yeni meşruluk söylemini ‘hukuk devleti’ üzerinden kurgulamaktır. CHP, Erdoğan’ın “birlik ve kararlılık” söylemine karşı ‘adalet ve hukuk devleti’ eksenini öne çıkarmalıdır. Bu, hem geniş kesimlerin (tutucular, Kürtler, seküler orta sınıf) buluşabileceği ortak bir değer dili yaratır ve hem de Erdoğan’ın ulusal birlik çerçevesini kırar.

İletişimsel düzlemde ise yalnızlık algısını kıracak görünürlük politikası izlenmelidir. CHP’nin en büyük eksiği siyasal yalnızlığın görsel olarak pekişmesidir. Bunu dengelemenin yolları yeni fotoğraflar üretmekten geçer. 1 Ekim’de Erdoğan’ın fotoğrafına karşılık, CHP kendi karelerini üretmelidir. Yerel yönetimler, sendikalar, meslek odaları, gençlik örgütleri, hatta DEM dışı Kürt STK’larıyla “demokratik ittifak” fotoğrafları yayınlanmalıdır. Böylece “CHP yalnız” değil, “CHP toplumun içindedir” imajı güçlenir. Ayrıca yumuşama dilini yeniden tanımlamak gerekir. Erdoğan’ın “normalleşme” söylemi, aslında muhalefeti etkisizleştiren bir tuzaktır. CHP bu tuzağa düşmeden, “yumuşama”yı devletle değil, toplumla yumuşama olarak yorumlamalıdır. “Biz iktidarla değil, halkla barışıyoruz.” Böylece “Erdoğan’la uzlaşan” değil, “milletle bütünleşen” bir çizgi oluşturulur.

Öte yandan, liderin yeniden konumlandırılması gerekir. Özgür Özel, Erdoğan’ın davetlerine “protokol düzeyinde katılmalı ancak siyasal düzeyde araya uzaklık” koymalıdır. “Devlet ciddiyetine uygun, ama içerik olarak eleştirel” bir görünüm vermek yararlı olacaktır. Bu tutum, CHP’nin hem sorumlu hem muhalif lider kimliğini pekiştirecektir.

Yapısal düzlemde ise demokratik merkez oluşturmak gerekir. CHP’nin yalnızlık görüntüsü sadece iletişimsel değil, siyasal ilişkiler ağının zayıflığından da kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yeni bir toplumsal blok oluşturmak gerekmektedir. CHP, klasik Millet İttifakı modeline dönmeden, ama benzer bir “demokratik blok” oluşturabilir. DEM içindeki reformist kanat, İYİ Parti’nin merkez kadroları, sol-liberal aydın çevreleri, sendikalar ve meslek örgütleri bu resim içinde yer alabilir. Bu ağ, CHP’ye “yalnız parti” değil “toplumsal merkez” kimliği kazandıracaktır.

Öte yandan, yerel yönetimler üzerinden saygınlık siyasası izlenmelidir. 2024 yerel seçimlerindeki başarı CHP’nin elindeki en güçlü kozdur. Belediyeler sadece hizmet üretmekle kalmamalı, “yeni siyasal kültür” yaratmalıdır. Saydamlık, katılım ve sosyal dayanışma temaları ön plana çıkarılmalıdır. Bu yaklaşım “yerelden gelen iktidar seçeneği” imajını güçlendirecektir.

Ayrıca, Erdoğan’ın stratejisini tersine çevirmek gerekir. “Yalnız değiliz, siz tükeniyorsunuz” imajı verilmelidir. Erdoğan’ın amacı CHP’yi yalnızlaştırmak ise CHP’nin yanıtı şu söylemle olmalıdır: “Biz yalnız değiliz, çünkü halk bizimle. Asıl yalnızlaşan sizsiniz; devletin içinde daralan bir iktidar oldunuz.” Bu tersine çevirme, iktidarın hegemonik dilini kırar.

Sonuç

Düzlem

CHP’nin Yapması Gereken

Amaç

Stratejik

Sisteme karşı değil, sistemin denetiminde konum almak

Kurumsal meşruiyeti yeniden kazanmak

İletişimsel

Toplumsal bloklarla yeni görünürlük alanı oluşturmak

“CHP yalnız” algısını kırmak

Yapısal

Demokratik blok ve yerel yönetim odaklı merkez oluşturma

İktidar seçeneği olmak için zemin oluşturmak

 

Nereye doğru?

Kısacası, CHP protestoda haklıydı ama iletişimde kaybetti. Bu yalnızlık ancak “sistem içi denetim”, “toplumsal dayanışma” ve “yerel meşruluk” üçlüsüyle aşılabilir. CHP’nin protestosu, özellikle parti örgütü ve muhalif kamuoyunda “dik duruş” olarak algılandı. Son dönemde “yumuşama” sürecinin muğlaklığı, bazı CHP seçmenlerinde “Erdoğan’a meşruluk kazandırma” endişesi yaratmıştı. Protesto bu kaygıyı geçici olarak yatıştırdı. Parti tabanında duygusal bütünlüğü sağlamaya yaradı. “CHP artık net bir duruş sergiliyor” algısı örgüt içinde moral etkisi yaptı. Ancak bu kısa vadeli getirinin sınırlı olduğu da görülüyor. Çünkü aynı taban “eylemden çok stratejik sonuç” görmek istemektedir. Protesto, Erdoğan’ın 1 Ekim açılışında “tüm partileri aynı fotoğrafa sokma” planına karşı bir siyasal görünmezlik direnci oluşturdu. Ancak bu aynı zamanda CHP’nin soyutlanması riskini artırdı. Diğer muhalefet partilerinin oturuma katılması, Erdoğan’a CHP’yi “sistemin dışında kalan tek parti” gibi gösterme fırsatı verdi. Bu durum, “Erdoğan konuşuyor, CHP dışarıda kalıyor” görüntüsünü üreterek iktidarın “CHP dışındaki herkesle diyalogdayız” tezini güçlendirdi.

Anayasa Değişikliği ve Referandumu Olasılığı

Yukarıda yapılan açıklamalar çerçevesinde 2026’ya doğru ya da 2026 içinde bir anayasa referandumu olasılığı ciddi şekilde gündeme gelmektedir. Erdoğan’ın 2026’yı hem anayasa hem de olası erken seçim yılı olarak gördüğü anlaşılıyor. Erdoğan, önce bir “normalleşme” ve “ulusal birlik” söylemi ile kamuoyunu hazırlıyor. Ardından Meclis’te belirli değişiklikleri geçirerek referandum zemini yaratıyor. Referandumdan sonra erken seçim, “yeni anayasa onaylandı, halk desteğiyle seçim” argümanını güçlendirmektedir. Bu model, Erdoğan’ın önceki stratejileriyle paralellik gösteriyor: meşruiyet oluşturma, halk oylaması ve seçim. 1 Ekim protestosu ve “liderler fotoğrafı” üzerinden Erdoğan, CHP’yi marjinal muhalefet olarak gösterebilir. Bu durum, referandum ve seçim kampanyasında şöyle mesajlanır: “Biz bütün toplumu kucaklayan bir anayasa yapıyoruz; protesto eden CHP ise ülkeyi bölüyor.” Böylece CHP’nin soyutlanmış görüntüsü anayasa referandumuna ilişkin “karşıt blok” algısını güçlendirir. Bahçeli’nin PKK ve Öcalan üzerinden yaptığı açıklamalar Erdoğan’a Kürt tabanını sisteme çekme olanağı sağlıyor. DEM ile belirli bir “normalleşme süreci” başlarsa, Erdoğan referandumu hem milliyetçi hem de Kürt tabanına “katılım” olarak pazarlayabilir. Bu, toplumsal blokları genişletme stratejisinin ön hazırlığıdır. Referandum ve olası seçim öncesi Erdoğan, ekonomik “nefes aralığı” yaratmaya çalışacaktır. Sermaye girişi, kısa vadeli sosyal yardımlar, kamu yatırımlarının öne çıkarılması olasıdır. Bu şekilde halk, hem “kararlılık” hem de “devlet işi yürütülüyor” algısıyla referanduma hazırlanır. Sonuç olarak referandumun ufukta olduğu söylenebilir. Erdoğan için 1 Ekim hamlesi, CHP’yi yalnızlaştırmak ve kamuoyunu “birlik ve kararlılık” çerçevesine sokmak, referandum ve seçim stratejisinin ilk adımıdır. Dolayısıyla 2026’ya doğru anayasa referandumu olasılığı ciddi ve erken seçimle birlikte planlanan bir senaryonun parçası olarak görülmelidir.

Genel Değerlendirme ve Sonuç

Erdoğan, Meclis açılışında denetimli normalleşme adımı atmak istiyordu. Fotoğraf, bu planın görsel parçasıydı: “Bakın, herkesle konuşuyorum.” CHP’nin protestosu, bu plana kısmen engel oldu ama Erdoğan’a aynı zamanda şu fırsatı sundu: “Ben diyaloga açığım, ama CHP her zamanki gibi negatif.” Bu çerçeve, Erdoğan’ın hem milliyetçi hem de muhafazakâr seçmene yönelik “ben devletim, onlar protestocu” anlatısını besledi. Dolayısıyla, protesto, ahlaksal ve duygusal bakımdan doğru ancak stratejik ve iletişimsel açıdan kısmen hatalı bir atılım olarak görülebilir. Protestonun ardından farklı bir iletişim atağı (örneğin “CHP, yumuşamanın hukukla başlamasını ister” gibi somut bir açıklama) yapılsaydı, etkisi daha dengeli olabilirdi.

2025 yılı itibarıyla Türkiye siyasasında gözlenen önemli bir gelişme, TBMM’nin 1 Ekim açılış oturumunda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı konuşma sonrasında yaşanan liderler toplantısı ve fotoğraf karesidir. CHP, TİP ve EMEP’in oturumu protesto ederek katılmamaları, ilkesel olarak demokratik meşruluk ve hukukun üstünlüğü açısından anlaşılır bir duruş sergilemiş olsa da stratejik ve iletişimsel açıdan Erdoğan lehine bir boşluk yaratmıştır. Bu durum, muhalefetin algısal olarak soyutlanmış ve marjinalleşmiş bir görüntü vermesine yol açmıştır.

Fotoğraf ve toplantı vesilesiyle Erdoğan, tüm parti liderleriyle bir araya gelmiş gibi görünerek “sistemin merkezi aktörü” konumunu güçlendirmiştir. CHP’nin yokluğu, görsel ve simgesel düzeyde Erdoğan’ın hegemonya söylemini pekiştirmiş ve muhalefetin protesto eylemini etkisizleştirmiştir. Bu bağlamda, muhalefetin oturuma katılmama kararı kısa vadeli moral ve ilkesel kazanımlar sağlasa da uzun vadede stratejik zayıflık yaratmıştır.

Söz konusu gelişmeler, Erdoğan’ın 2026 yılında planladığı anayasa referandumu ve olası erken seçim stratejisinin ilk işaretleri olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, önümüzdeki dönemde kamuoyunu “normalleşme” ve “milli birlik” söylemiyle hazırlayarak, Meclis içi değişikliklerle referandum zeminini oluşturmayı hedeflemektedir. Bu süreçte CHP’nin yalnızlaşmış görünümü, Erdoğan’a hem referandum kampanyasında hem de seçim öncesi iletişim stratejisinde marjinal muhalefeti öne çıkarma olanağı sunmaktadır.

Ayrıca Bahçeli’nin PKK ve Abdullah Öcalan üzerinden yaptığı açıklamalar, Erdoğan’a DEM ve Kürt tabanını sisteme çekme olanağı sağlamaktadır. Bu stratejik atılım toplumsal blokların genişletilmesine ve referandum ile seçim sürecinde meşruluğun güçlendirilmesine hizmet etmektedir. Ekonomik ve toplumsal bağlamda ise Erdoğan, referandum ve olası erken seçim öncesinde kısa vadeli ekonomik rahatlama önlemleri (sermaye girişleri, sosyal yardımlar, kamu yatırımları) ile halkın kararlılık algısını güçlendirmeyi hedeflemektedir.

Sonuç olarak, 1 Ekim TBMM açılışı ve takip eden liderler toplantısı, Erdoğan’ın 2026’ya yönelik anayasa referandumu ve olası erken seçim stratejisinin ilk adımı olarak değerlendirilebilir. CHP’nin protestosu, ilkesel olarak anlamlı olsa da Erdoğan’ın hegemonya ve meşruluk kurgusuna hizmet eden bir boşluk yaratmıştır. Bu çerçevede, muhalefetin stratejik ve iletişimsel yanıtı, gelecekteki referandum ve seçim süreçlerinde kritik öneme sahip olacaktır.

Hiç yorum yok: