CHP’NİN MECLİS AÇILIŞINA KATILMAMASI: TÜRKİYE
NEREYE KOŞUYOR?
Prof. Dr.
Firuz Demir Yaşamış
Giriş
1 Ekim günü TBMM'nin açış konuşmasını
Erdoğan yaptı. CHP, TİP ve EMEP protesto amacıyla açılış oturumuna katılmadı.
Erdoğan konuşmasından sonra Başkanlık Divanı'nda tüm parti liderlerini
görüşmeye davet etti. Sonra da birlikte oldukları bir fotoğraf basına servis
edildi. Bu toplantı spontane bir gelişme mi idi, yoksa planlanış bir olay
mıydı? Planlanmış ise amacı ne idi? Tüm siyasal çevreler bu konuyu tartışıyor
ve belirtilen sorulara yanıt bulmaya çalışıyor.
Çözümleme
Kanımca, 1 Ekim açılış günü yaşanan
olay spontane değil, planlanmış bir siyasal bir atılımdı. Erdoğan’ın TBMM açış
konuşması, iç ve dış kamuoyuna yönelik mesajlarla dikkatle hazırlanmıştı. Aynı
gün yapılan “liderlerle görüşme” çağrısı da protokol birimi tarafından önceden hazırlanmıştı.
TBMM Başkanlık Divanı’nda bu görüşmenin yapılacağı yer, basına servis edilecek
fotoğrafın çekileceği nokta önceden belirlenmişti. Bu saptama spontane değil
önceden planlanmış bir halkla ilişkiler (PR) operasyonuna işaret etmektedir.
CHP ve diğer partilerin açılış
oturumuna katılmaması iktidar açısından “meşruluk açığı” yaratıyordu.
Erdoğan’ın bütün parti liderlerini “bir arada gösteren” fotoğrafı bu açığı
kapatmak üzere kullanıldı. Fotoğraf, iç kamuoyuna “bakın, Meclis açıldı, herkes
bir arada, sistem işler durumda” mesajı vermek içindi. Bu, özellikle ekonomik
kriz ve yargı tartışmaları gündemini yumuşatma stratejisinin parçasıydı. Erdoğan
son dönemde (özellikle Bahçeli’nin “PKK’nın silahsızlanması” söylemiyle paralel
biçimde) “barıştırıcı” ve “devletin üst aklı” rolünü yeniden canlandırmak istemektedir.
Bu tür simgesel birlik görüntüleri
Erdoğan’ın “ben partiler üstü devlet lideriyim” imajını güçlendirmek için
kullanılmaktadır. Dolayısıyla görüşme çağrısı, sadece Meclis açılışının bir
parçası değil, Erdoğan’ın önümüzdeki dönemin siyasal atmosferini şekillendirme
stratejisinin bir unsuru olarak okunmalıdır. CHP ve diğer partilerin oturuma
katılmamasıyla oluşan “boşluk” Erdoğan’ın bu manevrasıyla doldurulmuş oldu. Özellikle
CHP’nin yeni yönetiminin (Özel liderliğindeki yapının) tepkisiz bırakılması,
Erdoğan’a “tek otorite” görünümünü güçlendirme fırsatı sundu. Böylece Erdoğan
hem kendi tabanına “devletin egemeni benim” mesajı verdi, hem de muhalefeti
“protesto eden ama alanda olmayan” konumuna itti. Sonuç olarak bu toplantı planlı,
denetimli ve simgesel bir siyasal jest idi. Kısacası, bu olay, spontane bir
“liderler buluşması” değil, önceden planlanmış, protokol ve basın üzerinden
yürütülmüş ve meşruluk yaratmaya ya da artırmaya yönelik bir siyasal atılımdı. Erdoğan,
bu atılımla hem TBMM açılışındaki protesto havasını dağıttı hem de siyasal
psikolojiyi “birlik ve kararlılık” eksenine çekmeye çalıştı.
Yalnızlaştırma
Sorulan bir başka soru da CHP'nin
yalnızlığı mı vurgulanmak istendi idi. Bu olayın en önemli örtük mesajı,
CHP’nin yalnızlığını ve siyasal açıdan marjinalleşmiş görüntüsünü vurgulamak
idi. Erdoğan’ın konuşması sonrası yapılan liderler toplantısı ve servis edilen
fotoğraf, siyasal iletişimde çok güçlü bir araçtır.
Fotoğrafta CHP’nin yer almaması,
doğrudan söylenmese de “CHP dışarıda, diğerleri devlette” mesajı taşır. Bu tür
simgesel kareler, seçmen algısında “CHP artık sistemin içinde değil” ya da “CHP
marjinal muhalefet çizgisine kaydı” duygusu yaratır. Erdoğan bu tür simgesel
dilin gücünü çok iyi bilen bir siyasetçidir. Bu kare, tıpkı “tek vücut devlet”
görüntüsü gibi, psikolojik üstünlük sağlamaya yönelikti. 2023 seçimlerinden
sonra Millet İttifakı’nın dağılması, CHP’nin diğer partilerle bağlarının
zayıflaması da Erdoğan için fırsattı.
Bu toplantı ve fotoğraf ile Erdoğan şu
mesajı vermek istedi: “Ben herkesle konuşabiliyorum. Sistem benim etrafımda
dönüyor. Konuşmayan, gelmeyen CHP’dir.” Böylece hem CHP’nin yalıtılmışlığını
hem de Erdoğan’ın merkezi konumunu aynı anda görünür kıldı. CHP ve TİP’in
oturuma katılmaması bir meşruluk eleştirisi anlamı taşıyordu. Ancak Erdoğan’ın
hemen ardından yaptığı “liderlerle görüşme” jesti, bu protestonun kamuoyu
etkisini kırdı. Sonuçta gündemde şu soru kaldı: “Diğerleri geldi, CHP neden
gelmedi?” Yani iktidar bu atılımla protestoyu tersine çevirdi ve muhalefetin
“ilkesel duruşu” yerine “yalnızlaşmış tavrı” tartışılır duruma geldi.
Erdoğan bu tür jestlerle muhalefete
bir ikilem dayatıyor: Görüşmelere katılırsan meşruluğumu kabul etmiş olursun, katılmazsan,
“yalnız, etkisiz, marjinal” görünürsün. Bu strateji, Erdoğan’ın uzun süredir
kullandığı bir yöntemdir: denetimli kapsama ve dışlama. CHP’nin bu açılışta
dışarıda kalması, Erdoğan’a bu denklemi yeniden kurma fırsatı verdi. Bu
yalnızlaştırma hamlesi, Bahçeli’nin “yeni süreç” olarak işaret ettiği dönemin
de iletişim hazırlığıdır. Erdoğan, önümüzdeki dönemde olası bir “yumuşama” veya
“ulusal birlik süreci” başlatacaksa bu sürecin dışında kalan tek büyük parti
olarak CHP’yi göstermek istiyor. Böylece hem DEM (Kürt tabanı) hem de diğer
küçük partileri “devletle diyalog durumunda” konumlandırırken, CHP’yi
“ideolojik muhalefet, sistem dışı” noktaya itmek istemektedir. Sonuç olarak, Erdoğan’ın
asıl amacı CHP’nin yalnızlığını görünür kılmak, kendi liderliğini sistemin
merkezi olarak pekiştirmek muhalefeti psikolojik olarak bölmek idi.
Asıl amaç nedir?
Bu gelişme aslında Erdoğan’ın 2026’ya
doğru planladığı “yeni siyasal normalleşme” sürecinin iletişimsel ilk adımıdır.
Bu süreci anlamak için olayı üç katmanda incelenebilir: siyasal konjonktür, stratejik
hedef ve iletişim dili. Siyasal konjonktür açısından meşruluk krizi, ekonomik
daralma ve yeni denge arayışıdır. Erdoğan yönetimi, ekonomik krizin ve yargı
tartışmalarının toplumda yarattığı huzursuzluğun farkındadır. 2024 yerel
seçimleri sonrası iktidar bloku (AKP-MHP) ilk kez “mutlak egemenlik ve üstünlük”
görüntüsünü kaybetti. Bu tablo, Erdoğan’ı yeni bir meşruluk üretme sürecine
itti. “Normalleşme” söylemi bu yüzden geliştiriliyor. Sert kutuplaşmayı
yumuşatmak, toplumu yeniden “Erdoğan merkezli” bir dengeye çekmek güdülen
amaçlardır. Stratejik hedef açısından ise 2026 Anayasa süreci ve Kürt açılımı
ön plana çıkmaktadır. Erdoğan’ın 2026’ya kadar hedeflediği iki ana siyasal
proje vardır. Birincisi, yeni Anayasa için atılım yapmaktır. Erdoğan, kendi
meşruluğunu “artık bir sistem değişikliğiyle tamamlayacak” noktaya getirmek istemektedir.
Yeni Anayasa tartışması hem başkanlık sistemini kalıcılaştırmak hem de kendi
iktidarını “demokratik dönüşüm” kisvesiyle meşrulaştırmak için kullanılacaktır.
Ancak bunu yapabilmek için Meclis’te DEM’in veya bazı muhalif partilerin desteğine
ihtiyaç vardır. İkincisi, PKK- Öcalan-DEM çizgisidir. Bahçeli’nin son aylarda
gündeme getirdiği “PKK silah bıraksın, Öcalan devreye girebilir” çıkışı bu
sürecin ulusal güvenlik tabanlı zeminidir. Erdoğan bu sorunu doğrudan
sahiplenmek yerine, Bahçeli üzerinden “zemin yoklaması” yapmaktadır. Olası bir
“silahsızlanma” ve “hak temelli normalleşme” sürecinde, Erdoğan kendini
“devleti bütünleştiren lider” olarak sunacaktır.
Bu tabloda
CHP’nin rolü ne olmalıydı?
Aslında, Erdoğan’ın istediği şey
CHP’nin ya bu sürece katılması (ve böylece süreci meşrulaştırması) ya da
dışarıda kalıp “normalleşme karşıtı” konumuna itilmesi idi. CHP ikinci yolu
seçti ve Erdoğan bu tercihi “CHP yalnız ve uzlaşmaz” imajıyla siyasal üstünlüğe
çevirdi.
Erdoğan, 1 Ekim fotoğrafıyla şu üç
mesajı aynı anda vermeye çalışmıştır: “Devletin düzeni sürüyor. Herkes benimle
görüşüyor. Kriz yok, kararlılık var.” Bu, ekonomik sıkıntı ve toplumsal
gerginliklere karşı psikolojik denge mesajıdır.
Muhalefete ise, “Ben konuşuyorum, siz dışarıdasınız” mesajı verilmek
istenmiştir. Böylece CHP’nin protestosu siyasal olarak yalnızlaştırılmıştır. Uluslararası
kamuoyuna ise, “Türkiye kararlılık içinde, liderler bir arada ve demokrasi
işliyor” mesajı verilmek istenmiştir. Sonuç
olarak TBMM’de yapılan toplantı önceden planlanmıştı ve çok katmanlı bir
manevraydı.
Erken seçim için
hazırlık mı?
Kamuoyunda tartışılan bir başka konu
da bu girişimin erken seçime bir hazırlık olarak kabul edilebilip,
edilemeyeceği idi. Erdoğan’ın 1 Ekim TBMM açılışında sergilediği bu “birlik”
manevrası ve sonrasındaki liderlerle görüşme ve fotoğraf verilmesi sadece günü
kurtarmaya dönük bir jest değildir. Erken seçime yönelik stratejik bir
hazırlığın erken sinyali olarak yorumlanabilir. Erdoğan siyasasının temel ritmi
hep aynıdır. Kriz yaratır veya mevcut bir krizi sahiplenir. Kriz üzerinden
meşruluk oluşturur. Meşruluk sağlanınca erken seçime gider ve bu atmosferi
sandıkta üstünlüğe çevirir. Bu nedenle, 2015’teki “terör-kararlılık”
kampanyası, 2017’deki “yeni sistem-ulusal irade” referandumu, 2018 erken seçimi
ve 2023’te işlenen “beka ve liderlik” temaları hep aynı modelin değişik
sürümleriydi. Şimdi 2025-2026 çizgisinde benzer bir döngünün yeni sürümü
başlatılıyor.
Oysa, ekonomik
durum?
Mevcut ekonomik tabloya bakıldığında
ise seçim ekonomisi öncesi “nefes aralığı” elde etmek istemektedir. Ekonomik
veriler Erdoğan açısından risklidir. Yüksek enflasyon, reel ücret erimesi, faiz
artışları tabloyu Erdoğan açısından karartmaktadır. Dolayısıyla 2025 sonuna kadar piyasalarda kararlılık
ve kısa vadeli rahatlama yaratacak bir dönem planlanmaktadır. Bu dönemde hem
Körfez hem Çin kaynaklı sermaye girişiyle “yumuşama” süreci güçlendirilecektir.
Böylece 2026’da “kararlılığı ben sağladım” söylemiyle erken seçim zemini
oluşturulabilir.
1 Ekim fotoğrafı aynı zamanda seçim
öncesi “merkezileşme” hazırlığı idi. Erdoğan o gün aslında siyasal kutuplaşmayı
yeniden kendi eksenine toplamaya başladı. Muhalefeti bölen, kendi çevresinde
toplayan ve “devletin ortasında duran lider” imajı erken seçim öncesi hegemonya
oluşturma sürecinin başlangıcıdır. Bu fotoğraf, ileride kullanılacak “birlik, kararlılık,
liderlik” temalarının prototipidir.
CHP’nin yalnızlaştırılması ise seçim
stratejisinin olumsuz ayağıdır. Erdoğan her zaman “olumlu meşruluk” (birlik, kararlılık)
yanında “olumsuz meşruluk” (ötekileştirme, dışlama) yaratmak ister. Bu kez
hedef, CHP’nin yalnız bırakılması ve DEM’in sistem içine çekilmesidir. DEM ile “Öcalan süreci” üzerinden diyalog
kurulur ve CHP bu süreç dışında kalırsa Erdoğan seçimi şu anlatıyla
kurgulayabilir: “Ben Kürtleri de milliyetçileri de muhafazakarları da
birleştiren liderim. CHP ise yine kavga, eski Türkiye.” Bu formül, 2026’da
olası bir erken seçim kampanyasının merkez temasına dönüşebilir.
Bahçeli’nin rolü ise yumuşamayı MHP
üzerinden sınamaktır. Bahçeli’nin son dönemde “Öcalan, silahsızlanma, yeni
anayasa” gibi çıkışları, Erdoğan’ın nabız ölçme yöntemidir. Eğer kamuoyu
tepkisi yönetilebilirse, bu gündem “Erdoğan’ın seçim öncesi büyük devlet atılımı”
olarak devreye alınacaktır. Bu süreçte MHP’nin tabanı kaygılanırsa, Erdoğan
“devletin lideri” söylemini öne çıkararak dengeyi sağlayacaktır.
Erken seçim içinzamanlama hesabı ise 2026
başı veya sonunu işaret etmektedir. 2026, takvim olarak hem yeni anayasa
referandumu hem de erken genel seçim için uygun bir eşik yılıdır. Anayasa atılımı
“ulusal birliktelik” söylemiyle başlatılır ve ardından “milletin onayına
gidelim” denilerek erken seçim gerekçesi oluşturulabilir.
Yani, 1 Ekim 2025 fotoğrafı bu
senaryoda erken seçimin ilk karelerinden biridir.
Özet |
||
Boyut |
Amaç |
Erken Seçim Bağlantısı |
Sembolik |
Devlet-lider birliği görüntüsü |
“Kararlılığın güvencesi benim” algısı |
Siyasal |
CHP’yi izole etmek, DEM’i sistem içine çekmek |
Geniş koalisyon görüntüsüyle seçime gitmek |
Ekonomik |
Sermaye girişi ve kısa vadeli refah algısı |
Ekonomik rahatlama döneminde seçime gitmek |
İletişimsel |
Normalleşme ve diyalog söylemi |
Kutuplaşmayı kendi lehine yeniden tanımlamak |
Sonuç olarak, 1 Ekim TBMM açılışı ve
sonrasında verilen “liderler bir arada” fotoğrafı, spontane bir jest değil,
erken seçim öncesi meşruluk ve hegemonya hazırlığının ilk adımıdır.
CHP Hata mı
Yaptı?
Protestoların siyasal etkisi ve
algısal sonucu arasında ciddi farklıklar vardır. Kısaca söylemek gerekirse, CHP’nin
protestosu ilkesel olarak anlaşılır idi ama stratejik olarak hatalıydı. İlkesel
düzeyde meşruluk sorgulaması doğru bir tavırdı CHP’nin protestosunun gerekçesi (yargıdaki
skandallar, hukukun üstünlüğünün zedelenmesi, yürütmenin yasama üzerindeki
baskısı) demokratik meşruluk açısından haklı temellere dayanıyordu. Meclis
açılışı, bir “biçimsel açılış” olmaktan çıkmış, “tek adam rejiminin ritüel
alanı” durumuna gelmişti. Dolayısıyla CHP, bu oturuma katılmayarak bir
demokratik protesto sergiledi. Bu açıdan eylem doğru ilkesel mesaj taşıyordu.
Stratejik düzeyde ise Erdoğan’ın eline fırsat geçti. Ancak siyasette ilkesel
doğruluk her zaman stratejik kazanç anlamına gelmemektedir. CHP’nin yokluğu,
Erdoğan’ın planladığı “liderlerle görüşme” fotoğrafında görsel bir boşluk
yarattı. Bu boşluk, Erdoğan’ın “CHP sistemi reddediyor, biz ise devleti temsil
ediyoruz” mesajını vermesine olanak sağladı. Protesto, Erdoğan’ın meşruluk
açığını kapatmak yerine onu güçlendiren bir çerçeveye dönüştü. Erdoğan bu tür simgesel
fırsatları ustaca kullanmaktadır. CHP’nin “doğru gerekçesi” iletişimsel olarak
yanlış zeminde görünür duruma geldi.
Farklı bir
strateji olanaklı mıydı?
CHP şu tür bir atılım yapabilirdi. Oturuma
katılır, ama Erdoğan salona girdiğinde sırtını dönerek ya da sessizce salonu
terk ederek protesto edebilirdi. Bu tür bir eylem hem kurumsal meşruluğu korur
hem de verilmek istenen siyasal mesajı daha görünür kılardı. Böylece Erdoğan’ın
“liderlerle görüşme” manevrasını boşa çıkarırdı. Sorun “katılmak ya da
katılmamak” değil, “nasıl katılıp, nasıl karşılık vermek” sorusuydu. CHP bu
dengeyi kuramadı.
Halkın büyük bölümü için meşruluk
tartışması soyut bir konudur ve insanlar somut simgeler üzerinden algı kurarlar.
O gün ekranlara düşen kare şuydu: Erdoğan, MHP, İYİ Parti, DEM temsilcileriyle
bir arada ama CHP yok. Bu görüntü, “CHP yine dışarıda kaldı” algısını
güçlendirdi. Dolayısıyla kamuoyu etkisi bakımından protestonun getirisi düşük,
maliyeti yüksek oldu. Uzun vadede ise CHP’nin “uzlaşmaz” imajı yeniden üretildi.
Erdoğan uzun süredir CHP’yi “olumsuz kutup” olarak konumlandırıyor. “Biz
devletiz, onlar kavga partisi.” Bu protesto, farkında olmadan o çerçeveyi
pekiştirdi. CHP’nin yeni yönetimi (Özgür Özel dönemi) “ılımlı muhalefet”
çizgisine yönelmişti. Bu eylem, o çizgiyle de tutarsız bir görüntü yarattı.
CHP doğru bir sorunu savundu, ama
yanlış sahnede ve yanlış biçimde uyguladı. Sonuçta Erdoğan’ın planlı iletişim atılımına
istemeden hizmet etmiş oldu.
CHP ne yapmalı?
CHP’nin “1 Ekim protestosu” sonrasında
oluşan yalnızlık ve etkisizlik algısını kırabilmesi için, üç düzlemde yeniden
yapılanmaya gitmesi gerekir: stratejik, iletişimsel ve yapısal. Bu üçü birlikte
işletilmezse Erdoğan’ın “CHP marjinalleşti” kurgusu kalıcı duruma gelir.
Stratejik düzlemde “sistemin dışında değil, denetim merkezindeyiz” çizgisi
yeniden oluşturulmalıdır. CHP’nin protestosu “sistem dışı” izlenimi yarattı.
Bunu tersine çevirmek için partinin yeni söylemi şu eksende olmalıdır. Sisteme
karşı değiliz ama sistemi denetliyoruz. CHP artık “boykot eden” değil, “hesap
soran” konuma geçmelidir. Bu, Meclis içinde etkili siyasa yürütmek anlamına
gelir. Komisyonlarda, bütçe görüşmelerinde ve yolsuzluk dosyalarında görünür
olmak, Erdoğan’ın her atılımını anayasal denetim diliyle sorgulamak gerekir. “Katılmamak”
değil, “katılıp sistemi zorlamak” izlenmesi gereken stratejidir. Bu strateji,
CHP’yi yeniden kurumsal muhalefet merkezine taşır.
İkincisi, yeni meşruluk söylemini ‘hukuk
devleti’ üzerinden kurgulamaktır. CHP, Erdoğan’ın “birlik ve kararlılık”
söylemine karşı ‘adalet ve hukuk devleti’ eksenini öne çıkarmalıdır. Bu, hem
geniş kesimlerin (tutucular, Kürtler, seküler orta sınıf) buluşabileceği ortak
bir değer dili yaratır ve hem de Erdoğan’ın ulusal birlik çerçevesini kırar.
İletişimsel düzlemde ise yalnızlık
algısını kıracak görünürlük politikası izlenmelidir. CHP’nin en büyük eksiği
siyasal yalnızlığın görsel olarak pekişmesidir. Bunu dengelemenin yolları yeni
fotoğraflar üretmekten geçer. 1 Ekim’de Erdoğan’ın fotoğrafına karşılık, CHP
kendi karelerini üretmelidir. Yerel yönetimler, sendikalar, meslek odaları,
gençlik örgütleri, hatta DEM dışı Kürt STK’larıyla “demokratik ittifak”
fotoğrafları yayınlanmalıdır. Böylece “CHP yalnız” değil, “CHP toplumun
içindedir” imajı güçlenir. Ayrıca yumuşama dilini yeniden tanımlamak gerekir. Erdoğan’ın
“normalleşme” söylemi, aslında muhalefeti etkisizleştiren bir tuzaktır. CHP bu
tuzağa düşmeden, “yumuşama”yı devletle değil, toplumla yumuşama olarak
yorumlamalıdır. “Biz iktidarla değil, halkla barışıyoruz.” Böylece “Erdoğan’la
uzlaşan” değil, “milletle bütünleşen” bir çizgi oluşturulur.
Öte yandan, liderin yeniden konumlandırılması
gerekir. Özgür Özel, Erdoğan’ın davetlerine “protokol düzeyinde katılmalı ancak
siyasal düzeyde araya uzaklık” koymalıdır. “Devlet ciddiyetine uygun, ama
içerik olarak eleştirel” bir görünüm vermek yararlı olacaktır. Bu tutum,
CHP’nin hem sorumlu hem muhalif lider kimliğini pekiştirecektir.
Yapısal düzlemde ise demokratik merkez
oluşturmak gerekir. CHP’nin yalnızlık görüntüsü sadece iletişimsel değil,
siyasal ilişkiler ağının zayıflığından da kaynaklanmaktadır. Bu nedenle yeni bir
toplumsal blok oluşturmak gerekmektedir. CHP, klasik Millet İttifakı modeline
dönmeden, ama benzer bir “demokratik blok” oluşturabilir. DEM içindeki
reformist kanat, İYİ Parti’nin merkez kadroları, sol-liberal aydın çevreleri, sendikalar
ve meslek örgütleri bu resim içinde yer alabilir. Bu ağ, CHP’ye “yalnız parti”
değil “toplumsal merkez” kimliği kazandıracaktır.
Öte yandan, yerel yönetimler üzerinden
saygınlık siyasası izlenmelidir. 2024 yerel seçimlerindeki başarı CHP’nin
elindeki en güçlü kozdur. Belediyeler sadece hizmet üretmekle kalmamalı, “yeni
siyasal kültür” yaratmalıdır. Saydamlık, katılım ve sosyal dayanışma temaları
ön plana çıkarılmalıdır. Bu yaklaşım “yerelden gelen iktidar seçeneği” imajını
güçlendirecektir.
Ayrıca, Erdoğan’ın stratejisini
tersine çevirmek gerekir. “Yalnız değiliz, siz tükeniyorsunuz” imajı
verilmelidir. Erdoğan’ın amacı CHP’yi yalnızlaştırmak ise CHP’nin yanıtı şu
söylemle olmalıdır: “Biz yalnız değiliz, çünkü halk bizimle. Asıl yalnızlaşan
sizsiniz; devletin içinde daralan bir iktidar oldunuz.” Bu tersine çevirme,
iktidarın hegemonik dilini kırar.
Sonuç |
||
Düzlem |
CHP’nin Yapması Gereken |
Amaç |
Stratejik |
Sisteme karşı değil, sistemin denetiminde konum almak |
Kurumsal meşruiyeti yeniden kazanmak |
İletişimsel |
Toplumsal bloklarla yeni görünürlük alanı oluşturmak |
“CHP yalnız” algısını kırmak |
Yapısal |
Demokratik blok ve yerel yönetim odaklı merkez oluşturma |
İktidar seçeneği olmak için zemin oluşturmak |
Nereye doğru?
Kısacası, CHP protestoda haklıydı ama
iletişimde kaybetti. Bu yalnızlık ancak “sistem içi denetim”, “toplumsal
dayanışma” ve “yerel meşruluk” üçlüsüyle aşılabilir. CHP’nin protestosu,
özellikle parti örgütü ve muhalif kamuoyunda “dik duruş” olarak algılandı. Son
dönemde “yumuşama” sürecinin muğlaklığı, bazı CHP seçmenlerinde “Erdoğan’a
meşruluk kazandırma” endişesi yaratmıştı. Protesto bu kaygıyı geçici olarak
yatıştırdı. Parti tabanında duygusal bütünlüğü sağlamaya yaradı. “CHP artık net
bir duruş sergiliyor” algısı örgüt içinde moral etkisi yaptı. Ancak bu kısa
vadeli getirinin sınırlı olduğu da görülüyor. Çünkü aynı taban “eylemden çok
stratejik sonuç” görmek istemektedir. Protesto, Erdoğan’ın 1 Ekim açılışında
“tüm partileri aynı fotoğrafa sokma” planına karşı bir siyasal görünmezlik
direnci oluşturdu. Ancak bu aynı zamanda CHP’nin soyutlanması riskini artırdı.
Diğer muhalefet partilerinin oturuma katılması, Erdoğan’a CHP’yi “sistemin
dışında kalan tek parti” gibi gösterme fırsatı verdi. Bu durum, “Erdoğan
konuşuyor, CHP dışarıda kalıyor” görüntüsünü üreterek iktidarın “CHP dışındaki
herkesle diyalogdayız” tezini güçlendirdi.
Anayasa
Değişikliği ve Referandumu Olasılığı
Yukarıda yapılan açıklamalar
çerçevesinde 2026’ya doğru ya da 2026 içinde bir anayasa referandumu olasılığı
ciddi şekilde gündeme gelmektedir. Erdoğan’ın 2026’yı hem anayasa hem de olası
erken seçim yılı olarak gördüğü anlaşılıyor. Erdoğan, önce bir “normalleşme” ve
“ulusal birlik” söylemi ile kamuoyunu hazırlıyor. Ardından Meclis’te belirli
değişiklikleri geçirerek referandum zemini yaratıyor. Referandumdan sonra erken
seçim, “yeni anayasa onaylandı, halk desteğiyle seçim” argümanını güçlendirmektedir.
Bu model, Erdoğan’ın önceki stratejileriyle paralellik gösteriyor: meşruiyet oluşturma,
halk oylaması ve seçim. 1 Ekim protestosu ve “liderler fotoğrafı” üzerinden
Erdoğan, CHP’yi marjinal muhalefet olarak gösterebilir. Bu durum, referandum ve
seçim kampanyasında şöyle mesajlanır: “Biz bütün toplumu kucaklayan bir anayasa
yapıyoruz; protesto eden CHP ise ülkeyi bölüyor.” Böylece CHP’nin soyutlanmış
görüntüsü anayasa referandumuna ilişkin “karşıt blok” algısını güçlendirir. Bahçeli’nin
PKK ve Öcalan üzerinden yaptığı açıklamalar Erdoğan’a Kürt tabanını sisteme
çekme olanağı sağlıyor. DEM ile belirli bir “normalleşme süreci” başlarsa,
Erdoğan referandumu hem milliyetçi hem de Kürt tabanına “katılım” olarak
pazarlayabilir. Bu, toplumsal blokları genişletme stratejisinin ön
hazırlığıdır. Referandum ve olası seçim öncesi Erdoğan, ekonomik “nefes
aralığı” yaratmaya çalışacaktır. Sermaye girişi, kısa vadeli sosyal yardımlar,
kamu yatırımlarının öne çıkarılması olasıdır. Bu şekilde halk, hem “kararlılık”
hem de “devlet işi yürütülüyor” algısıyla referanduma hazırlanır. Sonuç olarak
referandumun ufukta olduğu söylenebilir. Erdoğan için 1 Ekim hamlesi, CHP’yi
yalnızlaştırmak ve kamuoyunu “birlik ve kararlılık” çerçevesine sokmak, referandum
ve seçim stratejisinin ilk adımıdır. Dolayısıyla 2026’ya doğru anayasa
referandumu olasılığı ciddi ve erken seçimle birlikte planlanan bir senaryonun
parçası olarak görülmelidir.
Genel
Değerlendirme ve Sonuç
Erdoğan, Meclis açılışında denetimli
normalleşme adımı atmak istiyordu. Fotoğraf, bu planın görsel parçasıydı:
“Bakın, herkesle konuşuyorum.” CHP’nin protestosu, bu plana kısmen engel oldu
ama Erdoğan’a aynı zamanda şu fırsatı sundu: “Ben diyaloga açığım, ama CHP her
zamanki gibi negatif.” Bu çerçeve, Erdoğan’ın hem milliyetçi hem de muhafazakâr
seçmene yönelik “ben devletim, onlar protestocu” anlatısını besledi. Dolayısıyla,
protesto, ahlaksal ve duygusal bakımdan doğru ancak stratejik ve iletişimsel
açıdan kısmen hatalı bir atılım olarak görülebilir. Protestonun ardından farklı
bir iletişim atağı (örneğin “CHP, yumuşamanın hukukla başlamasını ister” gibi
somut bir açıklama) yapılsaydı, etkisi daha dengeli olabilirdi.
2025 yılı itibarıyla Türkiye siyasasında
gözlenen önemli bir gelişme, TBMM’nin 1 Ekim açılış oturumunda Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın yaptığı konuşma sonrasında yaşanan liderler toplantısı ve fotoğraf
karesidir. CHP, TİP ve EMEP’in oturumu protesto ederek katılmamaları, ilkesel
olarak demokratik meşruluk ve hukukun üstünlüğü açısından anlaşılır bir duruş
sergilemiş olsa da stratejik ve iletişimsel açıdan Erdoğan lehine bir boşluk
yaratmıştır. Bu durum, muhalefetin algısal olarak soyutlanmış ve marjinalleşmiş
bir görüntü vermesine yol açmıştır.
Fotoğraf ve toplantı vesilesiyle
Erdoğan, tüm parti liderleriyle bir araya gelmiş gibi görünerek “sistemin
merkezi aktörü” konumunu güçlendirmiştir. CHP’nin yokluğu, görsel ve simgesel
düzeyde Erdoğan’ın hegemonya söylemini pekiştirmiş ve muhalefetin protesto
eylemini etkisizleştirmiştir. Bu bağlamda, muhalefetin oturuma katılmama kararı
kısa vadeli moral ve ilkesel kazanımlar sağlasa da uzun vadede stratejik zayıflık
yaratmıştır.
Söz konusu gelişmeler, Erdoğan’ın 2026
yılında planladığı anayasa referandumu ve olası erken seçim stratejisinin ilk
işaretleri olarak değerlendirilebilir. Erdoğan, önümüzdeki dönemde kamuoyunu
“normalleşme” ve “milli birlik” söylemiyle hazırlayarak, Meclis içi
değişikliklerle referandum zeminini oluşturmayı hedeflemektedir. Bu süreçte
CHP’nin yalnızlaşmış görünümü, Erdoğan’a hem referandum kampanyasında hem de
seçim öncesi iletişim stratejisinde marjinal muhalefeti öne çıkarma olanağı
sunmaktadır.
Ayrıca Bahçeli’nin PKK ve Abdullah
Öcalan üzerinden yaptığı açıklamalar, Erdoğan’a DEM ve Kürt tabanını sisteme
çekme olanağı sağlamaktadır. Bu stratejik atılım toplumsal blokların
genişletilmesine ve referandum ile seçim sürecinde meşruluğun güçlendirilmesine
hizmet etmektedir. Ekonomik ve toplumsal bağlamda ise Erdoğan, referandum ve
olası erken seçim öncesinde kısa vadeli ekonomik rahatlama önlemleri (sermaye
girişleri, sosyal yardımlar, kamu yatırımları) ile halkın kararlılık algısını
güçlendirmeyi hedeflemektedir.
Sonuç olarak, 1 Ekim TBMM açılışı ve
takip eden liderler toplantısı, Erdoğan’ın 2026’ya yönelik anayasa referandumu
ve olası erken seçim stratejisinin ilk adımı olarak değerlendirilebilir.
CHP’nin protestosu, ilkesel olarak anlamlı olsa da Erdoğan’ın hegemonya ve
meşruluk kurgusuna hizmet eden bir boşluk yaratmıştır. Bu çerçevede,
muhalefetin stratejik ve iletişimsel yanıtı, gelecekteki referandum ve seçim
süreçlerinde kritik öneme sahip olacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder